Bedirhan KURTOĞLU

Bedirhan KURTOĞLU

17 Ağustos 2025 Pazar

    DİĞER YAZARLARIMIZ

    YENİDEN MİLLİ MÜCADELE (ÇAĞRI)

    YENİDEN MİLLİ MÜCADELE (ÇAĞRI)
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    “Hükûmet merkezi, düşmanların şiddetli çemberi içindeydi. Siyasal ve askerî bir çember vardı. İşte böyle bir çember içinde yurdu savunacak, ulusun ve devletin bağımsızlığını koruyacak kuvvetlere emrediyorlardı. Bu biçimde yapılan emirlerle, devlet ve ulusun araçları temel görevlerini yapamıyorlardı. Yapamazlardı da. Bu araçları savunmanın birincisi olan ordu da, ‘ordu’ adını korumakla birlikte, elbette temel görevini yerine getirmekten yoksundu. İşte bunun içindir ki yurdu savunmak ve korumak olan temel görevi yerine getirmek, doğrudan doğruya, ulusun kendisine kalıyor. Buna Kuvâ-yi Millîye diyoruz…”

    Mustafa Kemal ATATÜRK

    Yine aynı döngü… Cilve-i rabbanî…

    Nasıl anlatılır bilmiyorum. Evet bugün, henüz fizikî bir işgal altında değiliz belki ama şöyle bir görüntü var. ABD’deki Siyonist lobinin himayesindeki düşünce kuruluşları ve buralarda görev yapan istihbaratçılar, teorisyenler ve danışmanlar süreğen olarak İsrail’in güvenlik programından, İsrail’in bölgede güçlü bir ulus devlet istemediğinden, yine İsrail’in gerek Suriye gerekse Türkiye’deki Kürtlerle iyi anlaştığından, Türkiye’ye en uygun düşecek sistemin eyalet sistemi olduğundan dem vurup duruyor. Hazin olan taraf şu ki tüm bu zevatın dışarıda dillendirdiği ne varsa; sonraki yıl, sonraki ay, hatta sonraki gün bizdeki muktedir siyaset tüm bunların Türkiye’deki elemanı konumunda hareket etmeye başlıyor. Demeçler veriliyor, komisyonlar kuruluyor, terörist başı muhatap alınıyor, “umut hakkı”ndan bahsediliyor ve daha neler neler…

    Yazının başlığını “YENİDEN MİLLÎ MÜCADELE” diye attım. Çünkü bu bir çağrı yazısı… Başlığı esinlendiğim yer, Aykut Edibali’nin kurduğu, bugünkü genel başkanlığını ise Cuma Nacar beyefendinin yürüttüğü Millet Partisi… Bunu söylemezsem haksızlık olur. Zira “Millî Mücadele Ruhu”nu en çok dillendiren ve motto hâline getiren siyasi parti Millet Partisi… Sloganları millî, kendileri, teşkilatları ve sesleri millî… Ne var ki her millî organizasyon gibi Millet Partisi’nin de sesi bugün tam anlamıyla duyurulamıyor.

    Çok sinsi yürüyen bir plan var!

    Allah var ki vatan safında bulunanlar olarak çok kalabalığız, sesimiz her zamankinden gür çıkıyor. Hiçbirimiz anayasamızın ilk dört maddesinden, Türkiye Cumhuriyeti’nin bölünmez bütünlüğünden, Lozan koruculuğumuzdan, teröre karşı duruşumuzdan, cumhuriyet ilkelerimizden milim sapma göstermiyoruz. Allah varlığımızı kavi eylesin.

    Lakin büyük bir sorunumuz var. Bölük pörçüğüz. Vatan safında bulunanlar irili ufaklı millî/milliyetçi siyasi partilerde hizalanmış durumda… Lozan’ı tartışanlar, üniter yapımızı zedelemeye and içmiş siyaset içindeki etki ajanları bir ve diri iken biz küçük bölükler hâlinde bir şeyler yapmaya didiniyoruz. Hepimiz sözde “Kürt meselesini çözmeye(!)” kalkışan tarafların esasında ne olduğunu, nereden beslendiğini ve işi nerelere götürmek istediğini biliyoruz ve bir çıkış arıyoruz. Arayışımız kut bulsun.

    Saflar belli, kimin nerede durduğu belli!

    Akışa teslim olup koltuklarını korumaya çalışanlar belli, ucunda ölüm de olsa vatan diyenler belli… BOP’a eş başkan olanlar ve yanındakiler belli; “Milletin istiklalini yine milletin azim ve kararı kurtaracaktır” diyenler belli… Sönük sönük “Türkiyeliyim” diyenler belli; haykıra haykıra “Ben Türk’üm, Türk vatandaşıyım” diyenler belli…

    Yeni bir kuşatma kapıda, Bölünme eşikte, Sevr taarruzda…

    Bendeniz, her şeyden evvel, yani tüm siyasi mülahazalardan evvel ihtiyacımız olan şeyin bir ruh olduğu inancındayım. O ruhun adı da “Yeniden Millî Mücadele ve Kuvâ-yı Millîye Ruhu”dur. Atalarımız 100 yıl önce ne yaptıysa, bugün biz de hiç değilse siyasi arenada aynısını yapmak zorundayız. “Amel-i milliyemiz” budur inancındayım.

