
08 Kasım 2025 Cumartesi

Tercüman Gazetesi

HAYATIN ANLAMI VE ANLAMLI YAŞAMAK

CUMHURİYET KADINIYIM

“Kalem, yazmak zorundadır”: Sedat Sayın ile Öykü, Hafıza ve Yazma Üzerine

AŞK MORG KAPISINDA

KENDİNE TUTUNMAK

KENDİN OLMAK

YENİDEN MİLLİ MÜCADELE (ÇAĞRI)

CİNSLİĞİN DAYANILMAZ AĞIRLIĞI

BİZİMKİSİ BİR AŞK HİKAYESİ

BAŞIMIZA NE GELİYORSA, BIRAKIN YAPSINLARDAN GELİYOR

AYNADAKİ LEKE

SOĞUKTA SOKAKLARDA KALANLAR

DİN VE BİLİM OTORİTEDEN NEDEN BAĞIMSIZ OLMALIDIR

Ne Bu Dünyada Ne De Öteki Dünyada


VAZO ÖNÜNDE SATILAN ÜRÜNLER SAĞLIKLI MI?

YAŞAMDA KALİTE İÇİN BİR YOLCULUKTAN FAZLASI, BİR İNSANİ DOKUNUŞ

GAVUR İZMİR (Mİ?)

Milletin Vekili Olmak Cesaret İster

SUÇLAR CEZASIZ KALMAMALI

Gökyüzünde Nehirler Var (There Are Rivers in the Sky, Elif Şafak): Bir Su Masalı

KUR'AN KİMİN KELAMI?

Mustafa Kemal ATATÜRK

ŞEYTANI KÜSTÜRDÜK MÜ?

Ticareti “Franchise’laştıran AKP

CUMHURİYETİMİZ: BİZLER HER SABAH ÖZGÜR BİR ÜLKEDE UYANABİLELİM DİYE VERİLEN 102 YILLIK BİR MÜCADELE

ÖYLE BİR DUA Kİ...

Akıl, Vicdan, Özgürlük.

