24 Mart 2025 Pazartesi
Son yıllarda dünyanın her yerinde artan toplumsal eylemler, birçok insana ve gruba adalet, eşitlik ve özgürlük taleplerini dile getirmek için bir fırsat sunmaktadır. Ancak bu eylemlerin bazen amacını aşıp masum insanlara, özellikle de güvenlik güçlerine zarar vermesi, derin bir soru işaretini de beraberinde getirmektedir.
Herkes, fikirlerini savunma ve hak arama hakkına sahiptir. Ancak bu hak, başkalarının haklarına zarar verdiğinde geçerliliğini yitirmektedir.
Eylemler, genellikle hakkaniyet arayışının bir ifadesi olarak ortaya çıkarken, bu süreçte bazen şiddet ve anarşinin boy göstermesi, toplumsal mesajların kaybolmasına yol açmasıyla birlikte farklı bir boyuta evriliyor, maalesef. Bu durumu, toplum olarak eleştirel bir şekilde değerlendirmemiz gerekiyor. Aksi halde, eylemlerin başladığı gerekçeler geçerli olsa bile, sonuçlar sebepleri geçersiz kılmaktadır.
Genel tanımlamalar ve açıklamalardan sonra, ülkemizde son dönemlerde artan toplumsal olaylarda durum nedir, gelin hep birlikte inceleyelim.
Öncelikle siyasetten bağımsız, kanunların vermiş olduğu kararları yorumlamadan, sadece toplumsal olaylardan en fazla etkilenen güvenlik gücü olan polisleri ilgilendiren kısmına değineceğiz.
Son günlerde, her ne sebeple olursa olsun, hak arama mücadelesi gerekçesiyle yapılan her eylem, miting ve protesto gösterilerinde günah keçisi olarak polis ilan edilmektedir.
Polislere yönelik saldırılar, kurumsal bir güvenlik mekanizmasını hedef almanın yanı sıra, toplumdaki cam kırıkları gibi: bir anda geniş bir yelpazede zarara yol açabilir. Bu tür eylemler, güvenlik güçleri ile toplum arasındaki ilişkiyi zedeler, toplumsal uzlaşıyı sarsar ve daha büyük çatışmalara zemin hazırlar.
Gece gündüz demeden, büyük bir özveri ile saatlerce görev yapan, ailesini evinde bırakıp toplumun huzuru için günlerce çalışan polislere balta ve asit ile saldırırsanız, amacınızın dışına çıkmış olursunuz.
Buradan, masum şekilde hak arama mücadelesinde olan tüm vatandaşlarımıza sesleniyorum:
Anayasal haklarınızı kullanırken, sizlerin arasına sızmış olan, sizlerin bu mücadelesinde yanınızdaymış gibi gözüken fakat amaçları farklı olan, yaşananları fırsat bilerek toplumu bir karışıklığa ve kaosa sürüklemek isteyen kişileri aranızdan çıkarın, içinizde barındırmayın, sahip çıkmayın.
Unutmayın, asitle ölümüne saldırılan polis de insandır; senin komşun, benim arkadaşım, bir başkasının eşi, evladı, annesi, babası…
Polis, kimsesizlerin kimsesi, masumların sığınağı, mağdurun güvencesidir.
Kanunların vatandaşa verdiği hak çerçevesinde tepkinizi dile getirirken, sizlerin güvenliği için fedakârca görev yapan güvenlik güçlerine karşı gelebilecek provokatif çağrılara dikkat edin ve buna izin vermeyin.
Mutlu haftalar, keyifli okumalar.
Son dönemlerde kamu ve özel sektörde amir-memur ve işveren-işçi arasında yaşanan sorunlar ve sonu intiharlara kadar giden olayların artması üzerine, 2025/3 sayılı “İş Yerlerinde Psikolojik Tacizin Önlenmesi” genelgesi, 6 Mart 2025 tarihli ve 32833 sayılı Resmî Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe girdi. Çalışma hayatında son dönemlerde yüksek sesle dile getirilen “Mobbing” kavramı, Cumhurbaşkanlığı Genelgesi ile resmî olarak da literatüre girmiş oldu.
Eğer bir kanun hükmünde kararname, kanun, yönetmelik ve genelge yayımlanıyorsa, mutlak suretle bir ihtiyaca binaen yayımlanmıştır; durduk yere yayımlanmayacağı aşikâr.
Peki, genelge çıkaracak kadar önemli olan psikolojik taciz (Mobbing) nedir?
