Dr. Selim GÜNAY

Dr. Selim GÜNAY

23 Kasım 2025 Pazar

    DİĞER YAZARLARIMIZ

    EĞİTİMDE SOSYAL ADALET

    EĞİTİMDE SOSYAL ADALET
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Toplumların gelişmişlik seviyesini belirleyen en önemli ölçütlerden biri, hiç kuşkusuz eğitimde sunduğu fırsat eşitliğidir. Ancak ülkemizde yıllardır konuşulan, raporlara giren, akademik çalışmalara konu olan bir hakikat ne yazık ki hâlen tüm ağırlığıyla karşımızda duruyor. Aynı bayrak altında, aynı topraklarda yaşayan ve eğitim alan aynı ülkenin çocukları maalesef eşit şartlarda eğitim alamıyor. Aynı sınava giriyorlar, aynı beklentilerle değerlendirilip, aynı geleceğe hazırlanıyorlar; fakat bulundukları çevre, ailelerinin sosyo-ekonomik düzeyi ve okullarının imkânları birbirinden dramatik biçimde farklı. Kimisi geniş bir evin sessiz odasında ders çalışıyor, kimisi kalabalık bir evin tek masasında. Kimisinin okulunda bilgisayar laboratuvarı, kütüphane ve spor salonu bulunuyor, kimisi ise temel eğitim öğretim malzeme ve materyallerinin bile sınırlı olduğu sınıflarda eğitim görüyor.

    Eğitimde eşitsizlik, yalnızca bireysel farklılıklardan kaynaklanmıyor elbette. Çocukların doğduğu çevre, ailelerinin maddi durumu ve okulun fiziki koşulları, başarılarının önünde en büyük engeller hâline gelebiliyor. Üstelik bu engeller görünmez ama kalıcıdır. Çünkü eşitsizlik, yalnızca akademik başarıyı değil, özgüveni, motivasyonu ve sosyal yaşamı da etkiliyor.


    Devlet Okulu ve Özel Okul Arasındaki Uçurum

    Her yıl milyonlarca öğrenci, geleceğine yön vereceğini düşündüğü sınavlara hazırlanıyor. Zengin bir kaynak desteğiyle özel dersler alan, konforlu bir çalışma ortamına sahip bir öğrenci ile kalabalık bir evde, tek odalı evde ders çalışmaya çalışan bir öğrenciden aynı performansı beklemek ne kadar adil?

    Bu eşitsizlik daha yolun başında başlıyor. Çünkü bazı öğrencilerin evinde internet bile yokken, diğerleri online kaynaklara sınırsız erişimle eğitim hayatına başlıyor. Bazı okullarda bilgisayar laboratuvarı, kütüphane, spor salonu bulunmazken; bazı okullar teknolojik donanımıyla adeta küçük bir kampüs düzeninde eğitim veriyor. Bu görünmeyen uçurum, çocukların yalnızca eğitim başarılarını değil, özgüvenlerini, motivasyonlarını ve yaşam beklentilerini de etkiliyor.

    Ülkemizde özel okulların sunduğu imkânlar ile devlet okullarının gerçekleri arasındaki fark, ne yazık ki bazen uçurum seviyesinde. Özel okul öğrencisi, yabancı dil eğitiminden kültürel etkinliklere, spordan sanata kadar geniş imkânlara erişebiliyor. Devlet okulunda ise bazı öğrenciler için temel fiziki koşullar bile yeterli değil. Kalabalık sınıflar, yetersiz laboratuvarlar, kitaplıksız okullar…

    Bu durum sadece akademik başarıyı değil, aynı zamanda sosyal adaleti de tehdit ediyor. Çünkü eğitimde fırsat eşitsizliği, toplumdaki sınıfsal farkları derinleştiriyor ve uzun vadede sosyal kırılganlıkları artırıyor. Özel okulda okuyan bir çocuk, yabancı dil eğitiminden spor faaliyetlerine, sanatsal etkinliklerden yaşam becerisi programlarına kadar geniş bir yelpazede destek alırken; aynı yaş grubundaki bir devlet okulu öğrencisi çoğu zaman temel fiziksel imkânların bile yetersiz olduğu bir ortamda eğitim almaya çalışıyor. Bir sınıfta 12–15 öğrenci ile ders işlemek başka, 40 kişilik sınıflarda tahtayı bile zor gören öğrencilerle ders yapmak bambaşka…

    Eğitimde kalite, bütçe ile satın alınabilir bir değer hâline gelmiş durumda. Bu durum yalnızca bireysel gelişimi değil, toplumsal adaleti de tehdit ediyor. Çünkü eğitim, fırsatların adil şekilde dağıtılmaması hâlinde, toplumdaki sınıfsal ayrılıkları pekiştiren bir mekanizmaya dönüşebilir.

    Eşitsizlik yalnızca okullar arasında değil, aynı okulun kendi içinde bile kendini gösterebiliyor. Bazı aileler çocuklarına ek kaynak sağlayabilirken, bazıları için en basit eğitim materyali bile ekonomik bir külfet anlamına geliyor.

    Bu açıdan bakınca, eğitim sadece akademik bir faaliyet değil, aynı zamanda sosyal bir deneyimdir. Ve bu deneyim, eşitsizliklerle dolu olduğunda, çocukların kendilerini toplumdan dışlanmış hissetmelerine yol açar. Eşitsizlik yalnızca okullar arasında değil, aynı okulun içinde bile kendini gösteriyor.


    Eğitim Bir Lüks Değil, Haktır

    Her çocuk eşit başlangıç noktasına sahip olmalı; çünkü eğitim yalnızca bir bireyin değil, toplumun geleceğini belirler. Eşitsizliklerle dolu bir eğitim sistemi, uzun vadede toplumsal huzursuzluğu, ekonomik fırsat eşitsizliğini ve sosyal kırılganlıkları artırır. Bugün attığımız her adım, yarının Türkiye’sini şekillendirecek. Eğitimde eşitliği sağlamak, seçenek değil zorunluluktur.

    Toplum olarak görevimiz, hiçbir çocuğun imkânsızlıklar nedeniyle hayallerini ertelememesini sağlamak ve her öğrencinin potansiyelini gerçekleştirebileceği adil bir eğitim sistemi kurmaktır.

    Her çocuk, nerede doğduğundan bağımsız olarak nitelikli eğitime erişme hakkına sahiptir. Bu hak, anayasanın teminatı altındadır. Ancak bu hakkın kâğıt üzerinde kalmaması için toplumun tüm kesimlerinin bu konuda duyarlı olması gerekir.

    Çünkü eğitim yalnızca bir bireyin değil, tüm toplumun geleceğini belirler. Eşitsizliklerle dolu bir eğitim sistemi, uzun vadede sosyal adaletsizliği, ekonomik fırsat eşitsizliğini ve toplumsal huzursuzluğu beraberinde getirir.

    Bugün attığımız her adım, yarının Türkiye’sini şekillendirecek. Bu nedenle eğitimde eşitliği sağlamak bir seçenek değil, bir zorunluluktur.


    Peki, Çözüm Ne?

    Eğitim, toplumsal eşitliğin en güçlü araçlarından biridir. Ancak çocukların doğduğu koşullar birbirinden farklıysa, eğitim yalnızca bir “şans” aracı olmaktan öteye gidemez. Sosyal adalet, eğitimde fırsat eşitliği ile başlar.

    Peki, çözüm ne? Öncelikle devlet okullarının fiziki ve teknolojik altyapısı güçlendirilerek dezavantajlı bölgelerdeki okullara pozitif ayrımcılık uygulanmalıdır. Ücretsiz kitap, ücretsiz ulaşım, ücretsiz yemek gibi sosyal destekler yaygınlaştırılmalı, öğretmenlerin çalışma koşulları iyileştirilmeli ve motivasyonları artırılmalıdır. Her çocuğun nitelikli eğitime erişme hakkı, anayasanın teminatı olduğu gibi, toplumsal bir sorumluluk olarak da görülmelidir. Unutulmamalıdır ki en büyük ve en kârlı yatırım, eğitime yapılan yatırımdır. Kısa vadede etkisi hissedilemeyen ama uzun vadede getirisi en fazla olan yatırımdır eğitim.

    Son olarak belirtmek isterim ki; sosyal adalet, nimet ve külfetin eşit paylaşılmasıdır. Sosyal adaletin sağlandığı, herkesin ve her kesimin eşit şartlarda eğitim aldığı günlere kavuşmak dileğiyle…

    Mutlu haftalar, keyifli okumalar.

    Devamını Oku

    Mustafa Kemal ATATÜRK

    Mustafa Kemal ATATÜRK
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Tarih sayfalarında nice komutanlar, imparatorlar ve devlet adamları yerini almış, adını bir şekilde tarihe yazdırmıştır. Kimi fetihleriyle anılır, kimi kurduğu imparatorlukla, kimileri ise devrimleriyle hâlâ anılmaya devam etmektedir.

    Ancak bunlardan sadece bir tanesi hem askerî bir deha hem vizyoner bir devrimci hem de küllerinden bir ulus yaratan bir “kurucu lider” kimliğine aynı anda sahip olabilmiştir.

    Her şey, 1881’de, o zamanlar bir Osmanlı liman kenti olan Selanik’te başladı. Babası Ali Rıza Efendi’den ilerici düşünceyi, annesi Zübeyde Hanım’dan sarsılmaz bir iradeyi miras aldı. Askerî okuldaki matematik öğretmeninin ona “Kemal” (olgunluk, mükemmellik) adını vermesi, belki de gelecekteki misyonunun bir habercisiydi.

    Manastır Askerî Okulu’nda vatan ve hürriyet fikirleriyle tanıştı. Harp Okulu ve Harp Akademisi’ndeki parlak öğrenciliği, onun sadece bir asker değil, aynı zamanda ülkesinin ve dünyanın gidişatını okuyabilen bir entelektüel olacağının sinyallerini verdi. O, genç bir subayken bile, çökmekte olan bir imparatorluğun sorunlarına sadece askerî değil, siyasî ve sosyal çözümler arayan bir beyindi.

    Trablusgarp’ta İtalyanlara karşı verdiği mücadele, Balkan Savaşları’nın acı kayıplarının ona öğrettiği “vatan toprağının ne pahasına olursa olsun savunulması gerektiği” ve Çanakkale… Birinci Dünya Savaşı’nın belki de en kritik cephesinde 33 yaşındaydı. Anafartalar’da, Conkbayırı’nda düşmanın üstün gücüne karşı sergilediği stratejik deha ve sarsılmaz cesareti, onu sadece bir “Anafartalar Kahramanı” yapmakla kalmadı, aynı zamanda bir ulusun kaderini değiştirecek lider olarak öne çıkardı. Askerlerine söylediği, “Ben size taarruzu değil, ölmeyi emrediyorum!” sözü, bir komutandan öte, vatan için kendini feda etme iradesinin simgesiydi.

    Mondros Mütarekesi ile gelen işgal, onun için bir son değil, bir başlangıçtı. 19 Mayıs 1919’da Samsun’a attığı adım, sadece coğrafi bir seyahat değil, “Milletin bağımsızlığını yine milletin azim ve kararı kurtaracaktır.” şiarıyla yakılan bir bağımsızlık meşalesiydi. Amasya, Erzurum ve Sivas’ta, parçalanmış bir milleti ortak bir idealde birleştirdi.

    Sakarya Meydan Muharebesi’nde “Hattı müdafaa yoktur, sathı müdafaa vardır. O satıh, bütün vatandır.” diyerek askerî strateji literatürünü yeniden yazdı. Büyük Taarruz ile düşmanı vatan topraklarından söküp attı. O, imkânsızı başaran bir Başkomutan’dı.

    Asıl büyük mücadele, askerî zaferden sonra başladı. Onun dehası, savaşı kazanmanın yetmediğini, asıl zaferin “muasır medeniyetler seviyesine” ulaşmakla mümkün olacağını bilmesindeydi. Savaş alanındaki komutan gitmiş, yerine elinde tebeşir, kara tahta başında bir “Başöğretmen” gelmişti.

    Cumhuriyet’in ilanı, onun vizyonunun zirvesiydi; egemenliği kayıtsız şartsız millete vermesiydi. Ardından gelen devrimler, bir toplumu köklerinden modernleştirmeyi amaçlıyordu:

    • Pek çok Avrupa ülkesinden önce medeni kanun ile kadınlara seçme ve seçilme hakkı vererek toplumsal yaşamı eşitlik temeline oturttu.
    • “Hayatta en hakiki mürşit ilimdir, fendir.” diyerek aklı ve bilimi rehber edindi. Yeni Türk harfleriyle okuma yazma seferberliği başlatarak cehalete savaş açtı.
    • Din ve vicdan hürriyetini güvence altına alırken, devleti akılcılık ve bilimsellik temeline oturttu.

    İşte tüm bunların mimarı, o lider Mustafa Kemal ATATÜRK’tü.

    Atatürk’ün büyüklüğü, sadece kendi milletinin değil, ona karşı savaşanların bile takdirini kazanmasıyla perçinlenmiştir. O, mağlup ettiği düşmanlarının bile saygısını kazanan ender liderlerdendir.


    Gelin şimdi Türk’ün atası ATATÜRK ile ilgili yabancılar ne demiş birlikte bakalım, sonra sahip olduğumuz değerin farkına varalım:

    ❝Pek çok devrimci görüldü, ancak hiçbiri Atatürk’ün göze aldığı ve başardığı şeyi yapamadı.❞
    Yunanistan, Messager D’Athenes Gazetesi

    ❝Kadınlar başka hiçbir ülkede bu kadar hızla ilerleyememişlerdir. Bir ulusun bu derece değişmesi, tarihte gerçekten eşi olmayan bir olaydır.❞
    İngiltere, Daily Telegraph Gazetesi

    ❝Atatürk Devrimi o kadar büyüktür ki, bunların yüceliği karşısında dünya hâlâ şaşkınlıktadır.❞
    Belçika, Soir Gazetesi

    ❝Türkiye’nin önderi… Hasta adam diye anılan bir Türkiye’den güçlü, uygar bir ülke yaratmıştır.❞
    Danimarka, Social Demokten Gazetesi

    ❝Tarih çok büyükler gördü. İskender’leri, Napolyon’ları, Washington’ları gördü. Ancak, yirminci yüzyılda büyüklük rekorunu Atatürk, bu Türk oğlu Türk kırdı.❞
    Fransa, L’Illustration Dergisi

    ❝Yüzyıllar nadir olarak dâhi yetiştirir. Şu talihsizliğimize bakın ki, o büyük dâhi çağımızda Türk Milleti’ne nasip oldu.❞
    İngiltere, David Lloyd George

    ❝Atatürk, tarihte en büyük devlet adamları arasında yerini aldı. Onu farklı kılan, sadece bugünü değil, yarını da görerek hareket etmesiydi.❞
    İngiltere, Lord Kinross

    ❝Benim üzüntüm iki türlüdür. Önce büyük bir adamın kaybından dolayı bütün dünya gibi üzgünüm. İkinci üzüntüm ise, bu büyük adamla tanışma dileğimin gerçekleşememiş olmasıdır.❞
    ABD Başkanı, Franklin D. Roosevelt

    Aramızdan ayrılışının 87. yılında, Ulu Önder Mustafa Kemal Atatürk’ü ve bağımsızlık mücadelesinde birlikte olan silah arkadaşlarını saygı, minnet ve özlemle anıyoruz.
    Ruhları şad, mekânları cennet olsun.

    Devamını Oku

    Uzman Çavuşlar Ne İstiyor?

    Uzman Çavuşlar Ne İstiyor?
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    2024 yılı Mart başlarıydı, telefonum çaldı; arayan yeğenim Hüseyin’di. Türk Silahlı Kuvvetlerinde (TSK) yaklaşık 12 senedir uzman çavuş olarak görev yapıyordu. Sık sık birbirimizi arar, uzun uzun sohbet eder, dertleşirdik. Yine her zamanki gibi sohbet ettikten sonra, “Abi sen gazetede yazıyorsun, birçok meslek grubunun sorunlarını dile getiriyorsun. Biz uzman çavuşların çok derdi var, bunları da dile getirebilir misin?” dedi.
    Elbette yardımcı olurum, bir bilgi notu hazırlarsanız ben de biraz araştırır, sorunları dile getiririm, dedim ve kapattık. Kısa bir süre sonra Türkiye Emekli Uzman Erbaşlar Derneği (TEMUD) Genel Başkan Yardımcısı Muharrem YILDIZ Bey aradı ve konuyla alakalı tarafıma bir bilgi notu iletti. Ben de araştırma yaparak notlarımı hazırladım ve 25 Mart Pazartesi günü “Uzman Çavuş Üvey Evlat Mı?” başlıklı bir yazı kaleme aldım.
    Yazı yayımlanır yayımlanmaz TEMUD Genel Başkanı Ali TİLKİCİ Bey aradı, tanıştık, uzun bir sohbet gerçekleştirdik. Kendisi, sorunlarını dile getirdiğim için teşekkür etti. Benim de uzman çavuşlar ile olan yakınlığım bu şekilde başlamış oldu.

    Zaman zaman fırsat buldukça sosyal medyada ve gazetede uzman çavuşların sorunlarını dile getirmeye gayret ettim. Ankara’da TEMUD Derneğini ziyaret ettim; Genel Başkan Ali TİLKİCİ ve Genel Başkan Yardımcısı Muharrem YILDIZ ile tanışma imkânımız oldu. Sohbet ettik, sorunları ve çözüm önerilerini yüz yüze konuştuk.

    Uzman çavuşların sorunları o kadar büyük ki hangisinden başlasak, hangisini anlatsak bilemiyorum.

    Öncelikle, tüm kamu kurumlarında çalışan taşeron işçilerin neredeyse tamamı kadroya geçerek kadrolu memur statüsüne kavuştular; fakat Türk Silahlı Kuvvetlerinde en fazla şehit veren rütbe olan uzman çavuşlar sözleşmeli statüde çalışmaya devam ediyor. Vatan savunmasının sözleşmelisi olmaz, olmamalı.

    TSK’da sayıları yaklaşık 200.000 olan, 1986 yılında çıkarılan 3269 sayılı kanuna tabi sözleşmeli çalışan ve tamı tamına 38 yıldır kadro bekleyen, vatan savunmasında sorgusuz sualsiz giden, yeni doğan bebeğini, eşini, hasta anasını, babasını evinde bırakıp görevden göreve giden uzman çavuşlar maalesef kadrosuz.

    Yurtiçinde ve yurtdışında sayısız operasyonlara katılan, günlerce taşı yastık, toprağı döşek yapan bu kahramanlar vatan için karda, kışta toprakta yatabilirken maalesef kendi orduevinde kalamıyor. Siz hiç polisevinde kalamayan polis, öğretmenevinde kalamayan öğretmen ya da hekim evinde kalamayan doktor gördünüz mü? Uzman çavuşların zaten sürekli görevde oldukları düşünülürse, en azından ihtiyaç halinde orduevlerinde kalmalarının önü açılmalı, bu kahramanların hakkı verilmelidir.

    Sadece orduevlerinde değil, sorun lojmanlarda da var. TSK’da en fazla sayıya sahip uzman çavuşlara, lojmanlarda sivil memurlar ile ortak olarak %20’lik bir kontenjan belirlenmiş. Bu oran subaylarda %45, astsubaylarda %35.

    Başka bir sorun, özlük hakları. 3600 ek göstergeden uzman çavuşların da yararlanacağı söylendi. Yaklaşık 120.000 emekli uzman çavuştan faydalanan sayısı %1 civarında. Siz insanları 45-52 yaş kıstasıyla zorunlu emekli ederseniz, bu insanların 1. dereceye düşmesi çok zor; dolayısıyla bu ek göstergeden faydalanmaları daha da zor. Peki çözümü nedir? En azından eskiden emekli olup bu haktan yararlanamayanlar için ilave bir “1. derece” ile bu sorun çözülmüş olur.

    Maalesef sorunlar ve talepler bu kadarla da bitmiyor. Mesleğe yeni başlayan bir uzman çavuş ile 20 yıllık bir uzman çavuşun arasında herhangi bir kıdem farkı bulunmamaktadır. Bu durum, ast-üst ilişkisi olmadığından hiyerarşik anlamda sorunlar çıkarmaktadır. En basit çözümüyle, her bir yılın kıdemden sayılarak kolaylıkla çözülebilecek bir soruna kimsenin kafa yormaması ilginç bir durum.
    Ayrıca, astsubaylığa terfi etmek için uzman çavuşların içerisinden sadece %10 kontenjan ayrılması mesleğe karşı motivasyonu düşüren ayrı bir sorun olarak gözükmektedir.

    Bir subay emekli olduğunda emekli maaşı %10, astsubay emekli olduğunda %25, uzman çavuş emekli olduğunda ise maaşının %45’i düşmektedir. Aradaki bu uçurum, bu fark ne kadar adil? Varın, kararını siz verin.

    En basit bir olaydan dolayı sorumlu amir tarafından tanzim edilecek olumsuz bir rapor veya senelik izninizde şahsi aracınızla karıştığınız bir kaza nedeniyle ameliyat oldunuz, rapor aldınız, iyileşemediniz, tekrar ameliyat oldunuz ve 1 yılda 90 günü aştınız… Sonuç olarak sözleşmeniz feshediliyor. Bahsettiğim tüm bu fesih nedenleri insani durumlardır; sözleşme feshi bu kadar kolay olmamalıdır.

    Herhangi açıklayıcı ve bağlayıcı bir çalışma, atama, sağlık ve nöbet yönetmeliklerinin olmaması keyfiyete yol açmakta; bu durum personel arasında huzursuzluğa neden olmaktadır.

    Her 5 yılda bir sözleşme yenilemeleri ayrı bir sorun. Siz devlet olarak keskin nişancı yetiştiriyorsunuz, her türlü eğitimi veriyorsunuz, onlarca operasyona gönderiyorsunuz sonra dönüp “Gel bakalım, seninle çalışıp çalışmayacağımıza bir karar verelim,” deyip tekrardan sözleşme masasına oturuyorsunuz. Sözleşmeyle vatan savunması olmaz, olmamalı.

    Ayrım sadece yaşarken değil, şehit olduğunda da bitmiyor maalesef. Subay, astsubay ve uzman çavuş birlikte aynı sınır ötesi operasyonda şehit olduklarında devlet, şehadetleri için ailelere subay için farklı, astsubay için farklı, uzman çavuş için farklı miktarlarda ödeme yapıyor. Oysa göreve giderken, cephede savaşırken rütbe ayrımı yapılmazken, şehit olduğunda böyle bir ayrıma maruz kalmak doğru bir uygulama değildir.

    Basit birkaç düzenlemeyle halledilebilecek mağduriyetleri bu kadar yıl bekletmek bir ihmalin göstergesidir. Bu devlet, son birkaç yılda yüzbinlerce taşerona kadro verdi, binlerce sözleşmeliyi kadroya geçirdi. Bunları yaparken zorlanmadı da, yatağı dağlar, döşeği toprak, yastığı taş olan çalışanıyla, emeklisiyle zor şartlarda hayatını sürdüren kahraman uzman çavuşlara verirken mi zorlanacak?

    Uzman çavuşlar, 45 saniyelik şehit haberleriyle tanıdığımız, herkesin kameraların görüş açısına girmek için birbirini ittiği cenaze törenlerinin sessiz kahramanlarıdır. Öyle kışlanın kapısından içeriye adım atmamış, ama haber programlarında kendisini “terör uzmanı” olarak lanse eden, yudumladığı çayı eşliğinde önüne açılan devasa haritalarda operasyonları yorumlayan insanların anlattıklarıyla anlamanın imkânsız olduğu bir meslektir uzman çavuşluk.

    Bazı değerler vardır, parayla ölçülmez, ölçemezsiniz. Vatanı için gece gündüz demeden cephede savaşan kahramanların hayattayken haklarını verin.

    Uzman çavuşların sesini duyurmak için tüm Türkiye’yi karış karış gezen, bir gün Meclis’te, bir gün televizyonda sorunları dile getiren ve derneği tüm Türkiye’nin tanıdığı bir sivil toplum kuruluşu haline getiren bir yönetim var. Başta Ali TİLKİCİ ve Muharrem YILDIZ olmak üzere tüm yönetim kurulunu bu anlamda tebrik etmek lazım. Türkiye’nin en etkili STK’larından biri konumunda. Bu şekilde mücadele etmeye devam edilirse sorunların çözülmemesi içten bile değil. Rabbim yar ve yardımcıları olsun.

    Son olarak, yazıma Hüseyin’imden gelen bir telefonla başlamıştım. Bitirirken yine Hüseyin ile ilgili bir telefondan bahsedeceğim ama bu defa arayan o değildi… Telefon onunla ilgiliydi.

    16 Eylül gece saat 01.30’da telefonuma gelen bir SMS… Doğumunu dün gibi hatırladığım, yanımızda büyüyen, hayatının her anına bizzat şahit olduğumuz, çok da sevip değer verdiğimiz yeğenden öte kardeşimiz Hüseyin’in görevi başında şehit olduğunu yazıyordu.
    Sabah olmadı, gün ağarmadı o gece…
    Bugüne kadar televizyonlarda 45 saniye izlediğimiz şehit haberlerini ailecek günlerce yaşadık içimizde; hâlâ da acısı yüreğimizde…
    İnsan, al bayrak ne zaman kendi evine, bir yakınının evine asılıyor, o zaman anlıyor ne demek olduğunu…
    Ardında 4.5 yaşında bir evlat, acılı bir eş, yüzlerce seveni ve gerçekleşmemiş bir sürü hayal bıraktı.

    Uzman çavuş camiasının bende manevi bir mirası var, elimden geldiğince bu camianın sesi olmaya devam edeceğim.

    Hüseyin gibi niceleri kadro göremeden bu vatan için canlarından vazgeçip “sözleşmeli şehit” olarak gittiler.
    Acıyı, sıkıntıyı, problemi anlamak için aynı şeyleri yaşamana gerek yok aslında. İnsan olmak yeterli…

    Bu vesileyle bir kez daha tüm şehitlerimize Allah’tan rahmet, ailelerine sabırlar diliyorum.

    Devamını Oku

    VERGİ ADALETİ!

    VERGİ ADALETİ!
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Kıymetli okuyucularım,

    Son yıllarda, yüksek enflasyon karşısında eriyen maaşlar ve hayat pahalılığıyla zor günler geçiren vatandaşlar, bir de son zamanlarda sürekli artan vergiler ile mücadele etmek zorunda kalıyor. Vergi politikaları, devletin kamu hizmetlerini finanse etmesinin temel aracıdır. Ancak bu araç, adil kullanılmadığında yükün büyük kısmı belirli bir kesimin omzuna binerken, diğerleri sistemdeki boşluklardan faydalanarak ya yükü hafifletmekte ya da tamamen bertaraf etmektedir. Ne yazık ki, ülkemizde bu durum her geçen yıl daha da belirginleşmektedir.

    Sabit gelirli vatandaşlar —memurlar, işçiler, emekliler— gelirleri zaten kayıt altında olduğundan, kazançlarını gizleyememekte ve maaşlarından vergiler otomatik olarak kesilmektedir. Bordrolu çalışanlar, daha maaşlarını ellerine almadan gelir vergisi, damga vergisi ve SGK primleri eksiksiz tahsil edilirken; son dönemde yapılan artışlarla birlikte, bu kesimin üzerindeki vergi yükü katlanarak büyümektedir.

    Diğer yanda ise, çok büyük kazançlar elde edip bunların önemli bir kısmını “kâğıt üzerinde” küçük gösterebilen bir kesim var. Kimi kayıt dışı çalışıyor, kimi şirketlerini vergi cennetlerine taşıyor, kimi ise mevzuatlardaki boşluklardan ustaca faydalanıyor. Sonuç? Milyonlarca lira kazanan birileri devlete sembolik denecek kadar düşük vergi öderken; ay sonunu zor getiren bir öğretmen ya da teknisyenin maaşından kuruşu kuruşuna vergi kesilmektedir.

    Bu durum sadece mali değil, ahlaki bir sorundur. Vergi adaletinin zedelendiği bir ülkede; sosyal adaletin, ekonomik istikrarın, hatta toplumsal barışın tam anlamıyla tesis edilmesi mümkün değildir. Büyük kazanç sahiplerinin vergiden kaçması ya da kaçınması, sadece devleti zarara uğratmamakta; aynı zamanda sabit gelirli milyonlarca insanın sırtına haksız bir yük bindirmektedir.

    Devletin asli görevi, vergi sistemini hem adil hem de etkin hale getirmektir. Kayıt dışılıkla kararlı mücadele edilmedikçe; yüksek gelir gruplarının, gerçek kazançlarıyla orantılı vergi vermeleri sağlanmadıkça, her yeni vergi artışı sadece çalışan kesimin cebine bir darbe daha vuracaktır.

    Bugün ülkemizde, en düzenli vergi ödeyen kesim; en çok ezilen kesim hâline gelmiştir. Bu tabloyu değiştirmek için adil bir mali reform ve toplumsal vicdanın sesi gereklidir. Vergi, sadece bir yük değil; ortak yaşamın finansmanıdır. Bu ortak yaşamda yükün adil paylaşılmadığı bir düzen sürdürülebilir değildir.

    Her yıl açıklanan vergi rekortmenleri listesinde, birçok ilimizde yabancı futbolcular ve teknik direktörler sıralamada kendilerine üst sıralarda yer bulabiliyorsa, bir şeyler ters gidiyor demektir. Vergi, bir ahlak ve etik problemidir. Binlerce çalışanı olan bir şirketin sürekli zarar göstermesi ya da sattığı her on ürünün sadece birinde fiş kesen küçük esnafın, ülkenin bugünkü durumu ile ilgili şikâyette bulunma hakkı yoktur. Bir sezonda milyonlarca euro maaş alan bir Türk futbolcunun kulübünün, Türkiye Futbol Federasyonuna (TFF) asgari ücretten sözleşme gönderdiği iddiaları son günlerde sıkça dillendirilmektedir. Bu konunun üzerine ciddiyetle gidilmeli ve iddialar araştırılmalıdır.

    Yurtdışı alışveriş sitelerinde alışveriş yapılıyor diye ek vergi koymak, insanlar tatillerde 3-5 gün yurtdışına gidip stres atıyor diye yurtdışı çıkış harcına fahiş zam yapmak, daha uygun diye yurtdışından alınan cep telefonlarının kayıt ücretlerine zam üstüne zam yapmak çözüm değildir.

    Devleti sadece vergiler ile yönetmek zordur. Üretimin az ya da sınırlı olduğu ülkemizde, en çok kazananların en az vergi verdiği kesim olduğunu düşünürsek ciddi anlamda bir ahlak sorunu var demektir. İlkokuldan itibaren, vergi vermenin bir vatandaşlık görevi olduğunu; vergi kaçırmanın hırsızlıktan farkı olmadığını; ödediğin her verginin aslında sana hizmet olarak geri döneceğini müfredata koyar ve bilinçli bireyler yetiştirirsek, belki o zaman bazı şeyler değişir.

    Mutlu Haftalar, Keyifli Okumalar.

    Devamını Oku

    EMNİYETTE MAAŞ PROMOSYONU

    EMNİYETTE MAAŞ PROMOSYONU
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Kıymetli okuyucularım,

    Son dönemlerde çok sevdiğim ve yazılarımda sıkça kullandığım bir söz vardır “bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olmak” diye. Maalesef bizim de toplum olarak hastalığımız bu, bilip bilmeden her şeye yorum yapmayı, doğru-yanlış demeden fikir belirtmeyi görev ediniyoruz.

    Son dönemlerde de bu hastalığımız iyice nüksetti ve insanların duyguları ve beklentileriyle dalga geçmeyi adeta marifet haline getirdik.

    Tüm emniyet mensuplarının son dönemlerde takip ettiği ve sonucunu merakla beklediği bir maaş promosyon anlaşması var. Emniyet Genel Müdürlüğü (EGM) tarafından gerçekleştirilecek olan ihalede bankalar tekliflerini sunacak ve en yüksek teklifi veren banka ile anlaşma sağlanacak. Bu toplantıda genel müdürlük ve banka yetkilileri harici kimin ve kimlerin olacağı, hangi Sivil Toplum Kuruluşlarının (STK) bu toplantıda temsil hakkının olduğu yönetmeliklerde bellidir ve süreç o şekilde işleyecektir.

    Bariyer taşıyan işçisinden en tepede kurum yetkililerine kadar herkesi ilgilendiren ve yaklaşık 450.000 emniyet personelinin faydalanacağı bir anlaşma bu. Promosyon anlaşması kiminin ekşi hesaplarını kapatacağı, kiminin kredi kartını ödeyeceği kimilerinin ise uzun zamandır eşine evlatlarına yakınlarına verdiği ufak tefek sözleri yerine getirebileceği bir umut kapısı olarak görülmektedir.

    Ekonomik anlamda zor günler geçiren, enflasyon altına ezilen maaşları ile geçinmekte zorlanan ve sürekli ekonomik kaygılar ile yaşayan insanlar için çok küçük meblağların bile çok büyük önemi vardır.

    İster tek maaş olsun ister çift, ister evi olsun ister kirada otursun bir şekilde herkesin şu anda ciddi anlamda yan ödemeye ve ek gelire ihtiyacının olduğu bir dönemdeyiz.

    Hal böyle iken bu kadar önemli olan maaş promosyon sürecinin bir kesim tarafından sulandırılmaya, insanların duygularıyla oynamaya ve süreci manipüle etmeye yönelik çabalarını sosyal medya üzerinden üzüntüyle takip ediyoruz.

    Üretilen sahte evraklarla ortada bir teklif varmış gibi insanları beklentiye sokan, yalan haber yayarak manipülasyon yaratan ve aslı astarı olmayan teyit edilmemiş uydurma bilgilerle ortalığı karıştıran bir güruh türedi sosyal medyada.

    EGM içerisinde faaliyet gösteren STK’lar tarafından birtakım hesaplamalara göre belirli bir miktar üzerinden talepte bulunmak makul ve mantıklı. Herkes kendi mensubunu konsolide etmek, diri tutmak ve hakkını savunmak için bu tarz taleplerde bulunabilir, bulunacaktır, hakkıdır.

    Burada asıl mesele EGM’nin yürüteceği sürecin şeffaf bir şekilde yürütülmesidir. Son yıllarda özellikle kurumu zedelemeyi meslek haline getirmiş, sosyal medya üzerinden birkaç takipçi daha kazanma uğruna ciddiyetten uzak davranışlarda bulunanlara müsaade edilmemelidir.

    Bu teşkilatta görev yapan yaklaşık 450.000 kişinin her bir ferdi önemli ve değerlidir. Kendilerini hiç de ilgilendirmeyen promosyon süreci üzerinden bu şanlı teşkilatın itibarını eleştirerek algı yapanlara set çekilmeli, prim verilmemelidir.

    Promosyon süreci içerisinde yapılacak görüşmeler, ihale aşaması, katılacak kurumlar, STK’lar kanun ve yönetmelikler tarafından verilmiş yetki çerçevesinde belirlenmeli ve bu süreç açık, şeffaf ve herkesin içine sinen bir şekilde sonlandırılmalıdır.

    Gerekirse en yetkili ağızlardan sürecin ne aşamada olduğuna dair bir bilgilendirme yayınlanırsa, en azından ortalarda dolaşan ve promosyon üzerinden kuruma karşı olumsuz algı yaratmaya çalışanların sesi kesilmiş olur.

    Bu teşkilat bizim, bu şanlı teşkilat her sınıf ve rütbeden personeli ile değerlidir. Bizi bizden başka kimse anlamaz şiarı ile bu sürecin de en iyi şekilde yürütüleceğinden şüphemiz yoktur.

    Son olarak teşkilat mensuplarımıza şunu özellikle belirtmek istiyorum, halihazırda ne bir teklif ne de bir görüşme vardır, ortada dolaşan belge ve bilgilere itibar etmeyiniz, en doğru zamanda en yetkili ağızlardan gerekli açıklama yapılacaktır.

    Mutlu Haftalar, Keyifli Okumalar.

    Devamını Oku

    SOYKIRIM

    SOYKIRIM
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Kıymetli okuyucularım,

    Gazze’de haftalardır yaşananlar, artık bir “çatışma” ya da “savaş” kelimeleriyle tanımlanamayacak kadar vahimdir. Dünya, kameraların önünde, 21. yüzyılın en büyük insanlık suçlarından birine tanıklık ediyor: Filistin halkına karşı sistematik bir soykırım uygulanıyor.

    Binlerce çocuk, kadın ve sivil, hedef gözetilmeksizin bombalanıyor. Aileler bir gecede yok ediliyor, evler enkaza dönüşüyor. Çocuklar, oyuncaklarının arasında değil, beton yığınlarının altında bulunuyor. Bir annenin evladını enkaz altından cansız bedeniyle çıkarması, sadece bir “haber başlığı” değil; insanlığın vicdanına kazınan kara bir lekedir.

    İsrail’in Gazze’ye yönelik saldırıları, sadece askerî hedeflerle sınırlı değil. Hastaneler, okullar, ibadethaneler, sığınma alanları… Uluslararası hukuka göre korunması gereken tüm yapılar sistematik şekilde hedef alınıyor. Elektrik kesiliyor, su hatları bombalanıyor, insani yardım engelleniyor. Amaç, bir halkı yalnızca öldürmek değil; yaşama iradesini yok etmek.

    Dünya kamuoyu ise ikiye bölünmüş durumda. Bir yanda bu vahşeti açıkça kınayan, adalet ve insanlık adına ses yükseltenler… Diğer yanda ise sessiz kalan, hatta saldırganı mazur gösteren ülkeler. Bu sessizlik, tarihin affetmeyeceği bir suç ortaklığıdır.

    Unutulmamalıdır ki, soykırım sadece top mermileriyle değil, suskunlukla da yapılır. Bugün Filistin’de yaşananlar karşısında sessiz kalmak, bu insanlık suçuna ortak olmaktır.

    Filistin halkı, yıllardır ablukaya, sürgüne, yoksulluğa ve şiddete karşı “sumud” (direniş) ruhuyla ayakta duruyor. Onların yaşama, yurtlarını koruma ve özgürlük mücadeleleri, dünyanın dört bir yanında vicdan sahibi insanların da mücadelesine dönüşüyor.

    Tarihler değişse de gerçek değişmiyor: Zulmün karşısında susmak, zalimin safında durmaktır.

    Filistin’de yaşananları unutmamak, unutturmamak, insanlık onuruna sahip çıkmaktır.

    Bir baba, Gazze sokaklarında kucağında cansız evladını taşıyor…
    Yüzünde ne gözyaşı kalmış ne de çığlık. Çünkü yaşadığı acı, artık kelimelerin taşıyamayacağı kadar büyük.

    Bir anne, enkazın başında saatlerdir çocuğunun adını haykırıyor… Ama o ses, beton yığınlarının arasında kayboluyor.

    Bir çocuk, kardeşlerini bir hava saldırısında kaybettikten sonra hastane koridorunda tek başına kalıyor. Gözleri, “Beni de götürmeyin.” der gibi.

    Bu sahneler ne bir film karesi ne de geçmişten kalma bir arşiv görüntüsü…
    Bugün, dünyanın gözleri önünde yaşanıyor.
    Filistin’de, Gazze’de, her gün, her saat, her dakika…

    İsrail’in bombaları sadece binaları değil; çocukların hayallerini, ailelerin umutlarını, bir halkın yaşam hakkını da yok ediyor.
    Bir gecede onlarca aile yok ediliyor. Aynı soyadına sahip 30-40 kişilik aileler, toprağa tek bir mezar taşıyla gömülüyor.
    Küçücük kefenlere sarılı bedenler, insanlığın utanç duvarına birer çivi gibi çakılıyor.

    Bu, savaş değil.
    Bu, soykırım.

    Sistematik bir şekilde bir halkın üzerine yağan ölüm, susuzluk, açlık, kuşatma…
    Hastaneler hedef alınıyor, okullar yıkılıyor, camiler ve kiliseler bombalanıyor.
    İnsanlar, bir damla su bulamadıkları için çocuklarının susuzluktan inlemesini izliyor.
    Anneler, açlıktan bayılan çocuklarını avutacak bir söz bulamıyor.

    Ve dünya…
    Dünya bir kez daha sınavda.
    Bir yanda sokaklarda sesini yükselten milyonlar;
    Diğer yanda sessiz kalanlar, görmezden gelenler, zalimi “meşru müdafaa” bahanesiyle aklayanlar…

    Bu sessizlik, bu kayıtsızlık, tarihin kara sayfalarına kazınacak bir suç ortaklığıdır.

    Ama Filistin halkı dimdik ayakta.
    Yıkılmış şehirlerin, yok edilmiş mahallelerin ortasında hâlâ bir direniş var.
    Adı: Sumud.
    Yani; onurla direnmek, zulme karşı var olmayı sürdürmek.

    Onların gözlerinde korku değil, onurlu bir kararlılık var.

    Bugün Gazze’de ağlayan her çocuk, insanlığın yüzüne tutulmuş bir ayna…
    O aynaya bakmaktan korkanlar, aslında vicdanlarından kaçıyor.

    Unutmayalım:
    Bir gün bu vahşet bitecek.
    Ama bu acılara sessiz kalanların isimleri, insanlığın vicdan defterine kara harflerle yazılacak.

    Soykırımı durdurmak için tek bir ses bile önemlidir.
    Çünkü susmak, zulmü onaylamaktır.

    Gün gelecek, mazlumun âhı zalimin gücünü yenecek ve Filistin topraklarında özgürlük marşları çalacak.

    Mutlu Haftalar, Keyifli Okumalar.

    Devamını Oku

    Meslek Lisesi Memleket Meselesi

    Meslek Lisesi Memleket Meselesi
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Kıymetli okuyucularım,

    Bu hafta sizlerle Koç Grubu’nun kurucusu merhum Vehbi Koç’un yıllar önce söylediği ve hâlâ günümüzde geçerliliğini koruyan “Meslek lisesi memleket meselesi” sözüne değinerek meslek eğitiminde geldiğimiz noktayı değerlendirecek ve geleceğe dair düşüncelerimizi paylaşacağız.

    Toplumların kalkınması yalnızca üniversite diplomasına sahip bireylerle değil, aynı zamanda alın teriyle, el becerisiyle, üretim gücüyle ayakta duran insanlarla mümkündür. Bu noktada meslek liseleri ve zanaatkârlık, ülkemizin geleceği için hayati bir rol oynamaktadır.

    Bugün gelişmiş ülkelerin sanayi ve üretim gücüne baktığımızda, mesleki eğitimin stratejik bir devlet politikası hâline getirildiğini görmekteyiz. Çünkü iyi yetişmiş bir teknisyen, usta ya da zanaatkâr, ekonominin çarklarını döndüren en önemli unsurdur. Ne yazık ki uzun yıllar boyunca meslek liseleri ikinci plana atılmış, “başarısız öğrencilerin gittiği okullar” gibi haksız bir algının gölgesinde kalmıştır. Oysa meslek lisesinde okuyan her genç, gelecekte üretime yön verecek değerli bir insan kaynağıdır.

    Zanaatkârlık ise modern çağın hızla unutturmaya çalıştığı ama toplumun özünde daima var olan bir mirastır. Ahilik kültüründen günümüze kadar gelen el emeği, ustalık ve iş ahlakı aslında mesleki eğitimin de temel felsefesidir. Bir marangozun elinden çıkan masa, bir demircinin dövdüğü demir, bir motor ustasının onardığı makine; hepsi hem ekonomik katkı hem de kültürel birikimdir.

    Türkiye’nin genç nüfusu, doğru yönlendirmeyle meslek liseleri sayesinde büyük bir avantaja dönüştürülebilir. Yeter ki bu okullar güçlendirilsin, modern teknolojiyle donatılsın ve iş dünyasıyla daha sıkı iş birliği içinde olsun. Gençler mesleki eğitim gördüklerinde işsizlik oranı azalacak, üretim gücü artacak, ülke ekonomisi daha sağlam temellere oturacaktır.

    Unutulmamalıdır ki her üniversite mezunu iş bulamayabilir; fakat elinde bir zanaat olan, bir beceriye sahip kişi her zaman toplumda yer bulur. Meslek liselerini yeniden cazip hâle getirmek, zanaatkârlığı bir gurur vesilesi yapmak; sadece eğitim politikası değil, aynı zamanda bir memleket meselesidir.

    Bugün Avrupa’nın en güçlü ekonomilerine baktığımızda, mesleki eğitimin devlet politikası hâline getirildiğini görüyoruz.

    Almanya bunun en çarpıcı örneği. Almanya’da “dual sistem” adı verilen model sayesinde öğrenciler hem okulda teorik eğitim alıyor hem de haftanın belirli günlerinde fabrikalarda, atölyelerde çalışarak pratik yapıyor. Böylece mezun olduklarında yalnızca diplomaları değil, aynı zamanda iş tecrübeleri de oluyor. İşsizlik oranının düşük, sanayinin ise güçlü olmasının ardında bu sistem yatıyor.

    İsviçre ve Avusturya da benzer uygulamalarla öne çıkıyor. Bu ülkelerde gençlerin büyük bir bölümü lise çağında meslek eğitimine yöneliyor. Üstelik toplumda meslek liselerine karşı küçümseyici bir bakış yok; aksine meslek sahibi olmak saygınlık ifade ediyor. Bir demir ustası ya da marangoz, toplumda en az bir mühendis kadar değer görüyor.

    Hollanda ve Danimarka gibi ülkelerde ise öğrenciler, ilgi ve yeteneklerine göre erken yaşta yönlendiriliyor. Her öğrenci üniversiteye gitmek zorunda değil; kimi el becerisiyle, kimi teknik bilgisiyle ekonomiye katkı sunuyor. Bu nedenle Avrupa’da “nitelikli iş gücü” kavramı yalnızca diplomalı kesime değil, meslek sahibi her bireye atfediliyor.

    Hâlihazırda ülkemizdeki yetenekli ustalar Avrupa’dan gelen yüksek maaşlı iş tekliflerini değerlendirmekte, hatta yalnızca Avrupa değil Türkiye’den uçakla 12 saat uzaklıktaki Kanada’nın yüksek maaş vermesi nedeniyle son dönemlerde sıva, fayans ve tesisat gibi inşaat ustalarının bu ülkelere yoğun bir ilgisinin olduğu belirtilmektedir.

    Gerekli tedbirleri almazsak nitelikli doktorlarımız, mühendislerimiz ve bilim insanlarımızda olduğu gibi zanaatkârlarımızın da dış ülkelere gidişlerine engel olamayacağız.

    Meslek liselerine yalnızca “başarısız öğrencilerin gittiği okullar” algısı yıkılmazsa, maalesef gelecek yıllarda hem üretim noktasında ciddi sıkıntılar yaşayacak hem de basit tadilat işlerinde bile usta arayacak günlere kalacağız.

    Biz erkenden uyaralım; görünen köy kılavuz istemez.

    Mutlu Haftalar, keyifli okumalar.

    Devamını Oku

    Teknik Hizmetler Sınıfı Ne İstiyor?

    Teknik Hizmetler Sınıfı Ne İstiyor?
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Kıymetli okuyucularım,

    Bugün sizlerle emniyet teşkilatının görünmez kahramanlarından olan teknik hizmetler sınıfına dair bir yazı kaleme aldık. Daha önceki yazılarımızda da zaman zaman emniyet mensupları içerisinde görev yapan her sınıf ve rütbeden personel ile ilgili talepleri dile getirsek de, teknik hizmetler sınıfına detaylıca değinmemiş, talepler ve çözüm yollarına dair geniş bir analiz yapmamıştık.

    Dünyada, özellikle el becerileri, teknik işler, mühendislik ve zanaat dediğimiz geniş yelpazeye duyulan ihtiyaç her geçen gün artmakta; özellikle ülkemizden bu vasıflara sahip vatandaşlarımız arasında hatırı sayılır ölçüde yurtdışına demografik bir hareketlilik göze çarpmaktadır. Önceki yıllarda sadece özel sektörde olan bu yurtdışı göç furyasına, son dönemlerde kamuda çalışan teknik hizmetler sınıfı personeli de dahil olmuş durumda. Özellikle kamu kurumlarında görevde yükselmede yaşanan sıkıntılar, niteliğine göre işte çalıştırılmama, yetersiz maaşlar ve beklentileri karşılamayan özlük hakları da eklenince, kaçış bir nevi durdurulamaz oluyor. Ben de bu haftaki yazımda, zanaatın bu kadar önemli olduğu bir ortamda, emniyet teşkilatı içerisinde görünmez kahramanları olan teknik hizmetler sınıfına mensup personelden detaylıca bahsedip, sorunları ve çözüm önerilerini dile getireceğim.

    Detaylara geçmeden önce konunun daha iyi anlaşılması noktasında farklı alandan bir örnek ile başlamak yerinde olur diye düşünüyorum. Bir futbol takımı düşünün: Ağustos ayında maçlarını oynamaya başlar, Mayıs sonuna kadar maçlara çıkar ve sonuçta şampiyon olur. Bu şampiyonlukta önce kulüp başkanı en büyük övgüyü alır, günlerce yaptıklarını anlatır, reklamını yapar. Sonra teknik direktör çıkar sahneye, “şöyle çalıştık, böyle özveride bulunduk” diye bilindik laflarla kaymağını yer bu şampiyonluğun. Sonra futbolcular, günlerce deplasmanda otelde kaldıklarından, kampların yorucu olmasından bahseder; kısacası, kendi reklamını o da yapar. Oysa sezon boyu takımla tüm deplasmanlara giden, her türlü ihtiyaçlarını gören, kramponlarının altını temizleyen, formaları hazır eden malzemeciden, kilometrelerce otobüs kullanan şoförden, en ince ayrıntısına kadar hazırlık yapan aşçıdan kimse söz etmez. Aslında asıl görünmez kahraman onlardır ama kimse kıymetini bilmez.

    Bu örnekle birlikte aslında yazımızın devamı ve içeriği hakkında az çok bilgi sahibi olunmuştur diye düşünüyorum. Mesela teşkilat mensupları, Türkiye’nin 81 ilinde bulunan polis evlerinde emsallerine göre makul fiyatlarda, temiz ve hijyenik bir ortamda konaklama imkânı bulmakta; yazın kamplardan faydalanabilmekte ve restoranlarından muazzam şekilde faydalanabilmektedir. Herhangi bir teknik sorunun anında müdahale ile giderildiği ve içerisinde ne var acaba diye düşünmeden güvenle yediğiniz lezzetli yemekleri ile komple bir tesistir polis evleri. Peki hiç düşündünüz mü, bu konforu size sağlayan kim ya da kimler? Dışarıda en az üç katına iş bulabilecekken bu teşkilatta çalışmak isteyen teknik hizmetler sınıfına mensup aşçı, elektrik teknisyeni, kalorifer teknisyeni ve daha nice teknik hizmetler sınıfına mensup personel…

    Peki, zaman zaman televizyonlara konu olan büyük ve başarılı operasyonların arkasında, emniyetin kendi içerisinde istihdam ettiği mühendislerin ve teknik hizmetlerin, polislerimize arka planda ciddi anlamda desteklediğini biliyor muydunuz?

    Bugün sağlıklı bir şekilde işleyen muhabere sistemlerinin kurulum, bakım ve onarımlarını yapanların teknisyenler olduğu; ayrıca kurum içi bilişim sistemlerinin yine arka planında teknisyenlerin ve mühendislerin olduğunu unutmayalım.

    Emniyet binalarında proje aşamasından teslim aşamasına kadar etkin şekilde rol alan inşaat, elektrik ve elektronik gibi branşlarda mühendislerin aktif rol aldıkları, yadsınamaz bir gerçektir. Bu kadar önemli görevlerde bulunan teknik hizmet sınıfının hiç mi talebi yok, onlar için her şey yolunda mı? Gelin şimdi onların taleplerine ve çözüm önerilerine hep birlikte bakalım.

    Emniyet teşkilatında merkez ve taşra teşkilatında Teknik Hizmetler Sınıfında görev yapan personelin arazi tazminatı ödemesinde farklılıklar olduğu, farklı uygulamalardan kaynaklı idari davalar açıldığı, bu tazminatın ödenmesinin idarecilerin takdir yetkisine verilerek istediği kişiye verip, istediği kişiye vermediği şeklinde serzenişlerde ciddi anlamda artışlar gözlemlenmektedir. Açıktan atama ile başka kurumlara ataması gerçekleşen veya kurumlar arası geçiş yapmak isteyen mühendis, tekniker ve teknisyenlere muvaffakiyet verilmesinde yardımcı olunması istenilmektedir.

    Ayrıca, teknik hizmetler tazminatı olan Özel Hizmet Tazminatı, 666 sayılı KHK’ye göre yapılan ek ödemeler, iş güçlüğü ve iş riski ödemelerinin artırılması; emniyet teşkilatının tüm birimlerinde su ve elektrik onarım ve imalatından, inşaatın tamamlanması, operasyonel birimlerde elektrik ve elektronik işlerin ve aletlerinin temin ve tamiri, telsiz rölelerinin bakım ve tamirleri, bilgisayar internet kabloları, telefon, telsiz bakım ve arızaları, bilgisayar programlama, tamir ve bakımları, duvarların boya-badana yapılması, elektriksiz kalmaması için jeneratörlerin bakımları, emniyete ait tüm taşınmazların bakım, onarım ve tamirleri, yeni yapılacak olan hizmet binalarının yapım işlerinde bizzat görev alan teknik hizmetler sınıfındaki mühendis, programcı, tekniker ve teknisyenlerin ek ödeme ve maaşlarının, becerileri ve yaptıkları işlere oranla ciddi anlamda az ve yetersiz olduğu belirtilmektedir.

    KPSS ataması ile branşlarına göre ataması yapılmış olan mühendis, tekniker ve teknisyenlerin, ataması yapılmış olan branşına göre çalıştırılması ve mühendislerin kariyer planlamalarının önünün açılması istenilmektedir. Ayrıca, Emniyet Teşkilatı içinde çalışan mühendislerin (alanlarının belli olduğu inşaat, makine, elektrik, elektrik-elektronik mühendisi) görev unvanlarının imza yetkisini kullanabilecekleri şube müdürlüklerinde çalıştırılması beklenmektedir.

    Sivil olabilecek şube müdürlüklerine — örneğin İnşaat Emlak, Destek, Bilgi İşlem gibi birimlere — şube müdürü olarak atanabilmelerinin yolu açılmalı; zira daha önce İnşaat Emlak Daire Başkanı, sivil mühendis olarak atanmış ve faydası görülmüştür. Teknik birimlerin, teknik vasıflı yöneticiler ile yönetilmesinin etkin ve verimli olacağı şeklinde yaygın bir kanaat hâkim.

    Taltif/ödüllendirmede teknik kadroların yaptıkları işler üzerinden faydalanılarak dosyalar düzenlenmesine rağmen, işin asıl üstlenicileri/yüklenicileri, sorumluluk alan Teknik Hizmetlerin bu imkândan muaf tutulması, hakkaniyete aykırılık, kurum aidiyetine gölge düşürdüğü belirtilmektedir.

    Umarım bu talepler dikkate alınır ya da daha kapsamlı çalışma için teknik hizmetler sınıfına dahil olan personel ile bir toplantı düzenlenerek taleplerin doğrudan iletilmesi şansı verilir.

    Mutlu haftalar, keyifli okumalar.

    Devamını Oku

    İlk Ders Zili

    İlk Ders Zili
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Kıymetli okuyucularım,

    2025-2026 eğitim-öğretim yılı, tüm yurtta çalan ilk ders zili ile bugün başladı. Yaklaşık 20 milyon öğrenci, 1,2 milyon öğretmen, 74 bine yakın okul ve 750 bine yakın derslikte uzun bir maratonun startı verildi.
    Öncelikle yeni dönemin devletimize, milletimize, ailelere, öğretmenlere ve öğrencilerimize hayırlı uğurlu olmasını diler, ayrıca geleceğimizin teminatı olan öğrencilerimize de bu yoğun ve zorlu süreçte başarılar dilerim.

    Eğitim, bir bireyin bilgi, beceri ve değerler bütünüyle şekillenmesini sağlayan sistematik bir süreçtir. Sadece sınıf duvarları arasında gerçekleşen bir etkinlik olmayıp, yaşamın her anında kendini gösteren dinamik bir yolculuktur. Bu yolculuk, merak duygusunu uyandırmak, eleştirel düşünceyi geliştirmek ve sorunları yaratıcı çözümlerle aşmayı öğretmek arasındadır.
    Eğitimin amacı, bireyin potansiyelini en üst düzeye çıkarmakla kalmayıp, toplumsal sorumluluk bilincini de kazandırmaktır. Böylece her birey, kendi yaşamını inşa ederken aynı zamanda içinde bulunduğu topluma katkı sunan, değişime uyum sağlayan ve başkalarıyla empati kurabilen bir birey olarak yetişir.

    Eğitim, yalnızca bilgi depolamakla sınırlı değildir. Bilginin nasıl elde edildiğini, kaynağın nasıl sorgulanacağını ve bilginin nasıl yorumlanıp kullanılacağını öğretir. Ayrıca dil, matematik, bilim, sanat ve sosyal bilgiler gibi farklı alanlar arasında köprüler kurarak öğrenciyi çok yönlü düşünmeye teşvik eder.
    Bu süreçte öğretmenler ve öğrenenler; gerginlikleri değil diyalogları, ezber yerine anlama ve uygulamayı ön planda tutan bir öğrenme kültürü oluşturmaya çalışır.

    Eğitim, dinamik yapısı ile hayat boyu süren bir süreçtir. “Değişmeyen tek şey değişimin kendisidir.” ilkesiyle sürekli kendini güncelleyen, geliştiren ve çağın gereksinimlerine ayak uyduran bir yapıda olmalıdır.
    Eğitimin kısa vadede faydalarını görmek mümkün olmasa da uzun vadede en fazla getirisi olan büyük ve değerli bir yatırımdır. Eğitim, hamura şekil verme ve geleceği inşa etme sürecidir.

    Eğitimin ana paydaşı olan öğretmenler de her anlamda desteklenmeli, hak ettikleri değeri görmelidir.
    Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün, “Geleceğin güvencesi sağlam temellere dayalı bir eğitime, eğitim ise öğretmene dayalıdır.” sözüyle eğitimde öğretmenlerin önemine vurgu yapılmaktadır.
    Bir ülkenin geleceği için en önemli role sahip olan öğretmenlerin öncelikle ekonomik anlamda Avrupa’da görev yapan emsallerinin seviyelerine çıkartılması gerekmektedir. Kendi derste aklı ekonomik sorunlarında olan bir öğretmenden yeterince verim alınması beklenmemelidir.
    Özlük haklarında iyileştirmeler yapılarak, ek ders ödemelerinde artırıma gidilmelidir. Unutulmamalıdır ki öğretmene yapılan yatırım, geleceğe yapılan yatırımdır.

    Eğitim politikalarının yürütülmesinden birinci derecede sorumlu olan Millî Eğitim Bakanlığına (MEB) yeni dönemde önemli görevler düşmektedir.
    Okulların eksiklikleri, öğretmenlerin özlük hakları derken asıl önemli olanın eğitim sistemi, eğitim felsefesi ve eğitim programları olduğu göz ardı edilmemelidir.
    Eğitim sistemi, değişen eğitim programları ve temel felsefeler; bizim gelecek vizyonumuzda nereye varacağımızı ve nerede olmak istediğimizi göstermektedir.

    Tekrardan yeni eğitim-öğretim döneminin hayırlı, uğurlu olmasını dilerim.

    Mutlu haftalar, keyifli okumalar.

    Devamını Oku

    Ölüyoruz Merkez!

    Ölüyoruz Merkez!
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Kıymetli okuyucularım,

    Bugün sizlerle son dönemlerde emniyet teşkilatı içerisinde yaşanan ve hepimizi derinden sarsan intihar vakaları üzerine konuşacak, dilimizin döndüğünce mevcut durumdan söz ederek olması gerekenler üzerine beyin fırtınası yapacağız. Öncelikle 180 yıllık şanlı teşkilat hakkında kısa bir bilgi verdikten sonra mevcut durumun genel çerçeveden bir röntgenini çekeceğiz.

    Türk Polis Teşkilatı

    10 Nisan 1845 yılında kurulan Türkiye’nin en eski ve en köklü kurumlarından olan şanlı teşkilat, 180 yıllık geçmişi ile ülkemizde iç güvenlik noktasında tartışmasız en başarılı kurumdur. “Değişmeyen tek şey değişimin kendisidir” ilkesi ile sürekli kendini güncelleyen, sahada suç ve suçluyla mücadele ederken, arka planda siber suçlar, terör, istihbarat, uyuşturucu ile mücadelede ortaya koyduğu başarı ve yurtdışına birçok ülkeye verdiği eğitimler ile uluslararası arenada başarıları takdir edilmektedir.

    Her sınıf ve rütbeden toplam 360.000 personelin olduğu bir kurumda son dönemlerde ortaya koyduğu başarılardan ziyade olumsuzlukların konuşulması, maalesef bu şanlı teşkilatın bir ferdi olarak bizleri derinden üzmektedir.

    Öncelikle istenmeyen olaylardan ve durumlardan bahsederken amacın kurumu zedelemekten ziyade yapıcı eleştiri şeklinde olması, sorunun çözümüne katkı sağlayacaktır.

    Son dönemlerde sosyal medyada oluşturulan ifşa kültürü, kurumu ve yöneticileri zedeleyici paylaşımlar yaparak takipçi arttırma stratejilerini kabul etmek mümkün değildir. Öncelikle bu kurumun ve kurum kültürünün bilincinde olarak paylaşımların sorunların çözümü noktasında daha fazla katkı sağlayacağının bilinmesi gerekir.

    Bu teşkilatta, bariyer taşıyan işçi ve en tepede Emniyet Genel Müdürü eşit ve aynı oranda değerlidir; her ikisi de bu ülkenin asayişi ve düzeni için gecesini gündüzüne katarak görev yapmaktadır.

    Artan İntihar Vakaları

    Bu kadar köklü ve mazisi başarılarla dolu bir teşkilatta artan intihar oranları, maalesef toplumu sarsmakta, derin tahribatlar yaratmaktadır.

    2023 yılında 67, 2024 yılında 73, 2025 yılı 31 Ağustos tarihine kadar ise 62 emniyet mensubunun hayatına son verdiği şeklinde açık kaynaklarda bilgiler mevcut. Sebebi ister ekonomik, ister psikolojik, isterse de mobbing olsun, bu durum kurum tarafından titizlikle ele alınmalı ve kesinlikle bir komisyonun oluşturulması için harekete geçilmelidir.

    Bu teşkilatın her bir ferdi değerli ve önemlidir; hiçbirinin diğerinden farkı yoktur, herhangi bir önem sırasına da koymak söz konusu değildir.

    Emniyet Genel Müdürlüğünün artan intihar olayları karşısında atması gereken adım bellidir. Öncelikle intihar eden emniyet mensuplarının aileleri, halihazırda görevde olan her sınıf ve rütbeden temsilciler, kurum içi psikolog ve sosyologlardan oluşan temsilciler, üniversitelerde psikoloji ve sosyoloji bölümlerinde görev yapan akademisyenler ve kurumda aktif olarak faaliyet yürüten sivil toplum kuruluşlarından birer temsilcinin katılacağı ve düzenli olarak toplantıların yapılacağı bir kurul oluşturulmalıdır.

    Her şeyin açık ve net şekilde konuşulduğu, dikkate alındığı ve uygulandığı şeffaf bir ortamda çözülmeyecek sorun yoktur.

    Bu yönetimin, personelin ve 180 yıllık geçmişi ile yaklaşık 360.000 personeli olan bir kurumun çözemeyeceği sorun yoktur; yeter ki samimi şekilde sorunlara yaklaşalım ve gerekli adımları atalım.

    Bu adımlar atılırsa, sosyal medyada klavye başında amacı kurumu zedelemek olan, sıradan olayları sansasyonelmiş gibi gösterip gündem yaratma çabasında olan, kurum kültürü ve devlet memurluğu ile bağdaşmayacak yaklaşımlar sergileyenlere de samimiyet noktasında gerekli cevap verilmiş olur.

    Unutulmasın ki bu teşkilat birçok badireler atlattı, bu olumsuzlukları da atlatacaktır. Bu teşkilatın mensuplarına ve yöneticilerine güveniyoruz.

    Mutlu haftalar, keyifli okumalar.

    Devamını Oku

    Ömür devlete, Çile emekliye!

    Ömür devlete, Çile emekliye!
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Kıymetli okuyucularım, bu hafta sizlerle son dönemlerde zor şartlarda yaşamlarını sürdüren memur emeklilerinden söz edeceğiz.

    Bir ülkenin en saygıdeğer kesimlerinden biri hiç kuşkusuz, yıllarını devletine adamış memurlardır. Ömrünü masa başında, okul sıralarında, hastane koridorlarında, adliyede, karakollarda ya da sayısız kamu kurumunda harcayan bu insanlar görev süreleri boyunca ülkesine hizmet etmenin gururunu taşırlar. Ancak ne acıdır ki, emeklilikle birlikte bu gurur, yerini derin bir hayal kırıklığına bırakıyor.

    Bugün memur emeklilerinin aldığı maaş, hayatın olağan akışına yetişmekten çok uzakta. Pazar filesi doldurulamıyor, faturalar birikiyor, kira ödeyenler için ise ay sonu hesapları adeta bir kâbusa dönüşüyor. Yıllarca devletine sadakatle hizmet etmiş bir insanın, emekliliğinde “asgari yaşam” mücadelesi vermesi kabul edilebilir mi?

    Üstelik sadece rakamlardan söz etmiyoruz; mesele bir ömürlük emeğin karşılığının küçümsenmesidir. 30–40 yıl görev yapan bir memur, emekli olduğunda torununa harçlık verememekten, bir kahvehanede oturup çay içmeye bile hesap yapmaktan utanır hale geliyor. Oysa emeklilik, insanın rahat bir nefes alması gereken dönem olmalıydı.

    Mevcut ekonomik şartlar her geçen gün ağırlaşırken, emeklilerin durumu giderek daha kötü bir hâl alıyor. Zira maaşları, artan gıda, kira ve enerji fiyatlarının gerisinde kalıyor. Bugün memur emeklilerinin çoğu, ya borçla ayakta kalıyor ya da ikinci bir iş yapmak zorunda kalıyor. Yıllarını devlete adamış bir insanın, yaşlılığında yeniden çalışmak zorunda kalması toplumsal bir ayıp değil mi?

    Sorunun özü basit: Emeğin karşılığı insanca yaşanabilecek bir ücret olmalıdır.

    Memur emeklileri yalnızca yaşamlarını sürdürecek bir gelir istemiyor, aynı zamanda saygı da bekliyor. Çünkü emeklilik, “yoksulluk” demek olmamalı. Aksine, yılların emeğinin karşılığında huzurla yaşanacak bir hayatın adı olmalı.

    Bugün memur emeklilerinin çığlığı sessizdir, ancak duyulmaz değildir. Bu ses, sadece ekonomik bir talep değil; aynı zamanda sosyal adaletin, insana verilen değerin de göstergesidir.

    Yıllarca devlete hizmet etmenin bedeli ekonomik olarak enflasyon altında ezilmek olmamalıdır.

    Hasan Hüseyin öğretmen Milli Eğitim Bakanlığında 32 yıl sınıf öğretmenliği yapmış başarılı bir öğretmendir. Yetiştirdiği öğrenciler bugün doktor, hâkim ve birçok bakanlıkta bürokrat olarak kritik görevlerde bulunmaktayken kendisi ise sadece 36.800 TL emekli maaşı alarak geçinmeye çalışmaktadır.

    Yıpranma ve askerlik hizmeti ile birlikte toplam 38 yıl emniyet teşkilatında gece gündüz demeden görev yapan, toplumun asayişi ve huzuru için maç, konser, cenaze, sınav gibi sayısız ek görevlere giden emekli polis memuru Ali Bey bu hizmetlerinin karşılığı sadece 42.100 TL emekli maaşı almaktadır.

    29 yıl Maliye memurluğu yapan Ayşe hanım ise bu hizmetinin karşılığı olarak 35.100 TL emekli maaşı almaktadır.

    Peki ya diğer emekli memurlarda durum ne?

    Mesela dağları mesken tutan, yurt içinde ve yurt dışında sayısız operasyonlara katılan, orduevinde konaklaması yasak olan ama dağlarda günlerce taşı yastık, toprağı çarşaf yapan kahraman uzman çavuşlar ne kadar emekli maaşı alıyor sizce?

    Açıkçası ben yazarken utanıyorum. Her seferinde hakkınız ödenmez deyip gerçekten haklarını ödemediğimiz, kerpiç duvarlı sıvasız evlerin kahramanları uzman çavuşların yaptıkları görev ve aldıkları emekli maaşları maalesef ters orantılı.

    Fiili 22 yıl, yıpranma ile toplam 26 yıl görev yapan bir uzman çavuş 29.000 TL, 20 yıl ve altı görevi olanlar 22.000 – 26.000 TL arası, 30 yıl üzeri 1/1 derece ve kademesinde olanlar ise 36 bin TL emekli maaşı alıyor.

    Görevi insanı yaşatmak olan sağlıkçılarda da durum çok farklı değil, 35 yıl hemşire olarak görev yapan üniversite mezunu Zübeyde hemşire 36.000 TL emekli maaşı alıyor.

    Sosyal adalet nimet ve külfetin eşit dağıtılmasını esas alır. Sağlığı yerinde iken hizmetlerinden en üst seviyede faydalanılan memurlar emekli olduklarında aldıkları maaşlar ile bu muameleyi hak etmiyorlar.

    Geçmişine vefası olmayanın, geleceğine umudu olmaz.

    Emeklinin sosyo-ekonomik durumu ivedilikle düzeltilmelidir.

    Mutlu Haftalar, Keyifli Okumalar.

    Devamını Oku

    Bir Zamanlar Memur !

    Bir Zamanlar Memur !
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Kıymetli Okuyucularım,
    Son yıllarda yüksek enflasyon ile mücadele eden ülkemizde toplumun her kesimi artan
    yaşam maliyetleri karşısında zor günler yaşıyor. Esnaf yüksek döviz kuru nedeniyle ticaret
    yapmakta zorlandığından dert yanarken, asgari ücrete tabii çalışanlar ise maaşlarının düşük
    ve yetersiz olmasından şikayetçi. Toplumun temel taşı olan memurlarda da durum çok farklı
    değil, yüksek enflasyon karşısında eriyen ve pula dönen maaşlar malesef memurun ve
    emeklinin belini bükmeye devam ediyor.
    Bir zamanlar “devlet memuru olmak” güvence ve itibarı simgelerdi. Bugün ise memurlar,
    sabah işe giderken hesap kitap yapan, öğle arasında market fiyatlarını kıyaslayan, akşam
    eve dönerken cebinde kalan son parayla ne alınır diye düşünen insanlar haline geldi.
    Emekliler için ise durum daha da ağır. Yıllarca hizmet ettikleri devletin onlara bağladığı
    maaş, karınlarını doyurmaya zor yetiyor.
    Ekonomideki dalgalanmalar, temel tüketim ürünlerindeki fahiş artışlar, ulaşım ve barınma
    giderlerindeki yükseliş bir araya geldiğinde memur ve emeklilerin alım gücü her geçen gün
    eriyor. Çarşıdaki enflasyonla resmi enflasyon arasındaki fark, mutfaktaki yangını
    söndürmeye yetmiyor.
    Oysa devletin bel kemiği memurlardır. Sağlıkta, eğitimde, güvenlikte, adalette, her alanda bu
    insanlar hizmet veriyor. Emekliler ise bu ülkenin hafızası, emeğin vücut bulmuş hali. Onların
    geçim sıkıntısı çekmesi sadece ekonomik değil, aynı zamanda vicdani bir mesele.
    Bugün ihtiyaç duyulan şey kuru rakamlar değil; insanca yaşamayı mümkün kılacak, alım
    gücünü koruyacak, emeğe değer veren bir ücret politikasıdır. Çünkü memur da, emekli de
    sadece maaş değil; hak ettiği itibarı, güvenceyi ve huzuru istiyor.
    Hal böyle iken milyonlarca memur ve emeklisinin gözü kulagı her yıl oldugu gibi yetkili
    sendika ve hükümet yetkilileri arasında yapılacak olan toplu görüşme masasındaydı.
    Bu sene memur her yıldan biraz daha umutlu biraz daha iyimserdi aslında çünkü 2025 yılı
    temmuz ayı kira artış oranı %43,23, enflasyon ise Türkiye İstatistik Kurumuna göre (TÜİK)
    %33,52 olarak açıklandı. Bu veriler dikkate alınarak ciddi bir düzeltme iyileştirme ya da
    tatmin edici oranda bir zam beklentisine girmişti memur ve emekli.
    2026-2027 yılı memur maaş zam oranlarının belirlenmesi için hükümet yetkilileri ve yetkili
    sendika arasında yapılacak görüşmelerden önce birçok sendika kendince matematik
    hesaplamaları yaparak beklentilerini kamuoyu ile paylaştı.
    Yetkili sendika ise 2026 yılı için 10.000 TL taban aylığa zam, %10 refah payı, ilk 6 ay %15,
    ikinci 6 ay için ise %25 zam istediklerini belirtmiş ve masaya da bu şekilde oturmuşlardı. Bu
    hesaplamalara göre 2026 yılı için zam oranı %88’lere ulaşıyordu.
    Yetkili sendikanın teklifi karşısında malesef hükümetin teklifi beklentilerin çok uzağında ve
    tabiri caizse dağ fare doğurdu diyebiliriz. 8. Dönem toplu sözleşme neticesinde hükümet
    yetkilileri 2026 yılı için ilk 6 ay %10 ikinci 6 ay için ise %6 zam teklifinde bulundu. İşin daha
    vahimi hükümet 2. teklifinde memurların taban maaşına sadece 1000 TL zam teklifinde
    bulundu, sendika 10.000 dedi hükümet 1000 verdi !
    Ülkemizde bir memur 10 yıl önce 1 maaşıyla 28 Gr altın alabilirken bugün 1 maaşıyla
    sadece 13 Gr altın alabiliyor.
    Alım gücünün zayıfladığı, enflasyonun yıkıcı etkisinin en derinden hissedildiği günümüzde
    teklifler beklentilerin çok altında, tatmin edici değil kabul edilmesi de mümkün gözükmüyor.
    Uzlaşma sağlanması beklenmiyor, hakem heyetine giden bir süreç var. Birçok sendika
    meydana çıkacağını ve iş bırakma eylemi yapacağını açıkladı, etkisi olur mu göreceğiz ama
    gördüğümüz ve kesin olan birşey var, memur zor durumda, emekli hayatta kalma savaşı
    veriyor.
    İlan edilen “2025 aile yılı” kapsamında mutluluğun ekonomi ile doğrudan bağlantılı olduğu
    varsayımından hareketle hükümet memura enflasyon altında ezilmediği, çarşı pazardan eli
    boş dönmediği insani yaşam şartlarına ulaştığı teklif ve iyileştirmelerle memurun karşısına
    çıkmalıdır.
    Pazarlık sürecini takip ediyoruz, umarım umutlar başka bahara kalmaz.
    Mutlu haftalar, keyifli okumalar

    Devamını Oku

    Sahte Hayatlar

    Sahte Hayatlar
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Değerli okuyucularım,

    Havasından mı suyundan mı bilinmez ama ülkemizde her güne yeni bir skandalla uyanıyoruz. Coğrafyanın kader mi yoksa keder mi ikilemi arasında ilerlerken maalesef “bu da olmaz” dediğimiz ne varsa duyuyor, görüyor ve yaşıyoruz.

    Tam da tasvir ettiğimiz günlerden geçiyoruz aslında. Basılan sahte diplomalar, hayatını kaybedenlerin diplomalarının değiştirilerek yeni bir şahsın adına düzenlenmesi, daha da ötesi resmî devlet görevlilerinin e-imzalarının kullanılarak basılan mesleki sertifikaların olduğu iddiaları ortalıkta dolaşmaya devam ediyor. Yüzlerce kişinin sahte diplomayla devlette istihdam edildiği, artık fısıltıdan öte açık açık konuşuluyor şu günlerde. Doğru ya da yanlış, devlet araştıracak ve bu sorunun cevabını elbette verecektir.

    Türk toplumunda sahtecilik algısı, 10 kavanoz balın 100 liraya satılmasıyla başladı aslında. Sahte ya da gerçek, hâlâ muamma ama 10 adet cam kavanozun fiyatı bile satılan balın fiyatından fazla olunca, insanlar hâliyle merak ederdi bir bal nasıl bu kadar ucuz olabilir diye. Hatta halk arasında, “Arıların biz bu kadar uğraşıp didinip 3-5 gram bal yapıyoruz ama adamlar 10 kavanozunu 10 liraya satıyor deyip bal yapmayı bırakmış” diye muhabbetler dönerdi.

    Daha sonra hızlı bir şekilde sosyal medya girdi hayatımıza. Eşimizden dostumuzdan haberdar olalım diye birer birer hesaplar açmaya başladık saf duygularımızla. Yıllar geçtikçe sosyal medya da yavaş yavaş amacından saptı ve insanlar sahte sosyal medya hesapları açarak olduklarından ziyade, olmak istedikleri, yaşamayı arzu ettikleri, kısacası kendileri olmayan bir hayatı gösterme yarışına girdiler sahte profillerle.

    Küreselleşmenin ve teknolojinin etkisiyle tek bir tık ile her şeye ulaşmaya başlayan insanoğlu, sosyal medyanın da etkisiyle modayı takip etmeye başladı. Ünlü markaların çantaları, ayakkabıları ve gözlüklerini kullanmanın statü sayıldığı bir ortamda hemen işe koyulan tekstilci, derici ve esnaflarımız dünyaca ünlü markaların replikalarını üretip piyasaya sürdüler. Kısacası ülkemizde sahte ürün piyasasından moda devleri de nasibini almıştı.

    İnsanların kişisel bakımlarına önem vermesiyle pahalı kozmetikler, kremler, parfümler daha fazla tüketilmeye ve dikkat çekmeye başladı. Özellikle yabancı menşeli kozmetik ürünlerin revaçta olması yerli üreticilerimizde bir aydınlanmaya neden olmuş, kendi ürünlerini nasıl daha kaliteli yapabiliriz diye kafa yorma yerine yabancı marka ürünlerin sahtesini yapmanın daha kârlı olduğunu düşünerek şükür o sektöre de el atmaktan geç kalmadılar, kısa yoldan para kazanmak varken kendilerine özgü kaliteli ürün üretmeye kafa yormadılar hiç.

    Hastalıklar arttı, çeşitli ilaçlar piyasaya sürülmeye başlandı, takviye vitamin kullanımında gözle görülür bir artış oldu. Farkındalıklar ve reklamların etkisiyle neredeyse herkes takviye vitaminlerle ilgili araştırma yapmaya ve kullanmaya başladı. Hâl böyle olunca merdiven altı üretimler de arttı hâliyle.

    Takviye vitaminlerle başlayan sahtecilik serüveni, özellikle 2024-2025 yılında onlarca kişinin ölümüne neden olan sahte alkolle devam etti. Yerli ve yabancı sahte içki bir rant kapısı hâline gelmiş, birçok vatandaşımızın hayattan kopmasına neden olmuştur.

    Bal, sosyal medya profili, ürünler ve içecekler sahte derken şimdi bir de diplomalar sahte iddiaları dolanıyor ortalarda. Gerçekler nedir, şu ana kadar resmî ve tatmin edici bir açıklama duyamadık, belli ki çalışmalar, araştırmalar ve soruşturmalar devam ediyor.

    Bekleyip göreceğiz, sahte diplomalar nedeniyle atanamadığı için, işsizlikten evine ekmek götüremediği için yaşamına son veren insanların hakkına girilmemiştir umarım, öyle olduğuna inanmak istiyorum.

    Mutlu haftalar, keyifli okumalar.

    Devamını Oku

    Pazartesi Notları

    Pazartesi Notları
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Son dönemlerde emniyet teşkilatı içerisinde üzerinde en çok konuşulan konuların başında, emniyet mensuplarının intiharları gelmektedir. Bilen bilmeyen herkesin yorum yaptığı, kimine göre mobbing veya görev yoğunluğu, kimine göre ise ailevi ve ekonomik sorunlar intiharların nedeni olarak gösterilmektedir.

    Bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olmanın moda olduğu günümüzde, herkes emniyet teşkilatında intiharları konuşurken kimsenin dikkatini çekmeyen, herkesin göz ardı ettiği hatta teşkilatta varlığından bile haberdar olmayanların olduğu bir meslek grubu var emniyette.

    Hastanelerde sıra almadan görüşmenizin mümkün olmadığı, özel muayenehanesinde saatine binlerce lira ödemek zorunda olduğunuz, Avrupa’da doktorlarla aynı statüde olan psikologlardan bahsediyoruz.

    Psikolojik Danışmanlık ve Rehberlik birimi, yaklaşık 450.000 kişilik büyük bir ailede aslında en önemli birimlerden biri olmalı. Bu kadar büyük ve köklü bir teşkilatta, her sınıf ve rütbeden personelin olduğu düşünülürse ne kadar gerekli olduğu ortaya çıkacaktır.

    Gelin şimdi önce psikolog olmak için eğitimini almak zorunda olduğunuz psikoloji bilimine göz atalım; ardından emniyet teşkilatında görev yapan psikologların taleplerine birlikte değinelim.


    Psikoloji Nedir/Ne Değildir?

    Psikoloji; insan ve hayvanların davranışları ile zihinsel süreçlerini anlamaya ve açıklamaya çalışan bilimdir. İnsanların kendilerini, başkalarını ve çevrelerini nasıl algıladıklarını, bu algıların ve duyguların yaşamlarını nasıl şekillendirdiğini araştırır.

    Psikoloji, “anlama”, “önleme” ve “yardımcı olma” süreçlerinden oluşan 3 aşamalı bilimsel ve dinamik bir yapıdır. İnsan davranışlarının ve düşüncelerinin ardındaki nedenleri keşfeder, anlar ve psikolojik sorunların ortaya çıkmasını engeller veya erken müdahale ederek önler. Ayrıca insanların yaşam kalitelerini artırarak sorunlarıyla başa çıkmalarını sağlar ve kişisel gelişimi destekleyerek yardımcı olur.

    Psikoloji; bireyin zihinsel süreçlerini, davranışlarını ve duygularını bilimsel yöntemlerle inceleyen bir disiplindir. Anlamak, önlemek ve müdahale etmek temel işlevleridir. İnsan davranışlarını, düşünce süreçlerini, duyguları ve zihinsel fonksiyonları sistematik ve bilimsel yöntemlerle inceleyen bir disiplin ve bilim dalıdır. Temel amacı; insanların nasıl düşündüklerini, hissettiklerini ve davrandıklarını anlamak ve bu bilgiyi kullanarak yaşam kalitesini artırmaya yardımcı olmaktır.

    Sonuç olarak psikoloji, insanların kendilerini daha iyi anlamalarını sağlayan ve yaşamlarını daha sağlıklı ve mutlu hale getiren bir bilim dalıdır. İnsan doğasının karmaşıklığını araştıran bu disiplin, yaşamlarımızı şekillendiren temel unsurlardan biridir.


    Psikologların Rolü ve İşlevi

    Günümüz dünyasında fiziksel sağlık kadar ruh sağlığı da en az onun kadar önemli bir hale gelmiştir. Ancak, toplumların çoğunda psikolojik sorunlar ve ruh sağlığı konusunda farkındalık henüz yeterince gelişmiş değil. Bu noktada devreye psikologlar giriyor ve onların değeri gün geçtikçe daha fazla anlaşılmaya başlanıyor.

    Psikologlar, sadece ruh sağlığı sorunlarını tedavi eden değil; aynı zamanda yaşam kalitesini artıran, bireylerin kendilerini daha iyi tanımalarına ve anlamalarına yardımcı olan kıymetli profesyonellerdir.

    Psikologlar, insan davranışlarını, düşüncelerini ve duygularını anlamaya ve bu doğrultuda rehberlik etmeye çalışan uzmanlardır. Günümüz koşullarında stres, kaygı, depresyon, anksiyete gibi psikolojik sorunlar artık tabu olmaktan çıkmış, yaygın hale gelmiştir. Bu sorunlar, yaşam kalitemizi düşürmenin yanı sıra iş hayatını, sosyal ilişkileri ve genel mutluluğumuzu da olumsuz etkiler.

    Psikologlar, bireylere bu sorunlarla başa çıkma yolları sunar, dinler, yönlendirmeler yapar ve kişisel gelişime katkıda bulunur. Ayrıca çocuklar ve gençler için ebeveynlere rehberlik sağlar, onların sağlıklı gelişimini destekler. İş yaşamındaki stres ve anksiyete sorunlarına çözüm arayan kişilerden, ilişkilerdeki iletişim kopukluklarına kadar geniş bir yelpazede hizmet verirler. Kısacası psikologların görevi, insanın ruh sağlığını korumak ve güçlendirmektir.

    Toplumlar sağlıklı bireylerle daha güçlü ve dayanıklı olur. Ancak, ruh sağlığı sorunlarının toplum genelinde yeterince ele alınmaması büyük külfetler getirir. İş gücü kayıpları, aile içi sorunlar ve toplumsal çatışmaların çoğu psikolojik temelli faktörlerden kaynaklanır. Bu nedenle psikologların rolü, bireysel değil, toplumsal bir meseleye dönüşür. Toplum olarak psikolojik sağlığı ihmal etmek, sosyal barış ve sürdürülebilirlik açısından risklidir.

    Hızla değişen dünyamızda psikolojik sağlığı ön planda tutmak, yaşam kalitemizi yükselten ana unsurlardan biridir. Psikologlar bu anlamda en değerli yardımcılarımızdır. Onlar sayesinde hem bireyler hem de toplumlar, ruh sağlığı alanında güçlü adımlar atabilirler.

    Unutmayalım ki güçlü bir ruh sağlığı, sağlıklı bir toplumun temelidir. Psikologların uzmanlığı ve desteği, bu güçlendirmenin en önemli anahtarlarıdır. Dolayısıyla psikolojiye ve psikologlara gereken önemi vermek, kendi sağlığımıza ve toplumumuzun geleceğine atılmış en değerli adımlardan biri olacaktır.


    Emniyette Psikologlar Ne İstiyor?

    Yazımızın başında da belirttiğimiz üzere emniyette son dönemlerde en fazla konuşulan konuların başında intiharlar gelmektedir.

    Özellikle bu kadar büyük bir ailede meydana gelen bu tarz istenmeyen olaylarda psikologlardan sadece anket ve görüşme yapmaları beklenmemeli, tüm psikologların katılımının sağlandığı, kurum içi eğitim ve fikir alışverişlerinin olacağı çalıştaylar düzenlenmelidir.

    Emniyet teşkilatında görev yapan psikologlar etkin şekilde kullanılabilir, daha fazla inisiyatif almalı ve unvanlarının gereğini yapabilecekleri çalışma imkânları oluşturulabilir.

    Emniyet teşkilatı gibi yüksek stresli, travmaya açık ortamlarda çalışan bireyler için psikolojik destek sadece bir tercih değil, kurumsal bir gerekliliktir.

    Birçoğu alanında lisansüstü eğitim almış ve “klinik psikolog” unvanı olmasına rağmen, emniyette karşılığı olmadığı için unvanları sadece psikolog olarak tanımlanmaktadır.

    Lisansüstü eğitimini tamamlayan klinik psikologlar, son dönemde Sağlık Bakanlığı’nın yayımladığı (2023) Klinik Psikolog Yetkilendirme Yönetmeliği ve çeşitli kurumlardaki düzenlemelerde olduğu gibi “klinik psikolog” unvanını talep etmekte, ayrıca görev tanımlarının eğitim düzeyi ve çalışma alanlarına dair net çerçevelerle çizilmesini istemektedir.

    Alanlarında lisansüstü eğitim almalarına rağmen hâlâ “psikolog” kadrosunda değerlendirilmeleri, mesleki eğitimleri, uzmanlık düzeyi ve görev alanları maaş ve özlük haklarına yansıtılmamaktadır. Bu durum gerek psikolojik hizmetin kalitesi gerekse mesleki motivasyon açısından ciddi bir adaletsizlik oluşturmaktadır.

    Milli Eğitim Bakanlığı’nda görev yapan öğretmenlerin “uzman öğretmen” unvanı olan kişiler, ek ödemeler ve statü avantajlarından yararlanmaktayken, yüksek lisans yapmış ve “klinik psikolog” olarak görev yapan personelin de benzer şekilde desteklenmesi gerekmektedir.

    Kurumda görev yapan psikolog sayısı artırılarak, aile hekimliği sistemine benzer bir yapıya geçilmelidir.

    Öncelikle emniyet teşkilatında görev yapan klinik psikologlara özgü bir unvan ve kadro tanımlanmasının yapılması ve eğitim durumu ile uzmanlık alanı dikkate alınarak ek ödeme, ek gösterge ya da ilave hizmet puanı gibi özlük haklarının düzenlenmesi gerekmektedir.

    Geçmiş yıllarda olduğu gibi doğrudan kurumun taşrada en yetkili amiri olan İl Emniyet Müdürü’ne, merkezde ise daire başkanlığına bağlı olmaları; hızlı karar alma ve yaptıkları işin gizliliği gereği önem arz etmektedir.

    Riskli gruplarla çalışan psikologlar için psikososyal destek tazminatı gibi yeni kalemlerin değerlendirmeye alınması elzem olmuştur. Bu düzenlemeler sadece psikologların değil, tüm teşkilatın ruh sağlığı hizmetlerinden daha etkili şekilde faydalanmasını sağlayacaktır.

    Talepler bu şekilde, biz yazdık, umarım dikkate alınır.

    Keyifli okumalar, mutlu haftalar.

    Devamını Oku

    Pazartesi Notları

    Pazartesi Notları
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Kıymetli Okuyucularım,

    Bu hafta sizlere son günlerde ülkemizde endişeyle takip ettiğimiz orman yangınlarını ve milyonlarca memuru ilgilendiren 2026-2027 yılı toplu sözleşme görüşmelerinde pazarlık masasında olan yetkili sendikadan bahsedeceğim. Şimdi gelin hep birlikte önce orman yangınlarına, ardından toplu sözleşme görüşmeleri ve yetkili sendikaya değinelim.

    Orman Yangınları

    Ülke olarak son günlerde en büyük imtihanımız olan yangınla mücadelede tablo maalesef pek iç açıcı görünmüyor. Ülkemizin oksijen kaynağı olan nadide ormanlarımızda günlerdir devam eden yangınları kontrol altına alma çalışmaları yoğun şekilde devam ediyor. Yangın söndürme çalışmaları sırasında maalesef hepimizi derinden üzen bir olay yaşandı ve Arama Kurtarma Derneği (AKUT) ile Orman Genel Müdürlüğünden (OGM) toplam 11 personelimiz yangınlara müdahale ederken şehit oldu. Öncelikle kahraman şehitlerimize Allah’tan rahmet, acılı ailelerine başsağlığı dilerim.

    Önceki yıllarda genellikle ülkemizin güney ve batı kesimlerinde görülen orman yangınları bu yıl neredeyse tüm yurda dağıldı ve maalesef kontrol etmekte güçlük yaşıyoruz. Özellikle İzmir, Sakarya, Karabük, Gaziantep, Bilecik, Bolu, Antalya ve Bursa’da devam eden yangınlar hayatı olumsuz şekilde etkilemekte ve yerleşim yerlerine sıçramasının önlenmesi için yoğun bir mesai harcanmaktadır.

    Her sene aynı şeyleri konuşmaktan sıkıldık elbette ama “kader” deyip geçmek de olmuyor maalesef. İnsan olarak acı tecrübelerimizden dersler çıkaracak kadar ortalama zekaya sahip olduğumuz varsayımı ile hareket edersek, orman yangınları ile ilgili üç faktörlü bir yapının iyi irdelenmesi gerektiğini kolaylıkla anlayabiliriz. Bu üç faktörlü yapının birinci ayağı öncelikle orman yangınlarının çıkış sebebi ki bunun iyi araştırılması gerekmektedir. Daha sonra yangınla mücadele stratejileri ve kullanılan ekipmanlar, son olarak ise yangına sebep olanlar ve ihmali bulunanlar ile ilgili yürütülecek adli süreç son derece önemlidir. Bu üç faktörlü yapının oluşturulacak bir komisyon ile derinlemesine irdelenerek bir an evvel harekete geçilmesi elzemdir.

    Öncelikle şunu çok iyi anlamamız gerekiyor: Yanan ormanlar değil, geleceğimizdir. Orman yangınları bu şekilde devam ederse nefes alacak oksijenimiz kalmayacak, kurak ve çorak bir kara parçası haline dönüşeceğiz. Devletin olduğu kadar vatandaşların da orman yangınları ile ilgili bireysel anlamda görevleri ve sorumlulukları bulunmaktadır. Her şeyi devletten bekleyerek bu kadar orman yangını ile mücadele etmek neredeyse imkânsız.

    Bilecik ve İzmir illerimiz çıkan orman yangınları nedeniyle “Genel Hayata Etkili Afet Bölgesi” ilan edildi. Karabük-Ankara karayolu yangınlar nedeniyle ulaşıma kapatıldı, Bursa’nın Gürsu ve Kestel ilçeleri arasındaki yangına havadan müdahale başlatıldı, binlerce ev tahliye edildi. Durumun ne kadar ciddi olduğu ortada, vatandaş olarak bu süreçte dikkatli ve duyarlı olalım.

    Bu kadar önemli ve üzücü gelişmeler olurken acaba diyorum, Türkiye Büyük Millet Meclisi (TBMM) olağanüstü toplansa, acil durum ilan edilse, tüm memurlar ve kamu araçları yangınlarda görevlendirilse nasıl olur? Yoksa sadece itfaiye ve orman muhafaza memurları ile bu yangınlarla mücadele etmek zor gibi gözüküyor, topyekûn destek şart gibi… Bu bizim fikrimiz elbette, devlet büyüklerimizin de bir düşüncesi ve planı vardır.


    Toplu Sözleşme Masası ve Yetkili Sendika

    2010 yılında yapılan Anayasa değişikliği ile ülkemizde kamu görevlilerine toplu sözleşme hakkı verilmiştir. Böylece ülke tarihinde ilk defa 2012 yılında kamu görevlileri mali ve sosyal haklarını müzakere etmeye başlamışlardır.

    2012 yılında ilk toplu sözleşme görüşmelerinden beri her yıl bu zamanlar sendikalar toplu sözleşme görüşme masasında memurları ilgilendiren düzenlemeleri içeren talep dosyalarını hazırlar ve bunu gerek sosyal medya gerekse basın açıklaması şeklinde kamuoyu ile paylaşır. Bu rutin bir işlemdir ve tüm sendikalar bu rutine uyarak bilgilendirmelerde bulunur.

    Bugünlerde de alışılageldiği üzere 2026-2027 yıllarını kapsayacak zam oranları, ek ödemeler ve sosyal haklar ile ilgili talepler sendikalar tarafından tek tek paylaşılıyor.

    4688 sayılı kanun uyarınca, her bir hizmet kolunda en fazla üyesi bulunan sendikanın temsilcisi toplu sözleşme masasında yer alıyor.

    Resmî Gazete’de yayımlanan verilere göre 2025 yılında kamudaki toplam 2 milyon 319 bin 157 sendikalı memurun 1 milyon 78 bin 831’i Memur-Sen’e, 560 bin 60’ı Türkiye Kamu-Sen’e, 189 bin 332’si Birleşik Kamu-İş’e, 166 bin 266’sı KESK’e, 106 bin 508’i Kamu Birliği Konfederasyonuna, kalanları ise diğer memur konfederasyonlarına bağlı sendikalara üye bulunuyor.

    Ay sonunda başlayacak ve sonlandırılacak görüşmelerde masaya 11 hizmet kolunun 10’unda Memur-Sen, 1’inde ise Türkiye Kamu-Sen temsilcisi oturacak. Memurların mali ve sosyal haklarının belirleneceği 8. Dönem Toplu Sözleşme görüşmelerinde “Kamu Görevlileri Sendikaları Heyeti Başkanı” olarak Memur-Sen temsilcisi olacak.

    Son yıllara kadar toplu görüşmelerde masada etkin olacak ve memurun hakkını savunacak olan yetkili konfederasyonun talepleri merakla beklenir ve dikkatle takip edilirdi. Maalesef son yıllara kadar böyleydi diyorum çünkü artık yetkili sendikanın taleplerinin realist olmadığı, hazırlanmış olmak için hazırlandığı ve geçici ve suni bir beklentiden ibaret olduğu düşüncesi hakim.

    Peki masada memuru temsil edecek olan Memur-Sen kimdir, gelin birlikte tanıyalım.

    Temelleri 1992 yılına dayanan, 2014 yılından beri yetkili olan, ayrıca siyasiler ile de en rahat görüşebilen konfederasyon.

    Her platformda “biz yetkiliyiz” diye reklamını yapan, siyaseten en güçlü isimlerle beraber fotoğraf çektirip “güçlüyüz” imajı veren ama pazarlık masasında pek de etkili olamayan ya da olmayan bir konfederasyon.

    Yirmi sene önce gerçekleştirilen bir toplantıya ait detaylar incelendiğinde ne demek istediğimiz ve neden etkisiz olduğunu düşündüğümüz daha doğru anlaşılacaktır.

    Tarihler 29.08.2005’i gösteriyordu, Başbakanlık 2 No.lu Toplantı Salonunda, devlet memurlarının toplu görüşmeleri konulu bir toplantı gerçekleştiriliyordu. Toplantıdan sonra tanzim edilen tutanağın “diğer talepler” başlıklı 16. maddesinin (c) bendinde “Yardımcı Hizmetler Sınıfının kaldırılması ya da bu hizmet sınıfında görev yapmakta olan personele de ek gösterge verilmesi” şeklinde bir talepte bulunulmuş ve tutanağa bağlanmış. Buraya kadar her şey normal, talep de gayet makul ve mantıklı.

    Fakat hikâye buradan sonra başlıyor aslında. Yirmi sene sonra yetkili sendika Memur-Sen toplu sözleşme görüşmeleri öncesinde yine aynı talepte bulunmuş! İşin garip tarafı bu talepte bulunan Memur-Sen neredeyse 11 senedir tüm kurumlarda yetkili.

    İnsana sormazlar mı: 2005 yılında bulunduğunuz bir talebi 2025 yılında tekrardan bulunmak bir rahatsızlık yaratmıyor mu? Sayıları 150.000 civarı olan Yardımcı Hizmetler Sınıfını kaldırmak bu kadar zor mu?

    Neyse, biz yine bir toplu sözleşme görüşmeleri öncesinde memurların beklentileri ve taleplerini dile getirerek yetkili sendikayı kırmadan, dökmeden, nezaket sınırları içerisinde eleştirecek ve birtakım serzenişlerde bulunacağız. Yapıcı eleştirilerin katkı sağlayacağı varsayımından hareketle, önyargısız bir şekilde sadece soracağız, cevap gelir mi bilmem ama bir konu hakkında fikir sahibi olmak için önce bilgi sahibi olmamız gerekir, aksi hâlde yargısız infaza girer diyerek konunun muhataplarına doğrudan soracağız.

    11 yıldır yetkili sendika olarak;

    • 657 sayılı Devlet Memurları Kanunu’nun kanayan yarası Yardımcı Hizmetler Sınıfı (YHS) neden kaldırılmamıştır? YHS olan mübaşirler bir gecede Genel İdare Hizmetlerine aktarılırken neden ayrım yapılmıştır?
    • Sur’da, Habur’da, Suriye’de bayrağımız için savaşan kerpiç duvarlı sıvasız evlerin kahramanları uzman çavuşlara kadro konusunda neden harekete geçmiyorsunuz? Vatan savunmasının sözleşmeye tabi olması vicdanen sizde bir rahatsızlık yaratmıyor mu?
    • 3600 ek göstergeden tüm memurların yararlanmaması sizin için bir anlam ifade etmiyor mu?
    • Askerlik borçlanması esnafa, işçiye var, memura neden yok, ayrım yapmak sizce doğru mu?
    • Kamuda çalışan sağlık personelinin özlük hakları ve çalışma şartları sağlık bakanlığı personelinin özlük haklarından farklı, bu konuda çalışmanız var mı?
    • Kamu mühendislerinin özlük haklarına dair düzenleme talepleri uzun süredir gündemde, yetkili sendika olarak çalıştay yapmak haricinde girişimde bulundunuz mu?
    • Polis memurları çalışma şartlarının kanunla düzenlenmesini ve özlük haklarında iyileştirme talep ediyor, bu konuda bilginiz var mı? Harekete geçecek misiniz?
    • İnfaz Koruma Memurları ya güvenlik sınıfına alınmaları ya da mevcut sınıflarında sendika kurma hakkının verilmesini istiyor, bilginiz ya da çalışmanız var mı?
    • Öğretmenlikte söz verildiği gibi mülakatlar kaldırılması için girişimde bulundunuz mu?
    • Kademeli emeklilik mağduru memurların taleplerini dinlediniz mi?

    Şimdilik bu kadar yeter sanırım, bu soruların cevabını alsak yeterli diye düşünüyorum. Bakalım bir cevap gelecek mi… Bekleyip göreceğiz.

    Haftaya güzel haberlerle görüşmek dileğiyle…

    Devamını Oku

    Mağduruz

    Mağduruz
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Son dönemlerde artan hayat pahalılığı, yüksek kiralar ve yaşam maliyetleri özellikle büyük şehirlerde yaşayan memur ve emeklinin belini bükmüş durumda. Kira artış oranının maaş zam oranının neredeyse üç katı olması, yaşanan vahameti gözler önüne sermektedir. Büyükşehirlere tayini çıkan memurların göreve başlamadan istifa ettiği haberlerinin giderek artması ve memuriyet atamalarında İstanbul gibi büyükşehirlerin kontenjanlarının boş kaldığı iddiası, mevcut durumun ciddiyetini ortaya koymaktadır.

    Ekonomik anlamda zor günler yaşayan kamu görevlileri, özlük haklarında iyileştirme beklemekte, yıllardır talep ettikleri haklarının verilmesini istemektedir.
    Alım gücünün düştüğü, pazardan yapılan haftalık birkaç poşet alışverişin en az 2.500 TL tuttuğu ortamda ne memurun ne de emeklinin keyfince alışveriş yapması, dilediğini alması, canının çektiğini yemesi artık hayal olmuştur.
    Keyif almak için yemenin çok eskilerde kaldığı, hayatta kalmak için yemenin popüler olduğu günümüzde, yarışmalarda gördüğümüz Survivor hayatı ile imtihan halindeyiz.

    Dört gözle beklediğimiz maaş günleri artık keyif vermemekte; hesaba yatan paranın sanal bir döngü içerisinde buharlaşması ve kaybolması memur için aylık bir rutin haline gelmiştir.
    Eksi hesapların dibi gördüğü, kredi kartlarının takla attırmaktan beyninin döndüğü ortamda ucuz kredi kovalamaktan ve krediyi kredi ile kapatmaktan yoruldu memur.
    Senede bir kez ailesi ile tatil yapmanın en büyük keyif olduğu tatiller, artık evde oturup çekirdek çitlemeye evrilmiş durumda.

    Açıklanan sınav sonuçlarına göre İstanbul, Ankara, İzmir gibi büyükşehirlerde bulunan güzide üniversiteleri kazanacak seviyede bir puan alan memur çocukları bu duruma sevinemez hale gelmiş; en güzel çağlarında, gençliklerinin baharında memur olan babalarının ekonomik durumundan dolayı puanlarını heba etme uğruna eve yakın taşrada üniversiteleri tercih etme durumuna gelmiştir.

    Memura ticaret yapmanın yasak, ek işin ise “yakalanırım” korkusuyla risk olduğu ülkemizde; kiranın en az 35.000 TL, maaşın ise en fazla 60.000 TL olduğu bir evrende, memurun geçinmek için cambazlık yaptığı bir dönemdeyiz.

    Sayın Cumhurbaşkanının geçtiğimiz günlerde açıkladığı yönetmeliğe göre çalışan anne ve babalardan herhangi birine çocukları ilkokul çağına gelene kadar yarı zamanlı çalışma hakkı verildi. Özellikle “aile yılı” kapsamında yapılan bu uygulama çok yerinde. Çocukların daha sağlıklı ve sosyal anlamda güçlü bireyler olarak yetişmelerine katkı sağlayacak bir düzenleme.

    Peki ya çocukları ilkokula giden anne ve babalar ne yapacak?
    Çalışan anne-babaların mesaisinin en erken 17.00’de bittiği ama devlet okullarının en geç 14.30’da kapandığı bir düzende, mecburen çocuklarını özel okula göndermek zorunda kaldığı bir çıkmazla karşı karşıyayız. Anneanne-babaanne farklı şehirlerde yaşıyorsa ve çocuklarla ilgilenecek kimse yoksa, vay memurun haline…

    Sayın Cumhurbaşkanı, devlet okullarının saatlerine de bir düzenleme getirse çok yerinde olur.

    Memur için durum böyle, emeklinin haline değinemiyoruz bile maalesef.
    Yapılan planlamalar, üç yılda bir verilen maaş promosyonuna endekslenmiş durumda. Kamuda bu sene birçok kurum, maaş promosyon anlaşması için masaya oturacak. Beklentiler yüksek; temenniler, eksi hesapları kapatacak veya kredi kartı borçlarını ödeyebilecek bir seviyede olması yönünde.

    Maalesef mağduriyetlerimiz çok fazla… Ama şimdilik bu kadar yeter.

    Düzeleceğini umuyoruz. Biz büyük bir devletiz; çok badireler, büyük ekonomik krizleri birlikte atlattık, yine atlatırız… Yeter ki bir ve beraber olalım.

    Mutlu Haftalar, Keyifli Okumalar.

    Devamını Oku

    PAZARTESİ NOTLARI

    PAZARTESİ NOTLARI
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Kıymetli Okuyucularım,
    Son zamanlarda sosyal medya platformu X’te organize olarak bir araya gelen binlerce emniyet personeli, “hashtag” denilen ve taleplerini içeren sosyal medya etiketleri ile seslerini duyurmaya çalışıyor. Belirli periyotlarda ve düzenli aralıklarla yapılan bu etkinlik, birçok ünlü gazetecinin dikkatini çekmiş olacak ki, yaptıkları yayınlarda emniyet personelinin taleplerini dile getirdiler.
    Ben de bugün bu köşede, mensubu olmaktan gurur duyduğum şanlı polis teşkilatından bahsedecek ve daha sonra her sınıf ve rütbeden personelin taleplerine değineceğim.


    Şanlı Türk Polis Teşkilatı

    Türkiye’nin dört bir yanındaki sokaklardan büyük şehirlerin karmaşasına, kırsal alanlardan limanlara uzanan geniş bir ağda görev yapan, kökenleri Osmanlı İmparatorluğu’na dayanmakla birlikte, modern anlamda kuruluşu 1845 yılına dayanan 180 yıllık şanlı geçmişiyle Türk Polis Teşkilatı, milletimizin huzur ve güveninin temel taşıdır. Köklü tarihi, sorumluluk bilinci ve kendini sürekli yenileyen yapısıyla, Türkiye’nin en köklü ve saygın kurumlarından biridir.

    Sadece suçları önlemek ve suçluları yakalamakla kalmayan; aynı zamanda vatandaşlarımızın en temel hak ve özgürlüklerini koruyarak, toplumun birlik ve beraberliğine katkıda bulunan güzide teşkilatımız, her sınıf ve rütbeden personeli ile vatandaşlarımıza güven ve huzur aşılamaktadır.

    Günümüzde teknolojinin hızla geliştiği, suçların da yeni boyutlar kazandığı bir dönemde, Türk Polis Teşkilatı’nın yeniliklere açık olması büyük önem taşımaktadır. Siber suçlarla mücadele, terörle mücadele, organize suçlar gibi ciddi alanlarda uzmanlaşan teşkilatımız, uluslararası iş birliği ile de sınırların ötesinde etkin operasyonlar gerçekleştiriyor. Yapılan operasyonların yanında, özellikle son dönemlerde uluslararası alanda siber suçlar, kriminal ve terör konularında birçok ülkeye eğitim veren bir teşkilat hâline geldi Polis Teşkilatı.

    Türk Polis Teşkilatı, milletimizin canını, malını ve geleceğini koruyan bir kalkan gibi fedakârca görev yaparken, devletimize düşen temel görev ise bu teşkilatın her sınıf ve rütbesinde cansiperane şekilde görev yapan mensuplarının sorunlarını çözmek ve taleplerini dikkate almaktır. Şimdi gelin, teşkilatın içerisinden biri olarak her sınıf ve rütbeden emniyet personelinin taleplerine birlikte değinelim.


    Yardımcı Hizmetler Sınıfı (YHS) Personelin Talepleri ve Çözüm Önerileri

    Emniyet Genel Müdürlüğü bünyesinde görev yapan lise, ön lisans, lisans, lisansüstü mezunu Yardımcı Hizmetler Sınıfı (YHS) personel bulunmaktadır. Bu personel Kamu Personeli Seçme Sınavı (KPSS), 2828 sayılı kanun ve şehit yakını kontenjanı ile atanarak istihdam edilmektedir. Sadece emniyet teşkilatında değil, kamuda yaklaşık 150.000 YHS personeli bulunmakta olup, sorunları ve talepleri benzerdir. İşin aslı, YHS sınıfı personelin en çok istediği şey, bu hizmet sınıfının kaldırılarak uygun eğitim ve mesleki becerilerine göre Genel İdare Hizmetleri Sınıfına (GİH) aktarılmalarıdır. Daha önce mübaşirler, Cumhurbaşkanlığı kararnamesi ile YHS’den GİH sınıfına aktarılmıştı. Bu noktada kurumların YHS’yi kaldırma gibi bir yetkileri yok; yetki Cumhurbaşkanlığındadır. Dolayısıyla YHS’lilerin görev yaptıkları kurumları suçlamaları ve onlardan kaldırılmaları noktasında talepte bulunmaları yersiz ve beyhudedir. Konuyu toparlamak gerekirse, gelin şimdi emniyet teşkilatında görev yapan YHS personeli ne istiyor, hep birlikte bir göz atalım:

    • Teknisyen yardımcısı, işçi ve hizmetlilerin görev tanımlarının ayrı ayrı objektif kriterlerle net bir şekilde belirlenmesi ve sorumluluklarının haricinde işlerde çalıştırılmaması,
    • Unvan değişikliği sınavlarında mülakat sisteminin kaldırılması,
    • Farklı kurumlarda YHS olarak çalışmaya başlayan bir memur düzenli olarak açılan sınavlarla müdürlük pozisyonuna kadar gelebilirken, emniyet teşkilatında 17 sene sonunda açılan ilk Görevde Yükselme Sınavı (GYS) ve Unvan Değişikliği Sınavında (UDS) sadece 600 personel yükselme imkânı bulabilmiştir.
    • GYS ve UDS sınavlarının azami iki senede bir yapılması şeklinde talepler mevcuttur.

    Genel İdare Hizmetleri Sınıfı Personel Talep ve Çözüm Önerileri

    • Genel İdari Hizmetler kadrosunun teşkilat kanununda tanımlanması, bütün sivil memurların amirlerinin genel hükümlere göre belirlenmesi,
    • Emniyet Hizmetleri Sınıfı haricinde görev yapan personelin disiplin işlemlerinin genel kolluk disiplin hükümleri kanunundan çıkarılarak; genel hükümlere göre yapılması,
    • En büyük hak kayıplarından olan ve aynı teşkilat içerisinde aynı işi yapan, aynı risk ve sorumluluğu taşıyan bütün sivil personele Emniyet Hizmetleri Tazminatının ve Terör Tazminatının ödenmesi,
    • Sağlık sorunları nedeniyle on yıllık hizmet süresi dolmadan hizmet sınıfı değiştirilen personelin askerlik muafiyetinin sağlanması,
    • Ücretsiz toplu ulaşımdan yararlandırılması (göreve gidiş-dönüş),
    • Tüm sivil memurların 3600 ek göstergeden faydalanabilmesi için kurum olarak destek verilmesi şeklinde sivil memurların talepleri bulunmaktadır.

    Çarşı ve Mahalle Bekçileri Sorunları ve Çözüm Önerileri

    • Gece/gündüz vardiyalı çalışan polis memurlarının yıpranma hakkı olduğu gibi, sürekli gece çalışan bekçilerin yıpranma ve görevde yükselme hakkının verilmesi talepleri mevcuttur.

    Polis Memurlarının Talepleri ve Çözüm Önerileri

    • Özlük haklarında düzenleme yapılarak maaşlarına seyyanen zam yapılması; özellikle büyükşehirlerde görev yapan polis memurlarının yüksek kira sebebiyle zorlandığı, bu nedenle büyükşehir tazminatının getirilmesi,
    • Çalışma saatleri ve görevlendirmelerin kanunla belirlenmesi; fazla çalışmaya ek ödeme sistemi getirilerek keyfi görevlendirmelerin önüne geçilmesi,
    • Teşkilat içerisinde intihar gibi istenmeyen olaylarla ilgili bir komisyonun kurulması; kurulacak komisyonda her sınıf ve rütbeden, kurum dışı psikolog-sosyolog ve kurumda faaliyet gösteren sivil toplum kuruluşlarından temsilcilerin bulunması,
    • İkinci şarkın kaldırılması ve operasyonel birimler hariç bürolarda görev yapan polis memurlarından sahada aktif olarak faydalanılarak yerlerine sivil memurların görevlendirilmesi şeklinde talepler mevcuttur.

    Amir-Müdür Sınıfı Personelin Talepleri ve Çözüm Önerileri

    • Özellikle Başpolislik unvanından Komiser Yardımcılığına geçiş yaşının olmaması; tam olarak amir olarak hizmet ve tecrübelerinden faydalanılacak yaşta emekli edilmeleri, nitelikli personel kaybı olarak değerlendirilmektedir. Bu nedenle amir sınıfı personelin yaş sınırlarının yeniden değerlendirilmesi,
    • Müdür sınıf personelinin, özellikle Türk Silahlı Kuvvetleri’ndeki (TSK) yapıya benzer şekilde yaş haddi ve özlük haklarının düzenlenmesi şeklinde talepler mevcuttur.

    Genel anlamda her kesimin talepleri ve çözüm önerilerine değinmeye çalıştık. Bu teşkilat, bariyer taşıyan işçisinden en tepede Emniyet Genel Müdürüne kadar olan her sınıf ve rütbeden personeli ile değerlidir. Bu teşkilat bugünlere bu personel ile geldi, bu personel ile devam edecektir.

    Yaklaşık 450.000 kişilik bir teşkilatta herkesin, her kesimin aynı anda mutlu olması neredeyse imkânsız. Bu noktada yetkililerden beklenti; en azından temel konularda taleplerin dikkate alınması ve çözüm için gayret gösterilmesidir.

    Teşkilat mensupları olarak bizlere düşen görev, güzide kurumu yıpratmadan; devlet memuriyetinin vermiş olduğu terbiye ve edep ile sorunlarımızı dile getirmek, çözüm önerilerini sunmaktır. Dün öyle yaptık, bugün de aynı şekilde talepleri dile getiriyoruz. Unutmayınız, bizi bizden başka kimse anlamaz.

    Duyumlara göre Ankara’da talepler ile ilgili bir komisyon kurulduğu ve çalışmalara başlayacağı şeklinde. Bu olumlu bir gelişmedir. Bizler de bu tarz komisyonlara her zaman destek verebileceğimizi belirtmek isteriz.

    Son bir not: Teşkilat mensupları promosyon noktasında güzel haberler bekliyor. Eksi hesapların kapatılması, kredi kartlarının biriken borçları ve yaz tatili planları promosyona endekslenmiş durumda. Bu noktada bu sene Emniyet Genel Müdürlüğü’nün güzel bir anlaşmaya imza atacağına dair umutlar büyük.

    Şimdilik bu kadar, haftaya görüşmek üzere.
    Mutlu haftalar, keyifli okumalar.

    Devamını Oku

    Seyyanen Zam

    Seyyanen Zam
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Son yıllarda hayatımıza giren “yaşam pahalılığı” ifadesi artık sadece bir kavram değil; günlük hayatımızın vazgeçilmez ve kaçınılmaz bir gerçeği haline geldi. Marketten kozmetiğe, ulaşımdan sağlığa kadar her alanda fiyatlar hızla artarken, ortalama gelirler aynı oranda yükselmiyor. Bu durum, milyonlar için bir yaşam mücadelesine dönüşmüş durumda; kimisi “geçinmek”, kimisi ise “hayatta kalmak” için uğraşıyor.

    Gıda ürünleri, kira, elektrik, su, ulaşım ücretleri her geçen gün artarken, gelirlere ek bir zam yapılmaması veya yetersiz zamlar nedeniyle alım gücü eriyor. Bu durumda insanlar alışveriş listelerini kısıtlamaya, ihtiyaçlarını ertelemeye ya da kuyruklara girmeye mecbur kalıyor.

    Günlük hayatımıza yansıyan en temel sorunlardan biri: enflasyon. Enflasyonun özellikle temel ihtiyaçlar alanında fark edilir derecede yüksek seyri, halkın bütçesini ciddi anlamda zorluyor. Sabah kahvesinden akşam yemeğine kadar her kalemde yaşam maliyetleri yükseliyor. Bu yükseliş sadece maddi değil, psikolojik bir yük haline geliyor; kaygı, stres ve umutsuzluk da yaşamın bir parçası oluyor.

    Memur ve memur emeklilerinin merakla beklediği 2025 Temmuz maaş zammı belli oldu. Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) tarafından paylaşılan haziran ayı enflasyon verilerinin ardından, memurların alacağı maaş artış oranı %15,57 olarak açıklandı.

    Aynı zamanda kira artış oranları da açıklandı. İş yeri kira sözleşmeleri —ofis, ticarethane, mağaza, dükkân gibi taşınmaz mallar için— %43,23 oranında zamlandı.

    Açıklamalara bakılırsa kira artışı, maaş zammının neredeyse 3 katı kadar. Enflasyon, özellikle temel ihtiyaçlarımızı fazlasıyla aşmış durumda. Kira, gıda, ulaşım ve sağlık harcamaları alım gücümüzü zorlarken, verilen zam oranı maalesef bu maliyetleri karşılamaya yetmiyor. Bu oranın, yaşam pahalılığı karşısında getirilen “yeterli” açıklaması ise sadece rakamlara ve resmi verilere dayalı bir temenni gibi görünüyor. Oysa gerçekler, bizim günlük yaşam koşullarımız ve ekonomik baskılar, bu kadar düşük zamların yetersiz olduğunu açıkça gösteriyor.

    2025 yılı “aile yılı” olarak ilan edildi. Bu kapsamda, ekonominin aileyi de etkilediği düşünülürse memurlara seyyanen zam sürprizi gelir mi? Hep birlikte göreceğiz.


    Yakıyoruz – Yanıyoruz!

    Türkiye, hayranlık uyandıran doğal güzellikleriyle zengin bir memleket. Ancak son yıllarda artan orman yangınları, bu güzellikleri ve geleceğimizi tehdit eden büyük bir tehlike haline geldi. Her biri milyonlarca canlıya ev sahipliği yapan ormanlarımızda çıkan yangınlar, sadece doğanın değil, insan yaşamının da temel unsurlarını yok ediyor.

    Ormanlar sadece yeşil alanlar değil; suyun, havanın, toprağın dengesi ve ekosistemin yaşam kaynağıdır. Karbondioksiti emerek iklim değişikliğiyle mücadele eder, binlerce bitki ve hayvan türüne yaşam alanı sağlar. Ayrıca ekonomik açıdan da tarım, balıkçılık ve turizm gibi sektörlere hayat verir.

    Ne yazık ki, bu kadar önemli olan kıymetli varlıklar bazen kasıtlı, bazen ihmalkâr sebeplerle kül oluyor. Bu yangınların ardında kimlerin yattığını, kimin bilerek ya da yanlışlıkla ormanı ateşe verdiğini ortaya çıkarmak en büyük öncelik olmalı. Çünkü bilinçli ya da kasıtlı yakılan ormanlar sadece doğayı değil, geleceğimizi de yakıyor.

    Gerçeği ortaya çıkarmak, suçluların adalet önüne çıkarılması kadar, benzer olayların önlenmesi adına da şarttır. Bu nedenle yangınların nedenleri detaylı ve tarafsız şekilde araştırılmalı, suçluların cezası ağırlaştırılmalıdır. Kamuoyu, özellikle de yetkililer, bu konuda şeffaf ve kararlı adımlar atmalıdır.

    Ormanlarımızı korumak, sadece belli zamanlarda değil; sürekli bir bilinç ve mücadele gerektirir. Toplum olarak, çocuklarımızdan başlayan eğitimlerle doğa sevgisini ve koruma bilincini aşılamalıyız. Aynı zamanda, denetimi güçlendirmeli, suçlulardan hesap sorulmasını sağlamalıyız.

    Unutmayalım: Doğanın bize armağan ettiği bu güzelim ormanlar, ayağımıza gelen bir fırsat değil; bizlerin sorumluluğu ve görevidir. Gözlerimizi, kulaklarımızı ve vicdanımızı kullanıp bu büyük tehdidi bertaraf etmek için el ele vermeliyiz.

    Gelin, bu kutsal vatanın kaderini birlikte değiştirelim.
    Ormanlarımız yanmasın, doğamız kaybolmasın, geleceğimiz kararmasın!

    Mutlu haftalar, keyifli okumalar.

    Devamını Oku

    Kim Ne İstiyor?

    Kim Ne İstiyor?
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Kıymetli Okuyucularım,

    Son zamanlarda mevcut ekonomik şartlardan olsa gerek, kamu personelleri gerek sosyal medyada örgütlenerek gerekse basın ve yayın kuruluşları aracılığıyla taleplerini yüksek sesle dile getiriyorlar. Her meslek grubunun kendine göre bir derdi, çözülmesini istediği sorunları var.

    Ülkemizde 657 sayılı Devlet Memurları Kanunu’nun 36. maddesinde belirtildiği üzere Sağlık Hizmetleri Sınıfı, Teknik Hizmetler Sınıfı, Genel İdare Hizmetleri Sınıfı, Emniyet Hizmetleri Sınıfı, Jandarma Hizmetleri Sınıfı ve Yardımcı Hizmetler Sınıfı gibi toplam 12 hizmet sınıfı bulunmaktadır.

    Cumhurbaşkanlığı Strateji ve Bütçe Başkanlığı’nın 2025 yılı kamu personel istatistiklerine göre, 2025 yılı Mart ayı itibarıyla ülkemizde toplam 5.243.896 kamu personelinin istihdam edildiği belirtilmiştir.

    Bu kadar büyük bir popülasyonun hepsinin aynı anda mutlu olması mümkün değil; ama en azından asgari düzeyde insani taleplerin yerine getirilmesi gerekmektedir.

    Biz de bu hafta sizlerle, son dönemlerde gündemde olan Yardımcı Hizmetler Sınıfı (YHS), Emniyet Mensupları, Uzman Çavuşlar ve İnfaz ve Koruma Memurlarının taleplerine değineceğiz.

    Yardımcı Hizmetler Sınıfı (YHS) Kaldırılmalıdır
    14 Temmuz 1965 yılında yürürlüğe giren 657 sayılı Devlet Memurları Kanunu’nun 36. maddesi ile halen uygulanmakta olan Yardımcı Hizmetler Sınıfı kamu personeli, bugünlerde büyük sorunlarla karşı karşıya.

    Sayıları yaklaşık 110.000 olan ve farklı kamu kurum ve kuruluşlarında görev yapan YHS personeli, mali ve özlük hakları açısından birçok dezavantaja sahip olmanın yanı sıra, kariyer anlamında da önlerinin kapalı olması hak kayıplarını da beraberinde getiriyor.

    Değişen ve gelişen şartlarda YHS kadrosunda çalışanlar arasında hatırı sayılır ölçüde ön lisans ve lisans mezunu olduğu; lise mezunu olanların büyük çoğunluğunun ise zanaat sahibi olduğu düşünülürse, bu hizmet sınıfının herhangi bir vasıf gerektirmeyen, uzmanlık ve beceri istemeyen işlerde değerlendirilmeleri, kamu adına insan kaynaklarının ne denli yanlış yönetildiğini gözler önüne sermektedir.

    Aslında yoğun şekilde kaldırılması istenilen Yardımcı Hizmetler Sınıfı ile ilgili 2019 yılında bir çalışma yapılmış; fakat dar kapsamlı yapılan bu çalışmada yalnızca Yardımcı Hizmetler Sınıfında yer alan “Mübaşir” unvanı, 6 Şubat 2019 tarihli Resmî Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe giren 31 sayılı Cumhurbaşkanlığı Kararnamesi ile Genel İdare Hizmetleri Sınıfı’na alınmıştır.

    Yapılan bu dar kapsamlı ve sadece bir meslek grubunu ilgilendiren düzenleme tabiri caizse hayal kırıklığı yaratmış ve birçok YHS’li memuru kurumsal aidiyet noktasında demoralize etmiştir.

    Aslında YHS’lilerin talepleri kısa ve net: ayrıcalık değil, eşitlik istiyorlar.
    Eğitim ve mesleki durumlarına göre Genel İdare Hizmetleri, Teknik Hizmetler ve Sağlık Hizmetleri Sınıfı gibi uygun hizmet sınıfına aktarılarak uzmanı oldukları işleri yapmak istiyorlar. Taleplerinde haksız da sayılmazlar.

    Yıllardır her seçim meydanında kaldırılacağına dair verilen sözlerin artık yerine getirilmesi bekleniyor.

    Uzman Çavuşlar Kadro İstiyor
    Bugün sizlere Sur’dan Cizre’ye, Cizre’den Nusaybin’e, botlarının tabanının değmediği yer kalmayan; Fırat Kalkanı, Zeytin Dalı, Barış Pınarı Harekâtı gibi nice sınır ötesi operasyona katılan ve Türk Silahlı Kuvvetleri’nde en fazla şehit veren rütbe olan kahraman Uzman Çavuşlardan söz edeceğiz.

    Yazıya başlarken hemen bir soruyla giriş yapalım:
    Bu kadar zorlu görevlerde bulunan kahraman askerlerimize sizce haklarını verebiliyor muyuz?

    Keşke bu soruya gönül rahatlığıyla “evet” diyebilseydik…
    Ama öyle şeyler yazacağız, öyle şeyler duyacaksınız ki, “Yok artık, o kadar da değildir,” diyeceksiniz ama maalesef aynen öyle.

    Her türlü zorlukla mücadele eden bu kahraman askerlerimizin maalesef kadroları yok.
    39 yıldır kadro bekliyorlar.

    3600 ek göstergeden uzman çavuşların da yararlanacağı söylendi.
    Yaklaşık 120.000 emekli uzman çavuştan bu haktan yararlananların oranı sadece %1.
    Zorunlu emeklilik kıstası 45-52 yaş aralığında olduğu için 1. dereceye düşmeleri çok zor. Dolayısıyla bu ek göstergeden faydalanmaları da neredeyse imkânsız.

    Peki çözüm ne?
    En azından eskiden emekli olup bu haktan yararlanamayanlar için ilave bir 1. derece ile bu sorun çözülmüş olur.

    Sorunlar bununla da bitmiyor.
    Her 5 yılda bir sözleşme yenileme zorunluluğu, büyük mağduriyet doğuruyor.
    Devletin keskin nişancı olarak yetiştirdiği, onlarca operasyona gönderdiği bir personel, sözleşme süresi bittiğinde yeniden “seni işe almalı mıyız?” muamelesi görüyor.

    Sözleşmeyle vatan savunması olmaz, olmamalı!

    Yıllık izinde yaşanan bir trafik kazası, tedavi süresince alınan rapor, toplamda 90 günü geçerse sözleşme feshediliyor. Oysa bunlar tamamen insani durumlardır.

    Ve daha da acısı…
    Polis evinde kalamayan polis, öğretmen evine alınmayan öğretmen duydunuz mu hiç?
    Ama uzman çavuşlar orduevlerine alınmıyor.
    TSK’da sivil memur iseniz kalabiliyorsunuz, ama uzman çavuşsanız hayır.

    Subay emekli olduğunda maaşı %10, astsubayda %25 azalırken, uzman çavuş emekli olduğunda maaşının %45’i düşüyor.
    Bu uçurumun neresi adil?

    Basit birkaç düzenlemeyle çözülebilecek bu mağduriyetlerin yıllardır sürmesi, ciddi bir ihmaldir.
    Bu ülke, yüz binlerce taşerona ve sözleşmeliye kadro verdi.
    Bunu yaparken zorlanmayan devlet, sıra uzman çavuşlara geldiğinde mi zorlanıyor?

    Hakkınız ödenmez deyip haklarını ödemediğimiz kahramanların hakkını artık verin!


    Emniyet Mensupları Ne İstiyor?
    180 yıllık geçmişe sahip Emniyet Teşkilatı, bariyer taşıyan işçisinden en tepede görev yapan Emniyet Genel Müdürü’ne kadar her sınıf ve rütbeden yaklaşık 450.000 kişilik büyük bir ailedir. Siber suçlardan asayişe, terörle mücadeleden trafik kontrolüne kadar hayatın her alanında etkin olan bu teşkilat, son günlerde farklı bir nedenle gündemde.

    Binlerce emniyet mensubu, sosyal medya üzerinden örgütlenerek sorunlarını ve çözüm yollarını içeren paylaşımlarla seslerini duyurmaya çalışıyor. Bu çaba, bazı gazetecilerin de mecburen konuyu gündemlerine almasına ve özel programlar yapmalarına sebep oldu.

    Peki, emniyet mensupları ne istiyor?

    Aynı odada, aynı görevde çalışan Genel İdare Hizmetleri Sınıfı’na (GİH) mensup personel arasında devam eden 3600 ek gösterge adaletsizliğinin giderilmesini istiyorlar.

    Yardımcı Hizmetler Sınıfı’na (YHS) tabi teknisyen yardımcısı unvanlı sivil memurların, eğitim durumlarına göre GİH sınıfına aktarılmasını talep ediyorlar.

    Çarşı Mahalle Bekçilerinin (gece kartallarının), çalışma şartları, yıpranma payları ve özlük haklarıyla ilgili mağduriyetlerinin giderilmesini istiyorlar.

    Polis memurlarının görev saatlerinin yasal güvence altına alınmasını, ikinci şark görevinin kaldırılmasını ve ek görevler için ek ödeme yapılmasını istiyorlar.

    Emniyet içerisindeki sorunların tabandan tavana şeffaf bir şekilde iletilebilmesini talep ediyorlar.

    Amir ve müdür sınıfı personelin çalışma şartlarının, emsal kamu kurumlarındaki yöneticilerle eşitlenmesini istiyorlar.

    POLSAN (Polis Bakım ve Yardımlaşma Sandığı) kampanya ve uygulamalarında, üyelerin görüşlerinin dikkate alınmasını, ekonomik şartlara uygun güncellemelerin yapılmasını istiyorlar.

    Bu talepler, sadece bireysel haklar değil; kurumsal huzur ve verimlilik açısından da göz ardı edilmemelidir.

    İnfaz ve Koruma Memurları
    1984 yılında meslek adları “İnfaz ve Koruma Memuru” olarak değişse de, yaşça büyük olanlarımızın hâlâ “gardiyan” dediği bir meslektir bu. Şarkılara bile konu olmuş, ama hâlâ hak ettiği kıymeti görememiştir.

    Cezaevlerinden adliyelere hükümlü ve tutuklu sevkinden, isyanlara müdahaleye; zaman zaman denetimli serbestlik müdürlüklerinde personel açığının kapatılmasına kadar geniş yelpazede görev yapan bu meslek grubu, pek çok kamu personelinden daha fazla sorumluluk üstleniyor.

    Yıllar içinde adı değişti, kıyafeti değişti, alım şartları değişti…
    Ama özlük hakları hâlâ değişmedi.

    Terör ve organize suç örgütlerinin hedefi olan, görevdeyken ve emekli olduktan sonra dahi silah taşıma hakkı bulunan bu personelin hâlâ Genel İdare Hizmetleri (GİH) sınıfında olması büyük bir çelişkidir.

    Madem GİH sınıfındalar, o hâlde diğer GİH personelinin sahip olduğu sendika kurma ve üyelik hakları neden verilmemektedir?
    Eğer Emniyet Hizmetleri gibi özel bir hizmet sınıfına daha yakın görülüyorlarsa, neden o statüye geçişleri yapılmıyor?

    İnfaz ve Koruma Memurları ya kendi özgüvenli sınıflarına kavuşturulmalı ya da Emniyet ve TSK’da olduğu gibi kapsamlı ve adil özlük haklarına erişmeleri sağlanmalıdır.

    Bu meslek grubunun mağduriyetleri, ihmale gelmeyecek kadar birikmiş ve insanidir.
    Sosyal devlet olmanın gereği, bu taleplerin bir an önce karşılanmasıdır.

    Umarız bir gün bu sorunlara tekrar değinmek zorunda kalmayız.

    Keyifli okumalar, mutlu haftalar.

    Devamını Oku

    3 Harfli Sınavlar

    3 Harfli Sınavlar
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Kıymetli okuyucularım,
    Her yıl, lise ve üniversiteye giriş sınavları, gençlerimizin geleceklerine yön veren en kritik sınavlar olarak karşımıza çıkıyor. LGS, ortaöğretim kurumlarına geçişin kapısını aralarken; Yükseköğretim Kurumları Sınavı (YKS), gençlerin hayallerindeki üniversitelere ulaşma yolunda önemli bir engel veya fırsat oluyor. Ancak bu sınavların her biri, yalnızca öğrencilerin bilgi ve becerilerini ölçmekle kalmayıp, aynı zamanda onların psikolojik sağlığı, özgüveni ve gelecek perspektifleri üzerinde derin etkiler bırakıyor.

    Sınav odaklı bu sistem, başarı ve başarısızlık arasındaki ince çizgide sallanan genç nüfusu, ne yazık ki çoğu zaman stres ve kaygıya mahkûm ediyor. Peki, gerçekten bu sınavlar gençlerimizin geleceğini aydınlatmak yerine onları mı karanlığa itiyor? Gelin hep birlikte ortaokuldan başlayarak meslek sahibi olana kadar yaşadığımız LGS-YKS sınav streslerine göz atalım.

    LGS

    Her yıl geleneksel hâle gelen Liselere Geçiş Sınavı (LGS), 8. sınıf öğrencilerinin hayatında hem bir dönüm noktası hem de büyük bir stres kaynağı olmaya devam ediyor. Bu sınav, çocuklarımızın yaşamındaki en büyük dönemeçlerden biri olarak görülüyor olsa da, geride bıraktığımız yıllarda pek çok olumsuzluk da gözler önüne serildi.

    LGS, genç neslin geleceklerine yön veren bir kapı olarak tasarlandı. Ancak uygulama sürecinde ortaya çıkan sorunlar, sınavın gerçek amacının ötesine geçtiğini gösteriyor. Çocuklar, sınav hazırlık sürecinde yoğun bir stres ve kaygıya maruz kalıyor. Sabahın erken saatlerinden gece geç saatlere kadar ders çalışmak, psikolojik yorgunluk ve motivasyon kaybı yaşamalarına sebep oluyor. Bu durum, özellikle çocukların sağlıklı gelişimini olumsuz yönde etkiliyor.

    Ayrıca LGS’nin rekabet ortamı, adalet ve fırsat eşitliği konusunda da ciddi soru işaretleri doğuruyor. Eğitim imkânlarına ulaşımda farklılıklar, maddi olanaklar, ailelerin ilgi ve desteği çocukların başarı şansını belirliyor. Bu da “eşit sınav ortamı” iddiasını gölgeleyen en büyük faktörler arasında yer alıyor.

    Bu sınavlarda en önemli meselelerden biri de sınavın asli amacından uzaklaşıp, yalnızca test çözme ve notlara odaklanan bir sistem hâline gelmiş olması. Çocuklar, sınava hazırlanırken gerçek anlamda bilgi ve anlayış yerine sınav teknikleri ve başarısına odaklanıyor. Bu durum, onların eleştirel düşünme, yaratıcı çözüm üretme gibi en temel becerilerinin gelişimini engelliyor.

    Psikologlar, sınavların çocukların yeteneklerini doğru biçimde ölçmediğini ve onların gerçek yaşam becerilerini yansıtmadığını söylüyor. Bu yaklaşım, sadece belirli sınav başarısına dayalı sağlıksız bir yarışa dönüşüyor.

    Sonuç olarak, LGS’nin temel amacının gençlerin yeteneklerini ve potansiyellerini ortaya çıkarmak değil, onların üzerindeki psikolojik yükü artırmak olduğu aşikâr. Okul ve eğitim sistemimiz, bu sınavları aşmak yerine, çocuklarımıza özgüven aşılayan ve onlara ilgi ve yetenekleri doğrultusunda gelişme imkânı sağlayan bir yapıya dönüşmeli.

    YKS

    Lise son sınıf öğrencileri ve liseden başarıyla mezun olan gençlerimiz, büyük bir gayret ve heyecanla Yükseköğretim Kurumları Sınavı’na (YKS) hazırlanıyor. Üniversite hayalleriyle yanıp tutuşan öğrencilerin umutları bu sınava bağlanmış durumda. Ancak son yıllarda yaşanan deneyimler ve gözlemler, YKS’nin yalnızca bir kariyer kapısı değil, aynı zamanda gençler üzerinde ciddi olumsuzluklar yaratan bir sınav hâline geldiğini gösteriyor.

    YKS, ülkemizde gençlerin eğitim hayatında önemli bir dönüm noktasıdır. Ancak bu sınavın uygulama şekli, pek çok sorunu da beraberinde getiriyor. Günlerce süren yoğun çalışmalardan sonra, öğrenciler adeta bir yarışın ortasında kalıyor. Sınavın psikolojik yükü, sınava hazırlanan gençlerin özgüvenini sarsıyor. Üst üste yapılan sınavlar, çocuklarda kaygı, stres ve başarısızlık korkusunu büyütüyor. Bu durum, ruh sağlığını olumsuz etkileyerek başarıyı ve motivasyonu gölgelemeye başlıyor.

    Bir diğer sıkıntı ise sınavın adil olmayan koşullarda gerçekleşiyor olmasıdır. Maddi durumu iyi ailelerin çocuklarına sağlanan ek kurslar, özel dersler ve eğitim imkânları, başarıdaki farkı derinleştiriyor. Eşit şartlar altında yarışmak isteyen gençler, fırsat eşitsizliği yüzünden adil bir değerlendirmeden mahrum kalıyorlar. Bu durum yalnızca eğitimde değil, adalet duygusunda da ciddi sorunlar yaratıyor.

    Ayrıca sınavın düşük başarı oranları ve yalnızca test çözme becerisine dayalı olması, öğrencilerin geniş ve farklı yeteneklerini göz ardı ediyor. YKS, öğrencilerin eleştirel düşünme ve yaratıcı problem çözme becerilerini değil, bilgi tekrarı ve hız üzerine kurulu bir yarış hâline getirildi. Bu sistem, gençlerin gerçek potansiyellerini keşfetmelerini engelliyor ve onları sadece sınav başarısına odaklanmış bireylere dönüştürüyor.

    En önemli sorunlardan biri de geleceğin mesleklerini ve yaşamlarını şekillendiren bu sınavın, gençler üzerinde yarattığı büyük baskıdır. Çocuklar, sınav stresi altında potansiyellerini değerlendiremeden, özgüven ve severek/isteyerek öğrenme ortamını kaybediyorlar. Bu durum, yalnızca şu anki sınav dönemiyle sınırlı kalmayıp, gençlerin yaşam kalitesini ve psikolojik sağlıklarını tehdit ediyor.

    Sonuç olarak, YKS, amaca ulaşmanın yolunu değil, gençler üzerinde ciddi psikolojik ve sosyal yükler yaratan bir sınav sistemine dönüşmüş durumda. Eğitim sistemimizin, gençlerin yeteneklerini ve potansiyellerini serbestçe ortaya çıkarabilecek, adil ve sağlıklı bir ortam sunması gerekiyor. Gelişmiş ülkelerde eğitim, sınavdan çok bireylerin farklı yeteneklerini destekleyen ve özgüveni artıran bir yaklaşımla şekilleniyor. Bizim de, gençlerimizin hayallerini ertelemeden, onlara güvenle ve sevgiyle yaklaşan bir eğitim reformuna ihtiyacımız var.

    Umarım dikkate alınır.
    Mutlu haftalar, keyifli okumalar.

    Devamını Oku

    1 Adam 1 Veda

    1 Adam 1 Veda
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Kıymetli okuyucularım,
    Geçtiğimiz hafta ülkemizde ve dünyada birçok önemli gelişme yaşandı. Dünya İsrail-İran savaşını konuşurken, ülkemizde farklı bir gündem vardı. Birçoğumuzun ismini ilk defa duyduğu ama vefatıyla ilk kez tanıma fırsatı bulduğumuz ve acısını en derinden hissettiğimiz bir siyasetçiden bahsedeceğiz bugün. Gelin hep birlikte sağcısı-solcusu, milliyetçisi-ulusalcısı, muhafazakârı-ateisti bir araya toplamayı başarabilen Ferdi ZEYREK’i yakından tanıyalım.

    Ferdi ZEYREK…
    Manisa doğumlu olan ZEYREK’in asıl mesleği mimarlık. Bu alanda da kendi şirketi var. Manisa Mimarlar Odasında uzun süre başkanlık yapmış, Fenerbahçe kongre üyesi, bir dönem Manisaspor yöneticiliği ve en önemlisi 3 kız evlat sahibi, iyi bir baba…
    Siyasette çok eski değil. 2019 yerel seçimlerinde belediye meclis üyeliğine seçilmiş; ardından 2023 yılından itibaren Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) Manisa İl Başkanlığı görevini yürütmüş. 2024 yerel seçimlerinde ise %57,25 oy alarak Manisa Büyükşehir Belediye Başkanı seçilmiş. Mevcut büyükşehir belediye başkanları arasında en genci oydu; partisinin Manisa tarihinde en yüksek oyu alan adayıydı, seçimde en yakın rakibine neredeyse %100 fark atmıştı.
    Kısacası ZEYREK’in hem siyasi kariyerinde hem de sivil toplum kuruluşlarında yükselen bir başarı grafiği vardı.

    Vefatı…
    Başarılı Başkan, 6 Haziran’da kendi ikametinde yaşanan talihsiz bir kaza sonucu hastaneye kaldırılmış ve maalesef 3 gün süren yaşam mücadelesine daha fazla direnememiş, 9 Haziran’da hayatını kaybetmişti.
    Yaşanan talihsiz kaza bir ihmal sonucu mu, yoksa hayatın olağan akışı ile karşılaşılabilecek bir olay mıydı, bunu bilmemiz mümkün değil. Adalet Bakanı bizzat konuyla ilgilendiğini beyan etmiş, gerekli soruşturmalar ve açıklamalar yapılacaktır elbette.
    Ferdi Başkan yaşam mücadelesi verirken her gün on binlerce kişi hastane önüne akın etmiş, dualarla başkana destek olmuştu.
    Maalesef, 48 yaşında gencecik bir hizmet adamının, yaptıklarıyla herkesin ve her kesimin takdirini kazanan bir başkanın, bir kardeşin, bir ağabeyin, bir babanın bu hayata “elveda” demesi çok üzdü sevenlerini.

    Vedası…
    Ölüm, her canlının er ya da geç karşılaşacağı, hepimizi bekleyen, bilinen bir son. Kimi henüz doğarken hayata gözlerini yumar, kimi uzun yıllar yaşar.
    Aslında yaşadığımız kadar, bu hayattan giderken arkamızda bıraktığımız intiba da önemlidir insanoğlu için.
    Yazımızın en başında da belirttik, birçoğumuz ismini ilk kez duyduk ama hikâyesi, yaptıkları ve vedası derinden sarstı hepimizi.
    Son dönemlerde ülkemizde siyasi anlamda karşıt görüşlerin birbirlerine ithamları, kavgaları ve çekişmelerinden toplum olarak sıkıldığımız bir dönemde bir belediye başkanı etrafında her düşünceden insanın bir araya gelmesi ve kenetlenmesi hepimizi şaşırttı.
    Yaşam mücadelesinde olduğu gibi cenazesinde de her türlü siyasi düşünceden insanın bir araya gelerek yan yana saf durması, son dönemlerde ülkemizde görülmeyen ama istenen ve beklenen bir tabloydu.
    Son seçimlerde rakibi olan adaylar, rakip partilerden belediye başkanları, milletvekilleri ve kendisine oy vermeyen ama törende bizzat bulunan on binlerce kişi vardı cenazesinde.
    Bu ülke, çok önemli görevlerde bulunup cenazesinde tabutuna omuz verecek adam bulunamayan törenler de gördü. O açıdan Ferdi Başkan’ın cenaze töreni, birleştirici ve hoşgörü açısından anlamlıydı.
    Ferdi Başkan aramızdan erken ayrıldı, genç yaşta vedası hepimizi üzdü. Ailesine sabırlar diliyoruz.
    Burada önemli olan bir husus daha var: Allah herkese, arkasında güzel intibalar bırakacağı, kimsenin tek kelime kötü söz söyleyemeyeceği bir ömür versin. Kısa ömrüne çok büyük erdemler sığdırmış.
    Ailesi için bunlar bir nişane ve onur olarak ömür boyu taşıyacakları bir gurur olacaktır.
    Böyle ayrılıklar, ayrılırken herkesi ve her kesimi bir araya getirmek herkese nasip olmaz.

    Ders Niteliğinde Bıraktıkları…
    Ferdi Başkan, aramızdan ayrılırken bizlere, siyasetçilere ve ölümü unutanlara çok büyük dersler bıraktı.
    Öncelikle iyi bir insan olursanız, hayattayken olduğu gibi veda ederken de on binlerce kişi sizinle olur, sizi son yolculuğunuzda yalnız bırakmaz. Unutmayın, makamlar geçici; insan olmak bakidir.
    Asıl olan, insanların size koltuğunuzdan ve sahip olduğunuz makamdan dolayı değil, kişiliğinizden ve karakterinizden dolayı saygı göstermeleri ve muhabbet beslemeleridir.
    Gerek yaşadığı talihsiz kaza ile ilgili, gerekse vefatı ile ilgili olumsuz ve tasvip etmeyeceğimiz davranışlarda ve ithamlarda bulunanlara da birkaç kelam edilebilirdi belki ama o zaman biz de onlar gibi oluruz, onlardan farkımız kalmaz.
    İnsan kalabilmek için yoğun çaba sarf ettiğimiz günlerde nefsimize yenilmeden “insan” olmaya gayret edelim…

    Ruhun şad, mekânın cennet olsun Ferdi Başkan. Geç tanıdık seni, erken kaybettik…

    Devamını Oku

    Radar Meselesi

    Radar Meselesi
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Kıymetli okuyucularım,

    Öncelikle Kurban Bayramınızı tebrik eder, sevdikleriniz ile nice mutlu bayramlara erişmenizi temenni ederim.

    Gönül isterdi ki bu hafta yazımızda sadece Kurban Bayramı’ndan ve faziletlerinden bahsedelim ama bayram öncesinde başlayan ve bayram boyunca devam eden bir “radar” gündemi var ülkemizde.

    İçişleri Bakanı Sayın Ali Yerlikaya’nın her 30 km’de bir radar uygulaması olacağını açıklamasının ardından tepkiler ardı ardına geldi.

    İçişleri Bakanı, radarların güvenlik nedeni ile kurulduğunu açıklasa da toplumda “ceza tuzağı” ve “gelir kaynağı” olduğu şeklinde bir algı oluştu.

    Herkes kendine göre bir açıklamada bulundu elbette ama olaya farklı açılardan bakmanın ve değerlendirmenin faydalı olacağı kanaatindeyim.

    Öncelikle radar hakkında birkaç bilgi verip, ardından vatandaşımızın radar konusundaki tepkisine değinerek trafik kazalarındaki acı bilançodan söz edecek, son olarak da ne yapmamız gerektiğinden bahsedeceğiz.


    Yerli ve Milli Radar Cihazı

    Radar uygulamaları, öncelikle toplumda algılandığı şekliyle bir tuzak değildir. Dünyanın her yerinde insanların güvenliği ve sağlıklı bir sürüş gerçekleştirebilmeleri için hız limitlerini ölçen ve belirlenen yerlerde hız sınırlarını aşan sürücüleri tespit ederek cezai işlem uygulanmasına yol açan bir sistemdir.

    Uzun yıllardır ülkemizde uygulanmakta olan radar sistemi, 2024 yılından itibaren Savunma Sanayii Başkanlığı tarafından geliştirilen yapay zekâ destekli yerli ve millî cihazlarla yerine getirilmektedir.

    Yeni nesil mobil hız tespit cihazı, herhangi bir operatöre ihtiyaç duyulmadan, tüm hava şartlarında, gündüz ve gece tüm araçların plaka, araç cinsi ve hız verilerini okuyabiliyor.

    Yapay zekâ tarafından tespit edilen her bir araca ait hız, fotoğraf ve geçiş zamanı Emniyet Genel Müdürlüğü sistemine gönderiliyor. Yeni nesil mobil hız tespit cihazı, ihlal yapan araçlara ait verileri anlık olarak trafik ekiplerine bildiriyor.

    Yerli ve millî yeni tip radar cihazları, Emniyet Genel Müdürlüğü tarafından yapılan hız ihlal yazılımı ile entegre edilerek “Mobil Hız Tespit Sistemi” geliştirilmiştir.

    Kısacası, yeni nesil yerli ve millî radar cihazları ve yazılımları ile trafikte hız ihlalinden kaçmak artık mümkün değil.


    İnsanlar Neden Tepkili?

    İçişleri Bakanı’nın radar uygulaması açıklamasından sonra birçok eleştiri geldi elbette. Toplumda, uygulamanın devletin mali açığını trafik cezaları ile kapatma gayretinde olduğu şeklinde söylentiler dolaşmaya başlarken bir kesim ise ekonomik anlamda zor bir eşikten geçilen bu dönemde trafik cezalarının vatandaşın belini iyice bükeceğini söylüyordu.

    Genel anlamda bu eleştirilerin yanında bir diğer eleştiri ise radarların yerleri ile ilgiliydi.

    Özellikle ani hız limiti düşüşlerinde ve otoyoldan normal yollara çıkışlarda radar uygulamalarının, belirli bir süredir araç kullanan şoförlerin reflekslerindeki değişkenlik, hızın yavaşlaması nedeniyle hızlı reaksiyon alamayarak mecburen radar uygulamasına takıldıkları şeklindeydi.

    Vatandaşımız kendince haklı. Elbette eleştirilerde bulunacak ama konunun birinci muhatabı İçişleri Bakanlığı, bu uygulamanın can kaybı kısmı ile ilgileniyor.

    Her yıl yüzlerce insanımızı kaybettiğimiz ve bayram sonrası dönemlerde gazetelerde sıkça yer alan “Bayramın acı bilançosu” veya “Bayramda yollar kan gölüne döndü” gibi manşetlere bir son vermek istiyor Bakanlık. Bunda da sonuna kadar haklı. Ben uygulamanın doğru ve yerinde olduğunu da söylemeden geçemeyeceğim.


    Trafik Kazalarında Acı Bilanço

    Son radar uygulaması, maalesef önceki yıllarda yetkililerin kurallara uymamız noktasında uyarılarını dikkate almamamız, kamu spotlarını görmezden gelmemiz ve hem kendi hem de sevdiklerimizin hayatını önemsemememiz neticesinde alınmış bir karardır.

    Klasikleşmiş bir söz vardır, “Canını al, parasını alma” diye. Yetkililer de son çare bizleri, maalesef en sevdiğimiz şeyle, yani parayla kurallara uydurma yoluna gittiler. Gayet de haklılar. Biz eğer daha önce kurallara uysaydık, bugün bu kadar yoğun uygulamalar ile karşılaşmazdık.

    Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) verilerine göre, 2024 yılında 6.351 vatandaşımız yaşanan trafik kazalarında yaşamını yitirdi. Bu rakam 2023 yılında 6.548 iken, 2022 yılında 5.229’du.

    2015-2024 yılları arasında (son 10 yılda) toplam 62.761 vatandaşımız yaşanan trafik kazalarında yaşamını yitirdi.

    Yaşanan can kayıplarına ve olaylara bir de bu açıdan baktığımızda aslında son uygulamanın ne kadar yerinde olduğunu anlamamız gerekir.


    Ne Yapmalı?

    Öncelikle para cezası yememek için kurallara uyma alışkanlığından ziyade, hem kendi canımız hem de bir başkasının da hayatını korumak için kurallara uymalıyız.

    Bu tür uygulamaların ceza değil, bizlerin daha önceki ikaz ve uyarılara gerekli olumlu reaksiyonu göstermediğimiz için karşımıza çıktığını unutmayalım.

    Kontrollü ve gerekli yasal sınırlarda araç kullanmayı alışkanlık hâline getirmenin, er ya da geç kazanılması gereken bir davranış olduğunu aklımızdan çıkarmayalım.

    Kurallara uyduğumuz, kazaların ve can kayıplarının en az olduğu mutlu bir bayram dilerim.

    Sevgi ve saygılarımla.

    Devamını Oku

    Emniyet Teşkilatında Yeni Dönem

    Emniyet Teşkilatında Yeni Dönem
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Geçtiğimiz hafta emniyet teşkilatında bir dönem kapandı ve yıllardır kurumda yetkili olan sendika, yapılan sayımlar neticesinde bu unvanını Emniyet Teşkilatı Sendikasına devretti.

    Yardımcı Hizmetler Sınıfı (YHS), 3600 ek gösterge, emeklilikte harçsız silah ruhsatı, görevde yükselme, unvan değişikliği sınavı, mülakatlarda yaşanan sorunlar gibi kronikleşmiş problemlerin yıllardır çözümünü bekleyen memurlar bu defa “yeter” diyerek uzun yıllardır yetkili olan sendikaya kırmızı kart gösterip yetkiyi elinden aldı ve Emniyet Teşkilatı Sendikasına verdi.

    Neden Emniyet Teşkilatı Sendikası?

    Anayasa Mahkemesinin 2014 yılında Emniyet Teşkilatında görev yapan sivil memurların sendikaya üye olma, sendika kurma ve yöneticisi olmalarının önünü açmasıyla teşkilatta, temelleri farklı kurumlarda olan birçok sendika faaliyet yürütmeye başladı.

    Tamamı emniyet teşkilatında aktif görev yapan personel tarafından “Bizi bizden başka kimse anlamaz” mottosuyla 2022 yılında kurulan Emniyet Teşkilatı Sendikası, kısa bir süre içerisinde 81 ilin tamamında teşkilatlanmasını tamamlayarak yapmış olduğu saha çalışmalarıyla dikkatleri üzerine çekti.

    Kuruluşunun üzerinden henüz 3 yıl gibi kısa bir süre geçmesine rağmen Emniyet Teşkilatı gibi köklü bir kurumda yetkili sendika olan Emniyet Teşkilatı Sendikası, yıllardır faaliyet yürüten sendikaları geri bırakarak bu başarıyı elde etti.

    Emniyet Teşkilatı Sendikasının kurum yetkili sendikası olmasında;

    • Samimi yaklaşım, kurucu, üye ve yöneticilerinin tamamının teşkilat mensuplarından oluşması, sorunlara karşı hızlı aksiyon alma, üyelerine sağladığı hukuki destek,
    • Klasik sendikacılık faaliyetlerinin emniyet teşkilatında yetersiz kalması ve işlevsiz hale gelmesi,
    • Yıllardır yetkili olan sendikaların vermiş olduğu sözleri yerine getirme noktasında karnesinin zayıf olması,
    • Bugüne kadar yetkili olan sendika yöneticilerinin “Emniyet teşkilatını karşımıza almayalım” yaklaşımı nedeniyle üyelerini mağdur etmesi,
    • Emniyet Teşkilatı Sendikasında bürokrasi ve protokol gibi kavramların minimize edilerek her bir üyenin dilediği saatte genel merkez yöneticilerine ulaşabilmesi,
    • Teşkilatın sorunlarına vakıf olmayan, çalışma sistemi ve prensibi gibi kavramlara aşina olmayan kurum dışı sendikaların yaşattığı aksaklıklar, Emniyet Teşkilatı Sendikasının tercih edilmesinde önemli faktörler olarak karşımıza çıkmaktadır.

    Promosyon Görüşmeleri ve Emniyet Teşkilatı Sendikası

    Emniyet teşkilatında bu yıl yapılacak olan promosyon miktarı, son günlerde teşkilat içerisinde en fazla dillendirilen ve üzerine yorum yapılan konuların başında gelmektedir. Alım gücünün zayıflaması, artan yaşam maliyetleri ve enflasyona bağlı hayat pahalılığı memurun belini bükmekte ve geçim sıkıntısı ile karşı karşıya bırakmaktadır.

    Emniyet teşkilatında promosyon miktarının henüz belli olmamasına rağmen memurlar, ödemelerini, borçlarını ve ihtiyaçlarını promosyondan gelecek toplu paraya göre planlamaktadır.

    Yaklaşık 450.000 personelin bulunduğu teşkilatta ortaya çıkacak olan miktarın, kesinlikle herkesi memnun edecek bir seviyede olması elzemdir.

    Bu yıl, geçtiğimiz yıllardan farklı olarak kurum yetkili sendikası olarak promosyon pazarlık masasında Emniyet Teşkilatı Sendikası da olacak.

    Teşkilat içerisinden bir Sivil Toplum Kuruluşunun (STK) promosyon pazarlık masasında olması teşkilatımız açısından bir kazanım olmasının yanında farklı bir anlamı daha var. Bu sene emniyette aktif görev yapan memurlar, doğrudan promosyon masasında kendi ve beraber görev yaptığı arkadaşlarının hakkını savunacak, hak ettikleri miktarı almaları için çaba sarf edecek.

    Emniyet Teşkilatı Sendikası, ortaya atılan ve iddia edilen miktarların yerine daha realist, bilimsel ve kurumsal verilere dayanan, ülkenin güncel ekonomik şartlarının dikkate alındığı derinlemesine analiz içeren çalışmasını tamamlamış olup önümüzdeki günlerde bu konuda kamuoyuna bilgilendirme yapacaktır.

    “Birimiz hepimiz, hepimiz birimiz” anlayışı ile hareket eden Emniyet Teşkilatı Sendikası, “Bizi bizden başka kimse anlamaz” mottosuyla çıktığı bu yolda promosyon masasından her bir emniyet mensubunun tatmin olacağı bir miktar için gereğini yapacağından şüphemiz yoktur.

    Polisler Ne İstiyor?

    180 yıllık şanlı tarihi ve başarılarıyla gurur duyduğumuz Türk Polis Teşkilatında yaşanan intiharlar ve üzücü olaylar toplumda infial yaratmakta ve bizleri derinden sarsmaktadır.

    Memuru, amiri, müdürü fark etmeksizin en fazla çalışan, görevini büyük bir özveriyle yapan teşkilat mensuplarımız maalesef ekonomik anlamda zor günlerden geçmektedir.

    Ekonomik sıkıntıların yanında fazla iş yükü de eklenince maalesef mutsuz polis sayısı her geçen gün artmakta, mesleği bırakma noktasında yeni arayışlara girmektedir. Peki, polisler ne istiyor?