EVLAD-I FATİHAN ve SELANİKLİ MUSTAFA

Türkiye’de karayolu taşımacılığı verileri açıklandığında rakamlar yine dudak uçuklatan cinstendi. Resmî verilere göre, 2024 yılında tam 142 milyon 646 bin 487 kişi karayoluyla yolculuk yapmış. Bu sayı, 14 milyon 698 bin 947 otobüs seferi demek.
Dile kolay… Yüz binlerce otobüs, milyonlarca insan. Her biri ayrı bir heyecan, ayrı bir telaş, ayrı bir hikâye ve ayrı bir umut…
Böylesine büyük bir hareketliliğin içinde bir meslek var ki, insana dokunmanın, hizmetin, sabrın ve kalitenin tam merkezinde duruyor: muavinlik.
Bir otobüs firmasının kurumsal bağlamda yolcuya uzanan eli, güler yüzü ve samimiyetidir muavin.
Yolculuk boyunca yüz yüze olduğumuz, bir bardak çayla, bir tebessümle, bir nazik sözle yolculuğu yormayan, aksine kolaylaştıran insanlar onlar. Ne var ki, çoğu zaman varlıklarını bile fark etmeden bitiriyoruz seyahatimizi.
Yolcunun zihninde kalan ilk ve son izlenim, çoğu zaman muavinin davranışıyla şekillenir. Kısacası, bir firmanın yaptığı işin kalitesi ve insana yansıyan yüzüdür o.
Geçtiğimiz hafta, Giresun Seyahat firmasının Ankara–Çorum seferinde bu gerçeği yeniden hatırlatan bir örnekle karşılaştım. Yolculuk boyunca görev yapan muavin Selami ÇAYAN, görevini sadece yerine getiren biri değil; yaptığı işi bir gönül hizmetine dönüştüren bir insan.
Selami Bey, 45 yaşından sonra başlamış bu işe ama öyle bir içtenlikle, öyle bir enerjiyle yapıyor ki, takdir etmemek mümkün değil… Her yolcuyla ayrı ilgilenen, tatlı esprileriyle ortamı yumuşatan, nezaketi ve yardımseverliğiyle takdir toplayan bir karakter…
Yolculuk bittiğinde herkesin yüzünde fark edilen bir tebessüm vardı.
Merakımı yenerek Selami Bey’e sordum:
— Bu hizmet için özel bir eğitim aldınız mı?
Gülümseyerek şu cevabı verdi:
— Hayır, ben sadece insanlara yardımcı olmayı seviyorum. İşimi seviyorum. Sevmediğin işi yapmayacaksın…
Ne güzel bir cevap… Ne sade ve ne derin bir söz…
Kısacık bir cümle ama içinde insan olmanın özü gizli…
O anda anladım ki, bazı insanlar sadece işini değil, insanı merkeze koyar. İşte o zaman yapılan iş anlam kazanır ve yapılan işe değer katılır.
Bu kısa sohbet bana, başarının üç temel ilkesini yeniden hatırlattı:
Selami ÇAYAN, belki bu ilkeleri bir seminerde öğrenmemişti, ama davranışlarıyla hepsini yaşatıyor ve işine değer katıyordu.
İşte tam o noktada, Martin Luther King’in oğluna atfen söylenen şu cümleler geçti aklımdan:
“Babamın (M. L. King) görevi sokakları süpürmek olsaydı, Michelangelo’nun resim yaptığı, Beethoven’ın beste yaptığı, Shakespeare’in şiir yazdığı gibi süpürürdü. Sokakları öyle güzel süpürürdü ki, gökteki melekler durup, ‘Burada işini çok iyi yapan büyük bir sokak süpürücüsü yaşadı’ desinler. İş ahlakı bunu gerektirir…”
Diğer taraftan, Fuzuli’nin o meşhur cümlesini hatırladım hemen:
“Marifet iltifata tabidir.”
Takdir, insanı motive eder; insan motive oldukça işine gönül verir, işine kalite ve değer katar.
Bu bildik arka planla gittim, kaptana da Selami Bey’in görevini çok iyi yaptığını ve takdir edilmesi gereken bir çalışan olduğunu söylerken, kaptana da teşekkür etmeyi ihmal etmedim…
Çok kısa da olsa kaptanla tanışma faslında, yaş almış kaptanın Beşikdüzü Öğretmen Okulu mezunu olduğunu, ancak hiç öğretmenlik yapmadığını da öğrenmiş oldum…
Yolculuğumuzun sonunda, karşılıklı el salladık, “kazadan, beladan uzak yolculuklar” diledik.
Ama ben o otobüsten sadece bir şehirde değil, bir duyguda mola vererek indim. Çünkü gördüm ki; işini severek yapan bir insan, bulunduğu yeri sıradanlıktan çıkarıp iyiliğin, güzelliğin ve kalitenin durağına dönüştürebiliyor.
Küçük bir tebessümün, içten bir sözün, işine duyulan sevginin ne kadar büyük fark yaratabileceğini bir kez daha hatırladım.
Çünkü bazen bir yolculuk, sadece bir yolculuk değildir… Bir insanın yüreğine dokunmanın adı olur. İşte, her sektörde aradığımız fark, tam da bu insani dokunuşta gizlidir…
Kısacası, yolları güvenli, işleri kaliteli, bereketli ve insanları mutlu kılan şey, sadece lokomotifteki/direksiyondaki dikkat değil; insanın emeğine kattığı sevgi ve işin ahlaki yönüne verilen önemdir.
Ve o sevgi, iltifat gördükçe, takdir edildikçe büyür, yayılır ve yaygınlaşır…
Sevgiyi ve yaşamda kaliteyi büyütmek için, gördüğünüz bir güzelliği, iyi davranışı, insani hali yürekten takdir edin, kutlayın ki hayatın bütün alanları güzelleşsin…
Unutmayın: Marifet, iltifata tabidir.