Türk Dil Kurumu’nun “İş yerlerinde, okullarda vb. topluluklar içinde belirli bir kişiyi hedef alıp, çalışmalarını sistemli bir biçimde engelleyip huzursuz olmasına yol açarak yıldırma, dışlama, gözden düşürme” olarak tanımladığı mobbing, Yargıtay’ın kabul ettiği anlamda ise “çalışanlara üstleri, astları veya eşit düzeydeki çalışanlar tarafından sistematik biçimde uygulanan her tür kötü muamele, tehdit, şiddet, aşağılama” olarak tanımlanmaktadır. Tanımlamalara göre hiç de hafife alınamayacak kadar ciddi suç barındıran mobbing ile ilgili genelge ne için çıkarılmış olabilir? Gelin hep birlikte bir beyin fırtınası yapalım.
Mesela, 2024 yılında sadece Emniyet Teşkilatı’nda 73 personel intihar etti; bu sayı, 2025 yılının henüz 3. ayı dolmadan 19 oldu.
Sağlık Bakanlığı’nda çalışan ve ağır şartlar altında görevini ifa eden doktorlarımızdan, çalışma koşullarını gerekçe göstererek intihar mektubu bırakıp yaşamına son veren doktorlarımız ile ilgili haberleri televizyon kanallarında hep beraber izledik.
Türk Silahlı Kuvvetleri’nde görev yapan, aylarca eğitim alıp vatan müdafaasında en önde görev alan askerlerimizin yine yoğun çalışma temposu gibi farklı gerekçelerle intihar ettiklerini gördük.
Kısacası, beyanlara dayanarak baktığımızda birçok vatandaşımızın mobbing nedeniyle yaşamına son verdiğine şahit oluyoruz.
Bunlar kamuda yaşananlar; bir de özel sektörde yaşananlar var elbette.
Kamudan farklı olarak özel sektörde, maalesef iş garantisi olmadığı için birçok insan yaşadığı mobbing ve kötü muameleye karşı ses çıkaramıyor.
Özel sektörde henüz işe başlamadan birçok kadına “Hamile kalmama” şartıyla işe alınabileceklerini şart koşan, çıkış saatlerinin esnek olduğunu söyleyerek fazladan çalışmanın önünü açan ve “sağlık raporu” alması hâlinde işine son verileceği şeklinde tehdit edilen özel sektör çalışanlarımız var.
Kamu personeli seçme sınavına girmeme şartı ve atanmama garantisi isteyerek asgari ücretle öğretmen çalıştıran özel okullar var mesela; bu da mobbing’in ayrı bir çeşidi.
Bir toplumda gelişmişlik seviyesini sadece ekonomik göstergelerle açıklamak istersek, kendimizi kandırmaktan öte gitmez.
Biz 2025 yılında kamuda çalışanımızı “sürgün” ile tehdit edip bir nevi mobbing yapıyorsak, özel sektör çalışanımızı “iş akdini feshetmek” ile korkutup istediğimiz kadar çalıştırabiliyorsak, isterseniz dünyanın birinci büyük ekonomisi olun, fayda etmez.
Bu genelge çok yerinde ve memnuniyetle karşılanmıştır, lakin;
Bugünden tezi yok, tüm kurumlar kendi içerisinde psikolog, sosyolog ve Sivil Toplum Kuruluşlarının (STK) da bulunacağı bir kurul teşkil etmeli ve mobbing iddialarının üzerine şeffaflıkla gidilmelidir.
Sözde kâğıt üzerinde kurulacak bir kurulun hiçbir işe yaramadığı aşikârdır; bu konuda genelgeye bağlı kalarak samimi şekilde çalışma yapılmalıdır.
Mobbing demişken, umarım bu genelge “Sen benim kim olduğumu biliyor musun?” diyen siyasetçilerin sözlerini de mobbing sayar da memur rahat rahat işini yapar.
Sonuç olarak, bu genelge ile kamuda ve özel sektörde “Ben yaptım oldu”, “Ben öyle istiyorum”, “Beğenmiyorsan istifa et” gibi insan onurunu incitici ve ekmek davası için çalışmak zorunda olan insanları süistimal eden amir, müdür ve patronların bu davranışlarının artık son bulması gerekiyor.
Sayın Cumhurbaşkanımızın bu konunun takipçisi olacağından şüphemiz yoktur. Mobbing’e sıfır tolerans!
Mutlu Haftalar, keyifli okumalar.
Kıymetli Okuyucularım,
Bu hafta sizlerle emekçi kadınların 8 Mart 1857 yılında başlayan hak arama mücadelesini ve Emniyet Teşkilatı’nda 3. yılını dolduran Emniyet Teşkilatı Sendikası’nı gündeme taşıyacağız.