    • Keyfi görevlendirmelerin önüne geçilmeli,
    • Çalışma saatleri belirli bir düzene oturtularak kanun ile güvence altına alınmalı,
    • Özlük hakları acilen düzeltilmeli, maaşlarına ciddi anlamda artış getirilmeli,
    • İstanbul, Ankara, İzmir gibi büyükşehirlerde görev yapan emniyet mensuplarına özel tazminat verilerek, maddi sıkıntılarının önüne geçilmeli,
    • Sadece belirli birimlerde değil tüm birimlerde 12/36 çalışma sistemine geçirilerek personelin daha fazla istirahat etmesi sağlanmalı, çalışma sistemi kanunla garanti altına alınmalı,
    • Bürolarda çalışan polisler sahada aktif olarak görev almalı, bürolarda sivil memurlar görevlendirilerek hem insan kaynakları yönetimi anlamında hem de kurumsal hafıza açısından kaynak sağlanmalı,
    • Polislere diğer memurlardan farklı olarak senede en az 10 gün fazladan izin tanımlaması yapılarak personelin moral ve motivasyonu artırılmalı,
    • Orduevlerinde olduğu gibi kendi personeli harici konaklamalara müsaade edilmeyerek polisevlerinde yer bulma sorununun çözülmesi, ayrıca polis kampları sayısının artırılarak personele uygun şartlarda tatil imkânı sunulmalı,
    • Büyükşehirlerde lojman sayısı artırılarak mümkün olan en üst seviyede personelin lojmandan faydalandırılması sağlanmalı,
    • Maç, miting, konser gibi görevlere giden polislere “ek görev ücreti” adı altında ödeme yapılmalı,
    • 7/24 esasına göre çalışan polis merkezlerine personel takviyesi yapılarak bir ekibin müdahale ettiği olay sayısının azaltılması sağlanmalı,
    • Amir ve müdür maaşları, emsal kurumlarda görev yapan mevkidaşlarının düzeyine çıkartılmalıdır.
    • Aile bütünlüğü ve huzuru göz önünde bulundurularak 2. Şark görevi kesinlikle kaldırılmalıdır.

    Emniyet Müdürleri İçin Mevzuat Değişikliği mi Geliyor?

    Son günlerde kaymakam ve valilerin emniyet teşkilatında ilçe emniyet müdürü ve il emniyet müdürü olarak atanmasının yolunun açılacağı ile ilgili bir iddia dolaşmakta. Diğer bir iddiaya göre de 1. sınıf emniyet müdürlerinin ilçe emniyet müdürü olarak atamasının yapılmasının önünü açacak bir mevzuat değişikliğine gidileceği söylentisi var.

    Öncelikle, mazisi 180 yıllık bir teşkilatta yapılacak her türlü düzenleme derinlemesine analiz edilmeli ve üzerinde çalışılarak o şekilde yapılmalıdır.

    Kurum içi dinamikler iyi hesap edilerek mesleki aidiyeti zayıflatacak, kariyer basamaklarını değersizleştirecek ve mesleki statü ile itibarını zedeleyecek her türlü düzenlemeden uzak durulmalıdır.

    Bu teşkilatta Polis Akademisinde eğitim almış ve yıllardır büyük bir özveri ile görev yapan amir ve müdürlerin hiyerarşik yapılarını bozacak köklü değişikliklerin önüne geçilmelidir.

    Özellikle emniyet teşkilatının icra etmiş olduğu görev, hukuki sorumlulukları ve devasa insan kaynakları ile sadece Genel Müdürlük altında yönetilmesi yerine, Güvenlik Müsteşarlığı ya da Güvenlik Bakanlığı adı altında yeniden teşkilatlandırılarak hem mesleki statünün yükseltilmesi elzem bir hal almıştır.

    Mutlu haftalar, keyifli okumalar.

    Devamını Oku

    19 Mayıs 1919: Bir Ulusun Uyanışı

    19 Mayıs 1919: Bir Ulusun Uyanışı
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Asil toplumların şanlı kahramanlık destanları olur. 19 Mayıs 1919 tarihi de bir toplumun topyekûn ayağa kalktığı ve kurtuluş mücadelesi başlattığı bu şanlı destanlardan biridir.
    Osmanlı İmparatorluğu’nun I. Dünya Savaşı’ndan yenik çıkmasının hemen ardından, 1918 yılında dayatılan Mondros Ateşkes Antlaşması ile işgal edilen Anadolu toprakları, milletin bağımsızlık idealini tehdit ediyordu. Halk umudunu kaybetmiş, esaret ve teslimiyet ile karşı karşıya kalmıştı.
    Gelinen süreçte ya özgürlüğü kısıtlanmış ve başka ülkelerin güdümünde bir devlet olarak yolumuza devam edecektik ya da topyekûn kurtuluş mücadelesine başlayacaktık.
    Tam da bu yol ayrımında, sarı saçlı, mavi gözlü dev adam Mustafa Kemal ATATÜRK, “Bu böyle gitmez.” diyerek bir toplumun yeniden ayağa kalkmasında, umutlarının yeşermesinde ve özgürlük mücadelesi için “Biz de varız!” denmesinde önemli bir görev üstlenmiştir.
    Mustafa Kemal Paşa, millî direnişi örgütlemek ve ulusun kaderini tayin etmek amacıyla, gizlice ve kararlı bir şekilde yola çıkarak 19 Mayıs 1919’da Samsun’a varmıştı. Bu tarih, onun Türk milletine ve millî mücadeleye çağrı yaptığı, direniş hareketinin fitilini ateşlediği gündür.
    Samsun’dan başlayan bu yolculuk, Amasya Genelgesi, Erzurum ve Sivas Kongreleriyle devam etti. Bu kongreler, milletin kendi bağımsızlık iradesini ortaya koyduğu, kararlar aldığı ve ortak bir mücadele etme kararı verdiği önemli dönüm noktalarıdır. Birlik ve beraberlik içinde yürütülen bu süreç, büyük zaferlerin temelini oluşturmuştur.

    Kurtuluş Savaşı’nın Temelleri: Samsun
    Samsun, bir toplumun millî direniş ruhunun aşılanması ve bağımsızlık isteğinin, direniş azminin simgesi olmuştur.
    Mustafa Kemal Paşa ve silah arkadaşları, burada millî mücadelenin ilk adımlarını atarak Amasya Genelgesi’ni hazırlamış ve ulusun kaderini tayin eden kararlar alınmasını sağlamıştır.
    Samsun’da atılan bu adım, Osmanlı’nın son günleri değil; Türkiye Cumhuriyeti’nin doğuşuna atılan en önemli tohumdu.
    Samsun’dan başlayan yolculuk, sadece bir başlangıç değil, milletin kaderini değiştiren bir devrimdi. Uğrunda savaşlar verildi; yitip giden canlar, döktükleri kanlar, belirli bir istikamet için canlarını ortaya koyan kahramanlıklar… Tüm bunlar, azimli ve fedakâr milletimizin bağımsızlık yolundaki kararlılığının göstergesidir.

    19 Mayıs 1919’un Günümüzde Önemi
    Bugün 19 Mayıs. Cumhuriyetimizin kurucusu Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün önderliğinde, tarihî bir dönüm noktasının başlangıcını anıyoruz. Bu tarih sadece bir gün değil; bağımsızlık ateşimizin yakıldığı, milletimizin kaderini değiştiren kahramanlık destanının ilk sayfasıdır.
    Atatürk’ün o büyük inancı ve öngörüsü sayesinde milletimiz zor zamanlarda birleşti. 19 Mayıs, gençliğe ve geleceğe güç veren, bir mavi gözle baktığımız, umutla yoğrulmuş bir başlangıçtır.
    Bugün, yalnızca gençlerimizin bayramı değil; aynı zamanda kahramanlık ve fedakârlık destanını hatırlatan bir anıttır.
    Unutmayalım; 19 Mayıs, sadece bir tarih değil, özgürlüğün, bağımsızlığın ve milletimizin kahramanlık öyküsünün başlangıcıdır. Mustafa Kemal Atatürk’ün izinde ilerledikçe, geleceğimizi aydınlatmaya devam edeceğiz.
    Her 19 Mayıs’ta gençler ve halk bu büyük mücadelenin anlamını tekrar hatırlıyor. Bu özel gün, sadece bir anma günü değil; aynı zamanda gençliğin ve geleceğin teminat altına alındığı, Atatürk’ün “Gençlik, bizim geleceğimizdir.” sözünün anlam kazandığı bir gündür.
    Atatürk’ün önderliğindeki bağımsızlık hareketi, millî mücadele ruhunun ve millî bağımsızlık düşüncesinin en güzel örneğidir. En büyük mirasımız olan özgür ülkemizi korumak ve daha ileriye taşımak için bu ruhun yaşatılması ve gençlere emanet edilmesi gerekiyor.
    İşte 19 Mayıs 1919, bizim için sadece bir tarih değil; milletimizin bağımsızlık ve özgürlük yolundaki kararlılığının ve azminin simgesidir. Bugün, geçmişimize sahip çıkmak, gençlerimize umut ve ilham olmaya devam etmek için en güzel fırsattır.
    Atatürk’ü ve silah arkadaşlarını rahmetle anıyor, onların gelecek nesillere miras bıraktığı özgürlük ve bağımsızlık ruhunu yaşatıyoruz. Çünkü bizler, onların mirasına sahip çıkmak ve Türkiye’yi daha aydınlık yarınlara taşımakla yükümlüyüz.

    Rahmet, saygı ve minnetle…

    Mutlu Haftalar, Keyifli Okumalar.

    Devamını Oku

    2025 Aile Yılı

    2025 Aile Yılı
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Dünyamız hızla değişiyor, teknolojinin hayatımıza entegrasyonu artarken aile yapıları ve ilişkileri de aynı oranda evriliyor. Aile, sevgi, saygı ve anlayışın sınandığı, kuşaklar arasında köprüler kuran en kıymetli kurumdur. Bir yandan modern yaşamın hızına alışırken, diğer yandan da aile bağlarımızı sağlam tutmak giderek zorlaşmaktadır.

    Geçtiğimiz aylarda 2025 yılı, Cumhurbaşkanlığı tarafından “Aile Yılı” olarak ilan edildi. Tüm kamu kurum ve kuruluşlarına, bir yıl boyunca yapılacak iş ve işlemlerin aile teması altında daha hassas bir şekilde değerlendirilmesi noktasında bir dizi talimat gönderildi, hatta kurumlar kendi içlerinde tamimler yayımlayarak bu hususa dikkat edilmesi noktasında uyarılarda bulundu.

    Böyle bir kararın alınması elbette son derece kıymetli ve değerlidir. Fakat uygulama noktasında kurumlara yansıması ve uygulanması daha önemlidir. Burada asıl konu, teoride ve pratikte nasıl bir yol izleneceğidir.

    Öncelikle uygulamanın gerekçesi ve uygulamalardan bahsederek bizlerin de bu konudaki görüşlerine yer vereceğiz.

    “Aile Yılı” Kararının Gerekçesi Ne Olabilir?

    Son yıllarda televizyonlarda yayımlanan sabah kuşağı programları, sosyal medya paylaşım sitelerinde gençlere kötü örnek olabilecek paylaşımlar ve “ünlü” diye tabir edilen bazı şahsiyetlerin yaşam tarzları, gençlerimizi ve aileleri ciddi şekilde etkilemektedir.

    Radyo ve Televizyon Üst Kurulu (RTÜK), özellikle kendi denetim alanına giren televizyon kanalları ile ilgili gerekli yaptırımları göstermeyip ciddi yaptırımlar uygulamadığı şeklinde toplumda bir algı mevcuttur.

    Özellikle Türk aile yapısı üzerinde ciddi dezenformasyona sebep olan bu televizyon kanallarına artık “kanalizasyon” tabirini kullanmak daha doğru hale gelmiştir.

    Bu “kanalizasyonlar” nedeniyle aile içerisinde tahammülsüzlüğün artması, iletişim kültürünün giderek ortadan kalkması ve empati yoksunluğu, maalesef sorunları daha da derinleştirmekte ve çözülemez hale getirmektedir.

    Her akşam farklı kanallarda ekranlara gelen diziler, “zengin kız-fakir oğlan” temasının çok daha ötesine geçmiş; artık okul sıralarında ders tartışmaktan ziyade, bir gece önce seyredilen diziler üzerine yorumlar konuşulur olmuştur.

    Sosyal medyada kısa zamanda çok para kazanma temalı reklamlar artış göstermiş, adı “ünlü” kendisi karanlık birçok ekran yüzünün kürklü yaşantıları, tertemiz beyinli gençlerin aklını çelmeye başlamıştır.

    Dizilerde mafyatik ilişkiler ve illegal işlere özendirilen gençler, okullarda akran zorbalığına ve sokaklarda çeteleşmeye yönlendirilmiştir.

    Boşanmaların ve sokaklarda şiddetin dozajının arttığı, kadınların cinayete, çocukların tacize kurban gittiği bu günlerde, Cumhurbaşkanlığı tarafından “2025 Aile Yılı” ilan edilmesi yerinde bir karardır.


    Aile Yılı Uygulamaları

    2025 Aile Yılı’nın ilan edilmesiyle birçok kurumda aileyi destekleyici projeler uygulamaya konuldu. Türk Hava Yolları, aile uçuşlarında indirim uygularken; Aile Bakanlığı, yeni evlenecek çiftlere maddi destekte bulunacağını açıkladı.

    Devlet desteklerinin yanında, özel sektör de bu kampanyalara destek olarak bazı projeler açıkladı.

    Projeler ve destek elbette güzel, ama bahsedilen destek sadece maddi destekten öteye gitmemektedir. Öncelikle uygulamaların, yazımızın birinci bölümünde belirttiğimiz gerekçelerle aynı paralelde olması gerekmektedir. Aile Yılı kapsamında aileyi tehdit eden olumsuz örnekleri ortadan kaldırmazsanız, bu destekler geçici pansuman olmaktan öteye gitmeyecektir.


    Öneriler

    • Öncelikle RTÜK, aile düzenini bozan, gençlere kötü örnek olan televizyon kanalları ile ilgili yaptırımlar uygulamalı ve bu kanallarda yayımlanan programları yayından kaldırmalıdır.
    • Sosyal medyada kolay yoldan para kazanma, eğitimi önemsiz gösterme, aile hayatını etkileyen ve gençleri suç işlemeye özendiren sosyal medya hesapları ivedilikle kapatılmalıdır.
    • Evlilik öncesi gençlere, aile kavramı ve önemine dair bilgilendirmeler yapılmalı ve her aileye ücretsiz aile danışmanı atanmalıdır.
    • Eğitime önem verilerek, 7 yaşında verilen eğitimin 77 yaşına kadar yansıması olacağının bilincinde olunmalıdır.
    • Aileler ekonomik anlamda desteklenmeli, maddi sıkıntı yaşayan bir ailede huzursuzluğun baş gösterdiği göz ardı edilmemelidir.
    • Kamu kurumlarında çalışan ve en az 1 çocuğu bulunan karı-koca memurlardan birine haftada belirli saatlerde esnek çalışma sistemi getirilmelidir.
    • Sağlık ve güvenlik gibi 24 saat esasına göre görev yapan karı-koca memurların aynı anda her ikisinin de gece görevlendirilmesi uygulamasına son verilmelidir.
    • Atamalarda aile birliği göz önünde tutularak zaman kaybına yol açılmamalıdır.
    • Yeni evlenen çiftlerin 1 yıl boyunca alışverişleri vergiden muaf tutulmalıdır.
    • Kamu kurumlarında yeni evlenen çiftlere lojmanlarda öncelik verilmelidir.
    • Özel sektörde çalışan kadınlara pozitif ayrımcılık yapılmalı, esnek çalışma modeli uygulanmalıdır.

    Sonuç olarak, 2025 yılının “Aile Yılı” ilan edilmesi yerinde ve doğru bir karardır. Uygulanan projeler sadece 1 yılı kapsamamalı, sürekli hale getirilmelidir.

    Aile toplumun temelidir. Aileye değer vermeyen bir toplumun ilerlemesi mümkün değildir.

    Mutlu Haftalar, Keyifli Okumalar.

    Devamını Oku

    Dijital Obezite

    Dijital Obezite
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Kıymetli okuyucularım,
    Bugün, son dönemlerin en çok şikâyet edilen, yolda, sokakta, arabada, restoranda şahit olduğumuz “çocuklarda dijital bağımlılık” problemini konuşacağız.
    Günümüzün çocukluğuna geçmeden önce, bizlerin çocukluğunun geçtiği 80’li yılların başından 90’lı yılların sonlarına kadar olan dönemden bahsedip, o dönemlerde bizlerin neler yaptığını hep birlikte hatırlayacak ve günümüzle kıyaslama imkânı bulacağız.

    80’li-90’lı Yıllarda Çocukluk

    Jenerasyon olarak siyah-beyaz televizyonlardan renkli televizyonlara geçişe, mahallemize ilk sabit hatlı telefonun gelmesine, Türkiye’nin ilk özel televizyon kanalı olan Star TV’nin yayın hayatına başlamasına ve atarilerin çıkışına bizzat tanıklık ettik.
    Televizyonda Susam Sokağı ve Atlı Karınca izleyip, sokakta havanın kararmasına kadar çelik çomak ve futbol oynadığımız, topun sahibinin kaleci olmadığı, diğerlerinin sırayla kalecilik yaptığı dönemleri gördük.
    Hepimizin sosyo-ekonomik şartlarının eşit olmasa da birbirine yakın olduğu, olanın olmayana paylaştığı, paylaşılanın arttığı yıllardı.
    Bayram arifesi yapılan alışverişler, bayramlıklarla beraber yattığımız geceler ve bayram sabahını uyumadan beklediğimiz günlerdi…
    Bayramda el öpmenin, akraba ziyaret etmenin, misafir karşılamanın ve uğurlamanın ayrı bir kültür olduğu zamanlardı.
    Mahallede cenaze olduğunda 10 gün televizyonun açılmadığı, her gün cenaze evine gidilip destek olunduğu, komşuların canı çeker diye piknik bahanesiyle evden uzakta mangal yapıldığı dönemlerde geçti çocukluğumuz.
    Naylon kramponlarla mahalle maçı yapıp, beyaz fanilanın arkasına kalemle numara yazarak forma yaptığımız, maçtan sonra sulama kanalında serinlediğimiz, kazanan-kaybedenden ziyade birlikte vakit geçirmenin değerli olduğu yıllardı.
    Kışın sobanın üzerinde ısınan suda yapılan Çarşamba-Pazar banyoları, tüm hafta sonunu sokakta geçirip yatmadan önce yetiştirilmeye çalışılan ev ödevleri ve okul çantası hazırlama telaşıyla biten pazar akşamları…
    Evet-Hayır Yarışması, Tele Pazar, Kara Şimşek, Bizimkiler, Bir Kelime Bir İşlem, ALF, 7’den 77’ye, Lassie, Susam Sokağı, Atlı Karınca ile geçen bir çocukluk…
    Tablet, telefon ve oyun konsollarının olmadığı ama herkesin mutlu olduğu yıllardı.

    Günümüzde Çocukluk

    Günümüzde teknolojinin hayatımızdaki yerinin giderek arttığı bir gerçek. Çocuklar; tablet, akıllı telefon ve bilgisayar sayesinde hem eğleniyor hem de öğreniyorlar. Ancak bu dijital çağın olumlu yönleri kadar, dijital obezite gibi ciddi olumsuz yönleri de mevcut.
    Yazımızın başında da belirttiğimiz gibi, son dönemlerde hepimizin şikâyet ettiği fakat çözüm bulamadığımız “dijital obezite” problemi her geçen gün büyüyerek devam ediyor. 80’li-90’lı yılların aksine aile, akraba, arkadaş kavramlarının giderek azaldığı, bireyselleşmenin arttığı ve yaygınlaştığı bir döneme geçiş son hızıyla devam ediyor.
    2 yaşından itibaren başlayan dijital obezite, önümüzdeki yıllar için ciddi bir tehdit olarak karşımıza çıkmaktadır.
    Çocukların ekran başında fazla zaman geçirmesiyle ortaya çıkan sağlık sorunları olarak ifade edilen “dijital obezite” nedeniyle uzun süre hareketsiz kalan ve fiziksel aktivitelerden uzaklaşan çocuklar, kilo almaya, obeziteye ve buna bağlı diğer sağlık sorunlarına daha yatkın hale geliyor. Ayrıca, sürekli ekran başında olmak, göz sağlığını olumsuz etkileyebilir, uyku düzenini bozabilir ve sosyal iletişim becerilerini zayıflatabilir.

    Peki, aileler ve öğretmenler bu konuda nasıl önlem alabilir?
    Önemli olan, çocukların ekran zamanını kontrollü ve dengeli bir şekilde ayarlamaktır. Günlük aktivitelerde fiziksel hareketlere, oyunlara ve kitaplara daha fazla yer vermek gerekir. Ayrıca, ekran kullanım saatlerini belirlemek ve bilimsel temellere dayalı sınırlar koymanın etkili olduğu bilinmektedir.

    Buraya kadar olanlar, dijital obezitenin sadece çocuklarımızın sağlığını ilgilendiren yanı. Bir de manevi boyutu var elbette.
    Çarşıda, pazarda, otobüste, trende elinde akıllı telefon, tablet gibi elektronik cihazlara bağımlı, çevresinde olan bitenden habersiz bir nesil ile karşı karşıyayız.
    Paylaşmanın azaldığı, bencilliğin giderek daha belirgin şekilde arttığı günümüzde, çocukluk çağında başlayan bu bağımlılığın bir an evvel önüne geçilmelidir.
    Cenazede ağlamasını, düğünde oynamasını bilmeyen bir nesil geliyor.

    Son olarak, çocuklara teknolojiyi yanlış değil, doğru ve ölçülü kullanmayı öğretmek önemlidir.
    Onların hem dijital hem de doğal dünyayı keşfetmelerini sağlayarak sağlıklı, mutlu ve dengeli bireyler olmalarına destek olmalıyız.
    Unutmayalım, sağlıklı gelecek, teknolojiyi bilinçli ve dengeli kullanımdan geçer.

    Mutlu Haftalar, Keyifli Okumalar.

    Devamını Oku

    DEPREM GERÇEKLERİ

    DEPREM GERÇEKLERİ
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Kıymetli okuyucularım,

    Bugün sizlerle İstanbul’da 23 Nisan tarihinde meydana gelen 6.2 şiddetindeki depremi ve Türkiye’nin deprem ile imtihanını ele alacağız.

    Türkiye, coğrafi konumu nedeniyle dünyanın en aktif deprem bölgelerinden biri üzerinde yer almaktadır. Ülkemizde tarih boyunca yaşanan depremlerde çok sayıda insan hayatını kaybetmiş, şehirler yıkılmış ve toplumsal hayat derinden etkilenmiştir.

    1 Kasım 1940’ta Erzincan’da meydana gelen deprem, Türkiye’nin en büyük felaketlerinden biri olarak kayıtlara geçmiş; 7.9 büyüklüğündeki bu deprem sonucu yaklaşık 33.000 insanımız hayatını kaybetmiş ve şehir büyük ölçüde yıkılmıştır.

    Bu kez tarihler 17 Ağustos 1999’u gösteriyordu. Marmara Bölgesi’ni etkileyen 7.4 şiddetindeki İzmit depremi ciddi bir yıkıma sebep olmuş ve 17.000’den fazla can kaybına yol açarak 250.000’den fazla insanımızın evsiz kalmasına neden olmuştur.

    Henüz İzmit depreminin yaralarını saramamışken, bu kez de 12 Kasım 1999’da Düzce’de meydana gelen 7.4 büyüklüğündeki depremde 800’den fazla can kaybı yaşanmıştır. Bu depremde de yıkım, önemli şehirlerin yakınında gerçekleşmiş olup Türkiye’nin deprem riskine dair farkındalığını bir kez daha artırmıştır.

    Erzincan, İzmit, Düzce derken, bu defa 30 Ekim 2020’de İzmir’in Seferihisar ilçesinde 6.6 büyüklüğünde bir deprem meydana gelmiş; pek çok yapıda ciddi hasarlara neden olmuştur. Deprem sonucunda 114 insan hayatını kaybetmiş ve 1.000’den fazla insanımız yaralanmıştır. Deprem sonrasında 48’i 4 büyüklüğünün üzerinde olmak üzere toplam 3.630 artçı sarsıntı kaydedilmiştir.

    Her depremin acısı ve tahribatı bizleri derinden sarsa da, 6 Şubat 2023 tarihinde Kahramanmaraş merkezli 7.7 ve 7.6 büyüklüğündeki felaket, insanlık tarihinin en yıkıcı depremlerinden biri olarak kaydedilmiş olup; resmi rakamlara göre 50.000’den fazla insanın hayatını kaybetmesine yol açmış, milyonlarca insan depremden etkilenen bölgelerde evsiz kalmıştır.

    23 Nisan 2025 İstanbul Depremi

    Yıllardır “bugün oldu, yarın olacak” denen İstanbul depremi ile ilgili hemen hemen herkesin bir fikri vardı. Televizyon kanallarının değişmez yorumcuları her şeyi yorumladıkları gibi depreme dair de çok şey söylediler. Kimi “bugün olacak”, kimi “yarın olacak” derken bir kesim ise “hiç olmayacak” diyordu. Aslında bilimden ziyade yorumların tartışıldığı ülkemizde bu çok da yadırganacak bir durum değildi.

    23 Nisan 2025 tarihinde, millet olarak 23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı’nı kutladığımız anlamlı bir günde, öğle saatlerinde İstanbul’da meydana gelen 6.2 şiddetindeki deprem, daha öncekilerde olduğu gibi hayatımızı alt üst etti. GSM şirketleri yine gereğini yaptı ve alışılmış şekilde insanları mağdur etti, trafikte yoğunluk yaşandı, benzin istasyonlarında uzun kuyruklar oluştu ve marketlerde olağanüstü bir kalabalık ve alışveriş telaşı yaşandı.

    Bu senaryolara pek yabancı sayılmayız aslında. Deprem ülkesi olarak sık sık yaşadığımız ve her depremden sonra konuştuğumuz klasik sorunlar. Burada tek sevindirici tarafı, depremin kısa süreli olması ve can kaybının yaşanmamasıdır.

    Sonuç

    Türkiye tarihindeki bu büyük depremler, toplum üzerinde kalıcı izler bırakmıştır. Depremlerle ilgili yapılan araştırmalar ve geliştirilmiş olan inşaat standartları, gelecekteki olası felaketleri en aza indirmek için büyük bir önem taşımaktadır. Can kayıpları ve yıkımlar sadece sayılardan ibaret değildir; bu olaylar, geride bıraktıkları acı ve kayıplarla da anılmaktadır.

    Unutmamak gerekir ki, Türkiye’nin deprem gerçeğiyle yüzleşmesi ve dayanıklılık artırıcı önlemler alması, hem mevcut hem de gelecekteki nesiller için hayati bir önem taşımaktadır. Geçmişteki acılardan ders alarak daha güvenli bir geleceği inşa etmek herkesin görevi olmalıdır.

    Öncelikle, deprem için toplanan vergilerin (ÖTV) amacına uygun olarak şehirlerin imarı ve kentsel dönüşümü için kullanılmasının gerektiğini anlamamız gerekir.

    Mutlak surette denetimlerin göstermelik değil, ciddi anlamda; akraba, eş, dost, yandaş demeden titizlikle yapılması elzemdir.

    Müteahhitlerin 3-5 kuruş fazla kazanacağım diye insanların hayatıyla oynamamasını da anlaması gerekir artık.

    Son olarak da, depremden sonra bilim adamları arasında yaşanan tartışmalar olayın farklı bir boyutudur. Toplum olarak deprem uzmanları için bile ayrışmış durumdayız. Herkes kendine bir bilim adamı seçmiş, onu dinliyor, onu kabul ediyor. Bence bilim adamlarına saygı duyalım, dinleyelim; ama önce biz kendimiz depreme hazır olalım, kendimiz birtakım hazırlıklarımızı yapalım. Şu ortamda takım tutar gibi bilim adamı tutmak ilkellikten öteye gitmez.

    Mutlu Haftalar, Keyifli Okumalar.

    Devamını Oku

    5510 Sayılı Kanun Adaletsizliği

    5510 Sayılı Kanun Adaletsizliği
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Son günlerde ülkemizde birçok mağdur kesim gerek sosyal medya gerekse görsel ve yazılı basın aracılığı ile sahip oldukları özlük hakları ile ilgili şikâyet ve taleplerini yüksek sesle dile getirme gayretindeler. Sözleşmeli statüde vatan savunması yapan uzman çavuşlar, kademeli emeklilik mağdurları, Yardımcı Hizmetler Sınıfı (YHS) gibi bizim de bizzat bu köşede dile getirdiğimiz mağdur kesimler var ki taleplerinde son derece haklılar.

    Bugün yine bu köşede toplumda yaşanan bir başka mağduriyete değinerek büyük ayrımcılığa yol açan 5510 sayılı kanundan bahsedecek, neden olduğu hak kayıplarını sizlerin takdirine bırakacağız.

    5510 sayılı kanun ve 5434 sayılı kanun nedir? Kimleri kapsamaktadır?
    Konunun daha iyi anlaşılması için öncelikle 5510 sayılı kanun ile 5434 sayılı kanun hakkında kısa bir bilgi vermek gerekir diye düşünüyorum.
    Eğer ki siz 01/10/2008 tarihinden önce memuriyete başladıysanız 5434 sayılı kanuna tabisiniz, emeklilik haklarınız bu kanun açısından değerlendirilmektedir.
    01/10/2008 tarihi ve sonrasında kamu görevine başladıysanız emeklilik haklarınız açısından 5510 sayılı kanuna tabi olmaktasınız.

    2008 yılında yürürlüğe giren 5510 Sayılı Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası Kanunu ile devlet memurları, 2008 öncesi ve 2008 sonrası olmak üzere ikiye ayrılarak, bir nevi eski memur-yeni memur ayrımını ortaya çıkarmıştır.

    Emekli Maaşında ve İkramiyede Fark Ne Kadar?
    2008 yılında yürürlüğe giren 5510 Sayılı Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası Kanunu, kamu personelinin emeklilik düzenlemelerinde köklü bir değişikliğe yol açmıştır.
    2008 tarihinden sonra göreve başlayan memurlar, emeklilik bakımından işçi ve esnaf ile aynı kurallara tabi hale gelmiş; düzenleme ile memurların emekli aylıkları arasında büyük bir eşitsizlik doğurmuştur.

    5434 Sayılı Kanun’a tabi olan eski memurların emekli aylıkları, statülerine göre belirlenirken; 5510 Sayılı Kanun’a tabi olan yeni memurların emekli aylıkları ise “prime esas kazançlarına” göre belirleniyor. Bu durum, aynı işi yapan memurlar arasında ciddi bir gelir farkı yaratıyor.

    Mesela geçtiğimiz yıllarda memur maaşlarına yapılan 8.077 TL’lik seyyanen zammın prime esas kazanca dahil edilmemesi, emekliliğe etki etmemiş ve büyük bir mağduriyet ortaya çıkarmıştır.
    5434’e tabi memurların emekli aylıkları ek gösterge, makam tazminatı, kıdem aylığı gibi unsurlar ile belirlenirken, 5510’a tabi memurlarda prime esas kazançlar ve ortalama aylık kazanç üzerinden hesaplanırken görev unvanlarının emekli maaşına etkisi bulunmuyor.

    30 yıl görev yapmış ve emekli olmayı planlayan bir devlet memuru 5434’e tabi ise aylık bağlanma oranı %75 ve her ek yıl için %1 artış sağlanır. Kısacası, 30 yıl hizmeti olan birine aylık bağlama oranı %80 olur.
    5510’a tabi memurlarda ise bu durum biraz farklı. 30 yıl hizmet için %50, her ek yıl için %2 artış sağlanır. 30 yıl hizmeti olan memura aylık bağlanma oranı %60’tır.

    Oranları bir kenara bırakıp mevcut şartlarda 5434 sayılı kanun ve 5510 sayılı kanuna göre emekli olan 2 memurun emekli maaşları ve ikramiyelerini hesaplayıp aradaki farkı hep birlikte görelim:
    5434 sayılı kanuna tabi 30 yıl görev yapan bir memur 40.000 TL emekli maaşı alırken,
    5510 sayılı kanuna tabi 30 yıl görev yapan bir memur 30.000 TL emekli maaşı alacaktır.

    Çözüm Nedir?
    Öncelikle aynı kurumda aynı işi yapan 2 memurun 2 farklı kanuna tabi olması kabul edilemez. Devletin asli görevi sosyal adaleti sağlamaktır. Özellikle gelir adaletsizliğinin kurumlarda aidiyeti zayıflatacağı gibi kurumsal başarıyı da doğrudan etkileyecek bir etmendir. Kamuda personel reformu kaçınılmazdır; bir an evvel bu adaletsizliğin giderilerek herkesin eşit şartlarda özlük hakkına sahip olduğu bir çalışma hayatına geçilmelidir. Bu konunun çözüme kavuşturulması elzemdir.

    Mutlu Haftalar, Keyifli Okumalar.

    Devamını Oku

    Türkiye’de Öğretmen Olmak

    Türkiye’de Öğretmen Olmak
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Türkiye’de eğitim sistemi ve eğitimin niteliği, her dönem tartışılan ve eleştirilerin odağında olan bir kavram olarak karşımıza çıkmaktadır. Değişen eğitim sistemleri, güncellenen müfredatlar, öğretmen yetiştirme ve atama yöntemleri, son dönemlerde bu eleştirilerin odağındaki konular olarak dikkat çekmektedir.

    Biz de bu hafta köşemizde, eğitimin olmazsa olmazı öğretmenlerimizin yetiştirilme sistemi, özlük hakları ve toplumdaki sosyal statülerini ele alacağız. Ayrıca, atanamayan öğretmenlerimiz için ayrı bir paragraf açarak yaşadıkları zorluklara değineceğiz.

    Öğretmenlik Mesleğinin Temelleri

    1923 yılında Cumhuriyet’in ilanından sonra, toplumsal hayatta yapılan birçok yenilik ve olumlu gelişmeden eğitim sistemi de etkilenmiş ve 3 Mart 1924 tarihinde Tevhid-i Tedrisat Kanunu çıkarılmıştı.

    Kanunla tüm okullar devlet kontrolüne alınmış, eğitimde yeknesaklık sağlanmış; medrese, tekke gibi eğitim veren kurumların sunduğu eğitim çeşitliliği sona erdirilmişti. Eğitim sisteminin daha modern bir yapıya kavuşması için yapılan bu uygulama ile tüm eğitim kurumları Millî Eğitim Bakanlığı’na bağlanmıştır.

    Cumhuriyet’ten sonra öğretmen ihtiyacının karşılanması için ilk olarak kız ve erkek öğretmen okulları açılmış, daha sonra 1940’lı yıllarda köy enstitüleri ile öğretmen yetiştirme faaliyetleri devam etmiştir. Eğitim Enstitüleri, Öğretmen Okulları gibi farklı isim ve sistemlerle bugünlere kadar gelen öğretmen yetiştirme sistemi, halihazırda Yükseköğretim Kurulu’na (YÖK) bağlı üniversitelerde, 4 yıllık eğitim fakülteleri vasıtasıyla yerine getirilmektedir.

    Buraya kadar her şey normal. Aslında hikâye burada başlıyor. Son günlerde eğitim camiasında tartışılan bir konu var: Öğretmen olarak göreve başlamak, neredeyse deveye hendek atlatmaktan daha zor gözüküyor.

    Öğretmen olmak istiyorsanız, öncelikle üniversite sınavına girerek yeterli puanı almanız gerekiyor. Yeterli puanı aldınız ve istediğiniz bir üniversitenin öğretmenlik bölümüne yerleştiniz. Alanında uzman öğretim üyelerinden dersleri aldınız, Millî Eğitim Bakanlığı’na bağlı okullarda gözlem ve staj uygulamalarını yaptınız. Bir de öğretmenlik mesleğinin olmazsa olmazı pedagojik formasyon derslerini başarıyla tamamlayarak eğitim fakültesinden mezun oldunuz.

    Peki, şimdi öğretmen olarak atanabiliyor musunuz? Elbette hayır. Henüz maratonu tamamlamadınız.

    Şimdi de ÖSYM’nin yapacağı Akademik Giriş Sınavı’na (AGS) girip başarılı olmanız gerekecek. Bu sınavı da geçerseniz, 3-4 dönem (yaklaşık 11 ay) sürecek olan bir eğitime tabi tutulacaksınız ve ardından tekrar yapılacak sınavlarda başarılı olursanız, nihayet öğretmen olacaksınız.

    Kısacası, öğretmen olmayı düşünenleri, okurken bile bizleri yoran bir süreç bekliyor.

    Millî Eğitim Akademisi

    Millî Eğitim Bakanlığı tarafından açıklanan ve 2025 yılı itibarıyla uygulanmaya başlayacak Millî Eğitim Akademileri, son dönemlerde üzerinde en çok tartışılan konuların başında gelmekte. Öncelikle, Millî Eğitim Bakanlığı bünyesinde böyle bir akademinin kurulması gerekli ve önemliydi. Özellikle mesleğe girdikten sonra çağın gereksinimlerine ayak uyduramayan, bilgi teknolojilerini sınıflarında uygulamayan ve branşı ile ilgili gelişmeleri takip etmeyen öğretmenlerin eğitimi için son derece önemli ve yerinde bir adım.

    “Nasıl olsa atandım, emekli olana kadar bir şey yapmasam da olur” mantığıyla çalışan öğretmenlerimize, zaman zaman verilecek güncelleme eğitimler ile hizmet içi eğitimin gereği tam olarak yerine getirilir diye umuyoruz. Burada asıl tartışılan kısım, yeni atanacak öğretmenlerle ilgili uygulama.

    Yıllarca öğretmenlik eğitimi alan, yeni mezun olmuş, bilgileri taze öğretmenleri tekrar bu akademilerde yeni bir eğitime almak ne kadar doğru, tartışılır. O öğretmenleri yeniden eğitime almaktansa, üniversitelerle iş birliği yapılarak eksik görülen hususlar giderilerek, özellikle eğitimin son yılında uygulamalara ağırlık verilerek, tecrübe anlamında öğretmen adaylarına daha fazla imkân sunulmuş olur.

    Burada akıllara takılan birtakım soru işaretleri var:

    • Akademide eğitim almak için hak kazanan biri başarılı olamazsa ne olacak?
    • Eğer öğretmen akademilerinde eğitimleri üniversite hocaları verecekse, üniversitedeki derslerden farkı ne olacak?
    • Ayrıca, 4 yılda üniversitelerde verilemediği düşünülen eğitimlerin 500 saatte verilmesi mümkün olacak mı?

    Yeni bir sistem, soru işaretleri ve bilinmezleriyle beraber gelecek elbette. Uygulama ve sonuçlarını görmeden çok fazla fikir yürütmek doğru değil gibi. Hep birlikte bekleyip göreceğiz.

    Öğretmenlerin Toplumsal Statüleri ve Özlük Hakları

    Birçok gelişmiş ülkede bilim insanı olarak görülen öğretmenler, neredeyse en üst düzeyde maaş almaktadır. Fakat ülkemizde, geleceğimizin teminatı olan evlatlarımızı emanet ettiğimiz öğretmenlerimizin özlük hakları anlamında maalesef pek de iç açıcı bir durumları yok.

    Ülkemizin geleceği için en önemli misyona sahip olan öğretmenlerin geçim sıkıntısı içinde yaşaması, taşımış oldukları sorumlulukla bağdaşmamaktadır.

    Ekonomik anlamda sıkıntılarla mücadele eden öğretmenlerimizin, ne yazık ki toplumda hak ettikleri saygıyı görmedikleri de bir gerçek. Düşük maaşlar, yetersiz sosyal haklar ve üzerlerinde taşıdıkları ağır sorumluluklar, öğretmenlerin motivasyonunu olumsuz etkilemektedir. Eğitim sisteminin kalitesi, öğretmenlerin mesleki tatmini ile doğrudan ilişkilidir. Dolayısıyla, öğretmenlere olan saygının ve değerin artırılması, sadece öğretmenlerin değil, dolayısıyla öğrencilerin ve toplumun da yararınadır.

    Öğretmenlerimiz, geleceğimizin mimarlarıdır. Onların titiz çalışmaları, fedakârlıkları ve özverileri, toplumun her kesiminde hissedilmektedir. Ancak, öğretmenlerimize gereken değeri vermek, onların çalışma koşullarını iyileştirmek ve psikolojik olarak desteklemek, toplum olarak hepimizin sorumluluğudur. Unutmayalım ki, bir eğitimciye yapılan yatırım, tüm toplumun geleceğine yapılan bir yatırımdır. Öğretmenlerimize hak ettikleri değeri verirsek, aydınlık bir geleceği birlikte inşa edebiliriz. Eğitim-öğretim sürecinin kalitesini artırarak, genç kuşakları sağlam bireyler olarak hayata hazırlamak için öğretmenlerimize destek olmalıyız. Bu, kesinlikle sadece öğretmenlerimizin değil, toplumsal refahımızın da bir gereğidir.

    Atanamayan Öğretmenler

    Eğitim fakültelerinden mezun olan öğretmen adaylarının sayısı her yıl artmasına rağmen, öğretmen atama süreçlerinde yaşanan sıkıntılar, pek çok gencin hayalini yarıda bırakmaktadır. Üniversiteyi başarıyla bitiren, pedagojik formasyon almış ve öğretmenlik mesleğine yürekten bağlı olan binlerce aday, yıllarca beklemek zorunda kalmakta; bu durum, hem bireysel hem de toplumsal açıdan önemli bir sorun haline gelmektedir.

    Doğru planlama ile mezun olanın işsiz kalmadığı Avrupa ülkelerinde, öğretmenlik mezunu birinin markette, manavda ya da bir şirkette çalıştığını görmek neredeyse imkânsız. Mesela, ülkemizde olduğu gibi asayişi sağlamakla görevli bir polis memuru öğretmenlik mezunu değildir ya da orduda görevli bir subay eğitim fakültesi mezunu değildir. Çünkü Avrupa ülkelerinde, doğru planlamalar yapılarak ihtiyaca göre öğretmen adayının alındığı bir sistem mevcut.

    Eğitim fakültelerinden mezun olan öğretmenler, geleceğin nesillerine yön vermek amacıyla çaba göstermekte ve bu doğrultuda yetkinlik kazanmaktadır. Ancak, mezuniyet sonrası karşılaştıkları atama sorunları, bu olumlu niyetleri ve hayalleri büyük ölçüde gölgede bırakmaktadır. Yıllarca emek verip aldıkları diplomalar, atama işlemleri sürecinin belirsizlikleriyle birlikte çoğu zaman anlamını yitirmektedir. Bu durum, yalnızca bireylerin geçmişteki emeklerine değil, aynı zamanda ülkenin eğitim sisteminin kalitesine de olumsuz etkide bulunmaktadır.

    Atanamayan öğretmenlerin yaşadığı duygusal ve psikolojik etkiler de dikkate alınması gereken bir diğer önemli nokta. Hayallerinde öğretmen olma isteğiyle yetişen bu gençler, iş bulamadıklarında kendilerini başarısız ve umutsuz hissedebiliyorlar. Eğitimdeki belirsizlik, kişisel gelişimlerini baltaladığı gibi, toplumsal sorunlar karşısında duyarsızlaşmalarına da yol açmaktadır. Gençlerin kariyer hedeflerini gerçekleştirememesi, toplumda istihdam sorunu ve dolayısıyla sosyal huzursuzluk yaratmaktadır.

    Bu sorunun temel nedenine inilmesi ve çözüm yollarının bulunması, yalnızca öğretmen adayları için değil, eğitim sisteminin genel işleyişi için de elzemdir. İlk etapta, öğretmen atama süreçlerinin daha şeffaf ve adil bir şekilde gerçekleştirilmesi gerekmektedir. Atama sisteminin yeniden gözden geçirilerek, ihtiyaç duyulan alanlarda öğretmen alımının artırılması, hem eğitim sorunlarını azaltacak hem de mezun olan öğretmen adaylarının umutlarını yeşertecektir.

    Atanamayan öğretmenler sorunu, eğitim sistemimizin en çözülmesi gereken acil meselelerinden biridir. Yüzlerce gencin ve bu gençlerin hayallerinin yok olmasına neden olan bu sorun, sadece bireylerle sınırlı kalmayıp, tüm toplumun geleceğine etki eden bir meseledir. Eğitime yapılan yatırım, geleceğe yapılan bir yatırımdır. Eğitim sisteminde kalitenin artırılması, öğretmen adaylarının hayallerine ulaşmasına yardımcı olmak için bizler de sesimizi yükseltmeli ve bu konuda gereken adımları atmalıyız. Unutulmamalıdır ki, eğitimdeki her sağlıklı adım, toplumumuzu daha aydınlık yarınlara taşıyacaktır.

    Mutlu Haftalar, Keyifli Okumalar.

    Devamını Oku

    Türk Polis Teşkilatı 180 Yaşında

    Türk Polis Teşkilatı 180 Yaşında
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Değerli okuyucularım,
    Bu hafta 180. kuruluş yıldönümünü kutlayan Türk Polis Teşkilatı ve faaliyetleri hakkında sizlerle birlikte olacağız. Paylaştığımız tüm bilgiler açık kaynaklardan ve kurumlarımızın kendi sitelerinden olduğu haliyle alınmış olup, herhangi bir ekleme ve çıkarma yapılmamıştır.
    10 Nisan 1845 yılında kurulan Şanlı Türk Polis Teşkilatı, bu yıl 180. yıl dönümünü kutluyor. Ülkemizde şehir merkezlerinde iç güvenliğin tamamında görev yapan polis teşkilatı, terörle mücadeleden siber suçlara, trafik hizmetlerinden özel harekât birimlerine kadar her sınıf ve rütbeden yaklaşık 450.000 kişilik büyük bir aile.
    Geride bıraktığı 180 yıllık geçmişinde birçok mensubunu görevleri başında şehit veren, binlerce gazisi olan şanlı teşkilat; bugünlere gelene kadar yapmış olduğu hizmetler ve başarılı çalışmalarla Türk halkının gurur duyduğu bir teşkilat haline gelmiştir.
    Polisimiz, her gün vatanımızın dört bir yanında, son derece zorlu koşullar altında görevini icra ediyor. Bireylerin güvenliğini sağlamak, suçla mücadele etmek ve toplumsal huzuru korumak için canla başla çalışan bu kahramanlar, adeta birer toplumsal güvenlik kalkanıdır. Her türlü tehlikeyle karşılaşan, gözlerini dahi kırpmadan yurdumuzun bekası için mücadele eden bu milletin evlatları, geçmişten gelen kahramanlıklarıyla bizler için birer örnek teşkil ediyor.
    Polislik, yalnızca bir meslek değil; aynı zamanda bir vatanseverlik, bir cesaret ve bir sadakat hikâyesidir. Hatırlatmak gerekir ki, her bir başarı, ardında bir özveri hikâyesi barındırmaktadır.
    Yıllar boyunca, Türk polisi pek çok badireyi başarıyla atlatmış, birçok badireyle karşılaşmış ve her seferinde kararlılıkla dimdik ayakta kalmıştır. Ayrıca, son yıllarda yaşanan doğal afetler ve terör saldırıları sırasında, dayanışma ve yardımlaşma ruhuyla hareket ederek birçok hayat kurtarmış, büyük fedakârlıklarda bulunmuştur. Bu özveri ve cesaret, milletimizin gönlünde asla unutulmayacaktır.

    Polis Akademisi Başkanlığı
    Polis Teşkilatı’nda her sınıf ve rütbeden insan kaynağının temini ve eğitim faaliyetleri Polis Akademisi Başkanlığı tarafından yerine getirilmektedir.
    Eğitim kurumları arasında etkinliği ve eğitim kalitesi takdir edilen Polis Akademisi Başkanlığı’nın düzenlemiş olduğu uluslararası sempozyumlar ve eğitimler, akademik anlamda da gelinen başarıyı gözler önüne sermektedir.
    63 ülkeden 80 polis eğitim kurumunun üye olduğu Uluslararası Polis Akademileri Birliği’ne (INTERPA) Türk Polis Akademisi Başkanı’nın uzun süredir başkanlık etmesi, gelinen noktada duyulan güvenin ve başarının bir göstergesi olarak değerlendirilmektedir.
    Son yıllarda Türk Polis Teşkilatı, siber suçlarla mücadele, kriminal, olay yeri inceleme, kaçakçılık ve terörle mücadele alanında birçok ülke polisine eğitim veren bir teşkilat haline gelmiştir.
    Özellikle suç ve suçluyla mücadelede çağın gereksinimlerine ayak uyduran, hizmet içi eğitimlerle kendini geliştiren Türk Polis Teşkilatı, sadece yurt içinde değil, yurt dışında da adından söz ettiren bir kurum haline gelmeyi başarmıştır.

    Türk Polis Teşkilatını Güçlendirme Vakfı (TPTGV)
    1975 yılında kurulan Türk Polis Teşkilatını Güçlendirme Vakfı, emniyet mensuplarının ihtiyaçları noktasında teşkilat mensubu ihtiyaç sahiplerine karşılıksız yardımları ile dikkatleri çekmektedir. Sadece bireylerin değil, emniyet teşkilatının her kademesinde ihtiyaç duyulan araç-gereç için başvurulan bir kurum haline gelmiştir.
    Genel Müdürlüğünü teşkilatın birçok kademesinde görev yapan tecrübeli Emniyet Müdürü İzzet TUNA’nın yaptığı TPTGV tarafından, geçtiğimiz 2 yıl içerisinde şehit aileleri için 4.5 milyon TL, sosyal yardıma muhtaç gazi, malul ve emeklilerine 11.8 milyon TL, teşkilat bünyesinde 3000 engelli evladımıza da 143 milyon TL eğitim desteği verildiğini öğrendik. Ayrıca, yüzyılın felaketi olan 6 Şubat depreminde de, depremde hayatını kaybeden teşkilat mensuplarımızın yakınlarına ve depremzede mensuplarımıza toplam 96 milyon TL yardım yapıldığını öğrendik.
    Ayrıca son dönemlerde, vakıf içerisinde yürütülen iş ve işlemlerin dijital bir hale getirilerek vakfın daha kurumsal bir yapıya büründüğü ve gelecek yıllarda daha fazla mensubuna hizmet etme amacıyla çalışmalar yaptığı şeklinde bilgiler elde etmekteyiz.
    Yapılan bu olumlu çalışmaların ve yardımların son derece önemli ve değerli olduğunu belirtmekle birlikte, bu yardımların daha da yaygınlaşarak artmasını teşkilat mensuplarının en büyük isteğidir.

    Polis Bakım ve Yardımlaşma Sandığı (POLSAN)
    15 Şubat 1914 yılında “Polis ile Polis İdare Memurları Tasarruf Sandığı Nizamnamesi” adıyla temelleri atılan ve 1951 yılı itibarıyla “Polis Bakım ve Yardım Sandığı” ismiyle faaliyetlerine devam eden POLSAN, bünyesinde Ankara Sigorta, Elmacık Su, Highway Outlet alışveriş merkezi gibi birçok şirketi barındıran güçlü ve kurumsal bir yapı olarak üyelerine hizmet vermektedir.
    Güçlü finansman yapısı, üyelerinin menfaatine yaptığı anlaşmalar gibi avantajları olan POLSAN, yapılan değişiklikle 2018 yılında mesleğe girenlerin daimî ortak olduğu bir sisteme geçmiştir.
    Son seçimlerin ardından, yer değişikliği ve emeklilik gibi nedenlere bağlı olarak hem yönetim kuruluna hem de denetim kuruluna yedek listeden polis memuru ve sivil memurların girdiği tarihte ender rastlanan bir durum olmuştur.

    Beklentiler
    Öncelikle, temelleri bu kadar eskiye dayanan ve bünyesinde yaklaşık her sınıftan 450.000 personeli barındıran bir kurumda zaman zaman istenmeyen olaylar yaşanacak, herkes aynı anda memnun edilemeyecektir. Fakat bazı küçük dokunuşlar, mağduriyetlerin önüne geçebilir; personelin moral ve motivasyonunun yüksek olmasına katkı sağlayabilir.
    Teşkilat bünyesinde görev yapan, en alt kademeden başlanılmak suretiyle tepe yönetim olan Emniyet Genel Müdürlüğü’ne kadar olan her sınıf ve rütbeden personelin özlük haklarında iyileştirilmeler yapılmalı; diğer kurumlarda aynı görevi ifa eden emsalleri göz önünde bulundurularak mağduriyetler giderilmelidir.
    Toplumsal olaylarda saatlerce evine gidemeyen personelin, herhangi bir ek görev ücreti almadan fedakârca görev yapması göz önünde bulundurularak ek görevlere ücret ödenmesi kanuni güvence altına alınmalı, keyfi görevlendirmelerin önü kesilmelidir.
    Özellikle son dönemlerde sıkça dile getirilen 2. şark görevi ile ilgili kanuni düzenleme yapılmalı ve personelin 2. defa evinden ve ailesinden uzak kalmasının önüne geçilmelidir.
    Teşkilatta sivil memurların son dönemlerde sayıca fazla olmaları nedeniyle insan kaynakları yönetimi kapsamında, bürolarda masa başı görev yapan polis memurlarının sahada aktif olarak çalışmalarının yolu açılmalı; sivil memurların farklı kurumlara geçici görevlendirilmeleri yerine teşkilatın kendi bünyesinde bürolarda görevlendirilerek kurumsal hafıza anlamında iş ve işlemlerin daha etkin yürütülmesi sağlanmalıdır.
    Emniyet Teşkilatı’nda sivil memurların da var olduğu gerçeğinden hareketle, herhangi bir ayrıma maruz bırakılmadan tüm teşkilatın bir bütün ve aile olduğu varsayımından hareketle, birinin yokluğunda diğer arkadaşının onun yerine görev yaptığını unutmadan yapılan ve yapılacak ödüllendirmelerin tüm kesimleri kapsayacak şekilde adil yapılması, dayanışma kültürünü artıracaktır.
    1965 yılında Devlet Memurları Kanunu ile yürürlüğe giren ve hâlen uygulamada olan Yardımcı Hizmetler Sınıfı (YHS) personelin çalışma şartları ile ilgili teşkilatta tüm birimlerde yeknesaklığın sağlanarak uygulamada farklılıklar giderilmelidir.
    Gece Kartalları Çarşı ve Mahalle Bekçilerinin sadece geceleri çalıştıkları düşünülerek, en azından aileleri ile daha fazla vakit geçirebilecekleri bir çalışma sistemi üzerinde çalışılmalı; kılık kıyafet ve özlük hakları noktasındaki talepleri için destek olunması, arka sokakların yılmaz savunucularının mesleki aidiyet duygusuna katkı sağlayacağı aşikârdır.
    POLSAN’a üyeliklerin özendirici çalışmalarla yaygınlaştırılması, üyelere sunulan kredi ve anlaşma imkânlarının mevcut piyasa koşullarının altında olmasına dikkat edilerek hem üyelerin memnuniyeti artırılmalı hem de yeni üyelikler cazip hale getirilmelidir.
    Özellikle yönetim kurulu ve denetim kurullarında her sınıf ve rütbeden personelin bulunmasının sağlanması, temsiliyette eşitliği sağlama noktasında önem arz etmektedir.
    Türk Polis Teşkilatını Güçlendirme Vakfı’nın daha etkin ve aktif olarak teşkilat mensuplarının yanında bulunması; vakıf ile ilgili çalışmaların, destek ve yardımların personelin daha kolay ulaşabileceği sosyal medya ve kurumsal sistemlerden daha yaygın şekilde paylaşılması, vakfın tanınırlık ve bilinirlik noktasında katkı sağlayacağı düşünülmektedir.
    İntihar gibi toplumda derin üzüntü yaratan olayların derinlemesine araştırılması ve önüne geçilmesi için, teşkilat bünyesinde faaliyet gösteren Sivil Toplum Kuruluşları (STK), aileler, her sınıf ve rütbeden temsilciler ile kurum dışı psikolog ve sosyologlardan oluşan bir heyetin düzenli olarak toplanarak istenmeyen olayların nedenleri ve çözüm yolları üzerine çalışmalar yapması çok faydalı olacaktır.
    “Psikolojik Şiddet (Mobbing)” konulu Cumhurbaşkanlığı Genelgesi’ne istinaden kurum içerisinde düzenli toplantıların yapılacağı, şikâyet ve önerilerin değerlendirileceği; içerisinde kurumda faaliyet gösteren STK temsilcilerinin de bulunduğu bağımsız bir kurulun teşekkül ettirilerek çalışmalar yapması, şeffaf bir yapının oluşmasına katkı sağlayacaktır.
    180 yıllık şanlı Türk Polis Teşkilatı’nda bariyer taşıyan işçisinden, 450.000 kişilik bir aileyi yönetmekle sorumlu olan en tepedeki Emniyet Genel Müdürü’ne kadar olan her bir meslektaşımız bizim için önemli ve değerlidir.
    Türk Polis Teşkilatı, bu ülkenin asayişinin teminatıdır. Kahramanlıklarıyla örnek teşkil eden, ülkemizin güvenliği için her koşulda fedakârlık gösterirken bu kutlu davada hayatını kaybeden emniyet mensuplarını saygı ile anar, görev malulü gazilerimize şükranlarımı sunar, görevi başında olanlara başarılar dilerim.
    Onlar, vatanseverliğin en güzel örneklerini sergileyen gerçek kahramanlardır.
    Mutlu Haftalar, Keyifli Okumalar.

    Devamını Oku

    Toplumsal Olaylar ve Polis

    Toplumsal Olaylar ve Polis
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Son yıllarda dünyanın her yerinde artan toplumsal eylemler, birçok insana ve gruba adalet, eşitlik ve özgürlük taleplerini dile getirmek için bir fırsat sunmaktadır. Ancak bu eylemlerin bazen amacını aşıp masum insanlara, özellikle de güvenlik güçlerine zarar vermesi, derin bir soru işaretini de beraberinde getirmektedir.

    Herkes, fikirlerini savunma ve hak arama hakkına sahiptir. Ancak bu hak, başkalarının haklarına zarar verdiğinde geçerliliğini yitirmektedir.

    Eylemler, genellikle hakkaniyet arayışının bir ifadesi olarak ortaya çıkarken, bu süreçte bazen şiddet ve anarşinin boy göstermesi, toplumsal mesajların kaybolmasına yol açmasıyla birlikte farklı bir boyuta evriliyor, maalesef. Bu durumu, toplum olarak eleştirel bir şekilde değerlendirmemiz gerekiyor. Aksi halde, eylemlerin başladığı gerekçeler geçerli olsa bile, sonuçlar sebepleri geçersiz kılmaktadır.

    Genel tanımlamalar ve açıklamalardan sonra, ülkemizde son dönemlerde artan toplumsal olaylarda durum nedir, gelin hep birlikte inceleyelim.

    Öncelikle siyasetten bağımsız, kanunların vermiş olduğu kararları yorumlamadan, sadece toplumsal olaylardan en fazla etkilenen güvenlik gücü olan polisleri ilgilendiren kısmına değineceğiz.

    Son günlerde, her ne sebeple olursa olsun, hak arama mücadelesi gerekçesiyle yapılan her eylem, miting ve protesto gösterilerinde günah keçisi olarak polis ilan edilmektedir.

    Polislere yönelik saldırılar, kurumsal bir güvenlik mekanizmasını hedef almanın yanı sıra, toplumdaki cam kırıkları gibi: bir anda geniş bir yelpazede zarara yol açabilir. Bu tür eylemler, güvenlik güçleri ile toplum arasındaki ilişkiyi zedeler, toplumsal uzlaşıyı sarsar ve daha büyük çatışmalara zemin hazırlar.

    Gece gündüz demeden, büyük bir özveri ile saatlerce görev yapan, ailesini evinde bırakıp toplumun huzuru için günlerce çalışan polislere balta ve asit ile saldırırsanız, amacınızın dışına çıkmış olursunuz.

    Buradan, masum şekilde hak arama mücadelesinde olan tüm vatandaşlarımıza sesleniyorum:
    Anayasal haklarınızı kullanırken, sizlerin arasına sızmış olan, sizlerin bu mücadelesinde yanınızdaymış gibi gözüken fakat amaçları farklı olan, yaşananları fırsat bilerek toplumu bir karışıklığa ve kaosa sürüklemek isteyen kişileri aranızdan çıkarın, içinizde barındırmayın, sahip çıkmayın.

    Unutmayın, asitle ölümüne saldırılan polis de insandır; senin komşun, benim arkadaşım, bir başkasının eşi, evladı, annesi, babası…
    Polis, kimsesizlerin kimsesi, masumların sığınağı, mağdurun güvencesidir.

    Kanunların vatandaşa verdiği hak çerçevesinde tepkinizi dile getirirken, sizlerin güvenliği için fedakârca görev yapan güvenlik güçlerine karşı gelebilecek provokatif çağrılara dikkat edin ve buna izin vermeyin.

    Mutlu haftalar, keyifli okumalar.

    Devamını Oku

    Psikolojik Taciz (Mobbing)

    Psikolojik Taciz (Mobbing)
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Son dönemlerde kamu ve özel sektörde amir-memur ve işveren-işçi arasında yaşanan sorunlar ve sonu intiharlara kadar giden olayların artması üzerine, 2025/3 sayılı “İş Yerlerinde Psikolojik Tacizin Önlenmesi” genelgesi, 6 Mart 2025 tarihli ve 32833 sayılı Resmî Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe girdi. Çalışma hayatında son dönemlerde yüksek sesle dile getirilen “Mobbing” kavramı, Cumhurbaşkanlığı Genelgesi ile resmî olarak da literatüre girmiş oldu.

    Eğer bir kanun hükmünde kararname, kanun, yönetmelik ve genelge yayımlanıyorsa, mutlak suretle bir ihtiyaca binaen yayımlanmıştır; durduk yere yayımlanmayacağı aşikâr.

    Peki, genelge çıkaracak kadar önemli olan psikolojik taciz (Mobbing) nedir?

    Türk Dil Kurumu’nun “İş yerlerinde, okullarda vb. topluluklar içinde belirli bir kişiyi hedef alıp, çalışmalarını sistemli bir biçimde engelleyip huzursuz olmasına yol açarak yıldırma, dışlama, gözden düşürme” olarak tanımladığı mobbing, Yargıtay’ın kabul ettiği anlamda ise “çalışanlara üstleri, astları veya eşit düzeydeki çalışanlar tarafından sistematik biçimde uygulanan her tür kötü muamele, tehdit, şiddet, aşağılama” olarak tanımlanmaktadır. Tanımlamalara göre hiç de hafife alınamayacak kadar ciddi suç barındıran mobbing ile ilgili genelge ne için çıkarılmış olabilir? Gelin hep birlikte bir beyin fırtınası yapalım.

    Mesela, 2024 yılında sadece Emniyet Teşkilatı’nda 73 personel intihar etti; bu sayı, 2025 yılının henüz 3. ayı dolmadan 19 oldu.

    Sağlık Bakanlığı’nda çalışan ve ağır şartlar altında görevini ifa eden doktorlarımızdan, çalışma koşullarını gerekçe göstererek intihar mektubu bırakıp yaşamına son veren doktorlarımız ile ilgili haberleri televizyon kanallarında hep beraber izledik.

    Türk Silahlı Kuvvetleri’nde görev yapan, aylarca eğitim alıp vatan müdafaasında en önde görev alan askerlerimizin yine yoğun çalışma temposu gibi farklı gerekçelerle intihar ettiklerini gördük.

    Kısacası, beyanlara dayanarak baktığımızda birçok vatandaşımızın mobbing nedeniyle yaşamına son verdiğine şahit oluyoruz.

    Bunlar kamuda yaşananlar; bir de özel sektörde yaşananlar var elbette.

    Kamudan farklı olarak özel sektörde, maalesef iş garantisi olmadığı için birçok insan yaşadığı mobbing ve kötü muameleye karşı ses çıkaramıyor.

    Özel sektörde henüz işe başlamadan birçok kadına “Hamile kalmama” şartıyla işe alınabileceklerini şart koşan, çıkış saatlerinin esnek olduğunu söyleyerek fazladan çalışmanın önünü açan ve “sağlık raporu” alması hâlinde işine son verileceği şeklinde tehdit edilen özel sektör çalışanlarımız var.

    Kamu personeli seçme sınavına girmeme şartı ve atanmama garantisi isteyerek asgari ücretle öğretmen çalıştıran özel okullar var mesela; bu da mobbing’in ayrı bir çeşidi.

    Bir toplumda gelişmişlik seviyesini sadece ekonomik göstergelerle açıklamak istersek, kendimizi kandırmaktan öte gitmez.

    Biz 2025 yılında kamuda çalışanımızı “sürgün” ile tehdit edip bir nevi mobbing yapıyorsak, özel sektör çalışanımızı “iş akdini feshetmek” ile korkutup istediğimiz kadar çalıştırabiliyorsak, isterseniz dünyanın birinci büyük ekonomisi olun, fayda etmez.

    Bu genelge çok yerinde ve memnuniyetle karşılanmıştır, lakin;

    Bugünden tezi yok, tüm kurumlar kendi içerisinde psikolog, sosyolog ve Sivil Toplum Kuruluşlarının (STK) da bulunacağı bir kurul teşkil etmeli ve mobbing iddialarının üzerine şeffaflıkla gidilmelidir.

    Sözde kâğıt üzerinde kurulacak bir kurulun hiçbir işe yaramadığı aşikârdır; bu konuda genelgeye bağlı kalarak samimi şekilde çalışma yapılmalıdır.

    Mobbing demişken, umarım bu genelge “Sen benim kim olduğumu biliyor musun?” diyen siyasetçilerin sözlerini de mobbing sayar da memur rahat rahat işini yapar.

    Sonuç olarak, bu genelge ile kamuda ve özel sektörde “Ben yaptım oldu”, “Ben öyle istiyorum”, “Beğenmiyorsan istifa et” gibi insan onurunu incitici ve ekmek davası için çalışmak zorunda olan insanları süistimal eden amir, müdür ve patronların bu davranışlarının artık son bulması gerekiyor.

    Sayın Cumhurbaşkanımızın bu konunun takipçisi olacağından şüphemiz yoktur. Mobbing’e sıfır tolerans!

    Mutlu Haftalar, keyifli okumalar.

    Devamını Oku

    PAZARTESİ NOTLARI

    PAZARTESİ NOTLARI
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Kıymetli Okuyucularım,
    Bu hafta sizlerle emekçi kadınların 8 Mart 1857 yılında başlayan hak arama mücadelesini ve Emniyet Teşkilatı’nda 3. yılını dolduran Emniyet Teşkilatı Sendikası’nı gündeme taşıyacağız.

    8 Mart 1857: Emekçi Kadınların Yükselen Sesi
    Her yıl 8 Mart, dünya genelinde Dünya Kadınlar Günü olarak kutlanmaktadır. Aslında bugünün kökleri, romantik bir kutlamadan çok daha derinlere, 1857’nin karanlık ve dumanlı fabrikalarına uzanıyor. O gün, New York’ta bir tekstil fabrikasında çalışan kadınlar, daha iyi çalışma koşulları, eşit ücret ve doğum izni gibi insani taleplerle greve gitmişlerdi. Bu eylem, sadece bir başlangıçtı; emekçi kadınların hakları için verdiği uzun ve çetin mücadelenin ilk kıvılcımıydı.

    1857’nin şartları, günümüzden çok farklıydı. Kadınlar, toplumun her alanında olduğu gibi iş hayatında da ayrımcılığa maruz kalıyorlardı. Düşük ücretlerle, sağlıksız koşullarda, uzun saatler boyunca çalıştırılıyorlardı. Seslerini duyurmak, taleplerini dile getirmek ise neredeyse imkansızdı. Ancak 8 Mart 1857’de, o kadınlar sessizliği bozdular. Birlikte hareket ederek, haklarını aramak için ayağa kalktılar.

    O günkü grev, belki de hemen sonuç vermedi. Patronlar tarafından fabrikaya kilitlenen kadınlardan 129’u yanarak feci şekilde can verdi. Emekçi kadınların kararlılığı, diğer kadınlara da ilham kaynağı oldu. Yıllar içinde, dünyanın dört bir yanında kadınlar, benzer taleplerle meydanlara indiler. Sendikalar kurdular, örgütlendiler, mücadele ettiler. Bu mücadeleler sayesinde, kadınların çalışma koşulları iyileştirildi, ücretleri arttırıldı, yasal haklar elde edildi.

    Bugün, 8 Mart’ı kutlarken, o günkü emekçi kadınların cesaretini ve kararlılığını hatırlamalıyız. Onların sayesinde, bugün daha iyi koşullarda çalışabiliyor, daha fazla hakka sahip olabiliyoruz. Ancak mücadele henüz bitmedi. Hâlâ kadınlar, iş hayatında ayrımcılığa, tacize, mobbinge maruz kalabiliyorlar. Hâlâ eşit işe eşit ücret alamıyorlar.

    Bu nedenle, 8 Mart sadece bir kutlama günü değil, aynı zamanda geçmişte verilen mücadeleleri hatırlamalı, günümüzdeki sorunlarla yüzleşmeli ve geleceğe yönelik hedefler belirlemeliyiz. Emekçi kadınların hakları için mücadele etmeye devam etmeli, eşitlik ve adalet için sesimizi yükseltmeliyiz. Unutmayalım ki, kadınların özgürlüğü, toplumun özgürlüğüdür.

    Bu vesileyle, emek mücadelesinde hayatını kaybeden tüm emekçi kadınları rahmetle anarken, ailesi için emek ve ekmek mücadelesi veren kadınlarımıza şükranlarımı sunarım.

    Emniyet Teşkilatı Sendikası 3 Yaşında
    Anayasa Mahkemesi’nin 2014 yılında Emniyet Genel Müdürlüğü bünyesinde görev yapan sivil memurlara sendika kurma, sendikalara üye olma ve yöneticisi olma hakkı tanınması ile birçok girişimde bulunulmuş ve emniyette sendikalaşma resmi olarak başlamış oldu.

    Hiyerarşinin en derinden hissedildiği kurumların başında gelen Emniyet Teşkilatı’nda, 2 kişinin yan yana gelmekten çekindiği bir zamanda 7 kişi zorlukla bir araya gelerek Emniyet Teşkilatı Sendikası’nı kurdu.

    “Bizi bizden başka kimse anlamaz” mottosuyla çıktıkları yolda aslında ne denli çetin ve uzun bir yola çıktıklarının farkında değillerdi. Öncelikle ismi nedeniyle kapatılma davası açıldı ve uzun mahkeme sürecinden sonra mahkeme, “Emniyet Teşkilatı Sendikası” ismini onayladı ve yasal anlamda sendikanın önünde herhangi bir hukuk engeli kalmadı.

    Emniyet Teşkilatı Sendikası sahaya çıktığında gördüğü teveccüh, diğer sendikaları rahatsız etmiş, koltuklarının güvende olmadığını hissedince iftira kampanyalarını devreye sokarak Emniyet Teşkilatı Sendikası için “250 kişilik sendika”, “uzun sürmez dağılırlar” ya da “başka bir sendika ile birleşirler” gibi türlü hikayelerle yeni üye olacakların önü kesilmeye ve “güvensiz sendika” algısı yaratma çabasına giriştiler.

    Her türlü iftira ve karalama kampanyasına rağmen 2024 yılını yaklaşık %300 büyüme oranı ile kapatan Emniyet Teşkilatı Sendikası, 2025 yılında Emniyet Genel Müdürlüğü’nde kurum yetkili sendikası olmaya emin adımlarla yürümektedir.

    Emniyet Teşkilatı Sendikası’na bağlı Marmara Şube Başkanlığı uhdesinde olan ve halihazırda üç imparatorluğa başkentlik yapmış, dünyada 131 ülkeden daha fazla nüfusa sahip, 2 kıtayı birbirine bağlayan kadim şehir İstanbul’da, emniyette görev yapan sendika üyesi memurların yaklaşık %65’i Emniyet Teşkilatı Sendikası’nı tercih ederek en yakın sendikanın 2.5 katı üye sayısına ulaşmıştır.

    15 Mayıs 1919’da işgale karşı ilk kurşunun atıldığı ve Türk milli direnişinin sembolü olan Emniyet Teşkilatı Sendikası Batı Şube Başkanlığı’nın yönetim merkezi olan İzmir ilinde, Emniyet Teşkilatı Sendikası yetkiyi perçinlemiş, sadece İzmir ilinde değil bölgede birçok ilde kurumda yetkili sendika konumuna gelmiştir.

    Emniyet Teşkilatı Sendikası Anadolu Şube Başkanlığı’nın merkezi olan, Millî Mücadelenin sembol şehirlerinden, Erzurum Kongresi ile özgür ve bağımsız Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulmasında giden yolda ilk adımın atıldığı dadaşlar diyarı Erzurum ili, Emniyet Teşkilatı Sendikası’nın ilk yetki aldığı il olma özelliği ile de kayıtlara geçmiştir. Sadece Erzurum özelinde değil, şubeye bağlı diğer illerde de sendikanın ağırlığı hissedilmekte ve giderek artan bir teveccüh göze çarpmaktadır.

    Sadece şube başkanlıkları değil, il temsilcilikleri noktasında da birçok ilde kazanımlar elde edilmiş, özellikle İl Emniyet Müdürlükleri ile sıcak, samimi ve yapıcı görüşmeler gerçekleştirilmiştir.

    Kısa bir süre içerisinde “Kadın Komitesi Başkanlığı” kurularak sendika üyesi kadınların mücadelesi, hak arama çabaları ve çalışma şartları noktasında her zaman destek olunmuştur.

    Özellikle kendisi engelli ya da ailesinde engelli yakını olan üyelerimiz arasında dayanışma kültürü oluşturmak ve destek olmak adına tüm sendikalarda olan “engelliler komisyonunu” isminden ötürü kabul etmeyerek “Engelsiz Yaşam Komitesi” kurularak farkındalık yaratılmıştır.

    Üyelerinin yurtiçinde ve yurtdışında haklarının savunulması noktasında her türlü çalışmayı yürüten Emniyet Teşkilatı Sendikası; Yardımcı Hizmetler Sınıfı’nın (YHS) kaldırılması, Görevde Yükselme ve Unvan Değişikliği sınavlarına dair beklentiler, emekli olan personelin ücretsiz silah taşıma ruhsatı alabilmesi ve 3600 ek gösterge mağduriyeti için TBMM çatısı altında çalışmalar yürütülmüştür.

    Emniyet Teşkilatı Sendikası Genel Başkanı İsmail Okumuş, Polis Bakım ve Yardımlaşma Sandığı (POLSAN) denetleme kurulu üyeliğine seçilerek tarihte ilk kez denetleme kurulu üyeliğine bir sivil memur seçilmiştir.

    Yurt içinde yapılan çalışmaların yanında yurtdışında da temaslarda bulunan Emniyet Teşkilatı Sendikası, 2024 yılı içerisinde Avrupa’da emniyet teşkilatlarında faaliyet gösteren sendikaların üye olabildiği şemsiye kuruluş olan ve Avrupa Konseyi’nde özel statüde temsil yetkisi bulunan Avrupa Polis Konfederasyonu (EUROCOP) tarafından özel olarak Finlandiya’nın başkenti Helsinki’de yapılan EUROCOP yönetim kurulu toplantısına davet edilmiş, yapılan görüşmelerin ardından Kasım ayında İspanya’nın Malaga kentinde yapılan EUROCOP genel kuruluna davet edilen Emniyet Teşkilatı Sendikası, ülkemizi en güzel şekilde temsil etmiştir. Yapılan toplantılar neticesinde Emniyet Teşkilatı Sendikası’nın EUROCOP’a üyeliği için resmi prosedürlerin başlatılması kararı alınmıştır.

    “Bizi bizden başka kimse anlamaz” anlayışıyla çıkılan yolda bugün Emniyet Teşkilatı Sendikası, emniyette görev yapan memurlar için bir umut olmuştur, olmaya da devam etmektedir.

    Mutlu haftalar, keyifli okumalar.
    Selim Günay

    Devamını Oku

    Pazartesi Notları

    Pazartesi Notları
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Değerli okuyucularım,
    Paylaşmanın, empatinin ve hoşgörünün en derinden hissedildiği mübarek Ramazan ayına kavuştuk. Asıl meselenin aç kalmak olmadığına değinerek, kinimizi, nefretimizi ve küskünlüklerimizi bir kenara bırakmanın anahtarı olan Ramazan ayına ve oruç tutmanın faziletlerine değineceğiz.
    Ramazan ayından bahsettikten sonra, geçtiğimiz hafta trafikte motorlu kuryeler konusuna değinince, aslında trafikte kullanıcı hatası kadar önemli olan başka bir konu daha gündeme geldi: “Otoyollarda bulunan katil bariyerler”.
    Son olarak ise, son 3-4 aydır dünyada gelişen politik gelişmeler ve ülkemize yansımalarını konuşacağız.

    Hoş Geldin Ya Şehri Ramazan
    Her yıl olduğu gibi bu yıl da 11 ayın sultanı Ramazan-ı Şerif’e kavuştuk. Bir ay boyunca bir nevi manevi arınmanın, iç huzurun ve nefsinle mücadelenin yaşandığı bir sürece girdik.
    Ramazan ayı, Müslümanlar için sadece oruç tutmak ve ibadet etmekle sınırlı kalmayan; aynı zamanda manevi bir derinliğe sahip, toplumsal dayanışmanın ve hoşgörünün pekiştiği bir dönemdir. Bu ay, insanların ruhsal arınmasını sağlarken, aynı zamanda sosyal ilişkileri güçlendirme fırsatı sunar.
    Oruç, bedensel bir tutumdan çok daha fazlasıdır. Açlık ve susuzluğun getirdiği zorluklar, bireyin dayanışma duygusunu artırır. İhtiyaç sahiplerini anlama ve onların halleriyle empati kurma imkânı tanır. Bu bağlamda, Ramazan ayı sadece bireysel bir ibadet değil, aynı zamanda toplumsal bir sorumluluğun hatırlanmasıdır. Her bireyin, toplum içerisinde daha duyarlı ve yardımlaşmaya açık hale gelmesi gereken bir süreçtir.
    Hoşgörü, Ramazan ayının en önemli erdemlerinden biridir. Farklılıklarımızla bir arada yaşamanın, kardeşliğin ve anlayışın ön planda tutulması gereken bu özel zaman diliminde, dini ve kültürel çeşitliliklerin zenginliğini kabul etmek büyük bir önem taşır. Ramazan ayında yapılan iftar sofraları, farklı toplum kesimlerinin bir araya gelip paylaşımda bulunmalarını sağlar. Bu paylaşımlar, komşuluk ilişkilerini ve toplumsal bağları güçlendirirken, önyargıların kırılmasına da katkıda bulunur.
    Ramazan, aynı zamanda bireylerin kendilerine dönüp bakmaları için bir fırsattır. Nefsi terbiye etme, kötü alışkanlıklardan arınma ve daha iyi bir insan olma hedefi belirleyen bu süreç, manevi olarak da güçlü bir yeniden doğuşu müjdeler.
    Ramazan ayı, manevi bir dönüşümün yanı sıra, hoşgörü, empati ve dayanışma duygusunun da pekiştiği bir dönemdir. Bu ay boyunca, birbirimizin farklılıklarını kabul edip, daha sevgi dolu ve anlayışlı bir toplum oluşturma çabaları içinde olmalıyız. Zira, Ramazan sadece bir ay değil, diğer aylara da yansıması gereken bir yaşam biçimidir.
    Ramazan ayında oruç tutan kadar tutmayanlara da aynı hoşgörüyü sergileyip, yargılamak ve yadırgamayı bir kenara bırakıp, yaratılanı yaratandan ötürü sevmemiz gerektiğini unutmayalım.
    Ayrıca, Fatih Sultan Mehmet Han’ın söylediği rivayet edilen ve insanlara Allah’ın soracağı “Dinin nedir? Namaz kılıyor musun? Oruç tutuyor musun?” gibi soruların sorulmadığı, kulun kula sorması gereken “Aç mısın? Bir şeye ihtiyacın var mı?” gibi soruların sorulduğu bir süreç olsun.
    Hoşgörüyü ön plana çıkardığımız, sevgiyi paylaştığımız ve birlikte büyüdüğümüz bir Ramazan geçirmek dileğiyle…

    Otoyolda Katil Bariyerler
    Geçtiğimiz hafta trafikte motorlu kuryeler sorunundan bahsedince, bu konu ile ilgili motosiklet sürücülerinden çok fazla mesaj aldım. Anlatılanları duyunca ve biraz araştırma yaptığımda, aslında çok da haksız olmadıklarını gördüm.
    Trafikte kazaların büyük bir kısmının sürücü hatalarından oluştuğu bilinen bir gerçek. Fakat sadece sürücülere bağlanamayacak ciddi sorunlar da var, dikkat edilmesi gereken.
    Otoyollarda sık sık gördüğümüz 3 parçadan oluşan metal bariyerler var. Bu bariyerler, araçların olası kazalarında kazaların şiddetini azaltmak ve yoldan dışarıya çıkmalarına engel olması amacıyla düşünülmüş bir sistem.
    Düşüncesi olumlu fakat uygulaması o kadar da masum değil, maalesef. Yerden yükseklikleri ve ara boşlukları otomobiller için tasarlandığından, motosikletler kazaları düşünülmemiş ve göz ardı edilmiş.
    Unutulmamalıdır ki, motosiklet kazaları normal araç kazalarından farklıdır. Olası bir trafik kazasında, otomobilde bulunan bir şahıs emniyet kemeri takarsa dışarı fırlama riskini ortadan kaldırmış olur. Fakat aynı şey motosiklet kullanıcıları için geçerli değildir. Olası bir kazada, motosiklet sürücüsünün savrulma riski ve hızına bağlı kontrolsüz sürüklenme riski yüksektir.
    Savrulmaya karşı emniyet kemeri gibi herhangi bir güvenlik aparatı olmayan motosiklet sürücülerinin, savrulmaya bağlı katil bariyere çarpması sonucunda uzuv kaybı oluşabilmektedir. Bu şekilde gerçekleşen onlarca kaza örneğine rastlamak mümkün.
    Özellikle bariyerlerin zeminle bağlantısını sağlayan ara parçaların keskin kısımları, bu yaralanmalarda maalesef en büyük sebep olarak karşımıza çıkmaktadır.
    Motosiklet kullanıcılarının “giyotin” diye adlandırdıkları bu katil bariyerler, daha önce gündeme gelmiş, hatta dönemin Ulaştırma Bakanı tarafından bizzat açıklama da yapılmıştı.
    Çözüm olarak, katil bariyerler yerine giyotin etkisinin azalacağı sert plastik bariyerlerin daha az tahribat yaratacağı ve ölüm oranlarını düşüreceği şeklinde düşünceler mevcut. İnsan sağlığının bu denli önemli olduğu bir ortamda, yetkililerin bir an evvel bu soruna eğilerek çözüm bulmaları, motosiklet sürücülerinin en büyük beklentilerinden biridir.
    Son olarak, motosiklet sürücülerine de bir tavsiyede bulunmakta fayda var. Elbette devlet sizler için tedbir almalı, ama sizler de motosiklet kullanırken darbe ve sürüklenmelere dayanıklı, darbe emici koruyucu kıyafet kullanmaya özen gösterelim.

