Mehmet Uygar Keleş

Mehmet Uygar Keleş

21 Ağustos 2024 Çarşamba

KÖR NOKTA

KÖR NOKTA
2

BEĞENDİM

ABONE OL

Budizm’de yaygın anlatılardan biridir “Körlerin Fil Tasviri”.
Kralın emriyle getirilen doğuştan kör altı adam, filin farklı yerlerine götürülür ve fili tutmaları, tuttukları şeyin “neye benzediğini” tarif etmeleri istenir.
Kuyruğu tutan “Fil bir halata benziyor” der,
hortumunu tutan, yılana benzetir,
dişlerini tutan, “Fil, mızrağa benziyor” der,
gövdesini tutan, duvara benzetir,
kulağını tutan yelpazeye,
bacağını tutan altıncı kör de ağaca benzetir.

Görülür ki, elde ettikleri verileri, yaşadıkları deneyimlerden oluşan hatıralarına göre değerlendirip tarif ettikleri için yaptıkları değerlendirmeler hatalı olur. Zihinlerinde filin bütünsel bir resmi olmadığından, elleriyle deneyimledikleri şeyin “ne olduğu” konusunda hiçbir fikirleri olmaz. Velhasıl, doğru bilgiye ulaşmak ve yanlış sonuca varmamak için bütüncül bir yaklaşımın şart olduğuna dikkat çekilmek istenir. Tıpkı hayatta ve siyasette de olduğu gibi.

Gerçekleri kavrayabilmek için daha geniş bir çerçeveden bakmalı, sorgulamalı, araştırmalı, uyanık ve dikkatli olmalıyız ki “körlerin fil tarifi gibi baki tarifi” yapmayalım.

Son günlerde yaşananlara baktığımızda, “Körlerin Fil Tasviri” hikayesinin aslında mecliste yaşanan tartışmalara ne kadar da benzediğini fark etmek zor değil. Özellikle Can Atalay ile ilgili oturumda gerçekleşen yumruk olayı, bazı siyasilerin “hukukun üstünlüğü” kavramını ne kadar esnetebileceğinin açık bir göstergesi oldu. Herkes kendi tuttuğu parçayı tarif etmekle meşgul; kimisi yumruğu mızrak, kimisi sadece bir refleks olarak görüyor.

Anayasa Mahkemesi’nin kararları ise adeta filin görünmeyen bir parçası gibi; kimse ona tam olarak bakmak istemiyor, dokunanlar bile neye dokunduklarını anlayamıyor. Meclisin hukukçuluğu ise, kör adamların fili tanımlama çabasından pek farklı değil. Bir grup diyor ki, “Bu kararlar bizim için bağlayıcı değil, fil yokmuş gibi davranabiliriz.” Diğer grup ise, “Hayır, burada bir fil var, ama biz onu görmezden geliyoruz,” diyerek kendi körlüklerini sergiliyor.

Bu hikayede asıl önemli olan, topluma anlatılan filin ne olduğu değil, bu fili nasıl tanımladığımız. Gerçekleri kavramak, doğru yola varmak için sadece bir parçaya değil, bütün resme bakmak gerek. Eğer bu bakış açısını benimsemezsek, mecliste her gün yeni bir “fil tanımı” yaparak, halkı daha da körleştirmeye devam edeceğiz.

Ancak mesele sadece filin farklı parçalarına dokunan kör adamların hikayesi değil. Psikoaktif bir içecek olan Ayahuasca Çayı gibi, toplumun bilinçaltına dokunan ve algılarını değiştiren başka şeyler de var.

Ayahuasca, Amazon ormanlarında yaşayan yerli halklar tarafından binlerce yıldır kullanılan bir içecek. Bu güçlü halüsinojen içecek, iki bitkinin karıştırılıp kaynatılmasıyla elde ediliyor ve birlikte kaynatıldıklarında ortaya çıkan aktif bileşenler, insanın algısını tamamen değiştiriyor. Dinî ritüellerde kullanılan bu çay, bazılarına göre Tanrı’ya ulaşmanın bir yolu.

Bu çay, Amazon ormanlarında yaşayan çok sayıda yerli kabile tarafından dinî, tıbbî, sosyal ve sanatsal yaşamlarında binlerce yıldır kullanılmaktadır.

Yıl 21 Şubat 2006. ABD Yüksek Mahkemesi, halüsinasyon etkisi yapan ilaçların kullanılmamasını istisnasız herkese zorunlu kılan bir kanundan, New Mexico’daki bir kilisenin muaf tutulmasına karar veriyor. Amaç, “Centro Espirita Beneficiente Uniao do Vegetal” isimli kilisenin imanlı üyelerinin yalnızca “hoasca çayı” içtiklerinde Tanrı’yı anlayabileceklerine inandıklarını beyan etmeleri ve mahkemenin bu beyanı kanıt istemeksizin kabul etmesi. Üstelik bu çayın yasa dışı ve halüsinojenik bir madde olan “dimetiltriptamin” içerdiği bilinmesine rağmen.