    Şimdi burada isimlerini tek tek saymaktan imtina etmeyeceğim, hepsi birbirinden değerli parti başkanlarım var:

    • İyi Parti Genel Başkanı Sn. Müsavat Dervişoğlu
    • Zafer Partisi Genel Başkanı Sn. Ümit Özdağ
    • Anahtar Parti Genel Başkanı Sn. Yavuz Ağıralioğlu
    • Kutlu Parti Genel Başkanı Sn. Yusuf Halaçoğlu
    • Millet Partisi Genel Başkanı Sn. Cuma Nacar
    • Millî Yol Partisi Genel Başkanı Sn. Remzi Çayır

    Birbirinden değerli Başkanlarıma, bir köşe yazısından seslenmek ne derece mevzi bulur bilmiyorum ama bir ve bütün olma çağrımı farz-ı kifâye sayıyorum.

    LÜTFEN BİRLEŞİNİZ!

    Hepinizin gayretlerini aziz görüyoruz ve her birinize, yine sizin bulunduğunuz mevziden sesleniyoruz.

    Müsavat Dervişoğlu’nun “Birinci Vazifen” dediği yerden, Ümit Özdağ’ın direnişinden, Yavuz Ağıralioğlu’nun PKK’lı teröristlere “İt sürüsü” diye bağırdığı yerden, Yusuf Halaçoğlu’nun tarih bilincinden, Remzi Çayır’ın davasına teslimiyetinden, Cuma Nacar’ın BOP’a karşı durduğu yerden,

    Size ülküsünün, ufkunun hayrını görememiş, toyunu yapamamış, sinesi vatan diye atan yüreklerden sesleniyoruz:

    Kurtuluş mücadelemizde tek çatı altında toplanan Kuvâ-yı Millîye gibi birleşiniz.

    Birleşiniz ve bu kimlikçi, etnikçi, bölücü siyaseti çöp ediniz.

    Türk milliyetçilerinin, ülkücülerin, millî mücadelecilerin, kuvvacıların alnından hiçbir şey yapamamanın zilletini siliniz.

    Birleşiniz ve ABD’nin istihbarat artığı şımarık diplomatlarına bir ders veriniz.

    Birleşerek deyiniz ki, “Bu topraklarda İsrail’in değil; Misak-ı Millî’nin güvenlik programı işler.”

    Birleşiniz!

    Nasıl ki geçtiğimiz seçimde ülkeyi yönetebilme iradesi etrafında bir “altılı masa” kurulabildiyse bugün de aynı çoklu masayı vatanımızı koruyabilme iradesi etrafında Türk milletinin hizmetine sunmanızı bekliyoruz.

    Bölge kaynamakta, Türkiye ayağa kalkmak için nefes arayışındadır.

    BUGÜN DEĞİLSE NE ZAMAN?

    Biliniz ki bugün davranmazsanız dünya ahiret elimiz yakanızdadır. Hakkımız helal değildir.

    Davranıp birleştiğiniz takdirde ise bir ömür destek vermeye, duacınız olmaya söz veriyoruz.

    Türk’ü, Türk varlığını zelil ettirmeyeceğinizden şüphemiz yok!

    Saygılarımızla…

    Allah yar ve yardımcımız olsun.

    Devamını Oku

    BURASI DÜNYA

    BURASI DÜNYA
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Güneşli bir günde şiir yazmakla, güneşli bir güne şiir yazmak arasında ne kadar uzaklık var?

    Kaç çeşit felsefe, kaç cümlelik demagoji ve ıssızlık barındıran kaç psikoloji eder bu uçurum?

    Toprak her mevsimde topraktır ve hepimiz topraktan yaratılmadık mı?

    Aşk ile eyvallah!..

    Pekâlâ, kimimizin göğsü rengârenk çiçeklere gebeyken kimimizin göğsü neden hep naaş bekler?

    Korkunun, ümidin, ayağa kalkışın matematiksel bir hesabı mı var?

    Yoksa bunları hesaplara indirgeyenler; bizi ruhumuza yabancı kılanlar mı?
    Konfor ve huzuru birbirine bulamaç edenler mi?

    Burası dünya,
    Küçümsenmeye gelmez,
    Amma çok büyütmekle de itibar bulmaz.

    Burası gülistan…
    Naaş da var, fidan da…
    Mesele asfalta bulanıp, gelip geçenin bastığı çarşı olmamak değil mi?

    Şöyle bir bakıyorum;

    İnsanlar uğradıkları zulmü bile hoş görüyor, oradan efsaneleşmek istiyor.
    “En iyi biz kötülüğe uğrarız, en iyi biz ziyan oluruz” gibi bir iddiayla sarhoş insanlar… Absürt trajedi…
    Peki neden?

    Yalnızlıklarını, bugüne değin kendilerini ifade edememişliklerini, kendilerini gerçekleştirmekten uzak oluşlarını;
    bir şekilde bazı kitlelerle ortak kötülüklere uğrama veya uğramış olma çabalarıyla kapatıyorlar.
    Merak ediyorum, neden?