    Yeni Dünya Düzeni Mi?
    Son dönemlerde Türkiye özelinde ve dünya genelinde ilginç gelişmeler yaşanıyor. Asla yan yana gelmez denilen insanların bir araya gelmesi ve birlikte fotoğraf vermesi, toplumda şaşkınlıkla karşılanmış, gelişmeler merakla bekleniyordu.
    Yıllardır devam eden Suriye savaşının bir gecede sona ermesi ve Esad’ın devrilmesi gündeme bomba gibi düşmüştü. Madem savaşın sona ermesi bu kadar kolaydı, madem Esad bir gecede devrilecekti, neden bu kadar beklendi ve yıllarca devam eden savaşta binlerce insan hayatını kaybetti?
    Esad’ın devrilmesinin hemen ardından İsrail’in Suriye sınırına yerleşmesi ve Ortadoğu’da yayılmacı politikasında bu kadar rahat hareket etmesine hiç kimsenin sesinin çıkmaması garip bir durumdu.
    Donald Trump’ın ABD başkanı seçilmesinin ardından, uzun süredir aralarında soğuk savaş olan ABD ve Rusya arasında sıcak ilişkilerin yaşanması şaşkınlıkla karşılanmıştı. Hemen akabinde Beyaz Saray’da gerçekleşen Trump ve Ukrayna Devlet Başkanı Zelenski arasındaki mahalle kavgasını andıran görüntülerde, Trump’ın Zelenski’yi açık açık “Ya istediklerimizi yaparsın ya da sonucuna katlanırsın” manasındaki tehditlerini dünya izlemişti.
    Dünyada bunlar yaşanırken, ülkemizde de hayli hareketli günler yaşanıyordu. Cezaevinden mektuplar geliyor, basın açıklamalarında okunup artık terör örgütünün kendisini lağvetmesi isteniyordu.
    Aslında,

    Yıllardır iktidarı bırakmayan Esad’ın bir gecede devrilmesi ve en büyük destekçisi Rusya’nın bu olaya sessiz kalması,

    İsrail’in Suriye’ye konuşlanması sonrası yine sessiz kalan Rusya’nın durumu,

    Rusya-Ukrayna savaşında ABD’nin Rusya tarafında olması ve Beyaz Saray’da açık açık Zelenski’yi tehdit etmesi sonucu, yıllardır meydanlarda Ukrayna lehine gösteri yapan birçok Avrupa ülkesinin sessiz kalması,

    Türkiye’de cezaevinden terörün lağvedilmesini isteyen mektubun okunması…
    Parçaların hepsini bir araya getirdiğimizde, sanki yeni bir dünya düzenine geçilecek gibi bir izlenim hakim.

    Temennimiz, bu yeni düzende Türkiye’nin jeopolitik pozisyonunu sağlamlaştırıp, bölgede oyun kurucu pozisyonunda olmasıdır.
    Bekleyip göreceğiz.

    Mutlu haftalar,
    Keyifli okumalar.
    Selim Günay

    Devamını Oku

    Pazartesi Notları

    Pazartesi Notları
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Değerli okuyucularım, bir haftalık aranın ardından bu hafta tekrardan sizlerle beraberiz. Geçtiğimiz haftalarda olduğu gibi bu hafta da sizlerle güncel konuları farklı bakış açılarından ele alarak birlikte değerlendireceğiz.

    İlk olarak, son dönemlerde trafikte sık sık karşılaştığımız ve maalesef sonu hiç de istemediğimiz yerlere giden motorlu kuryeler ile otomobil sürücülerinin yaşadığı sorunlara değinecek ve alınması gereken tedbirler üzerine konuşacağız.

    Daha sonra ise giderek önemi artan mesleklerimiz ve bu mesleklerin eğitim sistemimizdeki konumları ve algılarına dikkat çekerek “Meslek Lisesi Memleket Meselesi” diyeceğiz.

    Motokurye Düzenlemesi Şart!
    Son 10 yıldır gündelik yaşamda büyük yer edinen e-ticaret ile birçok geleneksel alışkanlıklarımızdan vazgeçip yeni alışveriş düzenine bir giriş yaptık. Aynı gün teslimat, kapıya yemek servisi, saatlerce mağaza gezmek yerine dilediğiniz ürünü bir tık ötede bulma şansı ve en önemlisi daha uygun fiyatlarla daha fazla seçenek imkânı ile e-ticaret, her geçen gün büyüyen hacmi ile hayatımızın vazgeçilmezleri arasına girdi.

    Buraya kadar her şey güzel, alan da satan da memnun, lakin olayın bir de lojistik tarafı var. Özellikle yemek siparişleri için kullanılan ve hızlı teslimat seçenekleri ile popüler hale gelen motorlu kuryelerin artan sayısı, aslında bazı sorunları da beraberinde getirdi.

    Geçtiğimiz günlerde İstanbul Pendik’te yaşanan tartışmada bir kuryenin otomobilin aynasını kırıp kaçmaya çalışması ardından sürücünün de otomobili ile kuryeyi ezmesi, bardağı taşıran son damla oldu. Burada kim haklı kim haksız muhasebesini bir yana bırakıp, yaşanan bu sorunların kökten çözümü için neler yapılmalı, bunlar konuşulmalıdır.

    2014 yılında Ulaştırma Bakanı bizzat bu konuya dikkat çekmiş ve motorlu kuryeler için yeni bir düzenleme yapılacağını, yönetmelik çalışmasında sona gelindiğini açıklamıştı.

    Motorlu kuryeler için birinci ve belki de en önemli sorun, trafik güvenliği. Kuryeler teslim ettikleri paket başına ücret aldıkları için kısa süre içerisinde ne kadar fazla teslimat gerçekleştirirse o kadar fazla para kazanacağından, trafik kurallarını hiçe saymakta, aşırı hız yapmakta, yayaların kullanması gereken kaldırımları işgal etmekte ve araçların aniden sağından solundan çıkarak tehlike arz etmekteler.

    Sadece akan trafikte değil, özellikle teslimatta hızlı olmak isteyen kuryeler, genellikle uygunsuz yerlere park etmek zorunda kalıyorlar. Bu durum, hem trafiği daha da karmaşık hale getiriyor hem de diğer sürücülerin hayatını zorlaştırıyor.

    Kuryelerin en fazla şikâyet ettikleri konu, kendilerinin trafik taşıtı sayılmadıkları yönünde. Fakat yanıldıkları nokta ise kendileri bir trafik taşıtı gibi davranmamakta, yayaların ve diğer araçların haklarını hiçe saymakta, kuralları kendileri ihlal etmekte.

    Bununla birlikte, motosikletli kuryelerin sosyal güvenceleri de önemli bir mesele. Çoğu kurye, bağımsız çalışanlar olarak değerlendiriliyor ve bu durum, maddi ve sosyal haklardan yoksun kalmalarına neden olabiliyor. Yetersiz sigorta, sağlık hizmetlerine erişim gibi sorunlar, motosikletli kuryelerin yaşam kalitesini tehlikeye atıyor. Sektör içerisindeki çalışma standartlarının iyileştirilmesi, bu mesleği tercih edenlerin daha güvenceli bir ortamda çalışmalarını sağlayabilir.

    Peki çözüm ne?

    Öncelikle kuryeler için “eğitim şart”. Kesinlikle bağlı oldukları bir federasyon, dernek ya da adı her neyse kurulmalı ve kurye olmak isteyenlerin temel eğitimden geçmeleri mecburi hale getirilmelidir. Eğitim içerikleri içerisinde kesinlikle sürüş güvenliği, saygı, iletişim becerileri ve etik gibi dersler müfredatlarda bulunmalıdır.

    Sosyal güvencesi olmayan kuryeler çalıştırılmamalı, kaçak çalışanlara ciddi cezai müeyyide uygulanmalıdır.

    Teslimatlarda paket başı ücret uygulamasından vazgeçilmeli ve takograf usulü akıllı cep telefonu üzerinden sistem kaydı yapılarak kontrolleri sağlanmalıdır.

    Son olarak, şehir yönetimlerinin motosikletli kuryelerin kullanabileceği uygun park alanları yaratması, taraflar arasında sağlıklı bir trafik akışının sağlanmasına katkı sunabilir.

    Unutmayalım, herkesin çalışması haktır, ama kurallara uyarak çalışması şarttır.

    Meslek Lisesi Memleket Meselesi
    Ülkemizde son dönemlerde baş gösteren fakat kimsenin ilgilenmediği bir “ara eleman” sorunu var. Yıllar içerisinde değişen eğitim sisteminden etkilenen, mesleki imaj olarak olumsuz bir algı oluşturulan ve hiçbir liseyi kazanamayan daha düşük seviyelerdeki öğrencilerin mecburen kayıt yaptırdığı okul algısından dolayı maalesef öğrenciler meslek lisesine kayıt yaptırmak istemiyor, çırak olarak sanayide meslek öğrenmeye yanaşmıyor.

    Hal böyle olunca ülkede bir çırak sorunu gibi ciddi bir sorun ortaya çıkıyor.

    Eskiden sanayiye aracınızı tamir etmeye götürdüğünüzde ilkokuldan sonra meslek öğrenmeye gitmiş en az 2 tane çırak olurdu dükkânda, şimdi neredeyse 3-5 dükkânda bir var.

    Cadde aralarında bulunan berber dükkanlarına akşama kadar onlarca çocuk meslek öğrenmek için “Çırak lazım mı abi?” diye uğrardı, şimdilerde berber dükkanının camlarında aylardır “Çırak aranıyor” ilanı asılı duruyor, kimse kapıdan içeriye girmiyor bile.

    Evinizdeki en basit elektrik arızası için gittiğiniz elektrikçi dükkanında tek tük usta oluyor artık, onlar da eleman eksikliğinden randevu ile çalışmaya başlamışlar.

    Avrupa ülkelerine son dönemlerde özellikle inşaat alanında fayans ustası, sıvacı ve tamir-tadilat işçilerine yoğun bir talep var ve ülkemizden de döviz kazanmak için giden onlarca işçi var.

    Ülkemizde olan sorun Avrupa ülkelerinde de var ama bizim onlara oranla artımız genç insan kaynağımız. Eğer zanaatkârlarımızı da tıpkı doktor ve mühendisler gibi yurtdışına göçe kurban verirsek maalesef gelecekte aracımızı tamir ettirecek usta, elektrik arızamızı giderecek elektrikçi ya da evimize tadilat yaptıracak usta bulamayacağız.

    Bir an evvel meslek liselerini özendirici adımlar atılmalı, ilkokuldan itibaren sanayide çıraklığa teşvik edecek bir sistem tesis edilmelidir.

    Mutlu haftalar, keyifli okumalar.

    Selim GÜNAY

    Devamını Oku

    Pazartesi Notları

    Pazartesi Notları
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Değerli, okuyucularım,

    Bu hafta sizlerle asrın felaketi 6 Şubat depremine değinecek ve kaybettiğimiz vatandaşlarımızı anacağız. Çıkarmamız gereken dersler, eksik ve hatalarımız üzerine odaklanacağız.

    Depremde yaşanan ihmaller ve sorumlular ile ilgili konuşacak; Osmangazi köprü inşaatında kopan halattan kendini sorumlu tutarak yaşamına son veren Japon Mühendis Ryoichi Kishi’ den söz edecek ve son olarak da hayatta kalmak ve yaşamak arasındaki farka değineceğiz.

    En Uzun Gece 6 Şubat 2023

    Türkiye 6 Şubat gecesi sabaha karşı 4.17’de büyük bir sarsıntıyla uyandı. 10 ili etkileyen ve yaklaşık 45 saniye süren depremin acı etkisi gün ağarmaya başladığında kendini göstermişti. Ülkemizin dört bir yanından yardımlar gidiyor, vatandaşımız elinde avucunda ne varsa deprem bölgelerine gönderme telaşında bir o yana bir bu yana çaresizce dolanıyor, belediyeler, bakanlıklar ve özel sektör yardım seferberliği için duyurular yapıyordu.

    Dışarda durum böyleydi ama depremin yaşandığı 10 ilde özellikle de Kahramanmaraş ve Hatay’dan hiç de iyi haberler gelmiyordu.

    Enkazda kurtarılmayı bekleyen yaralılar, bir şekilde enkazdan çıkmayı başarabilmiş acil tıbbi müdahale bekleyen insanlar ve yakınlarını arayan mağdurlar.

    Binlerce bina yıkılmış, hasar görüp tehlike saçan apartmanlar ve enkaz altında hayatını kaybetmiş binlerce insanımız.

    Çaresizliğin, imkânsızlığın ve kıyametin bir farklı versiyonuydu yaşananlar. Hastanede evlatlarını arayan aileler, kollarında tedavi için bebeğine doktor arayan anne ve bir eli enkazda yaşamını yitiren kızında olan baba.

    Günler geçtikte depremin tahribatı daha da belirgin hissettiriyordu kendini. Binlerce insan artık evsiz ve işsizdi.

    Resmî açıklamaya göre depremde yaklaşık 54.000 vatandaşımız hayatını kaybetti. Bu rakam resmi olarak hayatını kaybettiği tespit edilenlerin sayısı, maalesef bir o kadar da vatandaşımız kayıp veya ulaşılamadı.

    Depremden sonra ne Hatay eski Hatay olacaktır ne de depremde kaybolan, hayatını kaybeden vatandaşlarımızın yakınları eskisi gibi olacaktır.

    Yarına dair umutlar bir gecede ellerinin ucundan avuçlarından süzüldü gitti binlerce insanımızın.

    Nasıl olsa barışırız diye yatağa küs girenler, yarın ararım diye erteledikleri konuşmalar ve incir çekirdeğini doldurmayacak sebeplerle kırgın ayrılanlar.

    Peki biz bu yaşanan acıdan ne gibi dersler çıkardık?

    Yıllardır ödediğimiz deprem vergilerinin (ÖTV) aslında deprem için bir yerlerde biriktirilmediğini,

    Mevcut ekonomik durumumuza çok da güvenmememiz gerektiğini, kiracıyla ev sahibinin küçücük bir soba etrafında beraber ısınmak zorunda kalabileceğini,

    Küçücük şeyler için birbirimizi kırmanın, üzmenin beyhude olduğunu, biranda en sevdiğimizi kaybedebileceğimizi,

    Bina yaparken denetimin ne kadar önemli olduğunu, -mış, -miş gibi denetimlerin sonucunda binlerce insanımızı ihmaller zincirinde kaybedebileceğimizi,

    3-5 kuruş fazladan para kazanmak için insanların vebaline girmenin neticelerinin çok büyük yıkım olacağını anlamış olmamız gerek.

    Anlamışızdır diyemiyorum, çünkü 25 sene önce yaşadığımız 1999 depreminde de muhtemelen birileri benim gibi bir gazete köşesinde aynı şeyleri yazmış, bizleri uyarmıştır ama aynı şeyleri yaşıyoruz, tarih tekerrür ediyor, yazık çok yazık.

    Allah bir daha bize bu acıları yaşatmasın, kaybettiklerimizi ruhları şad olsun, zor çok zor…

    Japon Mühendis Ryoichi Kishi

    Yıllardır ülkemizde yaşanan ve toplumu derinden etkileyen bir olay yaşandığında kimin sorumlu olduğu kimin kabahatinin bulunduğuna dair hep bir tartışma bir kargaşa hali olur. Olaylar devam ederken, kurtarılmayı bekleyen yaralılar varken bile herkeste bir sorumluluk atma yarışı başlıyor maalesef. Bugüne kadar kimsenin çıkıp benim bu olayda kusurum var dediğini duymadık.

    Deprem, yangın, göçük gibi olaylarda maalesef binlerce insanımız hayatını kaybetti, ama bir kişi de ben kusurluyum demedi.

    Aslında hatayı kabul etmenin bir erdem olduğunu, kötü bir şey olmadığını aksine kısa vadede tepkileri üzerimize çekerken uzun vadede hep onurlu bir kişilik olarak hatırlanacağımızı düşünmüyor kimse.

    Sorumluluk kabul etme deyince aklımıza İstanbul-İzmir otoyol projesinde çalışan ve halat kopmasından dolayı kendisini sorumlu tutarak intihar eden Japon Mühendis Ryoichi Kishi geldi akıllara.

    2015 yılında işe gelmeyince arkadaşları tarafından inşaatın misafirhanesine kontrol etmek için gidildiğinde intihar ettiği anlaşılan Japon mühendisin yanı başında üzerinde japonca “Olayın sorumluluğu tamamen bana ait. Kimsenin kusuru bulunmamaktadır” yazılı bir de not buluyorlar.

    Bu olaydan sonra Yalova Belediyesi Japon Mühendis anısına “Haysiyet Anıtı” yaptırıyor.

    Biz kimse intihar etsin demiyoruz, sadece hatayı kabul etmenin kötü bir şey olmadığını anlatmaya çalışıyoruz. Depremde malzemeden çalan müteahhit, dükkanı genişletmek için kolonları kesen galerici, inşaatları denetlemeye giden yapı kontrol elemanları mesela “benim hatam” dese ne olur?

    Hayatta Kalmak ve Yaşamak

    Hayat, çoğu zaman iki farklı motivasyonla şekillenir: hayatta kalmak ve gerçekten yaşamak. Birincisi, varoluşun temel gereksinimlerini karşılamak, ikincisi ise bu temel gereksinimlerin ötesine geçerek yaşamın derinliklerine inmektir. Peki bu iki durum arasındaki fark nedir ve insan hayatını nasıl etkiler?

    Hayatta kalmak, genellikle temel ihtiyaçlarımıza odaklanmamızı gerektirir. Yiyecek, su, barınma ve güvenlik gibi unsurlar hayatta kalmanın temel taşlarıdır. Bu düzeyde yaşam, bazen bir mücadele ve kıtlık içerisinde geçer. Özellikle zor zamanlarda, insanlar hayatta kalmak için tüm enerjilerini bu temel ihtiyaçları karşılamaya harcarlar. Ancak sürekli bu düzeyde yaşamak, ruhsal ve duygusal sağlığı olumsuz etkileyebilir; bireyler, hayatta kalma içgüdüsüyle hareket ederken, yaşamın neşesini ve anlamını kaybedebilirler.

    Yaşamak ise bunun çok ötesinde bir deneyimdir. Gerçekten yaşamak, kişinin kendisini keşfetmesi, hayallerinin peşinden koşması, tutkularını takip etmesi ve yaşamın sunduğu güzelliklerin tadını çıkartması anlamına gelir. Bu aşama, ilişkilere, deneyimlere ve kişisel gelişime odaklanmayı gerektirir. Gerçek bir yaşam, sadece fiziksel varoluşu değil, aynı zamanda ruhsal ve duygusal zenginliği de içerir.

    Günümüzde, birçok insan bu iki durum arasında gidip geliyor. Ekonomik zorluklar, sosyal baskılar ve yaşam koşulları, hayatta kalma içgüdümüzü aktif hâle getirirken, aynı zamanda hayal ettiğimiz yaşamı yaşama isteğimizi de sorgulamamıza neden oluyor.

    Hayatta kalmak ve gerçekten yaşamak arasındaki denge, bireylerin yaşam kalitesini belirleyen temel bir unsurdur. Kişisel mutluluk ve tatmin için bu dengeyi sağlamak şarttır. Kendimize sormamız gereken en önemli soru şu: “Hayatta kalmak için mi yaşıyorum, yoksa gerçekten yaşamak için mi?”

    Herkes kendi ekonomik durumuna göre cevabını versin, ben bir kamu görevlisi olarak kendi cevabımı zaten biliyorum.

    Mutlu Haftalar…

    Selim GÜNAY

    Devamını Oku

    Pazartesi Notları

    Pazartesi Notları
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Değerli okuyucularım, sizlerle beraber Tercüman Gazetesi’nde 1 yılı geride bıraktık. Yazılarımıza başlarken, doğru bildiğimiz ne varsa onu yazacağımızı, delili ve ispatı olmayan hiçbir şeyi gündeme getirmeyeceğimizi özellikle belirtmiştik. Herhangi bir ideolojinin sesi olmadan, siyasi polemiklerden uzak ve olabildiğince tarafsız bir şekilde olayları ve yaşananları bir sene boyunca her pazartesi bu köşeden sizlere aktardık.

    Bir yandan toplumu derinden sarsan olaylara dair düşüncelerimizi gündeme getirirken, diğer yandan toplum olarak bir arada olmamızı sağlayan ve sevincimizi beraber coşkuyla paylaştığımız güzel anlardan söz ettik.

    Kısacası, geçen bir yıl içerisinde beraber sevindiğimiz ve üzüldüğümüz birçok konuya hep beraber değindik ve dilimizin döndüğünce sizlerle paylaştık. Bundan sonraki süreçte de aynı ilke ve prensipler çerçevesinde sizlerle beraber olmaya devam edeceğiz.

    Bu hafta sizlere muasır medeniyetler seviyesine ulaşmamızda ve geleceğimizi şekillendirmede temel olan eğitim sistemine değinerek Köy Enstitüleri’nin önemine vurgu yapacağız.

    Bir Aydınlanma Projesi: Köy Enstitüleri

    Kurtuluş Savaşı’ndan sonra halkın %80’inin kırsal kesimde yaşadığı ve toplumda okuma yazma oranının sadece %5 olduğu yıllardı. Halkın kırsal kesimde köy ağalarının emrinde ırgatlık yaparak ağaların mutluluğu ve refahı için ömürlerini harcadığı zamanlar.

    Kurtuluş mücadelesinin devam ettiği yıllarda bile eğitime ve toplumsal kalkınmaya önem veren Mustafa Kemal Atatürk, 15 Temmuz 1921 tarihinde Maarif (Eğitim) Kongresi’ni toplamış ve ülkenin kalkınmasında eğitimin önemine vurgu yapmıştı.

    Atatürk’ün talimatı ile 1924 yılında Amerikalı filozof ve eğitim kuramcısı John Dewey ülkeye davet edilir ve kendisinden Türkiye’nin kalkınması için eğitim alanında bir rapor hazırlaması istenir.

    “Okul, hayata hazırlık değil, hayatın kendisidir” diyen John Dewey, bir çocuğun hayata dair tüm öğreneceklerini okulda öğrenmesinin önemine vurgu yaparak, işe yaramayacak bilgilerle müfredatın meşgul edilememesine inanan, bugün bile fikirlerinden istifade edilen ünlü bir eğitim kuramcısıydı.

    Eğitimde uygulamaya ağırlık vererek “yaparak yaşayarak öğrenme” modelini savunan Dewey, tüm Türkiye’yi gezerek ülkesine döner ve Türkiye için bir eğitim raporu hazırlar. Rapor; Program, Maarif Vekilliği Teşkilatı (Milli Eğitim Bakanlığı teşkilat yapısı), Muallimlerin Yetiştirilmesi ve Terfihi (öğretmenlerin yetiştirilmesi ve terfii), Muallimlerin Yetiştirilmesi (öğretmenlerin yetiştirilmesi), Mektep Sistemi (okul sistemi), Sıhhat ve Hıfzıssıhha (sağlığın korunması), Mektep İnzibatı (okul güvenliği), Muhtelif Mevat (sahipsiz araziler) içeren 8 başlıktan oluşmaktaydı.

    Mustafa Kemal Atatürk’ün maalesef 1938 yılında hayatını kaybetmesiyle bu proje sekteye uğrasa da, dönemin Milli Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel ve İlköğretim Genel Müdürü İsmail Hakkı Tonguç, Atatürk’ün üzerinde büyük emekleri olan projeyi hayata geçirmek üzere çalışmalara başladı.

    Elverişli tarım arazilerinin olduğu, şehir merkezlerine uzak ama tren ile ulaşımın sağlanabileceği 21 bölge seçilerek, buralarda köy enstitülerinin açılması için çalışmalar tamamlanarak 7 Nisan 1940 tarihli ve 3803 sayılı yasa ile öğretmen yetiştirmek üzere Köy Enstitüleri resmen kurulmuş oldu.

    Köy Enstitüleri’nde mezun olan öğretmenler köylerine gidecek, toprak ağalarının emrinde ve hizmetinde çalışan insanlara eğitim verecek ve bir aydınlanma döneminin başlangıcı olacaktı.

    Okulda derslerin sadece %50’lik bölümünü temel eğitimin oluşturduğu, geri kalan kısmının ise uygulamadan oluştuğu bir eğitim sistemi vardı. Öğrencilerin tarım arazilerinde ekip biçmeyi öğrendiği, kendi ürettikleri buğdaydan ekmek yaparak kendi ihtiyaçlarını gideren bir yapı vardı okullarda.

    Âşık Veysel’in müzik derslerinde saz çalmayı öğrettiği, dünya klasiklerinin Türkçe’ye çevrilerek her bir öğrencinin mezun olmak için dünya klasiklerinden 25 eseri okumasının mecburi olduğu, Anadolu’da ilk amfinin yapıldığı ve Mozart’ın eserlerinin sergilendiği bir eğitim sistemi hayata geçmişti.

    Cumartesi günleri serbest kürsü geleneğinin olduğu ve herkesin özgürce düşüncelerini dile getirdiği bir gelenek vardı köy enstitülerinde. Bir rivayete göre, okulu gezmeye gelen dönemin Cumhurbaşkanı’na o günkü menüde olan yemeklerden farklı bir yemek verilmesi, öğrenciler arasında huzursuzluk çıkarmış ve ilk cumartesi günü kürsüye çıkan bir öğrenci, “Hani bu ülkede herkes eşitti, ayrıcalık yoktu, cumhurbaşkanına neden bizden ayrı yemek verdiniz?” diye serzenişte ve eleştiride bulunmuş, bunun üzerine okul müdürü kürsüye gelerek cumhurbaşkanına şeker hastası olduğu için mecburen farklı bir yemek verdiklerini belirtip açıklama yapmak zorunda kalmıştı.

    Köy enstitülerinin açılmasından 5 yıl sonra tekrardan Türkiye’ye gelen ve okulları yerinde inceleyen Dewey, gördükleri karşısında son derece memnun olmuş ve “İşte benim hayalimdeki eğitim sistemi” demiştir. Dünyada verdiği konferanslarda köy enstitüleri ile ilgili övgü dolu sözler söyleyen ve örnek gösteren Dewey’in düşünceleri hâlâ günümüzde etkilerini sürdürmektedir.

    Köy enstitülerinde eğitim gören öğrenciler, kendi okullarını inşa ederek iyi bir inşaat ustası, iyi bir marangoz, iyi bir aşçı olarak kendilerini yetiştirmiş ve toplumun aydınlanmasına katkı sağlamak üzere görev yerlerine dağılmışlardı.

    Köy enstitüsü mezunu öğretmenlerin görevlerine başlayarak bireysel gelişimlerinin yanında halkın da yavaş yavaş aydınlanmaya başlaması, toprak ağalarının hoşuna gitmemiş, ilk defa verilen talimatları sorgulayan bir toplumla karşı karşıya kalmışlardı.

    Açık kaynaklarda geçen bilgilere göre, siyaset üzerinde büyük etkileri olan toprak sahipleri nüfuzlarını kullanmaya başlamış ve köy enstitülerinin kapatılması için siyasi baskı yapmaya başlamışlardı. Aynı anda Rusya’nın bazı doğu illerimiz üzerinde hak iddia etmesi üzerine, dönemin cumhurbaşkanının Amerika Birleşik Devletleri’nden Rusya’ya karşı yardım istemesi üzerine, ABD’nin dönemin yetkililerinden yardım etme karşılığında tek isteğinin Köy Enstitüleri’nin kapatılması olduğu şeklinde açık kaynaklarda geçer. Yazılanlar ve anlatılanlara göre, köy enstitüleri hem iç siyasi çıkarlara hem de küresel güçlerin isteği üzerine 27 Ocak 1954 tarihinde kapatıldı.

    Mustafa Kemal Atatürk’ün tavsiye ettiği “Beyaz Zambaklar Ülkesi” isimli kitap ve bugün gıpta ederek baktığımız Finlandiya eğitim sisteminin kökenlerinin Köy Enstitüleri’ne dayandığını, aynı sistemin uygulandığını hatırlatmak isterim.

    Her bir öğrencinin dünya klasiklerinden 25 kitap okuduğu, mezun olmak için en az 1 enstrüman çalmanın zorunlu olduğu, Mozart’ın eserlerinin sergilendiği ve Âşık Veysel’in müzik dersine girdiği, kendi buğdayını yetiştirip ekmeğini yapan, giyeceği kıyafeti diken ve eğitim alacağı okulları inşa eden öğrenci grubundan,

    Elinden tablet düşmeyen, araştırma yapmaktan ve fikir yürütmekten aciz, cenazede ağlamasını düğünde oynamasını bilmeyen bir öğrenci grubuna evrildik.

    Bugün bir Finlandiya olma şansımız varken, maalesef Finlandiya’ya gıpta ile bakan bir devlet olmayı tercih ettik.

    Hani diyoruz ya, nereden nereye…

    Keyifli okumalar, mutlu haftalar.

    Selim Günay

    Devamını Oku

    Pazartesi Notları

    Pazartesi Notları
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Havasından mı suyundan mı bilinmez ne zaman başımıza bir şey gelse sık sık başvurduğumuz bir söz vardır “kader”.  Sorumluluklardan kurtulmanın en kolay yolu olduğu için olsa gerek ne olursa kader deyip sıyrılıyoruz işin içinden. Kader’e inanan bizler aynı hassasiyeti “tevekkül” sözüne karşı göstermiyoruz ama, nedense tercih etmiyoruz çünkü tevekkül etmenin sorumlulukları var, sorumlulukta bizde yok vesselam.

    Konu neden “kader”, “tevekkül” sözlerine geldi diyeceksiniz belki ama maalesef yine bir ihmaller zinciri neticesinde 78 vatandaşımız yaşamını yitirdi, onlarca vatandaşımız ise tedavi altında, biz yine kader sınavında…

    Sözü fazla uzatmadan konuya gelelim, yaşanılan acı olayın ardından bu hafta “Kader ve Tevekkül” sözcüklerine değinecek, ardından İbn Haldun’un o meşhur “coğrafya kaderdir” sözü üzerine konuşacak, son olarak ise “biz ne ara bu hale geldik” diye kendimizi sorgulayacağız.

    Kader ve Tevekkül

    Türk Dil Kurumu sözlüğüne göre “yazgı” anlamına gelen “kader” genellikle kaçınılmaz olarak kabul edilen olaylar ya da kötü talih ile ilişkilendirilir. Kader, bireylerin yaşamlarında önceden ve değişmeyecek bir biçimde belirlenmiş olay akışını ifade eder.

    Kader elbette var ama sen yaptığın inşaatta demirden çimentodan çalarsan, milyonlarca lira harcayıp yatırdığın otelde olması gereken en temel otomasyonlardan yangın alarmı kurdurmaz ya da bakımını yaptırmazsan olası bir olayda onlarca kişi senin ihmalin yüzünden hayatını kaybediyorsa bu kader olmuyor işte, bu senin ihmalin oluyor.

    Aynı şey denetim elemanları için geçerli, denetim yerine gidip formaliteden bakıp, kontrol listesine nasıl olsa bir şey olmaz deyip her şeyi tam gösterirsen sonra bu kadar insan ölünce biz nerede yanlış yaptık diye düşünür dururuz.

    Sen önce gerekli önlemlerini al, malzemeni eksiksiz ve doğru kullan sonra tevekkül et, kaderden önce tevekkül var çünkü.

    Tevekkül, hedeflere ulaşmak için gereken tüm maddi ve manevi sebepleri uyguladıktan sonra, geriye kalan her şeyde Allah’a güvenmek anlamına gelir. Sen işyeri sahibi olarak ya da denetleyen olarak gerekli maddi şartları yerine getirip yapman gerekenleri tam yaptın mı? hayır, kusura bakma o zaman senin kadere bağlama şansın yok, ihmalin var.

    Sonuç olarak sen tüm önlemleri almadan, her türlü riski düşünüp işini düzgün yapmazsan, senin yüzünden binlerce insan hayatını kaybeder, sende sırf “kader” diyerek bu işten sıyrılamazsın en azından sıyrılamamalısın.

    Coğrafya Kader Mi? Keder Mi?

    Modern tarih yazımının, sosyolojinin ve iktisadın öncülerinden kabul edilen 14. yüzyıl düşünürü, devlet adamı ve tarihçi İbn Haldun’un “Coğrafya kaderdir” sözü son dönemlerde çok moda.

    “Coğrafya kaderdir” sözü, bir kişinin veya toplumun yaşadığı coğrafi alanın hayatını, kültürel gelişimini ve sosyal yapısını ne denli etkilediğini ifade eder. Bu ifade, insanların doğdukları, büyüdükleri ve yaşadıkları yerlerin, onların yaşam koşullarını, fırsatlarını ve potansiyellerini belirleyici bir rol oynadığını vurgular. Dolayısıyla, coğrafya sadece fiziksel bir mekân değil, aynı zamanda bireylerin hayata bakış açısını ve yaşam deneyimlerini şekillendiren önemli bir etkendir.

    Mesela Amerika Birleşik Devletleri coğrafi lokasyonu nedeni ile kasırga, Japonya ve Endonezya deprem, Avustralya ise sel felaketi ile sık sık karşı karşıya gelir, bir nevii coğrafi kaderlerinin yansımasıdır bu doğa olayları.

    Ülkemizde ise maalesef hepsi mevcut

    1999’da Gölcük depremi oldu, 18000 vatandaşımız hayatını kaybetti, hatalarımızdan ders aldık dedik, artık daha sağlam ev yapacağız, malzemeden çalan müteahhidin canına okuyacağız dedik, 2011 yılında Van depreminde 644, 2020 İzmir depreminde 117, Elâzığ depreminde ise 41 vatandaşımız hayatını kaybetti. Deprem coğrafi bir kaderdir, buna itiraz etme şansımız yok, ama 2023 yılında meydana gelen ve 67.000 vatandaşımızın hayatını kaybettiği depremde yıkılan evlerde işyeri yapmak için kesilen kolonları ve koca binalarda kullanılan bir avuç çimentoyu görünce 1999 yılından 2023 yılına hiçbir şeyin değişmediğini, insanların daha fazla para kazanma hırsıyla binlerce insanın hayatıyla nasıl oynadıklarını bir kez daha gördük. Burada deprem bir kaderse, 67.000 insanımızın ölmesi ise ihmaldir.

    2009 yılında Adıyaman’da meydana gelen sel felaketinde 31 vatandaşımız hayatını kaybetti. Aşırı yağışlar karşısında yapabilecek bir şeyimiz olmayabilir ama dere yatağına ev yapar, şehir kurarsak tıpkı 2021 yılında Batı Karadeniz’de meydana gelen selde kaybettiğimiz 97 vatandaşımız gibi daha çok insanımızı kaybetme olasılığımız yüksek. Sel bir doğa olayıdır, kaderdir ama dere yatağına ev yaptığı için hayatını kaybeden insanlar kader kurbanı olmaz, ihmal kurbanı olur.

    2010 yılında Karadon maden ocağında 30 madencimizi yerin metrelerce altında kaybetmişiz, 2014 yılında Soma’da daha beterini yaşamış 301 madencimiz feci şekilde hayatını kaybetmiş, 2022 yılında Amasra’da tekrardan bir maden faciası daha 42 vatandaşımızı da orada kaybetmişiz. Gerekli tedbirler alınsa, kontroller zamanında ve yerinde yapılsa belki bugün o vatandaşlarımız hayatta olacaktı.

    2016 yılında Adana’nın Aladağ ilçesinde bulunan özel öğrenci yurdunda yangın çıkmış ve 12 evladımız yanarak can vermişti. 2024 yılında İstanbul Beşiktaş’ta gece kulübünde yangın çıkmış 29 vatandaşımız da burada yanarak hayatını kaybetmişti. Son olarak ise geçtiğimiz hafta Bolu’da meydana gelen otel yangınında maalesef 78 vatandaşımız feci şekilde can verdi.

    Her yaşadığımız olayda ders aldık diyoruz ama yine hiçbir şeyin değişmediğini görüyoruz. Deprem oldu, bu son artık af yok dedik, bir sonraki depremde 10 katı vatandaşımızı kaybettik, sel oldu yine aynı, Aladağ yangınından sonra otel yangınında da hala yangın merdiveni var mıydı? diye tartışıyorsak demek ki bir arpa boyu yol alamamışız.

    Malzemeden çalarak inşaat yaparsak, dere yatağına ev yapar, şehir kurarsak, milyonluk tesislere yangın merdiveni yapmamayı kar sayarsak işte o zaman coğrafya kader değil, keder olur.

    Sorumlu Benim!

    Ne zaman ülkece bir felaket yaşasak, hemen bir suçlu bulma yarışına giriyor, üzerimizden sorumluluğu atmak için akla hayale gelmeyecek teoriler üretiyoruz. Maalesef her olayda aynı şeyleri yaşıyoruz, bir dejavu hali mevcut. Toplumu derinden etkileyen bir olay yaşanıyor, daha olayın ne olup olmadığı anlaşılmadan herkes topu üzerinden atma derdine düşüyor. Önce insanlar sağ salim kurtarılsın ondan sonra sorumlu ve suçluları sağduyu ile tespit edelim diyen yok.

    İnsan olarak hepimizin eksik ve kusurunun olabileceğini, hatayı kabul etmenin kötü bir şey olmadığını bilecek olgunluğa eriştiğimizde bir şeylerin değişeceğini düşünenlerdenim.

    Ben en son yaptığı hatayı kabul eden tek kişi hatırlıyorum oda Osmangazi Köprüsünün inşaatında çalışan Japon mühendisin köprünün kopan halatından kendisini sorumlu tutup intihar etmesiydi.

    Biz kimse intihar etsin demiyoruz ama en azından hatayı kabul etmek de bir erdemdir. 40 yıl önce otelin projesini çizen adamı gözaltına alıp sorumluluk yüklemek komik geliyor insana. Aslında burada tek sorumlu var oda benim, her yaşadığımız acı olayda birisinin çıkıp “benim ihmalim var” diyecek diye beklediğim için.

    Selim GÜNAY

    Devamını Oku

    Pazartesi Notları

    Pazartesi Notları
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Değerli okuyucularım,

    Geride bıraktığımız 2024 yılının en önemli ve bir o kadar da utanç verici olayı yenidoğan çetesi ve haklarındaki iddialardı. Son yılların en büyük sağlık skandallarından biri olan bu olay 27 Mart 2023 tarihinde Cumhurbaşkanlığı İletişim merkezine (CİMER) yapılan bir ihbar ile ortaya çıktı. İhbar ve araştırmalar üzerine 21 Mayıs 2023 tarihinde İstanbul Büyükçekmece Cumhuriyet Başsavcılığı tarafından soruşturma başlatılmış, başlatılan soruşturma neticesinde 26 Nisan 2024 tarihinde İstanbul Emniyet Müdürlüğü ekiplerince sabah saatlerinde operasyon için düğmeye basılarak 47 şüpheli gözaltına alınmış, şüphelilerden 22’si savcılık soruşturmasının ardından tutuklanmıştı.

    Biranda ülke gündemine oturan bu olay maalesef bir o kadar da hızlı bir şekilde gündemden düştü. Suriye devlet başkanı Esad’ın devrilmesi, yeni açılım görüşmeleri, asgari ücret ve memur maaş oranları tartışılırken arada unutuldu gitti. Aslında unutan bizdik, yoksa yenidoğan çetesi mağduru ailelerden evladını kaybedenler acılarıyla baş başa kalıp yas tutmaya devam ederken, bebeği şans eseri hayatta kalanlar ise evlatlarının sağlık sorunları ile mücadele etmeye devam ediyordu.

    Bizde bugün ülkemizin içerisinde bulunduğu bu yoğun gündemde “unutma, unutturma” diyerek yenidoğan çetesi ile ilgili iddiaları tekrardan gündeme getirecek ve en büyük mağdur olan ailelerden biri olan ve Özel Harekât Şubesinde görev yapan bir polis memurunun yaşadığı mağduriyeti dile getireceğiz.

    Yenidoğan Çetesi ile ilgili iddialar neler?

    Açık kaynaklardan elde edilen bilgilere göre organize örgüt kapsamında yürütülen soruşturmada suç işlemek amacıyla örgüt kurmak, örgüte üye olmak, örgüt adına faaliyet yürütmek, kasten öldürmenin ihmali davranışla işlenmesi, nitelikli dolandırıcılık, resmî belgede sahtecilik ve rüşvet gibi iddialar mevcut.

    Şu ana kadar 10 bebeğin yaşamını yitirdiği ve 10 hastanenin Sağlık Bakanlığı tarafından ruhsatlarının iptal edildiği biliniyor.

    Görsel ve yazılı basında yer alan haberler bir nevii mahkemelerce kesinleşinceye kadar iddia elbette ama bir de olayın mağdurları, bizzat yaşadıkları olaylar ve mağduriyetler var.

    Özel Harekât Polisi Mağdur Bir Baba E.E.

    Yenidoğan Çetesi mağduru bir baba ve yaşadıkları akıl almaz mağduriyeti dile getireceğiz bugün. Yoğun çalışma temposu içerisinde mesleğini icra ederken bir yandan da bebeğini sağ salim kucağına almayı hayal eden Polis Memuru E.E.’nin eşi 29.12.2023 tarihinde Bağcılarda bulunan ve iddialar üzerine kapatılan hastanede erken doğum yapıyor, ciğerleri gelişmediği için bebek kuvöze alınıyor. Bu esnada kadın doğum doktoru aileye “gayet sağlıklı doğdu, yoğun bakıma sağlıklı bir şekilde verdik. 3 gün içinde bu çocuk kuvözden çıkamazsa bu çocuğa bakamamışlardır buradan çocuğunuzu alın.” şeklinde beyanda bulunuyor.

    Aile bebeği 3 gün bekliyor, 3. günün sonunda gece 4’te hastaneden aranarak bebeğin kalbinin durduğunu, pulmoner hipertansiyon olduğunu her şeye hazırlıklı olmaları gerektiğini söylüyorlar.  Kendilerini arayan kişi doktor değil hemşire, yılbaşı gecesi olduğu için hastanede nöbetçi doktor yok.

    Doktor olmadığı için bebeğe erken müdahale edilmiyor ve pulmoner hipertansiyona çeviriyor. Aile sabah saatlerinde bu gelişme ile ilgili kadın doğum doktorunu arayıp bilgi verdiklerinde doktor aileye “çocuğunuzu hemen oradan alın, bakımsızlıktan ilgilenmediklerinden pulmoner hipertansiyon olmuştur.” diyor.

    E.E. evladını sevk ettirmek istediğinde hastanede yine doktor yok ve epikriz raporunu vermiyorlar.

    Şu anda cezaevinde tutuklu bulunan çocuk doktoru M. G. isimli şahıs ısrarlar sonucunda yasal olmayan bir şekilde sekreterine epikriz raporu yazdırıyor. İddiaya göre suçlarının ortaya çıkmaması için sevk ettirmenin tehlikeli olduğunu ve çocuğun yolda ölebileceğini söylüyorlar. Aile sorumluluğu alarak özel ambulans tutarak bebeğin sevkini sağlıyorlar.

    Buraya kadar herşey normal gibi ama asıl mağduriyet burada başlıyor.

    Bebek pulmoner hipertansiyona bağlı beyin kanaması geçiriyor ve hidrosefali oluyor. 2 ay 17 gün Küvözde yatıyor ve 40 gün boyunca entübe kalıyor.

    Şu an durumu nasıl mı?  beyninde kistler mevcut ve doktorlar  bu duruma bağlı olarak fiziksel veya zihinsel bir hasar bırakacağını söylüyorlar. Ayrıca bebek işitme testini de geçemiyor ve yüzde 100 işitme kaybı var.

    Haftada 3 gün fizik tedavi alıyor, aile perişan olmuş durumda, maddi ve manevi olarak yıpranmış durumdalar ve sürekli hastanelerde.

    Şimdi anlaşılmıştır umarım durumun ciddiyeti ve tepkilerin ne kadar haklı olduğu.

    Aile adına zor ve üzücü bir durum. Allah yardımcıları olsun. O yüzden diyoruz ki; Yenidoğan skandalını Unutma, unutturma!

    Selim GÜNAY

    Devamını Oku

    Pazartesi Notları

    Pazartesi Notları
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    179 yıllık Türk Polis Teşkilatı, bünyesinde barındırdığı yaklaşık 400.000 kişilik insan kaynağı ile ülkemizin huzuru ve güvenliği için fedakârca görevini ifa etmektedir. Yurt içinde yürüttüğü sayısız operasyonlar ile uyuşturucu, organize örgütler, terör ve yasa dışı bahis gibi birçok konuda suç ve suçluyla mücadelede başarılı çalışmalara imza atmaktadır.

    Yurt içinde gerçekleştirdiği güzel işlerin yanı sıra bir eğitim kurumu gibi yabancı ülkelerin polislerine de özellikle siber, kriminal ve savunma taktikleri anlamında eğitimler vermektedir.

    Tüm bu başarılı projelere imza atan teşkilatta maalesef istenmeyen ve üzücü olaylarla da karşı karşıya kalıyoruz. 2024 yılında 21 meslektaşımız görevi başında şehit olurken, 73 meslektaşımız intihar etti. 2025 yılı ocak ayının henüz ilk 10 gününde ise maalesef 5 meslektaşımız yaşamına son verdi.

    Bu kadar başarılı çalışmalara imza atan bir teşkilatta intihar oranının bu kadar yüksek olması düşündürücü. İntiharlar farklı sebeplere dayandırıldı hep, kimine kriptoda para kaybetmiş denildi, kimine borsada para batırmış, ya da ailevi ve duygusal ilişkisinden kaynaklı bunalımdaymış deyip kestirip atıldı, fakat mobbing ve ağır çalışma koşullarından bahsedilmedi hiç.

    Kurum psikologlarının bağımsız çalışma şansının olmadığını, yazdıkları raporların nihayetinde yine kurum içi amir ve müdürlere gittiğini belirtip, objektif bir değerlendirmenin çok zor olduğunu, bunun için bağımsız bir kurulun oluşmasını ve içerisinde seçkin üniversitelerden psikolog ve sosyologların olmasının daha faydalı olacağından bahsettik hep.

    Hatta intiharları araştırma komisyonu kurulmasını, bu komisyonda her sınıf ve rütbeden bir temsilci, emniyet mensubu yakını, intihar eden meslektaşlarımızın yakınları ve emniyette faaliyet gösteren sendika temsilcilerinin mutlaka bu komisyonda bulunmalarının gerektiğini belirtmiştik.

    Sadece kurum personelinin davet edildiği, üst düzey amir ve müdürlerin olduğu çalıştayların zaman kaybından öteye gidemeyeceğini açıkça ifade etmiştik.

    Tüm bu taleplerimizi ve dileklerimizi her acı olayda yüreği yanan bir birey olarak söylemiştik, sonuçta bu teşkilat bizim, bu teşkilat mevcut memur, amir ve müdürlerle devam edecek. İnsan kaynağının bu kadar fazla olduğu bir teşkilatta farklı kurumlardan ithal memur, amir ve müdüre ihtiyaç olmadığını kısacası kendi insan kaynağımıza güvendiğimizi her fırsatta dile getirdik.

    Son dönemlerde yaşanan ağır çalışma koşulları ve ekonomik şartlara bir de sahipsizlik ve değersizlik hissi eklenince insanlar tutunacak bir dal, sığınacak güvenli bir liman arıyor nihayetinde.

    Tüm bu durumlar yaşanırken herkesin gözü kulağı Anayasa Mahkemesinden gelecek olan polisin sendikal hakkına dair karara çevrilmişti. Anayasa Mahkemesi kararı erteleyince şimdilik bekleyiş devam edecek gibi duruyor. Peki polislerde sendika olur mu? olursa nasıl olur gelin beraber bakalım.

    Türkiye’de Sendikacılık

    Sendika kavramı nedendir bilinmez ama bizim toplumda akla hemen başkaldırı, isyan, iş bırakma gibi olumsuz anlamlarla yan yana anılır. İlk olarak İngiltere’de ve ABD’de 18. yüzyıl sonlarında işçilerin örgütlenmesiyle karşımıza çıkan sendikalar, 19. yüzyıldan itibaren Sanayi Devrimi boyunca Batılı ülkelerde ve 2. Dünya Savaşı sonrasında da Türkiye dâhil tüm demokratik ülkelerde yaygınlaşmıştır.

    Türkiye’de 1961 anayasası ile işçilere verilen sendikal hak ile başlayan serüven farklı meslek gruplarını da kapsayacak şekilde genişletilerek günümüze kadar gelmiştir.

    Üst düzey bürokratlar, Hâkim ve Savcılar, Rektörler, Türk Silahlı Kuvvetleri mensupları ve polislerin sendikalara üye olmaları, sendika kurmaları ve yönetici olmaları kanunla yasaklanmıştır.

    Anayasa Mahkemesi 2014 yılında almış olduğu karar ile Türk Silahlı kuvvetleri ve Emniyet Genel Müdürlüğünde sivil memur olarak görev yapan personele sendikal faaliyette bulunma izni vermiştir.

    Türk Polis Teşkilatında fiilen görev yapan polis memurları tarafından 2012 yılında başlatılan sendikal girişim ilgili mahkemelerce engellenmiş ve resmi olarak kapatılmıştır. Bu olayların üzerine kapatılan sendika yetkilileri tarafından 2014 yılında Anayasa Mahkemesine başvuruda bulunulmasına rağmen 10 yıldır Anayasa Mahkemesi kararı açıklamamıştır.

    2024 yılının son günlerinde Anayasa Mahkemesi polislerin sendikal serüveni ile ilgili karar vermek için toplandı, fakat karar beklenirken sürpriz şekilde mahkeme kararını erteledi. Gündem yoğunluğu ya da farklı her ne sebeple olursa olsun bu erteleme teşkilatta bir heyecan yarattı aslında.

    Kararın erteleme nedeni bilinmezliğini koruya dursun polislere tekrardan sendika hakkı konusu görsel ve yazılı basında dillendirilmeye ve tartışılmaya çoktan başlandı bile.

    Öncelikle şunun herkes tarafından bilinmesi gerekir, sendika çalışanların hakkını savunan, işvereni güvence altına alan bir sistemdir. Sendika bir başkaldırı değil tam tersine bir uzlaşıdır. 3. Dünya ülkelerinde bile sendikalar devletle çalışanın, işveren ile işçinin arasında köprü görevi görmektedir.

    Polis Sendikalı Olursa Ne olur?

    Avrupa’nın neredeyse tamamında, Afrika ülkelerinin ise çoğunda emniyet teşkilatlılarında çalışan her sınıftan personelin sendikaya üye olma hakkı bulunmaktadır. Bugüne kadar polisler sendikalı diye dünyanın hiçbir yerinde herhangi bir güvenlik açığı ya da biz sendikalıyız diye hırsızlara, arsızlara yol veren bir zafiyet oluştuğunu duymadık.

    Türkiye’de ne zaman polislere sendika hakkı konuşulsa fi tarihinden kalma                                       Pol-Der ve Pol-Bir örneği verilmekte ve “polislere sendika hakkı olmaz”, “polis taraf olmamalı”, “polis siyasallaşırsa güvenlik zafiyeti oluşur” fikri ortaya atılmakta.

    Sendikaları siyasallaştıran siyasetçilerdir, dolayısıyla emniyet teşkilatında olacak tek yetkili sendikaya karışılmadığı sürece polisin siyasallaşması mümkün değildir.

    Emniyette tek yetkili, grev ve lokavt hakkı olmayan ama emniyet personeli için görüşme masasında etkin olan bir sendika bu teşkilat için kazanım olabilir mi değerlendirmek gerekir.

    Peki bir beyin fırtınası yaparak Türkiye’de polisler sendikalı olursa ne olur diye düşünelim.

    Öncelikle hiç kimse devletin şerefli memuruna-amirine “sen benim kim olduğumu biliyor musun?” diyemez,

    Gecenin bir yarısı zil zurna sarhoş olup, uygulama yapan trafik polislerine “haritadan kendine yer beğen” diyen bilmem hangi şirketin sahibi bir kendiniz bilmez olamayacak,

    Polislerin çalışma şartları kanunla düzenlenecek, fazla çalışmalarında ek ücret alacak,

    Keyfiyet kalkacak atamalarda sebepsiz ve haklı gerekçe olmadan yer değiştirme olmayacak,

    Giyeceği kıyafetten, yiyeceği kumanyaya kadar her aşamada sendika ile emniyet beraber istişare ederek karar verecek,

    Promosyon belirleme masasında sendikada olacak, personelin en üst seviyede kazanım elde etmesi için mücadele edecek,

    Tüm bu haklara sadece memurlar değil amir ve müdürlerde sahip olacak, onların da haklarını aynı şekilde koruyan bir sendika olacak.

    Birçok ülkede emniyet müdürleri de sendikalı, kendi hakları için, kazanımları için kanun çerçevesinde haklarını arıyorlar.

    Sendika olursa hiç kimse bu devletin şerefli amir ve müdürlerini kendi istediği gibi yönlendiremeyince  oraya buraya tayin etmekle tehdit edemeyecek.

    Sendika korkulacak bir “öcü” değildir. Dünyanın en geri kalmış ülkelerinden tutun en gelişmiş ülkelerinin Emniyet teşkilatlarında sendika varsa Türkiye’de neden olmasın.

    Sendika gelirse emniyette tepe yönetiminin eli rahatlayacaktır, olumsuz bir durumda süreçte birlikte karar aldıkları sendikanın da sorumluluğu olacağından şikayetlerin tek odağı olmayacaktır.

    Sendika güvenlik zafiyeti yaratmaz, tam aksine insani şartlarda çalışan polis, daha fazla dinlenme fırsatı bularak, görevine dinlenmiş bir şekilde geleceği için çalışma saatlerinde daha duyarlı olacaktır.

    Sendika personel ve kurum arasında köprü görevi göreceğinden personelin sorunlarını daha sağlıklı ve rahat bir şekilde yetkililere iletme şansı verecektir.

    Unutulmamalıdır ki, Türk Polis Teşkilatında hiçbir polis sendikalıyım diye iş yavaşlatmaz, devletini ve milletini zora sokmaz, zorda bırakmaz.

    Avrupa Polis Konfederasyonu (EUROCOP)

    Avrupa’da Emniyet teşkilatlarında faaliyet gösteren sendikaların üye olduğu Avrupa Polis Konfederasyonu (EUROCOP), şemsiye bir sivil toplum kuruluşu olarak üye ülkelerin polis teşkilatında görev yapan her sınıf personel için destek olan, çalışma şartlarının iyileştirilmesi için mücadele eden bir kuruluş.

    25 ülkenin emniyet teşkilatlarında faaliyet yürüten sendikaların üye olduğu EUROCOP, Avrupa Konseyi’ne doğrudan katılım hakkı bulunmasıyla öne çıkmaktadır.

    5 Mayıs 1949’da kurulan, Türkiye’nin de içerisinde olduğu 46 ülkenin üye olduğu Avrupa Konseyi’nde doğrudan temsil yetkisinin bulunması özellikle polis teşkilatlarında görev yapan personelin sorunlarının en üst makamlara iletilmesi noktasında son derece önemlidir.

    Türkiye’nin üye olduğu bu denli köklü bir kuruluşta doğrudan temsil yetkisi bulunan bir konfederasyon polislerin sorunları ile ilgileniyor, çalışma şartlarının düzeltilmesi için çaba sarf ediyor, ama maalesef Türkiye’de polisler sendikalara üye olamadıkları için bu haklardan faydalanamıyor.

    “Koruyucuları koruyun” mottosuyla güvenlik güçlerine karşı şiddet konuları gibi birçok önemli konuya dikkat çeken çalışmaları olan konfederasyon, Avrupa’da emniyet mensuplarının sorunlarını en üst makamlara doğrudan iletmektedir.

    EUROCOP sadece polislerin değil, emniyet teşkilatlarında görev yapan aşçı, teknisyen, mühendis, avukat gibi her unvandan emniyet mensuplarının haklarını korumakta ve sahip çıkmaktadır.

    Türkiye gibi gelişmekte olan bir ülkede, grev ve lokavt hakkı olmayan ve tek bir sendika olmak kaydıyla polislere sendika hakkının verilmesi noktasında takdir mahkemenin ama idarenin yaklaşımı da son derece önemlidir.

    Bekleyip göreceğiz.

    Mutlu Haftalar, Keyifli okumalar.

    Selim GÜNAY

    Devamını Oku

    Pazartesi Notları

    Pazartesi Notları
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Değerli okuyucularım,

    Her hafta olduğu gibi bu hafta da sizlerle gündeme dair satır başlarına değineceğiz.

    İlk olarak geçtiğimiz günlerde açıklanan memur maaş oranları ve memurların tepkilerini dile getirecek, ardından memur maaşları ile ilgili herhangi bir somut muhalefet sergilemeyen ve yıllardır yetkili olmasına rağmen hiçbir etkisini görmediğimiz sözde yetkili özde etkisiz sendikaya değineceğiz.

    Son olarak ise Cumhurbaşkanı Yardımcısı Sayın Cevdet YILMAZ ocak ayı içerisinde memurlar ile ilgili düzenlemeleri içerecek yeni bir torba yasanın meclise geleceğini açıkladı, bizde torbada olması gerekenleri kendilerine ileteceğiz.

    Memur maaşı Zam Oranı

    2025 yılı memur ve memur emeklisi maaş zam oranları belli oldu. 2024 yılı ortalama enflasyonun TÜİK’e göre %44.38, Ocak ayı kira artışının %58.51, yeniden değerlendirme oranı %43.93 ve yoksulluk sınırının 68.675 TL olduğu bir ortamda memura verilen % 11.5 zammın kabul edilmesi mümkün değildir.

    Tüm istatistiklerin altında kalan, memurun enflasyon karşısında ezildiği ve görmezden gelindiği bir artış olmuştur. Sadece çalışanların değil emekli memurlarında bu zam oranı ile ayakta kalması neredeyse imkânsız duruma gelmiştir.

    Geçen haftaki yazımızda da belirttiğimiz gibi Anadolu Ajansı verilerine göre Türkiye, 2024 yılının ilk çeyreğinde Ekonomik İşbirliği ve Kalkınma Örgütüne (OECD) üye ülkeler arasında en fazla büyüyen birinci, G20 ülkeleri arasında ise ikinci en hızlı büyüyen ekonomi olmuş, bunu ben söylemiyorum, Devletin haber ajansı olan Anadolu Ajansının 31 Mayıs 2024 tarihli haberinde gördüm.

    Şimdi insana sormazlar mı madem biz bu kadar büyüyoruz, neden hala memura %11.5 oranında zam veriyoruz.

    Yeniden bir düzenleme gelmez ya da bir refah payı verilmezse, bu zamlarla memurun hayatta kalma şansı kalmamıştır, Ruhuna El Fatiha!

    Sözde Yetkili Özde Etkisiz Sendika !

    Kısa adı Memur-Sen olan Memur Sendikaları Konfederasyonu şu anda Türkiye’de yetkili konfederasyon durumunda. Yetkili konfederasyon olunca memur maaşlarını belirleme aşamasında ve memurlar için alınacak birçok kararların alınma sürecinde masada oluyorsunuz. Gelin şimdi kısaca Memur-Sen’i tanıyalım. Temelleri 1992 yılına dayanan, 2014 yılında kendilerine bağlı sendikaların tamamı tüm kurumlarda yetkili olan, ayrıca siyasiler ile de en rahat görüşebilen konfederasyon.

    Siyasiler ile bu kadar yakın olup, istediği zaman görüşebilen bir konfederasyonun yetkili olduğu Türkiye’de memur %11.5 zam oranı alıyorsa kusura bakmayın ama bu ayıp yetkili sendikanındır.

    Her platformda biz yetkiliyiz diye ortalarda gezecek, siyaseten en güçlü isimlerle beraber fotoğraf çekinip güçlüyüz imajı vereceksin ama maaş zam oranları belirleneceği zaman ortalarda olmayacak, pazarlık masasında göstermelik birkaç söz dışında herhangi bir icraatın olmayacak. Ben buradan kendilerine soruyorum, memura verilen %11.5 zam oranında vicdanınız rahat mı? yetkili konfederasyon olarak, genel başkanın maaşına da 2025 yılı için %11.5 oranında mı zam yapıldı? yoksa daha fazlası mı?

    Ben sordum, cevabını bekliyorum.

    Yeni Torba Yasada Ne Olmalı?

    Cumhurbaşkanı Yardımcısı Sayın Cevdet YILMAZ, ocak ayı içerisinde memurları ilgilendiren bir torba yasanın TBMM’ye geleceğini açıkladı. Bu yaklaşımı olumlu bulduğumu belirtmek istiyorum, çünkü son dönemlerde toplumun her kesiminden hem özlük anlamında hem de çalışma hayatı anlamında bir beklenti mevcut. Özellikle asgari ücrete ve memurlara yapılan zam oranı eleştirileri beraberinde getirmişti.

    Özellikle Sayın YILMAZ’ ın yeni torba yasa açıklaması yeni bir heyecan yarattı toplumda. Bizde zaman zaman toplumun beklentilerini ele aldığımız bu köşede yeni torba yasada olması gerekenleri belirtecek ve en azından vatandaşın ne istediğini dile getireceğiz.

    657 sayılı Devlet Memurları Kanunu’nun kanayan yarası Yardımcı Hizmetler Sınıfı (YHS) kaldırılmalıdır.

    Sur’da, Habur’da, Suriye’de bayrağımız için savaşan kerpiç duvarlı sıvasız evlerin kahramanları uzman çavuşlara kadrolarını verin, vatan savunmasının sözleşmelisi olmaz,

    Devlet evlatları arasında ayrım yapmaz, 3600 ek gösterge herkesin hakkı, gereği yapılmalı,

    Askerlik borçlanması esnafa, işçiye var, memura yok, bu olmaz, kabul edilemez, memura da askerlik borçlanması kolaylığı sağlanmalıdır.

    Kamuda çalışan sağlık personelinin özlük hakları ve çalışma şartları sağlık bakanlığı personelinin özlük haklarına eşitlenmelidir.

    Kamu mühendislerinin özlük haklarına düzenleme getirilmeli, şartları iyileştirilmelidir.

    Çarşı Mahalle Bekçilerinin ve Polis memurlarının çalışma şartları kanunla düzenlenmeli, özlük haklarında iyileştirmeye gidilmelidir.

    İnfaz Koruma Memurları ya güvenlik sınıfına alınmalı ya da mevcut sınıflarında sendika kurma hakkı verilmelidir.

    Öğretmenlikte söz verildiği gibi mülakatlar kaldırılmalıdır.

    Kademeli emeklilik sistemine ivedi geçilmeli, 1 güne karşılık 17 yıl fazla çalışma adaletsizliği giderilmelidir.

    Sigorta girişi ve fiili çalışması olan staj ve çıraklık sigortası mağdurlarının talepleri dinlenmeli, çözüm üretilmelidir.

    Biz sorunları ve bu sorunlara ilişkin taleplerimizi ilettik, gören, dinleyen, çözmek isteyene…

    Mutlu Haftalar, Keyifli Okumalar

    Sevgiyle Kalın.

    Selim GÜNAY

    Devamını Oku

    Pazartesi Notları

    Pazartesi Notları
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Değerli okuyucularım.

    Acısıyla tatlısıyla bir yılı daha geride bıraktık. Ekonomik anlamda bizim için zor bir yıl oldu. Alım gücünün düştüğü, yaşam maliyetlerinin arttığı ve yüksek enflasyon ile mücadele ettiğimiz bir yılı geride bıraktık. Sosyal olarak da bizleri pek de mutlu edecek bir yıl olmadı. Aslında her şey kötü değildi elbette ilk kez uzaya astronot gönderdik, spor müsabakalarında gurur duyduğumuz anlar oldu. Bizde durum böyleyken Dünyada ise Trump’ ın ABD başkanı seçildiği, Esad’ ın devrildiği bir yılı geride bıraktık.

    Ekonomik Gelişmeler

    2024 yılı vatandaş olarak en ağır ekonomik koşullarla karşı karşıya kaldığımız bir yıl olarak hafızalardaki yerini alacaktır. Hayatın her alanında artan vergiler, sürekli yükseliş trendinde olan fiyatlar, düşürülemeyen enflasyon ve tüm bu olumsuzluklar içerisinde düşük kalan çalışan ve emekli maaşları maalesef vatandaşın belini bükmüş ve yaşaması zor bir hale sokmuştur.

    Kendi dertlerimiz varken bir de zorunlu ve kalıcı misafirlerimiz olan Suriyeli, Afganistanlı ve çevre ülkelerden gelen sevgili kardeşlerimize bakmakla yükümlü olduğumuz için zaten zor olan yaşam koşulları iyice çekilmez bir hal aldı.

    Azıcık kafası çalışan hemen kendisine bir iş kurdu, zaten Türkiye Cumhuriyeti vatandaşının esnaf ağır vergiler altında ezilip işyerini kapatmak zorunda olduğu bir dönemde, bu yabancı kardeşlerimiz vergi ödemeden kaçak göçek işyeri açarak güzel para kazanabilirdi, nitekim öyle oldu. Savaştan kaçarken ülkemize terlikle gelenler, savaş bitince arabayla dönenler oldu, hatta uzunda kuyruklar oluştu.

    Sonuç olarak 2024 yılı yeniden değerlendirme oranının %43,93, enflasyon oranının yıllık ortalama %45’lerde olduğu, açlık sınırının 20 bin 431 TL ve yoksulluk sınırının 66 bin 553 TL olduğu bir ortamda 2025 yılında geçerli olacak asgari ücret yüzde 30 artışla 22 bin 104 liraya yükseldi. Kısacası çalışanı enflasyona ezdirdik.

    Anadolu Ajansı verilerine göre Türkiye, yılın ilk çeyreğinde, verisi açıklanan Ekonomik İşbirliği ve Kalkınma Örgütüne (OECD) üye ülkeler arasında birinci, G20 ülkeleri arasında ikinci en hızlı büyüyen ekonomi olmuş, bunu ben söylemiyorum, Anadolu Ajansının 31 Mayıs 2024 tarihli haberinde gördüm.

    Anadolu Ajansı devletin, koskoca devletin haber ajansı yalan söylemez, ben ikna oldum ama ikna olamadığım konu bu kadar büyüyen bir ekonomide asgari ücretli enflasyonun %45’lerde olduğu bir yerde neden sadece %30 zam aldı.

    Sosyal Patlama

    Ekonomik anlamda iyi geçmeyen 2024 yılının sosyal olarak da iyi geçtiği söylenemez. Geride bıraktığımız yıla dair sosyal anlamda bizleri derinden etkileyen olaylara kısaca bir göz attığımızda;

    Bir mahlukatın beraber olduğu kadının 9 aylık bebeğine cinsel istismarıyla sarsıldık,

    Ortadan kaybolan ve mezarlıkta cesedi bulunan 6 yaşındaki kız çocuğumuzu öldüren caninin “canım sıkıldı öldürdüm” sözlerini kanımız çekilerek duyduk,

    Bebeğinin biberonuna zehir koyup, çorbasına çamaşır suyuna koyan anneyi duyunca insansızlığımızdan utandık…

    Tekirdağ’da cinsel istismardan hayatını kaybeden 2 yaşındaki Sıla bebeğin hayatını kaybetmesi geleceğe dair umutlarımızı kararttı.

    Diyarbakır’da katledilen Narin’in acısı hala derinlerde hissedilirken, verilen cezalar maalesef acımızı hafifletmedi, hafifletmeyecek de…

    Artık bu tarz haberleri sadece insanlara karşı duymuyoruz, aracında köpeğe tecavüz ederken yakalanan başka bir yaratık daha vardı…sonra hiçbir şey olmamış gibi pişkin pişkin kendisini kayda alan vatandaşa hiçbir şey olmamış gibi bakan.

    Kısacası biz 2024 yılında insanlığımızdan utandık, tekrar utandık, tekrar utandık, bizler utanmaktan bıktık ama onlar pis emellerini çocuklar, kadınlar ve savunmasız hayvanlar üzerinde gerçekleştirmekten bıkmadı.

    Kısacası sosyal olaylar anlamda insanlığımızdan utandığımız bir yılı bu şekilde kapattık…

    Gurur Tablosu

    Ekonomik ve sosyal anlamda içimizi karartan olayların ardından hiç mi iyi bir şeyler olmadı diye düşünmüşsünüzdür elbette.

    Ülkemiz Paris 2024 Paralimpik Oyunları’nda 28 madalya kazanarak en başarılı organizasyonunu geçirdi.

    Türkiye, ilk Türk astronot Alper Gezeravcı Uluslararası Uzay İstasyonu’na gönderilen ilk Türk astronot olarak tarihe adını yazdırdı.

    Almanya’da düzenlenen Açık Hava Avrupa Okçuluk Şampiyonasında Mete Gazoz altın madalya kazandı. Olimpiyat ve dünya şampiyonluğu bulunan milli sporcu, kariyerinde ilk kez Avrupa şampiyonu olmayı başardı.

    Dünya Güreş Birliği son dünya şampiyonu milli güreşçi Buse Tosun Çavuşoğlu’nu dünyanın en iyi kadın güreşçisi olarak duyurdu.

    Milliler, 2024 Avrupa Şampiyonası (EURO 2024) son 16 turunda Avusturya’yı 2-1 yenerek çeyrek finale yükseldi.

    Unuttuğumuz aklımıza gelmeyen gurur duyduğumuz olaylar belki daha fazladır ama şimdilik aklımıza gelen bunlar, umarız önümüzdeki yıllarda bu liste daha da uzar ve biz sadece bu köşede gurur duyacağımız bir tablodan bahsederiz.

    Son olarak 2024 yılının iyi ve kötü olaylarına değindik, 2025 yılına da bir not bırakmak gerekir diye düşünüyorum. Ekonomi bir şekilde düzelir benim temennim masum çocukların ölmediği, kadınların şiddete uğramadığı ve hayvanların sokaklarda aç ve bakımsız bir hayat sürmediği bir yıl diliyorum.

    Sevgiyle Kalın.

    Selim GÜNAY

    Devamını Oku

    Pazartesi Notları

    Pazartesi Notları
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Değerli Okuyucularım,

    Bu hafta sizlerle Türkiye Büyük Millet Meclisinde (TBMM) 9 Aralık tarihinde başlayan ve 21 Aralık’ta sona eren 2025 yılı bütçe görüşmelerine değinecek; ardından milyonlarca işçi ve işverenin merakla beklediği asgari ücret tespit komisyonu hakkında konuşacak, son olarak ise memurlara yapılacak zam oranı ve beklentilerine değineceğiz.

    Bütçe Görüşmeleri

    Her yıl aralık ayında Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde (TBMM) görüşülen bir sonraki yıla ait bütçe görüşmeleri bu yıl 8 Aralık tarihinde başladı ve 21 Aralık gece saatlerinde tamamlandı. 2025 Yılı Merkezi Yönetim Bütçe Kanunu Teklifi 249 ret oyuna karşılık 317 oy ile kabul edilerek kanunlaştı. Buraya kadar zaten her şey normal, teklif edilen bütçenin reddedilme ihtimali zaten yoktu. Peki madem bütçe teklifinin kabul edilmeme ihtimali yoktu 2 hafta boyunca biz ne izledik? Neden izledik? Zaten kanunlaşan bütçe teklifini görmek isteyen herkes TBMM anasayfasına girip ulaşabilirdi. Bu kısmı aslında en son konuşulması gereken kısmı, asıl konuşulması gereken kısmı bu bütçenin beklentileri karşılayıp karşılamadığı.

    Kabataslak bakıldığında ve toplumun beklentileri dikkate alındığında Sözleşmeli uzman çavuşların yine kadro alamadıkları, Yardımcı Hizmetler Sınıfının (YHS) kaldırılmadığı, ek gösterge adaletsizliğinin devam ettiği bir yılı geride bırakmış olduk. TBMM çatısı altında 2 haftaya yakın görüşmeler sonucunda maalesef beklentiler bu yılda sonuçsuz kaldı. 2024 yılı biterken işçi, emekli ve memurun beklentileri önümüzdeki seneye kaldı.

    Asgari Ücret Tespit Komisyonu

    Asgari ücreti belirlemekle görevli komisyon, işçi, işveren ve hükümet cephesinden beşer temsilci olmak üzere 15 kişiden oluşuyor. Komisyonda, işveren tarafını Türkiye İşveren Sendikaları Konfederasyonu (TİSK), işçi tarafını ise Türkiye İşçi Sendikaları Konfederasyonu (TÜRK-İŞ) temsil ediyor. Hükümetten ise Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığından yetkililer katılıyor. Aslında her kesimden kalabalık bir heyet var gibi gözükse de karar mercii aslında Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığıdır.

    Asgari ücret belirlendiğinde her sene aynı senaryo yaşanıyor, belirlenen asgari ücretten ne çalışan memnun ne işveren. Burada asıl sorun aslında Türkiye’nin tamamına aynı asgari ücretin belirlenmesidir.

    İstanbul, Ankara, İzmir gibi büyükşehirlerde en düşük ev kirası 20.000 TL olduğu düşünülürse ev kirasının 6000-7000 TL olduğu şehirlerde aynı asgari ücretin olması haksızlıktır.

    Türkiye’de şehirler sosyo-ekonomik kriterlere göre en az 3 sınıfa ayrılmalı ve iller bu sınıf altında toplanarak asgari ücret bu illerde farklı olmalıdır.

    Sonuç olarak asgari ücret bölgesel olmalıdır, İstanbul’da yaşayan bir vatandaşın aldığı asgari ücret ile Anadolu’nun bir ilçesinde aynı olması kabul edilemez.

    Memur Maaşları

    Son dönemlerde ülkemizde görülen yüksek enflasyon neticesinde artan fiyatlar karşılığında vatandaşımızın alım gücü azalmış, memur her geçen gün daha da fakirleşmiştir.

    2024 yılı yeniden değerlendirme oranının %43,93, Kasım ayı enflasyon oranının yıllık bazda %47,09, açlık sınırının 20 bin 431 TL ve yoksulluk sınırının 66 bin 553 TL olduğu bir ortamda memur maaşlarının bu oranlar ve şartların düşünülerek belirlenmesi olması elzemdir.

    Gündelik hayatta lüksten ziyade zaruri ihtiyaç olan birçok alanda vatandaşa yansıtılan zamlar ile zor yaşam koşulları altında hayatını devam ettirmeye çalışan memurlara ve emeklilerine refah payı verilmesi kaçınılmazdır. Özellikle yetkili sendikaların kendi şahsi ikballerinden ziyade temsil ettikleri üyelerinin menfaatini düşünmeli ve milyonlarca memurun rahat edeceği, enflasyon altında ezilmeyeceği bir zam oranı için devreye girmesi gerekmektedir.

    Yüksek enflasyon oranları da dikkate alınarak memur ve emeklisinin yaşadığı ekonomik zorluklardan kurtulmak için hem refah payı hem de herkesi memnun edecek bir zam oranı verilmelidir.

    Mutlu Haftalar, Keyifli okumalar.

    Selim GÜNAY

    Devamını Oku

    Pazartesi Notları

    Pazartesi Notları
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Değerli okuyucularım,

    Son dönemlerde toplumda bir mutsuzluk, umutsuzluk ve bir belirsizlik düşüncesi hâkim. Etrafımız ateş çemberi, Suriye yanıyor, Rusya-Ukrayna hattı ateş çemberi, Filistin’de Müslümanlar çaresizce ağlıyor. Ülkemizde ise farklı sorunlar ve sıkıntılar mevcut. Esnaf döviz kurundaki artıştan, memur enflasyon altında buhar olan maaşından, emekli ise faturaları ödedikten sonra eline kalan 3-5 lira ile ne yapacağından dert yanıyor. Herkesin kendine göre iktidardan bir beklentisi var.

    Bu hafta yine toplumun beklentilerine kulak vereceğiz ama sizlere önce “askerlik borçlanmasında sosyal adaleti sağlayın” diyecek ve gerçekten bir adaletsizlikten, bir mağduriyetten söz edeceğiz. Yeri gelmişken askerlik borçlanması mağdurlarının uzun süredir devam eden hak alma mücadelesinde yıllardır yetkili olup etkisiz olan sözde yetkili sendikadan bahsedecek ve son olarak da bir kulis bilgisi olan memura ek iş yapabilme düzenlemesi hakkında konuşacak ve düşüncelerimizi paylaşacağız.

    Askerlik Borçlanmasında Sosyal Adaleti Sağlayın!

    Bu köşede kademeli emeklilik, staj ve çıraklık sigortası mağdurları, kamu mühendisleri, uzman çavuşlar, infaz ve koruma memurları, 3600 mağdurları, kamu sağlıkçıları ve polis memurlarının sorunlarına değinmiş ve seslerinin duyurulmasına katkıda bulunmaya çalışmıştık.

    Bugün yine sayıları da sorunları da azımsanmayacak kadar büyük bir gruptan bahsedeceğiz sizlere “askerlik borçlanması mağdurları.”

    Öncelikle konunun daha iyi anlaşılabilmesi için size kısaca askerlik borçlanması nedir? Bu haktan kimler faydalanabiliyor? kim neden faydalanamıyor? ve askerlik borçlanmasında adaletsizlik nerede ve çözüm önerileri nedir? bu konulara değinerek yazımızı tamamlayacağız.

    Ülkemizde 4A statüsünde çalışan SSK’lı işçi ve 4B statüsündeki Bağkur’lu esnaf askerlik hizmetini borçlanarak sigorta başlangıçlarını geriye götürebiliyor, bu sayede de EYT kanunu kapsamında emekli olabiliyor.

    Bu yasadan sadece 4C kapsamında Emekli Sandığına bağlı çalışan asker, polis ve memurlar faydalanamıyor.