8 Mart 1857: Emekçi Kadınların Yükselen Sesi
Her yıl 8 Mart, dünya genelinde Dünya Kadınlar Günü olarak kutlanmaktadır. Aslında bugünün kökleri, romantik bir kutlamadan çok daha derinlere, 1857’nin karanlık ve dumanlı fabrikalarına uzanıyor. O gün, New York’ta bir tekstil fabrikasında çalışan kadınlar, daha iyi çalışma koşulları, eşit ücret ve doğum izni gibi insani taleplerle greve gitmişlerdi. Bu eylem, sadece bir başlangıçtı; emekçi kadınların hakları için verdiği uzun ve çetin mücadelenin ilk kıvılcımıydı.
1857’nin şartları, günümüzden çok farklıydı. Kadınlar, toplumun her alanında olduğu gibi iş hayatında da ayrımcılığa maruz kalıyorlardı. Düşük ücretlerle, sağlıksız koşullarda, uzun saatler boyunca çalıştırılıyorlardı. Seslerini duyurmak, taleplerini dile getirmek ise neredeyse imkansızdı. Ancak 8 Mart 1857’de, o kadınlar sessizliği bozdular. Birlikte hareket ederek, haklarını aramak için ayağa kalktılar.
O günkü grev, belki de hemen sonuç vermedi. Patronlar tarafından fabrikaya kilitlenen kadınlardan 129’u yanarak feci şekilde can verdi. Emekçi kadınların kararlılığı, diğer kadınlara da ilham kaynağı oldu. Yıllar içinde, dünyanın dört bir yanında kadınlar, benzer taleplerle meydanlara indiler. Sendikalar kurdular, örgütlendiler, mücadele ettiler. Bu mücadeleler sayesinde, kadınların çalışma koşulları iyileştirildi, ücretleri arttırıldı, yasal haklar elde edildi.
Bugün, 8 Mart’ı kutlarken, o günkü emekçi kadınların cesaretini ve kararlılığını hatırlamalıyız. Onların sayesinde, bugün daha iyi koşullarda çalışabiliyor, daha fazla hakka sahip olabiliyoruz. Ancak mücadele henüz bitmedi. Hâlâ kadınlar, iş hayatında ayrımcılığa, tacize, mobbinge maruz kalabiliyorlar. Hâlâ eşit işe eşit ücret alamıyorlar.
Bu nedenle, 8 Mart sadece bir kutlama günü değil, aynı zamanda geçmişte verilen mücadeleleri hatırlamalı, günümüzdeki sorunlarla yüzleşmeli ve geleceğe yönelik hedefler belirlemeliyiz. Emekçi kadınların hakları için mücadele etmeye devam etmeli, eşitlik ve adalet için sesimizi yükseltmeliyiz. Unutmayalım ki, kadınların özgürlüğü, toplumun özgürlüğüdür.
Bu vesileyle, emek mücadelesinde hayatını kaybeden tüm emekçi kadınları rahmetle anarken, ailesi için emek ve ekmek mücadelesi veren kadınlarımıza şükranlarımı sunarım.
Emniyet Teşkilatı Sendikası 3 Yaşında
Anayasa Mahkemesi’nin 2014 yılında Emniyet Genel Müdürlüğü bünyesinde görev yapan sivil memurlara sendika kurma, sendikalara üye olma ve yöneticisi olma hakkı tanınması ile birçok girişimde bulunulmuş ve emniyette sendikalaşma resmi olarak başlamış oldu.
Hiyerarşinin en derinden hissedildiği kurumların başında gelen Emniyet Teşkilatı’nda, 2 kişinin yan yana gelmekten çekindiği bir zamanda 7 kişi zorlukla bir araya gelerek Emniyet Teşkilatı Sendikası’nı kurdu.
“Bizi bizden başka kimse anlamaz” mottosuyla çıktıkları yolda aslında ne denli çetin ve uzun bir yola çıktıklarının farkında değillerdi. Öncelikle ismi nedeniyle kapatılma davası açıldı ve uzun mahkeme sürecinden sonra mahkeme, “Emniyet Teşkilatı Sendikası” ismini onayladı ve yasal anlamda sendikanın önünde herhangi bir hukuk engeli kalmadı.
Emniyet Teşkilatı Sendikası sahaya çıktığında gördüğü teveccüh, diğer sendikaları rahatsız etmiş, koltuklarının güvende olmadığını hissedince iftira kampanyalarını devreye sokarak Emniyet Teşkilatı Sendikası için “250 kişilik sendika”, “uzun sürmez dağılırlar” ya da “başka bir sendika ile birleşirler” gibi türlü hikayelerle yeni üye olacakların önü kesilmeye ve “güvensiz sendika” algısı yaratma çabasına giriştiler.