27 Şubat 2025’te İmralı’dan gelen çağrıya, Mayıs ayında PKK’nın “silah bıraktık, örgütü feshettik” açıklaması, şimdi de Türkiye’deki militanlarını yurt dışına çıkarma talimatı vermesi, PKK’nın 40 küsur yıllık tarihini unutanlar için heyecanla karşılandı ve büyük laflar edilerek kamuoyuna sunuldu.
PKK’nın geçmişinde bu çeşit açıklamalar hepimizin hafızalarında canlılığını koruyor. Hemen bir hatırlatma yapalım:
1- Rahmetli Özal zamanında (1993), PKK’nın ateşkes ve silah bırakma sözüne rağmen sonraki yıllarda binlerce şehit verildi.
2- Çözüm sürecinde (2009-2013) yaşananlar ortada. On binlerce insanın katili PKK, çözüm sürecinde yaşanan “Hendek Olayları”nda da ağırlıklı istihbarat örgütü mensubu 900 civarında vatan evladını şehit etmişti.
Başta ABD ve İsrail olmak üzere Batılı ülkelerin aparatı olan kanlı terör örgütünün bu kısa tarihi sürecinde yaşananlar bütün çıplaklığı ile ortada iken, bugün bebek katili Öcalan’ın çağrısının üzerine, “Terörsüz Türkiye” sloganı ile yola çıkanlar, Büyük Ortadoğu Projesi’nin (BOP) ve bu bağlamda PKK’nın üstlendiği rolün farkında değiller mi acaba?
Geldiğimiz noktada, PKK’nın Mayıs ayı içinde kendini fesih kararı alması ve sembolik olarak silahlarını yakması birilerini heyecanlandırmış görünüyor…
“Terörsüz Türkiye” sözü, dışarıdan bakanlar için oldukça janjanlı ve de cafcaflı. Ancak bu sözün sahadaki karşılığı, fiiliyattaki durumu nedir? sorusunun cevabı endişe vericidir.
Örgüt, Mayıs ayı içinde sözde kendini feshettiğini açıklamış ve sembolik olarak silahlarını da yakmıştı. Ancak örgütün, Ekim ayı içinde militanlarını Türkiye dışına çıkarma kararı, örgütsel yapısının hâlâ ayakta ve kadroların Kandil ile temas hâlinde olduğunu gösteriyor. Bu tablo, bitmiş bir örgütten değil, biçim değiştiren bir yapıdan söz edilmesini gerektiriyor.
Bu bağlamda PKK için bu “fesih” bir kapanış değil; uluslararası meşruiyet kazanma ve zaman kazanma hamlesi olabilir. “Silah bıraktık” mesajı, Batı nezdinde bir yumuşama sinyali taşırken, sahada militanların yedekte tutulduğu, yeni yapılanmaların hazırlandığı izlenimi veriyor.
Irak ve Suriye hattındaki bağlantılar da bu tabloyu güçlendiriyor. PKK’nın fesih değil, yeni bir forma geçtiğini gösteriyor. ABD ve bazı Batılı aktörlerle geçmişteki ilişkiler düşünüldüğünde, bu “fesih”, bir stratejik bekleme süreci gibi duruyor.
Silahlar sustu belki, ama örgütsel hafıza susmadı. PKK hâlâ ideolojik damarını koruyor, kadrolar Kandil ile hâlâ temas hâlinde. Yani, resmî olarak kapanan yapı fiilen kendini dönüştürüyor.
Türkiye açısından asıl risk, bu süreci “son” sanmak.
Oysa bu, bir başlangıç evresi… Örgüt, yeni koşullarda, Irak ve bölgede KCK; Suriye’de ise ABD’nin desteklediği ve ana omurgasını PKK’nın oluşturduğu SDG/PYD/YPG vb. yeni isimlerle, yeni zeminlerde var olmanın yollarını arıyor.
Bu süreçte Türkiye’nin, PKK’yı bahane ederek BOP sürecinde Suriye’deki oluşuma müdahale etmemesi için ABD aklı ile önlem alınmaktadır.
Bu sebeple bugün sorulması gereken soru şudur:
Gerçekten bir “fesih” mi yaşandı, yoksa sessiz bir yeniden yapılanmanın perdesi mi açıldı?
Türkiye, güvenlik politikalarını gevşetmek yerine bu dönüşümün doğuracağı belirsizlikleri doğru okumalı.
Çünkü bazen “biten” bir şey değil, şekil değiştirip yeniden başlayan bir süreçtir asıl dikkat edilmesi gereken.
Yukarıdaki tablodan da anlaşılacağı üzere, 40 küsur yıldır bölgede emperyal güçlerin aparatı olan bölücü terör örgütü PKK, bu amacından vazgeçmediğini ortaya koymaktadır.