Oysa aynı Yüksek Mahkeme, 2005 yılında, kimyasal tedaviye katlanmak zorunda olan ve acı çeken kanser hastalarının ağrı, sızı ve bulantılarını hafiflettiğini ispatlayan çokça bulgu olmasına rağmen tıbbi amaçlı esrar kullanan hastaların tümünün federal davalarda suçlu bulunacağına hükmetmişti. Bu hüküm, uzman doktor denetiminde kullanımın yasallaştırıldığı az sayıdaki eyaletlerde bile geçerli hale getirilmişti.

Görülüyor ki mevzu din ve din adamı olunca nasıl da yolu yöntemi bulunuyor. “Sorgulamadan biat edilen, üzerinde tartışılamayan her inanç, fikir, kural her ne olursa körlüktür,” diyenler haksız mı şimdi?

Sayın Cumhurbaşkanımız, okuduğu bir şiir yüzünden bu ülkede ceza almadı mı? Hatta aldığı bu ceza yüzünden ne milletvekili seçilebilmişti, ne de başbakan olabilmişti. Neyse ki, zat-ı şahanelerinin her dönem için bir imdat simidi her zaman bulunduğundan, o dönem kriz bir şekilde giderilmişti. Kriz giderilmesine giderildi; ancak sayın Cumhurbaşkanımızın her zaman ifade ettiği düşünce ve fikir özgürlüğü konusu herkes için geçerli değil mi? Herkes için geçerli olması gereken ifade özgürlüğü, sadece belirli bir zümre için mi var? İfade özgürlüğü mü, yoksa sadece “kabul edilebilir” ifadeler mi serbest?

Bir ay önce sahih hadislerden örnek verdi diye hakkında yakalama kararı çıkartılan YouTuber “Diamond Tema” ile başlayan süreç, şimdi başka isimlere doğru ilerliyor. Sizden olmayan herkes, bir şekilde susturulacak mı? Her şeyin bir kılıfı var, minareyi çalan kılıfını hazırlar misali. Ancak bu kılıf ne kadar dayanır? Sorgulamayan, düşünmeyen, okumayan, konuşmayan bir halk mı istiyorsunuz? Halk sizin isteklerinizi yerine getirmeyince, yeni bir halk mı yaratacaksınız?

İspanyollar, Ebu Abdullah’ın hıçkırıklara boğularak ağladığı tepeye “Puerto del Suspiro del Moro” (Mağripli’nin İç Çekişi) adını koyar. Halk arasında ise burası “Arabın ağladığı yer” ya da “Arabın son nefesini verdiği yer” olarak bilinir. Ebu Abdullah Muhammed’in annesi Ayşe’nin söylediği iddia edilen bir söz ise ibret vericidir.

Hikaye şöyle gelişir: XI. Ebu Abdullah Muhammed, şehri teslim ettikten sonra ailesiyle birlikte sarayı terk eder. Bir süre mecburen ikamet edeceği el-Buşurrat (Alpujarras) bölgesine gitmek için dağdaki patikayı tırmanırken, bir kayanın üzerine çıkar ve Elhamra Sarayı’na bakarak ağlamaya başlar. Gözyaşları içinde dudaklarından şu sözler dökülür: “Elveda Elhamra, elveda Endülüs…

Bu manzarayı gören annesi Ayşe Hatun, oğlunu azarlar: “Ağla hain, ağla. Uğrunda savaşmayıp, erler gibi koruyamadığın memleket için şimdi kadınlar gibi ağla…

Ben annenin bu cümlesini çok önemsiyorum. İş işten geçtikten sonra ağlamanın, dizlere vurmanın bir anlamı kalmıyor. Kaybettiğin vatan, koruyamadığın ormanlar, şehirler, topraklar geri gelmiyor. Sessiz işgal – aslında artık sessiz de sayılmaz, tehlike bangır bangır geldi bile – yeni yasa ve imtiyazlarla devam ediyor. Sırada Irak meselesi var, vize meselesi var.

Tehlikelerin boyutunu, hainleri hepimiz anladığımız gün korkarım ki çok geç olacak. Ağlamak için de, önlem almak için de…

Gel de şimdi George Orwell’ın 1984 adlı eserinde yazdığı şu cümleye hak verme:

Öyle bir zaman gelecek ki, bazı ülkelerde bazı yöneticiler halklarını kendi istedikleri şekil ve inançlara eviremeyeceklerini anlayıp, dışarıdan kendilerine uyan başka toplumları getirip onlara vatandaşlık verecekler…

Bunu ülkecek idrak ettiğimizde inşallah, “Uğrunda savaşmayıp, koruyamadığımız memleket için ağlamayız…

Keyifli günler dilerken bile utanır olduk.
O nedenle sağlıklı , bol okumalı, sorgulamalı aydınlık günler diliyorum.