Her türlü iftira ve karalama kampanyasına rağmen 2024 yılını yaklaşık %300 büyüme oranı ile kapatan Emniyet Teşkilatı Sendikası, 2025 yılında Emniyet Genel Müdürlüğü’nde kurum yetkili sendikası olmaya emin adımlarla yürümektedir.
Emniyet Teşkilatı Sendikası’na bağlı Marmara Şube Başkanlığı uhdesinde olan ve halihazırda üç imparatorluğa başkentlik yapmış, dünyada 131 ülkeden daha fazla nüfusa sahip, 2 kıtayı birbirine bağlayan kadim şehir İstanbul’da, emniyette görev yapan sendika üyesi memurların yaklaşık %65’i Emniyet Teşkilatı Sendikası’nı tercih ederek en yakın sendikanın 2.5 katı üye sayısına ulaşmıştır.
15 Mayıs 1919’da işgale karşı ilk kurşunun atıldığı ve Türk milli direnişinin sembolü olan Emniyet Teşkilatı Sendikası Batı Şube Başkanlığı’nın yönetim merkezi olan İzmir ilinde, Emniyet Teşkilatı Sendikası yetkiyi perçinlemiş, sadece İzmir ilinde değil bölgede birçok ilde kurumda yetkili sendika konumuna gelmiştir.
Emniyet Teşkilatı Sendikası Anadolu Şube Başkanlığı’nın merkezi olan, Millî Mücadelenin sembol şehirlerinden, Erzurum Kongresi ile özgür ve bağımsız Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulmasında giden yolda ilk adımın atıldığı dadaşlar diyarı Erzurum ili, Emniyet Teşkilatı Sendikası’nın ilk yetki aldığı il olma özelliği ile de kayıtlara geçmiştir. Sadece Erzurum özelinde değil, şubeye bağlı diğer illerde de sendikanın ağırlığı hissedilmekte ve giderek artan bir teveccüh göze çarpmaktadır.
Sadece şube başkanlıkları değil, il temsilcilikleri noktasında da birçok ilde kazanımlar elde edilmiş, özellikle İl Emniyet Müdürlükleri ile sıcak, samimi ve yapıcı görüşmeler gerçekleştirilmiştir.
Kısa bir süre içerisinde “Kadın Komitesi Başkanlığı” kurularak sendika üyesi kadınların mücadelesi, hak arama çabaları ve çalışma şartları noktasında her zaman destek olunmuştur.
Özellikle kendisi engelli ya da ailesinde engelli yakını olan üyelerimiz arasında dayanışma kültürü oluşturmak ve destek olmak adına tüm sendikalarda olan “engelliler komisyonunu” isminden ötürü kabul etmeyerek “Engelsiz Yaşam Komitesi” kurularak farkındalık yaratılmıştır.
Üyelerinin yurtiçinde ve yurtdışında haklarının savunulması noktasında her türlü çalışmayı yürüten Emniyet Teşkilatı Sendikası; Yardımcı Hizmetler Sınıfı’nın (YHS) kaldırılması, Görevde Yükselme ve Unvan Değişikliği sınavlarına dair beklentiler, emekli olan personelin ücretsiz silah taşıma ruhsatı alabilmesi ve 3600 ek gösterge mağduriyeti için TBMM çatısı altında çalışmalar yürütülmüştür.
Emniyet Teşkilatı Sendikası Genel Başkanı İsmail Okumuş, Polis Bakım ve Yardımlaşma Sandığı (POLSAN) denetleme kurulu üyeliğine seçilerek tarihte ilk kez denetleme kurulu üyeliğine bir sivil memur seçilmiştir.
Yurt içinde yapılan çalışmaların yanında yurtdışında da temaslarda bulunan Emniyet Teşkilatı Sendikası, 2024 yılı içerisinde Avrupa’da emniyet teşkilatlarında faaliyet gösteren sendikaların üye olabildiği şemsiye kuruluş olan ve Avrupa Konseyi’nde özel statüde temsil yetkisi bulunan Avrupa Polis Konfederasyonu (EUROCOP) tarafından özel olarak Finlandiya’nın başkenti Helsinki’de yapılan EUROCOP yönetim kurulu toplantısına davet edilmiş, yapılan görüşmelerin ardından Kasım ayında İspanya’nın Malaga kentinde yapılan EUROCOP genel kuruluna davet edilen Emniyet Teşkilatı Sendikası, ülkemizi en güzel şekilde temsil etmiştir. Yapılan toplantılar neticesinde Emniyet Teşkilatı Sendikası’nın EUROCOP’a üyeliği için resmi prosedürlerin başlatılması kararı alınmıştır.