Geçen hafta Çarşamba günü Çorum’a gitmiştim. Gitmişken bazı dostlara uğrayıp hasret gidermek istedim. Dostlarımdan Av. Uğur KÜÇÜK ve Av. Tuğrul DAMAR’ı Çorum Adliyesi’ne yakın bürolarında ziyaret ettim. Bir başka dostumu ziyaret için oradan ayrıldım ve yolumun üzerinde “Diyanet Okuma Salonu” tabelası dikkatimi çekti…
Basın-yayın organlarında, gençler arasında yaygın olan garip isimlerde suç örgütlerinin, çetelerin olumsuz haberlerine üzülürken, bu tabela bana çölde bir vaha gibi geldi…
Bir toplum, bir şehir gençlerine ne kadar imkân sunarsa, o kadar geleceğine yatırım yapmış olur…
Bazı mekânlar vardır; duvarları taş, beton, çatısı belki ahşap ama içinde atılan her adım, yüreklerde bir sıcaklık uyandırır.
Dışarıdan baktığınızda sade bir yapıdır; fakat içine girdiğinizde kalbinizi saran bir huzur duyarsınız.
İşte Çorum İmam Hatip Lisesi Tatbikat Camisi’nin bahçesinde, Çorum İl Müftülüğünce açılmış o mütevazı “Diyanet Okuma Salonu” böylesi yerlerden biri…
Görevli Ş.A, bu mekânı anlatırken gözlerindeki parıltıdan anlıyorsunuz ki, burası kitap okuma salonundan çok daha fazlası ve zamanı sınırlamayan, gönlü geniş bir sevda mekânı olmuş.
Gençlerle birlikte düşünmenin, üretmenin, hayal kurmanın; çay kokusuna karışan heyecan dolu sohbetlerin buluştuğu bir mekân…
Klasik usulde dizayn edilmiş, şark köşesini andıran, pırıl pırıl, otantik bir atmosfer…
Zamanın duvarlarda asılı kalmadığı, her saatinin anlam kazandığı bir yer burası.
Yumuşak minderlerde sıcacık sohbetler, sessizliğin ortasında bir sayfanın hışırtısı, yanı başından gelen ezan sesi… Hepsi bir araya gelince insan, “İşte ilim, işte huzur,” diyor içinden.
Az da olsa raflarda dizili kaynak kitaplar sadece bilgi değil, umut taşıyor sanki. Gençler burada kitap okumanın ötesine geçiyor; proje üretiyor, hayal kuruyor, geleceğe dair fikirler geliştiriyor.
Bir grup lise öğrencisi, bir köşede bilim projesi tartışıyor. Yan masada üniversiteliler, toplumsal bir girişimin detaylarını yazıyor. Hepsinin ortak noktası ise aynı çatı altında, aynı amaçta birleşmiş olmaları… Üretmek, paylaşmak ve topluma, insanlığa faydalı olmak…
Ve işin en güzel tarafı, tüm bunlar bir menfaat, bir karşılık beklentisiyle değil; gönülden, samimiyetle yapılıyor.
Çay, kahve ikramı… Hepsi ücretsiz; ama o bardaklardan süzülen sıcaklık, insana paha biçilemez bir değer sunuyor.
Bu mekânın hayata geçmesinde Çorum Belediyesi’nin katkısı da takdire şayan. Kurumlar el ele verince, bir şehrin kalbinde ne güzel filizler yeşeriyor. Bu okuma salonu da işte o filizlerden biri…
Küçük bir adım ama bereketli; tıpkı toprakta kök salan bir tohum gibi, gençliğin ruhuna umut ekiyor.
Ş.A, bu mekânda gençlere rehberlik etmekten duyduğu mutluluğu öyle içten anlatıyor ki; dinlerken insan, onun bu işi bir görevden öte, bir gönül hizmeti olarak gördüğünü hissediyor.
Belki de hizmetin en güzeli budur: bir yüreğe dokunmak, bir gencin hayatına ışık tutmak…
Evet, bu salon sadece bir “okuma” mekânı değil; bir diriliş, bir nefes, bir buluşma, bir aydınlık noktası. Belki gün gelir, bu masalarda fikir üreten o gençlerden biri El Biruni gibi, İbn-i Sina, Mimar Sinan gibi ülkesine büyük değer katacak, belki bir diğeri insanlığa umut olacak bir eser yazacak…
Kim bilir… Büyük işler bazen küçük bir odada, bir bardak çayın etrafında doğar.
Ne güzel demiş Mevlana:
“Bir mum, diğerini tutuşturmakla ışığından bir şey kaybetmez.” Aksine aydınlık çoğalır.
İşte Tatbikat Camisi’nin bahçesindeki bu Okuma Salonu da, Çorum’un gönlünde yanan bir mum artık.
Ve biz biliyoruz ki, o ışığın etrafında toplanan her genç, bu şehrin yarınını biraz daha aydınlatıyor…
Çorum örneğindeki bu güzel uygulama umarım projelendirilerek Türkiye genelinde yaygınlaştırılır…