    Aslında haksızlık tam da burada başlıyor. Aynı kışlada aynı dönem askerlik yapıyorsunuz, aynı kulübede 3-5 nöbeti tutuyorsunuz, aynı karavanadan yemek yiyip aynı koğuşta kalıyorsunuz, işçi ve esnaf birlikte geçirdiğiniz bu süreyi borçlanarak sigorta girişini erkene çekebilirken sen memur olduğun için bu haktan faydalanamıyorsun.

    Binlerce esnaf ve işçi EYT kapsamında askerlik borçlanması yaparak sigorta başlangıcını erkene çekip emekli oldu, fakat memur bu haktan faydalandırılmadı.

    Sosyal devlet, sosyal adaletsizlikleri gidermekle mükelleftir. Bir vatandaşa farklı diğerine farklı işlemez, ortada bir hak var ise bu haktan herkesin faydalanması sağlanmalıdır.

    Daha önce EYT kanununda ortaya çıkan mağduriyette binlerce insanın 1 gün karşılığı 17 yıl fazla çalışmak zorunda olduğunu belirtmiş ve bu adaletsizliğin son bulmasını istemiştik. Bugün de yine aynı şekilde askerlik borçlanması mağdurları için söylüyoruz, aynı anda, aynı yerde, ayni sürede vatani görevini yapan insanlara ayrım yapmak adaletsizliktir.

    Sosyal devlet olarak gerekenin ivedi şekilde yapılması ve bu mağduriyetin ortadan kaldırılması gerekmektedir.

    Sözde Sendikacılara Açık Mektup!

    Bu köşede her hafta mağduriyetlerden söz ediyor ve toplumun beklentilerini anlatmaya çalışıyoruz. Bizlerin bu sorunları elimizden geldiğince dile getirdiği ya da getirmeye çalıştığı bir dönemde ülkemizde yıllardır “yetkili” ama “etkisiz” olan sivil toplum kuruluşunun ara ara kafalarını çıkarıp sanki kendileri yetkili değilmiş gibi davranmaları insanı hayretler içerisinde bırakıyor.

    Temelleri 1992 yılında atılmış, 2014 yılında devletin tüm kurumlarında yetkili olmuş ve Türkiye’de toplam 11 iş kolunda 11 sendikayı bünyesinde bulunduran, yaklaşık 1.100.000 (Bir Milyon Yüz Bin) üyesi bulunan bir sendika düşünün.

    Bugün iktidar ile en rahat görüşebilen sendika olacaksın, bürokraside ve mecliste güçlüyüz diyeceksin ama bu kadar sorun ve talep karşısında hiçbir şey yapmayacaksın ya da yapmak istemeyeceksin. Bu bir tesadüf mü yoksa bilinçli bir hareket mi siz karar verin.

    Yıllardır biz yetkiliyiz, güçlüyüz diye ortalarda gezerken,

    Yardımcı Hizmetler Sınıfı hala kaldırılmamışsa,

    3600 ek göstergede memurlar arası ayrım yapılıyorsa,

    Kahraman Uzman Çavuşlar kadrosuz çalışıyorsa,

    Çarşı ve Mahalle Bekçilerinin talepleri çözümsüz kalmışsa,

    Polisler ağır şartlarda çalışıyorsa,

    Kamu Sağlıkçıları Sağlık Bakanlığı personelinden ayrı muamele görüyorsa,

    Kamu Mühendisleri özlük haklarında emsallerinin çok gerisinde ise,

    İnfaz ve Koruma Memurları mutsuz ve umutsuzsa,

    Kademeli emeklilik bekleyenlerin sesini duyan yoksa,

    Staj ve Çıraklık Mağdurları çözüm bekliyorsa,

    Ve siz hala biz yetkili sendikayız diye ortalarda geziyorsanız ya yetkinizde bir sorun var ya da kendinizde.

    Memura Ek İş İzin Düzenlemesi

    Geçtiğimiz günlerde iktidar milletvekilleri tarafından devlet memurlarının ek iş yapmasının önünü açan bir yasal düzenleme yapılması için çalışma yapılması talebine dair haberler açık kaynaklara düştü. İlk bakışta memurların lehine olduğu düşünülen ama birazcık üzerinde düşünüldüğünde aslında durumun ne kadar kötü olduğunu gösteren bir çalışma.

    Bizler bu köşelerden memurların enflasyon karşısında aldıkları maaşın eridiğini ve zor şartlarda yaşadığını söylediğimizde durumun hiç de öyle olmadığını, ekonomik verilerin gayet iyi olduğunu ve Avrupa’nın bilmem kaçıncı büyük ekonomisi olduğumuzu söylediler.

    Avrupa’da devlet memurunu ailesi ile daha fazla vakit geçirsin, işyerine geldiğinde kafasında herhangi bir sorun olmasın diye çalışma şartlarını düzeltmeyi ve çalışma saatlerinde ve günlerinde nasıl azaltmaya gidilir diye düşünürken biz ise memurlar daha fazla nasıl çalışsın diye kafa yoruyoruz.

    Bu haber eğer doğru ise memurun geçinemediğini anladıklarının bir itirafıdır. Sabah işe gidip akşam evine gelen bir memur eve gelmeden ek iş yapmaya gidecekse ailesi ile nasıl vakit geçirecek diye kimsenin düşündüğü yok.

    Devlet memura ek iş izni değil memurun sosyal refahını sağlayarak daha fazla nasıl dinlendirebilirim diye düşünmelidir.

    Daha fazla çalışma, memurun eşine, ailesine ve sosyal çevresine daha az vakit ayırması demektir.

    Ben inşallah bu konunun bu şekilde çözülmeyeceğini memura ek iş izni olarak değil ek ödeme vererek memuru ekonomik anlamda rahatlatacaklarını düşünmek istiyorum.

    Mutlu Haftalar, Keyifli okumalar.

    Selim GÜNAY

    Devamını Oku

    Pazartesi Notları

    Pazartesi Notları
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Değerli okuyucularım,

    Geçtiğimiz hafta emniyet teşkilatında yaşanan intiharlar, çarşı ve mahalle bekçilerinin talepleri ve örnek bir bürokrattan bahsetmiştik.

    Bu hafta yine emniyet teşkilatına değinecek ve bu defa sivil memurların sorunları ve taleplerine değinerek çözüm yolları üzerine fikir yürüteceğiz.

    Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne geçtiğimiz hafta sunulan ve devlet memurları kanununda bazı değişiklikleri içeren kanun teklifinde maalesef her kurumda olduğu gibi emniyet teşkilatında çalışan memurlar da mağdur edilmiş gözüküyor. Bu hafta biz de köşemizde bu mağduriyetlere değinecek ve 3600 ek gösterge, yardımcı hizmetler sınıfı ile görevde yükselme ve unvan değişikliği sınavlarına değineceğiz.

    3600 Ek Gösterge Herkesin Hakkı

    Emniyet teşkilatında görev yapan Genel İdare Hizmetleri (GİH) sınıfı personel arasında ek gösterge adaletsizliği son dönemlerde en dikkat çeken konular arasında. 1993-1994 yıllarında mesleğe giren ve yaklaşık 30 yılı aşkın süredir teşkilatta görev yapan sivil memurlar ek göstergeden faydalanamazken, 10 yıl polis memuru olarak görev yapan ve ardından sağlık ve eş gibi sebeplerle çalışma hayatına sivil memur olarak devam eden, aynı işi yapan başka bir memur maalesef bu haktan faydalanabiliyor.

    Aslında sorun en baştan kaynaklanıyor. 5 Temmuz 2022 tarihinde 31887 sayılı Kanun ile 4 meslek grubuna (Emniyet Hizmetleri, Sağlık Hizmetleri, Eğitim Hizmetleri ve Din Hizmetleri) ve üst düzey yönetici kadrolarına 3600 ek gösterge ve üstü göstergeler verilerek, diğer hizmetlerde çalışan kamu personeli arasında pozitif bir ayrımcılık yapılmıştır. Emniyet Genel Müdürlüğü kadrolarında çalışan Emniyet Hizmetleri Sınıfı personelin dışında kalan memurlar 1. dereceye gelmiş olmasına rağmen 3600 ek göstergeden yararlandırılmamıştır.

    Emniyet Hizmetleri Kadrosunda görevli iken çeşitli nedenlerden dolayı Genel İdare Hizmetler Sınıfı (GİH) kadrosuna geçen personelin bir kısmına 3600 ek gösterge verilmiş, bir kısmına ise Emniyet Hizmetleri Kadrosundan GİH kadrosuna geçerken derece ve kademeleri uygun olmadığından 3600 ek göstergeden faydalandırılmamıştır.

    Bu personelin ek göstergeleri 2200’den 2800’e çıkarılmıştır. Bu durum, aynı derece ve kadroda bulunan GİH görev yapan 1. dereceye gelmiş personel arasında huzursuzluk yaratmakta ve hakkaniyetsizliğe neden olmaktadır.

    Emniyet Genel Müdürlüğünde görevli GİH Sınıfında görev yapan 1. dereceye gelmiş personelin ek göstergelerinin 2800’den 3600 ek göstergeye çıkarılarak kurum içinde hakkaniyetin sağlanması mağduriyeti ortadan kaldıracaktır.

    Yardımcı Hizmetler Sınıfı Üvey Evlat Mı?

    Emniyet Genel Müdürlüğü bünyesinde görev yapan lise, önlisans, lisans, yüksek lisans hatta doktora mezunu Yardımcı Hizmetler Sınıfı (YHS) personel bulunmaktadır.

    Bu personeller KPSS, 2828 sayılı kanun ve şehit yakını kontenjanı ile atanarak istihdam edilmişlerdir.

    Teknisyen yardımcılarının, işçi ve hizmetlilerin görev tanımlarının ayrı ayrı objektif kriterlerle net bir şekilde belirlenmesi ve sorumluluklarının haricinde işlerde çalıştırılmaması gibi sorunların çözümü noktasında idarenin olumlu yaklaşımı, önümüzdeki dönemlere dair olumlu bir iklimin oluşmasına neden olsa da sorunlar hâlâ kökten çözülebilmiş değil.

    Her ne kadar hepsi YHS olsa da kimi teknisyen yardımcısı, kimi de hizmetli olarak atanmıştır. Teknisyen yardımcısı unvanlı personelin çoğu, ilk atamada mesleki mezuniyet kriter koyularak ve yeterlilik sınavından geçerek atanmasına rağmen alakasız işlerde keyfi görevlendirilmiştir.

    Örneğin; sıhhi tesisat mezununa otel odaları temizletilmiş, torna mezununa bahçıvanlık yaptırılmış, mobilya mezununa garson olarak çalıştırılmıştır. Ayrıca YHS kadrosundaki görev tanımı belirsizliğinden de adeta faydalanılarak liyakat sahibi bu personel gün içinde birden fazla alakasız işte kullanılmıştır.

    Öte yandan meslek erbabı bu personel ziyan edilirken, bahse konu işler için dışarıdan hizmet alınmaktadır.

    Öncelikle teknisyen yardımcısı unvanlı personelin diğer personellerden ayrılarak görev tanımının netleştirilmesi, istihdam amacına uygun çalıştırılarak insan ve para israfının önüne geçilmesi mümkün olacaktır.

    Ayrıca bu personel, hiçbir liyakat aranmaksızın kadro alan taşeron işçi ile aynı birimlerde aynı işleri yapmaktadır.

    En azından KPSS ve kurum sınavları ile atanmış personel yetkinlikleri çerçevesinde değerlendirilmeli, “memur” unvanının itibarı korunmalıdır.

    Kariyer Planlaması Ne Kadar Şeffaf ve Adil?

    Son yıllarda emniyet teşkilatında yapılan görevde yükselme sınavını kazanan adaylar, mülakatların adil olmadığı yönünde serzenişlerde bulunuyor. 17 yıl sonunda açılan ilk Görevde Yükselme Sınavında (GYS) sadece 600 personel yükselme imkânı bulabilmiştir.

    Oysa 17 yıl önce farklı bir kurumda Yardımcı Hizmetler Sınıfı (YHS) olarak göreve başlamış bir memur müdürlüğe kadar yükselmiştir.

    Birçok kamu kurumunda düzenli olarak yapılan GYS ve Unvan Değişikliği Sınavlarının (UDS), emniyet teşkilatında 17 yıl sonra yapılması mağduriyeti gözler önüne sermektedir.

    Sınavların uzun süre yapılmamasının yarattığı mağduriyet bir yana, 2020 ve 2023 yıllarında gerçekleştirilen GYS ve UDS sınavlarında dereceye giren birçok aday mülakatlarda mağduriyet yaşamıştır. 2023 GYS’de sadece bir soruyu bilemeyerek 98,75 puanla Türkiye 1.’si olan 5 adaydan 3’ü mülakatta elenmiştir. 90 üzeri puanlar alarak ilk 100’e giren adayların 50’ye yakını elenmiştir.

    Yazılı sınav barajı olan 60 puan civarında başarı elde edenler ise mülakatta 100 puan verilerek yükseltilmiştir şeklinde sıkça şikayetler gelmektedir. Elenen adayların hâlihazırda kurum personeli olduğu düşünülürse, mülakat sisteminin uygulamada mağduriyetler yarattığı ortadadır.

    Çözüm bellidir, mülakat garabeti derhal kaldırılmalı; eğitim ve liyakatin itibarı iade edilmelidir.

    Mutlu haftalar, keyifli okumalar.
    Selim GÜNAY

    Devamını Oku

    Pazartesi Notları

    Pazartesi Notları
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Kıymetli Okuyucularım,
    Bu hafta sizlerle emniyet teşkilatında yaşanan intihar vakaları, Çarşı ve Mahalle Bekçilerinin beklentileri ile disiplin ve hiyerarşinin en yoğun olduğu emniyet teşkilatında samimiyeti, çözüm odaklı yaklaşımı ve mütevaziliği ile özlenen bir emniyet müdürü profili çizen Denizli Emniyet Müdüründen bahsedeceğim.

    Emniyette İntihar Vakaları
    Son dönemlerde Türk Polis Teşkilatı yurt içinde gerçekleştirdiği başarılı operasyonlar ile göğsümüzü karartırken yurtdışında da birçok ülkeye eğitim vererek bizleri gururlandırmaktadır. Bu onurlu teşkilatın bir ferdi olmak bir yana teşkilat ile herhangi bir bağı olmayan birçok vatandaşımızın da benimle hemfikir olduğunu biliyor bizzat şahit oluyorum.
    Bizler bu kutlu teşkilatta olan her güzel olaya sevindiğimiz gibi maalesef bizleri üzen bir olayda da aynı derecede kahroluyoruz.
    Emniyet Teşkilatında her rütbeden yaklaşık 340.000 Polis, 20.000’e yakında sivil memur bulunmaktadır. Özellikle güvenlik teşkilatında bu kadar personelin olduğu bir yerde zaman zaman sorunlar olabilmekte ve üzücü hadiseler yaşanmaktadır.
    2024 yılı kasım ayına kadar Emniyet Teşkilatında farklı sınıf ve rütbeden toplam 65 personel intihar etti. Burada sebebi her ne olursa olsun, yetkililerin intiharın nedenleri üzerine akademik çalışmalar yapmalı aynı zamanda da çözüme odaklanan bir yaklaşım sergilemelidir. Biz intiharların sebebini kurum dışı faktörlere bağlayarak sorumluluklardan kendimizi arındırmış olmayız, olamayız. Bu olaya başvuran ve hayatını kaybeden her bir personelin evladımız, kardeşimiz veya eşimiz olduğunu düşünerek hareket etmemiz gerekir. Polis memurları meslek hayatları boyunca ailelerinden çok mesai arkadaşlarını ve ailelerini görürken, süre anlamında da evinden çok emniyet binasında vakit geçirmektedir. Öteleyerek, görmezden gelerek, duymayarak çözümün bir parçası olamayız, tam tersine soruna ortak oluruz. Şimdiye kadar sadece emniyette görev yapan psikologlar vasıtası ile personele ulaşılmaya çalışıldı ama görüldü ki süreç içerisinde kesinlikle faydalı oluyorlar ama sonuç noktasında maalesef çözümün bir parçası olma noktasında yeterli olmuyor çünkü her geçen gün canlarımızı meslektaşlarımızı kaybediyoruz.
    Peki çözüm ne?
    Çözümü belli, öncellikle kurum dışından bağımsız ve yetkinliği tartışılmayacak Psikolog ve Sosyologlardan oluşan bir kurul teşkil ettirilerek içerisinde, her sınıf ve rütbeden birer temsilci, intihar eden bir personelin yakını, kurum içerisinden birer psikolog ve sosyolog ve emniyet içerisinde faaliyet gösteren Sivil Toplum Kuruluşu temsilcileri ile düzenli ve şeffaf toplantılar düzenleyerek her türlü sorunu konuşmak ve çözüm yolunu bulmaktır.
    Biz bu teşkilata ve teşkilatın yöneticilerine güveniyoruz ve artık üzülmek istemiyoruz.

    Çarşı ve Mahalle Bekçileri Ne İstiyor?
    Emniyet teşkilatında sokakta çalışan sadece polis memurları değil elbette. Özellikle mahalle aralarında ve sokak köşelerinde yağmur çamur demeden her gece bizlerin huzuru için çalışan Çarşı ve Mahalle Bekçileri var.
    Bekçi kardeşlerimiz emniyet denilince sadece polis memurlarının akıllara geldiğini bu nedenle de kendilerinin bir nevi unutulduğunu düşünüyorlar.
    Uzun zamandır taleplerinin karşılıksız kaldığını ve seslerinin duyulmadığından şikayetçiler.
    Her gece göreve gitmenin ve gündüzleri uyuyarak geçirmenin bünyelerini sarstığını, bilimsel olarak doğruluğu kanıtlanmış olan sadece gece uyurken salgılanan hormonların sürekli gece çalıştıkları için salgılayamamasından dolayı sağlıklarının olumsuz yönde etkilediğini bu durumun da ister istemez aile hayatlarına olumsuz yansıdığını söylüyorlar.
    Sürekli gece çalışan bir bünyeyi düşündüğümüzde gece çalışmasının insan fizyolojisi üzerinde; uyku düzensizlikleri, yorgunluk, kardiyovasküler sorunlar, gastrointestinal -mide ve bağırsak- sorunları ve kanser gibi olumsuz etkilere yol açtığı düşünüldüğünde pek de haksız sayılmazlar aslında.
    Başka bir talepleri de yaz kış sürekli yaya çalışmak yerine polis merkezlerinde gruplarda, devriye ekiplerde 1 polis 1 bekçi olarak ekip otolarında, şubelerde ya da yunuslar gibi motorize bekçiler olarak da çalışabilmelerinin önü açılsın istiyorlar.
    Sadece çalışma şartlarında değil talepleri özlük hakları noktasında talepleri mevcut. Aslında Emniyet Hizmetleri Sınıfında (EHS) bulunan ama Yardımcı Hizmetler Sınıfı (YHS) gibi çalıştırılan bekçilerin 3201 sayılı Emniyet Teşkilatı Kanunu (ETK) kapsamına alınıp, eşit işe eşit ücret, yıpranma, görevde yükselme, ek gösterge düzenlenmesi (lise mezunlarına verilmiyor) gibi haklarının verilmesini istiyorlar.
    Gece/gündüz vardiyalı çalışan polis memurlarının yıpranma hakkı varken sürekli gece çalışan bekçilere yıpranma hakkı verilmemesinin kuruma duydukları aidiyeti zayıflattığını ve ayrımcılık yapıldığını düşünüyorlar.
    Hali hazırda aynı kurumu paylaştıkları ve aynı sınıfa dahil oldukları polis memurlarının görevde yükselme hakkı varken, diğer devlet memuru kademelerinde görevde yükselme hakkı verilmişken bekçilere görevde yükselme hakkının verilmemesi yine aynı şekilde kuruma olan aidiyeti zayıflatmakta ve dışlanmış hissini yansıtmaktadır.
    Aslında taleplere objektif olarak bakıldığında pek de haksız sayılmaz gibiler. Kamuda özellikle insan kaynakları yönetimi noktasında maksimum fayda elde etmek isteniyorsa bu tarz taleplerin dikkate alınması ve değerlendirilmesi performans anlamında kurumlara olumlu yansıyacaktır.

    Marifet İltifata Tabidir
    Son yıllarda kurumlarda yöneticilik yapan şef, amir, müdür vb. kadrolarda bulunanlar ile ilgili şikayetlerin arttığı ve liyakat noktasında yeterli olmadıkları ile ilgili genel bir kanı hâkim. Bizler de sivil toplum kuruluşu yöneticisi olarak görevimiz gereği birçok kurumdan farklı yöneticiler ile tanışma şansımız oluyor. Bazıları ile ilgili “nereden bulmuşlar, acaba çok mu aramışlar” derken bazıları ile ilgili de keşke çok daha iyi makamlarda görev alsa dediklerimiz oluyor. Bugün sizlere tam da bu noktada son dönemlerde sayıca az karşılaştığımız bir yöneticiden bahsedeceğim. Denizli İl Emniyet Müdürü Yavuz SAĞDIÇ. Emniyet Teşkilatı Sendikası olarak il istişare toplantısı için gittiğimiz Denizli ilinde Emniyet Müdürü Sayın Yavuz SAĞDIÇ’a yönetim kurulu, il ve ilçe temsilcimiz ile birlikte nezaket ziyaretinde bulunduk. Normalde nezaket ziyaretleri en fazla 30 dakika sürer, çayınızı içer, güzel dileklerde bulunur, müsaadenizi ister ve kalkarsınız.
    İl Emniyet Müdürümüzün samimi yaklaşımı ve Denizli Emniyetinde görev yapan arkadaşlarımızın talepleri noktasında göstermiş olduğu çözüm odaklı yaklaşım gerçekten takdire şayandı. Yaklaşık 1 saat 40 dakika süren görüşmede her talebi dinlemesi, çözüm önerilerini dikkate alması ve anında birim amirleri ile iletişim kurarak sözde değil özde devlet adamı olduğunu göstermesi son derece önemliydi. 14 yaşında adım attığı polis kolejinden günümüze yaklaşık 30 yıldır bünyesinde bulunduğu emniyet teşkilatında bulunduğu yeri sonuna kadar hakkettiğini tescillemiş oldu.
    Denizli’de bulunduğumuz süre içerisinde polis evinde konakladık. Yeni tadilat yapılan polis evinin temizliği ve personelin nazik yaklaşımı bir devlet misafirhanesinden ziyade 5 yıldızlı bir otelde konaklama hissi uyandırdı bizde.
    Bu tarz yöneticilerimizin var olduğunu görmek bizleri gelecek adına umutlandırdı, sayıca daha fazla olmalarını umut ediyoruz.
    Teşekkürler Yavuz Müdürüm, Sizleri çok daha iyi yerlerde görmek umuduyla.
    Keyifli Okumalar, Mutlu Haftalar.
    Selim GÜNAY

    Devamını Oku

    Pazartesi Notları

    Pazartesi Notları
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Kıymetli Okuyucularım,

    Geçtiğimiz hafta Avrupa Polis Konfederasyonu Genel Kuruluna katılmak üzere İspanya’da bulunduğumdan sizlerle beraber olamadım. Bu hafta tekrardan gündeme dair değerlendirmelerle sizlerle birlikteyim.

    Öncelikle toplum olarak zıvanadan çıkmış durumdayız. Çocuklar savunmasız, hayvanlar korumasız, kadınlar tedirgin…Nereye gidiyoruz böyle diyecek ve toplumun geldiği son noktayı konuşacağız.

    Topluma değinmişken toplumsal beklentiler noktasında Sağlık Bakanlığı haricinde kamuda çalışan sağlıkçılar aynı işi yapmalarına rağmen Sağlık Bakanlığında çalışan emsallerinden hem özlük hakları anlamında hem de ek ödemelerde büyük haksızlık olduğunu dile getirip haklarının verilmesini talep ediyorlar.

    Kamu sağlıkçılarının mağduriyetine değindikten sonra bir kesim daha var ki sorunlarının yeterince dillendirilmediğinden ve görmezden gelindiklerinden şikayetçiler. Aslında hikayelerini dinleyince çok da haksız sayılmazlar. Gelin şimdi hep birlikte gündeme birlikte göz atalım.

    Nereye Böyle…

    Geçtiğimiz hafta İstanbul’da beraber olduğu kadının 9 aylık bebeğine cinsel istismarda bulunan bir yaratık vardı, insan demeye dilim varmıyor. Cezaevine girince ertesi gün intihar haberi geldi.

    Yine geçtiğimiz hafta kaybolan ve mezarlıkta cesedi bulunan 6 yaşındaki kız çocuğunu öldüren şahsın “canım sıkıldı öldürdüm” cümlesi kimlerle aynı havayı teneffüs ettiğimizi gösteriyor aslında.

    Artık bu tarz haberleri sadece insanlara karşı duymuyoruz, aracında köpeğe tecavüz ederken yakalanan başka bir yaratık daha vardı…sonra hiçbir şey olmamış gibi pişkin pişkin bakan.

    Bebeğinin biberonuna zehir koyup, çorbasına çamaşır suyuna koyan anneye söyleyecek söz bulamıyoruz bile. Bir İskandinav ülkesinde 10 yılda bir yaşanılan duyulan bir hadise bizde 1 haftada meydana geldi neredeyse.

    Biz daha Diyarbakır’da katledilen 8 yaşındaki Narin GÜRHAN’ın, Tekirdağ’da cinsel istismardan hayatını kaybeden 2 yaşındaki Sıla bebeğin yasını tutarken, daha o acılar yüreğimizdeyken yeni Narinleri, Yeni Sıla’ları kurban veriyoruz.

    İnsan soramadan edemiyor, biz nereye gidiyoruz böyle, bırakalım dünyanın kaçıncı ekonomisi olduğumuzu, ne kadar ihracat ve ithalat yaptığımızı, çocuklarımız, kadınlarımız ölüyor biz onlara odaklanalım, yavrularımızı, kadınlarımızı, hayvanlarımızı koruyamıyoruz, kısacası insanımızı koruyamıyoruz. Bu suç hepimizin eğer bu sorunların farkına varmazsak bunun cezasını hepimiz çekeriz.

    Kamu Sağlıkçıları Ne İstiyor?

    Sağlık personeli deyince doğal olarak aklımıza ilk hastaneler ve Sağlık Bakanlığı gelir. Oysaki eğitim hayatımız boyunca özellikle yatılı okullarda görev yapan hemşireleri, meslek hayatımızda kurum hemşirelerimizi, Adalet Bakanlığı, Kültür ve Turizm Bakanlığı gibi bakanlıklarda görev yapan sağlıkçılarımızı göz ardı etmiş oluyoruz aslında.

    2005 yılında 5233 sayılı sağlık hizmetlerinin Sağlık Bakanlığına Devri konulu kanun ile Sosyal Sigortalar Kurumu ve Belediyeler gibi birçok kurumda bulunan poliklinikler ve hastaneler kapatılarak Sağlık Bakanlığına devredildi. Emniyet Genel Müdürlüğü, Millî Eğitim Bakanlığı, Kültür Bakanlığı ve Adalet Bakanlığı gibi bazı kurumlarda görev yapan sağlıkçılar ise özel durumları ve kamu yararı gerekçesiyle kapsam dışı bırakıldı. Bu süreçte bu kurumda çalışan personele seçme şansı da verilmeyerek bir nevi zoraki olarak eski kurumlarında devam ettirildi.

    Peki Sağlık Bakanlığında çalışan sağlık personeli ile Sağlık Bakanlığı harici kamu kurumlarında çalışan sağlık personeli arasında ne gibi farklar var?

    Mesela, pandemi sürecinde Sağlık Bakanlığına bağlı çalışan sağlık personeline ek ödeme yapılırken, diğer kurumlardan görevlendirilen sağlıkçılar bu ödemeden faydalanamadı, ayrıca ücretsiz ulaşım haklarını da o dönemde alamadılar.

    Bir başka konu sağlıkçılara yapılan her iyileştirme Sağlık Bakanlığına bağlı çalışan personeli kapsadığından maalesef kamu kurumlarında çalışan sağlık personeli bu düzenlemeden faydalanamamaktadır

    Bunun istisnası var mı? Evet var, mesela doktorlara yapılan son düzenlemeden kamuda ayrım yapılmadan tüm doktorlar faydalanırken, yan masada çalışan hemşire faydalanamadı, bu ayrım bile yeterince incitici…

    Eşit işe eşit ücret ilkesi gereği aynı işi yapan herkesin eşit maaş alması gerekirken, Sağlık Bakanlığı haricinde çalışan sağlıkçılar özlük haklarında maalesef çok gerideler. Aslında onların derdi gece nöbet tutan, bayramda ekstra çalışan ve döner sermaye alan Sağlık Bakanlığına bağlı sağlıkçıların aldığı para değil, onların derdi taban maaşlarındaki farklılıklar. Düzenlemelerin iş kolu bazlı değil sağlık hizmet sınıfı olarak yapılması ile aslında birçok sorun ortadan kalkacaktır.

    Çok ilginç başka bir sorun daha var mesela, Sağlık Bakanlığına bağlı çalışan hemşireler sağlık sendikalarına üye olabilirken maalesef diğer kurumlardaki sağlık personeli kendi hakkını savunacak sağlık sendikalarına üye olamıyor.

    İnsanlar haklarını aramak için sağlık sendikasına üye olamadıkları için dernek kurup hak arayışına başlamışlar. 2023 yılında kurulan Kamu Sağlıkçıları Derneği hak kayıplarının telafisi için gerek Türkiye Büyük Millet Meclisi çatısı altında görüşmeler yaparak gerekse sosyal medya aracılığı ile aktif şekilde mücadelelerini sürdürüyor.

    Eşit işe eşit ücret politikası gereği aynı işi yapan ama farklı özlük hakları olan insanların mağduriyetleri bir an önce giderilmelidir.

    Polis Meslek Eğitim Merkezi (POMEM) Sağlık Şartları Mağduru Gençler Ne İstiyor?

    Son zamanlarda sosyal medya üzerinden seslerini duyurmaya çalışan bir grup genç var. Serzenişleri ve ellerinden alındığına inandıkları haklarının geri iade edilmesi talepleri var.

     Polis okuluna girmeden önce yazılı ve sözlü sınavlara tabii tutulan daha sonra spor sınavına giren ve tüm aşamalardan sonra kapsamlı bir sağlık taramasından geçen gençlerden bazıları mezuniyetlerine günler kala, bazıları ise sicillerini alıp göreve başlamalarından sonra sağlık gerekçeleri nedeniyle meslekten ilişikleri kesildi.

    Burada mağduriyet yaratan asıl konu sağlık şartları yönetmeliğiydi. Polislik mesleğinin yerine getirilmesinde herhangi bir sorun yaratacağı düşünülmeyen bazı durumlarda sağlık şartları yönetmeliğinde yer almaktaydı.  İnsanlar bir şekilde bu sınavlara hazırlanıp kazanıyorlar eğitim alıyorlar hatta mezun oluyorlar ama bir gece ansızın meslek öncesi sağlık şartlarından dolayı meslekten çıkartılıyorlar. Daha önce bir defaya mahsus bu tür mağduriyet yaşayanlar için kanun çıkartılmış ve Sağlık sebebi ile elenenler Genel İdare Hizmetleri (GİH) kadrosuna atamaları gerçekleşmişti.

    POMEM sağlık şartları yönetmeliğinde birtakım değişiklikler yapıldı, belki bundan sonra aynı sorunlar yaşanmayacak ama en azından geri kalanlar içinde bir düzenleme yapılabilir. Daha önceki İçişleri Bakanının girişimleri ile bir defaya mahsus olmak üzere geçici bir kanun ile sağlık şartlarından elenenlere GİH sınıfına aktarılma hakkı verilmişti.

    Sınavları kazanmış, Polis okulunda eğitime başlamış, mezuniyetine sayılı günler kala ya da mesleğe başladıktan sonra sağlık sebebiyle görevden uzaklaştırılanlar için mutlak suretle geçici bir kanun düzenlemesi ile bu mağduriyet ortadan kaldırılmalıdır.

    Mutlu Haftalar, Keyifli Okumalar.

    Selim Günay

    Devamını Oku

    Pazartesi Notları

    Pazartesi Notları
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Değerli Okuyucularım,

    Son dönemlerde toplumda genel anlamda bir memnuniyetsizlik ve serzeniş hâkim. Bir kesim ekonomik anlamda yaşadığı zorluklardan şikâyet ederken bir kesim ise değersizlik hissine dem vurup sahipsiz olduğundan bahsediyor.

    Bizlerde her hafta ülke gündeminde olan, toplumu derinden sarsan ve rahatsızlık veren konulara elimizden geldiğince değinmeye, gündeme taşımaya gayret ediyoruz. Çalışandan emeklisine, işçisinden memuruna, sözleşmelisinden kadrosuna mağdur olan kim varsa onları yazıyor, çözüm yollarına dair yapılması gerekenleri burada sizlerle paylaşıyoruz. Bu hafta sizlerle geçtiğimiz günlerin en fazla dile getirilen konularından olan “Öğretmen atamalarında mülakat” ve atama bekleyen öğretmenlerin beklentileri, özlük hakları ve yaptıkları iş arasında sıkışan bir meslek grubu olan “infaz ve koruma memurlarının talepleri” ve son olarak da “staj ve çıraklık mağdurlarına” değineceğiz.

    Öğretmen Atamalarında Mülakat

    Ülkemizde yıllardır gündemden düşmeyen bir mülakat tartışması süregelmekte, her dönem kaldırılacağına dair en yetkili ağızlardan sözler verilmesine rağmen günün sonunda yine hiçbir şeyin değişmediği, bırakın değişimi tartışmaların daha da arttığı öğretmenlik mülakatlarına değineceğiz.

    Eğitim Fakültelerinde dört yıl ders verdiğimiz, eğitim sürecinde uygulamalı staj yaptırdığımız, mezun olunca yetmez bir de seni genel kültür genel yetenek sınavına alacağız deyip ardından alan sınavı yaptığımız geleceğimizin teminatı öğretmenlerden söz ediyoruz.

    Peki tüm bu yazılı sınav aşamaları geçince öğretmen olarak atamasını yapıyor muyuz? Tabi ki hayır, mülakat denen tartışmalı bir sisteme tabi tutup 3-5 dakikada dört yılda öğrendiklerini ölçüyoruz güya. Peki öğretmenlerimizin bilgilerini ölçmek için mülakat komisyonlarında görev alanların yeterliliğinden emin miyiz? Hep bir muamma hep bir soru işareti maalesef.

    Her bölgede farklı komisyonlar kuruluyor, her komisyonun puanlamadaki kanaati subjektif olduğu için 1 puanla bile kaderi değişen, yılları heba olan nice parlak öğretmenlerimiz var.

    Öğretmen akademisine değinmiyoruz bile, atanınca da her şey bitmiyor maalesef bir de akademide eğitim alacaksınız, oradan mezun olmanızda garanti değil yine bir belirsizlik hali hâkim.

    Biz bir zamanlar dünyanın gıpta ile baktığı ve örnek gösterilen Köy Enstitülerinden bugünlere nasıl geldik? Mustafa Kemal ATATÜRK’ün öncülük ettiği ve dünyanın en tanınmış Felsefecisi ve Eğitim Kuramcısı John DEWEY’ in hazırladığı rapora göre 1930’lu yıllarda temeli atılan ve büyük bir aydınlanma dönemi yaşadığımız Köy Enstitüsü günlerinden mülakatların tartışıldığı günlere geldik.

    Yapılacak şey bellidir, 4 yıl eğitim verdiğimiz, ardından türlü türlü sınavlara tabii tuttuğumuz bu öğretmen adaylarına güveneceğiz, hak ettikleri, eğitimini aldıkları öğretmenlik mesleğini yapacaklar.  Millî Eğitim Bakanlığının ana misyonu 3 harfli marketlere kasiyer yetiştirmek, Türk Silahlı Kuvvetlerine Subay, Türk Polis Teşkilatına Polis yetiştirmek olmamalıdır. Nitekim istatistiklere bakılırsa bu kurumlarda hatırı sayılır düzeyde öğretmenlik mezunu arkadaşlarımızın olduğunu göreceksiniz.

    İnfaz ve Koruma Memurları Sahipsiz Mi?

    Önce isimleri değişti, sonra kıyafetleri, zaman zaman görev yerleri de değişti ama en çok değişmesini istedikleri özlük hakları bir türlü değişmedi.

    Gardiyan olan isimleri, İnfaz ve Koruma Memuru (İKM) oldu, kıyafetleri kumaş pantolondan ketene döndü, gömlek gitti tişört geldi ama görev tanımları, yaptığı işler ve beklentileri hep havada kaldı.

    Bizlerin tutuklandı da kurtulduk dediği azılı suçlularla görev gereği cezaevinde birebir temas halinde olan, adliyeye sevklerinin güvenli bir şekilde sağlanmasında birinci derecede görev alan, cezaevi içerisinde yaşanan bir kalkışmada robokop kıyafetleri giyip olaylara bir özel harekât edasıyla müdahale eden bir meslek grubundan bahsediyoruz.

    Ceza ve Güvenlik Tedbirlerinin İnfazı Hakkında Kanunda “kurumların iç güvenliği Adalet Bakanlığına bağlı infaz ve koruma görevlileri tarafından sağlanır” ibaresi bulunmaktadır.

    Burada açıkça İKM’lerin aslında bir güvenlik personeli olduğu belirtilmektedir. Sürekli tehlikeli ortamlarda bulunan, hatta geçtiğimiz yıllarda birçok kez saldırıya uğrayan bir meslek grubundan söz ediyoruz.

    İnfaz ve Koruma Memurları cezaevinin içinde asayişi ve güvenliği sağlamakla sorumlu ve görevliyken neden hala Genel İdare Hizmetleri Sınıfında (GİH) çalışmaktadır. Robokop kıyafeti giydirip olaylara müdahale ettirdiğiniz bir meslek grubunun neden bir özel güvenlik hizmetleri kadrosu yok? Özlük hakları neden hala GİH sınıfı olarak düzenlenmektedir? Emniyet ve Jandarmada olduğu gibi İKM’lerin de kendilerine özgü bir güvenlik sınıfının olması şarttır.

    Siz İKM’lere silah ruhsatı veriyorsunuz, emekli olduğunda silah taşıma hakkı veriyorsunuz ama GİH sınıfında çalıştırıyorsunuz, madem öyle bu arkadaşlarımız normal memur o zaman bırakın sendikalarını kursunlar haklarını arasınlar ona da müsaade edilmiyor, kısacası İnfaz ve Koruma Memurlar bir arada iki derede kalmış durumda…

    Staj ve Çıraklı Sigortası Mağdurları Adalet İstiyor?

    Son günlerde staj ve çıraklık sigortası mağdurları seslerini yükseltmeye ve hak edip alamadıklarını düşündükleri hakları için seslerini duyurmaya çalışıyor. Staj ve Çıraklık yaptıkları dönemde sigorta girişleri yapılan, kendilerine bir sigorta numarası ve kartı verilen sayıları azımsanamayacak kadar fazla olan bu mağdurlar sigorta primlerinde yaşlılık ve ölüm primleri bulunmadığı için sigortalı geçen süreleri dikkate alınmıyor emekli olamıyorlar.

    Avukatlar mezuniyet sonrası yaptıkları 1 yıllık sigortasız stajı borçlanabiliyor ya da 1416 sayılı kanuna göre yurtdışında eğitim aldığınız süre kadar borçlanabiliyorsunuz. Devlet staj sigorta başlangıcını emeklilikte saymıyor ama kadınların stajdan sonra gerçekleşen doğumlarında sigorta başlangıcı olarak kabul ediyor ve hatta borçlanmalarına izin veriyor. Dolayısıyla, borçlanılan süre kadar işe giriş tarihi de geri çekilmiş oluyor ve böylece staj yapan anneler için erken emeklilik imkânı ortaya çıkıyor. Yurtdışında yaşayan ve orada staj yapan bir gurbetçi staj başlangıcını sigortadan saydırabilirken Türkiye’de yaşayan bir vatandaşımız maalesef bu haktan faydalanamıyor.

    Aslında durum trajikomik yani devlet, yeni bir işe girdiğinizde staj yaparken aldığınız SSK numarası üzerinden sizi sisteme dahil ediyor, yani başlangıcınız var diyor, sen varsın staj yaptın çalıştın kaydın var diyor ama emeklilik konusu olunca hayır sen yoksun diyor. Aziz Nesin’in tiyatrolara sahne olmuş meşhur oyunu “Yaşar Ne Yaşar Ne Yaşamaz”ı akıllara getiriyor bu uygulama.

    3308 sayılı Meslek Eğitim Kanunu’nun 25. maddesinde staj ve çırakların sigorta girişlerinin kanunla düzenlenmesine ve garanti altına alınmasına rağmen, maalesef farklı uygulamalar mağduriyetlere yol açıyor. Bu mağduriyetlerin ortadan kaldırılması ve çözüme kavuşturulmasını bekleyen binlerce kişi güzel haberler bekliyor.

    Mutlu Haftalar, Keyifli okumalar.

    Selim Günay

    Devamını Oku

    Pazartesi Notları

    Pazartesi Notları
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Değerli okuyucularım,

    Bugünlerde hepimiz ülkece içimizi karartan, bizleri umutsuzluğa iten, insana ve insanlığa dair tüm olumlu duygu ve düşüncelerimizin her gün daha da kaybolduğu olaylar silsilesi ile karşı karşıya kalıyoruz.

    Geçtiğimiz hafta zamanlaması ve yeri son derece manidar olan Türkiye Havacılık ve Uzay Sanayii Anonim Şirketine (TUSAŞ) yapılan hain saldırı ve 5 vatandaşımızın şehit haberi hepimizi kahretti. Şehitler ile ilgili detaylar yanan yüreğimize kor oldu.

    Türkiye bu acı haberle sarsılırken geçtiğimiz haftalarda Türkiye’yi ayağa kaldıran Yenidoğan Çetesi maalesef bir anda gündemin gerisinde kaldı. Toplum olarak bizlerde kronikleşen bir hastalık haline gelen “yaşanılanları hemen unutuverme hastalığı” her zaman olduğu gibi bu defa da nüksetti ve bir anda unutuverdik masum bebeklerin ölümünü ve devletin uğradığı zararı.

    Son olarak bugün sizlere 27 Ekim Pazar günü İstanbul Kartal’da toplanan binlerce insanın hak arama mücadelesinden ve Emeklilikte Yaşa Takılanlar (EYT) ile ilgili çıkarılan yasa sonrası mağdur olan insanların feryadından bahsedeceğiz.

    TUSAŞ Saldırısı ve Perde Arkası

    Geride bıraktığımız haftada ülkemizde siyaseten son yılların en büyük olayı gerçekleşti. Milliyetçi Hareket Partisi Genel Başkanı Sayın Devlet BAHÇELİ yıllardır cezaevinde bulunan, binlerce vatandaşımızın ölümünden sorumlu olan bebek katili terörist başının Türkiye Büyük Millet Meclisinde konuşma yaparak terör örgütünü lağvettiğini açıklamasını istedi.

    Öncelikle Meclis çatısı altında gerçekleşen grup toplantısında böyle bir çağrının yapılması her kesimden farklı tepkilerin gelmesine neden oldu. Kimileri olumlu bulurken kimileri ağır eleştirilerde bulundu; bir kesim ise süreç ve gelişmelere göre değerlendirme yapmayı uygun bularak sessiz kalmayı tercih etti.

    Bu açıklamadan hemen bir gün sonra Ankara’da bulunan TUSAŞ’ a terör örgütü tarafından hain bir saldırı gerçekleşti ve maalesef 5 vatandaşımız şehit oldu. Bir kez daha şehitlerimize Allah’tan rahmet yakınlarına başsağlığı diliyoruz.

    TUSAŞ savunma sanayinde son yıllarda çok güzel projelere imza atan milli ve yerli değerlerimizden bir tanesi. Bu nedenle saldırının yeri ve zamanlaması son derece önemliydi. Böyle bir yerin tercih edilmesi ülkemize sansasyonel anlamda sözde gözdağı vermek için seçilmiş özel bir yer. Bu durum dış güçlerin özellikle savunma sanayii alanında son dönemde geldiğimiz noktanın kendilerini ne denli rahatsız ettiğini göstermektedir.

    Mekân özellikle seçildi peki ya zamanlama?

    Meclis çatısı altında grup toplantısında yapılan bir çağrının ardından bu saldırının gerçekleştirilmesinin kısa ve öz bir anlamı var.

    Bu saldırı ile terörist başı bebek katilinin cezaevinden çıkması terörü lağvettiğini açıklamasının bir faydasının olup olmayacağı da biraz netleşmiş oldu aslında. Terör örgütü artık taşeron bir örgüttür ve ipleri dış güçlerin elindedir.

    Elbette Sayın Bahçeli’nin bir bildiği bir hesabının olduğunu düşünüyorum. Kendisi yıllardır Türkiye’de siyasetin içerisinde olan milliyetçi bir partinin lideri.  Fakat bu tarz kararlar alırken öncelikle halk ile müzakere edilmeli, halka anlatılmalı ve halk ikna edilmelidir. Ayrıca şehit aileleri nasıl ikna edilecek, kendilerine nasıl anlatacağız bunlarında hesabı yapılmalıdır.

    Bizler vatandaş olarak dün olduğu gibi bugün de devletimizin yanındayız, elbette devlet aklı diye bir şey vardır ama Hendek’te, Sur’ da, Nusaybin’de yaşadıklarımızı tekrardan yaşamak istemiyoruz. Geçmişte çözüm adı altında yaşadığımız acı tecrübelerden ders çıkarmalı ve kaybettiğimiz canlarımızı unutmamalıyız.

    “Yenidoğan Çetesi” Olayını Unutma Unutturma

    Geçtiğimiz günlerde Türkiye’nin gündemine bir anda düşen Yenidoğan Çetesi ile onlarca mağdur insanı ve kamuya uğratılan zararı duyunca olanları hayretler içerisinde izlemiştik ve ağzımız açık kalmıştı.

    Yazımızın giriş kısmında da belirttiğimiz gibi Yenidoğan Çetesi bir anda gündemimize girdi ve bir o kadar da çabuk gündemden çıkıverdi.

    Bu olay birkaç gün konuşulacak ve unutulacak kadar basit bir olay değildir. Olayın ortaya çıkması üzerine birçok mağdurun hak arama mücadelesine girdiği şeklinde bilgiler gelmektedir. Hayatını kaybeden bebeklerin haricinde ihmalden dolayı sağlık problemleri yaşayan ve hayatına engelli şekilde devam etmek zorunda kalan bebeklerin olduğunu öğreniyoruz. Önümüzdeki günlerde sizlerle mağdurlardan biri ile yapacağımız görüşmeye dair detayları bu köşede paylaşacağım.

    Sosyal medyada bize ve topluma bir katkısı olmayan insanların hayatlarına gösterdiğimiz ilgiyi harcadığımız zamanı bebeklerini ya da sağlıklarını kaybetmiş yüzlerce mağdura destek olmak için gösterelim. Bugün unutur, unutturursan yarın unutulursun.

    Emeklilikte Kademeli Adalet Şart!

    Geçen seçim döneminin en büyük vaatlerinden olan Emeklilikte Yaşa Takılanlar(EYT) ile ilgili bir gecede kanun çıkartılarak milyonlarca kişinin emekli olmasının önü açılmıştı. Hatta o dönem EYT kanunu seçimde gösterilen başarının en büyük etkenlerinden biri olarak gösterilmişti.

    EYT kanunu ile milyonlarca insan sevinirken bir o kadar da mağdur gurubu yaratılmıştı aslında. Plansız, alelacele ve üzerinde çok fazla çalışma yapılmadan çıkartılan bir yasa olduğu için dünyada eşi benzeri görülmemiş uygulamalarında önünü açmış, hatta uzunca bir süre de tartışmaların odağında olmuştu.

    Yasayı çıkaranların bile daha sonra yazılı ve görsel basında verdikleri demeçlerde çıkartılan kanunun ortaya yeni bir adaletsizlik yarattığı şeklinde özeleştirileri olmuş ve yasayı hazırlayanlar pişmanlıklarını dile getirmişlerdi.

    Öyle bir yasa düşünün ki;

    8 Eylül 1999’da çalışma hayatına başladıysanız EYT ile emeklisiniz ama

    9 Eylül 1999’da başladıysanız emekli olmak için 17 yıl daha fazla çalışmak zorundasınız.

    Ya da daha farklı bir örnekle açıklamak gerekirse;

    EYT yasası ile yaşı küçük olanın ve daha az çalışanın yaşı büyük olan ve daha fazla çalışana göre daha erken emekli olduğu bir adaletsizlik ortaya çıktı.

    Neresinden bakarsanız bakın adaletsizlik haksızlık ve mağduriyet var. Adaletsizliğin giderilerek emeklilik için yaşın yeniden kademeli şekilde düzenlenerek haklarının verilmesini isteyen binlerce kişi 27 Ekim’de İstanbul Kartal’da toplandı. Bu mağduriyetin bir an evvel giderilmesi için gereğinin yapılması sosyal devletin gereğidir.

    Keyifli okumalar mutlu haftalar…

    Selim GÜNAY

    Devamını Oku

    Pazartesi Notları

    Pazartesi Notları
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Değerli okuyucularım,
    Son günlerde her yeni güne yeni skandallarla uyanıyor, “Bundan daha kötü ne olabilir?” dediğimiz ne varsa bir bir karşımıza çıkıyor maalesef. Ülke ekonomik anlamda darboğazdan kurtulmaya çalışırken, vatandaş olarak acı ekonomik reçetelerle mücadele ederken, diğer tarafta devletten haksız yere para alma uğruna küçücük masum bebekleri kötü emellerine alet edecek kadar gözü dönmüş insanlardan bahsedeceğiz.

    Sağlıkta yaşanan bu olay üzerine özel hastanelerden gelen şikayetler ve yeterince denetlenip denetlenmedikleri üzerine konuştuktan sonra, geçtiğimiz aylarda Türkiye Futbol Federasyonu (TFF) seçimlerini kazanarak göreve gelen yeni başkanın eski TFF başkanı ve yönetimi ile ilgili açıklamalarına ve akıl almaz iddialara değineceğiz.

    Yenidoğan Çetesi

    Kamuoyunda yenidoğan çetesi olarak bilinen ve ilk kez devletin savcısını makamında ailesi ve sevdikleriyle tehdit etmesi ile varlıklarından haberdar olduğumuz bir organize şebekeden bahsedeceğiz bugün sizlere. Olayın kriminal tarafını emniyet tüm yönleriyle araştıracak ve olayda kimin ve kimlerin parmağının olduğunu ortaya çıkararak adalete teslim edeceğinden şüphemiz yok. Ayrıca Sağlık Bakanlığı da kendi içerisinde gerekli idari soruşturmaları yürüterek ihmali olan, olaya karışan ya da haberdar olan kimler varsa gerekli idari soruşturmayı yürütecektir.

    Burada bizleri vatandaş olarak ilgilendiren kısmı vicdansızlık ve kamu zararı boyutu. Öncelikle dünyaya yeni gelmiş, hiçbir şeyden habersiz bir bebeğin hayatıyla oynayacak kadar vicdansız olmak için insanın gözünün dönmüş olması gerekir. 12 bebeğin bilinçli olarak ölümlerine neden olmaktan bahsedilen bu kan donduran olayda, ismi geçen sağlık kuruluşlarına güvenerek gelen ve daha sonra bebeklerini kaybeden aileler şokta…

    Olay henüz çok yeni ama şu ana kadar duyduklarımız karşısında kanımız çekiliyor. Devletten haksız şekilde günde yaklaşık 8.000 TL para alabilmek için bebekleri kullanan kirli bir zihniyet ile aynı havayı teneffüs etmekten utanıyorum. Daha önce Diyarbakırlı 8 yaşındaki Narin olayında utandık, 2 yaşındaki Tekirdağlı Sıla bebekte utandık, şimdi ise 12 masum bebek olayında bir kez daha utandık. Biz utanmaktan sıkıldık ama onlar bizi utandırmaktan sıkılmadı.

    Olayların içerisinde çok sayıda sağlık mensubu olduğu belirtiliyor. Öncelikle burada bir parantez de namusuyla ve tüm özverisiyle bizlere her daim yardımcı olan sağlık personelinden bahsetmek istiyorum. Yaşanan bu münferit olayda aynı meslek mensubundan olmanızdan dolayı birçok arkadaşımızın şok içerisinde ve üzüntülü olduğunun farkındayız. Birkaç kişinin toplumda yarattığı bu infial doğrudan tüm mensupları bağlamadığı gibi sorumlu da tutmaz. Biz Hipokrat yeminine gönülden bağlı olan tüm sağlık çalışanlarımız ile gurur duyuyoruz.

    Özel Hastaneler Ne Durumda?

    Yenidoğan çetesi ile yeniden gündeme gelen özel hastanelerin denetimlerinin sağlık bakanlığı tarafından yeterince yapılıp yapılmadığı konusu tartışmaları da beraberinde getirdi. Son dönemlerde vatandaşlar tarafından sıkça şikâyet edilen hususların başında gereksiz tedaviler ve en basit şikâyetlerde bile onlarca gereksiz tahlil istenildiği, kalbi ile ilgili her şikâyeti olan hastanın yeterince incelenmeden anjiyo yapıldığı, yatmasına gerek olmayan hastayı bir süre yatarak izlememiz gerekir gibi bahanelerle Sosyal Güvenlik Kurumu’na fazladan ve gereksiz şekilde fatura oluşturulduğu ile ilgili şikâyetler gelmekte; bu hususlar sıkça dile getirilmektedir.

    Son dönemlerde dilimize doladığımız tasarruf kavramı sadece vatandaşın kendi yaşantısından ve ihtiyaçlarından ödün vererek yerine getireceği bir ödev değildir. Tasarruf, kayıp kaçak bedellerinin de önüne geçilerek yapılmalıdır. Özellikle yaşadığımız bu olaydan gerekli derslerin alınarak Sağlık Bakanlığı tarafından bir seferberlik başlatılarak tüm özel hastanelerin yeniden ciddi bir şekilde incelenerek ruhsatlarının güncellenmesi sağlanmalıdır.

    Türkiye Futbol Federasyonu’nda Neler Olmuş?

    Geçtiğimiz aylarda TFF başkanlığı seçimi yapılmış ve eski başkan Mehmet BÜYÜKEKŞİ seçimi sürpriz bir şekilde kaybetmiş, yerine İbrahim Ethem HACIOSMANOĞLU gelmişti.

    Eski başkan ile ilgili açık kaynaklarda çokça iddialar dile getirilmiş ve özellikle Avrupa Şampiyonası’na 615 kişilik bir davetli listesinin tüm masrafları federasyon bütçesinden karşılanmak üzere turnuvanın düzenlendiği Almanya’ya götürüldüğü belirtilmişti. Ayrıca milli takım teknik direktörü Montella’ya yine federasyon bütçesinden 700.000 TL tutarında Rolex marka saat hediye edilmesi günlerce tartışma konusu olmuştu.

    Ben de bu olaylar üzerine 23.06.2024 tarihli yazımda “TFF Babanızın Çiftliği Mi?” başlıklı bir yazı kaleme almış ve bu olayları eleştirmiştim. O zamanlar federasyon başkanı özellikle 615 kişilik listeye karşı çıkmış ve iddiaların doğru olmadığını belirtmişti. Peki ben tüm bunları tekrardan neden anlattım…

    Geçtiğimiz günlerde yeni TFF başkanı HACIOSMANOĞLU katıldığı bir televizyon programında eski başkan BÜYÜKEKŞİ ve yönetimi ile ilgili akıl almaz iddialarda bulundu, dinlerken hayretler içerisinde kaldık. Mesela Almanya’da düzenlenen Avrupa Şampiyonası’nda misafirler için eski yönetim tarafından toplam 4.800.000 EURO (yaklaşık 192 milyon, eski para ile 192 trilyon) para harcandığını belirtti.

    Ayrıca bence bundan daha da önemli bir olay daha var sayın başkanın açıklamalarında. TFF’nin davetlisi olarak Almanya’ya giden fakat tüm masrafları kendi cebinden ödemek isteyen ve kendisine verilen IBAN numarasına 400.000 TL gönderen bir kulüp temsilcisi, yaşanan olaylar üzerine yeni seçilen federasyona başvurarak kendi cebinden ödediği paranın federasyona ulaşıp ulaşmadığının teyit edilmesini istemiş. Sonuç: Gönderilen paranın Tekirdağ’da bir berberin hesabına gittiği tespit edilmiş. Yani para federasyona hiç gelmemiş.

    Tüm bunları ben söylemiyorum, yeni federasyon başkanı bizzat söylüyor. Bir yanda sahası olmadan, toprak çamur sahada futbolcu yetiştirmeye çalışan amatör kulüpler, diğer yanda eski futbolcu, gazeteci, eş dost için yurt dışında harcanan milyon euro’lar.

    Bu haftalık bu kadar. Çok iç açıcı konulara değinmedik, değinemedik.

    Mutlu haftalar.
    Selim GÜNAY

    Devamını Oku

    PAZARTESİ NOTLARI

    PAZARTESİ NOTLARI
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Değerli Okuyucularım,
    Bu hafta yine bir “Pazartesi Notları” köşesinde sizlerle beraberiz. Her hafta olduğu üzere bu hafta da sizlerle ülkemizde gündem olan, üzerinde konuşmaya değer konularla birlikte olacağız. İlk olarak “Vatan savunmasının sözleşmelisi olmaz” diyecek ve kahraman uzman çavuşlarımızın mağduriyetlerine değinerek, Türkiye Emekli Uzman Erbaşlar Derneği (TEMUD) faaliyetleri hakkında konuşacağız.
    Kahraman Uzman Çavuşlarımızdan bahsettikten sonra tüm dünyada 11 Ekim’de kutlanan Dünya Kız Çocukları Günü’ne değinecek, 8 yaşında katledilen Narin, cinsel saldırıya uğradığı için hayatını kaybeden 2 yaşındaki Sıla bebek ve İsrail saldırıları sonrası Gazze’de hayatını kaybeden 11 yaşındaki Rafif Ebu Dayir’i konuşacağız.
    Son olarak ise geçtiğimiz günlerde açıklanan 2023 yılı vergi rekortmenleri listesinde en üst sıralarda iş adamlarından çok sporcuların bulunmasını değerlendireceğiz.

    Türkiye’de Uzman Çavuş Olmak ve TEMUD

    Ülkemizin jeopolitik konumundan kaynaklı olsa gerek, komşu ülkelerde sürekli bir gerginlik, hep bir savaş hali mevcut. Hal böyle olunca zaman zaman bizler de ülke güvenliği için mecburen sınır ötesi operasyonlar düzenleyip aylarca bölgede konuşlanıyoruz. Televizyon kanalları günlerce canlı yayınlar yapıyor, askeri kortejin geçişini alkışlarla göğsümüz kabararak izliyoruz.

    Peki bu operasyonları kiminle yapıyoruz?
    Kadrosu olmayan,
    Lojman hakkı kısıtlı olan,
    Doğru düzgün bir yönetmeliği olmayan,
    Ordu evinin önünde nöbet tutturulup içeride kalmasına müsaade edilmeyen,
    Mesleki kaderi üstünün yazacağı iki satır rapora bağlı olan,
    Birçoğunun 3600 ek göstergeden faydalanamadığı,
    Emekli olunca maaşı %45 oranında düşen,
    Şehit olunca 45 saniye ana haberde gördüğünüz, sonra kimsenin hatırlamadığı kerpiç duvarlı, sıvasız evlerin kahramanlarıyla yapıyorsunuz bu operasyonları.

    Yurtdışında; Şah Fırat Operasyonu’nda, Fırat Kalkanı’nda, Zeytin Dalı’nda, Pençe Harekâtı’nda, Barış Pınarı’nda onlar vardı. Yurtiçinde Hendek, Sur ve Gabar’ı saymaya gerek yok, yurtiçi onların rutinleri…
    Aynı operasyonda, aynı mevzide şehit olduğunda devlet, subay ve astsubayların ailelerine farklı, maalesef uzman çavuşların ailelerine farklı ödeme yapmaktadır.

    Dağda, taşta, karda kışta taşı yastık, toprağı çarşaf yapıp yatan uzman çavuşlara, maalesef kendi mensubu olduğu teşkilat kendi orduevinde yatacak yer vermiyor.
    Bazı değerler vardır, parayla ölçülmez; ölçemezsiniz. Vatanı için gece gündüz demeden cephede savaşan kahramanların haklarını korumazsanız, eli tetikte, aklı sözleşmede olan bir personelden ne kadar verim almayı düşünüyorsunuz?

    Yıllar içerisinde devletimiz o kadar çok kadro verdi ki, taşeron işçilere kadro verildi, sözleşmeli öğretmene verildi ama gece gündüz ailesinden ayrı kalan, şehit olup ardında yetim evlat bırakan, birçoğu evlenip ertesi gün cepheye koşan bu vatan evlatlarına maalesef bir kadro çok görülüyor. Yıllardır uzman çavuşlara “Sizlerin hakkı ödenmez” dedik durduk ama gerçekten haklarını da ödemedik maalesef.

    Burada ayrı bir paragrafı Türkiye Emekli Uzman Erbaşlar Derneği’ne açmak gerekir. Faaliyetlerine değinmeden geçersek haksızlık etmiş oluruz. Çok kıymetli başkanları Ali Tilkici Bey ve yönetim kurulu üyeleri neredeyse her gün mecliste kapısını aralamadıkları milletvekili, bürokrat kalmadı. Türkiye’de maalesef organize olamazsanız taleplerinizin karşılığını almak zor. Bu anlamda TEMUD gerçekten çok büyük çaba sarf ediyor, bizzat çalışmalarına şahitlik etmişliğimiz vardır. Asker kökenli milletvekili ve Savunma Bakanı’nın olduğu meclis çatısı altında yüksek sesle uzman çavuşun hakkını savunmak herkesin kalemi değil; eğer bu sorun çözülürse kendilerinin emekleri çoktur.

    Son olarak biz de “Vatan savunmasının sözleşmelisi olmaz” diyerek konunun takipçisi olacağımızı belirtmek istiyorum.

    Dünya Kız Çocukları Günü

    11 Ekim, Kız Çocukları Günü olarak kutlanıyor tüm dünyada. Son günlerde yaşanılanlardan olsa gerek, kız çocuğu denilince Diyarbakır’da günlerce ortadan kaybolan ve bir dere yatağında cansız bedeni bulunan 8 yaşındaki Narin geliyor aklımıza,
    Ya da Tekirdağ’da cinsel saldırı sonucu hayatını kaybeden 2 yaşındaki Sıla bebek,
    Henüz 11 yaşında İsrail’in saldırıları neticesinde hayattan kopan Filistinli Rafif Ebu Dayir’i unutamıyoruz hâlâ.

    Böyle bir ortamda, böyle bir dünyada kız çocukları günü olsa ne, olmasa ne… Savunmasız çocuklarımız hayattan koparılmış; kimi cinsel saldırı, kimi savaş, kiminin neden öldüğü hâlâ belli değil.

    Ne zaman çocuklar güler, sokaklarda özgürce koşar ve güvenli bir şekilde yaşamını sürdürürse o zaman kız çocukları günü olur.
    Kirli emelleri ve pis elleri ne zaman masum çocuklardan uzak tutarsak o zaman hep beraber kutlarız.
    Çocuklar ölürken kutlanacak değil, yas tutulacak gün vardır.

    Vergi Rekortmeni Sporcular

    Her yıl olduğu gibi bu yıl da bir önceki yılın vergi rekortmenleri açıklandı. Bu sene açıklanan liste toplumda bir hayli şaşkınlık yarattı.
    A Milli Takımı Teknik Direktörü Vincenzo Montella, 2023’te Adana’nın “Gelir Vergisi Rekortmeni” oldu. Yine Adana’daki listenin 15’inci sırasında Adana Demirsporlu futbolcu Yusuf Sarı yer aldı.
    Portekiz ekibi Benfica’ya transfer olan Kerem Aktürkoğlu ise Kocaeli/Derince Vergi Dairesi’ne açıkladığı listede ikinci sırada yer aldı.
    Antalya Defterdarlığı’nın açıkladığı “Vergi Rekortmenleri” listesinde ise Nuri Şahin kentte en çok vergi ödeyen 7’nci mükellef oldu.
    Fenerbahçe’nin kaptanı Mert Hakan Yandaş ise Bursa’da 2023 yılında en fazla vergi ödeyenler listesinde 29. sırada yer aldı.

    Buraya kadar her şey normal, sporcular gerekeni yapmışlar, vergilerini ödemişler ve sıralamaya girmişler.
    Şimdi insanın aklına deli sorular geliyor; Adana gibi tarımın merkezi olan bir kentte, teknik direktörlük yapan İtalyan bir hocadan daha fazla para kazanan, sıralamaya girecek başka biri yok muydu acaba?
    Ya da sanayinin kalbi Kocaeli’nde, 25 yaşında genç bir futbolcudan daha fazla kazanan birileri yokmuş demek ki.
    Antalya mesela; turizmin cenneti olan bir yerde bir teknik adam mı en fazla kazanan?
    Bursa’ya ne demeli peki? Turizm var, sanayi var, tarım var, ama vergi rekortmeni listesinde yine bir futbolcu.

    Aslında ülke olarak ekonomik anlamda neden bu durumdayız, kısa bir özeti bu durum.
    Neyse, hakkıyla vergisini veren sporcularımızı tebrik etmekten başka yapabileceğimiz bir şey yok.
    Bu haftalık bu kadar. Haftaya daha güzel ve keyifli gündemlerde beraber olmak dileğiyle,
    Hoşça kalın, sevgiyle kalın.

    Selim GÜNAY

    Devamını Oku

    Pazartesi Notları

    Pazartesi Notları
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    2000’li yılların başlarında ünlü komedyen Cem YILMAZ bir cips reklamında “eğitim şart” diye bir replik ortaya çıkarmış, ülkece bizleri güldürmüş, bizlerde fırsattan istifade günlerce mizahını yapmıştık yolda, sokakta, çarşıda pazarda… Şimdi olduğu gibi o zamanlarda da aynı anda iki işi yapamadığımız için sadece gülmüş, düşünmek aklımıza gelmemişti.  

    Yaklaşık 20 sene sonra toplum olarak geldiğimiz nokta, “gülerken düşünmenin” önemini ve Cem YILMAZ’ ın o meşhur repliğini hatırlattı bizlere tekrardan. Bizde bugünkü yazımızda tıpkı Cem YILMAZ gibi eğitim şart diyeceğiz ama bu defa güldürmeyeceğiz!

    Geçen hafta yazımızda suçların cezasız, suçluların serbest kaldığı algısının giderek kabul gördüğünden, toplumda infial yaratan olayların faillerinin suç kayıtları ve özellikle adliyelerde adli kontrol ve denetimli serbestlik hükümlerinin uygulanmasına yönelik eleştiriler olduğundan bahsetmiş ve bu haftaki köşe yazımızda bu iki kavrama değineceğimizden söz etmiştik.

    Son olarak ise milli ve yerli aracımız TOGG’ a değinerek reklam ve pazarlama konusunda ne yapılabilir, daha fazla insana ulaşması için hangi stratejiler hayata geçirilmeli hep birlikte o konularda naçizane fikirlerimizi sizlerle paylaşacağız.

    Eğitim Şart!

    Toplum olarak maalesef nerede nasıl davranmamız gerektiğine dair sıkıntılarımız var. Ağlamamız gerekirken güldüğümüz, gülmemiz gerekirken ağladığımız anlar çok olmuştur. Eksik olduğumuz yönlerimiz kadar fazlaca olduğumuz yanlarımız da var elbet mesela her konuda bir bilgimizin olmasıyla da meşhuruz ülkece, bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olma gibi de bir meziyetimiz de var ayrıca.

    Sabah kuşağı magazin programında gece hangi ünlü kiminle nerede yemek yemiş onun dedikodusunu yapan şahsın, sağlık nedenleri ile kışladan içeriye adımını atmamasına rağmen akşam haber kuşağında İsrail-Filistin savaşını yorumlayarak askeri taktikler vermesini normal karşılayan, sorgulama gereği bile duymayan bir toplumuz.

    2007 Vehbi KOÇ ve 2015 Nobel Kimya ödülü sahibi dünyaca ünlü bilim adamı Aziz SANCAR’ın sosyal medya paylaşım sitesi Instagram’da 378B, hiçbir vasfı olmadan kullandığı tek kelime ile aynı sosyal paylaşım sitesinde 7M üyesi olan bir kadın ile aynı havayı teneffüs ettiğimiz bir konumdayız.

    Peki tüm bunların konumuzla ne alakası var diyebilirsiniz. Zaten meselenin özü de burada başlıyor, “Eğitim”

    Toplumda yaşanan cinayetler, şiddet olayları, ahlaki erozyon ve giderek daha kötü bir hal alan güvensizlik algısının temel nedenidir eğitim.

    Bir toplum eğitime, eğitimciye, bilim adamına verdiği değerle ölçülür. Maalesef bizim o taraklarda bezimiz olmadı hiç, eğitimi çok da önemsemedik aslında. Hep olanlardan yaşanılanlardan şikâyet ettik ama sebebine değinmedik. Geldiğimiz noktada da hiç kimse neden bu hale geldik diye düşünmesin çünkü hepimizin toplumun bu duruma gelmesinde payı var.

    Bizler yetişkin olarak;

    Hastanede işimiz çabuk olsun diye araya adam koyduk, bizden daha acil hastanın sırasını aldık,

    Çocuğumuz istediğimiz öğretmende okusun diye okula daha fazla bağış yaptık,

    Devlet dairesinde işe alımlarda liyakatten ziyade eş, dost, akrabalara öncelik verdik,

    Fazla para kazanacağız diye yaptığımız inşaatta malzemeden çaldık,

    Peki sonra ne mi oldu?

    Hastanede sırasını aldığımız hasta bizi beklerken öldü,

    Eğitimde maddiyatı kullandık fırsat eşitliğini kaybettik,

    Devlet dairelerine tanıdık liyakatsizleri işe aldık, devletin yapısı bozuldu, liyakatliler pes etti yurtdışına gitti,

    İnşaatta malzemeden çaldık 6 Şubat’ta 2023 depreminde 100.000’in üzerinde insanımız, canımız gitti,

    Kısacası biz dürüst değildik ki dürüst insanlar yetiştirelim.

    Bu kadar cinnetin, cinayetin ve şiddetin kaynağı eğitimsizlik.

    Sonuç olarak eğitim şart ama sadece evlatlarımıza değil onlara rol model olan bizlere de şart.

    Denetimli Serbestlik-Adli Kontrol

    Son dönemlerde artan şiddet olayları ve cinayet faillerinin cezaevinde olması gerekirken Denetimli Serbestlik ve Adli Kontrol kapsamında sokakta elini kolunu sallayarak gezdiği ve artık suçların cezasız, suçlunun korkusuz olduğu şeklinde yaygın bir kanı hâkim toplumda. Vatandaşın en çok sorduğu soru da bu aslında “madem suçlu neden dışarda.”

    Peki bu kadar tartışılan, şüpheli ve hükümlülere kanun ile birtakım haklar veren denetimli serbestlik ve Adli kontrol nedir ne değildir onu irdeleyerek başlamak insanların kafasındaki soru işaretlerini giderme anlamında önemli olduğu kanısındayım.

    Denetimli serbestlik cezasının bir bölümünü cezaevinde geçiren bir hükümlünün geri kalan cezasını belirli periyotlarda imza atma, verilen seminerlere katılma ve eğitim faaliyetleri gibi topluma entegrasyonunu hızlandıracak birtakım programlara dahil olma şartıyla koşullu salıverildiği bir sistemdir.

    Adli kontrol de denetimli serbestlik gibi şüpheli veya sanığın tutuklanmasına gerek görülmediği ya da tutukluluk sürecinin sona erdirilmesine karar verildiği durumlarda, serbest bırakılması yerine belirli koşullara tabi tutulması anlamına gelir. Yani adli kontrol, tutuklama yerine uygulanan ve kişinin özgürlüğünün kısıtlanmasını içeren bir güvenlik tedbiridir.

    Adli kontrol tedbirinin amacı, şüpheli ya da sanığın yargı süreci boyunca kaçmasını önlemek hem de kamu güvenliğini sağlamaktır. Tedbirin süresi ve içeriği mahkemenin ya da hâkimin takdirine bağlı olarak belirlenir.

    Aslında suçun önlenmesi ve suçlunun ıslahı için çok güzel bir uygulama olan denetimli serbestlik ve adli kontrol tedbirleri maalesef medeni toplumlarda ve muasır medeniyetler seviyesine gelmiş, gelişmiş ülkelere uygun bir tedbirdir, bizim gibi ülkelerde uygulanması maalesef istenmeyen sonuçlara neden olmaktadır.

    Siz devlet olarak şahsa aslında ıslah olması için ikinci bir şans veriyorsunuz ama önemli olan bu kişinin kendisine verilen bu şansı kullanıp kullanmama istediği. Maalesef geldiğimiz noktada da denetimli serbestlik hükümlerinin uygulanmasının zorlaştırılması, yaptırımların daha güçlü ve kararlı olması gerekmektedir.

    Sonuç itibari ile devletin iyi niyetle düşündüğü fakat bizlerin suistimal ederek tartışma konusu haline getirdiğimiz bir nevi “ıslah” ve “kontrol altında tutma” amacında olan uygulamanın şu aşamada bizim ülkemizde uygulanmasının pek de mümkün olmadığı görülmektedir.

    Son olarak şunu da eklemez ise haksızlık etmiş oluruz. Binlerce insan denetimli serbestlik ve adli kontrol hükümleri kapsamında ceza tedbirlerine uyarak en güzel şekilde gündelik hayata entegre olmuşlardır.

    Ama yine olan iyi insanlara oluyor ve yaşın yanında kurunun yandığı bir hal alıyor.

    Yerli ve Milli aracımız TOGG

    Öncelikle yerli ve milli otomobilimiz TOGG ile ilgili eleştirilere katılmadığımı, söylenilenlerin aksine gurur duyulması gereken bir başarı hikayesi olarak gördüğümü belirtmek isterim.

    Yerli ve Milli bir projenin birinci aşamasını çok başarılı şekilde gerçekleştirdiğimizi fakat reklam ve pazarlama kısmı olan ikinci aşama konusunda yeterince iyi olmadığımızı düşünenlerdenim.

    Görsel olarak gayet şık, hatları ve çizgileri belirli bir karakterde olan kısacası tasarım ve üretim noktasında bu kadar güzel bir aracın satış rakamlarında ve reklam aşamasında da bir başarı hikayesi yazılabilirdi aslında.

    Bugün ülkemizde en fazla satışı yapılan araçların en başında Çin menşeli araçların olması son derece üzücü. Diğer ithal araçlardan bahsetmeye bile gerek yok.

    Peki nerede hata yapılıyor? ne yapılabilirdi? ya da bundan sonra ne yapılmalı?

    Öncelikle sattığı ürünü yemeyen bir esnafın inandırıcılığı olmaz. Biz kendi reklamımızı yapmamız gerekir. İlk etapta birçok üniversite, belediye, bakanlıklar bu araçlardan aldı. İlk zamanlarda tüm bakanlar, Valiler, belediye başkanları, rektörler kullandı ama daha sonra ne olduysa bir bir vazgeçtiler.

    Avrupa’nın birçok ülkesinde kendi aracını üreten ülkeler tüm devlet dairelerinde yerli araç kullanımını şart koşmaktadır, bizde aynı şekilde kamuda ithal araç kullanılmasını yasaklayabiliriz.

    Yurtdışında ülkemizi temsil eden Büyükelçilik çalışanlarına bu araçlardan gönderilebilir ve dünyanın her ülkesinde bu araçların trafikte görülmesi sağlanabilir.

    Jandarma ve emniyet gibi kurumların ihtiyaçları noktasında tespitlerin yapılarak bu kurumların araçlarının TOGG tarafından üretilmesi kararı alınabilir.

    TOGG konusunda çok eleştiri alınan noktalardan biri çeşitlilik anlamında insanların istediği tarzda araç bulamaması. Mesela ticari araç noktasında esnaf ve işyerlerinin ihtiyaçlarını giderecek bir araç üretilerek meslek odaları vasıtası ile kampanya dahilinde büyük bir yerli Pazar oluşturulabilir.

    Türkiye’de toplum tarafından taktir edilen, her zaman göz önünde olan ve güven telkin eden kişilere bu araçlardan kullanma mecburiyeti karşılığında hediye edilebilir.

    Spor kulüpleri tarafından zaman zaman oyuncularına araç tahsisi yapılmaktadır, bu araçların TOGG marka olması için anlaşmalar yapılabilir.

    Türklerin yoğun olarak yaşadığı ülkelerde satış ve pazarlama noktasında etkinlikler düzenleyerek gurbetçi vatandaşlarımız bu araçlardan uygun şartlarda lamaları sağlanabilir.

    Kısacası belirttiğim gibi sattığı ürünü yemeyen esnafın malını kimse almaz, o yüzden bir vatandaş olarak ilk etapta benim aklıma gelen öneriler bunlar, elbette binlerce danışmanında fikirleri vardır.

    Bu kadar güzel bir proje sokakta sadece 3-5 araç ile sınırlı kalırsa verilen emeklere yazık olur.

    Dilimizin döndüğünce, kalemimizin yazdığınca doğru bildiğimiz, doğru olduğuna inandığımız bir şeyler karaladık bu hafta da.

    Haftaya daha güzel yazılarda görüşmek üzere,

    Keyifli okumalar, mutlu haftalar.

    Selim GÜNAY

    Devamını Oku

    Pazartesi Notları

    Pazartesi Notları
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Uzun zamandır suçların cezasız, suçluların serbest kaldığı şeklinde bir algı hâkim toplumda. Adli kontrol kararı ve denetimli serbestlik gibi tedbirlerin, suç işleyenler için cezadan ziyade ödül olduğu, cezalarda bu tür uygulamaların suçun önlenmesinde caydırıcılığının olmadığı kanısı giderek artmakta. Toplumda oluşan tepkiler ise artık daha yüksek sesle dile getiriliyor bu günlerde. Son olarak şehit edilen genç polis memuru Şeyda YILMAZ olayında failin 26 suç kaydının olması ve adli kontrol kararının bulunması, bu konudaki tartışmaları iyice alevlendirdi. Adli kontrol ve denetimli serbestlik gibi konulara değinip şehit meslektaşımızı ve şehitlerimizi konuşacağız.

    Polis, polislik demişken son dönemlerde emniyette gündemden düşmeyen, daha önce neredeyse her siyasinin en az bir kez hakkında yorum yaptığı 2. şark mevzuu ve mağdurları hakkında konuşup, son olarak ise yine emniyet mensuplarının dört gözle beklediği mazeret atamalarına değineceğiz.

    Şehit Şeyda YILMAZ

    Öncelikle geçtiğimiz günlerde uğradığı saldırı sonucu hayatını kaybederek şehit olan polis memurumuza ve daha önce vatan savunmasında görevi başında şehit olanlara Allah’tan rahmet, kederli ailelerine başsağlığı dileklerimizi iletiyoruz.

    Bizler, savaşçı bir millet olmamızdan kaynaklı, tarihin her döneminde şehitler vermiş; şehadet mertebesinin maneviyatından ötürü de şehitleriyle gurur duyan bir toplum olmuşuzdur. Çanakkale Savaşı’nda açık kaynaklara göre 59.408, Kurtuluş Savaşı’nda ise 137.000 şehit vermiş bir milletiz.

    Bölücü terör örgütü ile mücadelemizin başladığı 15 Ağustos 1984 yılında Siirt ili Eruh ilçesinde verdiğimiz ilk şehidimiz Erzincanlı Jandarma Onbaşı Süleyman AYDIN,
    15 Temmuz 2016’da hain darbe girişiminde 2 polis oğlu şehit olan ve “Bir oğlum daha var, o da vatana feda olsun.” diyen Adanalı ikiz şehitlerin babası Ali ORUÇ,
    Düğününden hemen önce Kuzey Irak’ta şehit olan Karamanlı şehit sözleşmeli er Mustafa Ahmet DEMİR,
    Irak’ın kuzeyinde yürütülen Pençe-Kilit Operasyonu bölgesinde, çocuğunun doğumuna bir hafta kala şehit olan ve yeni doğan bebeğini hiç göremeyen güvenlik korucusu Yahya YILDIZ,
    26 adet suç kaydı bulunan bir şahıs tarafından şehit edilen, henüz 27 yaşında 1 yıllık evli polis memuru Şeyda YILMAZ…

    Bunlar sadece ilk aklımıza gelenler ve niceleri, bu ülkenin huzuru ve güvenliği için candan, canandan vazgeçti. Bizler sizlerle her daim gurur duyacağız. Bakara Suresi 154. ayette şehitler için “Allah yolunda öldürülenlere ‘ölüler’ demeyin. Hayır, onlar diridirler. Ancak siz bunu bilemezsiniz.” şeklinde geçer. Ayette de belirtildiği üzere sizler hiçbir zaman ölmeyeceksiniz. Albayrak dalgalandığı sürece minnetle yâd edileceksiniz.