“Bizi bizden başka kimse anlamaz” anlayışıyla çıkılan yolda bugün Emniyet Teşkilatı Sendikası, emniyette görev yapan memurlar için bir umut olmuştur, olmaya da devam etmektedir.
Mutlu haftalar, keyifli okumalar.
Selim Günay
Değerli okuyucularım,
Paylaşmanın, empatinin ve hoşgörünün en derinden hissedildiği mübarek Ramazan ayına kavuştuk. Asıl meselenin aç kalmak olmadığına değinerek, kinimizi, nefretimizi ve küskünlüklerimizi bir kenara bırakmanın anahtarı olan Ramazan ayına ve oruç tutmanın faziletlerine değineceğiz.
Ramazan ayından bahsettikten sonra, geçtiğimiz hafta trafikte motorlu kuryeler konusuna değinince, aslında trafikte kullanıcı hatası kadar önemli olan başka bir konu daha gündeme geldi: “Otoyollarda bulunan katil bariyerler”.
Son olarak ise, son 3-4 aydır dünyada gelişen politik gelişmeler ve ülkemize yansımalarını konuşacağız.
Hoş Geldin Ya Şehri Ramazan
Her yıl olduğu gibi bu yıl da 11 ayın sultanı Ramazan-ı Şerif’e kavuştuk. Bir ay boyunca bir nevi manevi arınmanın, iç huzurun ve nefsinle mücadelenin yaşandığı bir sürece girdik.
Ramazan ayı, Müslümanlar için sadece oruç tutmak ve ibadet etmekle sınırlı kalmayan; aynı zamanda manevi bir derinliğe sahip, toplumsal dayanışmanın ve hoşgörünün pekiştiği bir dönemdir. Bu ay, insanların ruhsal arınmasını sağlarken, aynı zamanda sosyal ilişkileri güçlendirme fırsatı sunar.
Oruç, bedensel bir tutumdan çok daha fazlasıdır. Açlık ve susuzluğun getirdiği zorluklar, bireyin dayanışma duygusunu artırır. İhtiyaç sahiplerini anlama ve onların halleriyle empati kurma imkânı tanır. Bu bağlamda, Ramazan ayı sadece bireysel bir ibadet değil, aynı zamanda toplumsal bir sorumluluğun hatırlanmasıdır. Her bireyin, toplum içerisinde daha duyarlı ve yardımlaşmaya açık hale gelmesi gereken bir süreçtir.
Hoşgörü, Ramazan ayının en önemli erdemlerinden biridir. Farklılıklarımızla bir arada yaşamanın, kardeşliğin ve anlayışın ön planda tutulması gereken bu özel zaman diliminde, dini ve kültürel çeşitliliklerin zenginliğini kabul etmek büyük bir önem taşır. Ramazan ayında yapılan iftar sofraları, farklı toplum kesimlerinin bir araya gelip paylaşımda bulunmalarını sağlar. Bu paylaşımlar, komşuluk ilişkilerini ve toplumsal bağları güçlendirirken, önyargıların kırılmasına da katkıda bulunur.
Ramazan, aynı zamanda bireylerin kendilerine dönüp bakmaları için bir fırsattır. Nefsi terbiye etme, kötü alışkanlıklardan arınma ve daha iyi bir insan olma hedefi belirleyen bu süreç, manevi olarak da güçlü bir yeniden doğuşu müjdeler.
Ramazan ayı, manevi bir dönüşümün yanı sıra, hoşgörü, empati ve dayanışma duygusunun da pekiştiği bir dönemdir. Bu ay boyunca, birbirimizin farklılıklarını kabul edip, daha sevgi dolu ve anlayışlı bir toplum oluşturma çabaları içinde olmalıyız. Zira, Ramazan sadece bir ay değil, diğer aylara da yansıması gereken bir yaşam biçimidir.
Ramazan ayında oruç tutan kadar tutmayanlara da aynı hoşgörüyü sergileyip, yargılamak ve yadırgamayı bir kenara bırakıp, yaratılanı yaratandan ötürü sevmemiz gerektiğini unutmayalım.
Ayrıca, Fatih Sultan Mehmet Han’ın söylediği rivayet edilen ve insanlara Allah’ın soracağı “Dinin nedir? Namaz kılıyor musun? Oruç tutuyor musun?” gibi soruların sorulmadığı, kulun kula sorması gereken “Aç mısın? Bir şeye ihtiyacın var mı?” gibi soruların sorulduğu bir süreç olsun.