Mehmet Uygar Keleş
Devamını Oku

İMDAT ÇAĞRISI

İMDAT ÇAĞRISI
0

BEĞENDİM

ABONE OL

İşimiz gereği sıkça seyahat ederim. Yanımda biri varsa geçtiğimiz illerin, beldelerin neleri meşhur olduğunu, hangi özelliklerinin öne çıktığını, tarihi ve turistik yerlerini konuşmayı severim. Bu konuda gereksiz bilgiler depoladığım eleştirisi alsam da çoğu zaman bu konuyu yoldaşım açar.

Abi, Konya’nın etli ekmeği meşhur değil mi?” diye sorar. Ben de ona, etli ekmekten önce aklıma “mevlana şekeri” geldiğini söylerim. Mevlana konusu açılınca da haliyle konu tarihe ve siyasete kayar. Bende Konya denilince Mevlana ve Selçuklu Devleti’nin son zamanları çağrışım yapar. Anadolu’nun Moğol istilasıyla harap olduğu, ihanetlerin ve kahpeliklerin kol gezdiği bir dönemdir o devir. Mevlana’nın etkisiyle Selçuklu sarayı Moğolların kuklası haline gelmiş, Moğol istilasına direnen Türkmenler devlet eliyle katledilmiştir. Bu dönemde en büyük mücadeleyi verenlerden biri, daha sonra şehit edilen Karamanoğlu Mehmet Bey’dir. Selçuklu sarayının Farsçayı resmi dil yapmasına karşılık, “Bugünden sonra divanda, dergahta ve bargâhta, mecliste ve meydanda Türkçeden başka dil kullanılmayacaktır…” fermanıyla mücadelesini başlatmıştır. Karaman cadde ve sokaklarında hala Yunus Emre ve Mehmet Bey’in sözleri tüm direkleri süsler.

Aynı dönemde yaşayan Hacı Bektaş-ı Veli’nin “Eline, Beline, Diline Sahip Ol” sözü de o zaman söylenmiştir. Buradaki “el”, “il” anlamında, yani yurt ve vatan demektir. Yani Hacı Bektaş, “Vatanına sahip çık” demiştir. “Beline sahip çık” derken de toprak, yani işlenip ürün veren kutsal toprak kastedilmiştir. Hacı Bektaş, toprağına sahip çıkman gerektiğini söylemiştir. “Diline sahip çık” derken de kastettiği, konuştuğumuz dilimiz, güzel Türkçemizdir. Farsçanın resmi dil olması karşısında dilimizi kaybetmeyelim demiştir.

Vatan, iş, dil… Bunlara sahip çıkanlar elbette vardır. En başta da Cumhurbaşkanımız sahip çıkmaktadır. Özellikle diline…

Bazı sert konuşanlar için “Onun sadece dilinde!” derler. Bizim AKP Genel Başkanı Sayın Recep Tayyip Erdoğan da sertliği dilinde olanlardandır. Dilimize; “Terbiyesiz, şerefsiz, haysiyetsiz, alçak, namussuz, sapık, nebbaş, pislik, tezek, haşhaşi, çöplük, morg bekçisi, zürriyetsiz, çürük, sürtük” gibi birçok kelime kazandırmıştır. Bunlara iki yeni kelime daha eklemiştir: “Cibilliyetsiz” ve “Ev zencisi.” Doğrusu, “Ev zencisi” tabirini ilk defa duydum. Çok yaratıcı bir benzetme olmuş.

Ama dediğim gibi, Sayın Erdoğan’ın sertliği sadece dilinde.

Adalarımızı işgal eden Yunanistan’a; “Bir gece ansızın gelebiliriz!” diye gürledi. Yunanistan ise “Başımızın üstünde yerin var komşu, ne zaman istersen buyur” diyerek adaları sahiplenmeye devam etti. Sayın Erdoğan için o bir gece hiç gelmedi.
İsrail’e gireriz dedi ama İsrail, İran’a girip suikast yaptı. Girmeyi bırakın, ticaret giderek arttı.
Bu kardeşiniz bu görevde durduğu müddetçe faiz her geçen ay inmeye devam edecek” dedi. Ancak faiz de enflasyon da aldı başını gitti.
Rahip Brunson için; “Bu can bu bedende, bu fakir bu görevde olduğu sürece o teröristi alamazsınız” dedi, rahip ise “Papaz Kaçtı” oynar gibi uçup gitti.

Sayın Erdoğan’ın sertliği sadece dilinde ve kendisi temiz kalpli biridir. Temiz kalpliliğinden dolayı FETÖ tarafından kandırıldığını anladıktan sonra dili sertleşmiştir. Fakat sertleşen yeri sadece dili olup, kalbi yumuşaktır.