    Lütfen yadırgamayınız.
    Zayıflarımızın güç kazanmak adına mağduriyetlere tutunduğu,
    güç sahiplerimizin ise taklidi doğruculuklarla gücüne güç kattığı bir çağı iliklerime kadar fark etmek benimkisi…

    Ben sizi Hızır’ım bildim.
    Sorular soruyorum.

    Neyse ki bir şey yapamamaktan muzdarip değilim.
    Musa’nın asası, benim kalemim…
    Daha ne olsun?..

    Ne hazindir, yaşlı semazenimiz dünya, koftiden Musalar’la doldu.
    Hızır’a soru sormayı bile beceremeyen…

    Neyse, bu bahsi geçelim.

    Ne olmuşsa olmuş…
    En başından bu yana…
    Tüm bunlar belki Âdem babanın bir anlık gafleti,
    belki Şeytan’ın hırsı…
    Belki… Belki daha başka şeyler…
    Hem bakın, hikmet diyor erenler…
    Bir kısmı var ki, sır diyor…
    Ne olmuşsa olmuş işte…

    Bir cümleye denk geldim geçenlerde:

    “Oluşumda ihtiyarım yok benim,
    Ölüşüm de tıpkı onun gibidir…”

    Ne kadar da hakikatli…
    Oluşumuz da ölüşümüz de bize bağlı değil…

    Ne ezele hükmümüz geçer, ne de ebede.
    Yetmesin de zaten…

    Varsın, yetemediğimiz yerden yeşersin tevekkülümüz…

    Olmaz mı?

    Devamını Oku

    TANIŞIYOR MUYUZ ACABA

    TANIŞIYOR MUYUZ ACABA
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Biz birçok insanın kendisini tanımıyoruz.
    Biz birçok insanın milliyetçiliğini tanıyoruz, dindarlığını deneyimliyoruz, sosyalistliğinden haberdarız.
    İnsanlarla tanışamıyoruz.

    Kimsenin çevresine kendinden verebileceği, dünyaya kendinden pazarlayabileceği bir şey yok.
    Ortadoğu bu yüzden ağır psikopatlarla dolup taştı.

    Bu ideolojik veya kurumsal inanış şekillerinin hiçbiri savaştan, kavgadan, kötülükten el etek çektirebilmek için değil burada…
    Bunlar çok özenle inşa edilmiş kaçış rampaları…
    Ve bu rampaların hepsi, insanlar sadece kendinden kaçabilsin diye var;
    İnsanlar merhametlerini, nezaketlerini, samimiyetlerini ve en mühimi, kendilerine ne kadar dürüst olduklarını görüp ölçemesinler diye var.

    Kime ne kadar samimi olmamız,
    Kime ne kadar nazik davranmamız,
    Kime ne ölçüde merhametli olmamız,
    Kimlerle kavga etmemiz,
    Hatta ne karakterde biriyle evlenmemiz gerektiğini birileri çok önceden yazmış bilinçaltlarımıza.
    Sonra bunun adı “yazgı” olmuş.

    Herkes birbirine kaş çatıyor, lakin herkes aynı oyunun içinde ve herkesin ipi aynı cinsten…

    Dindar geçinenler, henüz insanı (kendini) tanımadan Tanrı’yı bulma derdinde…
    Dava adamı veya devrimci olduklarını iddia edenler ise niteliksiz nicelikler oluşturmayı şiar edinmiş, öylece gidiyor.

    Peki biz, bu kadar fikirselliğin havada uçuştuğu bir yüzyılda kendimizi hâlâ tanıyamadıysak;
    Yeni dünyanın üzerimize konduracağı yeni ve insani olmayan kimliklere karşı nasıl bir kendilik geliştireceğiz?

    Geçtiğimiz yüzyıl “Ben kimim?” sorusunu sordurmadıysa; bu dijital çağ sordurur mu?
    İşler gerçekten kolay değil…

    Bir düşünelim bence…

    Bir gönlü güzelin dediğince:

    “Vah dervişim,
    Fallar boş,
    İşler yaş!
    Tepede sallanıyor bak;
    Geçmişin kopardığı onca kesik baş…”

    Devamını Oku

    ARTIK KİMSE ÖLMEKTEN KORKMUYOR

    ARTIK KİMSE ÖLMEKTEN KORKMUYOR
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Hani şu meşhur “Land of Opportunity” (Fırsatlar Ülkesi) deklaresi vardır, bilirsiniz. ABD’nin kurucularının ve sonrasında tüm Amerikalıların vurguladığı şekliyle “American Dream”, yani “Amerikan Rüyası” söylevi… 1776’da ABD Bağımsızlık Bildirgesi ile başlayan, sonrasında birkaç olay ve olguyla yaylımı devam eden, en nihayetinde ise 1931 yılında James Truslow Adams’ın Amerika Destanı isimli kitabıyla büyük çıkışını sağlayan; türlü makalede, siyasi demeçte, kitapta, filmde, dizide, spor turnuvasında ilmek ilmek işlenip buralara kadar ulaşan bir söylev: “Amerikan Rüyası…”