Hoşgörüyü ön plana çıkardığımız, sevgiyi paylaştığımız ve birlikte büyüdüğümüz bir Ramazan geçirmek dileğiyle…
Otoyolda Katil Bariyerler
Geçtiğimiz hafta trafikte motorlu kuryeler sorunundan bahsedince, bu konu ile ilgili motosiklet sürücülerinden çok fazla mesaj aldım. Anlatılanları duyunca ve biraz araştırma yaptığımda, aslında çok da haksız olmadıklarını gördüm.
Trafikte kazaların büyük bir kısmının sürücü hatalarından oluştuğu bilinen bir gerçek. Fakat sadece sürücülere bağlanamayacak ciddi sorunlar da var, dikkat edilmesi gereken.
Otoyollarda sık sık gördüğümüz 3 parçadan oluşan metal bariyerler var. Bu bariyerler, araçların olası kazalarında kazaların şiddetini azaltmak ve yoldan dışarıya çıkmalarına engel olması amacıyla düşünülmüş bir sistem.
Düşüncesi olumlu fakat uygulaması o kadar da masum değil, maalesef. Yerden yükseklikleri ve ara boşlukları otomobiller için tasarlandığından, motosikletler kazaları düşünülmemiş ve göz ardı edilmiş.
Unutulmamalıdır ki, motosiklet kazaları normal araç kazalarından farklıdır. Olası bir trafik kazasında, otomobilde bulunan bir şahıs emniyet kemeri takarsa dışarı fırlama riskini ortadan kaldırmış olur. Fakat aynı şey motosiklet kullanıcıları için geçerli değildir. Olası bir kazada, motosiklet sürücüsünün savrulma riski ve hızına bağlı kontrolsüz sürüklenme riski yüksektir.
Savrulmaya karşı emniyet kemeri gibi herhangi bir güvenlik aparatı olmayan motosiklet sürücülerinin, savrulmaya bağlı katil bariyere çarpması sonucunda uzuv kaybı oluşabilmektedir. Bu şekilde gerçekleşen onlarca kaza örneğine rastlamak mümkün.
Özellikle bariyerlerin zeminle bağlantısını sağlayan ara parçaların keskin kısımları, bu yaralanmalarda maalesef en büyük sebep olarak karşımıza çıkmaktadır.
Motosiklet kullanıcılarının “giyotin” diye adlandırdıkları bu katil bariyerler, daha önce gündeme gelmiş, hatta dönemin Ulaştırma Bakanı tarafından bizzat açıklama da yapılmıştı.
Çözüm olarak, katil bariyerler yerine giyotin etkisinin azalacağı sert plastik bariyerlerin daha az tahribat yaratacağı ve ölüm oranlarını düşüreceği şeklinde düşünceler mevcut. İnsan sağlığının bu denli önemli olduğu bir ortamda, yetkililerin bir an evvel bu soruna eğilerek çözüm bulmaları, motosiklet sürücülerinin en büyük beklentilerinden biridir.
Son olarak, motosiklet sürücülerine de bir tavsiyede bulunmakta fayda var. Elbette devlet sizler için tedbir almalı, ama sizler de motosiklet kullanırken darbe ve sürüklenmelere dayanıklı, darbe emici koruyucu kıyafet kullanmaya özen gösterelim.
Yeni Dünya Düzeni Mi?
Son dönemlerde Türkiye özelinde ve dünya genelinde ilginç gelişmeler yaşanıyor. Asla yan yana gelmez denilen insanların bir araya gelmesi ve birlikte fotoğraf vermesi, toplumda şaşkınlıkla karşılanmış, gelişmeler merakla bekleniyordu.
Yıllardır devam eden Suriye savaşının bir gecede sona ermesi ve Esad’ın devrilmesi gündeme bomba gibi düşmüştü. Madem savaşın sona ermesi bu kadar kolaydı, madem Esad bir gecede devrilecekti, neden bu kadar beklendi ve yıllarca devam eden savaşta binlerce insan hayatını kaybetti?
Esad’ın devrilmesinin hemen ardından İsrail’in Suriye sınırına yerleşmesi ve Ortadoğu’da yayılmacı politikasında bu kadar rahat hareket etmesine hiç kimsenin sesinin çıkmaması garip bir durumdu.
Donald Trump’ın ABD başkanı seçilmesinin ardından, uzun süredir aralarında soğuk savaş olan ABD ve Rusya arasında sıcak ilişkilerin yaşanması şaşkınlıkla karşılanmıştı. Hemen akabinde Beyaz Saray’da gerçekleşen Trump ve Ukrayna Devlet Başkanı Zelenski arasındaki mahalle kavgasını andıran görüntülerde, Trump’ın Zelenski’yi açık açık “Ya istediklerimizi yaparsın ya da sonucuna katlanırsın” manasındaki tehditlerini dünya izlemişti.