Hasta yatağında yatan Temel, ilacını istemek için karısı Fadime’ye seslenmiş: “Nerdesun be kadın?”
O sırada geçmiş olsuna gelen arkadaşı Emine ile konuşmakta olan yaşlı Fadime; “Emune ile konuşuyorum, ne oldu?” diye cevap vermiş.
Cevabı duyan Temel’in tepesi iyice atmış: “Çabuk ilacımı getir yoksa seni de Emine’yi de …!” diye sinkaflı bir küfür etmiş.
Arkadaşına mahcup olan Fadime; “Merak etme Emineciğim!” demiş. “Temel’in sertliği sadece dilindedir!”
Sen yine de çok şanslısın Fadime!” demiş Emine; “Benim Dursun, nasıl başardıysa geçen gün merdivenden düşüp dilini ısırdı. Artık onu da kullanamıyor!”


Dün akşam, yazar bir arkadaşımın köşe yazısını redaksiyon yaptıktan sonra sosyal medyada fonetik olarak kulağa hoş gelen kelimelerden örnekler vermemizi isteyince cevaben bir şeyler yazmıştım. Daha sonra aynı konuyu düşünürken aklıma iki türkü geldi:

Dam üstünde un eler
Tombul tombul memeler
Memeler baş kaldırmış
Kavuşmuyor düğmeler
” diye bir türkümüz var.

Bir de aynı bölgeyi anlatan, sözü ve müziği Necip Mirkelamoğlu’na ait bir şarkımız var:

Gel güzelim gel bana buldukça imkanını
Gül güzelim göreyim gonca-i handanını
Ben aşık-ı şeydanım bana mahremin olmaz
Aç güzelim göreyim sine-i üryanını
.”

Ben, birini dinlerken utanıyor, diğerini dinlerken gurur duyuyorum.

Tıpkı ülkemizi kurtaran, Cumhuriyetimizi kuran büyük önderimiz Gazi Mustafa Kemal Atatürk ile Sayın Cumhurbaşkanımızın mukayese edilmesi gibi. Birisi kulağa oldukça ahenkli ve fonetik gelirken, diğeri…

Birisi, muhalefet liderini eleştirirken “Milletin parasını Fransalarda heba ettiler” derken, “İtibardan tasarruf olmaz” sözünü hafızalarımıza işlemiştir. Saraylarda adını bile söyleyemediğimiz menülerle davetler verirken, sadece bir aylık yurt dışı gezisinde eskortluk yapan uçakların maliyetinin 2,5 milyon dolar olduğunu prompterda yazmadığı için söylememiş olabilir. Ancak “Bize kimse ahlak dersi vermesin” demiştir. Biraz evvel bahsini ettiğim “Siz”li cümleleri rahatça kurmuştur. Bu kelimelerdeki “siz” eklerini kullanarak daha zarif, kibar ve nazik olduğunu düşünmüş olabilir mi?

Bunun yanında mukayese edilmek istenen Gazi Mustafa Kemal Atatürk, tüm yaşamıyla zarafeti en güzel şekilde anlatmıştır. Cesaretin kabalık, kahramanlığın küstahlık olmadığını tüm dünyaya göstermiştir. Türk Milletine; zarafetin büyük bir zenginlik olduğunu, ama zarif olmak için zengin olmaya gerek olmadığını yaşam tarzıyla ispat etmiştir. Zarafet, pahalı elbise, ayakkabı değildir. Bir duruş, bir tebessümdür, güvendir, saygıdır, saygınlıktır. İşte aradaki fark, bence bu kadar açık.

Sosyal medyadaki bir gönderi bizi nerelere götürdü diye düşünürken, Instagram’ın kısıtlamasının sona erdiği haberi geldi. Hadi gözünüz aydın. İnternetin özgürlük felsefesiyle doğduğu dikkate alındığında, sosyal ağlar üzerindeki bu kısıtlamalar, demokrasi ve özgürlük açısından bir “S.O.S.” (imdat çağrısı) vermektedir. Zaten Dünya Demokrasi Endeksi’nde 158 ülke arasında Guatemala’dan sonra 102. sırada olan Türkiye için ne olmasını bekliyordunuz?

S.O.S.yal ağların imdat çağrısı, aslında demokrasimizin ve cumhuriyetimizin gönderdiği sinyallerdir. Elbette anlayabilene…

Mehmet Uygar KELEŞ

Devamını Oku

YOK ARTIK

YOK ARTIK
0

BEĞENDİM

ABONE OL

Son günlerde Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın “Nasıl Karabağ’a Libya’ya gittiysek oraya da gideriz” açıklamasına cevaben İsrail Dışişleri Bakanı Israel Katz’ın Türkiye Cumhurbaşkanı Erdoğan’a yönelik “Sonu Saddam Hüseyin gibi olabilir” paylaşımı, iki ülke arasındaki gerginliğin yeni bir boyut kazandığını gösteriyor. Ancak bu gerginliğin altında yatan gerçekler, her zamanki gibi biraz daha derinlerde yatıyor.