    Bu rüyaya göre her ABD vatandaşı, hangi sosyoekonomik şartlarda doğduğu, nereden geldiği, rengi/ırkı fark etmeksizin eğer çok çalışırsa istediği hayata ve zenginliğe ulaşabilir. Çok masumane geldiğinin farkındayım. Uluslararası siyaset, edebiyat ve mücadele sporlarıyla ilgili biri olduğumdan olsa gerek, “Amerikan Rüyası” beni bile bazen çekmiştir. Fakat pratikte ABD’yi bilfiil deneyimledikten sonra bu rüyanın aslında bir ego ve acımasızlık serüveni olduğunu anlamam çok zaman almadı. Bir kere sosyal devlet anlayışının olmadığı, yardımlaşmanın bir romantizm olarak görüldüğü, düşene bir tekme de bizim atmamızın adeta kanun sayıldığı bir rüya bu… Kesinlikle hasta olmamalısınız, iflas etmemelisiniz ve ne olursa olsun sırlarınızı kimseye açmamalısınız bu rüyanın içinde. Menfaatiniz olmayan hiç kimsenin esprisine gülmemelisiniz mesela… Babaysanız oğlunuzdan, oğulsanız babanızdan yana bir sorumluluğunuz yok. Hasbelkader üç beş gece geçirdiğiniz bir kadının gözyaşları bir dolar dahi etmez.

    ABD’nin iç siyasette gelişimini borçlu olduğu tek iyimser şey, belki de vergi hususu ile ilgili sağladığı birtakım rahatlıklar… Tümüyle bir vergi muafiyetinden söz etmiyorum ama “Kendin kazan, kendin ye; böylelikle piyasa canlansın” mottosu hâkim de denebilir.

    Zihnimizde bir ön bilinç oluşsun diye Amerika ve rüyasından yeterince bahsettikten sonra “ırmağının akışına öldüğümüz” meskenimize ve bu kıymetli meskenin üzerinde yaşayan bizlere gelelim.

    Fark ettiniz mi, bilmiyorum.

    Artık buralarda kimse ölmekten korkmuyor ama zayıf ve güçsüz bir hayat yaşamaktan herkes korkuyor. Ezip geçmelerin, çelme takmaların, kuyu kazmaların, binlerce riske girip hem kanunları hem de fiziki tehlikeleri göze almaların; adeta hayatı bir zarın üstünde çevirip kumar oynamaların türlü kelime oyunlarıyla tevil edildiği, cesaret ve karakter göstergesi olarak kanıksatıldığı bir girdaptayız. Çocuklarımız, gençlerimiz tıpkı Hristiyan inanç metaforunda olduğu gibi dünyaya mağlup (yenilmiş) olarak geldiklerini bilinçlerine kodlayıp öyle yürüyor. Ve tabii ki ne kadar uzun ve kısa bir ömür sürüldüğünün veya bu ömür zarfında hangi değerlerin, kıymetlerin, insanların tüketildiğinin bir önemi yok! Yeter ki kazanmış(!) olarak sonlandırılsın.

    Kutlu olsun işte! Artık Amerikan Rüyası hiçbir coğrafyaya mahkûm değil… O, zihinlerde, yüreklerde, ruhlarda en güçlü dönemini yaşıyor. ABD’yi kuran garantörler bile bu kadarını tahmin etmemiştir.

    Hatta öyle oluyor ki yaşadığımız coğrafyada ben bazı mistik, tasavvufi, şiirsel öğelerin bile bu vahşi materyalizme motivasyon kaynağı edildiğini görüyorum. Sosyal medyada dolaşan ve adına “motivasyon konuşması” denilen videolara veya “kişisel gelişim kitapları” denilen kâğıt yığınlarının üzerinde yazılanlara bir göz atın isterseniz. Yalnızlığın, tek başınalığın, ben merkezciliğin allanıp pullandığı; insanın insandan soğutulduğu, insanın insana ancak bir parazit olabileceği fikrinin türlü fantezilerle benimsetildiği nice göz kamaştıran yayın…

    Hani hep bir üst kimlik tartışması vardır ya; Türkiye’de o üst kimliğin materyalistlik, menfaatperestlik, bencillik olduğunu düşünüyorum. Alt kimlikte ise herkes muhafazakâr, herkes ehl-i tasavvuf, herkes gönül ehli, herkes komünist, herkes vatan fedaisi, herkes ahlak bekçisi… Bu bağlamda haklarını yemeyelim; Amerikalılar hiçbir değer tanımadıklarını ve materyalizmi çok dürüstçe kanıksamış ve kanıksatmış insanlardı. Zira hiçbir manevi değeri tevil aracı olarak görmeden yaptılar ne yaptılarsa…

    Biz bu konuda dürüst de değiliz. Ne olduğumuzu, ne hâle geldiğimizi açıkça haykırsak belki bir çaresi bulunacak kötü gidişatın. Yine belki çare bulunmasa bile süreci lehimize çevirebileceğiz.