Dünyada bunlar yaşanırken, ülkemizde de hayli hareketli günler yaşanıyordu. Cezaevinden mektuplar geliyor, basın açıklamalarında okunup artık terör örgütünün kendisini lağvetmesi isteniyordu.
Aslında,
Yıllardır iktidarı bırakmayan Esad’ın bir gecede devrilmesi ve en büyük destekçisi Rusya’nın bu olaya sessiz kalması,
İsrail’in Suriye’ye konuşlanması sonrası yine sessiz kalan Rusya’nın durumu,
Rusya-Ukrayna savaşında ABD’nin Rusya tarafında olması ve Beyaz Saray’da açık açık Zelenski’yi tehdit etmesi sonucu, yıllardır meydanlarda Ukrayna lehine gösteri yapan birçok Avrupa ülkesinin sessiz kalması,
Türkiye’de cezaevinden terörün lağvedilmesini isteyen mektubun okunması…
Parçaların hepsini bir araya getirdiğimizde, sanki yeni bir dünya düzenine geçilecek gibi bir izlenim hakim.
Temennimiz, bu yeni düzende Türkiye’nin jeopolitik pozisyonunu sağlamlaştırıp, bölgede oyun kurucu pozisyonunda olmasıdır.
Bekleyip göreceğiz.
Mutlu haftalar,
Keyifli okumalar.
Selim Günay
Değerli okuyucularım, bir haftalık aranın ardından bu hafta tekrardan sizlerle beraberiz. Geçtiğimiz haftalarda olduğu gibi bu hafta da sizlerle güncel konuları farklı bakış açılarından ele alarak birlikte değerlendireceğiz.
İlk olarak, son dönemlerde trafikte sık sık karşılaştığımız ve maalesef sonu hiç de istemediğimiz yerlere giden motorlu kuryeler ile otomobil sürücülerinin yaşadığı sorunlara değinecek ve alınması gereken tedbirler üzerine konuşacağız.
Daha sonra ise giderek önemi artan mesleklerimiz ve bu mesleklerin eğitim sistemimizdeki konumları ve algılarına dikkat çekerek “Meslek Lisesi Memleket Meselesi” diyeceğiz.
Motokurye Düzenlemesi Şart!
Son 10 yıldır gündelik yaşamda büyük yer edinen e-ticaret ile birçok geleneksel alışkanlıklarımızdan vazgeçip yeni alışveriş düzenine bir giriş yaptık. Aynı gün teslimat, kapıya yemek servisi, saatlerce mağaza gezmek yerine dilediğiniz ürünü bir tık ötede bulma şansı ve en önemlisi daha uygun fiyatlarla daha fazla seçenek imkânı ile e-ticaret, her geçen gün büyüyen hacmi ile hayatımızın vazgeçilmezleri arasına girdi.
Buraya kadar her şey güzel, alan da satan da memnun, lakin olayın bir de lojistik tarafı var. Özellikle yemek siparişleri için kullanılan ve hızlı teslimat seçenekleri ile popüler hale gelen motorlu kuryelerin artan sayısı, aslında bazı sorunları da beraberinde getirdi.
Geçtiğimiz günlerde İstanbul Pendik’te yaşanan tartışmada bir kuryenin otomobilin aynasını kırıp kaçmaya çalışması ardından sürücünün de otomobili ile kuryeyi ezmesi, bardağı taşıran son damla oldu. Burada kim haklı kim haksız muhasebesini bir yana bırakıp, yaşanan bu sorunların kökten çözümü için neler yapılmalı, bunlar konuşulmalıdır.
2014 yılında Ulaştırma Bakanı bizzat bu konuya dikkat çekmiş ve motorlu kuryeler için yeni bir düzenleme yapılacağını, yönetmelik çalışmasında sona gelindiğini açıklamıştı.
Motorlu kuryeler için birinci ve belki de en önemli sorun, trafik güvenliği. Kuryeler teslim ettikleri paket başına ücret aldıkları için kısa süre içerisinde ne kadar fazla teslimat gerçekleştirirse o kadar fazla para kazanacağından, trafik kurallarını hiçe saymakta, aşırı hız yapmakta, yayaların kullanması gereken kaldırımları işgal etmekte ve araçların aniden sağından solundan çıkarak tehlike arz etmekteler.
Sadece akan trafikte değil, özellikle teslimatta hızlı olmak isteyen kuryeler, genellikle uygunsuz yerlere park etmek zorunda kalıyorlar. Bu durum, hem trafiği daha da karmaşık hale getiriyor hem de diğer sürücülerin hayatını zorlaştırıyor.