Temel, işten çıkmadan önce karısı Fadime’ye telefon ederek; “Fadumeciğim, patron birkaç arkadaşla İzmir’e balık avlamaya gidecek. Ben de gelmek istiyorum. Bu hafta sonunu orada geçireceğiz. Bu benim terfi ve maaş zammı almam için büyük bir fırsat. Sen, benim olta takımımı, çantamı ve yeteri kadar giysiyi hazırlayıver. İşten direkt çıkacağız, evden çantaları alırım. Bir de yeni ipek pijamama da koymayı unutma” demiş.
Fadime biraz şüphelenmiş olsa da Temel’in isteklerini yerine getirmiş. Birkaç gün sonra, eve yorgun ve mutlu dönen Temel, Fadime’ye; “Nasılsın, çok balık tuttun mu?” diye sormuş. Temel, “Tutmaz olur muyum? Hem de ne balıklar tuttum! Ama sen benim ipek pijamayı niye çantaya koymadın?” demiş. Fadime ise öfkeli bir şekilde; “Koymaz olur muyum? O balıkları tuttuğun oltalarla aynı çantaya koymuşum!” demiş.

Sayın iktidarımızın ve yandaş medyamızın bakmayı asla akıl edemediği o çantanın içinde aslında neler var, bir bakalım.. Öncelikle, Türkiye, Karabağ’da Azerbaycan’a SİHA desteği verirken, İsrail de Azerbaycan’a Heron’larını sağladı. Yani, Karabağ’da Türkiye ve İsrail aslında müttefik konumundaydı. Libya konusunda da durum farklı değil. Erdoğan, NATO müdahalesine karşı çıkarken, daha sonra İzmir’i Libya’ya NATO müdahalesinin hava üssü haline getirdi. Peki, NATO demek ABD demektir ve ABD de her zaman İsrail’in yanındadır.

Asıl mesele, İsrail Dışişleri Bakanı iken Katz’ın 2017 ve 2019 yıllarında yaptığı açıklamalarda gizli.
Erdoğan dost-düşman gibi davranıyor… Bize çok saldırıyor ve biz de karşılık veriyoruz. Ancak bu, Türkiye’nin ihracatının yüzde 25’ini Hayfa limanından Körfez’e yönlendirmesini engellemiyor.”
Katz, Erdoğan’ın İsrail’e yönelik sert eleştirilerine rağmen, iki ülke arasındaki ticaretin arttığını vurguluyor. Hatta, Erdoğan’ın ailesinden bazı kişilerin, İsrail’deki Hayfa Limanı üzerinden Basra Körfezi’ne ticaret yaptığını iddia ediyor. Buradan anlaşılıyor ki, her ne kadar iki ülke arasında “net bir husumet” olsa da, çıkarlar söz konusu olduğunda, işbirliği de mümkün hale geliyor.

Kaldı ki, Türkiye’nin dev şirketleri, bankaları, küresel sermayenin, yani Yahudi sermayesinin eline geçmiş durumda. Bu durum, Türkiye’nin İsrail’e karşı askerî müdahalede bulunmasını da zorlaştırıyor. Çünkü Kürecik’teki füze kalkanı, İsrail’i İran hava saldırısına karşı korumak için oraya yerleştirilmiştir. Yani, Türkiye hem İsrail’i koruyacak, hem de Karabağ’a, Libya’ya girer gibi girecek. Bu, fiilen mümkün değildir.

Dolayısıyla, Erdoğan’ın “İsrail’e gireriz” tehdidi, aslında komik bir durum yaratıyor. Çünkü İsrail, Türkiye’ye çoktan girmiş bile. Geriye kalan, sadece iki ülke arasındaki “win-win” oyunu, yani birbirlerini tehdit ederek, gündemdeki asıl sorunlardan kaçma çabası.

Erdoğan ve Katz arasındaki bu atışmalar, aslında iki ülkenin iç siyasetine yönelik birer strateji olarak değerlendirilebilir. İç politikada sıkışan liderler, dış düşmanlar yaratarak dikkatleri başka yöne çekmeyi severler. Özellikle ekonomik sıkıntılar ve toplumsal huzursuzluklar, liderleri böyle manevralara itebilir. Bu tür açıklamalar, milliyetçi duyguları körükleyerek halkın desteğini artırma amacını güder.

Ancak, bu strateji ne kadar etkili olursa olsun, gerçekler değişmiyor. Türkiye ve İsrail arasındaki ekonomik ilişkiler ve karşılıklı bağımlılıklar, bu tür diplomatik atışmaları anlamsız kılıyor. İki ülke de birbirine ihtiyaç duyuyor ve bu nedenle ilişkilerini tamamen koparma lüksüne sahip değiller.Erdoğan ve Katz arasındaki bu söz düellosu, daha çok kamuoyuna yönelik bir gösteri gibi duruyor. Gerçek dünyada, iki ülkenin çıkarları ve ilişkileri, bu tür açıklamalardan çok daha karmaşık ve derin. Bu yüzden, sosyal medyada yapılan bu tür tehditler ve açıklamalar, sadece kısa vadeli bir dikkat dağıtma aracı olarak kalıyor.