    Türk milletinin dün olduğu gibi bugün de şehitler konusundaki hassasiyeti ortadadır. Fakat 26 suç kaydı bulunan ve elini kolunu sallayarak ortalarda gezen, maalesef hayatının baharında gencecik bir polis memurunun şehadetine sebep olacak bir şahsın nasıl ortalarda gezebildiği, en az şehit haberinin konuşulduğu kadar konuşuldu. Bizleri de canından yakan asıl mesele bu: Nasıl olur da bu kadar suç kaydı olan birisi dışarıda olabilir ve bir polisimizi şehit edebilir?

    Önümüzdeki hafta kaleme alacağımız köşe yazımızda bu konulara değinecek ve adli kontrol ile denetimli serbestlik konusunu detaylı bir şekilde ele alarak analiz edeceğiz.

    Polise 2. Şark Görevi

    Emniyette yılan hikâyesine dönen 2. şark görevi uygulanmaya ve mağduriyetler yaratmaya devam ediyor. Daha önce çoğu kez kaldırılacağı dile getirilen, neredeyse tüm siyasi partilerin yetkilileri tarafından gündeme getirilen ve kaldırılacağına dair sözler verilen 2. şark görevi hâlâ yürürlükte ve uygulanıyor.

    21 Ağustos tarihinde gece yarısı on binlerce polisin ilişikleri gıyabında kesildi ve 15 gün içerisinde yeni görev yerlerinde başlamaları istendi. Daha önce doğu görevi için istihdam yerleri açıklanan ve farklı gerekçelerle ilişik kesmeyen personel, 22 Ağustos sabahı kötü bir sürprizle karşılaştı. Fakat burada farklı birtakım durumlar da mevcut. Mesela, amir inisiyatifinde ilişiklerinin kesilmeyeceği kendilerine iletilen ve garanti edilen, bunun verdiği rahatlıkla da mevcut yerinde kalacağını düşünen yüzlerce personel, herhangi bir hazırlık yapmamıştı. Gece yarısı kesilen ilişikle birçoğu ailesini bırakarak, valizleri ellerinde yeni görev yerlerine başlamaya gittiler.

    Burada aslında, emsalleri ile mesleğe başladığından beri hiç şark görevine gitmemiş personelin tespit edilmesi, sayılarının çıkarılarak yeni bir planlama çalışması yapılması mümkündür.

    Farklı bir çözüm olarak, emniyette binlerce sivil memur görev yapmaktadır. Özellikle operasyonel olmayan sosyal hizmetler, bütçe, polisevi, inşaat emlak, eğitim, strateji, genel müdürlükte dış ilişkiler, sağlık daire ve personel gibi birimlerde görev yapan polis memurlarının sahaya çıkarılması ve yerlerine sivil memurların görevlendirilmesi ile hem sahada çalışan aktif polis memuru sayısında artış olur, hem de sivil memurlar ile emniyette kurumsal bir hafıza oluşturulmasının önü açılmış olur.

    Emniyette Mazeret Atamaları

    Şark atamalarına değindikten sonra, özellikle son günlerde emniyet içerisinde eş, öğrenim ve sağlık gibi mazeretlerine istinaden dilekçe ile atanma talebinde bulunan personel, atamaların bir an evvel açıklanmasını bekliyor. Ülkemizin içerisinde bulunduğu ekonomik şartlar da göz önünde bulundurularak, atamaların hızlandırılması, atama bekleyen personelin en büyük beklentisidir.

    Eşi görevi nedeni ile tayin olamamış, fakat kendisinin tayini çıkmış olan bir emniyet görevlisi, her iki ilde de ev kurmak zorunda kalmış; okula giden çocukları nedeniyle zor durumda ve çaresizce atamaların açıklanmasını beklemektedir. Özellikle sağlık gibi makul ve haklı gerekçelerle atama talebinde bulunup sonuçların açıklanmasını bekleyen bir personel, eşinin hastanede yoğun bakımda tedavi görmekte olduğunu, görev yaptığı ilde herhangi bir akrabasının bulunmadığını ve 2 çocuğu ile hem hastanedeki eşiyle hem de çocuklarıyla ilgilenmek zorunda kaldığını, zor şartlar altında yaşamını sürdürdüğünü belirtmektedir. Özellikle zor zamanlardan geçen personelin hassasiyetleri göz önünde bulundurularak, atamaların bir an evvel açıklanması önem arz etmektedir.

    Bugünkü yazımızda ağırlıklı olarak polis ve emniyet konularına değindik. Bir paragraf da 16.08.2024 tarihinde Emniyet Genel Müdürlüğü görevine atanan Vali Sayın Mahmut DEMİRTAŞ’a değinmeden geçmek haksızlık olurdu. Emniyet Genel Müdürlüğü görevi öncesi vali olarak görev yaptığı Adıyaman, Adana ve Mardin illerinde hem mahiyetinde görev yapan personel hem de vatandaş ile yaşamış olduğu yakın ve samimi diyalog ile çözüm noktasında göstermiş olduğu gayret ile takdir kazanmış bir devlet adamı portresi çizmiştir. Kendilerinin emniyet personeli için bir şans olduğunu ve özellikle personelin talepleri ve çözümü noktasında gereken hassasiyeti göstereceğinden şüphemiz yoktur. Kendilerine yeni görevlerinde başarılar dileriz.

    Keyifli okumalar, mutlu haftalar.

    Selim GÜNAY

    Devamını Oku

    Pazartesi Notları

    Pazartesi Notları
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Değerli okuyucularım,
    Daha önceki yazılarımızda sizlere katil devlet İsrail’in masum ve savunmasız insanlara yaşattığı zulüm ve vahşetten bahsetmiş, tepkimizi dile getirmiştik. Bu hafta ise 17-18 Eylül tarihlerinde, yine İsrail tarafından Lübnan’da önce çağrı cihazları, bir gün sonra ise telsizlerin eş zamanlı olarak patlatılması sonucu onlarca kişinin ölümüne, binlerce kişinin ise yaralanmasına değinerek yerli ve milli yazılım ve ekipmanların önemine dikkat çekeceğiz.
    İsrail’in saldırılarının ardından önemi bir kez daha gündeme gelen milli ve yerli yazılım ve ekipmanlarla ilgili, tam da söz konusu saldırıların hemen ardından 19-21 Eylül 2024 tarihinde İçişleri Bakanlığı himayesinde Ankara ATO Kongre ve Sergi Sarayı’nda gerçekleştirilen ve Emniyet, Jandarma ve Güvenlik personelinin kullandığı yerli ve milli ekipmanların sergilendiği iç güvenlik ekipmanları fuarından bahsedeceğiz.
    Son olarak ise Polis Bakım ve Yardım Sandığı (POLSAN) ve Türk Polis Teşkilatını Güçlendirme Vakfı’nın (TPTGV) faaliyetlerinden ve teşkilat mensuplarının her iki kurumdan beklentilerinden söz edeceğiz.

    Siber Güvenlikte Yerli ve Milli Projelerin Önemi
    19-21 Eylül 2024 tarihleri arasında gerçekleştirilen iç güvenlik ekipmanları fuarına, İçişleri Bakanlığı’nın daveti üzerine Emniyet Teşkilatı Sendikası olarak katılım sağladık.
    Fuarda özellikle Polis, Jandarma ve Güvenlik personelinin kullandığı yerli ve milli ekipmanları görünce gurur duyduk. Ülkenin tamamının güvenliğinden sorumlu olan güzide kurumlarımızın kullandığı ekipmanların, bizzat kendi mühendislerimiz tarafından geliştirilmesi, kullanıma sunulması ve iç güvenlik noktasında geldiğimiz aşama bizleri gelecek adına daha da umutlandırdı.
    Özellikle İsrail’in 17-18 Eylül tarihlerinde Lübnan’da eş zamanlı olarak elektronik cihazları patlatmasının ardından siber güvenlik, yazılım, elektronik ve teknolojik cihazlar yeniden sorgulanmaya ve tartışılmaya başlandığı günlerde böyle bir fuarın tertiplenmesi önemli ve anlamlıydı.
    Teknoloji ithalatının ne denli büyük bir risk olduğunu gösteren bu saldırılar, Türk mühendisler tarafından geliştirilen yerli ve milli yazılımların hayata geçirilmesinin önemini ortaya koymaktadır.
    Açık kaynaklardan elde edilen bilgilere göre, İsrail’de yaklaşık 450 siber güvenlik şirketi bulunmaktadır. Dünyada siber güvenlik şirketi sayısında ABD’nin ardından 2. sırada bulunan İsrail’in Lübnan’da gerçekleştirdiği saldırılar, aslında ne denli bir hazırlığın ardından gerçekleştiğini gözler önüne sermektedir.
    Savunma sanayiinde yazılımın çok önemli olduğu bir dönemde, Türk mühendisler dünyada büyük rağbet görmekte ve kendilerine sunulan daha iyi şartları değerlendirerek yurt dışına gitmektedir. Yurt dışına giden mühendislerimizin kendi ülkelerinde, savunma sanayiinde yerli ve milli projeler geliştiren ASELSAN, TÜBİTAK ve HAVELSAN gibi şirketlerde istihdamlarına öncelik vermek devletin temel görevi olmalıdır.
    Dünyanın en büyük bilgisayar çip üretim şirketi olan Hollandalı Advanced Semiconductor Materials International (ASMI) bünyesinde 1300 Türk mühendis çalıştırılıyor. Bu sayı, sadece bir firmada çalışan Türk mühendis sayısıdır.
    Bizlerin devlet olarak önceliği, süper beyinlerin yurt dışına gitmelerine engel olmak, daha sonra ise gidenleri geri getirmektir. Son dönemlerde gidenlerin yerine Türkiye’de özellikle Hindistanlı ve Pakistanlı mühendislerin istihdam edilmeye başlandığını üzülerek görmekteyiz.
    Biz ülke olarak, kendi vatandaşımızı dünyanın en iyi şirketlerine kaptırmaz ve hak ettikleri imkanları sunarsak, teknoloji ve yazılım gibi siber güvenliğin temel çalışma alanlarındaki nitelikli insan açığını yerli insan kaynağıyla çözmüş oluruz.

    POLSAN
    İç Güvenlik Ekipmanları Fuarı’nda, Emniyet Genel Müdür Yardımcısı ve POLSAN Başkanı Sayın Adem ÇAKICI ve Türk Polis Teşkilatını Güçlendirme Vakfı Genel Müdürü Sayın İzzet TUNA ile fuarın iştiraklerinden Türk Polis Teşkilatını Güçlendirme Vakfı standında bir süre sohbet etme imkânı bulduk. Her iki yöneticimize de son dönemlerde üyelerimizin teşkilatın bu iki güzide kurumu ile ilgili gelen talep ve şikayetlerini bizzat iletme imkânımız oldu.
    POLSAN Başkanı Sayın ÇAKICI’ya Emniyet Teşkilatı Sendikası’nın yapmış olduğu POLSAN memnuniyet anketi ile ilgili bilgi verdikten sonra, üyelerin en büyük taleplerinden olan temettü oranlarının, tıpkı Türk Silahlı Kuvvetlerinin iştiraki olan OYAK gibi, tatmin edici bir seviyede olması, kredi limitlerinin yükseltilmesi ve faiz oranlarının piyasa koşullarına göre daha cazip hale getirilmesi, üyelerin menfaatine olacak indirim anlaşmaları ve zorunlu üyeliğin kaldırılması gibi taleplere değindik.
    Sayın ÇAKICI, göreve geldikleri 4 Kasım 2023 tarihinden itibaren POLSAN’ın daha şeffaf, ulaşılabilir ve üyeleri için daha faydalı bir yapıya ulaşmak için çalışmaların devam ettiğini belirterek, özellikle üyelerin emekli olduktan sonra düşen emekli maaşları nedeniyle ek iş yapmak zorunda kaldıklarını bildiklerini ve bunun önüne geçmek için POLSAN’ın emekli olan üyeleri için emekli maaşı uygulamasını hayata geçirmek üzere çalışmalarının sürdüğünü ifade etti.
    Özellikle zorunlu üyelik konusunda çok fazla talep olduğunu ve bu konuda bir çalışmalarının olup olmadığı sorusuna ise POLSAN olarak üzerinde çalıştıkları projeler ile POLSAN’dan ayrılmak isteyenden ziyade, gönüllü olarak katılımı artıracak, mevcut üyelerin ise üyeliklerinin devam etmesi için cazip kampanyalar üzerinde araştırma ve çalışma yaptıklarına vurgu yaparak; son olarak mevcut kredi oranları ve limitleri ile ilgili piyasa koşullarını incelediklerini ve üyelerin menfaatleri doğrultusunda uygun şartlar sağlanırsa revize edebileceklerini belirtti.

    Türk Polis Teşkilatını Güçlendirme Vakfı
    19-21 Eylül tarihleri arasında gerçekleştirilen İç Güvenlik Ekipmanları Fuarı destekçilerinden Türk Polis Teşkilatını Güçlendirme Vakfı Genel Müdürü İzzet TUNA ile Emniyet Teşkilatı Sendikası olarak, vakfın faaliyetlerine ilişkin kısa bir görüşme gerçekleştirdik. Vakfın emniyet personeli ve ailelerine yönelik daha aktif olmasının beklendiğini bizzat kendilerine ilettik.
    Sayın TUNA, vakıf ile ilgili basında çıkan olumsuz intiba yaratan haberlerin kasıtlı olduğunu ve kendilerini üzdüğünü, vakıf olarak özellikle teşkilatın ihtiyaçlarının temini noktasında ellerinden geleni yaptıklarını ve bu anlamda çok güzel işlere imza attıklarını belirtti.
    1975 yılında kurulan Türk Polis Teşkilatını Güçlendirme Vakfı’nın o tarihten itibaren birçok önemli projeye imza attığını ve teşkilatın ihtiyaçları noktasında Türk Polis Teşkilatının en büyük destekçilerinden biri olduğunu belirten TUNA; son 2 yıl içerisinde emniyet teşkilatının güçlendirilmesi için 4.8 milyar TL yardım yapıldığını paylaştı.
    Vakıf olarak, 2023-2024 yılları arasında emniyet teşkilatına toplam 5.391 adet araç desteği sağladıklarını, bunun yanında şehit yakınlarına 4.5 milyon TL, sosyal yardıma muhtaç gazi, malul ve emeklilere 11.8 milyon TL, teşkilat bünyesinde 3000 engelli çocuğumuza da 143 milyon TL eğitim desteği verildiğini kaydetti. Asrın felaketi 6 Şubat depreminde ise depremzede mensuplarımıza 96 milyon TL yardım yapıldığını vurguladı.
    Emniyet Teşkilatı Sendikası olarak, Sayın TUNA’nın daveti üzerine en kısa sürede Türk Polis Teşkilatını Güçlendirme Vakfı’nı ziyaret etmekten memnuniyet duyacağımızı kendilerine ilettik.
    Yapıcı ve şeffaf yaklaşımları için hem POLSAN Başkanı Sayın ÇAKICI’ya hem de Türk Polis Teşkilatını Güçlendirme Vakfı Genel Müdürü Sayın TUNA’ya teşekkür ederiz.

    Keyifli okumalar, mutlu haftalar.
    Selim GÜNAY

    Devamını Oku

    Pazartesi Notları

    Pazartesi Notları
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Kıymetli okurlarım,

    Her hafta pazartesi günleri gündemi ele aldığımız ve kendimizce değerlendirmelerde bulunduğumuz köşe yazımızda bu hafta ne iktidarın ne muhalefetin ne de vatandaş olarak bizlerin dile getirmediği bir konu olan yurtdışı seçmen konusuna değineceğiz. Evi, işi, ikameti yurtdışında olan yılda sadece 1 ay Türkiye’de bulunanların kullandıkları oylar ile ülkenin kaderi arasındaki ilişkiyi açığa çıkartacağız bu hafta.

    Yurtdışı seçmen konusuna değindikten sonra kendisi cennet yaşaması cinnet güzel ülkemde meydana gelen akıllara zarar olaylar dizisinde daha 8 yaşındaki Narin’in acısı yüreğimizdeyken Tekirdağ’ın Malkara ilçesinde 2 yaşındaki Sıla bebek ile ilgili yaşanılanlar üzerine vatandaşın tepkisi ve beklentilerine değineceğiz.

    Son olarak ise artan vergiler ile ekonomik anlamda iyice zorlaşan yaşam koşulları üzerine araştırma yaparken tesadüfen karşıma çıkan ve vergi ile ilgili önemli tespitler içeren eski başbakanlardan Prof. Dr. Necmettin ERBAKAN’ın bizzat kaleme aldığı “Adil Ekonomik Düzen” isimli kitap ve kitapta dikkatimi çeken bazı hususlardan söz edeceğim sizlere

    Yurtdışı Seçmen

    Ülkemizde her seçimin ertesi günü başlar bir sonraki seçime dair senaryolar.  Kaybeden “bu defa olmadı ama bir sonraki seçim garanti”, kazanan ise “halkımız tercihini bizden yana kullandı. Bir sonraki seçimde bize oy vermeyenlerinde gönlüne gireceğiz” gibi söylemlerde bulunur genelde.

    Vatandaş olarak bizlerde seçimlere dair yorumlar yapıp birtakım değerlendirmelerde bulunuyoruz elbette ama hiçbirimiz yılın büyük bölümünü yurtdışında yaşayıp da sadece kimliklerinde Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı oldukları için oy kullananlara dair bir söylemde bulunmuyoruz.

    Öncelikle onlarda bizim vatandaşımız, başımızın tacı ama yılda üç beş hafta uğrayıp “bir arkadaşa bakıp çıkacağım” edasıyla gelip gidenlerin bizim ve ülkemizin kaderiyle oynaması mantıklı gelmiyor insana. Üniversite öğrencisine sırf zamanında kaydını aldırmadı ya da süresi geçti diye oy kullandırmayan yetkililer, 11 ay memlekete ayak basmayanlara büyükelçiliklerde, konsolosluklarda ve havalimanlarında özel sandık kuruyorlar. Peki ayağına kadar sandık kurulan gurbetçilere bu hizmet yapılırken evinde yatan tekerlekli sandalye ile oy kullanmaya gitmek zorunda kalan vatandaşın suçu ne diye sormadan geçemiyor insan.

    Demokrasinin gereği vatandaş istediği yere oyunu vermekte özgürdür, herhangi bir baskı söz konusu değildir. Fakat öyle zamanlar oluyor ki yerel seçimler ya da milletvekilliği seçimlerinde kafa kafaya giden seçimler tekrar tekrar sayılan oylar oluyor hatta iki rakamlı farklarla seçimi zar zor kazanan adaylar ve yurtdışı seçmen oylarıyla meclise giren milletvekili bile oluyor seçimlerde.

    Londra’da Keyif içerisinde yaşayan, kazandığı poundlarla yazın 1 ay dilediği gibi en güzel otellerde ülkemizde tatil yapan bir gurbetçi vatandaşımızın kullandığı oy, Kars-Sarıkamış’ta, Mersin-Erdemli’de ve İstanbul-Silivri’de yaşayan vatandaşımızın yaşam kalitesini etkilemektedir.

    Yılın 12 ayı iyi ya da kötü şartlarda yaşayan vatandaşımızın kendi isteğiyle verdiği oyu kimsenin sorgulama hakkı yok, ama 11 ay yurtdışında yaşayıp vereceği 1 oy ile benim kaderimi etkileyenlerin oyu sorgulanmalıdır bu ülkede!

    Kendisi Cennet Yaşaması Cinnet ülkem Türkiye!

    Geçen hafta yaşanan ve hala acısını yüreğimizde hissettiğimiz 8 yaşında hayattan koparılan Narin’den sonra yine halkımızı isyan ettiren ve yok artık dedirten bir olay daha yaşandı maalesef. Bu defa kurban küçücük, savunmasız dünyadan bihaber 2 yaşındaki Sıla bebek.

    Bu olayda da yine şüpheli en yakınındakiler. Anne, sonra üvey baba, komşular, komşu çocukları vesaire. Bir olayda şüpheli sayısı ne kadar fazla ise maalesef yaşanılan olayların bir organizasyon olduğu şüphelerini arttırıyor.

    2 yaşında daha dünyanın ne olduğu bilmeden cinsel istismara uğrayan 2 yaşında bir çocuktan bahsediyoruz. Önce istismar ardından şiddet ve neticede küçücük yavru entübe edildi.

    İnsan bu haberleri okudukça kime nasıl güveneceğini bilemiyor. Bu kadar ahlaksızlığın olduğu, toplum olarak yozlaştığımız bir dönemde artık bir şeyler yapmanın vakti gelmiştir.

    Bir toplumun;

    Savunmasız kadınlara,

    Masum çocuklara,

    Kimsesiz hayvanlara karşı bakış açısı o toplumun gelişmişlik seviyesini gösterir.

    Şimdi herkes birkaç saniye gözünü kapatsın ve ne kadar gelişmiş olduğumuza kendisi karar versin.

    Adil Ekonomik Düzen

    Son dönemlerde ağır ekonomik şartlar ve etkisini her gün daha fazla hissettiğimiz yüksek enflasyon belasının devletin kasası olan maliyede yarattığı açığın kapatılmasının tek yolu vatandaştan alınan vergiler olarak görülmektedir.

    Tüm dünyayı derinden sarsan ve aylarca eve kapandığımız, birçok ticari faaliyetlerin sekteye uğradığı, dünya ile ekonomik ilişkilerin minimize olduğu pandemi döneminden beri bir türlü istikrarı yakalayamadık.

    O dönemden beri 4 Maliye Bakanı 4 Merkez Bankası başkanı değişti ama bir türlü arzu edilen seviyeye gelemedi ekonomik göstergeler.

    Ekonomi, vergi, maliye gibi konular ile ilgili bilgi sahibi olma adına araştırma yaparken karşıma eski başbakanlardan merhum Necmettin ERBAKAN’ın bizzat kaleme aldığı ve 1991 yılında yayımlanan “Adil Ekonomik Düzen” isimli kitabı dikkatimi çekti.

    Tamamını henüz okumadım ama özellikle bilgi sahibi olmak istediğim ve ilgimi çeken vergi konusu ile ilgili kitaptaki ifadeler bir hayli ilginç.

    Mesela kitapta vergi ile ilgili:

    “Adil Düzen’de devlet aklına estiği gibi vergi kanunu çıkartamaz, vergi alamaz. Devletin geliri sadece yaptığı hizmetler ve sahip olduğu kıymetler karşılığında “Hak ölçülerine uygun olarak kendi hakkını alması suretiyle teşekkül eder. Devletin bu hakkının dışında hiçbir vergi koyması söz konusu değildir” deniyor, kısacası diyor ki devlet kafasına göre vergi koyamaz, vergiler hakkaniyet ölçüsünde olmalıdır diyor.

    Başka ilginç bir tespit ise, adil düzende vergi olmadığını, sadece devletin vatandaşına hizmet karşılığı hizmet bedeli alacağından yani devlet vatandaşından alacağı vergiler ile bir gelir kapısı olarak görmemesi ve sadece hizmetinin karşılığını alması gerektiğinden bahsedilmektedir.

    Ayrıca vergilerin vatandaşın beyan esasına göre alınması ve herkesin ödediği vergi kadar devlet nezdinde kredi itibarının olacağından söz ediliyor kitapta. Aslında vatandaştan zorla vergi almaya dayalı bir sistemden ziyade, gönüllü olarak vergi vermeye teşvik eden bir sistemden bahsediliyor. Kim fazla vergi verirse devlette o kadar itibarı olacak ve  vergisi kadar maddi destek alabileceği bir yapı.

    Son olarak ise faize dayalı düzende vergilerin çalışanlara, fakir fukaraya ödetildiği fakirlerin daha fakir, zenginlerin daha zengin olduğu, böylece gelir dağılımının bozulduğu ve neticede de sosyal patlamalara gidildiğinden bahsedilmiş.

    Genel anlamda bakıldığında ilginç tespitler var aslında. Tamamını okumasam da ilk izlenimim önemli tavsiyeler var kitapta, ekonomi ve maliyeye kafa yoranların ve ilgi duyanların okuması gerektiğini düşünüyorum.

    Bu haftalık bu kadar, umarım masum çocukların ölmediği, kadınların şiddete uğramadığı bir hafta olur, başka da bir şey yazmak gelmiyor insanın içinden.

    Selim GÜNAY

    Devamını Oku

    PAZARTESİ NOTLARI

    PAZARTESİ NOTLARI
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Değerli okuyucularım,
    Uzunca bir süredir umutla güzel haberler beklediğimiz, tüm Türkiye’nin dua ettiği Narin GÜRAN’ dan beklenen güzel haber gelmedi maalesef. 21 Ağustos’tan beri kayıp olan ve her yerde aranan 8 yaşındaki Narin’in cansız bedeni evine yakın bir derede çuvalın içerisinde bulundu.
    Yazılacak çok şey yok aslında ama yazamadan da duramıyor insan “cehennem boşalmış tüm şeytanlar dünyada toplanmış” diye…
    Uzunca bir süredir devam eden müfredat tartışmalarının gölgesinde nihayet eğitim-öğretim yılını açıyoruz. Ezberin olmadığı, soran, sorgulayan ve araştırmaya teşvik eden bir eğitim dönemi olmasını temenni ediyorum.
    Yeni dönem beklentilerimize değindikten sonra son olarak da devletin vatandaşına karşı işlenen bir suçta makamı mevkisi fark etmeksizin aynı reaksiyonu göstermesi gerektiğine değinip adalet herkese eşit olmalı diyeceğiz.
    Yeni Eğitim-Öğretim Yılı ve Köy Enstitüleri
    Bugün itibari ile yeni bir eğitim-öğretim yılına daha merhaba diyoruz. Aslında her ne kadar eğitim-öğretim desek de eğitimden ziyade öğretimin ağırlıklı olduğu bir yıl olacak gibi. Neden bu kadar önyargılı olduğum konusunda eleştiriler alabilirim ama görünen köy kılavuz istemez derler maalesef.
    Hata yapınca özür dilemenin bir erdem, birilerinden yardım aldığımızda teşekkür etmenin nezaket, bir başkasının özel alanını ihlal ettiğimizde özür dilemenin görgü kuralı olduğunu öğretmediğimiz sürece ya da,
    Trafikte yayalara yol vermenin, sokakta yere tükürmemenin, toplu yaşam alanlarında yüksek sesle konuşmamanın matematikten, fizikten, kimyadan daha önemli olduğu bir eğitim-öğretim sistemi olana kadar da önyargılarım devam edecek.
    Ne zaman;
    Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi dersinde ezberlenen surelerin anlamlarını da öğrenip, özümseyip günlük hayata tatbik edersek,
    Edebiyat Dersinde Failatun failatun falin gibi gündelik hayatta hiçbir işimize yaramayan ezberden öteye geçmeyen demode kuralları öğretmekten vazgeçip, bir konuda kompozisyon yazdırmayı becerebilirsek,
    Matematik dersinde formülleri ezberleyip sonucu bulan değil, sonuca varana kadar her aşamayı soran, sorgulayan ve sonucu yorumlayan bir sistem inşa edebilirsek,
    Tarih dersinde savaşların adı, tarihi ve kiminle yaptığımızdan ziyade bize, bugünümüze dair ne kazandırdığına kafa yoran bir mantığı yerleştirebilirsek işte o zaman önyargılarım kırılacaktır.
    Biz bu bahsettiklerimi Mustafa Kemal Atatürk’ün son dönemlerinde Köy Enstitülerinde gerçekleştirdik. Dönemin en iyi Eğitim Felsefecisi John Dewey’i ülkemize davet eden ve Köy Enstitülerinin inşasında önemli rol oynayan ATATAÜRK ile gerçekleştirdik.
    Haftada bir gün tüm öğrencilerin serbest kürsüde rahatça düşüncelerini dile getirdiği, her öğrencinin bir enstrüman çalmasının zorunlu olduğu, ezberin olmadığı, ağaç diken, inşaat yapan öğrencilerden bahsediyoruz.
    Kısacası önyargılarım var demiştim ve ben bu defa yanılmak istiyorum
    Adalet Herkese Eşit Olmalı
    Geçtiğimiz günlerde İstanbul’da bir Cumhuriyet Savcısına trafikte bir saldırı gerçekleştirilmiş, olayda yaralanan savcımızın durumu hepimizi üzmüştü. Öncelikle makamı ve mevkisi bir yana şiddet bir insana yapılmasını asla tasvip etmeyeceğimiz bir davranış türüdür.
    Olaydan sonra güvenlik güçleri saldırganları yakaladı ve birçok suç kaydı bulunduğu belirtilen şahıslar çıkarıldıkları mahkemece tutuklandı ve cezaevine gönderildi.
    Öncelikle şunu özellikle belirtmek isterim ki şahısların tutuklanması gayet doğru ve yerinde bir karar. Adaleti sağlamakla birinci derecede görevli bir devlet memurunun böyle bir olayla karşılaşması ve şiddet görmesi kesinlikle kabul edilemez.
    Buraya kadar her şey olması gerektiği gibi doğru ve yerinde. Ama olayda müşteki Cumhuriyet Savcısı olmasaydı yine tutuklama tedbiri uygulanır mıydı orası muamma.
    Bu ülkede insanların sağlığı için gece gündüz çalışan hemşire, doktor, kısaca sağlıkçılar,
    Geleceğimize ışık tutacak nesiller yetiştirmekle görevli öğretmenler,
    İnsanların can güvenliği için ailesinden, eşinden, çocuğundan feragat eden Bekçi, Polis, asker,
    Evine ekmek götürmek için zamanla yarışan kurye,
    İlim irfan yuvası üniversitelerde kürsüde ders veren akademisyen,
    Bir can daha kurtarmak için direksiyon başında saliselerin önemli olduğu ambulans şoförleri ve ismini sayamadığımız birçok meslek grubundan vatandaşımız her gün bu tarz şiddet olayları ile karşılaşmakta maalesef birçoğunun faili adli kontrol şartıyla serbest bırakılmaktadır.
    Devlet tüm vatandaşının can güvenliğinden sorumludur ve hak edenlere gereken cezalar ayrım yapılmadan verilmelidir.
    Cumhuriyet Savcımızın başına gelen bu üzücü olay umarız bir milat olur ve vatandaşımızın canına kasteden bu tarz magandalar tutuklanarak hak ettikleri cezaları alırlar.

    Narin…
    Bazı olaylar vardır ne diyeceğinizi ne yazacağınızı bilemezsiniz, sözler boğazınızda düğümlenir…bugün de o anlardan birini yaşıyoruz.
    Diyarbakır’da 21 Ağustos’tan beri kayıp olan ve o tarihten beri aranan Narin Güran’ın cansız bedeni dün köyüne 1,5 kilometre uzaklıktaki derede bulundu.
    Farkında mısınız bilmem ama dünya giderek yaşanmaz bir hal almaya başladı, küçücük masum bedenlerin vahşice katledildiği, hayvanların savunmasız, kadınların çaresiz, çocukların masum ve korunaksız olduğu bir dünya haline geldi.
    Nazım’ın sözleri geliyor akla:
    “Alt tarafı bir çiçek toplayıp, bir hayvan sahiplenip, birkaç insan tanıyıp, sevip gidecektik bu dünyadan. Nasıl kötü bir zamana denk geldi ömrümüz. Vicdansızların, sapıkların, katillerin, nefretin, cehaletin ortasına düştük.”
    Allah sonumuzu hayır etsin.
    Mutlu haftalar..

    Selim GÜNAY

    Devamını Oku

    PAZARTESİ NOTLARI

    PAZARTESİ NOTLARI
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Değerli okuyucularım,

    Yaz aylarını geride bırakıp sonbahara yaklaştığımız bu günlerde, yazdan kalan ve yaza dair vatandaşlarımızın en fazla şikayetçi olduğu turizm bölgelerindeki restoran ve otel fiyatlarına değinip aslında kim haklı, hep beraber anlamaya çalışırken; diğer yandan yeni başlayacak eğitim-öğretim yılında, özel okullarda asgari ücrete çalışan öğretmenlere ses olacağız. Son olarak da siyasetten bağımsız, hangi partiden olduğunun önemli olmadığı, ama yapılan hizmet ile Avrupa standartlarında yıllarca halkın hizmetinde ve kullanımında olacak dev bir tesisten bahsedeceğiz.

    Otelciler İsyanda: Kendi Düşen Ağlamaz

    Bu yaz sezonunda birçok yurttaşımızın tatil için yurtdışını tercih etmesi ve özellikle Yunan adalarına gitmesi birçok kesimi rahatsız etmiş, hatta gidenleri neredeyse vatan haini ilan edecek seviyeye gelmişti olay.

    Öncelikle hiç kimse nereye tatile gideceği konusunda birilerinden izin ya da onay almak zorunda değil. Bu durum çok rahatsızlık verdiyse sebebine odaklanmalı ve milli servetin ülkemizde kalması sağlanmalıdır. Yerli turizmci bu şekilde fiyat politikası uygulamaya devam ederse, önümüzdeki yıl daha fazla kişinin yurtdışına tatile gideceğini hep birlikte göreceğiz.

    Burada asıl üzerinde durulması gereken konu, vatandaşımızı yurtdışına tatile gitmeye iten sebeplerdir. İlk etken fiyat politikası. 3-5 günlük tatiller için binlerce lira talep ederseniz, suyu 50 TL’ye, dondurmanın topunu 150-200 TL’ye satmaya çalışırsanız, önümüzdeki sene de ağlamaya devam edersiniz. Bu hizmetlerin hepsini insanlar Yunan adalarında yarı fiyatına, Avrupa’da ise aynı fiyata, hatta daha da uyguna yapıyor; hem de farklı bir ülke görmüş oluyorlar.

    İkinci etken, yerliye ayrı, yabancıya ayrı fiyat politikası. Yurtdışından rezervasyon yapan turistlere ya da gurbetçilere 50.000 TL’ye sattığınız tatil programını yerli tatilciye 100.000 TL derseniz, kusura bakmayın, Yunan sınırında elbette kuyruk olur. Hatta şahsi öngörüm, bu yıl Yunan adalarında turizmciler, Türk tatilciler nedeniyle bayram yaptılar. Muhtemelen önümüzdeki sene, kapılarda bekleme olmaması için Yunan hükümeti daha da kolaylıklar yapacaktır; çünkü ülkelerine yüklü miktarda döviz girişi oldu.

    Atalarımızın boş sözü yoktur; ne demişler, “Kendi düşen ağlamaz.” Bu fiyat politikası ile ya ağlamaya devam edersiniz ya da aklınızı başınıza alır, bu yılki hatalarınızı gözden geçirir ve yerli turisti göz ardı etmezsiniz.

    Özel Okullar ve Asgari Ücretli Öğretmenler

    Yeni bir eğitim-öğretim yılı başlamak üzere. Her sene yaşadığımız senaryolar ile yine karşı karşıyayız. Devlet okullarında velilerin okul ve öğretmen seçme telaşı sürerken, okullardan da bağış adı altında kayıt parası alma gayreti devam ediyor. Her yıl Milli Eğitim Bakanı, okullar başlarken “Hiçbir okul bağış adı altında velilerden ücret talep etmeyecek” dese de okullar mecburen bir şekilde talep ediyor; çünkü yeterince ödenek alamıyorlar.

    Devlet okullarında hal böyle iken, özel okullarda durum çok farklı. Yemek parası ayrı, eğitim-öğretim ücreti farklı, servis kullananlar için ise servis ücreti ayrı bir masraf demek.

    Okul yönetimleri daha çok kayıt almanın telaşında, veliler daha fazla indirim alma telaşında ama kimse çalıştırılan öğretmenlerin durumunu sormuyor, sorgulamıyor. Maalesef devlet de özel okullarda çalışan öğretmenler için bir ücret standardı belirlememiş durumda.

    Hal böyle olunca, okul yönetimi nitelikli öğretmeni ucuza çalıştırma peşinde, veli ise okula daha az para verip kaliteli eğitim alma amacında.

    Yediğimiz şeylerin hormonlu olup olmadığını araştıran bizler, çocuğumuzu teslim edeceğimiz öğretmenimizin çalışma koşullarını araştırmıyoruz bile. Bizim için tek kriter ucuz olması, ne kadar indirim aldığımız bizim için daha kıymetli çünkü.

    Aslında teoride eğitime çok önem veren bir milletmişiz gibi gözüküyoruz ama pratikte çok da öyle değil. Bir öğretmen, çocuğun eğitim hayatında en önemli rol modeldir, koçtur, liderdir; ama kimin umurunda öğretmen, öğretmenin aldığı maaş?

    Hamura şekil verme işlemidir eğitim; şekli veren ustadır öğretmen. Siz ustaya hak ettiğini vermezseniz, kendisi fiziken derste, aklı ekonomik kaygılarda olan bir öğretmen ile gelecek seneleri feda etmişsiniz demektir.

    Çözümü çok basit bir olayı bu kadar karmaşık hale getirmeye gerek yok aslında. Her özel okul, çalıştırdığı öğretmenin ücretini Milli Eğitim Bakanlığı’nın belirlediği miktarda yine Milli Eğitim Bakanlığı’na yatırırsa ve Milli Eğitim Bakanlığı bizzat özel okul öğretmenlerinin maaşlarını yatırırsa, hiçbir sorun olmaz ve öğretmenler de güvence altına alınmış olur.

    İnisiyatifi tamamen özel okul yönetimine bırakırsanız, öğretmenleri istediği gibi, istediği şartlarda çalıştırır. Sözleşme yapmak falan hikaye; insanlara mobbing yaparak, okulların başlamasına birkaç hafta kala haddinden fazla ders yükü yükleyerek istifaya zorluyorlar tazminat ödememek için. Bunu da yapan maalesef en iyi olduğunu iddia eden, ismi meşhur kolejler.

    Milli Eğitim Bakanlığı düzenleme yapsın dedik ama zaten MEB de ücretli öğretmenleri aynı şartlarda çalıştırıyor. Maalesef neresinden tutsak elimizde kalıyor.

    Marifet İltifata Tabiidir: Teşekkürler Kocaeli Büyükşehir Belediyesi

    Geçtiğimiz hafta çarşamba günü, bir arkadaşımla akademik bir çalışma için ortak bir nokta olması ve kütüphanesinin bulunması nedeniyle İstanbul’dan Kocaeli Büyükşehir Belediyesi tarafından hizmete açılan Darıca Millet Bahçesi’ne gittim.

    Öncelikle şunu özellikle belirtmek isterim ki Kocaeli Büyükşehir Belediye Başkanı kimdir, hangi siyasi partidendir bilmem; açıkçası beni de çok ilgilendirmiyor hangi partiden olduğu. Kendisi hakkında icraatları, benim için siyasi kişiliğinden önde gelir. Seçmeni de değilim; farklı bir şehirde ikamet ediyorum. Kendisiyle hayatımda da ilk kez tesadüfen aynı gün orada bulunmamız nedeniyle karşılaştım.

    Şimdiye kadar Millet Bahçesi adıyla dört ağaç dikip, daha sonra sulanmadığı için kuruyup giden; orta refüje Millet tabelası levhasını asan ve bununla övünen yerel yöneticileri görünce açıkçası gitmeden önce birtakım önyargılarım da yok değildi.

    Tesis, binlerce dönüm arazi üzerine inşa edilmiş; tamamı deniz ve Osmangazi Köprüsü manzaralı. Çocuk oyun parkları, kahvaltı mekanları, yürüyüş alanları ve benim için çok kıymetli ve değerli olan çocuk kütüphanesinin yanında, yüzlerce öğrencinin aynı anda çalışabileceği bireysel ve grup çalışma ortamlarının bulunduğu devasa bir kütüphane inşa etmişler.

    Her şey detaylıca düşünülerek yapılmış bu alanda, ders çalışan öğrencilerin mola zamanlarında kahvelerini ve taze kruvasanlarını alıp deniz manzaralı terasında kafa dağıtacak alanlar bile düşünülmüş.

    Tüm bu güzellikleri görünce kendi kendime dedim ki bu kadar güzel, deniz manzaralı binlerce dönümlük araziyi beton yığınlarına teslim etmeyip, karşı durmak ve devasa bir araziyi yeşil alan haline getirip halkın kullanımına sunmak hem yürek hem emek hem de vizyon ister.

    Öncelikle, yıllar sonra hiç kimse Kocaeli Büyükşehir Belediye Başkanının hangi partiden olduğunu hatırlamayacak bile belki de, ama belediye başkanının ismi her daim hatırlanacaktır.

    Bizlerin vatandaş olarak görmek istediği aslında bu. Bence bu hizmet, tüm belediyelere örnek gösterilmeli ve aslında yerel siyasette partilerin bir öneminin olmadığı, önemli olanın hizmet ve hizmet eden kişi olduğu unutulmamalı.

    Yıllar geçer, partiler kurulur, kapanır, ismi değişir ama her zaman hizmetler, hizmeti yapan kişinin adıyla anılır.

    Arkadaşımla bir dahaki çalışma için yine aynı yerde buluşmaya karar verdik. Hatta bu defa ailelerle birlikte önce kahvaltı yapıp ardından bizler kütüphanede çalışırken ailelerimiz de o güzelim yeşilliğin ve manzaranın tadını çıkartsın, şehrin boğuk ve kasvetli havasından uzaklaşsınlar istiyoruz.

    Ne demişler; marifet iltifata tabiidir.

    Teşekkürler Kocaeli Büyükşehir Belediyesi, Teşekkürler Tahir BÜYÜKAKIN.

    Mutlu Haftalar, Keyifli Okumalar.

    Selim GÜNAY

    Devamını Oku

    PAZARTESİ NOTLARI

    PAZARTESİ NOTLARI
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Değerli okuyucularım,

    8 aydır ülke gündemini, sorunları ve çözüm önerilerini ele aldığımız bu köşede, ne ilginçtir ki, bu hafta ne yazalım diye düşünecek bir duruma düşmedik, şükür… Belki ülkemizin içerisinde bulunduğu jeopolitik konumdan kaynaklı, belki insanımızdan, belki de bizzat eleştiren taraf olarak kendimizden kaynaklı, gündemimiz hep yoğun geçiyor.

    Bu hafta yine kendimce önemli gördüğüm, üzerinde durulması gerektiğini düşündüğüm birkaç hususa değineceğim.

    Mesela, son birkaç aydır hep uyutulacak hayvanları konuştuk, ama uyutulması gereken insanlardan söz etmedik hiç; es geçtik nedense. Ya da gençlerimizin hayatını mahveden 3 harfli sınavlar (LGS, YKS), eğitim sistemi ve ödevlerle geçen öğrencilik hayatına değinmedik bile. Ve son olarak, yeni kabusumuz maymun çiçeği virüsü.

    Uyutulması Gereken İnsanlar

    Uzunca bir süredir gündemi meşgul eden sokak hayvanlarının uyutulmasına dair teklif meclisten geçti. Beraberinde birçok tartışmayı da getiren kanunun uygulanması aşamasında yerel yönetimlerce nasıl bir çalışma yapılacak, hep beraber bekleyip göreceğiz.

    Aslında bu konu ile ilgili tartışmalar sürerken kendi kendime, acaba devlet sadece hayvanların uyutulmasından ziyade gerçekten uyutulması gereken insanlar üzerinde de bir çalışma yapsa nasıl olurdu diye düşünmeden edemedim.

    Peki, devlet böyle bir çalışma yapsa kimler olurdu bu uyutulması gereken insanlar? Gelin hep birlikte beyin fırtınası yapalım ve beraber düşünelim kimler olabilirdi?

    Mesela, Ordu Üniversitesi Müzik ve Sahne Sanatları Fakültesi Müzik Bölümü 2’nci sınıf öğrencisi 20 yaşındaki Ceren Özdemir’in katili… 12 suç kaydı ve cezaevi firarisi katil.

    İstanbul’un Ataşehir ilçesinde henüz 28 yaşında olan Başak Cengiz’i samuray kılıcı ile öldüren şahıs.

    Ya da Zonguldak’ta 2 yaşındaki bebeğe tecavüz edip ölümüne sebep olan sapık.

    Balıkesir’de okul harçlığını çıkartmak için kuryelik yapan üniversite öğrencisi Ata Emre Akman’ı bıçakla öldürene ne demeli…

    Bu liste böyle uzar gider maalesef. İlk defa bir tercih yaparken zorlanmadım, düşünmedim; bence hepsini uyutalım gitsin. En azından geri gelme durumları olmaz ve bir başkasına zarar verme ihtimalini düşünmek zorunda kalmayız.

    Hayvanlar, insanlar deyince aklıma Goethe’nin o meşhur sözü geldi: “İnsanları tanıdıkça hayvanları daha çok seviyorum.”

    Üç Harfli Sınavlar, Eğitim Sistemi ve Kaybolan Gençlik

    Son zamanlarda Millî Eğitim Bakanlığı tarafından hazırlıkları tamamlanan yeni müfredat sistemi, 2024-2025 eğitim-öğretim yılında uygulanmaya başlayacak. Üzerinde çalışılan taslak önce Talim Terbiye Kurulu Başkanlığı’nın onayının ardından Milli Eğitim Bakanı tarafından onaylanarak kabul edildi.

    Eğitim sistemi üzerinde o kadar çok oynama yapıldı ki, daha uygulamada olanın faydalı olup olmadığını anlamadan değişiyor ve yenisi geliyor. Oysa eğitim yatırımı, uzun yıllar gerektiren ve etkilerini neredeyse bir jenerasyon sonra görebileceğiniz bir projedir.

    Aslında biz sistemler üzerinde konuşurken bir neslin de kayboluşuna tanıklık ediyoruz. Mesela, öyle bir eğitim sistemimiz var ki her şey sınavdan ve ezberden ibaret. Öğrenmenin, kavramanın ve fikir yürütmenin çok önemli olmadığı, çocukların ev ödevlerini ebeveynlerin yaptığı ve iyi ezberleyenin iyi okullar kazandığı bir sistem.

    Ergenlik çağlarında çocukların sınavlara hazırlanması için sosyal hayatlarından çalıp özel matematik derslerine göndererek iyilik yaptığını düşünerek, aslında hayatlarının en büyük kötülüğünü yapıyoruz.

    Geleceklerini belirlemek için girdikleri üniversite sınavı için 3 saatte hayatları boyunca bir daha karşılaşmayacakları bilgileri ezberlemek zorunda kaldıkları saçma bir sistem.

    Tarlada ekim-dikim yapan, inşaattan anlayan öğrencilerden, her öğrencinin bir enstrüman çalmasının zorunlu olduğu yıllardan, en önemlisi soran ve sorgulayan bir nesilden, ezberci, “baba ne diyen”, yorumlamayan maddiyatçı bir gençlik…

    Velhasıl cenazede ağlamasını, düğünde oynamasını bilmeyen bir nesil yetiştirdik el birliği ile. Hatalı aramaya gerek yok; hatalı biziz, onları sadece sınav sonuçlarıyla değerlendirdiğimiz için.

    Maymun Çiçeği Virüsü

    Kasım 2019’da Çin’in Vuhan kentinde ortaya çıkan ve yaklaşık 2 yıl süren Covid-19 salgını, tüm dünyayı etkisi altına almış; ülkemizde yaklaşık 100.000 kişi bu virüs nedeniyle hayatını kaybetmişti.

    Sosyal anlamda olumsuz etkileri bir yana, özellikle aşı kaynaklı olduğu iddia edilen pıhtı atması, kalp krizi ve halk arasında inme diye tabir edilen etkiler sıkça görülmektedir.

    Hayatımızın iki yılına mal olan bu virüsten kurtulduk diye sevinirken, şimdi de yeni bir virüs çeşidi olan “maymun çiçeği virüsü” ile karşı karşıyayız.

    Afrika Birliği, Afrika ülkelerinde yayılan virüse karşı kıta çapında acil durum ilan edildiğini bildirdi. Şu ana kadar virüsün 13 Afrika ülkesine yayıldığı ve 517 kişinin virüs nedeniyle yaşamını yitirdiği söyleniyor.

    Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ – WHO), Çarşamba günü aldığı kararla Afrika’yı etkisi altına alan maymun çiçeği virüsü salgını nedeniyle “küresel acil durum” ilan etti.

    Peki, biz bu yeni virüse ne kadar hazırlıklıyız? Covid-19 salgınından ders aldık mı? Ya da bu defa ekonomik olarak mağdur olan vatandaşlarımız için bir planımız var mı? Yoksa her şeyi virüs geldiğinde hep beraber mi göreceğiz?

    İnşallah önceki salgından ders almışızdır ve bu defa hem tıbbi açıdan, hem ekonomik açıdan hem de sosyal açıdan vatandaşlarımız çok etkilenmeden atlatırız.

    Keyifli okumalar, mutlu haftalar.

    Selim GÜNAY

    Devamını Oku

    Pazartesi Notları

    Pazartesi Notları
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Değerli okuyucularım,

    Paris Olimpiyatları, İsrail’in masum ve savunmasız Filistin halkına uygulamış olduğu vahşet ve Instagram’ın kapatılması gibi yoğun gündemli bir haftayı daha geride bıraktık. Bu hafta köşemizde, halkı Filistin konusunda her gün sokağa çağıranların aslında meydanda farklı, masada farklı davrandıklarını, bir gece ansızın kapatılan ve yaklaşık bir hafta sonra tekrar erişime açılan Instagram’ı ve Paris Olimpiyat hezimetini ele alacağız.


    Söylem başka, eylem başka

    Son günlerde İsrail’in masum Filistin halkına uyguladığı şiddete karşı birçok siyasi parti, sivil toplum kuruluşu, dernek ve vakıf, Türk halkını Filistin davasına destek vermek için meydanlara davet etti. Masum ve savunmasız insanların üzerine bomba yağdıran katil devlet İsrail’in en son Hamas liderini şehit etmesi, bardağı taşıran son damla oldu. Yüz binlerce vatandaşımız sokaklarda hep bir ağızdan İsrail devletine lanet okudu. Buraya kadar her şey gayet normal ve olması gereken bir tepkiydi.

    Şimdi gelelim yazımızın başlığında da bahsettiğimiz, maalesef meydanda başka, masada başka konuşan, eylem ile söylemi birbirini tutmayan bir sendika yönetimine. Memur-Sen Konfederasyonu, henüz birkaç gün önce İsrail’e tepki göstermek amacıyla halkımızı meydanlara davet etti. Biz de bu daveti takdir ettik ve destekledik. Ancak daha sonra Memur-Sen Konfederasyonu’na bağlı Büro Memur-Sen Sendikası’nın İsrailli bir sigorta firması ile üyeleri için tamamlayıcı sağlık sigortası anlaşması yaptığını görünce önce inanmak istemedik. Belki eskidir dedik, fakat henüz iki gün önce de kendi yöneticilerinin sosyal medyada bu anlaşmayı duyurması üzerine, anlaşmanın hâlâ geçerli ve güncel olduğu ortaya çıktı.

    Halkı sokaklara davet eden bir sendikanın böyle bir anlaşma yapması elbette kabul edilemezdi. Biz de bu durumu sosyal medya aracılığıyla belgeleriyle ortaya koyarak ilgili sendikadan açıklama ve derhal anlaşmayı iptal etmesini istedik. Her zaman olduğu gibi, önce hemen bir yalanlama geldi ve neredeyse tüm yöneticileri bizleri iftiracı olarak nitelendirdi. Sonuç ne mi oldu? Çok geçmeden anlaşmanın tek taraflı iptal edildiği açıklandı. Peki, madem böyle bir anlaşma yoktu, bizler iftiracıydık, olmayan bir anlaşmayı neden iptal ettik diye duyurdunuz?

    Biz ne yazdığımızı biliyoruz ve yazdıklarımızın da arkasındayız. İsteyene istediği belgeleri de ulaştırırız. Yeter ki siz eylemde ve söylemde bir olun, masada ayrı, meydanda ayrı olmayın.


    Instagram’ı Kapatmak Çözüm mü?

    Geçen hafta bir gece ansızın sosyal medya paylaşım sitesi Instagram’a erişim engellendi. Elbette makul ve mantıklı bir sebebi vardır; sonuçta devlet büyüklerimiz detaylıca düşünmüş ve böyle bir karar almışlardır. Ancak alınan kararın gerekçesi ne olursa olsun, etkileri üzerine de düşünmek gerekir. Milletimize, devletimize, bayrağımıza, millî ve dinî hassasiyetlerimize karşı yapılan her türlü saygısızlıkta devletimizin yanında olduğumuzu belirtmek isterim.

    Ancak bu site üzerinden son dönemde artan bir ticaret hacmi ve devletin aldığı bir vergi vardı. Özellikle küçük girişimciler, sosyal medya aracılığıyla reklamlarını yaparak tanınırlık sağlamaya çalışıyordu. Güncel gelişmelerin paylaşıldığı ve farkındalık oluşturulduğu için insanların bilgiye ulaşmasını sağlayan Instagram, turizm sezonunda paylaşılan resim ve videolar ile müşteri potansiyeli oluşturan otel, motel ve pansiyonların kendi reklamlarını yapmasına olanak tanıyordu. Son olarak, her türlü üretim ve imalatın üreticiden tüketiciye doğrudan ulaşması gibi faydaları vardı Instagram’ın. İnsanların boş zaman aktivitesi, bir nevi eğlence aracı olarak kullandıkları ve deşarj oldukları bir platform olmasına değinmedim bile.

    Sonuç olarak, yasaklarla başarı elde etmek zordur. Her yasak, mağdurlarını doğurur. Yaklaşık bir hafta sonra Ulaştırma ve Altyapı Bakanı, Instagram’ın açılacağı müjdesini verdi ve site yeniden erişime açıldı. Kapalı kaldığı süre ve toplumsal etkilerini iyi analiz etmek gerektiği düşüncesindeyim.


    Paris Hayal Kırıklığı Olimpiyatları

    Fransa’nın başkenti Paris’te 26 Temmuz-11 Ağustos 2024 tarihleri arasında düzenlenen 2024 Olimpiyatlarına ülkemizden 18 farklı branşta toplam 101 sporcumuz katıldı. Organizasyonda altın madalya kazanamayan millî sporcular, 3 gümüş ve 5 bronz madalya kazanarak olimpiyatları 8 madalya ile tamamladı. Aynı müsabakalarda, savaş hâlinde olan Ukrayna 3 altın, 5 gümüş ve 4 bronz olmak üzere toplam 10 madalya ile olimpiyatlarda 21. sırayı, Özbekistan 8 altın, 2 gümüş, 3 bronz ile 13. sırayı, Kenya 4 altın, 2 gümüş, 4 bronz ile 17. sırayı, Guatemala ise 1 altın ve 1 bronz ile 60. sırayı alırken, Türkiye 64. sırada yer aldı. Olimpiyatlara toplam 82 ülke katıldı.

    Üç tarafı denizlerle çevrili bir ülkeden olimpiyatlarda bir altın madalya kazanacak yüzücü çıkartamıyoruz. Ata sporumuz güreşte dünyaya ders verecek seviyedeyken sadece 2 bronz madalya ile dönüyoruz. Her turnuvada en rahat olduğumuz ve en güvendiğimiz halter takımı yokları oynuyor. Olimpiyatlarda sıralamada bizden üstte olan; savaş hâlinde olan Ukrayna, Özbekistan, Kenya ve haritada yerini bulmakta zorlandığımız Guatemala’dan neyimiz eksik? Ya sporcu seçiminde “bizim sporcularımız gitsin” deyip liyakati ve hak edeni göz ardı ettik ya da olimpiyatlara yeteri kadar hazırlanmadık. Ben ikinci seçeneğin doğru olduğunu düşünmek istiyorum ve bir sonraki olimpiyatlar için şimdiden hazırlanılması gerektiğine inanıyorum.

    Paris Olimpiyatları’nda gümüş ve bronz madalya ile bizleri sevindiren sporcularımıza ve ayrıca her daim bizleri gururlandıran Filenin Sultanları’na teşekkür ederiz.

    Mutlu Haftalar, Keyifli Okumalar

    Selim Günay

    Devamını Oku

    Pazartesi Notları

    Pazartesi Notları
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Değerli okuyucularım, bu hafta yine sizlerle üç önemli başlık altında gündeme dair değerlendirmelerde bulunacağız.

    Öncelikle İstanbulluların sorunu olan sarı taksiler ile ilgili şikayetler, talepler ve gündemden düşmeyen Paylaşımlı Yolculuk konusuna değineceğiz.

    Ardından, son günlerin tartışmalı konusu olan ve TBMM’de yasalaşan sokak hayvanları düzenlemesi üzerine neler yapılmalı konusunu ele alacağız.

    Son olarak, sosyal medyada dolaşan ve dev firmaların bir asgari ücretli kadar vergi vermediği iddiaları üzerine yaşadığımız şaşkınlık ve hayal kırıklığını tartışacağız. Şimdi gelin, hep birlikte bu haftanın konularına göz atalım.

    Sarı Taksi Sorunu ve Paylaşımlı Yolculuk

    İstanbul’da yaşayan ya da yolu İstanbul’a düşen vatandaşlarımız bilir: Sarı taksiler İstanbul’un çilesi haline gelmiş durumda. Kötü şöhreti o kadar yayılmış ki sınırlarımızı aşmış ve yabancı devletler, ülkemize gelecek vatandaşlarını “aman taksilere dikkat edin” diye uyarıyorlar.

    Peki, sorun gerçekten anlatıldığı gibi mi yoksa bizler mi fazla abartıyoruz? Elbette, işini düzgün yapan, mesafe seçmeyen, yabancıları taksimetre için boş yere gezdirmeyen taksiciler de vardır. Ancak insanımız şikayetlerinde haksız da sayılmaz. Örneğin bir alışveriş merkezine gittiniz ve elleriniz dolu. AVM önünde bekleyen onlarca boş taksi olmasına rağmen hiçbirisi sizi almıyor; çünkü özellikle Arap ülkelerinden gelen müşterileri bekliyorlar. Size de “içeride müşterim var, onu bekliyorum” diyerek almıyorlar.

    Yolda taksi bekliyorsunuz, gelen taksi boş, el kaldırıyorsunuz durmuyor, fakat sizden 10 metre ileride bekleyen yabancı bir vatandaşa duruyorlar. Sonra ne mi oluyor? Tartışmalar, fazla para almalar, kavgalar… Sonuç olarak, itibar yerlerde.

    Geçtiğimiz günlerde, Taksiciler Odası Başkanı gelen şikayetler üzerine insanların abarttığını ve taksilerin yolcu seçmediğini iddia ederek bizzat yola çıktı ve taksi durdurmaya çalıştı. Taksiciler odası başkanı bile en sonunda kendisini yolun ortasına atarak taksi durdurabilmişti. O taksi de aslında çarpmamak için durmuştu. Durum bu kadar vahim aslında.

    Peki, bu işin bir çözümü yok mu? İstanbul’da sarı taksiler alternatifsiz mi? Birileri buna dur demeyecek mi?

    Aslında olay tam da burada başlıyor: Paylaşımlı Yolculuk. Geçtiğimiz günlerde Paylaşımlı Yolculuk sistemini uygulayan bir şirket, İstanbul Büyükşehir Belediyesi Ulaşım Koordinasyon Merkezi (UKOME)’de bir brifing verdiklerini ve belediyenin ilgili bakanlıklara görüş soracağını belirtti. Bu, Paylaşımlı Yolculuk’ un resmi olarak yönetmelik sürecinin başlaması anlamına geliyor.

    Peki, Paylaşımlı Yolculuk yasallaşırsa ne olur?

    Öncelikle paylaşımlı yolculuk başlarsa maliyetler düşer ve bu vatandaşın yararına olur. İstanbul’da taksi problemi ortadan kalkar. Alternatif olduğu için sarı taksiler vatandaşa karşı daha anlayışlı olur. Tekelleşme ortadan kalkacağı için herkes kendisine çeki düzen verir, rekabet artar ve müşteri odaklı bir sistem devreye girer.

    Sonuç olarak, ortada bir sorun varsa alternatifler her zaman denenmelidir. Bekleyip göreceğiz.

    Sokak Hayvanları Düzenlemesi

    Günlerce süren tartışmaların, eylemlerin ve gösterilerin ardından sokak hayvanları yasası meclisten geçti. Bundan sonra görev yerel yönetimlere düşüyor. Öncelikle “Allah’ın Verdiği Canı Allah Alır” ilkesinden hareketle sokak hayvanları için güvenli barınaklar oluşturulmalı. Hayvanlar önce kısırlaştırılmalı ve daha sonra insan sağlığını da tehlikeye sokmayacak şekilde normal yaşamlarına devam etmeleri sağlanmalıdır. Adı ister ötenazi ister uyutma olsun, bir canlının yaşamına son verme en son seçenek olmalı, hatta mümkünse seçenek dahi olmamalıdır.

    Zaman zaman sokak hayvanları tarafından saldırıya uğrayan hatta ölümle sonuçlanan olaylara şahit olduk. Bu tarz olayların yaşanması son derece üzücü elbette ama savunmasız bir canlının da yaşamına son vermek insani bir çözüm gibi durmuyor. İdamın yasak olduğu, tecavüzcünün yasal olarak idam edilemediği ülkemizde savunmasız bir canlıyı “uyutmak” gibi bir çözüm bir nevi çözümsüzlüktür.

    Burada en büyük görev belediyelere düşmekte. Güzel bir planlama ve çözüm politikası ile zamanla olumsuzlukların giderilerek hem insanların hem de sokak hayvanlarının zarar görmeyeceği bir sonuç alınacağından şüphemiz yoktur.

    Vergi Ödemeyen Şirketler

    Son dönemlerde yaşanan ekonomik dalgalanmalar sonrası ortaya çıkan yeni vergiler ve vergi artışları vatandaşın tepkisini çekerken, sosyal medya aracılığıyla devasa şirketlerin vergi ödememesinin ortaya çıkması gündeme bomba gibi düştü. Yıllardır devletten milyarlarca liralık ihaleler alan ve başka faaliyetleri de olan şirketlerin hiç vergi ödememesi haliyle vatandaşların tepkisini çekti.

    Aslında haksız da değiller; düşünsenize, asgari ücret alıyorsunuz ve Türkiye’nin en zengin ilk 100 şirketinden daha fazla vergi ödüyorsunuz!

    Daha önceki yazılarımızda da bahsetmiştik: Vergide sosyal adaleti sağlamazsanız ve sadece alt gelir grubundan vergi alarak ekonomik bir kurtuluş bekliyorsanız, maalesef yanlış yoldasınız demektir. Zaten kıt kanaat geçinen alt gelir grubundan alacağınız vergi ile ülkenin ekonomik anlamda kurtuluşunu beklemek neredeyse imkânsız.

    Ülkemizde hakkıyla vergi verenlerin oranının düşük olduğunu biliyorduk ama devasa şirketlerin vergi vermediklerini gördükten sonra “Bu devlet nasıl ayakta kalmış?” demeden geçemiyor insan.

    Mutlu Haftalar, Keyifli Okumalar.

    Selim GÜNAY

    Devamını Oku

    PAZARTESİ NOTLARI

    PAZARTESİ NOTLARI
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Kıymetli okuyucularım,

    Pazartesi notlarında bu hafta hukukun üstünlüğünün ne denli önemli olduğuna, kimlerin adaleti yok sayarak kendi menfaatleri doğrultusunda kullanmaya çalıştıklarına ve dayatılan bir hukuksuzluğun önüne nasıl geçildiğini detaylıca anlatacağım.

    GAZİ MECLİS HUKUKSUZLUGA “DUR” DEDİ

    Demokratik toplumların olmazsa olmaz ilkesi olan adalete dair inancımız bu hafta Türkiye Büyük Millet Meclisinde (TBMM) yaşanan bir hukuk zaferiyle perçinlendi.

    Geçen haftalardaki yazımızda nicelik olarak fazla fakat nitelik olarak tartışılır sarı sendikaların hukuksuz ve kanun tanımaz bir şekilde memurlar üzerinde oynamak istediği oyunlardan bahsetmiş ve kötü emellerine Gazi Meclisi de alet etmeye çalıştıklarından söz etmiştik.

    Geçtiğimiz yıllarda, devlet memurlarının toplu sözleşmeden kaynaklanan ödemeden faydalanabilmeleri için faaliyet gösterilen iş kolunda örgütlenmenin %1’ini tamamlamış olma şartı getirilmek istenilmiş, fakat Danıştay tarafından örgütlenme özgürlüğünün ihlali gerekçesiyle reddedilmişti.

    Bu karara rağmen, yetkili fakat etkisiz sendikalar üye kayıplarının önüne geçmek için hukukun üstünlüğü ilkesini hiçe sayarak Meclis’te yaptıkları lobi faaliyetleri ile %2 barajını getirerek sadece kendi üyelerinin faydalanacağı şekilde kanunlaşmasını sağlamalarına rağmen bu defa da Anayasa Mahkemesi aynı gerekçelerle %2 barajını iptal ederek eşitsizliği ortadan kaldırmıştır.

    Aynı sendikalar hem Danıştay hem de Anayasa Mahkemesi’nin iptal kararlarına rağmen, hukuk ve kanunlara karşı adeta meydan okurcasına, 18 Temmuz gecesi yine kapalı kapılar ardından 7 milletvekilinin imzası ile TBMM Plan Bütçe Komisyonu’ndan %1 barajını geçirdiler.

    Bu hukuksuz ve kanun tanımaz tutum, birçok sendika tarafından tepkiyle karşılanmış ve öncülüğünü HEP-SEN’in çektiği, farklı iş kollarında faaliyet yürüten toplam 52 sendika yöneticisi bir araya gelerek, ilk günden itibaren Meclis koridorlarında adeta adalet nöbeti tutarak görüşmelerin olduğu son ana kadar Meclis koridorlarından ayrılmadılar.

    27 Temmuz tarihinde Meclis Genel Kurulunda yapılan görüşmelerde sarı sendikalar tarafından adeta dayatılmak istenen bu hukuksuz girişime Gazi Meclis onay vermedi ve daha önce 2 kez iptal edilen kanun teklifini reddederek tüm memurların faydalanacağı şekilde herhangi bir yüzdelik barajı olmadan kanunlaştırdı.

    Bu sonuçla hukuk kazandı, hukukun üstünlüğü kazandı, hukuka inananlar kazandı.

    Gazi Meclisin vermiş olduğu karar neticesinde,

    Kaynakları sadece kendi üyeleri için kullanmaya çalışan sarı sendikalar kaybetti,

    Hukuku tanımayan, mahkemelere kafa tutan zihniyet kaybetti.

    Her kesime değil, bir kesime hizmet eden sözde sendikacılar kaybetti.

    Son olarak, istedikleri kanunun çıkmamasına rağmen yeni çıkan kanunu da sahiplenmeye çalışmaları, ne kadar ilkeli olduklarını, söylem ve eylem farklarının bir gecede nasıl değiştiğini gözler önüne sererken yaşanılan bu çelişkiler yumağı ülkemizde memuru kimlerin ve hangi zihniyetlerin temsil ettiğini acı bir şekilde göstermektedir.

    Daha önce söylemiştik, yine söylüyoruz: çiğnemek istediğiniz adalet bir gün sizlere de lazım olabilir!

    Keyifli Okumalar, Mutlu Haftalar.

    Selim GÜNAY

    Devamını Oku

    PAZARTESİ NOTLARI

    PAZARTESİ NOTLARI
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Pazartesi notlarında bu hafta önceki haftalardan farklı olarak tek bir konuyu ele alacağız. Aslında konu tek ama içerik olarak biraz hukuk (suzluk), biraz adalet (sizlik) biraz da mağduriyet barındıran bir yazı. Herkesin, her kesimin refahı için çalışması gereken yetkili sendikaların hukuku nasıl çiğnemeye çalıştıklarını, devletin imkanlarını kendi menfaatlerinde kullanmak için hangi kanun tanımaz yollara başvurduklarını anlatacağım.
    Nicelik olarak fazla, nitelik olarak tartışılır bir sendikanın hukuku hiçe sayarak milyonlarca memuru nasıl mağdur ettiğini ve bir döner ekmek parasına memurları nasıl yarı yolda bıraktığını gelin birlikte okuyalım.
    Sayısal Çokluk, İşlevsel Yokluk
    Sendikalar, çalışanların ekonomik, sosyal ve mesleki çıkarlarını korumak ve geliştirmek amacıyla bir araya geldikleri demokratik ve bağımsız bir örgüttür. Sendikaların görevi, çalışanların haklarının korunması ve iyileştirilmesi, güç birliği ve dayanışma, sosyal adalet ve eşitlik, demokratik katılım, eğitim ve bilinçlendirme, iş güvencesi ve sosyal güvenlik, toplumsal denge ve istikrar konularında üyelerine destek olmak; haklarını savunmak ve mağduriyetlerinde yanlarında olarak çalışan-işveren arasında bir nevi arabulucu görevi görmektir.
    2024 yılı sayımları sonucunda Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı’nın açıkladığı resmi verilere göre, Memur Sendikaları Konfederasyonu (MEMUR-SEN) 1,078,802 üye ile Türkiye’de en fazla üyeye sahip konfederasyon durumunda. Memur-Sen konfederasyonunun içerisinde farklı iş kollarından 11 sendika bulunmaktadır.
    Olay burada başlıyor aslında. Her toplu sözleşme döneminde masada olan Memur-Sen, son dönemlerde üye kayıplarının önüne geçmek için o kadar küçük hesapların içine giriyor ki kendi üyelerinden bile tepki çekmeye devam ediyor. 2021 yılında 6. Dönem toplu sözleşme ile “ilgili hizmet kolunda üye olabilecek kamu personellerinin en az %1’ini örgütlemiş sendikaların üyelerinin toplu sözleşme ikramiyesini almasını” öngören kanun teklifi, Danıştay tarafından “ikramiyeden yararlanmada kısıtlayıcı karar getirilemez, eşitsizlik yaratır, sendikal özgürlüğe müdahaledir” gerekçesiyle iptal edildi.
    Memur-Sen Konfederasyonu, Danıştay’ın hukuksuz dediği ve iptal ettiği %1 barajına rağmen bu kez de mecliste %2 barajının lobisini yaptı. Milletvekillerinin de desteğiyle teklif meclisten geçti ve kanunlaştı. Bu sefer de Anayasa Mahkemesi ilgili kanunu eşitsizlik gerekçesiyle iptal etti.
    Şimdi aynı Memur-Sen, 18 Temmuz gecesi Meclis Plan ve Bütçe Komisyonu’nda neredeyse sabahlayarak, 7 milletvekilinin imzasıyla tekrardan %1 barajını komisyondan geçirdi. Bu maddeyle birlikte Memur-Sen’in de içerisinde olduğu birkaç büyük sendikanın üyelerinin aylık ekstradan bir döner ekmek parası olan 400 TL alacağı bir sistem geliyor. Yeni kurulan ve büyümekte olan sendikaların önünü kesmek ve sadece tek ses olmasını istiyorlar.
    Türkiye Cumhuriyeti bir hukuk devletidir ve gücünü kanunlardan alır. Önce Danıştay’ın, daha sonra Anayasa Mahkemesi’nin iptal ettiği bir kanunu, tekrardan gece yarısı lobileriyle komisyondan geçirip dayatmaya çalışmak, kanunu tanımama ve kanuna karşı gelme değil midir?
    Buradan Memur-Sen Konfederasyonu’na soruyorum:
    Madem gücünüz vardı, madem mecliste sabahlayarak başarılı lobiler yapabiliyorsunuz;
    Yıllardır her toplu sözleşme masasında söz verdiğiniz Yardımcı Hizmetler Sınıfının (YHS) kaldırılması için neden lobi yapmadınız, neden mecliste sabahlamadınız?
    3600 ek gösterge mağduru memurlar için neden ses çıkartmıyorsunuz?
    Yurtiçinde ve yurtdışında kahramanca vatan savunan ama kadroları olmayan uzman çavuşları neden dinlemiyorsunuz?
    Aylardır mağduriyetlerini dile getiren bekleyen kamu mühendisleri ile ilgili göstermelik çalıştay yapmaktan başka bir icraatınız oldu mu?
    Ceza infaz kurumlarında görev yapan infaz ve koruma memurlarının taleplerini neden dile getirmiyorsunuz?
    Kamuda ayrıma ve ayrışmaya yol açan, Sağlık Bakanlığı harici kamu kurumlarında görev yapan sağlıkçılar ile ilgili neden tek kelime etmiyorsunuz?
    Büyükşehirlerde görev yapan devlet memurları için büyükşehir tazminatında neden ısrar etmediniz, neden memurları yalnız bıraktınız?
    8 Eylül 1999’da işe başlayan ile 9 Eylül 1999’da işe başlayan arasında emekli olmak için 17 yıl fark ediyor. Neden bu duruma haksızlık demediniz, neden emeklilikte kademeli adalet olmalı diye meydanlara çıkmadınız?
    Staj ve çıraklık mağdurları günlerdir sokaklarda ve meydanlarda seslerini duyurmak için haykırıyor. Bir gün kendilerini dinleyip “talebiniz ne” diye neden sormadınız?
    Bu ülkede 200 günde 42 polis yaşamına son verdi, ne derdi vardı diye sordunuz mu, sorunların çözümü için elinizi taşın altına koydunuz mu?
    Buradan MEMUR-SEN’e sesleniyorum:
    Bu kanun teklifi ile “altta kalanın canı çıksın” mantığını bırakın!
    Son sayımda %300 büyüme ile rekor kıran Emniyet Teşkilatı Sendikası sizi korkutmasın!
    Sizi 30 yıldır sendikacılık yapıp hiçbir şey yapmadığınızı fark eden ve sendikalarınızdan istifa eden memurlar korkutsun!
    Küçük hesapları bırakın, bir kesimin değil herkesin menfaatine çalışın. Artık insanlar sizlerin sadece nicelik olarak fazla olduğunuzun ama nitelik olarak memurun menfaatine bir şey yapmadığınızın farkında. Sadece bir kısım ve sizin üyeniz olan memurların faydalanacağı bu ayrıştırıcı kanun teklifinin geri çekilmesi için gerekeni yapın! Bugün çiğnemeye çalıştığınız hukuk, yok saymaya çalıştığınız mahkeme kararları bir gün size de lazım olabilir!
    Buradan son sözü de ilgili kanun maddesinin komisyondan geçmesi için imza veren 7 milletvekiline söylemek istiyorum:
    Danıştayın ve Anayasa Mahkemesinin kararlarından bilginizin olmadığını varsayarak böyle bir karara imza attığınızı düşünüyoruz. Sizlerin %1 gibi ayrıştırıcı bir ibare olan kanun teklifini tekrardan gözden geçirmeniz ve imzalarınızı geri çekmeniz, milyonlarca memurun en büyük beklentisidir.
    Ayrıca milletvekili olurken yemin metninde bulunan “Hukukun üstünlüğüne… adalet anlayışı içinde herkesin insan haklarından ve temel hürriyetlerden yararlanması ülküsünden ve Anayasaya sadakatten ayrılmayacağıma; büyük Türk milleti önünde namusum ve şerefim üzerine andiçerim.” Hükümlerinde yer alan hukukun üstünlüğü ilkesini kabul ederek lütfen sözünüzün gereğini yapınız ve bu kanun teklifinden %1 ibaresini kaldırınız.
    Keyifli Okumalar, Mutlu Haftalar
    Selim GÜNAY

    Devamını Oku

    PAZARTESİ NOTLARI

    PAZARTESİ NOTLARI
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Geçtiğimiz haftayı yine yoğun bir gündemle kapatırken en çok konuşulan konular arasında polis intiharları, Maliye Bakanının kredi kartına taksit açıklaması, 2024 Avrupa Futbol Şampiyonası ve önümüzdeki günlerde gerçekleştirilecek olan Türkiye Futbol Federasyonu (TFF) başkanlık seçimi vardı.
    193 günde 42 polis memuru yaşamına son verdi.
    Geçen haftalardaki köşe yazımızda “Birileri Polislerin Çığlığını Duyacak Mı?” diye sormuş ve 2024 yılının ilk 6 ayında 36 polisin intihar ettiğini üzülerek belirtmiştik. Maalesef o köşe yazımızdan sonra 6 polisimiz daha hayatına son verdi ve 2024 yılı içerisinde yaşamına son veren polis memuru sayısı 42 oldu.
    10 Nisan 1845 yılında kurulan ve 179 yıllık köklü bir geçmişi olan polis teşkilatında son zamanlarda yaşanan intiharlar toplumu derinden sarsmaktadır.
    Geçmişi başarılarla dolu, günümüzde karada, havada ve denizde her branştan personeli ile dünyanın gıpta ile baktığı, eğitimler aldığı bir teşkilatın bu olaylar üzerinden anılması son derece üzücüdür.
    Emniyet Genel Müdürlüğü (EGM) üst düzey yönetimi, Sivil Toplum Kuruluşları (STK), Psikolog, sosyolog, her sınıf ve rütbeden polis ve ailelerden oluşacak bir çalışma grubu son dönemlerde artan intihar olaylarının üzerine giderek sorunun kaynağına inmelidir.
    Emniyet teşkilatı, memur, amir ve müdürüyle beraber birçok badireleri beraber atlatmış, zorluklara beraber göğüs germiş şanlı bir teşkilattır.
    Daha önce söyledik yine söylüyoruz, gerçeklerle yüzleşmek, kabul etmek sorunların çözümü noktasında en önemli aşamadır. Görmezden gelmek, yok saymak yada reddetmek istenmeyen olayların devamına davetiye çıkartmaktır.
    Şimdi gelin,
    EGM üst yönetimi,
    Sivil Toplum Kuruluşları,
    Psikolog ve Sosyologlar,
    Teşkilattan her sınıf ve rütbeden temsilciler ve ailelerden oluşacak bir komisyon kurularak hazırlanacak olan polis intiharları raporunu Türkiye Büyük Millet Meclisine hep birlikte teslim edelim.
    Unutmayalım!
    Sessiz kaldığımız ve görmezden geldiğimiz her gün,
    Kaybettiğimiz her bir canın vebaline bizleri de ortak eder!
    Şimdi değil de ne zaman!
    Kredi Kartına Taksit
    Maliye Bakanımız Sayın Mehmet ŞİMŞEK kredi kartına taksit olayına bir türlü alışamadığını, 10 yıl İngiltere’de, Amerika’da ve Avrupa’da yaşadığını belirterek dünyanın başka ülkesinde kredi kartına taksit yapıldığını görmediğini belirtmiş.
    Açıklamayı ilk duyduğumda bende her Türk vatandaşı gibi sayın bakanın böyle bir açıklama yaptığına inanmadım tabii, sonra Google da kısa bir araştırma yaptığımda karşıma bizzat bakanımızın kendi ağzından açıklamasını hayretle izledim.
    Öncelikle sayın bakan aslında haklı Avrupa’da kredi kartına taksit olayı neredeyse yok gibi.
    Avrupa’da taksit yok ama alım gücü de Türkiye ile kıyaslanamayacak kadar yüksek. Mesela Avrupa ülkesi olan Almanya’da kişi başına asgari ücret 1700 euro, yani Türk parası ile 59500 TL yapıyor. Türkiye’de ise bu rakam 17.000 TL.
    Almanya’da en pahalı etin kg fiyatı 10 euro yani 350 TL’ye karşılık geliyor.
    Türkiye’de ise en ucuz etin kg fiyatı 450 TL civarı.
    Almanya’da asgari ücretle çalışan bir kişi 1 aylık maaşıyla 170 kg et alabiliyorken, Türkiye’de 37 kg et alabiliyor.
    Mesela Almanya`nın Köln şehrinde media markt isimli mağazada IPhone 15 pro marka cep telefonu 1069 euro yani 37.415 TL,
    Peki aynı cep telefonu Türkiye’de aynı mağazada ne kadar? 67.899 TL.
    Almanya’da asgari ücretli bir vatandaş 1 aylık maaşı ile örnekte verdiğimiz cep telefonunu alabiliyor isterse üstüne de en güzelinden 10 kg et alabiliyor.
    Ülkemizde aynı telefona ve 10 kg ete ödememiz gereken tutar ise 72000 TL yani asgari ücretin 4 katından biraz fazla. Burada ortaya şu sonuç çıkıyor, Almanya’da asgari ücretlinin 1 maaşı ile alabildiklerini biz 4 maaşla bile alamıyoruz.
    Aslında neden kredi kartını kullanıyoruz ve özellikle taksitle alışveriş yapıyoruz sanırım daha net anlaşılmaktadır.
    Almanya demişken yurtdışında yaşayan ve her yaz kapıkuleden yurda girerken kameralar önünde eğilerek vatan toprağını öpüp ardından, “yeğenim Avrupa bitik eski Avrupa yok, bir düzenimiz olmasa çoktan dönerdik” diyenlere çok da itibar etmeyin, emekli olunca da dönmüyorlar, her yaz tatilinde kapıkulede aynı cümleler ritüel olmuş onlar için…
    Kısacası onların keyfi yerinde…
    Maliye Bakanımız Mehmet ŞİMŞEK’in samimiyetinden şüphemiz yok bir şeyler yapma gayretinde olduğunun farkındayız ama kayıp kaçaklar ve gerçek gelirler üzerinden ödenmeyen vergilerin peşine düşülse alt gelir grubuna bu kadar yüklenmeye gerek kalmaz diye düşünüyorum.