    Olmuyor.

    Olmadığı için bir sistemsizlik ile baş başayız ve bu sistemsizlik durmadan bir kahraman üretme, kahraman bekleme öğütlüyor. Kahır kökünden türemiş bir kavramın bu kadar rağbet görmesi ayrı enteresan; kahramanlık yoluna çıkanların ise yolun sonunda ya kasap ya da kurban olması ayrı enteresan… Kasap olanlar, her gün türlü sövgüye, küfre mazhar olsalar da toplum nezdinde içten içe inanılmaz bir saygı görüyor. Kurban olanlar ise ölüm yıl dönümlerinde adlarına yazılmış şiirlerle, türkülerle bir güzel yâd ediliyor.

    Bu döngünün sonu yok mu? Ne zamana kadar aşağılanınca yere, gururlanınca göğe bakıp avunacağız? Tüm bunlardan vazgeçip yerle gök arasındaki telaş hususunda ne gün dilimize doladığımız değerlere uygun bir bilinç geliştireceğiz? Ne zaman kendimize dürüst olacağız? Bu mevzunun bizim bilmediğimiz bir miladı mı var? Ya da görüntüde çok ilgili gözüktüğümüz ilahi adaletin yaşadığımız topraklara kaç tane daha tecelli göndermesi gerekiyor bir şeyleri anlamamız için?

    Düzen muhalifi insanlara yardımcı olmak amacıyla geçenlerde şöyle bir şey yazdım:

    “Karşınızdakinin yalanını defalarca ortaya çıkarmaktansa kendi doğrularınızı güçlü kılacak egzersizler yapmanız gerek… Yoksa döngüyü bozamazsınız. Günümüzün muhalif insanı, bir bakıma aynı problemin çözümüne dair durmadan farklı sağlamalar, teyitler, ispatlar geliştirmeye çalışıyor fakat bir türlü başka bir seviyeye geçemiyor. Nedir ki bu gezegende haklı olmak yetmiyor. Mazlum olmak sadece sosyal medyada geçiş hakkı tanır. Farkı hissetmeli, farkı istemeli… Sonu nereye varırsa varsın.”

    Sanırım buradan başlamalı… Bir bakıma bu zihinlerde yer etmiş ve sınır tanımayan Amerikan Rüyası’nı, hele ki Türkiye’de muhafazakâr motiflerle icra edilen bu keşmekeşi kendi silahıyla vuracak girişimlerde bulunulmalı… Herkesin kendi uğraş alanına göre bir yolu mutlaka vardır. Bunun detayları bir tek ağızdan aktarılamaz. Benim buradaki gayem sadece bilinci aşılamak…

    Haklı olmaktan öte bilinçli, güçlü ve cesaretli olunmalı… Kendi doğrularımızı cazip hâle getirecek bir dil, bir üslup, bir felsefe, bir diplomasi geliştirmeliyiz.

    Ölmekten yine korkmayalım fakat bu kadar ucuz olmasın. Yolun sonunda kasap da kurban da olmayalım.

    Hüsnü Arkan ağabey Kırık Hava adlı şarkısında seslendiriyor ya;

    “Bir kumsala çıkmışız sehermiş
    Alaca dağlarda üç yavru keçi
    Kuytuda bir kadın ağlar kimin annesi
    Cihan tutuşmuş umman yanıyor…”

    Kuytudaki annelerin tüm gözlerce fark edildiği, el birliğince yarasının sarıldığı, kahraman beklemeden işe güce koyulduğumuz, hakkı savunduğumuz, müşterek bir azimle düze çıkacağımız günlerde görüşmek dileğiyle…

    Devamını Oku

    BİR İNSANLIK MASALI, BİR TÜRKİYE GERÇEĞİ

    BİR İNSANLIK MASALI, BİR TÜRKİYE GERÇEĞİ
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Hiçbir yalan yoktur ki bir insan kadar ömrü olsun. Bazı patolojik vakalar vardır tabi… Tıpkı çok sevdiği birinin ölümü karşısında bir türlü kabullenememe, hatta mezarı başında sabahlama seansları yaşayan bir insanın serencamında olduğu gibi, bazı yalanların ispatı karşısında hâlâ o yalanlara inanmayı sürdüren insanlar da mevcuttur. Üstelik bu serencamı yüzlerce, binlerce yıldır sürdüren kabileler, toplumlar, milletler var…

    Yalan dedik. Yalanlarla yollanıyoruz.
    Peki nereye gidiyoruz?
    Evet, “Ne-re-ye gi-di-yo-ruz?”
    Her kesimden, her yaştan, her sosyal sınıftan insanın gerek kendisine gerek başkalarına en fazla yönelttiği soru kalıplarından biri… Kutsal metinlerin, insana akan düzlemde mükerrer olarak kullandığı en ana telkin unsuru… Bugüne değin teknik, akademik, siyasi veya mikro parantezlerde aslında birçok kez cevabı verilmeye çalışılan bir soru…

    Çok radikal olacak belki ama nihai ve olumlu bir cevaba varıldığını zannetmiyorum.