Diplomasinin dijital çağdaki bu yeni versiyonu, bizlere politikacıların sahne arkasında nasıl çalıştığını bir kez daha gösteriyor. Gerçek meseleler, bu tür gösterilerle örtbas edilmeye çalışılsa da, sonuçta çıkarlar ve ekonomik ilişkiler her zaman ön planda kalıyor. Erdoğan ve Katz’ın atışmaları, uluslararası arenada yaşanan bu tür gerilimlerin sadece görünen yüzü. Asıl gerçekler, politikacıların sahne arkasındaki stratejilerinde ve çıkar ilişkilerinde gizli. Bu yüzden, sosyal medyada yapılan bu tür açıklamalara fazla anlam yüklememek, asıl gerçekleri görebilmek adına önemli. Ve unutmayalım, diplomasi sahnesinde, her zaman perde arkasında oynanan başka bir oyun vardır.

Orhan Veli’nin dediği gibi:
“Kimi işinde gücünde,
kimisinin donu yok kıçında.”

Gerçekten de vatandaşlar o hale gelmiş ki, eskiden evlerde haczedilebilecek beyaz eşyalar vardı. Şimdi milletin alabildiği tek beyaz eşya, beyaz don haline geldi. Ve nihayet, o beyaz eşyaya da haciz geldi.

Küçük tavşan ormanda hoplaya zıplaya yürürken karşısına hiç görmediği bir yaratık çıkınca; “Sen kimsin?” diye sormuş. “Ben katırım,” demiş yaratık. “Annem bir eşekti ve bir atla çiftleşince ben oldum.” Tavşancığın pek aklına yatmasa da teşekkür edip yoluna devam etmiş. Derken tanımadığı bir hayvana daha rastlamış. Ona da; “Sen kimsin?” diye sormuş. “Ben kurt köpeğiyim,” demiş hayvan. “Annem bir köpekti ve bir kurtla çiftleşince ben doğmuşum.” “Allah Allah!” demiş tavşancık ve yoluna devam etmiş. O güne kadar gördüğü en garip hayvanla karşılaşmış. Merakla sormuş tavşancık; “Sen kimsin?” “Ben devekuşuyum,” demiş garip yaratık. Tavşancık, daha önce tanıdığı serçe kuşunu ve deveyi düşününce gözleri fal taşı gibi açılmış ve bağırmış; “YOK ARTIK!”

Bu iktidar sayesinde, “YOK ARTIK!” diye şaşıracağımız bir şey kalmadı.

Birkaç şirketin 600 milyar liralık borcunu bir çırpıda silen iktidar, emekli zammına gelince milyonlarca insanı rahatlatacak zam için 80-100 milyar parayı bulamıyor.

Cumhurbaşkanımız, evine peyniri gramla alan millete, manda yoğurdu ve kestane balını karıştırıp yemesini ve üstüne birkaç Medine hurmasını mideye indirmesini tavsiye edebiliyor. Çünkü o, her gece öyle yaparmış.

Sonra da sokak köpekleri yasası için yaptığı konuşmada; “Kimse bize merhamet dersi vermeye kalkmasın!” diye aslan gibi kükreyebiliyor.

“Yok Artık!” diyen var mı? Yok!

Neyse ki Orhan Veli, pireli şiirinde buna da cevap vermiş:
“Bu düzen böyle mi gidecek?
Pireler filleri yutacak!”

Evet, şimdi “Yok Artık!” demeyen biz pirelerin örgütlenip; “Artık Sana Oy Yok!” diye haykıracağı günleri göreceğiz. Beyaz don haczini de gördük ya…

Mehmet Uygar KELEŞ

Devamını Oku

BÖYLE OLUR MU?

BÖYLE OLUR MU?
0

BEĞENDİM

ABONE OL

Sıcak bir yaz günüydü. Turizm acentemiz o dönemin evvelinde patlayan bombalar, düşürülen uçak, neredeyse tüm yabancı ülkelerle olan krizden en az etkilenip iş yapmak adına neredeyse tüm tesettür otelleriyle anlaşmış ve adı bilindik turizm şirketleri dahi bizim üzerimizden otel rezervasyonu yapar hale gelmişti. Çalıştığımız zincir otel grubunun Bodrumdaki tesislerindeki problemi çözmek için bulunuyordum. Akşam yemeği yenilmiş, bazı misafirlerle beraber havuz başında oturmuş, sohbet ediyorduk. Oteldeki çoğu kişi “komutan” olarak sesleniyordu. F&B personelinden birisi koşarak gelip
-Komutan darbe mi oldu, dedi.

Şaşırdım ve komik geldi o an. Ne darbesi dedim, böyle darbe mi olur? dedim. Televizyonda haberlerde söylendiğini duyunca koşarak lobiye ve tv salonuna girdik. Neredeyse tüm tv kanalları yayındaydı ve canlı canlı o zamanki adıyla Boğaz Köprüsünün nasıl trafiğe kapatılmaya çalışıldığını veriyorlardı. Telefonum çaldı, İstanbul’daki arkadaşlarım uçakla bodruma geleceklerdi. “abi havalimanı kapatılmış, biz burada kaldık gelemiyoruz” diyorlardı. Televizyonlar yayında… Telefonlar çalışıyor… Böyle darbe mi olur?