    EURO 2024 VE TFF SEÇİMLERİ
    Milli takımımızın mücadele ettiği her turnuva heyecan vericidir. Mücadele, azim ve hırs her daim bizim karakterimiz olmuş, bir şekilde kendimizden söz ettirmişizdir.
    EURO 2024’te de eğilmeden, ezilmeden mücadelemizi gösterdik ve ortaya bir karakter koyduk. Bu turnuvanın bizim açımızdan en sevindirici ve umut verici olayı ise yeni bir jenerasyonun doğuşuna hep beraber şahit olmamızdı.
    Siyaset sokmadan, gruplaşma olmadan, oyuncuları kendi haline bırakırsak yıllarca milli formayı giyecek güzel bir futbolcu grubuna sahibiz. Futbolcular açısından prim krizi yaşanmadan ve gayet keyifli bir turnuva yaşadık. Tüm futbolcularımızın ayağına sağlık.
    Aynı şeyleri yöneticiler içinde söylemeyi çok isterdik ama maalesef onlar için güzel şeyler söyleyemeyeceğiz.
    Ülke krizdeyken teknik direktöre doğum günü hediyesi olarak alınan 700.000 TL lik Rolex marka saati ve Futbol Federasyonu bütçesinden yaklaşık 600 kişinin Almanya’ya misafir olarak götürülme iddiasını da unutmadık henüz.
    Milli takım oyuncularını tebrik etmek için arayan Sayın Cumhurbaşkanı ile konuşmak için sahada tüm enerjilerini veren futbolculardan rol çalarak, bin bir şekle giren sayın TFF başkanını da unutmak elbette, unutmak da mümkün değil.
    Şimdi önümüzde bir TFF başkanlık seçimi var. Daha önce adaylığını açıklayan ve en güçlü aday olarak seçilmesine kesin gözüyle bakılan Servet YARDIMCI birden adaylıktan çekildi, bir nevi mevcut başkana yol açtı.
    Fenerbahçe kulübü efsane başkanı sayın Aziz YILDIRIM geçtiğimiz günlerde TFF başkanı ile ilgili yöneltilen bir soruya “ben Fenerbahçe Başkanı seçilirsem mevcut başkan değişir, seçilemezsem devam eder” diye açıklama yapmıştı. Servet YARDIMCI’nın da son dakika adaylıktan çekilmesi Aziz YILDIRIM’ı haklı çıkarır nitelikte…
    Keşke futbolun başında futbolu bilen, futbolculuktan gelen insanlar yönetse tıpkı Basketbol Federasyonunda olduğu gibi.
    Bekleyip göreceğiz…

    Keyifli Okumalar, Mutlu Haftalar
    Selim GÜNAY

    Devamını Oku

    PAZARTESİ NOTLARI

    PAZARTESİ NOTLARI
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Değerli okuyucularım,

    Yaklaşık 6 aydır bu köşede gündeme dair gelişmeleri değerlendiriyor kendi penceremizden doğru bildiğimiz noktalara değiniyoruz. Bu yazıya da başlamadan önce geçmiş 6 aylık yazılarıma şöyle bir göz attığımda pek de iç acıcı şeyler yazmadığımı fark ettim. Kendi kendime acaba ben mi hep olumsuzluklardan bahsediyorum deyip, görsel ve yazılı basını taradığımda karşıma çıkan haberleri gördüğümde aslında çok da benimle ilgili bir durumun olmadığı gördüm. Gelin sözü fazla uzatmadan son bir haftada neler olmuş birlikte bakalım.

    Birileri Polislerin Çığlığını Duyacak Mı?

    Ülkemizin asayişi ve huzuru için gecesini gündüzüne katarak yurtiçi ve yurtdışında gerçekleştirdiği operasyonlarla takdir toplayan, yurtdışına özellikle terör, siber ve kriminal branşlarında eğitimler vererek göğsümüzü kabartan Türk Polis Teşkilatında son dönemlerde yaşanılan cinnet ve intihar vakaları maalesef toplum olarak bizleri derinden yaralamaktadır.

    179 yıllık köklü geçmişe sahip bu kadar başarılı bir teşkilatın böylesi olumsuzluklarla adının anılması ister istemez toplumda bir soru işareti yaratmaktadır.

    2024 yılının ilk 6 ayında 36 polis memuru intihar etti. Sadece bu hafta içerisinde ve aynı gün 3 polis memuru maalesef yaşamına son verdi. Aslında bu konuda kurucu, üye ve yöneticilerinin tamamı Emniyet Teşkilatında fiilen görev yapan personel tarafından kurulan Emniyet Teşkilatının tek sivil toplum kuruluşu olan Emniyet Teşkilatı Sendikasının da içerisinde bulunduğu Emniyet Teşkilatı Sivil Toplum Birliği tarafından hazırlanan ve yaklaşık 16.000 personelin katılımıyla gerçekleştirilen bir anket gerçekleştirilmiş ve anket sonucunda dikkat çekici sonuçlar ortaya çıkmıştı.

    Toplumda infial yaratan intihar vakaları ile ilgili devletin kanalı TRT bir kamu spotu bile hazırlamış, rakamlar yanıltıcı demişti. Hazırlanan kamu spotu ile gerçek veriler arasında oluşan soru işaretleri insanların endişesini gidermeye yetmedi maalesef.

    Bu konuda zaman zaman mecliste araştırma önergeleri verilmesine rağmen o önergeler bir türlü kabul edilmedi. Aslında işin ilginç tarafı polislerin çalışma şartları ile ilgili araştırma önergesine red oyu veren ve bu konuda parti adına konuşanın da eski bir polis müdürü olması. Yani polislerin zorlu çalışma şartlarını bilen ve birebir yaşamış birinin polislere destek olması gerekirken ilk red oyu verenlerin başında gelmesi üzerinde düşünülmesi gereken bir husus.

    Yarın sabah 12-12, 12-24,12-36 sisteminin hangisiyle çalışacağını bilmeden, sürekli gözü telefonda görev grubunda olan, sabah göreve giderken akşam yemeğine evine gelip gelemeyeceği belli olmayan bir sistemde insan ne kadar mutlu olur varın siz düşünün.

    Sözlü ya da yazılı olarak defalarca 8-24 çalışma sistemine geçileceğinin sözünün verilmesine rağmen henüz tam bir sistem oturtulamamıştır. Kanunla güvence altına alınmadığı sürece de amirlerin inisiyatifinde bir çalışma sistemi her şekilde suistimale açık bir konudur.

    Sadece çalışma sistemi değil elbette yaşadıkları sorun. Polis memurları kendilerini değersiz hissediyor ve yaşadıkları sorunlarda kendilerinin arkasında olacak bir mekanizmanın yokluğunu hissediyorlar.

    Polis vatandaş ile sorun yaşadığında hemen sosyal medyadan dezenformasyonlar başlıyor olaylar neredeyse polisleri linç noktasına getiriyor. Polis ise açığa alınırım, soruşturma geçiririm korkusuyla müdahale etmekten imtina ediyor.

    Sen benim kim olduğumu biliyor musun sözleriyle başlayan cümlelere zaten alışığız.

    Polise yönelik her ter türlü tehdit, hakaret hatta yaralamaya kadar olan olaylarda polisin daha tedavisi bitmeden saldırgan elini kolunu sallayarak tutuksuz yargılanmak üzere adliyeden ayrılabiliyor.

    Sonuç olarak, polis,

    Çalışma sistemlerinin kanunla düzenlenmesini,

    Fazla çalışma şartlarının yeniden gözden geçirilmesini,

    Keyfi şekilde görevlendirmelerin son bulmasını,

    En önemlisi değer görmek istiyorlar.

    Unutmayın intihar eden polis memurları benim komşum, senin devren, bir başkasının oğlu, eşi, kardeşi.

    Kamuda Liyakat Sorunu

    Geçen hafta Sağlık Bakanlığına bağlı bir hastanede tıbbi sekreter olarak çalışan bir memurun Ticaret Bakanlığı bünyesine daire başkanı olarak atanması beraberinde birçok tartışmayı da gündeme getirmişti.

    Bu tarz bir atama ilk değildi elbette, daha önce de buna benzer birçok atama olaylarına şahit olmuştuk, ama her defasında medyaya düştü bu son olur artık cesaret edemezler diye düşünürken maalesef bir kez daha yanılıyoruz. Biz yanılmaktan bıkmadık onlar atamaktan.

    Normal şartlarda elbette her devlet memurunun üst mevkilere atanmasında bir sakınca yok ama kanun izin veriyor diye de “Ticaret Bakanlığında daire başkanlığını yapacak nitelikte kimseyi bulamadık, uzun uzun araştırdık ve nihayetinde bizim aradığımız kriterde Sağlık Bakanlığında çalışan bir tıbbi sekreterin atamasını yaptık” demek de çok akla mantığa yatkın değil açıkçası. Aslında iyi olmuş, iyi ki bulunmuş yoksa koca Ticaret Bakanlığının daire başkansız kalması daha kötü olurdu elbette. Bence Ticaret Bakanlığında çalışan memurlar kendine çekin düzen vermeli, kendilerini geliştirmeli, yoksa böyle dışardan daire başkanı ithal ederler!

    Sadece bu konu değil aslında geçen hafta başka bir konu daha ortaya çıktı ağzımız açık kaldı.

    Bir devlet üniversitesinde yüksek lisans yapan bir şahsın tez danışmanı aynı üniversitede hatta aynı bölümde dekanlık yapan dayısı,

    Tezin uygunluğuna karar verecek kişilerden olan Jüri üyesi kim, dekanın eşi yani tez yazan şahsın yengesi, sonuç oy birliği ile tez başarılı.

    Belki gerçekten çok başarılı bir tezdir ama etik kurallar hiçe sayılarak maalesef tez gölgede kalmıştır. Üniversitede danışmanlık ve jüri üyeliği yapacak dayı ve yengeden başka kimse kalmadı mı? Sonra diyoruz ki neden dünyada başarı sıralamalarında gerideyiz, neden bilimsel çalışmalarımız az.

    Çok sevdiğim bir söz var, liyakatin olmadığı yerde sadakat olur, sadakatin olduğu yerde adalet olmaz! Bilmem anlatabildim mi?

    Keyifli Okumalar, Mutlu Haftalar.

    Selim GÜNAY

    Devamını Oku

    PAZARTESİ NOTLARI

    PAZARTESİ NOTLARI
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Her yıl Kurban Bayramı arifesinde yaşanan horozdan kurban olur mu? Etleri kaç saat dinlendirmeliyiz? Kaç acemi kasap kendini kesti? Et tüketirken nelere dikkat etmeliyiz gibi küçüklüğümüzden beri her bayram dönen bu muhabbetleri izlerken aslında çok şey kaçırdık bu bayram. Gelin biz demode muhabbetlere alet olurken ülkede neler olmuş birlikte göz atalım.

    Kendi Öz Vatanında Yabancı

    Maalesef bu Kurban Bayramının en dikkat çeken olayı ülkemizin birçok bölgesinde birçoğu sığınmacılardan oluşan yabancıların insanı rahatsız eden görüntüleri oldu. Adana merkez parkta süs havuzunda bağıra çağıra yüzen ve çevreye rahatsızlık veren çoğu Suriyeli çocuklar, ülkesindeki savaştan kaçan ve Ege’de güzelim sahillerimizi işgal edip plajda nargile yakarak çevreyi rahatsız eden kişiler, Karadeniz’in güzide yaylalarında birbirleriyle kavga edecek kadar sayıları fazla olan sözde yabancı turistler.

    İşin üzücü tarafı onlar var diye söz konusu güzelim yerlere gidemeyen vatandaşlarımız var, çünkü onların bulunduğu ortamdaki davranışlardan, bakışlardan kendilerini tedirgin ve huzursuz hissediyorlar.

    Elbette dinimiz ve örf adetlerimiz gereği hoşgörülü bir milletiz ama bu kadarı da fazla. Bugün Suriye’de devam eden savaş için orada bulunan ve bayramı ailesinden ayrı geçiren askerlerimiz orada zor şartlarda mücadele ederken, benim ülkemde benim ülkesini savunduğum adamın benim plajımda nargile yakarak sağa sola bakması vatandaşımızı rahatsız ediyor artık!

    Öyle şehirler var ki artık Türkçe tabela bulmakta zorlanıyorsunuz, küçük bir Şam, Halep kurmuşlar. Vergi yok, muhasebe yok, sigorta yok. Ne güzel bir iş böyle, sonra biz kendi vatandaşımızdan nasıl vergi alırız diye düşünüyoruz.

    Aslında yurtdışına çıkan kendi vatandaşından değil de elini kolunu sallayarak ülkemize giren yabancılardan toprak bastı parası alsaydık şimdiye çoktan ekonomimiz düzelirdi.

    2000’li yılların başında mayınlı arazileri temizleyerek başladı aslında bu durum. Eğer o mayınlar temizlenmeseydi bugün kimse elini kolunu sallayarak bu ülkeye giriş yapamazdı, cesaret dahi edemezdi.

    Yeni Vergi Önerileri

    Geçen haftada vergi konusunda yazmıştık. Fakat sadece bir hafta yazar üzerinde dururuz derken vergi bombaları arka arkaya gelmeye başladı. En son basına düşen çalışmada da garsonlara verilen bahşişlerden alınacak vergiler konuşuluyor. Yahu koca devlet, yerli ve milli aracını üretecek, dünyaya İHA-SİHA ihraç edecek, bilmem kaç büyüme ile yükselişe geçecek, sonra da garsona verilen 3-5 kuruş bahşişin peşine düşecek. Ben hala bunun gerçek olmadığına inanıyorum ya da öyle olmadığına inanmak istiyorum. Koca bir devletin buna tenezzül etmeyeceğini düşünenlerdenim. Aslında Maliye yönetimi vatandaşın cebine giren 3-5 kuruştan ziyade;

    Özel uçağı olandan 1 defaya mahsus uçağın fiyatı kadar “VARLIK VERGİSİ”

    Havalimanında VIP’den geçen herkesten “ÖZEL HİZMET VERGİSİ”

    Kamu ile ticaret yapan şirketlerden her yaptığı ticaret başına “KAMU VERGİSİ”

    İstanbul’da boğaz kenarında oturandan her yıl 1 defaya mahsus “MANZARA VERGİSİ”

    Televizyonlarda program yapan sanatçılardan “REKLAM VERGİSİ”

    Devlete ait kurumlarda/şirketlerde görev yapan ve huzur hakkı alan tüm yöneticilerden    “EK GELİR VERGİSİ” alsa ne güzel olur.

    UNUTMAYALIM Kİ;

    Alt gelir grubundan alacağınız vergiler ile ekonomi DÜZELMEZ!

    Vergi tahsilatı üst gelir gurubundan fazla, alt gelir gurubundan daha az olacak şekilde yani sosyal adaleti temin edecek bir sistemde olmalıdır.

    Büyük şirketlerin vergi borcu silinip engellinin ÖTV’siz aldığı arabaya, senede bir ailesiyle yurtdışına çıkan memurun harcını %1000 arttırarak tatiline engel olarak ve garsonun bahşişine göz dikerek ekonomi düzelmez.

    TFF Babanızın Çiftliği Mi?

    Bu yıl Almanya’da düzenlenen Avrupa şampiyonasında ilk 2 maçımızı tamamladık, 1 galibiyet ve 1 mağlubiyetle grubumuzda 2. olarak son maçımıza çıkacağız. Gruplardan çıkmamız garanti sayılır ama maçlarında önüne geçen şeyler oldu yine. Her Avrupa ve Dünya kupasında yaşadığımız şeyleri yaşıyoruz, bir dejavu hali hâkim.

    Türkiye Futbol Federasyonunun (TFF) maçların oynandığı Almanya’ya 615 kişilik bir misafir grubunu TFF bütçesinden götürdüğü iddiası var. Dünyada ekonomisi bizi 5’e 10’a katlayan onlarca ülke var ve bunlardan hiçbirisi bizim kadar para harcayıp bedavadan maça misafir götürmedi. TFF geçtiğimiz günlerde kendince bir şeyler açıklamaya çalıştı ama ne kadarı anlaşıldı orası tartışılır.

    Daha bu olay gündemdeyken, insanlar tepki gösterirken başka bir olay daha çıktı ortaya. TFF, Türk Milli Takımı teknik direktörü Montella’ ya üzerinde ismi yazılı Rolex marka ve fiyatı 700.000 TL olan saat hediye etmiş. Allah aşkına Montella zaten TFF’ den yıllık 1,8 milyon Euro para kazanıyor, bu neyin hediyesi!

    Milli takımdan söz açılmışken birkaç kelamda teknik direktöre söylemek lazım. Anlaşılan onun aklı 700.000 TL’lik saatte kalmış, Portekiz maçında pek bir etkisini göremedik. Bizler evde izledik maçı, Montella saha kenarında.

    Şimdi Maliye Bakanına sormazlar mı? hani bu ülkede tasarruf vardı?

    Hani herkes ayağını yorganına göre uzatacaktı?

    Bir soru da TFF başkanına sormak istiyorum. Kendisi de iş adamı bugüne kadar şirketinde çalışan bir müdürüne doğum günü hediyesi olarak fiyatı 700.000 TL olan rolex marka saat almış mıdır?

    Ben sanmıyorum çünkü orası kendi şirketi, harcamalarına dikkat etmesi lazım, lakin TFF nasılsa kimsenin inceleyip, araştırıp baktığı bir yer değil, yarın bırakıp gitse kimse hesap sormuyor.

    Neyse bunlar bizim ritüellerimiz, yeni yaşadığımız şeyler değil.

    Söyleyecek çok şey var ama Kurbağa demiş ki “konuşacak çok şey var ama boğazıma su kaçar diye korkuyorum”.

    Keyifli okumalar, Mutlu Haftalar.

    Selim GÜNAY

    Devamını Oku

    PAZARTESİ NOTLARI

    PAZARTESİ NOTLARI
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    2020 yılının ilk çeyreği ile hayatımıza giren ve dünyayı etkisi altına alan COVID-19 salgınından sonra bir türlü toparlanamayan ekonomik kriz maalesef ülkemizde hala bir sorun olarak karşımızda durmakta.

    Farklı çözüm önerileri denenmesine ve farklı kabiliyette yöneticiler atanmasına rağmen mevcut ekonomik sorunun; enflasyon ile daha da büyüyerek krize evrilmesi insanımızın gündelik yaşamda ekonomik anlamda mücadele etmesini maalesef daha da zorlaştırdı.

    Mevcut durumdan bir an evvel kurtulmak için ısrarla denenen ve en sık kullanılan yöntem ek vergi artışları. Maalesef ek vergilerin en fazla etkilediği kesim ise orta ve alt gelir grubu vatandaşlarımız.

    Durumu analiz etmek için önce vergi nedir ne değildir? vergi artışı bir kurtuluş mudur? Bu konulara değineceğiz. Vergi uzmanı, Vergi müfettişi ya da ekonomist değiliz belki ama en azından gördüğümüzü okuyabilecek, okuduğumuzu da anlayacak bir potansiyelimiz olduğunu ve halihazırda zaten her vergi artışından da en çok etkilenen gelir grubunun içerisinde bulunan biri olarak da daha rahat yorumlayabileceğimizi düşünüyorum.

    Vergi Cenneti Türkiye

    Vergi, devletin kamu hizmetlerini finanse etmek amacıyla vatandaşlarından ve işletmelerden zorunlu olarak topladığı ekonomik değerlerdir ve toplanan söz konusu vergiler kamu gelirlerinin önemli bir kısmını oluşturur.

    Açık kaynaklardan elde edilen bilgilere göre, ülkemizde 2024 bütçe gelirlerinin %88,12’si vergilerden elde edilmektedir. Yani Hazineye ait gelirlerimizin tamamına yakını elde edilen vergilerden oluşmaktadır.

    Kısacası neredeyse devleti vergilerle ayakta tutuyoruz. Peki bu durum sadece bizim ülkemiz için mi geçerli? Elbette hayır ama biz vergileri açık kapatmak için alırken bizim gibi yüksek vergi geliri olan diğer ülkeler vergileri doğrudan halka hizmet için kullanıyor.

    Şimdi gelelim ülkemizdeki vergi artışlarında son duruma.

    Geçtiğimiz yıl yurtdışından getirilen cihazlarda kayıt ücreti 6.000 TL iken bir gecede 20.000 TL’ye çıkartıldı, bu astronomik harç artışıyla insanların aynı cihazı daha ucuza kullanmasının önüne geçildi,

    Çin’den ithal edilen araçların gümrük vergileri temmuz ayından geçerli olmak üzere %40 oranında arttırılacağı duyuruldu,

    Yurtiçinde kendi vatandaşına farklı yurtdışından gelen turistlere farklı fiyat politikası uygulayan ve kendi vatandaşına daha pahalı tatil satan otellere inat 3-5 kuruş biriktirip ailesiyle yurtdışına giden ve 150 TL yurtdışı çıkış harcı ödeyen vatandaşlarımızı da unutmadı devletimiz ve yurtdışı harç pulunu %1000 oranında artarak 1.500,00 TL’ye çıkartılmasının hazırlıkları basına sızdı,

    Peki bu kadar mı? elbette hayır. Son bir darbe de engelli vatandaşlarımıza sağlanan vergi muafiyetleri ve ayrıcalıkları ile ilgili. Yakın zamanda yapılması planlanan değişiklikte engelli araçlarına sağlanan istisnaların kısıtlanması da gündemde.

    Kısacası saydığımız tüm vergi artışları orta ve alt gelir grubuna vurulan bir darbedir.

    Şimdi buradan soralım,

    Dünyada eşi benzeri olmayan tarım arazilerine inşaat izni vererek tarımı bitirdik.

    Ekili dikili olan yerleri de gübre ve mazot artışlarından dolayı çiftçimiz ekemez oldu.

    Üç tarafı denizlerle çevrili güzel ülkemizde sistemli ve ihracat yapabilecek kapasitede bir balıkçılık kültürümüz hiç olmadı.

    Kısacası üretim sınırlı olunca ihracatta sınırlı oluyor dolayısıyla açıklar ek vergilerle karşılanma yoluna gidiliyor.

    Şimdi neden vergi artışı oluyor sanırım daha iyi anlaşılıyordur.

    Küçükken çok sık kullanılan bir tabir vardı yamalı pantolon gibi diye bugünlerde ekonomide de durumlar aynen öyle, yamalı pantolon misali bir taraftan kesip diğer tarafa yama yapıyoruz ama hep bir tarafımız açıkta kalıyor maalesef.

    Aslında işin en üzücü tarafı da ek vergilerin neredeyse tamamı zaten zar zor geçinen orta ve alt gelir grubunu etkiliyor. İşçinin, memurun, emeklinin ve engellilerin haklarını elinden alarak açık kapansaydı çoktan kapanırdı, bu insanlar zaten yıllardır vergi ödüyorlar.

    Türk ekonomisinin kurtuluşu gariban vatandaştan alınacak vergilere kaldıysa vay halimize!

    Eski Başbakanlardan Prof.Dr.Necmettin ERBAKAN’ ın bizzat kaleme aldığı “Ekonomide Adil Düzen” isimli kitabında vergi ile ilgili ” Devlet aklına estiği gibi vergi kanunu çıkartamaz, vergi alamaz, vergi sadece devletin hizmeti karşılığı hak ölçüsünde alınır” diyor.

    Yine aynı kitabında rahmetli Başbakan “TÜKETTİGİN kadar ÜRETECEKSİN” diyerek üretimin önemine vurgu yapmaktadır.

    Şimdi soruyoruz:

    Üretim olmadan sadece;

    Yurtdışına çıkış harcını %1000 arttırarak,

    Engellilerin vergi avantajlarından kesinti yaparak,

    Çok satan ithal araca gümrük vergisini %40’a çıkartarak,

    Ya da tabandan tavana yayılan bir vergilendirme sistemi ile ekonomik düzelme mümkün müdür?. Bu sorunun kararını siz verin.

    Vergi Müfettişleri

    Yazımızın başında kamu gelirlerinin neredeyse tamamının toplanan vergilerden geldiğinden bahsetmiştik.

    Peki bu vergilerin tahsilatında ve vergi mükelleflerinin incelenmesi safhasında etkin rol oynayan, bir yılda yüzlerce inceleme yapan ve binlerce sayfa rapor yazan bir nev’i kamuya kaynak aktarımında aktif rol alan Vergi Müfettişleri ne durumda?

    Vergi müfettişleri, bir ülkenin mali yapısının ve vergi sisteminin düzgün işlemesi için hayati öneme sahiptir. Vergi Kaçakçılığının Önlenmesi, Adil Vergi Sisteminin Sağlanması, Gelir Artışı ve Ekonomik İstikrar, Kayıt Dışılığın Azaltılması, Vergi Bilincinin Artırılması, Mali Disiplinin Sağlanması gibi birçok görev üstlenen ve özveri ile çalışan Vergi Müfettişleri maalesef son dönemlerde hak ettikleri özlük haklarını alamıyor.

    Kamudan özel sektöre kaçışta herkes doktor ve mühendislere dikkat çekiyor fakat Türkiye’de sayıları 7000 civarı olan, Temel eğitim, performans, yetki ve yeterlik gibi bin bir zorluklardan geçerek Maliye Bakanlığının en fazla eğitime tabii tutulan ve en nitelikli insan gücü olan Vergi Müfettişleri maalesef son dönemlerde özel sektöre transfer oluyor. Devlet bir nev’i özel sektöre nitelikli iş gücü yetiştiriyor.

    Vergi müfettişlerinin özlük hakları, hem bireysel düzeyde çalışan memnuniyeti ve motivasyonunu artırır, hem de kurumsal düzeyde vergi denetimlerinin etkinliğini ve güvenilirliğini sağlar. Bu, devletin mali yapısının güçlenmesine ve toplumsal refahın artmasına önemli katkılarda bulunur. Bu hususlarda yetkililerce göz ardı edilmemelidir.

    Keyifli okumalar, Mutlu Bayramlar.

    Selim GÜNAY

    Devamını Oku

    10.06.2024 Pazartesi Notları

    10.06.2024 Pazartesi Notları
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Yeni bir haftaya yeni gündemlerle başlıyoruz. Lise Giriş Sınavı (LGS) ve Yükseköğrenim Kuramlarına Giriş Sınavı (YKS), Maliye Bakanının gündeme getirdiği Karbon Ayak İzi Vergisi ve son dönemlerde polislerse yapılan siyasi baskılar geçtiğimiz haftanın en çok konuşulan konuları arasındaydı.  Gelin hep beraber gündeme dair değerlendirmelere birlikle göz atalım.

    LGS, YKS, KPSS…

    Türkiye’de eğitim sistemi, maalesef yıllardır bir sınav maratonu üzerine kuruludur. Ortaokuldan üniversiteye kadar her kademeden öğrenciler, büyük sınavların stresi altında öğrenmekten ziyade ezbere dayalı bir sistemin kurbanı durumundalar.

    Öncelikle, sınav merkezli eğitim sistemi, öğrencilerin ruh sağlığı üzerinde ciddi olumsuz etkiler yaratmaktadır. Küçük yaşlardan itibaren yoğun bir sınav hazırlık sürecine giren çocuklar, oyun ve sosyalleşme zamanlarından feragat etmek zorunda kalıyorlar. Bu durum, çocukların sosyal becerilerinin gelişimini olumsuz etkiliyor ve depresyon, anksiyete gibi psikolojik sorunlara zemin hazırlıyor. Özellikle lise giriş sınavları (LGS) ve üniversite giriş sınavları (YKS) gibi büyük sınavlar, öğrenciler üzerinde büyük bir baskı oluşturmakta ve başarısızlık korkusunu tetiklemektedir.

    Aileler açısından bakıldığında ise sınava hazırlık süreci hem maddi hem de manevi yükler getirmektedir. Dershaneler, özel dersler ve eğitim materyalleri için yapılan harcamalar aile bütçelerini zorlamakta, aynı zamanda aile içi ilişkilerde de gerginliklere neden olabilmektedir. Çocuklarının başarılı olmasını isteyen ebeveynler, bu süreçte çocuklarına istemeden de olsa aşırı baskı uygulayabilmektedirler.

    Eğitim sistemi açısından değerlendirildiğinde, sürekli sınavlar üzerine kurulu bir yapı, öğretim programlarının daralmasına ve ezberci eğitim anlayışının yaygınlaşmasına yol açmaktadır. Öğretmenler, sınav konularına odaklanmak zorunda kaldıkları için, öğrencilerin analitik düşünme, problem çözme ve yaratıcı becerilerini geliştirecek aktivitelerden uzaklaşmaktadırlar. Bu durum, öğrencilerin bilgiye dayalı değil, sınav odaklı bir eğitim almalarına sebep olmaktadır.

    Sürekli sınav sisteminin eğitim kalitesini düşürdüğü de aşikârdır. Öğrenciler, öğrenmeyi bir amaç olarak görmek yerine, sınavları geçmeyi bir hedef olarak görmektedirler. Bu durum, bilgiye olan ilgiyi azaltmakta ve öğrenmenin kalıcılığını engellemektedir. Öğrenciler, sınav sonrası öğrendiklerini hızla unutarak, gerçek anlamda bir bilgi birikimi sağlayamamaktadırlar.

    Alternatif olarak, eğitim sisteminde daha öğrenci merkezli yaklaşımların benimsenmesi gerekmektedir. Öğrencilerin bireysel yeteneklerini ve ilgilerini keşfetmelerine olanak tanıyan, proje bazlı ve uygulamalı öğrenme yöntemleri, daha sağlıklı ve kalıcı bir eğitim ortamı yaratabilir. Ayrıca, sınav baskısını azaltmak adına, çoklu değerlendirme yöntemlerinin kullanılması ve öğrencilerin süreç boyunca gösterdikleri gelişimlerin dikkate alınması önemlidir.

    Sonuç olarak, Türkiye’de ortaokuldan üniversiteye kadar süregelen sınav maratonu, eğitim sisteminin yeniden yapılandırılması gerektiğini açıkça göstermektedir. Öğrencilerin ruh sağlığını koruyan, aileleri maddi ve manevi olarak destekleyen, öğretmenlerin öğretim yöntemlerini çeşitlendirmelerine olanak tanıyan ve en önemlisi, bilgiye dayalı öğrenmeyi teşvik eden bir eğitim sistemi, Türkiye’nin geleceği için hayati öneme sahiptir. Sınav odaklı eğitim anlayışından uzaklaşarak, daha kapsayıcı ve dengeli bir eğitim sistemi inşa etmek, tüm paydaşların ortak hedefi olmalıdır.

    Karbon Ayak İzi Vergisi Nedir? Ne Değildir?

    Son yıllarda, çevresel sürdürülebilirliği sağlamak amacıyla karbon ayak izine dayalı vergilendirme politikaları, dünya genelinde çeşitli ülkelerde gündeme gelmiştir. Bu tür vergilendirme politikalarının, çevre kirliliğini azaltmak ve iklim değişikliği ile mücadele etmek amacıyla uygulanması mantıklı gibi görünse de aslında pek çok sakıncayı da beraberinde getirmektedir. Karbon ayak izi üzerinden vergi alınmasının yaratabileceği olumsuz etkileri irdelemek, bu politikanın neden yeniden değerlendirilmesi gerektiğini anlamamıza yardımcı olabilir.

    Öncelikle, karbon ayak izi üzerinden vergi alınması, gelir dağılımındaki adaletsizlikleri artırabilir. Düşük gelirli bireyler ve aileler, günlük yaşamlarında zaten sınırlı kaynaklara sahipken, ek bir vergi yüküyle karşı karşıya kalacaklardır. Isınma, ulaşım ve temel gıda maddeleri gibi zorunlu ihtiyaçlar, karbon ayak izi yüksek ürün ve hizmetler kategorisine girebilir ve bu da düşük gelirli kesimlerin bütçelerini daha da zorlayacaktır. Bu durum, sosyal adaletsizliğin daha da derinleşmesine yol açabilir.

    Bunun yanı sıra, karbon ayak izi üzerinden vergi alınması, ekonomik büyümeyi olumsuz etkileyebilir. Özellikle gelişmekte olan ülkelerde, sanayi ve üretim sektörleri hala büyük oranda fosil yakıtlara bağımlıdır. Karbon vergileri, bu sektörler üzerinde mali bir yük oluşturacak ve rekabet güçlerini azaltacaktır. Sonuç olarak, bu durum istihdam kayıplarına, yatırımların azalmasına ve ekonomik durgunluğa neden olabilir. Aynı zamanda, küçük ve orta ölçekli işletmeler (KOBİ’ler) bu vergilerden en çok etkilenen kesim olacaktır, çünkü büyük şirketler maliyetleri daha kolay absorbe edebilirken, KOBİ’ler bu tür ek maliyetlere karşı daha savunmasızdır.

    Karbon ayak izi üzerinden vergi alınması, aynı zamanda tüketici davranışlarını istenilen şekilde değiştirmeyebilir. İnsanlar, yaşam standartlarını korumak adına alternatif çözümler bulabilirler ve bu da verginin beklenen çevresel etkisini azaltabilir. Örneğin, fosil yakıt tüketimini azaltmak yerine, daha ucuz ve genellikle daha çevreye zararlı alternatiflere yönelebilirler. Bu durum, çevresel hedeflerin gerçekleştirilememesine ve hatta bazı durumlarda çevresel etkinin artmasına yol açabilir.

    Ayrıca, karbon vergilerinin uygulanması ve denetimi, bürokratik karmaşıklıkları ve maliyetleri artıracaktır. Verginin doğru bir şekilde hesaplanması, takip edilmesi ve tahsil edilmesi için geniş bir idari yapı gerekecektir. Bu durum, kamu kaynaklarının verimsiz kullanımına ve bürokrasinin artmasına yol açabilir.

    Alternatif olarak, karbon ayak izini azaltmaya yönelik teşvik edici politikalar, vergilendirme yöntemlerine göre daha etkili ve adil olabilir. Yenilenebilir enerji kaynaklarına yatırım yapan işletmeler ve bireyler için vergi indirimleri, enerji verimliliğini artıran teknolojilere destekler ve çevre dostu ürünlerin kullanımını teşvik eden kampanyalar, çevresel hedeflere ulaşmada daha olumlu sonuçlar doğurabilir.

    Sonuç olarak, karbon ayak izi üzerinden vergi alınması, adaletsizlikler, ekonomik zorluklar, beklenmeyen tüketici tepkileri ve bürokratik engeller gibi çeşitli sakıncalar barındırmaktadır. Çevresel sürdürülebilirliği sağlamak adına daha kapsamlı, adil ve teşvik edici politikaların geliştirilmesi gerekmektedir. Çevreyi koruma hedefi, toplumsal ve ekonomik dengeleri gözeten yaklaşımlarla ele alınmalıdır.

    Polislerin Üzerindeki Siyaset Baskısı ve Bunun Topluma Etkileri

    Türkiye’de polis teşkilatı, güvenliği sağlamak ve toplum düzenini korumak gibi hayati görevler üstlenmektedir. Ancak son yıllarda, polislerin üzerindeki siyaset baskısının arttığına dair yaygın bir algı mevcuttur. Bu durum, polis teşkilatının bağımsızlığını ve tarafsızlığını tehdit etmekte, aynı zamanda toplumun adalet ve güvenlik sistemine olan güvenini sarsmaktadır. Polisler üzerindeki siyaset baskısının doğurduğu sorunları ve bu durumun topluma olan etkilerini ele almak, sorunun boyutlarını daha iyi anlamamıza yardımcı olabilir.

    Öncelikle, polis teşkilatının siyaset tarafından etkilenmesi, hukukun üstünlüğü ilkesini zedelemektedir. Polislerin, belirli siyasi çıkarlar doğrultusunda hareket etmek zorunda bırakılması, adaletin tarafsız bir şekilde işlemesini engeller. Bu durum, hukukun herkes için eşit şekilde uygulanmasını zorlaştırır ve toplumda adalete olan güveni azaltır. Hukukun üstünlüğü ilkesinin zedelenmesi, uzun vadede toplumsal huzursuzluk ve kaosa yol açabilir.

    Polislerin üzerindeki siyaset baskısı, teşkilat içindeki profesyonellik ve etik değerleri de olumsuz etkilemektedir. Polislerin, siyasi otoritelerin taleplerine göre hareket etmek zorunda kalması, mesleki etik ve bağımsızlık ilkelerini zayıflatır. Bu durum, polislerin işlerini layıkıyla yapmalarını engeller ve toplumda “polis devleti” algısının oluşmasına neden olabilir. Mesleki etik değerlerin zedelenmesi, polislerin halkla olan ilişkilerini de olumsuz etkiler ve güven bunalımına yol açar.

    Siyasetin polis teşkilatı üzerindeki etkisi, toplumsal ayrışmayı da derinleştirebilir. Belirli siyasi görüşlere sahip olan bireyler, polis teşkilatının tarafsız olmadığını düşündüklerinde, güvenlik güçlerine karşı olumsuz bir tutum geliştirebilirler. Bu durum, toplumun farklı kesimleri arasında güvensizlik ve kutuplaşmayı artırır. Toplumun bir kesimi, polis teşkilatını kendilerine karşı bir tehdit olarak görürken, diğer bir kesim ise polislerin kendi siyasi görüşlerini desteklediğini düşünebilir. Bu tür bir algı, toplumsal birlik ve beraberliği ciddi anlamda zedeler.

    Ayrıca, polislerin siyaset baskısı altında çalışması, onların iş yükünü ve stres seviyesini artırır. Siyasi otoritelerin beklentilerini karşılamak adına yoğun bir baskı altında çalışan polisler, mesleki tatmin ve motivasyon kaybı yaşarlar. Bu durum, polislerin performansını olumsuz etkiler ve iş yerinde tükenmişlik sendromu gibi psikolojik sorunlara yol açar. Yüksek stres altında çalışan polisler, görevlerini yerine getirirken hata yapma olasılığı daha yüksektir ve bu da toplumsal güvenliği tehlikeye atar.

    Polis teşkilatının siyaset baskısından bağımsız olabilmesi için çeşitli önlemler alınması gerekmektedir. Öncelikle, polis teşkilatının tarafsızlığını ve bağımsızlığını koruyacak yasal düzenlemeler yapılmalıdır. Siyasi müdahaleleri engelleyen ve mesleki etik kurallarını güçlendiren yasalar, polislerin daha bağımsız ve tarafsız bir şekilde görev yapmalarını sağlar. Ayrıca, polis teşkilatının denetlenmesi ve hesap verebilirliğinin artırılması da önemlidir. Bağımsız denetim mekanizmaları, polislerin görevlerini tarafsız bir şekilde yerine getirmelerini sağlar ve toplumsal güveni artırır.

    Sonuç olarak, polislerin üzerindeki siyaset baskısı, toplumsal düzeni ve adaleti ciddi şekilde tehdit etmektedir. Polis teşkilatının tarafsızlığı ve bağımsızlığı, hukukun üstünlüğü ve toplumsal güvenin korunması açısından hayati öneme sahiptir. Siyasetin polis teşkilatı üzerindeki etkisinin azaltılması ve mesleki etik değerlerin güçlendirilmesi, daha adil ve güvenli bir toplumun inşa edilmesine katkı sağlayacaktır. Bu amaçla, yasal düzenlemeler ve bağımsız denetim mekanizmaları gibi önlemler alınarak, polislerin tarafsız ve bağımsız bir şekilde görev yapmaları sağlanmalıdır.

    Keyifli okumalar, Mutlu Haftalar.

    Selim GÜNAY

    Devamını Oku

    03 Haziran 2024 Pazartesi Notları

    03 Haziran 2024 Pazartesi Notları
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Yeni bir günle ve yeni bir haftayla başlıyoruz. Maalesef jeopolitik konumumuzdan kaynaklı olarak, kendi sorunlarımıza kafa yormaktan ziyade sırtımızı yaslayıp çay-kahve içerek dünyadaki gelişmeleri izleme şansımız hiç olmadı, olmayacak gibi görünüyor. Bakalım geride bıraktığımız hafta neler olmuş, neler yaşamışız.

    Krize Dönüşen Vize Sorunu
    Avrupa ülkelerinde yaşanan vize sorunu, ülkemizde son dönemlerde en çok konuşulan ve şikayet edilen konuların başında gelmektedir. Tatile gidecek olan vatandaşlarımız bir yana, vize işlemlerine aracılık eden şirketler ve yurtdışına tatil organizasyonları yapan turizm acenteleri zor günler geçiriyor. Özellikle yurtiçinde tatil bölgelerinde otel fiyatlarının geçtiğimiz yıllara oranla çok yüksek olması, yerli tatilcilerin rotasını hemen hemen aynı fiyatlara gelen Avrupa ülkelerine çevirmişti. Avrupa ülkelerinin vize için randevu tarihi vermemesi ya da çok ileri tarihli randevular vermesi hem vatandaşları hem de tatil paketi satan acenteleri zor durumda bırakmaktadır. Ayrıca bin bir güçlükle vize başvurusu alabilenlerde ise kabul oranı çok düşük seviyelerde.

    Peki bu durumun nedenleri neler?
    Bu konuyla ilgili farklı söylentiler var. Yabancı şahıslara verilen vatandaşlık ve bu şahısların Türk pasaportu ile Avrupa ülkelerinden almış oldukları vize sonrası gitmiş oldukları ülkelerden geri dönmeyip kaçak olarak yaşamaları ya da iltica etmeleri.
    Bir diğer söylenti ise özellikle son dönemlerde ülkedeki yüksek enflasyona bağlı mevcut ekonomik durumu bahane edip turist vizesi ile gidenlerin geri gelmemesi. Aslında her iki söylenti de aynı kapıya çıkıyor gibi görünüyor. Avrupa artık bize güvenmiyor gibi. Eskiden bu durumlar nadiren yaşanırdı, ama bu kadar da uzun sürmez, kriz haline gelmezdi.
    Ortada bir kriz var ve sebebi her ne ise bir an önce çözülmelidir. Mağdur olan turizm acenteleri, vize işlemlerini yapan aracı firmalar ve binlerce mağdur çalışan var. Unutulmamalıdır ki ekonomi döngüsü bir zincirdir, zincirin bir halkası bir yerde koparsa doğrudan her kesimi ilgilendirir.

    Filistin Meselesi, Memleket Meselesi
    Tarih boyunca yaptığı vahşet ve mazlumlara uyguladığı şiddetle adı anılacak olan katil İsrail devleti yine yüzlerce masum insanın yaşadığı güvenli bölge diye tabir edilen çadır kenti vurdu.
    Olaylara geniş perspektiften bakmak gerek aslında. Sadece din çerçevesinde ve penceresinden bakmak yerine zulme uğrayanın bir insan olduğu bilinciyle düşünmemiz gerekir.
    Ortada maalesef küçücük masum bedenlerin acımasızca katledildiği ve batının kafasını kuma gömdüğü bir vahşet var.
    Acının dini, dili olmaz. Her şeyden önce insanız, canı yananı da insan olduğu için sahiplenmeliyiz. Filistin meselesi senin, benim değil, memleketin meselesidir.
    İsrail devletinin bilinçli olarak Filistin halkını zorunlu göçe zorlaması ve toplu katliamlar yaparak bölgede kendini tek hâkim kılma arzusuna birileri dur demeli.
    Bu bir soykırımdır, şimdi bu soykırıma sessiz kalanlar elbet bir gün bu gerçekle yüzleşeceklerdir.

    Moto Kurye Düzenlemesi Şart
    Dijitalleşme ile hızlı bir dönüşüme giren dünyada en hızlı dönüşüm alanlarından biri sanal alışveriş pazarı oldu. Eskiden saatlerce zaman harcayıp alışveriş merkezlerinde vakit geçirdiğimiz günlerden iki tuşla sipariş verdiğimiz bir döneme geldik.
    Değişim ve dönüşüm çağa ayak uydurma anlamında elbette güzel ama gerekli tedbirleri almadan hormonlu bir şekilde büyümek birtakım sorunları da beraberinde getirmektedir.
    Online alışverişler beraberinde yeni bir sektörü de hayatımıza dahil etti: Moto kuryeler. Peki konumuzla moto kuryelerin ne alakası var gelin beraber bakalım.
    Moto kuryelerin tamamı her bir servis için ekstra ücret almaktadır. Büyük çoğunluğu neredeyse motosikletlerden oluşan kuryeler daha fazla para kazanmak için daha hızlı olmak zorundadırlar. Bu durum tehlikeyi de beraberinde getirmektedir. Artık neredeyse her gün trafikte kaza yapmış, yerde yatan bir moto kurye görüyoruz. Daha fazla ücret almak için mecburen hızlı gitmek zorunda olan bu arkadaşlar maalesef hayatlarını tehlikeye atarak çalışmaktadırlar.
    Moto kuryelerle ilgili bir an önce düzenleme yapılmalı ve insan hayatının daha önemli olduğu bir çalışma sistemine geçilmelidir.

    Hoş Geldin Mourinho
    Galatasaray Spor Kulübünün ligi şampiyon olarak tamamlamasının ardından kulüplerin şimdiden yeni sezona dair planlamaları yavaş yavaş ortaya çıkmaya başladı. Bu anlamda en hızlı takım Fenerbahçe diyebiliriz. Belki yakın zamanda gerçekleştirilecek başkanlık yarışının da etkisiyle Fenerbahçe yeni sezon için bombayı erkenden patlattı. Kamuoyu aydınlatma platformuna (KAP) yapılan açıklamada Portekizli teknik adam Jose Mourinho ile görüşmelere başlandığını bildirdi.
    Jose Mourinho’nun kariyerinde 2 Şampiyonlar Ligi, 1 UEFA Avrupa Ligi, 1 UEFA Kupası, 1 UEFA Konferans Ligi, 3 Premier Lig, 2 Serie A, 1 La Liga, 2 Portekiz Ligi şampiyonluğu bulunuyor. Bunun yanı sıra yerel kupalarda toplam 14 şampiyonluk yaşadı. Jose Mourinho kariyerindeki toplam 27 kupayla tam bir kupa koleksiyoneri olarak bilinir.
    Şimdi yeni bir meydan okuma için Türkiye’de. Artık Avrupa’nın da gözü ülkemizde olacak. Taraftarı olmaya gerek yok, böyle büyük bir hoca ülkemize geliyorsa bize de hoş geldin demek düşer.

    Mutlu haftalar, keyifli okumalar.
    Selim GÜNAY

    Devamını Oku

    Pazartesi Notları

    Pazartesi Notları
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Kıymetli okuyucularım,

    Tercüman Gazetesinde sizlerle başladığımız bu serüvende sizlerin de desteği ve teveccühü ile 4. ayımızı tamamladık. Doğru bildiğimiz ne varsa onu kaleme aldık, bilgiyi teyit etmeden delilsiz hiçbir şey yazmadık.

    Maalesef ülkemizde her gün hatta her saat gündem değiştiği için haftada bir gün tek bir konu hakkında yazmak gündemden çok şey kaçırmak anlamına geliyor, oysa bizim görevimiz olabildiğince gündeme değinmek. Bu doğrultuda sizlerden de gelen talep üzerine köşemizde o haftanın önemli olaylarına dair kısa da olsa her birine değineceğiz.

    Artık her hafta “Pazartesi Notları” köşemizde daha zengin içeriklerle sizlerle birlikte olacağız.

    Sokak Hayvanları Ne Olacak?

    Ülkemizde son günlerde en çok tartışılan konuların başında hükümetin hazırlık aşamasında olduğu “Hayvanları Koruma Kanunu” geliyor. İçeriği henüz net olarak bilinmese de kulis bilgilerine göre hazırlanan kanun teklifinde sahipsiz sokak hayvanlarının toplanıp barınaklara götürülmesi ve belirli bir süre için sahiplenilmemeleri durumunda “uyutulmalarının” öngörüldüğü öne sürülüyor. Kanunun içeriği tam olarak bilinmese de söylentileri bile toplumu ikiye bölmeye yetti.

    Avrupa’da bu konuda ortak bir uygulama yok. Mesela Hollanda “Topla, Kısırlaştır, Aşıla ve Aldığın Yere Bırak” formülünü uygularken, İngiltere’de ise sokak hayvanları önce sahiplendirilmeye çalışılıyor, eğer bu mümkün olmuyorsa uyutuluyor. Yunanistan ise sokak hayvanlarını 3 ay boyunca sahiplendirmeye çalışmakta, daha sonra kısırlaştırıp aşısını yapıp bulunduğu yere geri bırakılıyor. Bu anlamda İsveç’te ise hayvanlar barınaklara alınarak ömürlerinin sonuna kadar orada bakılıyor.

    Peki ülkemizde durumlar nasıl dersek, maalesef bizde uygulanan bir sistem yok, kısaca sistemsizlik sistem olmuş. Sokak hayvanları sokaklarda küçücük çocuklara, yaşlı savunmasız insanlara saldırıp ölümlerine sebep olabiliyor.

    Ülkemizde bir kesimde Allah’ın verdiği canı Allah alır mantığı hâkim, yanlış da sayılmaz aslında. Evet ortada bir sokak hayvanları sorunu var ama bunun çözümü hayvanları uyutmak değildir. Her canlı normal şekilde can verene kadar hayatta kalma hakkına sahiptir.

    Burada uygulanacak çözüm ne insanların sokakta yürüyemez hale getiren sokak hayvanları olsun, neden bir başka canlının yaşamına son vermeye gerek olsun. Herkesin, her kesimin vicdanını rahatlatacak çözümler bulunsun

    Uzman Çavuşlar Yine Unutuldu!

    Türk Silahlı Kuvvetleri (TSK) Personel Kanunu’nda değişiklik ön gören kanun teklifi TBMM’ye sunuldu. 38 yıldır kadro bekleyen birçok kez de bu köşeden bizim de bizzat dile getirdiğimiz kadro sözü tutulmaması bir yana maalesef yeni kanun teklifi ile ilişik kesmeler daha kolay hale getirilip komutanların iki dudağının arasına bırakılmış durumda.

    Personeli nasıl kazanırız, motivasyonlarını nasıl daha da yükseğe çekeriz diye düşünmek yerine nasıl daha kolay meslekten atarız üzerine çalışılmış bir kanun teklifi gibi görünüyor.

    Yazık çok yazık!

    Kar, kış, sıcak soğuk demeden yurt içinde hendek, Sur, Cizre, Nusaybin yurtdışında Şah Fırat Operasyonu, Fırat Kalkanı, Zeytin Dalı Operasyonu/Afrin Harekâtı, Pençe Harekâtı, Barış Pınarı Harekâtı gibi botlarının tabanının değmediği yer kalmayan kahramanlarımızı kazanmak yerine yine kaybetmeye odaklanmışız.

    Bu kanun teklifi üzerinde çalışılırken;

    Acaba her şehit haberinde görmeye alıştığımız kerpiç duvarlı sıvasız evler gözümüzün önüne gelmedi mi?

    Ya da biz bu kahramanlara orduevi kapısında nöbet tutturuyoruz ama içeride kalmalarına izin neden vermiyoruz diye düşündünüz mü?

    45 yaşında işin bitti deyip zorla emekli edildiği için 3600 ek göstergeden faydalanamayan 120.000 uzman çavuş içinde bir şeyler yapalım demeyi aklınızdan geçirdiniz mi?

    Bu kahramanlar bu ülkede şehit olmaktan başka bir şey yapmadılar, gelin o kanun teklifini geri çekin, yeni düzenleme ile kadrolarını verin ve binlerce uzman çavuş ile helalleşin.

    Unutmayın vatan savunmasının sözleşmelisi olmaz!

    Tasarruf Tedbirleri

    Maliye Bakanı Mehmet ŞİMŞEK, bizzat Cumhurbaşkanının da desteğiyle kamuda büyük tasarruf tedbirlerini açıkladı. Maliye Bakanı açıkladı açıklamasına ama toplumda bu defa genel kanı bekle gör politikası. Yani insanlar artık daha bilinçli hemen balıklama atlamıyor. Görünüşe göre tasarruf tedbirleri en çok yine emekçi kesimi etkileyecek gibi duruyor. Çünkü ülkemizde her şeyden ilk ve en çok etkilenen kesim emekçi kesim. Mesela tasarruf tedbiri kapsamında polis lojmanlarının fiyatlarının çevredeki konut kiralarına endeksleneceği söylentileri dolaşıyor. Aslında polisin oturduğu lojmana sıra gelene kadar yapılacak çok şey var. Örneğin;

    Belediyeleri tabir-i caizse babalarının çiftliği gibi kullanan belediye başkanları var bu ülkede… Kızını, damadını işe alandan tutun ailesine makam arabası tahsis edene kadar…

    Peki ya özel hastaneler… Sosyal Güvenlik Kurumu (SGK) özel hastaneler yüzünden maalesef çok zor durumda. Her giden hastaya gerek olmadığı halde anjiyo yapan, en ufak rahatsızlıkta operasyon yapan hastanelere ödenen ciddi miktarlarda paralar var.

    Tasarruf yapmanın en temel yollarından biri 1996 yılında Başbakanlığını rahmetli Necmettin ERBAKAN’ın yaptığı Refah-Yol hükümetinin ekonomide uyguladığı havuz sistemidir.

    Havuz sistemi ile devlet 1 yılda 10 milyar dolar tasarruf yapmıştı. Peki neydi o dönem uygulanan havuz sistemi? Hazinede gelir ve gider bir havuzda toplanarak, kamu kurumlarının paraları kamu bankalarında toplanmış, krediye ihtiyacı olan kamu kurumları, kredi ihtiyacını kamu bankalarından karşılamıştır. Kamu paralarının, kamu bankalarında toplanmasını sağlayan bu sisteme bu yüzden “Havuz Sistemi” denilmiştir.

    Polislere 2. Şark Eziyeti

    Polis tayin yerleri açıklandı ve yine yüzlerce polis 2. kez şark görevine gönderiliyor. Oysaki yetkililerce basın ve yayın organlarında açıklamalar yapılmış 2. Şark hizmeti kaldırıldı denilerek müjde verilmişti.

    Yoğun iş temposuna bağlı psikolojik yorgunluk ve ekonomik anlamda enflasyon karşısında eriyen maaşlarının yanında bir de beklenmeyen 2. Şark görevi maalesef polisleri kara kara düşündürüyor.

    Umarım bu sene bu uygulama son olur önümüzdeki yıllarda bir daha uygulanmamak üzere resmen kaldırılır.

    Şampiyon Galatasaray

    2023-2024 futbol sezonunda Galatasaray Futbol Takımı sezonu şampiyon tamamladı. Bazı zamanlarda keşke biran evvel bitse dediğiniz olaylar vardır. Bu sene aynı şeyi futbol için söyledik. Futboldan çok Türkiye Futbol Federasyonu Başkanı, Yabancı hakemler, geçtiğimiz hafta Galatasaray ve Fenerbahçe arasında oynan maç sonrası yaşanılan olaylar, Galatasaray kulübünde başkanlık seçimi ve Fenerbahçe spor kulübünde yaklaşan başkanlık seçimi…maalesef futboldan çok bu olaylar konuşuldu. Galatasaray futbol takımı da bu olayların gölgesinde şampiyonluğa ulaştı.

    Galatasaray Futbol Takımını tebrik eder, önümüzdeki sezon istenmeyen kişilerin ve olayların futbolun içerisinde olmadığı bir lig temennisiyle.

    Keyifli okumalar, Mutlu haftalar.

    Selim GÜNAY

    Devamını Oku

    BİR ULUSUN YENİDEN DOĞUŞU: 19 MAYIS 1919

    BİR ULUSUN YENİDEN DOĞUŞU: 19 MAYIS 1919
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Her yıl 19 Mayıs’ta Gençlik ve Spor Bayramı olarak kutladığımız, sadece o günün önemine ithafen televizyon kanallarında yayınlanan belgeseller ve ana haberlerde yaklaşık 3-5 dakikalık görsel ve marşlarla geçiştirdiğimiz gün aslında bir destanın başlangıcıdır.

    Bu destan, Türk milletinin tarih bilincini güçlendiren ve gelecek nesillere aktaran önemli bir mirastır.

    Milli Mücadelenin Başlangıcı

    19 Mayıs 1919, Mustafa Kemal Atatürk’ün Samsun’a çıkarak Kurtuluş Savaşı’nı başlattığı tarihtir. Bu hareket, işgal altındaki Anadolu’da milli direnişin fitilini ateşlemiş ve bağımsızlık mücadelesinin ilk adımı olmuştur. Atatürk, İstanbul’dan ayrılarak Anadolu’ya geçip, halkın desteğiyle bağımsızlık için örgütlenmeye başlamıştır. Bağımsızlık mücadelesinde türlü senaryoların konuşulduğu, düşmanların akbaba gibi üzerimize çöktüğü bir anda sarı saçlı mavi gözlü dev bir adamın nasıl da bir halkın umudu olduğunun adıdır 19 Mayıs 1919.

    Mustafa Kemal Atatürk’ün Samsun’a çıkışı, Türk Kurtuluş Savaşı’nın fiilen başladığı gün ve Osmanlı İmparatorluğu’nun I. Dünya Savaşı sonrası yaşadığı işgal ve dağılma sürecine karşı başlatılan direnişin ilk adımıdır. Atatürk, Samsun’a çıkarak Anadolu’da milli bir direniş hareketi organize etmeye başlamış ve milletin bağımsızlık umutlarını yeniden canlandırmıştır.

    Milli Birlik ve Beraberlik

    Bu tarih, Türk milletinin birlik ve beraberlik ruhunu canlandıran önemli bir simgedir. Mustafa Kemal’in Samsun’a çıkışı, işgallere karşı ortak bir direnişin örgütlenmesi ve milletin tek yürek halinde hareket etmesi açısından kritik bir adım olmuştur. Anadolu’nun dört bir yanından gelen destekle milli mücadele güçlenmiş ve bütün millet işgale karşı kenetlenmiştir.

    Liderlik ve Önderlik:

    Mustafa Kemal Atatürk, 19 Mayıs’ta Samsun’a çıkarak liderlik rolünü üstlenmiş ve milli mücadelenin önderi olarak halkın güvenini kazanmıştır. Onun kararlı ve vizyoner liderliği, Kurtuluş Savaşı’nın başarıya ulaşmasında büyük rol oynamıştır. Atatürk, bağımsızlık ve egemenlik mücadelesini planlı bir şekilde yürütmüş ve halkı bu hedefler doğrultusunda seferber etmiştir.

    Örgütlenme ve Stratejik Adımlar

    Samsun’a çıktıktan sonra, Mustafa Kemal Atatürk, Amasya Genelgesi’ni yayınlayarak milli mücadelenin amacını ve yöntemini belirlemiştir. Amasya Genelgesi ile milletin bağımsızlığını kazanması için yapılması gerekenler açıklanmış ve milletin kendi kaderini tayin etme iradesi vurgulanmıştır. Ardından Erzurum ve Sivas Kongreleri ile milli mücadeleye geniş katılım sağlanmış ve stratejik adımlar atılmıştır.

    Mustafa Kemal’in Samsun’a çıkışı, Amasya Genelgesi, Erzurum ve Sivas Kongreleri gibi kritik adımlar atılmasına vesile olmuş ve milletin kendi kaderini tayin etme iradesini pekiştirmiştir.

    Halkın Katılımı ve Destek

    19 Mayıs, Türk milletinin bağımsızlık ve özgürlük mücadelesine topyekûn katılımını simgeler. Mustafa Kemal’in Samsun’a çıkışı, halkın desteğiyle büyüyen bir direniş hareketine dönüşmüş ve milletin özgürlük mücadelesine olan inancını pekiştirmiştir. Halk, işgallere karşı mücadeleye aktif olarak katılmış ve milli mücadelenin başarısında önemli rol oynamıştır.

    19 Mayıs, Türk milletinin birlik ve beraberlik ruhunu simgeleyen, işgaller altında bulunan Anadolu’nun dört bir yanındaki halkın, Mustafa Kemal’in çağrısıyla birleşmesi ve ortak bir hedef doğrultusunda kenetlenmesinin adımıdır. Bu kenetlenme Kurtuluş Savaşı’nın başarısında büyük rol oynamıştır.

    Cumhuriyetin Temellerinin Atılması

    19 Mayıs 1919, sadece bir askerî harekâtın başlangıcı değil, aynı zamanda modern Türkiye Cumhuriyeti’nin temellerinin atıldığı sürecin de başlangıcıdır. Kurtuluş Savaşı’nın başarıya ulaşmasıyla, Osmanlı İmparatorluğu’nun yerine, halk egemenliğine dayanan, laik ve demokratik bir devlet yapısı kurulmuştur. 29 Ekim 1923’te Cumhuriyet’in ilan edilmesiyle bu süreç tamamlanmıştır.

    Gençliğe Verilen Önem

    Atatürk, 19 Mayıs’ı Türk gençliğine armağan etmiş ve bugünü “Gençlik ve Spor Bayramı” olarak ilan etmiştir. Bu durum, gençlerin Cumhuriyet’in teminatı olduğunu ve ülkenin geleceğinin genç nesillerin elinde şekilleneceğini vurgulamaktadır. Atatürk’ün “Bütün ümidim gençliktedir” sözü, gençliğe duyduğu güveni ve onların Cumhuriyet’i koruma ve ileriye taşıma görevini üstlenmeleri gerektiğini ifade eder.

    Sonuç olarak, 19 Mayıs 1919, Türk milletinin bağımsızlık ve özgürlük mücadelesinin başlangıcı, milli mücadelenin lideri Mustafa Kemal Atatürk’ün öncülüğünde atılan adımların sembolüdür. Bu tarih, Türk gençliğine duyulan güvenin, milli birlik ve beraberliğin, modern Türkiye’nin temellerinin atıldığı bir gün olarak hafızalara kazınmıştır. 19 Mayıs, Türk milletinin bağımsızlık meşalesinin yandığı ve karanlık günlerden aydınlığa doğru atılan cesur bir adımdır.

    19 Mayıs 1919 tarihini sadece bayram olarak kutlamak değil özünü ve ruhunu da anlamak gerek. Nereden nereye nasıl geldik ve sarı saçlı mavi gözlü bir kahramanın bir ulusun kaderini nasıl değiştirdiğini idrak ederek neden vatanımıza, bayrağımıza ve toprağımıza sahip çıkmamız gerektiğinin en iyi kanıtıdır 19 Mayıs 1919!

    Keyifli okumalar, mutlu haftalar.

    Selim GÜNAY

    Devamını Oku

    TOPLUMSAL ŞİDDET !

    TOPLUMSAL ŞİDDET !
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Her gün haber başlıklarında, sosyal medyada veya kendi yaşadığımız çevrede şiddetin izlerine rastlamak artık alışılmış bir durum haline geldi. Gün geçmiyor ki içimiz yanmasın, canımızı acıtan yeni bir haberle uyanmayalım güne. Peki ne oldu da biz bu hale geldik.

    Kamu hizmeti gören, eşinden ailesinden daha çok işyerinde vakit geçirerek mesleğini icra edenler maalesef kendilerini güvende hissetmiyor.

    Sağlık çalışanı hasta yakınından çekiniyor, öğretmen veliden, kadın eski nişanlısından, kocasından çekiniyor. Son dönemlerde artan şiddet olayları aslında ne demek istediğimizi açıkça ortaya koyuyor.

    Mesela sağlık çalışanları,başımız ağrısa ilk başvurduğumuz kişiler maalesef son dönemlerde mutsuz ve umutsuz. Yurtdışına gidenler gitti ama ya gidemeyip kalanlar ne halde. Özelikle pandemi döneminde kendi evine günlerce gidemeyen, ailesinden ve çocuklarından daha fazla hastanelerde bizlerle birlikte kalan bu meslek grubu mükâfatlarını maalesef canlarıyla aldılar.

    Çok uzaklara gitmeye gerek yok, Temmuz 2022 tarihinde Konya Şehir hastanesinde hasta yakını tarafından öldürülen Doktor Ekrem KARAKAYA’yı hala unutmadık.

    Şimdi düşünün üniversite sınavına gireceksiniz, en yüksek puanları alarak tıp fakültesine yerleşip 6 yıl eğitim alacaksınız. Üstüne uzmanlık eğitimi alarak vatana millete hizmet edeceksiniz, sonra da bir hasta yakını gelip gözünü kırpmadan 23 yıllık tecrübeli bir kardiyoloji uzmanını öldürebilecek, akıl alır gibi değil.

    Şiddet sadece sağlık çalışanlarıyla sınırlı değil. Şiddet konusunda karnemizin zayıf olduğu bir başka konu kadına yönelik şiddet. Ya eski sevgilisinin kıskançlık krizi ya nişanlısının ayrılmayı reddetmesi ya da eski kocanın beni nasıl boşarsın psikolojisi ile şiddete uğrayan ve birçoğunda sonu ölümle biten olaylar.

    Çok fazla uzaklara gitmeye gerek yok, Daha dün, 12 Mayıs’ta anneler gününde Elazığ’da 8 gündür kayıp olan bir çocuk annesi kadın, toprağa gömülü halde bulundu.

    Sağlık çalışanına şiddet, kadına şiddet derken son zamanlarda öğretmenlere uygulanan şiddette gözle görülür bir artış var. Okul duvarlarının içinde, eğitim kurumlarının koridorlarında, öğrencilerin ve eğitimcilerin bulunduğu mekânlarda öğretmenlere yönelik şiddet vakaları artık sıradan hale gelmeye başladı. Bu alarm verici durum, sadece bireylerin güvenliğini tehlikeye atmıyor, aynı zamanda toplumun eğitim ve değerler sistemine de zarar veriyor.

    İstanbul Eyüpsultan’da 16 yaşındaki lise öğrencisi Y.K., 5 ay önce atıldığı okulun müdürünü odasında tabancayla vurarak katletti. Tüm Türkiye ayağa kalktı ve bu vahşete tepki gösterdi.

    Aslında burada katledilen bir öğretmen değil bir ülkenin geleceğiydi. Toplumsal fiziksel şiddet, sadece bireyleri değil, aynı zamanda toplumun bütününü etkileyen bir sorundur. Ancak bu sorunla mücadele etmek için umutsuzluğa kapılmak yerine, birlikte çalışarak ve dayanışma içinde hareket ederek çözümler üretebiliriz. Adalet, eşitlik ve saygı temelinde bir toplumun inşası için hepimizin üzerimize düşen sorumlulukları yerine getirmesi gerekmektedir.

    Her olaya aşırı tepki veren bir toplum olduk maalesef.  Trafikte yol vermedi diye birbirini öldüren şoför, aşkına cevap vermedi diye gencecik kızları gözünü kırpmadan vuran adamlar, takımı yenildi diye futbolcu döven taraftar… bu ve bunun gibi niceleri.

    Çözüm için gelin hep beraber şiddet olaylarını nasıl önleriz ona kafa yoralım biraz. Bırakalım çocuklarımızın 20 sene sonra ne olacağını tartışmayı, şimdiye odaklanalım. Henüz vakit geçmeden evlatlarımıza trafikte yol vermesi gerektiğini, insanlara ve farklı fikirlere saygı duyması gerektiğini öğretelim önce. Unutmayalım sağlıkçılarımızı, kadınlarımızı, öğretmenlerimizi ve masum insanları öldüren şahıslar çok uzaklardan gelmiyor, senin komşun, benim mahalle arkadaşım, bir başkasının sınıf arkadaşı

    Bir parantez de cezai yaptırım konusuna açmak gerek sanırım. Bu insanlar acaba cezaları yeterince caydırıcı mı bulmuyorlar, polis bıçaklayan şahıs adli kontrol şartıyla serbest kalıyor, insanların canına kastedenler dışarda rahat rahat gezebiliyor.

    Aslında yazılacak o kadar şey var ki maalesef kelimeler boğazına düğümleniyor insanın.

    Kadının, öğretmenin, sağlıkçının, insanın öldürülmediği bir hafta geçirmeniz dileğiyle.

    Selim GÜNAY

    Devamını Oku

    ADALET(SİZ)- LİYAKAT(SİZ)-MÜLAKAT

    ADALET(SİZ)- LİYAKAT(SİZ)-MÜLAKAT
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Ülkemizde son günlerde üzerinde en çok tartışılan konuların başında kamuda personel alımında yapılan mülakatlar geliyor. Bakanlıkların, kurumların adı değişse de değişmeyen şey yaşanılan mağduriyetler ve insanların emeklerinin ellerinden alındığı hissi ile kurumlara olan güvenlerinin azalması. Ellerinde yazılı sınav sonuçları ve mülakat sonuçları ile mağduriyetlerini anlatmaya çalışan yüzlerce insan, zaman zaman yazılı ve görsel medya aracılığı ile seslerinin duyurmaya çalışıyor. Aslında işin en acı tarafı hiçbir mülakatın adil olunacağına dair güvenin olmaması. Adalet ve mülakat ilişkisinin bir türlü zihinlere oturtulamaması.

    Adalet- Mülakat İlişkisi

    Bu kadar gündeme gelen mülakat ile ilgili iddialara geçmeden önce mülakatlar ile doğrudan bağlantılı olan adalet kavramına değinmek istiyorum.

    Mesela, Türk Dil Kurumunda (TDK) adalet “Herkese kendine uygun düşeni, kendi hakkı olanı verme” şeklinde tanımlanırken,

    İslam dininde adalet Nisa suresi 58. Ayette “Allah size, emanetleri mutlaka ehline vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adaletle hükmetmenizi emreder”

    Yahudilikte adalet “Âdil ve doğru olanı koruyup yerine getirin”

    Hristiyanlıkta adalet ise “Tanrı’nın gözünde doğru olanı yapmak ve bunu yaparken taraf tutmamak” demektir.

    Bu tanımlamalardan da görüleceği üzere adalet kavramı evrenseldir. İnsanlığın varoluşundan beri üzerinde en çok durulan konuların başında gelen adalet ile ilgili dinler tarihi, felsefe tarihi, devletler tarihi nereye bakarsanız bakın adaletin en temel tanımı kişiye hakkı olanı vermedir. Aslında adaletin mülakat ile olan serüveni de burada başlıyor. İnsanların en çok dert yandığı, en çok haksızlığa uğradığını belirttiği nokta. Şimdi gelin adalet kavramını tanımladıktan sonra bir de ülkemizdeki sınavlar ve mülakat serüvenine bakalım.

    Türkiye’de Sınavlar ve Mülakat

    Rahmetli Bülent Ecevit’in Başbakanlığı döneminde kamuya alınan memurların belli bir sistematiğe oturması ve alımlarda o zamanki adıyla torpil şimdiki adıyla referansın önüne geçmek amacıyla bir çalışma yapılmış ve Devlet Memurluğu Sınavı (DMS) getirilmişti. Hatta dönemin Devlet Personel Başkanlığı’ndan sorumlu Devlet Bakanı Hikmet Sami Türk, “Sınavın amacı devlet memurluğuna gerekli formasyona sahip olan kimseyi almaktır. En iyisini almak, en liyakatlisini” diye özellikle de açıklama yapmıştı. 1999 ve 2000 yılında da iki kez bu sınav uygulandı, daha sonra 2001 yılında Kurumlar için Merkezi Eleme Sistemi (KMS), 2002’den beri de Kamu Personeli Seçme Sınavı (KPSS) adıyla bu sınavlar uygulanmaktadır.

    Geçmişten günümüze uygulanan sınavlar beraberinde mülakat sistemini de getirdi. Mesela Millî Eğitim Bakanlığı’nda (MEB) 2016’da çıkarılan Milli Eğitim Teşkilat Kanunu’nu düzenleyen kanun hükmünde kararnameye göre; öğretmen alımlarında sözlü sınav uygulaması getirildi. 2016’da kurulan sisteme göre KPSS’de belli puan barajını geçen adayların 3 katı aday mülakata çağrılıyor.

    Sadece Millî Eğitim Bakanlığında değil tüm bakanlıklarda hemen hemen her sınıf ve unvanda personel alımında mülakat sistemi uygulanmaktadır.

    Adalet ve Mülakattan bahsettik peki ya liyakat gelin şimdi liyakat ne durumda gelin mülakatlara hep birlikte göz atalım.

    Türkiye’de Mülakatta Liyakat

    Yazımızın başında özellikle belirtmiştik son dönemlerde kamu kurumlarına alımlarda yapılan mülakatlar ile ilgili ciddi iddialar ortalarda dolaşmakta. Aslında Sayın Cumhurbaşkanı seçimler öncesinde özel statülü memurluklar hariç mülakatların kaldırılacağını duyurmuştu fakat şu ana kadar mülakatlar kaldırılmadı tam tersine Millî Eğitim Bakanı geçtiğimiz günlerde ısrarla mülakatın uygulanacağını belirtti.

    Önceki yıllarda öğretmen alımlarında KPSS’de  91,5 puan alan ama mülakatta 51 puan verilen, 92,7 puan alan ama mülakatta 58 puan verilerek ataması yapılmayan hatta içlerinde Türkiye birincisi ve doktora yapıyor olmasına rağmen elenenler olduğunu hep beraber açık kaynaklardan duymuştuk. Hatta bir kişilik kontenjanda Türkiye birincisi olan aday da 55 puan verilerek elenmesi de gündemde yerini almıştı.

    Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı, Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı, Sağlık Bakanlığı gibi belli bir kurum kültürünün olduğu, kurumsal yapının önem arz ettiği pozisyonlara farklı alanlardan ve kuruma yabancı kişilerin atandığı şeklinde bilgiler gündeme gelmektedir.

    En son Emniyet Genel Müdürlüğünün yapmış olduğu kurum içi Yardımcı Hizmetler Sınıfından (YHS), Genel İdare Hizmetleri Sınıfına (GİH) geçişte yapılan görevde yükselme sınavı sonrası yapılan yazılı sınavda yüksek puan alan ancak mülakatta düşük puan verilerek elendiklerini ifade eden azımsanmayacak kadar aday mevcut. Yazılı sınavdan 90 üzeri puan alıp sözlüden 60 aldığını belirterek mülakatta haksızlığa uğradıklarını ve yasal haklarını arayacaklarını belirten onlarca aday seslerini duyurmaya çalışıyor.

    Üniversitelerde de durumlar çok da farkı değil. Zaman zaman yüksek lisans, doktora ve araştırma görevlisi alımlarında rektör kızı/oğlu, dekan yeğeni gibi pek çok haberler çıkmakta hatta en son sırada bulunan aday mülakat puanı ile en öne geçtiği haberlerini duyuyoruz, bu alımların birçoğunda maalesef mahkemelik oluyor ve iptal ediliyor. Geleceğin bilim insanı olacak ve bilim insanı yetiştirecek pozisyonda olan kişilerin akraba kadrosundan değil liyakatli kişiler arasından seçilmesi ülkemizin geleceği adına önem arz etmektedir.

    Peki Ya Çözüm?

    Öncelikle çözüm sayın Cumhurbaşkanının özellikle kaldırılacağını belirttiği mülakatlar, devletin güvenliğinin ön planda olduğu istihbarat, Polis Teşkilatı, Türk Silahlı Kuvvetler (TSK) ve üst düzey atamalar haricinde kalan tüm sınıflarda kaldırılmalıdır.

    Mülakatların kaldırılması aslında tüm kamu kurumlarının elini rahatlatacak bu sayede hiç kimse ve hiçbir kurum töhmet altında kalmayacaktır.

    Merkezi sınavlar yine uygulanmaya devam etsin ve etmeli de bu konuda kimsenin itirazı yok. Sınav sonuçlarına göre herhangi bir şaibe olmadan herkesin aldığı puana göre kendi geleceğini daha doğru tabirle kendi kaderini kendisinin çizeceği bir sisteme dönülmelidir. Kamuda uygulanan mülakatlar maalesef liyakati dikkate almadan yapılmakta eş, dost, akraba ya da kendi sendikalarından olup olmadığına göre karar verilmektedir. Yapılan mülakatlar kamera ile kayda alınmadan yapıldığı için mülakat mağdurları dava açtıklarında ellerinde somut bir veri bulunmamaktadır.

    %92’si Müslüman olan, her Cuma binlerce Cuma mesajının atıldığı güzel ülkemde kul hakkı yemenin ne kadar sakıncalı olduğunu bilmeyenimiz yoktur ama sadece bilerek kalmayalım uygulamalarımızda da en azından tüm dinlerin evrensel ilkesi olan adalet kavramına da dikkat edelim. Unutmayalım ki adalet bir gün hepimize lazım olabilir.

    Umarım Sayın Cumhurbaşkanı zaten karşı olduğu ve kaldırılacağı sözünü verdiği mülakat konusuna biran evvel noktayı koyar ve mülakatlar bir daha geri gelmemek üzere tarihin sayfalarına gömülür gider.

    Sevgi ve saygılarımla

    Keyifli okumalar, mutlu haftalar.

    Selim GÜNAY

    Devamını Oku

    KAMU MÜHENDİSLERİ ÇÖZÜM BEKLİYOR!

    KAMU MÜHENDİSLERİ ÇÖZÜM BEKLİYOR!
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Son yıllarda ülkemizden Avrupa ülkelerine gerçekleşen beyin göçünden en fazla nasibini alan meslek grubu hepimizin bildiği doktorlar ve sağlık çalışanlarından oluşmaktaydı. Fakat şimdilerde mühendislerde de yavaş yavaş Avrupa planları yapılmaya, daha önce giden eşe dosta haber salınmaya başlanmış. Şimdilik özel sektörde böyle bir beyin göçü var henüz kamu mühendislerinde bu durum çok fazla gözlemlenmiyor fakat memnuniyetsizliklerin ve beklentilerin gerçekleşmemesi durumunda bu durum kamu mühendislerine de sirayet ederse işte o zaman sıkıntı büyük demektir. Bazı meslekler vardır öyle hemen kolayca yetiştiremezsiniz, bu durumu doktorlarda gördük maalesef. Bugün aile hekimliklerinde yabancı doktorların ismini çokça görür olduysak bunun ana nedeni elimizdeki yetişmiş, devletin bizzat yıllarca emek verip yetiştirdiği doktorların yurtdışına gidişlerine engel olamamamızdır. Daha sonradan özlük haklarında birtakım iyileştirmeler yapıldı ama maalesef gidenler çoktan düzenini kurmuştu, gidenlere çare olmadı ama kalanlarda da durum şimdilik belirsiz.

    Tarımdan Ormana, Çevreden Madene, Gıdadan Sağlığa, Ulaşımdan Enerjiye, Sanayiye ve Bilişimden Uzay Bilimlerine kadar ayağımızı bastığımız topraktan gökyüzüne uzanan evren de her alanda dokunuşlarını, eserlerini gördüğümüz mühendisler toplumların gelişiminde ve yaşam kalitesinin artmasında önemli ve kilit rol oynayan meslek grubunun başında gelmektedir.