    Ömrümün son 7 yılı ara ara da olsa şunu düşünmekle geçti:

    Yaşadığımız keşmekeş, genelde tüm insanlar, özelde de Türk toplumu olarak bir kandırılma serüveni ise ve “Birileri bizi yiyor; birileri bizi fena kandırıp avutuyor” cümlesi 10 yaşındaki çocukların bile diline düşmüşse, nasıl oluyor da bu kandırılma serüveni bir türlü sona erdirilemiyor?

    Örneğin insanlık tarihi olarak avcı/toplayıcı topluluklardan şehirli hayata geçiş yapan toplumlar haline geldiğimiz/getirildiğimiz o dönemeçte, birkaç yüzyılın yasa, kural, ilke ve etik gibi manzumelerin oturtulmasıyla sürdürülmesinden sonra; tüm insanlar olarak temel ihtiyaçlarımızı karşılamak için sözüm ona medeni hayatta, avcı/toplayıcı toplum zamanından daha ağır şartlara tabi tutulmuşuz. Demokrasi, nezaket, zarafet, ilke ve prensipler dediğimiz ne varsa hâlâ yürürlükte olan orman kanunlarına bir kılıfmış meğer… İnsanın içinden “Acaba birileri, dünya dışı varlıklara rezil olmamak adına mı ilkelliklerine bir kılıf bulma çabasına girdi?” gibi absürt sorular sormak geliyor.

    Şimdi gelelim tarihin en mücadeleci, en onurlu, en ipe sapa gelmez, bıçkın, eğilmez, tavizsiz milleti Türklerin medeni iklimindeki, yani Türkiye’deki son duruma… İşin başlangıcını ele almak için bir köşe yazısını mesken tutmak yanlış bir karar olur. O yüzden direkt konuya giriyorum.

    Efendim Türkiye… Yeme, içme, giyinme, barınma gibi temel ihtiyaçlarını karşılayamayan insanların sokak röportajlarında 20 yıllık general edasıyla konuşup mevcut düzeni savunduğu bir yer oldu.

    Türkiye, son 40 yılın muhasebesini yapamayan insanların 1000 yıllık meselelerde kamplaştığı, bölündüğü, kavga ettiği bir yer oldu.

    Türkiye, kendisine dair babasının koyduğu isimden başka bir şey bilmeyen, kendini tanımayan, kendini gerçekleştirememiş psikopatların ulvi aidiyetlere, kimliklere, inançlara sığındığı bir yer oldu. Üstelik bu aidiyetlerin ürettiği yapay tabelalar altında kalplerin kırıldığı, kanların döküldüğü, insanların esir edildiği, susturulduğu bir yer…

    Türkiye, sendikaların işçi hakkı yediği, bürokrasinin bürosuna yapışıp kaldığı, vekilin asilden kanunlarca üstün tutulduğu bir yer oldu.

    Türkiye, Tanrı adına birbirinin canını alacak cesarette (!) fakat bir o kadar da korkaklıkta zirve yapan milyonlarca yaratığın kaçıp gelip dolduğu bir yer oldu.

    Türkiye… Tanrı’nın aksini Şeytan, Şeytan’ın aksini Tanrı olarak görüp “zıt ile mümkün olmak” mukayesesini yanlış zemine oturtan ve bu yüzdendir ki Şeytanlaşabildikçe Tanrılaşmaya umudu; Tanrılaştığını zannettikçe de Şeytanlaşmaya cüreti artan güç sahiplerinin hüküm sürdüğü bir yer oldu.

    “Yalanla yollanıyoruz” dedim ya başta… Sonra da “nereye gidiyoruz” dedim. Bu noktada ben hepimizin yalancı, hepimizin kandırılan olduğunu düşünüyorum. Bunun yanında sadece bir elin parmak sayısını geçmeyecek insanın samimi olarak nereye gittiğimizle ilgilendiğini düşünüyorum.

    Böyle olmasa… Muhafaza edilecek değerlerin, kendilerini muhafazakar olarak adlandıranlar tarafından ayağa düşürülüp ezilmesine müsaade etmezdik. Bununla birlikte, değerlerimiz üzerinden politika yapıldığı vakit bunun bir tuzak olduğunu çabucak fark ederdik.

    Böyle olmasa… Eski dünyada Firavunlar, yeni dünya konjonktüründe ise Küreselciler olarak ortaya çıkan canavarlara topraklarımızı ve topraklarımızdaki sürdürülebilir kaynaklarımızı sırf ideolojimize uygun olan politikacılar peşkeş çekiyor diye ses çıkarmamazlık etmezdik. Öyle ya, satış geleneksel ve imani bir üslupla gerçekleşiyorsa; bir de suyun üstü milliyetvari aidiyetlerle köpükleniyorsa ne önemi var ki değil mi?

    Böyle olmasa, Anadolu İrfanı diye diye irfandan mahrum bırakılmazdık.