Yakınlarımı aramak geldi aklıma, önce İzmir de Jandarma da kritik bir görevde bulunan yakınımı aradım. Orada her şeyin normal olduğunu, kendilerinin iyi olduğunu söyledi. Diğer bir yakınım Ağrı Eleşkirt’teydi. Durumun oldukça kötü olduğunu şuan mevzide olduklarını söyledi. Bu nasıl işti yahu. Böyle darbe mi olur, sorusunu kendi kendime defalarca kez soruyordum. Ankara’da bulunan tanıdıklarımı aramaya yeltendiysem de başarılı olamadım, konuşamadık.

Öyle tuhaf bir yerdeydim ki, etrafımdaki insanların pek çoğu heyecan içinde, sevincini gizlemeye çalışıyor, diğer pek çoğu ise kara kara düşünüyordu. SMS geldi. Normalde SMS geldiğinde hiç ilgimi çekmez, bakmam bile. AK Parti Ankara İl Başkanlığındandı. O an fark ettim ki öğlen saat 15 den beri AK Parti Ankara il başkanlığından bana ve listelerinde ne kadar kişi varsa hepsine mesaj göndermişler. Bazısında bu gün birlik ve beraberlik günü olduğu, bazısında Ankara için parti ile ilgili toplantıların gerçekleştirileceği vs. yazıyordu. Bu adamlar saat 15ten beri niye bu kadar çok mesaj göndermişler demeye kalmadan, Cumhurbaşkanının Haber Türk Tv de görüntülü konuşması yayınlanmaya başlandı. Böyle darbe mi olur?

Cumhurbaşkanımızın sokağa çıkın çağrısına otel müşterilerinin yarısı haydi bizler de çıkalım, ne duruyoruz derken, diğer yarısı sokağa çıkma yasağı var, otelde bekleyelim diyorlardı. Yarısı bu gün birlik günü, demokrasimize sahip çıkma günü diye bağırırken, diğer yarısı kanunlara ve yasaklara uymamız gerektiğini, zaten bodrumda böyle şeylerin olmayacağını söylüyorlardı. Yarısı darbeye maruz kalan iktidarı destekliyorlardı, diğer yarısı darbe yapanları. Malum tesettür otel olunca başka bir alternatif kalmıyor.

Oysa zamanında ülkemizi yönetenlerin ne kadar çok alternatif vardı.

Dün Fethullah Gülen teröristini öve öve yerlere göklere sığdıramayanlar makam ve mevki sahibi oluyorlardı. Sadece makam ve mevki olsa iyi, aynı zamanda iş hayatlarında sınırsız tolerans ve ticari faydalar kazanmaktaydı. Zamanında öve öve makam sahibi olanlar, bugün aynı kişiye söve söve makam sahibi olmaya devam ettiler, ediyorlar.

Peki, darbe girişimi dedikleri olay 15 Temmuz günü başlayıp, 16 Temmuz günü bastırılan bir kalkışma mıydı? Daha öncesi yok mu?

Asıl darbeye maruz kalanlardan birisi olarak, CHP Artvin Milletvekili Uğur Bayraktutan’ın 1 Ocak 2005-7 Mart 2013 tarihleri arasında, Türk Silahlı Kuvvetleri’nden (TSK) kendi isteğiyle emekli olan ve istifa eden subay ve astsubay sayıları ile sözleşme yenilemeyen uzman erbaş sayısının açıklanmasını gen soru ile istemişti. Doğru ya, bu kadar millet neden askeriyeden ayrılıyor, sebepleri bir araştırılsındı. Milli Savunma Bakanı İsmet Yılmaz ”1 Ocak-2005-7 Mart 2013 tarihleri arasında TSK’dan kendi isteğiyle emekli olan veya istifa eden subay sayısı 8 bin 349, astsubay sayısı 23 bin 7 ve kendi isteğiyle sözleşme yenilemeyerek ayrılan uzman erbaş sayısı da 13 bin 589’dur” bilgisini verdi. Toplam 44 bin 945 kişi…

8 yıl boyunca Silahlı Kuvvetlerden FETÖ Terör Örgütü üyesi olduğu için hapis cezası alan kaç kişi var? Hatta KHK’lar ile birlikte ordudan ilişiği kesilen kaç kişi var?

Darbeye bu gözle baktığınızda elbette buna böyle darbe mi olur diyemezsiniz. Yukarıdaki rakamlara dikkat ettiyseniz; Ergenekon,  Balyoz, Askeri Ajanlık… vb. kumpaslarla hapis yatanları, ihraç edenleri, intihar edenleri sayılarını eklemedim bile. Bundan daha ala darbe mi olur?