Kuryelerin en fazla şikâyet ettikleri konu, kendilerinin trafik taşıtı sayılmadıkları yönünde. Fakat yanıldıkları nokta ise kendileri bir trafik taşıtı gibi davranmamakta, yayaların ve diğer araçların haklarını hiçe saymakta, kuralları kendileri ihlal etmekte.
Bununla birlikte, motosikletli kuryelerin sosyal güvenceleri de önemli bir mesele. Çoğu kurye, bağımsız çalışanlar olarak değerlendiriliyor ve bu durum, maddi ve sosyal haklardan yoksun kalmalarına neden olabiliyor. Yetersiz sigorta, sağlık hizmetlerine erişim gibi sorunlar, motosikletli kuryelerin yaşam kalitesini tehlikeye atıyor. Sektör içerisindeki çalışma standartlarının iyileştirilmesi, bu mesleği tercih edenlerin daha güvenceli bir ortamda çalışmalarını sağlayabilir.
Peki çözüm ne?
Öncelikle kuryeler için “eğitim şart”. Kesinlikle bağlı oldukları bir federasyon, dernek ya da adı her neyse kurulmalı ve kurye olmak isteyenlerin temel eğitimden geçmeleri mecburi hale getirilmelidir. Eğitim içerikleri içerisinde kesinlikle sürüş güvenliği, saygı, iletişim becerileri ve etik gibi dersler müfredatlarda bulunmalıdır.
Sosyal güvencesi olmayan kuryeler çalıştırılmamalı, kaçak çalışanlara ciddi cezai müeyyide uygulanmalıdır.
Teslimatlarda paket başı ücret uygulamasından vazgeçilmeli ve takograf usulü akıllı cep telefonu üzerinden sistem kaydı yapılarak kontrolleri sağlanmalıdır.
Son olarak, şehir yönetimlerinin motosikletli kuryelerin kullanabileceği uygun park alanları yaratması, taraflar arasında sağlıklı bir trafik akışının sağlanmasına katkı sunabilir.
Unutmayalım, herkesin çalışması haktır, ama kurallara uyarak çalışması şarttır.
Meslek Lisesi Memleket Meselesi
Ülkemizde son dönemlerde baş gösteren fakat kimsenin ilgilenmediği bir “ara eleman” sorunu var. Yıllar içerisinde değişen eğitim sisteminden etkilenen, mesleki imaj olarak olumsuz bir algı oluşturulan ve hiçbir liseyi kazanamayan daha düşük seviyelerdeki öğrencilerin mecburen kayıt yaptırdığı okul algısından dolayı maalesef öğrenciler meslek lisesine kayıt yaptırmak istemiyor, çırak olarak sanayide meslek öğrenmeye yanaşmıyor.
Hal böyle olunca ülkede bir çırak sorunu gibi ciddi bir sorun ortaya çıkıyor.
Eskiden sanayiye aracınızı tamir etmeye götürdüğünüzde ilkokuldan sonra meslek öğrenmeye gitmiş en az 2 tane çırak olurdu dükkânda, şimdi neredeyse 3-5 dükkânda bir var.
Cadde aralarında bulunan berber dükkanlarına akşama kadar onlarca çocuk meslek öğrenmek için “Çırak lazım mı abi?” diye uğrardı, şimdilerde berber dükkanının camlarında aylardır “Çırak aranıyor” ilanı asılı duruyor, kimse kapıdan içeriye girmiyor bile.
Evinizdeki en basit elektrik arızası için gittiğiniz elektrikçi dükkanında tek tük usta oluyor artık, onlar da eleman eksikliğinden randevu ile çalışmaya başlamışlar.
Avrupa ülkelerine son dönemlerde özellikle inşaat alanında fayans ustası, sıvacı ve tamir-tadilat işçilerine yoğun bir talep var ve ülkemizden de döviz kazanmak için giden onlarca işçi var.
Ülkemizde olan sorun Avrupa ülkelerinde de var ama bizim onlara oranla artımız genç insan kaynağımız. Eğer zanaatkârlarımızı da tıpkı doktor ve mühendisler gibi yurtdışına göçe kurban verirsek maalesef gelecekte aracımızı tamir ettirecek usta, elektrik arızamızı giderecek elektrikçi ya da evimize tadilat yaptıracak usta bulamayacağız.
Bir an evvel meslek liselerini özendirici adımlar atılmalı, ilkokuldan itibaren sanayide çıraklığa teşvik edecek bir sistem tesis edilmelidir.
Mutlu haftalar, keyifli okumalar.
Selim GÜNAY