    “Böyle olmasa”lar bitmez tabii ama burada asli olarak vurguladığım son 21 yıldır bizi yönetenlerin ideolojik kimliği veya dini inanışı asla değil… Bendeniz burada düpedüz bir insan psikolojisi modelinden ve bu psikolojik modelin çarpılıp büyüttüğü sosyolojik bir gerçeklikten dem vuruyorum. Zira son 21 yılımızı laik ve seküler olan kanat yönetip şekillendirseydi ve bu seküler kanat da aynı yanlışları kendi değer yargıları kılıfıyla gerçekleştirseydi; sözüm ona laik, Kemalist, seküler olan seçmen de sırf muhafazakarlar iktidara gelmesin diye bu yanlışları görmezden gelecekti. Hatta parasız, güçsüz, çulsuz kalınsa bile…

    “Nereden biliyorsun canıım?” dediğinizi duyar gibiyim. Siz bakmayın benim böyle peşin hükümlü cümleler kurup eşikleri rahatça atladığıma. Ne kafa patlatmalar var bu cümlelerin ardında…

    Yapılan iyilikleri başa kakan ama yapılan kötülüklere başkaldırmayan bir toplum olduk.
    Örneğin hakkı yenen iki farklı görüşten işçiyi, emekliyi, hatta depremzedeyi yan yana getiremiyoruz. Fakat bu insanlar birbirlerine girmek söz konusu olduğunda dakika sektirmiyor.

    Birileri tüm dünyadaki ulusların genetiğini, psikolojisini, sosyolojisini çözmüş efendim. Bu birileri hangi coğrafyanın ne türden yönetimlere, imajlara, liderlere ihtiyacı olduğunu biliyor. Topyekûn bir insanlığın aşamayacağı tek şeyin duygusallık olduğunu da biliyor. Bu yüzden kimlikleri, aidiyetleri, değerleri, gelenekleri ve dinleri önde tutup insanların temel ihtiyaç ve haklarını alttan alttan gasp ederek insanları aidiyetlerini, kimliklerini, değerlerini koruyamayacak bir duruma getirebiliyorlar. İşte bu bir algı ve psikoloji meselesi değil de nedir? Kim topyekûn bir insanlığın zihninin çalışmadığını, zekâsının olmadığını iddia edebilir?

    Yine Türkiye özelinde bakacak olursak, Cumhuriyet dönemi evveli Alevi-Sünni travmaları, Cumhuriyet dönemi sonrası Muhafazakar-Seküler travmaları ve işin nihayetinde garibanın evine ekmek götürememesinin travmadan sayılmaması gibi bir seviyeye gelmek herhalde sadece biz Türklere has bir çelişki olsa gerek…

    Her dönem birileri aç, her dönem birilerinin hakkı yeniyor, her dönem yolsuzluk var, her dönem çalma var, her dönem yağma var. Fakat yakın tarihin sadece 10 veya 20 yılını kapsayan, hadi diyelim 100 yılını kapsayan politik travmalara tüm bunlardan daha fazla konsantreyiz. Oysa karnımız tok, sırtımız pek, başımızın gönlümüzden geçenle bağlı olduğu sorunsuz bir yuva için bu coğrafyanın her bir ferdi olarak yan yana gelebilsek; inanın kimin muhafazakar, kimin seküler olduğuyla da ilgilenmeyeceğiz belki… İlgilensek dahi, kimse bu farklarımızı bizi sömürmeye araç edemez değil mi?

    Fark etmek ne güzel şey…
    Hani soruyorsunuz ya içten içe “Eee çözüm ne?” diye…
    Çözüm fark etmek efendim.
    Fark edip içselleştirmek…

    Gelin sizle güzel bir ahitleşme yapalım.
    Evvela bakış açımızı değiştirelim. Temel ihtiyaçlarımıza odaklanalım. Bu ihtiyaçlara odaklanırken başkasının temel ihtiyaçlarından eksiltme gayesi gütmeyelim. İnanın bu gerçekleşirse, tüm bu kandırılmalar fark edilip kabullenilirse, ibadet de tat verecek, milliyetimizin demi de… Bendeniz, bir ütopyadan, hayalden bahsetmiyorum. Gerçekte yaşanması zor olan şey mevcut düzenin kendisiydi ve adeta bir çaba sonucu buralara gelindi. Şimdi tekrar, koşulsuz bir sevgi ve cesaretle yeniden bizim olana varmak için yeni bir çabaya ihtiyacımız var.
    Gelin bu çabayı göstereceğimize and içelim.

    Zor değil…
    Sizden ricam, okuduğunuz bu yazıyı, sizin için değerli olan iki insana daha okutmanız… O iki insana da aynı telkini yaparak tabi…

    Hep merak etmişimdir. “İnsanı”, insandan başka hiçbir yerde deneyimleyemiyor, dercedemiyoruz. Ancak “insanlığı” bir kedi sevecenliğinde, bir kangal babacanlığında, bir kaplumbağa dayanışmasında, bir ağaç gölgesinde pekâlâ bulabiliyor, ona dokunabiliyoruz.
    Meziyet dediğimiz cevher niye bir türlü köküne sirayet etmez de başka başka şeylerde mana giyinir?

    Gelin insanlığı sadece hayvanlara bırakmayalım.
    Gelin biz de giyinelim onu.