8 yıl boyunca FETÖ ile mücadele edildiği hep söyleniyor. Peki, o zamanlar kumpaslara “bağırsaklar temizleniyor” diyenler, “bu davanın savcısı benim” diyenler, darbeye karışmamışlar mıdır? Onlar için siyasi ayağı da incelensin şeklinde önerge verildiğinde, kimler ret oyu veriyor? Kimler neleri açıklamaktan imtina ediyor, korkuyor?

Her birini rahmetle andığımız 251 şehidimiz bu durum karşısında kemikleri sızlamıyor mu? Allah affeder, millet affeder, ama o şehitlerimizin hakları ödenmez, onlar affetmez.

Mehmet Uygar Keleş

Devamını Oku

Bir Başka Pazartesi

Bir Başka Pazartesi
0

BEĞENDİM

ABONE OL

Sevgili okurlar,

Yine Suriye’de sahneye çıkmışız, sanki “Süperstar” filminin başrolündeyiz! Bu seferki sahnemiz oldukça renkli ve dramatik. “Türkiye bizi Esad’a sattı” diye bağıran kalabalıklar, sanki Esad piyangodan büyük ikramiye çıkmış gibi. Sloganlar atılıyor, bayraklar yakılıyor, ortalık tam bir panayır yeri. Ama durun, bu daha önce de yaşanmıştı değil mi? İki sene önce Sn.Çavuşoğlu, “Şam’la da oturup konuşulur” deyince de benzer olaylar patlak vermişti. Demek ki Suriye’de bir şeyler değişmiyor, sadece tekrarlanıyor.

O zamanlar da bayraklar yanmıştı, şimdi de yanıyor. Geçmişte sokak olayları silahlı eylemlere dönüşmüştü, şimdi de dönüşüyor. PTT şubeleri, sanayi bölgeleri ve TSK noktaları hedef alınıyor, tıpkı eski bir Türk filmi gibi. Her şey aynı, sadece oyuncular ve dekorlar değişiyor.

Suriye sahnesinde kimler var dersiniz? Rusya-İran-Esad üçlüsü bir tarafta, ABD-İsrail-YPG/PKK üçlüsü diğer tarafta. İki grup, sanki birbirlerine kaşık atmışlar da yemek masasında kimseye çaktırmadan didişiyorlar. Rusya, Suriye’yi Akdeniz’e açılan bir kapı, ABD’ye karşı bir koz olarak görüyor. İran ise Şiilik yayıyor, direniş hattını güçlendiriyor. “Siz benim üslerime saldırın, ben de sizin üslerinize göz kırparım” diyerek İsrail’e yan gözle bakıyor.

Rusya’nın da işleri karışık. PKK ile mi oynayacak, YPG ile mi? Moskova’da ikisinin de ayrı ofisleri var, adeta bir yandan kahve içerken diğer yandan fal bakıyorlar. Geçmişte Esad’ın teyzesi oğlunu İran’la işbirliği yaptığı için gözaltına aldıran Rusya, şimdi sahilde güneşlenirken bir yandan da İran’ın iç bölgelerdeki etkisini kontrol ediyor.

Peki ya ABD ve İsrail? Onlar da Suriye ile Türkiye arasındaki bu yakınlaşmadan rahatsız. Lübnan-İsrail savaşı kapıda, telafisi zor bir kaos geliyor. Tel Aviv ve Washington, “Lütfen, Suriye bizimle uğraşmasın” diyor. ABD’nin de İsrail’in de aklı başka yerlerde, Türkiye’yi dert etmeye vakitleri yok.

Ve işte yaz ayları yaklaşıyor. Ağustosta YPG Suriye’de yerel seçim yapmak istiyor. Bu, ortalığı iyice kızıştıracak gibi. Suriye’nin yaz sıcağı bir başka olur, ama bu sefer terleten güneş değil, politik gerilimler olacak.

Sonuç olarak sevgili okurlar, Suriye’de bir başka pazartesi günü, Türk bayrağı yakılırken Esad’a sevgiler, saygılar sunuluyor. Biz de kenardan izliyoruz, kahvemizi yudumlarken “Bir sonraki sahne ne olacak acaba?” diye düşünüyoruz.

Tarih tekerrürden ibaret derler, ama biz de aynı filmi izlemekten bıkmadık mı? Biraz yenilik, biraz huzur, biraz da barış istiyoruz. Ama anlaşılan o ki, bu filmi daha çok izleriz. Eğlenceli mi? Evet. Üzücü mü? Kesinlikle. Peki çözüm var mı? Belki de yok. Ama bir şey kesin: Suriye’de bir şeyler değişmiyor, sadece tekrarlanıyor.

Bir başka pazartesi gününde, yine görüşmek üzere!

Saygılar ve sevgilerle,

Mehmet Uygar KELEŞ

Devamını Oku

Tercüman Gazetesi Veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız. Detaylar için veri politikamızı inceleyebilirsiniz.