    Bilgi, beceri ve yaratıcılığı kullanarak problemleri çözen Mühendislik bilimi,

    Teknolojik ilerlemenin ana itici gücüdür.

    Altyapının planlanması, tasarlanması ve inşası süreçlerinde kilit rol üstlenir,

    Sürekli olarak yeni ve yenilikçi çözümler üretme sürecidir.

    Doğal kaynakların etkin ve sürdürülebilir bir şekilde kullanılmasını sağlar.

    Ekonomik büyüme ve kalkınmanın önemli bir itici gücüdür.

    Toplumun yaşam kalitesini artırırken, aynı zamanda insanların güvenliğini ve refahını korur.

    Sağlık teknolojileri, yapısal güvenlik, gıda güvenliği gibi alanlarda insan hayatını doğrudan etkiler. Tüm bu nedenlerden dolayı, mühendislik disiplini, çağımızın karmaşık sorunlarını çözmek ve gelecek nesiller için daha iyi bir dünya inşa etmek için kritik bir öneme sahiptir.

    Peki günlük yaşamımızda ve geleceğimizde bu kadar öneme sahip mühendislik mesleğini icra eden mühendislerin talepleri neler, bugüne kadar neler yapıldı?

    Mühendisler güncel bir mühendislik meslek kanunu istiyorlar, yeni bir meslek kanunu ile ek göstergeden, özlük haklarına, tazminattan emeklilik sonrasına dair şartların iyileştirilmesi talepleri var. Üretim ve denetlemede önemli görevler üstlenen kamu mühendislerinin şartlarının düzenlenmesi motivasyonlarını arttıracağından aslında bir nevi kamuda yapılan iş ve işlemlerin de kalitesinin artmasına doğrudan olumlu anlamda etkisi olacaktır.

    İş sağlığı ve güvenliği uzmanlığı kamuda kendi personel kaynağından karşılanmaktadır. Yani devlet dışardan bir alıma ihtiyaç duymadan kendi kurumlarında iş sağlığı ve güvenliğini ihtiyacını karşılayarak bir nevii tasarruf da yapmış olmaktadır. Bu anlamda da mühendislerin devlete olan başka bir katkısını da göz önünde bulundurmak gerek.

    Şubat ayında Ankara’da gerçekleştirilen ve Ulaştırma ve Altyapı Bakanı Abdulkadir URALOĞLU’nun da bizzat katıldığı bir çalıştay gerçekleştirildi ve çalıştay sonunda bir rapor hazırlanacağı duyuruldu.

    Yeniden Refah partisi Genel Başkanı Fatih ERBAKAN tarafından bizzat kanun teklifi meclise sunuldu.

    Birçok bakan kamu mühendislerinin sorunları ile bizzat ilgileneceklerini haber kanallarında müjde gibi duyurdu ama düzenleme bir türlü gerçekleşmedi.

    İşin ilginç tarafı nicelik olarak en fazla sayıya sahip sendika bu işi neden çözemedi? Aslında çözemedi den ziyade çözme konusunda ne kadar samimi bence tartışılması gereken asıl konu o, samimiyet ve istemek.

    Bahse konu düzenlemeler gerçekleşmezse maalesef İş Olanakları, Çalışma Koşulları ve Haklar, Kültürel ve Yaşam Kalitesi, İnovasyon ve Ar-Ge Olanakları gibi faktörlerin kombinasyonu, mühendislerin Avrupa’ya göç etme kararını etkileyebilir ve bu ülkelerde yaşamak ve çalışmak için cazip bir seçenek haline getirebilir.

    Bugün Ulaştırma Bakanlığı’nın yaptığı metro ve köprü gibi devasa projelerde bizzat görev alan ve denetleme mekanizması görevi yapan inşaat mühendislerimiz var,

    Dijital dönüşüm anlamında birçok Avrupa ülkesi tarafından gıpta ile bakılan ve tüm hizmetlere tek tıkla ulaşabildiğimiz E-Devlet gibi bir hizmeti ayağımıza getiren bilgisayar yazılım mühendislerimiz var,

    Yollarda artık sık sık gördüğümüz TOGG diye yerli ve milli bir arabamız var ve arkasında yüzlerce elektrik, elektronik mekatronik ve otomotiv Türk mühendislerimiz var,

    En son yaşadığımız yüzyılın felaketi 6 Şubat depreminde binlerce bina yıkılırken yıkılmayan binalarda sağlamlığı ile gurur duyduğumuz inşaat mühendislerimiz ve mimarlarımız var,

    Bu liste uzar gider daha nice gurur duyacağımız onlarca mühendislik bölümlerimiz ve mühendislerimiz var. Kamuda yaklaşık 100 bin mühendis, mimar ve şehir plancısı personel var, gelin ikinci doktorlar vakasını yaşamayalım el birliği ile ne yapılması gerekiyorsa yapalım ve yerli ve milli mühendisler bırakalım ülkesine hizmet etsinler

    Keyifli okumalar

    Selim GÜNAY.

    Devamını Oku

    TÜRKİYE’DE EMEKLİ OLMAK VE SOSYAL ADALET(SİZLİK)

    TÜRKİYE’DE EMEKLİ OLMAK VE SOSYAL ADALET(SİZLİK)
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Son dönemlerde ülkemizde özellikle ekonomik anlamda yaşanan ve yüksek enflasyon neticesinde ortaya çıkan hayat pahalılığı tekrardan gelir adaletsizliği kavramını gündeme getirdi. Ortaya çıkan bu ekonomik olumsuzluktan ve gelir adaletsizliğinden en çok etkilenen kitle ise sayıları 16 milyonu bulan emekliler.

    Küresel ölçekte krizin olduğu gerçeğini göz ardı etmemekle birlikte, bu krize verilen reaksiyon anlamında uygulanan metot belki de emekliyi daha zor bir duruma soktu. Özellikle çalışanlara verilen seyyanen zammın emeklilere yansıtılmaması çalışan ve emekli arasında gelir makasının açılmasına neden olmuş, emekli maalesef zor durumda kalmış, amiyane tabirle emekli Survivor hayatı sürmeye başlamıştır.

    Ekonomi konusunda herkes bir yorumda bulunuyor. Çağımızın hastalığı bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olmak sanırım. Karşısındaki konuşurken dinlemekten ziyade bitse de sıra bana gelse diye bekleyen bir toplum olduk maalesef. Hal böyle olunca ağzı olan konuşuyor timsali herkes bir yorumda bulunuyor. Sabah kuşağı programlarında kim kiminle, akşam neredeymiş kiminleymiş diye dedikodunun dibine vurup, öğleden sonra ekonomi kanallarında enflasyonu yorumlayan, akşam haber programlarında ise kışladan ayağını içeriye atmamış insanların İsrail Filistin savaşında yapılması gerekenlere dair taktikler verdiği bir ülke olduk. Herkesin ekonomist olduğu ve her şeyi bildiği ve her şeye yorum yaptığı bir ülkede naçizane doktora düzeyinde sosyal adalet alanında çalışma yapan biri olarak benim de herhâlde birkaç kelam etme hakkım vardır.

    20. yüzyılın siyaset felsefesi alanında hazırlanmış en önemli yapıtı olarak kabul edilen ve bir döneme damga vuran “bir adalet teorisi’’ isimli kitabın yazarı Amerikalı Filozof John Rawls‟a göre adalet, toplumsal yapının temelidir. Özellikle sosyo-ekonomik anlamda çalışmalara ve fikirlere vurgu yapan Rawls’a göre sosyal ve ekonomik eşitsizlikler bertaraf edilmeli ve sosyal ve ekonomik olanakları en dezavantajlı kesimlerin yararına olacak şekilde düzenlenmeli diyerek aslında olaya noktayı koymuş. Sanırım burada can alıcı cümle sosyal ve ekonomik olanaklar en dezavantajlı kesimlerin yararına olacak şekilde düzenlenmelidir kısmı.

    Halihazırda ülkemizde en dezavantajlı kesim emekliler, buna rağmen seyyanen zam ile emeklileri kapsam dışı bırakırsanız John Rawls’ın bundan 33 yıl önce, 1971 yılında vurgu yaptığı ve desteklenmeli dediği dezavantajlı kitleyi yani emeklileri göz ardı etmiş olursunuz.

    Bugün en düşük SGK emeklisi maaşı 10.000 TL, Hz Ali’nin bana bir harf öğretenin kırk yıl kölesi olurum diyerek önemine vurgu yaptığı 32 yıl ülkenin aydınlık yarınlara ulaşması için çabalayan emekli bir öğretmen maaşı 24.000 TL, 30 yıl gece gündüz demeden bu vatanın güvenliği ve asayişi için çalışan bir polis emeklisi 23.000 TL, 34 yıl bir fiil sağlık hizmetlerinde hizmet veren, pandemide önemini bir kez daha anladığımız emekli bir hemşire maaşı ise 25.000 TL’dir.

    Yıllarca dağ taş demeden ailesinden ayrı vatan mücadelesinde en ön saflarda bulunan uzman çavuşların en fazla emekli maaş alanı 23.000 TL alıyor, ama birde 6000 sayılı kanunla 45 yaşında zorla emekli edilenler var onlar maalesef o kadar da almıyor 17.000-19.000 TL arası emekli maaşı alıyor.

    Daha vahim bir örnek verelim mesela tamı tamına 45 yıl akademisyenlik yapmış, 45 yılın bir fiil 20 yılı profesörlükte geçmiş, onlarca makale ve kitap yazmış, binlerce öğrenci yetiştirmiş bir profesör son zamlarla 52.000 TL emekli maaşı alıyor, özgeçmiş ve kariyere baktığınızda Avrupa’da bu kadar donanımlı bir emekli akademisyenin özlük haklarına bakarsanız durumun vahametini daha iyi anlarsınız.

    Et Balık Kurumunun önündeki kuyruk her gün biraz daha fazlalaşıyorsa, burada bir sorun var demektir. Devlet her bir bireyin asgari bir yaşam standardını sağlamalı, korumalı ve sosyal refahını sağlamalıdır. Unutmayalım ki bu ülkede yaklaşık 16 milyon emekli var ve emeklileri ekonomik olarak desteklemek sadece onların bireysel refahını artırmakla kalmaz, aynı zamanda toplumun genel refahına ve istikrarına da katkıda bulunarak toplumsal adalet ve dayanışmanın önünü açmış olur.

    Sayın Cumhurbaşkanı 2024 yılı emekliler yılı olacak diye bir açıklamada bulunmuştu, son dönemlerde bu açıklamaya istinaden milyonlarca emekli genel bir iyileştirme beklemektedir, hep beraber bekleyip göreceğiz.

    Keyifli okumalar, mutlu haftalar.

    Selim GÜNAY

    Devamını Oku

    EMNİYET TEŞKİLATI 179 YAŞINDA

    EMNİYET TEŞKİLATI 179 YAŞINDA
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    10 Nisan 1845 yılında kurulan ülkemizin güzide kurumlarından Emniyet Teşkilatı 179. yıl dönümünü kutluyor. Yazıma başlamadan önce vatan için canlarını feda eden şehitlerimizi minnetle anar, gazilerimize şükranlarımızı sunarım. Polis bayramı, polis haftası gibi tanımlamalarla karşımıza çıkan bu önemli gün aslında Emniyet Teşkilatında bariyer taşıyan işçisinden en tepede bulunan Emniyet Genel Müdürüne kadar her sınıf ve rütbeden emeği geçen tüm personeli kapsayan bir haftadır.

    Emniyet Genel Müdürlüğünde (EGM) Emniyet Hizmetleri Sınıfı (EHS), işçi, Yardımcı Hizmetler Sınıfı (YHS), Teknik Hizmetler Sınıfı (THS), Genel İdare Hizmetleri Sınıfı (GİH), gibi birçok sınıftan yaklaşık 330.000 personel görev yapmaktadır. Bu kadar büyük bir aile olmak büyük sorumlulukları ve sorunları da beraberinde getirmektedir elbette.

    İcra ettiği görev icabı her dönem göz önünde olan, zaman zaman büyük övgüler alırken zaman zaman da eleştirilerin odağında olan Emniyet Teşkilatı dünyada birçok polis teşkilatına eğitimler veren özellikle de Terörler Mücadele, Kriminal ve Siber Suçlarla Mücadele branşlarında birçok polis teşkilatının referans aldığı bir birimdir.

    Peki bu kadar başarılı bir teşkilatta yapılması gereken hiçbir şey yok mu? Personelin hiç mi talebi yok? Elbette var, şimdi sırayla kimseyi eleştirmeden, kırmadan dökmeden, ama gerçekleri de ortaya koyarak kısa kısa EGM bünyesinde görev yapan her sınıf ve rütbeden personelin taleplerine bir göz atalım.

    Yardımcı Hizmetler Sınıfı (YHS)

    Emniyet Teşkilatında sayıları yaklaşık 4600 civarı olan YHS sınıfı personel var. 1965 yılında yürürlüğe giren Devlet Memurları Kanunu’na tabii YHS personelinin birçoğu artık kanunun ilk çıktığı dönemler gibi kanunda tanımlanan haliyle vasıfsız değil, tam tersine birçoğu meslekten önce veya meslek içerisinde üniversite okumuş ve belirli bir teknik bilgisi olan personelden oluşmaktadır. Kamuda sayıları 110.000 olan bu hizmet sınıfı personel 2019 yılında Cumhurbaşkanlığı kararnamesi ile GİH sınıfına aktarılan mübaşirler gibi sınıf aktarımı istemektedir, eğer halihazırda bu mümkün değilse en azından EGM kendi içerisinde daha fazla unvan değişikliği sınavı açarak ve kontenjanları yüksek tutarak kendi personelinden daha verimli faydalanması sağlanabilir.

    Genel İdare Hizmetleri Sınıfı (GİH)

    EGM’de maalesef diğer bir sorun, yan yana çalışan aynı hizmet sınıfında olan 2 personelin birinin 3600 ek göstergeden faydalanırken diğerinin faydalanamaması. 1993 yılında yapılan alımla GİH sınıfında istihdam edilen, birçoğunun üniversite mezunu olduğu, içlerinde o dönemlerde puanları TIP Fakültesi ile yarışan Orman Mühendisliği gibi teknik fakültelerden mezun olan birçok personel halihazırda 3600 ek göstergeden faydalanamaz iken yan masasında 10 yıllık polis memurluğundan sonra sağlık ya da eş durumu gibi sebeplerle GİH sınıfına aktarılan personel bu ek gösterge hakkından faydalanabilmektedir. Yine aynı şekilde sivil memur olarak kritik şubelerde de görev yapan bu hizmet sınıfı personel görev yaptığı süre zarfında faydalandığı harçsız silah taşıma ruhsatından emekli olduktan sonra faydalanamamaktadır.

    Çarşı Mahalle Bekçileri (ÇMB)

    Gece kartalları Çarşı Mahalle Bekçileri (ÇMB) sadece geceleri görev yapmalarına karşı emsalleri olan Polis Memurları gibi yıpranma hakkından faydalanmamaktadır. Gece çalışmanın yoğunluğu ve stresi düşünüldüğünde polislerde olduğu gibi bu haktan ÇMB’lerinde faydalanmaları elzemdir.

    Polis Memurları

    2023 verilerine göre Emniyet Teşkilatında yaklaşık 259.000 polis memuru görev yapmaktadır. Toplam her sınıftan 330.000 personelin görev yaptığı düşünülürse aslında emniyetin yükünün büyük bir kısmını polis memurlarının çektiğini görülmektedir. Fakat çekilen yükün yanında aslında en büyük cefayı da polis memurlarının çektiği görülmektedir.  Geçtiğimiz aylarda görsel ve yazı basında polis memurlarının 2. Şark hizmeti kalktı denilmesine rağmen personele hala tebligatlar gelmeye devam etmekte, bu belirsiz durum polislerin acaba, ya gidersem endişesini gün yüzüne çıkarmaktadır. Daha önce söz verildiği gibi 2. Şark görevinin tamamen kaldırılması gerekmektedir.

    Görevlendirme ve çalışma saatlerinin kanun ile garanti altına alınması ile saat başı ücret ödeme sistemi ile keyfi ve fazladan görevlendirmelerin önüne geçilmelidir.

    Özellikle 8/24 sisteminin mutlak suretle uygulanması personelin moral ve motivasyonun artmasına ve görevinde daha etkin ve verimli olmasına yol açacağı şeklinde memurlar arasında yaygın bir inanç mevcuttur.

    Özlük hakları Türk Silahlı Kuvvetlerinde görev yapan astsubaylara eşitlenmelidir. Mesai mefhumu gözetmeksizin bayram ve yılbaşı gibi özel günlerde herkesin tatil yaptığı, dinlendiği zamanlarda görev yapan bekçi, polis memuru, amir ve müdür kesinlikle fazla mesai ücreti almalıdır. Ayrıca mevcut şartlarda fazla mesai ücretleri enflasyon da göz önünde bulundurularak yeniden düzenlenmelidir.

    Değişen ve gelişen dünyada ortalama yaşam süresinin artması, mesleğe kabul yaşının          30’lu yaşlara dayanması emeklilik sisteminin yeniden gözden geçirilmesi talebini doğurmuştur. Polis Memurlarının 55 yaşında zorunlu emekli edilmesi henüz lise-üniversite çağında eğitim alan çocukları için alışveriş merkezlerinde, güvenlik şirketlerinde ve yakın koruma hizmetlerinde çalışarak emekli olsalar bile ek iş yapmak zorunda kaldıkları gözlemlenmektedir. Mesleğinde en az 25 yıl tecrübe edinmiş bu kişilerin zorunlu emeklilik yerine tercihli emeklilik sistemine geçilerek isteyenin 55 yaşında emekli olması, devam etmek isteyen personelin ise 58 yaşına kadar özlük haklarından herhangi bir kayıp olmamak koşullu ile 55 yaşından 58 yaşına kadar istediği kadar çalışabilmesi ve 55-58 yaş aralığında emekli olduğu yaşın yaş haddi kabul edilmesi tecrübeli memurlardan faydalanma anlamında teşkilata olumlu yansıyacağı değerlendirilmektedir.

    Özellikle başpolislik mesleğinden komiser yardımcılığına geçiş yaşının olmaması amir olarak hizmet ve tecrübelerinden faydalanılacak yaşta zorunlu emeklilik yaşının gelmesi nitelikli personel kaybı olarak değerlendirilmektedir.

    Polis Amirleri

    Polis teşkilatında 2019 yılına kadar akademi mezunu olanların (A) grubu amir, polislik mesleğini yapmakta iken amirlik sınavlarına girerek başarılı olanların ise (B) grubu amir olarak isimlendirildiği, akademi mezunu (A) grubu komiserlerin 4 yılda, meslekten geçen (B) grubu komiserlerin ise 6 yılda terfi aldığı bir sistem mevcuttu. 2019 yılında yapılan düzenleme ile aradaki ayrım ortadan kaldırılmış ve tüm amirlerin terfi şartları eşitlenmişti.  Bu düzenlemede Aralık 2019 tarihi baz alındığı için 2005 yılında sınavı kazanıp amir sınıfı olarak mesleğe devam edenlerin 2-4 yıl arasında değişen kıdemden dolayı hak kayıpları mevcuttur, yapılacak düzenleme ile bu hak kaybının da ortadan kaldırılması en büyük taleplerden bir tanesidir.

    Polis Müdürleri

    15 Temmuz darbe girişimi sonrası ortaya çıkan mevcut şartlar ve tecrübeli yönetici ihtiyacından dolayı üst kademe Müdür sınıfı personelin yaş ve özlük hakları yeniden düzenlenerek özellikle Türk Silahlı Kuvvetleri’ndeki yapıya benzer bir sisteme geçiş yapılmalı ve üst düzey yönetim kadrosunun yaş haddi 65 olacak şekilde düzenlenmeli, özlük hakları da TSK’daki mevkidaşları ile eşitlenmelidir.

    Polis Bakım ve Yardım Sandığı (POLSAN)

    POLSAN teşkilatta en çok eleştirilen konuların başında gelmektedir. TSK’daki Ordu Yardımlaşma Kurumu (OYAK) ile sık sık karşılaştırılan ve beklentilerin çok uzağında temettü verdiği, üyelerine kredi konusunda yeterince yardımcı olmadığı ve uygun Şartlarda konut ve taşıt kampanyalarını yapmadığı gerekçesiyle sık sık eleştirilmektedir.

    Özellikle zorunlu üyelik ve üyelikten ayrılmanın kapalı olması gibi nedenlerle olumsuz bir düşüncenin hâkim olduğu POLSAN ile ilgili daha önce Emniyet Teşkilatı Sendikası tarafından memnuniyet ve taleplere dair bir anket çalışması yapılmış ve sonuçları yetkililere sunulmuştu. Bu çalışmanın sonuçları gözardı edilmez ve o doğrultuda çalışmalar ve düzenlemeler yapılırsa POLSAN ile ilgili olumlu gelişmeler kaçınılmaz olacaktır. POLSAN’da yeni göreve seçilen yönetim ile geleceğe dair olumlu adımlar atılacağına dair pozitif havanın biran evvel hayata geçirilmesi ile fikirlerin değişeceği aşikardır.

    Aslında Emniyet Genel Müdürlüğünde özellikle polis memurlarının çalışma şartlarını olumlu şekilde düzenleyen bir çalışma yapılmış ve milletvekillerince kanun teklifi olarak Türkiye Büyük Millet Meclisine (TBMM) sunulmuş fakat kanunlaşmadan rafa kalkmıştı.

    Kanun teklifi ile 40 saati aşan çalışmalar için 100 saate kadar fazla mesai ödenmesi, ayrıca 100 saati aşan durumlarda da her 8 saat için fazladan 1 gün izin verilmesi amaçlanmış,

    10 yılını doldurmamış memurların da yıllık izinlerinin 30 güne çıkartılması ve mazeret izinlerinin de yıllık 30 güne çıkartılması,

    isteyen memurların tercihli emeklilik sistemi ile hak kaybı olmadan fazladan 1-3 yıl daha fazla çalışabileceği,

    fazla çalışma ücreti adı altında ödenen ücretin güvenlik tazminatı şeklinde ücretlerinde güncellenerek değiştirilmesi gibi değişiklikleri içermekteydi.

    Çalışma saatlerinin kanun ile hükme bağlanması, keyfi ve fazladan görevlendirmelerin önüne geçmek için saat başı ücret ödenmesi gibi teşkilatta olumlu karşılanacak değişiklikler için çalışma başlatan Sayın Emniyet Genel Müdürü, Genel Müdür Yardımcıları ve kanun teklifine destek veren İçişleri Bakanı Sayın Ali YERLİKAYA aslında bu olumlu değişime dair çalışmaları ile takdiri hak etmişlerdir. Bu yönetim bu teşkilat için bir umut, bir başlangıç olabilir.

    Emniyet Genel Müdürlüğü tepe yönetiminin bu anlamda kader birliği yaptığı bu teşkilat mensuplarına gerekli ve elzem düzenlemeleri yapacağına dair umutlar yeşermiştir. Sayın YERLİKAYA’nın Emniyet Genel Müdürlüğü bünyesinde görev yapan her sınıftan personele geçmiş dönemlerde verilen ama yerine getirilmeyen ve çözümsüz kalan birçok sorun ile bizzat ilgileneceğine ve teşkilatın sesine kulak vereceğine olan beklenti her geçen gün artmaktadır. Teşkilatı doğrudan etkileyen, büyük badireler atlatan ve daha doğru tabirle memurundan amirine bedel ödeyen bu teşkilatın evlatlarına sahip çıkılmasının zamanı gelmiştir.

    Yazımızın en başında belirttiğimiz üzere dünyadan birçok polis teşkilatının örnek aldığı bu güzide kurumumuzda elbette eksikler ve talepler olacaktır. Bizler dilimizin döndüğünce talepleri dile getirdik, bu teşkilat her sınıf, kademe ve rütbeden personeli ile bir bütündür, bir ailedir. Belki bahsettiğimiz sorunlardan birçoğu kanuni değişiklik gerektirecek düzenlemelerdir ama en azından EGM bu değişiklikleri gündeme taşıyarak yapılacak bir düzenlemeye vesile olabilir.

    Emniyet Teşkilatının 179. Yılını kutlar, görev yapan her bir ferdine görevlerinde başarılar dilerim.

    Keyifli okumalar.

    Selim GÜNAY

    Devamını Oku

    SAĞLIKTA AYRIMA, AYRIŞTIRMAYA HAYIR!

    SAĞLIKTA AYRIMA, AYRIŞTIRMAYA HAYIR!
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Her hafta kaleme aldığımız mağduriyet temalı yazılarımızın son olmasını arzu edip önümüzdeki haftalarda daha keyifli konular üzerine yazılar yazmanın hayalini kurarken bir türlü o hayalini kurduğumuz yazılara sıra gelmiyor maalesef. Bu hafta yine dinledikçe şaşırdığım, inanmak istemediğim ama araştırdıkça da doğruluğunu teyit ettiğim bir mağduriyet dosyasını daha açıyoruz.

    Son zamanlarda sağlık çalışanları çok dertli, aslında daha doğru bir tabirle Sağlık Bakanlığı haricinde kamu kurumlarında çalışan sağlıkçılar demek daha doğru olur sanırım. Gelin hep birlikte kamuda Sağlık Bakanlığı haricinde çalışan sağlıkçıların sorunlarına kulak verelim ve haklı olup olmadıklarına birlikte karar verelim.

    Yıl 2005, 5233 sayılı sağlık hizmetlerinin Sağlık Bakanlığına Devri konulu kanun ile birlikte Sosyal Sigortalar Kurumu ve Belediyeler gibi birçok kurumda bulunan poliklinikler ve hastaneler kapatılarak Sağlık Bakanlığına devredildi. Emniyet Genel Müdürlüğü, Milli Eğitim Bakanlığı, Kültür Bakanlığı ve Adalet Bakanlığı gibi bazı kurumlarda görev yapan sağlıkçılar ise özel durumları ve kamu yararı gerekçesiyle kapsam dışı bırakıldı. Bu süreçte bu kurumda çalışan personele seçme şansı da verilmeyerek bir nevi zoraki olarak eski kurumlarında devam ettirildi.

    Peki bu insanlar neden Sağlık Bakanlığı’na geçmek istesinler diyebilirsiniz, bende önce sizin gibi düşündüm ama dinleyince bu taleplerinde aslında ne kadar haklı olduklarını anladım. Mesela hepimiz pandemide çok zorlu bir süreçten geçtik. Bu dönemde Sağlık Bakanlığı haricinde kamuda çalışan birçok sağlık personeli Sağlık Bakanlığı kontrolünde gece gündüz çalıştı, ailelerinde ayrı kaldı ve ölümle burun buruna bir süreç yaşadı, yüzlerce arkadaşları da bu pandemi mücadelesinde yaşamını yitirdi. Sonra ne mi oldu, pandemi sürecinde Sağlık Bakanlığına bağlı çalışan sağlık personeline ek ödeme yapılırken, diğer kurumlardan görevlendirilen sağlıkçılar bu ödemeden faydalanamadı, ayrıca ücretsiz ulaşım haklarını da o dönemde alamadılar. Yani devletimiz işine gelince arkadaşlarımızın sağlıkçı olduklarını kabul etti, en zorlu şartlarda çalıştırdı ama ek ödeme ve ücretsiz ulaşım gibi konular gelince sizler Sağlık Bakanlığına bağlı değilsiniz deyip ödemelerden muaf tuttu.

    Bir başka konu sağlıkçılara yapılan her iyileştirme Sağlık Bakanlığına bağlı çalışan personeli kapsadığından maalesef kamu kurumlarında çalışan sağlık personeli bu düzenlemeden faydalanamamaktadır burada da ayrım bariz bir şekilde ortaya çıkmaktadır. Bunun istisnası var mı? Evet var, mesela doktorlara yapılan son düzenlemeden kamuda ayrım yapılmadan tüm doktorlar faydalanırken, yan masada çalışan hemşire faydalanamadı, bu ayrım bile yeterince incitici… Eşit işe eşit ücret ilkesi gereği aynı işi yapan herkesin eşit maaş alması gerekirken, Sağlık Bakanlığı haricinde çalışan sağlıkçılar özlük haklarında maalesef çok gerideler. Aslında onların derdi gece nöbet tutan, bayramda ekstra çalışan ve döner sermaye alan Sağlık Bakanlığına bağlı sağlıkçıların aldığı para değil, onların derdi taban maaşlarındaki farklılıklar. Düzenlemelerin iş kolu bazlı değil sağlık hizmet sınıfı olarak yapılması ile aslında birçok sorun ortadan kalkacaktır.

    Sağlık bakanlığı haricinde kamu kurumlarında çalışan sağlıkçıların bir başka sorunu da kendi sendikalarına üye olamamak. Mesela Milli Eğitim Bakanlığı’na bağlı çalışan bir hemşire sağlık sendikalarına üye olamıyor, öğretmenlerin sendikasına üye olabiliyor. Hal böyle olunca da sayıca azınlıkta oldukları için kimsenin onların derdiyle ilgilenmediklerini düşünüyorlar ki çok da haksız sayılmazlar aslında. Kendi göbeğimizi kendimiz keselim mantığıyla 2023 yılında Kamu Sağlıkçıları Derneğini kurarak birçok ziyaretler gerçekleştirmiş ve önemli adımlar atmışlar aslında. Bu kadar önemli bir konunun yetkililerce göz ardı edilmesini anlamak mümkün değil. Ya insanlara hak ettikleri verilmeli ya da talep ettikleri kurumlar arası geçişin önü açılmalıdır.

    657 sayılı Devlet Memurları Kanununun 99. maddesine göre devlet memurlarının çalışma süresi 40 saat olarak belirlenmiştir. Bazı zamanlarda okullardan hastanelere sevk edilen öğrencilere refakat eden okul hemşireleri uzun süre hastanede öğrencilerin başında beklemekte fakat fazla çalıştıkları saatlere dair ekstra bir ödeme alamamaktadır. Aynı şekilde Emniyet Genel Müdürlüğüne başlı çalışan hemşirelerde motosiklet eğitimi için gittikleri görevlerde herhangi bir ücret almazken, motosiklet eğitmenleri ders saat ücreti almaktadır. Fiili hizmet zamlarındaki farklılıklar, özlük hakları anlamında ayrımcılık, ek ödemelerde Sağlık Bakanlığı ibaresi yüzünden yaşanan mağduriyetler gibi birçok konunun bir an evvel çözüme kavuşturularak yaşanan mağduriyetlerin ortadan kaldırılması elzemdir.

    Dünyanın her ülkesinde el üstünde tutulan sağlık personelimiz maalesef kendi ülkesinde sen bu bakanlıkta çalışıyorsun sen başka bakanlıktasın diye ayrıma, ayrışmaya maruz kalıyor, oysa doğumla başlayıp ölümle son bulan bu hayatta sağlıkçıların ellerinin hep üzerimizde olduğunu unutmayalım. Sağlıkta şiddete hayır diyoruz ama hep birlikte sağlıkta ayrıma, ayrıştırmaya da hayır demeliyiz. Keyifli okumalar, mutlu bayramlar.

    Selim GÜNAY

    Devamını Oku

    1 NİSAN SABAHI!

    1 NİSAN SABAHI!
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Son birkaç aydır kahvede kulak misafiri olduğumuz, evde televizyonlarda izlediğimiz, işe giderken radyoda dinlediğimiz ve işyerinde kahve sohbetlerimizde bir şekilde kendimizi içerisinde bulduğumuz bir dönemin daha hep beraber sonuna geldik. Halkın teveccühüne göre bir kesimin mutlu olacağı, herkesin aynı anda mutlu olmasının mümkün olmadığı bir demokrasi şölenidir seçimler.

    Kazananın şahıstan ziyade halkın olması temennisiyle yeni seçilen herkese, herkesten önce ülkemize hayırlı uğurlu olmasını diliyoruz.

    Tabii seçim bitti bitmesine ama biz de alışmıştık aslında, televizyonlarda akşam kuşağında çekirdek çitlerken izleyecek bir aktivitemiz oluyordu. Bugün hangi aday yanık sesiyle türkü söylemiş, hangi aday dükkanının önünü süpüren esnafın elinden süpürgesini alıp kendisi süpürmüş, bu ve bunun gibi daha niceleri…

    Mesela 1 Nisan sabahı itibariyle son birkaç aydır semt pazarlarımızda bizleri sürekli ziyaret eden, vatandaşa sempatik olmak için pazarcı önlüğü giyip domates tartan adaylar olmayacak artık.

    Üniversite öğrencileri sizlerde biraz zor alışacaksınız belki, çünkü bir 5 yıl daha kimse sizi ziyaret edip kendi elleriyle size yemek yapmayacak.

    Ev ahalisi, sizlerde gönül rahatlığı ile yemek masanızı kullanabilirsiniz. Nasılsa evde yemek masası olmasına rağmen sizlere ve seçmene şirin görünmek için yer sofrasında yemek yiyen başkan adayları nasılsa 5 yıl daha kapınızı çalmayacak.

    Bu arada, çat kapı size geldim diyen başkan adayı seçimi kazanırsa sakın ola sizde ona çat kapı gitmeyin, üzülürsünüz, aylar öncesinden randevu talebinizi mutlaka oluşturun, çünkü seçim öncesi belediyenin kapısı her daim halka açık olacak diyenler seçimi kazanınca kapıyı arkadan kilitliyorlar. Neyse bu konular uzar gider böyle. Seçimler geçti ama peki bu seçimi kim kazandı sizce.? Gelin hep beraber bu sorunun yanıtını beraber arayalım.

    Bu seçimi enflasyon altında eriyen maaşları ile geçinmekte zorlanan emekliler,

    24 saat geç iş hayatına atıldığı için 24 saat önce başlayana göre 17 yıl daha fazla çalışmak zorunda olan emekçiler,

    Yaşar ne Yaşar Yaşamaz misali, bir varsın bir yoksun denilen staj ve çıraklı sigortası mağdurları,

    Çağın gereksinimlerinin çok gerisinde kalan ve sayıları 110.000 civarı olan Genel İdare Hizmetleri Sınıfına geçiş umutları başka bahara kalan Yardımcı Hizmetler Sınıfı personeli,

    Özlük haklarına dair talep ettikleri düzenleme gündeme bile gelmeden unutulan İnfaz ve Koruma Memurları,

    Geleceğimiz teminatı olan çocuklarımızı emanet ettiğimiz ve yıllarca emek verip öğretmen olan ama ataması yapılmayan binlerce öğretmen,

    Türk Silahlı Kuvvetlerinde (TSK) en fazla şehit veren rütbe olan kadro, yönetmelik, özlük, iyileştirme gibi birçok haklı talepleri çözüme kavuşturulmayan kahraman uzman çavuşlar ve kamuda aynı işi yapmalarına rağmen farklı ücrete tabii tutulan kamu hemşireleri.

    Bu liste böyle uzar gider ama aslında çok da dile getirmişlerdi bizi görün bizi duyun bizi unutmayın diye, anlaşılan ve görünen o ki kimse onları duymamış,

    Keyifli okumalar, mutlu haftalar.

    Selim GÜNAY

    Devamını Oku

    Geçmişten Günümüze Atanamayan Öğretmenler Sorunu !

    Geçmişten Günümüze Atanamayan Öğretmenler Sorunu !
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Takvim yaprakları 17 Nisan 1940’ı gösteriyordu. Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün vefatından yaklaşık 2 yıl sonra.Başöğretmenimizin her kademesinde bizzat aktif rol aldığı, Türkiye’de öğretmen yetiştirme adına atılan en büyük adım olan köy enstitüleri 3803 sayılı yasa ile resmen açıldı. Halkın %80’inin kırsalda yaşadığı, yok denecek kadar az olan gönüllü öğretmenler ile okuma yazma oranının %5 seviyelerinde olduğu bir ortamda bir lider düşünün ki ömrünün büyük çoğunluğu savaşlar ile geçsin, son dönemlerinde sağlık sorunlarıyla uğraşsın, ama bir taraftan da geleceği şekillendirmede kilit rol oynayan bizzat kendi söylemiyle “Öğretmenler; Yeni nesli, Cumhuriyetin fedakâr öğretmen ve eğitimcilerini sizler yetiştireceksiniz ve yeni nesil, sizin eseriniz olacaktır” diye bahsettiği öğretmenleri yetiştirmek için kafa yorsun. Sanırım lider olmak böyle bir şey, birçoğumuzun başımız ağrıdığında yerinden kalkıp su almaya erindiği bir zamanda, bu kadar fedakâr ve ileri görüşlü olmak ayrı bir sorumluluk seviyesi.

    Peki temelleri 1936 yılında atılan 1940 yılında resmileşerek öğretmen yetiştirmek için açılan Köy Enstitülerinden bugünlere nasıl gelindi, önce onu anlamak gerek. Meseleye sistemsel bakmak lazım sanırım. Hep gıpta ile baktığımız, bu adamlar nasıl bu seviyelere geldi diye kafa yorduğumuz İskandinav eğitim sisteminin aslında Köy enstitüleri üzerine sistem kurduklarını görürüz. Mustafa Kemal ATATÜRK’ün Cumhuriyetin ilanının hemen akabinde 1924 yılında ABD’li eğitim bilimci John DEWEY’i ülkeye davet edip eğitim raporu hazırlatması ve uygulanmaya başlaması, Türkiye’de o dönemlerde eğitime verilen önemin bir göstergesi aslında. Avrupa’da verdiği konferanslarda Türk eğitim sistemini örnek gösteren John DEWEY’den ataması yapılmayan ya da yapılamayan öğretmenlere nasıl geldik.? Aslında bu durum bugünün de sorunu değil, problemi bir kesime yıkmak da adil değil. Yılların birikmiş sorunları var maalesef. Her yıl yapılan Milli Eğitim Şuralarının işlevsizliğini de göz önüne sermekte bu durum.

    Mesela biz neden her sene atanamayan öğretmenler sorunu nu konuşuyoruz? 2023 yılında gece gündüz Kamu Personeli Seçme Sınavına (KPSS) çalışan bir öğretmen atama olmadığı için o yıl aldığı puanı kullanamadan, yeniden KPSS çalışmaya başladı, çünkü 2023 yılında yeterli puanı alıp kullanamadığı KPSS puanının 2024 yılında geçerli olup olmadığına dair bilgisi yok, çünkü kimse açıklama yapmıyor.

    Mülakatlar kaldırıldı denildi ama hala bu konuda da net bir açıklama yapılmadı, 4 yıl üniversite oku, sonra KPSS’ye gir, yeterli puanı al, Öğretmenlik Alan Bilgisi Sınavına gir (ÖABT), sonra mülakata gir, atandın aday öğretmensin, daha sonra aday öğretmenlikte asil öğretmenliğe geçmek için sınava gir sonra tekrar mülakata gir. Kısacası sürekli bir sınav sürekli bir stres. İşin ilginç tarafı bu öğretmenler ile ilgili karar verenlerin hiçbirinin bu süreçleri yaşamamış olmaları.

    Devletin binlerce öğretmen ihtiyacı varken, öğretmenlik mezunu olanların yerine hiçbir pedagojik eğitim almamış kişileri ücretli öğretmen olarak istihdam etmesi de ayrı bir sorun. Öğretmenlik öyle 3 günde öğrenilecek ve yapılacak bir iş değil, aslında öğretmenlik salt bir meslek de değil, geleceği şekillendirmektir, sanattır öğretmenlik. Her branşı bir bilim dalıdır. Felsefe bilmeden düşünemeyen yorumlayamayan, coğrafya, fizik bilmeden bilime dair fikri olmayan nesiller yetişirse muasır medeniyetler seviyesi bir hayalden öteye gidemez. Siz veterinerlik ya da zoologi mezununu ücretli öğretmen olarak sırf sınıflar boş kalmasın diye görevlendirirseniz zaten eğitimi çoktan gözden çıkarmışsınız demektir.

    Yüksek öğretim Kurumunun (YÖK) amacı market zincirlerine kasiyer, Türk Silahlı Kuvvetlerine askeri personel ya da Emniyet Genel Müdürlüğüne Polis yetiştirmek değildir. Bugün bahsettiğim kurumlarda öğretmenlik mezunu olduğu halde atanamadığı için çalışan kaç bin kişinin olduğunu bilseniz ne demek istediğimi daha iyi anlardınız.

    Yapılacak olan şey belli aslında zaman kaybetmeden geleceğimizi şekillendiren öğretmenler ile ilgili acil bir eylem planı yapılmalı, ne kadar ihtiyaç varsa o kadar bölüm açılmalı, ama en önce atamaya bekleyen binlerce öğretmeni bekletmeden atamasının yapılması sağlanmalıdır.

    Keyifli okumalar, mutlu haftalar.

    Selim GÜNAY

    Devamını Oku

    İNFAZ KORUMA MEMURLARI SAHİPSİZ Mİ?

    İNFAZ KORUMA MEMURLARI SAHİPSİZ Mİ?
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Kıymetli okuyucularım, henüz yazılarıma başlamadan, yayımlanan ilk tanıtım yazımda sorunları ve mağduriyetleri dile getirirken kanunlara, yönetmeliklere dayandırarak yazacağımızı ve bizzat yaşanan olaylardan örnek vererek doğru neyse onu referans alacağımızı belirtmiştik. Sizlerle birlikte Tercüman ailesinde 2. ayımızı geride bıraktık. Bu süreç sonunda sizlerden aldığımız olumlu tepkiler, gazete ve sosyal medyaya şahsıma karşı oluşan destek teveccühleri aslında yaptığımız işin ne kadar doğru olduğunun bir yansımasıdır. Bugüne kadar olduğu gibi bugünden sonrada aynı prensipleri şiar edinerek doğruların peşinde koşmaya devam edeceğiz.

    Bu hafta yine bir mağduriyet dosyasını daha paylaşıyoruz sizlerle. Bu kez mağduriyetin adı, İnfaz ve Koruma Memurları. İnfaz ve koruma memuru kimdir? ne iş yapar? Ne talep ediyor gelin hep beraber bu yazımızda onların sesine kulak verelim.

    1984 yılında meslek adları İnfaz ve Koruma memuru olarak değişmesine rağmen yaşça eski olanlarımızın hala gardiyan diye çağırdığı, adına şarkılar yazılan bir meslektir İnfaz ve Koruma Memurluğu.
    Devletin ihtiyacı olduğunda cezaevlerinden adliyelere tutuklu ve hükümlü sevkinde güvenlik gücü olarak kullandığı, isyan ve kalkışmalarda robokop kıyafetleri giydirip bir özel harekât edasıyla olayların ortasına atıldığı, zaman zaman da denetimli serbestlik müdürlüklerinde ihtiyaç olan memur açığını giderdiği bir meslek grubundan bahsetmek istiyorum sizlere. Uzun yıllar önce gardiyan olan adı değişti, sonra kıyafetleri, ise alım şartları değişti ama arada unutulan ve aslında değişime en çok ihtiyaç duydukları özlük hakları hep geri planda bırakıldı, ötelendi.

    Ceza ve Güvenlik Tedbirlerinin İnfazı Hakkında Kanunda “kurumların iç güvenliği Adalet Bakanlığına bağlı infaz ve koruma görevlileri tarafından sağlanır”, ibaresi bulunmaktadır. Yine aynı kısımda, “açık kurumlar ile çocuk eğitim evlerindeki idare ile infaz ve koruma görevlileri; firarların önlenmesi, asayiş ve disiplinin sağlanması için gözetim ve denetimle yükümlüdürler.’’ şeklinde açık hüküm bulunmaktadır. Ayrıca, 5275 Sayılı Ceza ve Güvenlik Tedbirlerinin İnfazı Hakkında Kanun ve Ceza İnfaz Kurumlarının Yönetimi ile Ceza ve Güvenlik Hizmetlerinin İnfazı Hakkında Tüzük’e göre vücut ve ruh bütünlüğünün korunması gereken hükümlü ve tutukluların ve kurumun her türlü asayişini, disiplinini, eğitim ve bireysel gelişim programlarına ve sağlık hizmetlerine katılmasının sağlanması işini icra etmektedirler. Bu kadar geniş görevler verilen infaz ve koruma memurları görevlerini icra ederken türlü saldırılarla karşılaşmaktadırlar. Son dönemlerde infaz ve koruma memurlarına karşı mukavemet ve yaralama haberleri gündemde. 2023 yılı Kasım ayında Burdur Yüksek Güvenlikli Kapalı Cezaevinde akşam sayımında bir hükümlü infaz ve koruma memurunun yüzünü kesici aletle yaraladığı, Ayrıca aynı cezaevinde 9 Şubat 2024 tarihinde yine bir hükümlünün infaz koruma memuruna mukavemet gösterdiği ve ilgili personelin kolunda çatlak oluşarak yaralandığı, 15 Şubat 2024 tarihinde Kandıra yüksek güvenlikli kapalı cezaevinde ise bir memurun yüzüne kaynamış su döküldüğü şeklinde bilgiler gelmektedir.

    Sizleri bu kadar kanun ve tüzükle boğmamın ve özellikle paylaşmamın bir nedeni var elbet. Şimdi gelelim konunun en önemli ve can alıcı yerine. İnfaz ve Koruma Memurları kanun ve tüzükle belirtildiği şekliyle asayiş ve güvenlik hizmeti sağlıyor mu? Evet, kanun ve tüzükte bu hususlar en ince ayrıntısına kadar belirtilmiş. Peki soruşturma, kovuşturma ve infaz aşamasında bizzat Emniyet ve Jandarma ile görev yapıyor mu? Ona da evet, tüm bu sorulara evet diyorsak peki infaz ve koruma memurları neden hala 657 Sayılı kanuna ve diğer özel kanun ve mevzuata göre özel sınıflara ayrılan ve icra ettikleri devlet görevi bazı özel mevzuata bağlanan Emniyet ve Jandarma teşkilatlarının kanun ve özlük hakları güvencesinden yoksundurlar.

    Ceza infaz kurumları içerisinde görev yaptıkları süre içerisinde yeterince deşifre olan, terör örgütlerinin ve organize suç örgütlerinin hedefinde olan, çalışırken ve emekli olduktan sonra da silah taşıma ruhsatı alma hakkı olan bir meslek grubunun hala Genel İdare Hizmetleri (GİH) sınıfında olması garip bir durum.
    Mademki İnfaz ve koruma memurları GİH sınıfında o zaman diğer kurumlarda bu sınıfta çalışan memurlara verilen sendika kurma ve üye hakkı neden verilmemektedir.? Emniyet hizmetleri sınıfı olarak kabul görüyorsa o zaman derhal hakettikleri sınıfa aktarılmaları yapılmalı ya da yeni bir güvenlik hizmetleri kadrosu açılmalı ve Emniyet ve TSK’da olduğu gibi her türlü özlük haklarından faydalandırılmalıdır.

    Kısacası en azından İnfaz ve Koruma memurları da hangi sınıfa dahil olduklarını bilmeliler, buna hakları var, umut ediyoruz ki bu sorun biran evvel çözülür.

    Keyifli okumalar, mutlu haftalar.
    Selim GÜNAY

    Devamını Oku

    UZMAN ÇAVUŞ ÜVEY EVLAT MI?

    UZMAN ÇAVUŞ ÜVEY EVLAT MI?
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Kıymetli okuyucularım, her hafta pazartesi günleri bu köşede işçi, memur, emekli ayırt etmeden toplumda mağduriyet yaşayan kesimlere yönelik detaylı analizler yaparak sorunların çözümüne dair katkıda bulunmak ve çözümün bir parçası olmak için kalemimizin yazdığı, sesimizin çıktığı kadar mağduriyetleri dile getirmeye çalışıyoruz.
    Maalesef güzel ülkemizin mağduriyetler noktasında sicili bir hayli kabarık. Geçen haftalardaki yazılarımızda Yardımcı Hizmetler Sınıfı (YHS), büyükşehirlerde çalışan memurların artan kiralar ve yüksek enflasyon neticesinde alım gücünün düşmesi ile yaşadığı ekonomik zorluklar, Emeklilikte Yaşa Takılanlar (EYT) kanunu sonrası ortaya çıkan kademeli emeklilik haksızlığı ile çıraklık ve staj sigortası mağdurlarına dair geniş kapsamlı bir değerlendirme yapmış ve sorunların çözümlerine dair rasyonel değerlendirmelerde bulunmuştuk.
    Bu haftaki yazımızda ülkemizin güzide kurumlarından gözbebeğimiz Türk Silahlı Kuvvetlerinde (TSK) sayıları yaklaşık 200.000 olan, 1986 yılında çıkarılan 3269 sayılı kanuna tabii sözleşmeli çalışan ve tamı tamına 38 yıldır kadro bekleyen vatan savunmasının kahramanları Uzman Çavuşlardan söz etmek istiyorum.
    Peki kim bu uzman çavuşlar?
    Kerpiç duvarlı, sıvasız evlerin çocukları onlar, her şehit haberi aldığımızda, vatan sağ olsun diyen babanın, bir oğlum daha var o da asker olacak diyen ananın evladı. Hani haber kanallarında 45 saniyelik şehit haberleriyle tanıdığımız, herkesin kameraların görüş açısına girmek için birbirini ittiği cenaze törenlerinin sessiz kahramanlarıdır onlar.
    Yeni doğan bebeğini, hasta ana-babasını, düğün arifesinde nişanlısını ardına bakmadan bırakıp Şah Fırat Operasyonu, Fırat Kalkanı, Zeytin Dalı Operasyonu/Afrin Harekâtı, Pençe Harekâtı, Barış Pınarı Harekâtı gibi daha nice sınır ötesi operasyonuna katılan ve onlarca şehit veren kahramanlardan söz ediyoruz.
    Kışlanın kapısından içeriye adım atmamış ama haber programlarında kendisini terör uzmanı olarak lanse eden, yudumladığı çayı eşliğinde önüne açılan devasa haritalarda operasyonları yorumlayan insanların anlattıkları kadarıyla haberdar olduğumuz, hendek operasyonları gibi birçok yurtiçi operasyonda Sur’dan, Cizre’ye, Cizre’den Nusaybin’e botlarının tabanının değmediği yer kalmayan kahramanlarımız onlar.
    Peki bu kadar zorluklarla mücadele eden ve TSK’da en fazla şehit veren rütbe olan uzman çavuşların hakkını devlet olarak verebiliyor muyuz?
    Keşke bu soruya gönül rahatlığı ile evet diyebilseydik ama öyle şeyler yazacağız, öyle şeyler duyacaksınız ki yok artık, o kadar değildir diyeceksiniz ama maalesef aynen öyle.
    Mesela subay, astsubay ve uzman çavuş birlikte aynı sınır ötesi operasyona katıldılar ve birlikte şehit oldular. Devlet subayın eşine 1.000.000 TL, astsubayın eşine 700.000 TL, uzman çavuşun eşine ise 450.000 TL ödeme yapıyor, tabii bu ödeme subay ve astsubaylarda kıdeme esas olarak yükselebilirken, uzman çavuşlarda kıdem esası olmadığından maksimum 450.000 TL oluyor, kısacası devletin aynı mevzide şehit olanlara ödediği miktar farklı. Peki şimdi sizlere sormak istiyorum, Allah katında en büyük rütbe olan şehitlik rütbesinde ayrımcılık yapmak ne kadar doğru?
    Başka bir sorun özlük hakları, 3600 ek göstergeden uzman çavuşlarda yararlanılacak denildi. Yaklaşık 120.000 emekli uzman çavuştan faydalanan sayısı yaklaşık %1, siz insanları 45-52 yaş kıstasıyla zorunlu emekli ederseniz bu insanların 1. dereceye düşmesi çok zor, dolayısıyla bu ek göstergeden faydalanmaları daha da zor. Peki çözümü nedir? En azından eskiden emekli olup bu haktan yararlanamayanlar için ilave bir 1 derece ile bu sorun çözülmüş olur.
    Maalesef sorunlar ve talepler bu kadarla da bitmiyor. Mesleğe yeni başlayan bir uzman çavuş ile 20 yıllık bir uzman çavuşun arasında herhangi bir farkın olmamasıdır. Bu durum ast-üst ilişkisi olmadığından hiyerarşik anlamda sorunlar çıkarmaktadır. En basit çözümüyle her bir yılın kıdemden sayılarak kolaylıkla çözülebilecek bir soruna kimsenin kafa yormaması ilginç bir durum. Ayrıca astsubaylığa terfi etmek için uzman çavuşların içerisinden sadece %10 kontenjan ayrılması mesleğe karşı motivasyonu düşüren ayrı bir sorun olarak gözükmektedir.
    Her 5 yılda bir sözleşme yenilemeleri ayrı bir sorun. Siz devlet olarak keskin nişancı yetiştiriyorsunuz, her türlü eğitimi veriyorsunuz, onlarca operasyona gönderiyorsunuz sonra dönüp gel bakalım seninle çalışıp çalışmayacağımıza bir karar verelim deyip tekrardan sözleşme masasına oturuyorsunuz. Sözleşmeyle vatan savunması olmaz, olmamalı.
    En basit bir olaydan dolayı sorumlu amir tarafından tanzim edilecek olumsuz bir rapor, veya senelik izninizde şahsi aracınızla karıştığınız bir kaza nedeniyle ameliyat oldunuz rapor aldınız, iyileşemediniz tekrar ameliyat oldunuz ve 1 yılda 90 günü aştınız, sonuç olarak sözleşmeniz feshediliyor. Bahsettiğim tüm bu fesih nedenleri insani durumlardır, sözleşme feshi bu kadar kolay olmamalıdır.
    Siz hiç polis evinde konaklayamayan polis, öğretmen evine girişi yasak olan öğretmen gördünüz mü? Mümkün değil, göremezsiniz. Ama uzman çavuşlarda maalesef var. Nizamiyesinde nöbet tuttukları kapısında kocaman “Orduevi” yazan, onlarca odası olan, sosyal donatıları ve dışarıya göre ekonomik imkânlar sunan orduevlerinde bir ordu mensubu olan uzman çavuşlar kalamıyor. Evet, yanlış duymadınız, TSK’da sivil memursanız kalabilirsiniz ama Uzman Çavuş iseniz kalamıyorsunuz. Operasyonlarda aylarca dağlarda kar, kış, yağmur, sıcak, soğuk demeden taşları yastık yapan vatan evlatlarına orduevlerinde 25 metrekare bir oda maalesef çok görülmekte, bu imkândan faydalandırılmamaktadır.
    Sadece orduevlerinde değil, sorun lojmanlarda da var. En fazla sayıya sahip uzman çavuşlara lojmanlarda sivil memurlar ile birlikte ortak olarak %20’lik bir kontenjan belirlenmiş. Bu oran subaylarda %45, Astsubaylarda %35.
    Herhangi açıklayıcı ve bağlayıcı bir çalışma, atama, sağlık ve nöbet yönetmeliklerinin olmaması keyfiyete yol açmakta, bu durum personel arasında huzursuzluğa neden olmaktadır.
    Bir Subay emekli olduğunda emekli maaşı %10, Astsubay emekli olduğunda emekli maaşı %25, Uzman çavuş emekli olduğunda ise maaşının %45’i düşmektedir, aradaki bu uçurum, bu fark ne kadar adil, varın kararını siz verin.
    Bazı değerler vardır parayla ölçülmez, ölçemezsiniz. Vatanı için gece gündüz demeden cephede savaşan kahramanların haklarını korumazsanız, eli tetikte aklı sözleşmede olan bir personelden ne kadar verim almayı düşünüyorsunuz?
    Basit birkaç düzenlemeyle halledilebilecek mağduriyetleri bu kadar yıl bekletmek bir ihmalin göstergesidir. Bu devlet son birkaç yılda yüzbinlerce taşerona kadro verdi, binlerce sözleşmeliyi kadroya geçirdi, bunları yaparken zorlanmadı da yatağı dağlar, döşeği toprak, yastığı taş olan çalışanıyla emeklisiyle zor şartlarda hayatını sürdüren kahraman uzman çavuşlara verirken mi zorlanacak?
    Son olarak son zamanlarda kulağımıza emekli subay ve astsubaylara ek tazminat altında maaşlarına iyileştirme yapılacağına dair kulis bilgileri geliyor, biz inanmak istemiyoruz uzman çavuşların yine kapsam dışında bırakılacağına ama maalesef onca haksızlıktan sonra içimizde bir şüphe de yok değil. Umarım bu kez yanılırız.
    Keyifli okumalar, mutlu haftalar…

    Selim GÜNAY

    Devamını Oku

    STAJ VE ÇIRAKLIK SİGORTASI MAĞDURLARI HAKLARINI İSTİYOR!

    STAJ VE ÇIRAKLIK SİGORTASI MAĞDURLARI HAKLARINI İSTİYOR!
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Her seçim döneminde seçmenlerin tercihleri üzerinde etkili olan, seçimin kaderini değiştiren olaylar vardır. Dünyanın her ülkesinde bu durum aynıdır. Kazanmak istiyorsanız seçmene kulak vermeli veya vermek zorundasınız. Çok uzaklara gitmeye gerek yok, gelin hep beraber ülkemizde gerçekleşen yakın tarihli seçimlere bir göz atalım, kim ne talep etmiş, ne elde etmiş?

    2019 yılında, 31 Mart yerel seçimlerin hemen arifesinde, gündemde emekliye Ramazan ve Kurban Bayramı’nda ikramiye verilmesi tartışılıyordu. Haliyle, emeklilerde büyük bir beklenti içindeydi. Maliye Bakanı hemen bir açıklama yaparak bunun mümkün olmadığını belirtti ve “bütçe müsait değil” dedi. Ancak seçim yaklaştıkça, sayın Cumhurbaşkanı emekliye büyük müjdeyi vererek 2 bayramda emeklilere ikramiye verileceğini duyurdu. Sonuç olarak, emekliler istediklerini aldılar.

    2023 yılında, gündemde 14 Mayıs’ta gerçekleştirilecek olan Milletvekili ve Cumhurbaşkanlığı seçimi vardı. Ancak sokaklarda, bu seçim kadar konuşulan farklı bir konu daha vardı. Bu sefer bayram ikramiyesi değil, primlerini tamamlamış ancak yaş şartından dolayı emekli olamayan ve kendilerini “Emeklilikte Yaşa Takılanlar” (EYT) olarak adlandıran yaklaşık 5.000.000 kişilik büyük bir kitle vardı. Bu kişiler, taleplerini dile getirmek için dernekler aracılığıyla her platformda seslerini duyurmaya çalıştılar. Maliye Bakanı, talebin gerçekleşmesinin mümkün olmadığını dile getirdi. Ancak kısa bir süre sonra, Sayın Cumhurbaşkanı Türkiye’nin hiçbir vatandaşını mağdur etmeyeceklerini belirterek EYT’lilere emeklilik yolunu açtı.

    2024 yılında, 31 Mart’ta gerçekleştirilecek olan mahalli idareler seçimleri için meydanlar tekrardan ısındı. Adaylar, vaatler ve projeler konuşuluyordu. Ancak adaylar ve vaatler kadar konuşulan ve siyasilerin de gündemine gelen farklı konular da vardı. Geçen haftaki yazımızda EYT kanunu sonrası ortaya çıkan kademeli emeklilik mağduriyetini detaylıca analiz etmiş, 24 saat önce çalışmaya başlayan ile 24 saat sonra çalışmaya başlayan 2 kişi arasında emeklilikte 17 yıl fark olduğunu belirttik. Ayrıca dünyada yaşça küçük olanın ve daha az prim ödeyenin kendinden büyük olan ve daha fazla prim ödeyene göre erken emekli olduğu ilk ve tek ülke olabileceğimizden söz ettik. Peki, EYT kanunu sonrası tek mağdur kesim kademeli emeklilik mağdurları mı? Tabii ki hayır, bir de staj ve çıraklık mağdurları var. Peki, kim bunlar? Ne istiyorlar? Ve taleplerinde haklılar mı? Gelin, bu soruların cevabını hep beraber arayalım ve taleplerinde haklılar mı, beraber karar verelim.

    Staj ve çıraklık yaptıkları sırada sigorta girişlerinin yapılmasına rağmen, sigorta primlerinde emeklilik, yaşlılık ve ölüm primleri bulunmadığı gerekçesiyle sigortalı olarak geçen bu süreler dikkate alınmıyor ve dolayısıyla emekli olamıyorlar, borçlanma yapamıyorlar. Bu durumda, yaklaşık 250 bin civarında olan Staj ve Çıraklık Sigortası Mağduriyeti ortaya çıkıyor.

    Peki, staj ve çıraklık mağdurları ne istiyor? Staj ve çıraklık sigorta başlangıçlarının işe başlama tarihi olarak kabul edilmesini ve bu vesileyle de borçlanma haklarının olmasını, dolayısıyla da emeklilik yaşlarının öne çekilmesini talep ediyorlar.

    Aslında mevcutta var olan ama kullanamadıkları haklarından bahsediyor staj ve çıraklık mağdurları. Mesela, avukatlar mezuniyet sonrası yaptıkları 1 yıllık sigortasız stajı borçlanabiliyorlar. Bir başka örnek olarak, 1416 sayılı kanuna göre devlet sizi yurtdışına okumaya gönderdiğinde, orada doktoranızı yaptıktan sonra Türkiye’ye geri döndüğünüzde, yurtdışında eğitim aldığınız süre kadar borçlanabiliyorsunuz. İlginç olan bir başka durum ise, devlet staj sigorta başlangıcını emeklilikte saymıyor ama kadınların stajdan sonra gerçekleşen doğumlarında sigorta başlangıcı olarak kabul ediyor ve hatta borçlanmalarına izin veriyor. Dolayısıyla, borçlanılan süre kadar işe giriş tarihi de geri çekilmiş oluyor ve böylece staj yapan anneler için erken emeklilik imkânı ortaya çıkıyor.

    3308 sayılı Meslek Eğitim Kanunu’nun 25. maddesinde staj ve çırakların sigorta girişlerinin kanunla düzenlenmesine ve garanti altına alınmasına rağmen, maalesef farklı uygulamalar mağduriyetlere yol açıyor.

    Aslında durum trajikomik yani devlet, yeni bir işe girdiğinizde staj yaparken aldığınız SSK numarası üzerinden sizi sisteme dahil ediyor, yani başlangıcınız var diyor, sen varsın staj yaptın çalıştın kaydın var diyor ama emeklilik konusu olunca hayır sen yoksun diyor. Aziz Nesin’in tiyatrolara sahne olmuş meşhur oyunu “Yaşar Ne Yaşar Ne Yaşamaz”ı akıllara getiriyor bu uygulama.

    Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı, staj ve çıraklık mağdurları ile ilgili bir çalışma olmadığını özellikle belirtti, ama unuttuğu bir şey vardı: Henüz Sayın Cumhurbaşkanı son sözünü söylemedi. Kim bilir, belki de 1987 yılında dönemin Cumhurbaşkanı rahmetli Turgut Özal’ın staj sigortaları için bir defaya mahsus borçlanma hakkı verdiği gibi bir gecede binlerce mağdura müjdeyi verir. Adana mitinginde de bunun sinyallerini verdi aslında, daha ne müjdeler vereceğiz derken. Sayın Cumhurbaşkanından, toplumda hem kademeli emeklilik hem de staj ve çıraklık mağdurlarının taleplerine sessiz kalmayarak bir son dakika müjdesi vermesi beklentisi oldukça yüksek. Rahmetli Süleyman Demirel’in meşhur bir sözü vardır: “Siyasette 24 saat çok uzun bir süredir.” Köprünün altından daha çok sular akar, bekleyip göreceğiz.

    Keyifli okumalar, mutlu haftalar.

    Selim Günay

    Devamını Oku

    EMEKLİLİKTE KADEMELİ ADALET!

    EMEKLİLİKTE KADEMELİ ADALET!
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Türk siyasi tarihine kısaca bir göz attığımızda, her seçim döneminde gündemi meşgul eden, halkta büyük beklenti yaratan ve büyük propagandalara yol açan olaylar olduğunu görürüz. Siyasilerin başlangıçta “asla”, “mümkün değil”, “imkânsız” gibi cümlelerle başlayıp, daha sonra seçimlerin gidişatına ve halkın yoğun talebine göre önce “ekonomik dengeleri gözetmemiz gerekir”, “bir çalışma yapalım, görelim”, “zor ama imkânsız değil” gibi ifadelerle devam ettikleri ve nihayetinde seçimlere kısa süre kala da daha önce söylenen sözlerin bir anda unutulduğu, aslında hiç de söylenmemiş gibi halka müjde olarak sunulan birçok olay yaşandığını görüyoruz.

    Aslında bu tarz olayları çok da yadırgamamak gerekir. Sonuçta siyaset, toplumdan beslenen bir olgudur. Olumlu ya da olumsuz atılan her adımın karşılığı halktır ve halka rağmen tepkisiz kalmak, siyasette pek de mümkün değildir. İngilizlerin meşhur deyimiyle bir “win-win” (kazan-kazan) hadisesidir siyaset, yani sonucunda her iki tarafın da kazandığı bir anlaşmadır.

    2022 yılının başlarında, 2023 yılında gerçekleştirilecek Cumhurbaşkanlığı ve genel seçimler için meydanların yavaş yavaş hareketlendiği, basının ilgisinin artık gündelik olaylardan ziyade seçimler ve adaylara yöneldiği bir süreç başladı ülkemizde. O dönemlerde meydanlarda farklı bir talep vardı. Emeklilikte Yaşa Takılanlar (EYT) mağduriyetlerinin giderilmesi için kurdukları platformlarda, sosyal medyada ve farklı propaganda kanallarında taleplerini yüksek sesle dile getirmeye başladılar. İlk başlarda kesinlikle olmaz ile başlayan, daha sonra bakarız ile devam eden ve nihayetinde 28 Aralık 2022 tarihinde duyurulan ve Ocak 2023 itibarıyla yürürlüğe girecek olan kanun değişikliği ile EYT mağduriyetinin giderilerek yaklaşık 5.000.000 kişiyi doğrudan ilgilendiren, 2023 yılı itibarıyla da 2.250.000 kişinin hemen emekli olabileceği kanun değişikliği, bizzat Sayın Cumhurbaşkanı tarafından halka duyuruldu. Buraya kadar her şey normal, ancak asıl sorun, ondan sonra başladı. Bu kararla birlikte yeni bir mağduriyet yaratıldı. Ya kanun çıkarken göz ardı edildi, ya unutuldu ya da alelacele yapıldığı için dikkat edilmedi.

    Yeni çıkan EYT kanununa göre, 08 Eylül 1999 yılında işe başladıysanız emekli olabilirsiniz. Ancak 09 Eylül 1999 yılında, yani 24 saat sonra iş hayatına başladıysanız, emekli olabilmeniz için en az 17 yıl daha çalışmanız gerekiyor. Daha açıklayıcı olması için farklı bir örnekten yola çıkalım. 08 Eylül 1999 yılından çalışmaya başladınız, o halde 42 yaşında 5900 gün primle emekli olabilirsiniz. Peki, 09 Eylül 1999 yılında, yani sadece 24 saat sonra sigorta girişiniz var. 48 yaşındasınız ve 8500 gün de prim ödediniz. Peki, o zaman ne oluyor? İşte asıl sorun burada ortaya çıkıyor. Maalesef emekli olamıyorsunuz. Hem priminiz hem de yaşınız fazla, ama suçunuz 09 Eylül’de çalışmaya başlamak. EYT kanunu çıkartılırken kademeli bir sistem göz ardı edildiği için, dünyada yaşı küçük olanın ve daha az prim ödeyenin, kendinden büyük olan ve daha fazla prim ödeyene göre erken emekli olduğu ilk ve tek ülke olabiliriz. Aslında bu sadece bir örnek, bunun gibi çok daha fazla örnek var.

    Peki, bu kadar mağduriyet ortadayken yapılması gereken nedir? Bir grubun mağduriyeti giderilirken yeni bir mağduriyet yaratılmıştır. Öncelikle bunun farkına varılarak, hemen yeni bir çalışma ile 2000-2008 yıllarını kapsayacak yeni bir kademeli emeklilik planının çıkartılması elzemdir. İnsanlar, 24 saat geç iş hayatına atılmayla 16-17 yıl cezalandırılmamalı. Sosyal devletin gereği derhal yerine getirilmeli ve vatandaşın hakkı gözetilerek talepleri dikkate alınmalıdır. Bir an evvel kademeli emeklilik sistemi ele alınmalı ve kanunlaştırılarak kademeli adalet sağlanmalıdır.

    Haftaya görüşmek dileğiyle, mutlu haftalar dilerim.

    Selim GÜNAY

    Devamını Oku

    MEMUR BÜYÜKŞEHİR TAZMİNATI İSTİYOR!

    MEMUR BÜYÜKŞEHİR TAZMİNATI İSTİYOR!
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    90’lı yıllarda ülkemizde gündemden düşmeyen, bu ay veriler nasıl gelecek acaba diye merakla beklenen hatta o dönemlerde canavar diye de tabir edilen enflasyon kavramı son yıllarda maalesef tekrardan hayatımıza girdi.

    Merkez Bankasının 2004 tarihli raporunda enflasyon kavramı “fiyatların genel düzeyinin sürekli bir artış göstermesidir” şeklinde tanımlanırken yine aynı raporda yüksek enflasyon ise “satın alma gücünü azaltarak geçim sıkıntısı yarattığı ve bireylerin yaşam kalitesini de olumsuz etkilediği” şeklinde tanımlanmıştır.

    Merkez Bankası verilerine göre ülkemizde 2024 yılı ocak ayında Tüketici Fiyat Endeksi (TÜFE) yüzde 6,70 oranında artmıştır. Ocak ayındaki artışla birlikte yıllık enflasyon bir önceki aya kıyasla 0,09 puan artarak yüzde 64,86 düzeyinde gerçekleşmiştir. Bu veriler bizlerin tahmini ya da hesapladığı veriler değil bizzat Merkez Bankasının açık kaynaklardan paylaştığı dolayısıyla herhangi bir yorum katmadan olduğu haliyle paylaşılan verilerdir.

    Peki bu kadar vahim tabloda özellikle büyükşehirlerde yaşayan memur ne durumda, hangi zorluklarla mücadele ediyor ve ne talep ediyor?

    Türkiye nüfusunun yaklaşık yüzde 75’i otuz büyükşehirde yaşamaktadır. Büyükşehirde yaşayan ya da daha doğru tabirle yaşamak zorunda olan memurların durumu maalesef hiç iç açıcı değil. Yüksek enflasyon neticesinde alım gücünün düşmesi, verilen zamların enflasyon karşısında erimesi ve özellikle konut kira fiyatlarındaki artış memurların yaşam kalitesini oldukça aşağılara çekmektedir.

    İstanbul Planlama Ajansı’nın verilerine göre 4 kişilik bir ailenin İstanbul’da yaşam maliyeti 2023 yılı aralık ayında 49 bin 159 lira olarak hesaplanmıştır. 2023 Kasım ayı verilerine göre ise bir önceki yılın aynı ayına göre kiralar İstanbul’da yüzde 69,2, Ankara’da yüzde 96,3, İzmir’de ise yüzde 76,9 oranında arttı. En düşük memur maaşı yaklaşık otuz üç bin TL ye yükseltilmesine rağmen büyükşehirlerde ortalama kira 17000 TL yani en düşük memur maaşının yarısından daha fazladır. Bu verilere göre büyükşehirde yaşayan bir memur maaşının yarısını kiraya vermektedir.

    Kulis bilgilerine göre bugünlerde büyükşehirlerde yaşayan memurlara refah payı adı altında ek ödeme yapılması ile ilgili çalışmalar yapıldığı duyumlarını almaktayız. En son gerçekleşen Mayıs 2023 Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde de gündeme gelen bu konu, 2023 yılı toplu görüşme masasında da ilgili sendikalarca talep edilmiş, fakat şu ana kadar bu konuda herhangi bir adım atılmamıştır.

    Birçok kurumda memurlar hayat pahalılığından geçim sıkıntısından Anadolu’ya tayin istemekte, imkânı olan daha ucuz illerde yaşamayı başarabilirken gidemeyenler ise çok zor şartlarda hayatlarını sürdürmektedir.

    Sosyal devletin bir gereği dezavantajlı grupları desteklemek yöneticilerimizin görevidir. Kamu hizmetinin devamında temel taş olan memurlar bir an evvel adı ister refah payı ister büyükşehir tazminatı olsun kendilerini bir nebze olsun rahatlatacak ek bir ödeme istemektedir. Yöneticiler tarafından memurların bu istediğine kulak verilmesi elzemdir. Her dönemde her iktidarın gündeme getirdiği o meşhur “memuru enflasyonun altında ezdirmeyeceğiz” sözü son yıllarda hiç bu kadar anlam kazanmamıştı.

    Sonraki yazılarımızda görüşmek dileğiyle, sevgiyle kalın.

    Mutlu haftalar.

    Devamını Oku

    KAMUDA YARDIMCI HİZMETLER SINIFI SORUNU!

    KAMUDA YARDIMCI HİZMETLER SINIFI SORUNU!
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    14 Temmuz 1965 yılında yürürlüğe giren 657 sayılı Devlet Memurları Kanunu’nun 36. maddesi ile halen uygulanmakta olan yardımcı hizmetler sınıfı kamu personeli, bugünlerde büyük sorunlarla karşı karşıya. Sayıları yaklaşık 110.000 olan ve farklı kamu kurum ve kuruluşlarında görev yapan YHS personeli, mali ve özlük hakları açısından birçok dezavantaja sahip olmanın yanı sıra kariyer anlamında da önlerinin kapalı olması, hak kayıplarını da beraberinde getiriyor.

    Kanunun ilk çıktığı dönemlerde atanma şartı olarak ilkokul ve ortaokul mezunu olmanın yeterli olduğu ve herhangi bir uzmanlık gerektirmeyen işlerin görülmesinde hizmetlerinden faydalanmak üzere açılan bu kadro ile ilgili yürürlükte olduğu 59 yıllık süreçte sadece personel alım şartlarında değişikliğe gidilerek, bu hizmet sınıfına atanmak için Kamu Personeli Seçme Sınavı (KPSS) ve en az lise mezunu olmak şartı getirilmiştir.

    Oysaki değişen ve gelişen şartlarda YHS kadrosunda çalışanlar arasında hatırı sayılır ölçüde ön lisans ve lisans mezunu olduğu, lise mezunu olanların büyük çoğunluğunun ise zanaat sahibi olanlardan oluştuğu düşünülürse, bu hizmet sınıfının herhangi bir vasıf gerektirmeyen, uzmanlık ve beceri istemeyen işlerde değerlendirilmeleri, kamu adına insan kaynaklarının ne denli yanlış yönetildiğini gözler önüne sermektedir.

    Ülkemizde son yıllarda kamu kurumlarında herhangi bir beceri gerektirmeyen işlerin taşeronlar vasıtası ile işçi sınıfı kadrolar ile yerine getirilmekte iken, bu kişiler daha sonraları sürekli işçi statüsüne alınarak bir nevi yardımcı hizmetler sınıfı personelin görevlerini yerine getirdiği aşikardır.

    Yıllar içerisinde bu hizmet sınıfının kaldırılarak Genel İdare Sınıfına (GİH) aktarılması için meclise kanun teklifi verilmesine karşın, bugüne kadar herhangi bir netice alınamayan ve her dönem toplu sözleşme masasına gelen fakat masada kalan bu sorunun biran evvel çözümünü bekleyen mağdurlar, bu sefer bir şeylerin değişmesini bekliyor hatta yüksek sesle talep ediyor.

    Aslında yoğun şekilde kaldırılması istenilen Yardımcı Hizmetler Sınıfı ile ilgili 2019 yılında bir çalışma yapılmış, fakat dar kapsamlı yapılan bu çalışmada sadece Yardımcı Hizmetler Sınıfında yer alan Mübaşir Unvanı, 6 Şubat 2019 tarihli Resmî Gazetede yayımlanarak yürürlüğe giren 31 sayılı Cumhurbaşkanlığı Kararnamesi ile Genel İdari Hizmetler Sınıfına alınmıştır.

    YHS’liler ayrıcalık değil eşitlik istiyor, eğitim ve mesleki durumlarına göre Genel İdare Hizmetleri, Teknik Hizmetler ve Sağlık Hizmetleri Sınıfı gibi uygun hizmet sınıfına aktarılarak uzmanı oldukları işlerini yapmak istiyorlar.

    Bu konunun öncelikle muhatabı Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı sayın Prof. Dr. Vedat IŞIKHAN’dır, kendisinin bu konuda ülkemizin nitelikli işgücü ihtiyacını göz önünde bulundurarak gerekli çalışmaları yapacağına ve yaklaşık 110.000 YHS personeline müjde vereceğine olan inancımız tamdır.

    Gelecek yazılarda buluşmak dileğiyle, mutlu haftalar.

    Selim GÜNAY
    Emniyet Teşkilatı Sendikası
    Teşkilat Başkanı

    Devamını Oku

    178 yıllık Emniyet Teşkilatı’nda Bir İlk!

    178 yıllık Emniyet Teşkilatı’nda Bir İlk!
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    10 Nisan 1845 tarihinde kurulan ve 178. yıl dönümünü geride bırakarak 179. yıl dönümüne geri sayım yapan Emniyet Teşkilatı’nda son dönemde olumlu gelişmeler yaşanmaktadır.

    2014 yılında Anayasa Mahkemesi’nin, emniyet hizmetleri sınıfı personeli hariç diğer hizmet sınıflarından personele sendika kurma ve sendikaya üye olma hakkı tanıyan bir kararıyla, Genel Başkan İsmail OKUMUŞ liderliğindeki oluşum, 08.03.2022 tarihinde Emniyet Teşkilatı Sendikası’nı kurarak yola çıkmış ve “Bizi bizden başka kimse anlamaz” sloganıyla Türkiye’nin tüm illerini gezerek emniyet personelini sendikaya davet etmiştir.

    28.12.2022 tarih ve 32057 sayılı Resmi Gazete’de yayınlanan kanuna göre, sendikaların faaliyet gösterdikleri hizmet kolunda üye sayısının %2’sine ulaşamayanlara toplu sözleşme ödeneğinin daha az verilmesi kararı, Emniyet Teşkilatı Sendikası’nın diğer sendikalara oranla maddi anlamda zorluk yaşamasına neden olmuştur. Ancak, Anayasa Mahkemesi’nin 18 Ocak 2024 tarihinde %2 barajını iptal etmesiyle birlikte, sendika, emniyet teşkilatındaki Genel İdare Hizmetleri ve Yardımcı Hizmetler sınıfı personelin ilgisini çekmiş ve en fazla üye artış oranına ulaşmıştır.

    Üyelerinin karşılaştığı sorunlara hızlı bir şekilde çözüm bulma, dayanışma ve istişare kültürü, üyelerin yönetim kurulu üyelerine kolayca ulaşabilmesi gibi faktörler, Emniyet Teşkilatı Sendikası’nın büyük ilgi görmesinin ana nedenleri arasında yer almaktadır.

    Bu başarıda, 28 Mayıs 2023 Cumhurbaşkanlığı seçimlerinden sonra İçişleri Bakanlığı görevine atanan Sayın Ali YERLİKAYA ve Emniyet Genel Müdürlüğü yöneticilerinin rolü büyük. Sayın YERLİKAYA’nın ve EGM yönetiminin, teşkilat içindeki tek sendikaya karşı önyargısız bir tutum sergilemeleri, samimi diyalogları ve olumlu atmosferi, sendika üyeleri tarafından memnuniyetle karşılanmıştır.

    Teşkilat mensupları tarafından kurulan sendikanın, aktif teşkilat mensuplarından oluşan yönetimi ile Emniyet Genel Müdürlüğü yönetimi arasında doğrudan iletişim, 178 yıllık Emniyet Teşkilatı tarihinde bir ilk olarak dikkat çekmektedir. Bu olumlu atmosferin, teşkilat mensuplarına yansımasıyla Türk Polis Teşkilatı’nın daha birçok başarıya imza atacağına olan inancımız tamdır.

    Gelecek yazılarımızda, sendika üyelerinin talepleri, sorunları ve çözüm önerilerini değerlendirmeye devam edeceğiz. Sağlıklı ve mutlu bir hafta geçirmeniz dileğiyle, Sevgiyle kalın.

    Selim GÜNAY Emniyet Teşkilatı Sendikası Teşkilat Başkanı

    Devamını Oku