    Olur mu?

    Devamını Oku

    GAZZE, DOĞU TÜRKİSTAN VE BİZİM MAHALLE

    GAZZE, DOĞU TÜRKİSTAN VE BİZİM MAHALLE
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    İslam âlemi olarak hepimiz makro bir münafıklığın içindeyiz. Hani bir hadis-i şerifte Efendimiz, münafıklık alametlerinden birini “Tüm namazları kılıp Sabah ve Yatsı namazlarında gevşeklik göstermek” olarak nitelemişti ya; şimdi ben de bu alameti bir metafor olarak ele alınca Sabah Namazı’nı hakkıyla yapılmış başlangıçlara, Yatsı Namazı’nı ise sağlam bir tahlil ve sonuca ulaşmaya bağlıyorum.

    Şimdi önümüzde Kudüs (Gazze) sorunu var, Doğu Türkistan sorunu var. Önümüzde zulüm var! Daimi bağırıyoruz, beddua ediyoruz, ağlıyoruz. Peki bizim, zulme karşı çıkarken başlangıcımız, Sabah namazımız neresi? Ailemizdeki, mahallemizdeki, ilimizdeki, işimizdeki, ülkemizdeki zulme sesimiz var mı? Bütün bunlar ortak bilinçle, ideolojik fanatizmlerden veya kişisel menfaatlerden sıyrılarak Kur’ânî bir perspektifle sorgulanabiliyor mu? Bence sorgulanmıyor. Sorgulayan da güce ulaştığında bir müddet sonra şikayetçi olduğu şeyin öznesi oluyor.

    Yaklaşık bir sene evvel şöyle bir yazı yazmıştım:

    “Kendi nefsine zulmedenin, mahallesindeki/ülkesindeki haksızlığa, hukuksuzluğa türlü menfi kaygılarla karşı çıkmayanın, dünyanın bilmem neresindeki zulme ses etmesi en büyük ikiyüzlülüklerden biridir.

    Kendi belirlediği fahiş kira fiyatını ödemekten evine bir kilo et alamayan kiracısına merhamet etmeyen ev sahibinin, aç kalan Afrikalıyı dert etmesi hiç gerçekçi değildir.

    Oğlunu veya kızını türlü kayırmacılıklarla işe sokup binlerce gencin hakkını gasp eden babanın, Filistin’de ve sair mazlum coğrafyalarda hukuksuz şekilde evinden/tapusundan edilen insanları dert etmesi gerçekçi değildir.

    Ülkenin başkentinin orta yerinde, güpegündüz işlenen siyasi bir cinayetin, tüm deliller elde iken yargı üzerinde oluşan siyasi baskıdan sebep aydınlatılamamasına ses etmeyenin; ses etmeyi de geçtim, fail oluşumu savunanın, yol verenin Filistin’de öldürülen insanları dert etmesi gerçekçi değildir.

    Bir erdem veya duygu, kişiyi güncelde var olan bir gruba veya bir ideolojiye dahil ediyorsa, o hissin gerçekçiliği tartışmaya açık hale gelmiştir. Geçmiş olsun.

    Erdemler, kimsenin göremediği yerlerde gerçeklik kazanırlar. Hiç kimse yok iken… Ben ve ben… Üçüncü olarak yine sadece ‘ben’ var iken…

    Hüzünlenirken bile planlı davranıyor insanoğlu…
    Ah…”

    Metaforumuza tekrar dönecek olursak…
    Öğle, ikindi ve akşam namazlarımız tam takır; en iyi biz ağlarız, en fonetik ve süslü duayı, bedduayı biz ederiz.

    Bakın Kur’ân okuma yarışmalarımıza, maşallah gençlerimize; tekâmülle ilgili ayetleri, faiz ayetlerini, cihat ayetlerini, doğru insan oluşla ilgili ayetleri ne de kaliteli makamlarda okuyorlar. Peki kursaktan iniyor mu? Yansıyor mu en hayati yerlerimize? Yok! Yatsı Namazı’nı anlatmama gerek yok; Sabah’ı olmayanın Yatsı’sı da olmaz…

    Şimdi tüm bunlar göz önüne alınınca…

    İslam âlemi üzerinde bir fikri olduğunu iddia edenlerin yarısı ceset, yarısı kaset dememde mahsur var mı? Zombiler ve papağanlarla ümmet, millet, memleket kurtarıyoruz(!). Bu kadar çok uyaranı olan bir sinir sistemi eninde sonunda çökmez mi?

    Esasında akademiden yansıyan da bu değil mi? Memleketteki en doğru orantılı ikili: toplum ve akademi… Ezberci, daimi tekrara düşen, neye konsantre ise bir diğerine sağır, kocaman bir yığın…

    Bunların aşılması, ezberlerin bozulması ve tez vakitte münafıklık toprağının üzerimizden atılması elzemdir.

    Tekrar ile:
    Sabah’ı olmayanın Yatsı’sı da olmaz!
    Evvela kendi mahallemiz…

    Bunları yazmayı farz-ı kifaye görüyorum.
    Kimse üstüne alınmasa da olur.

    Devamını Oku