Mısır’ın tatil kenti Şarm El-Şeyh’te sahnelenen diplomatik tiyatro…
Liderlerin kameralara verdikleri pozlar, göz göze gelen gülümsemeler, barışın geldiğini müjdeleyen nutuklar…
Sahneye çıkanlar gülümseyerek “Barışı getirdik” dediler.
Ama o sahnenin ardında bir gerçek var: Gazze…
Gazze’deki soykırımı iki yıl boyunca dünya ile birlikte bu liderler de izledi.
Bu süre içinde 20 bini çocuk olmak üzere 70 binin üzerinde Filistinli, katil Netanyahu’nun emriyle katledildi.
Hastaneler, okullar bombalandı; ibadethaneler yerle bir edildi.
Elektriksiz, susuz, gıdasız bırakılan yüz binlerce insanın feryadı, sadece vicdanı olanlarca duyuldu.
Gazze yerle bir edildi; binlerce bina yıkıldı, yüz binlerce insan sakat kaldı.
Acıların, travmaların tarifi mümkün değil…
Barış Mı Dediniz?
Ve şimdi, bu enkazın üstünde bir “barış öyküsü” yazılmaya çalışılıyor.
Hayır, bu barış değil.
Bu, Gazze’de uygulanan soykırımı unutturma çabasıdır.
Bu, sessiz kalmanın utancını örtme/perdeleme gayretidir.
Zira barış, ölülerin ardından poz vermek değildir.
Barış, yıkılmış bir halkı alkışlar arasında selamlamak hiç değildir.
Barış, savaş başlamadan önce onu önleyebilme gayret ve cesaretini gösterebilmektir.
Ve siz, sözüm ona Dünya Liderleri…
İki yıl boyunca susarak, görmezden gelerek, katliama diplomatik kılıflar biçerek ve hatta koşulsuz destek vererek, katil Netanyahu’nun suç ortağı oldunuz.
Bugün kalkıp da bu yıkımın üzerine barış kutlaması yapmanız, sadece siyasi bir ayıptır ve bu ayıbınızı perdeleme gayretidir…
Eğer bu “barış” gerçekten kıymetli olsaydı, 70 bin insan ölmeden önce sağlanmış olurdu.
Eğer bu barış, insani bir değer taşısaydı, çocuk cesetleri, çocuk mezarları üzerinden değil, çocukların hayalleri üzerinden yükselirdi.
Bir halk, tüm dünyanın gözü önünde soykırıma uğradı.
Ve bu soykırımın ardından utanmadan, sıkılmadan sahneye çıkıp “barışı getirdik” diyorlar.
Hangi yüzle buna barış diyorsunuz?
70 Bin İstatistik Değildir
20 bini çocuk, 70 bin can…
Bunlar istatistik değil.
Bu sayılar, isimleri olan, hayalleri olan, oyuncakları, oyunları yarım kalan çocuklar; ailesini kaybetmiş kadınlar; sokak ortasında can vermiş yaşlılar…
Şimdi hangi söz, bu sessiz çığlıkları bastırabilir?
Sözüm Ona Siz Dünya Liderleri,
Siz Gazze’yi iki kez yıktınız:
Birincisi bombalarla, ikincisi utanmadan seyrederek…
Siz, Dünya Liderleri, savaşların artık bir çözüm değil, bir çöküş olduğunu öğrenmiş olmalıydınız.
Ama ne yazık ki hâlâ şiddetin dilini konuşuyorsunuz.
Hâlâ güçlü olmakla, insanları öldürecek güçlü silahlar üretmekle ve savaş bakanlıkları kurmakla övünüyorsunuz.
Ve hâlâ enkazların üzerine kurulan masallarda barış şovları yapıyorsunuz.
Gazze’nin Çocukları
Bugün Gazze’den bir çocuk size baksaydı, gözlerinin içine bakıp ne derdiniz?
“Geç kaldık ama barışı getirdik” mi?
Yoksa “Ölümünüzün ardından poz vermeyi başardık” mı?
Bu çocukların öfkesi değil, asıl sorun sessizliği olacak.
Çünkü tarih boyunca en büyük utançlar, susturulmuş halkların ardından sahnelenen gösterilerde gizliydi.
Gazze’nin çığlığı, bir gün bütün salonları bastığında, bugün çektirdiğiniz o gülümseyen fotoğraflar, kara bir leke gibi düşecek önünüze.
Ve şimdi kalkıp, yıkıntıların ortasında barış şovları yapıyorsunuz.
Bu bir başarı değil, bu bir ahlaki çöküştür.
Diplomasi, cesaretle insanı yaşatma sanatıdır ve bu amaca hizmet etmeyen diplomasi sadece bir şovdur.
Yapanın Yanına Kâr Kalmamalı
Tarihin önünde soykırımcılardan bir gün hesap sorulacak.
Bir başka ifadeyle, yapanın yanına kâr kalmayacak.
O gün geldiğinde bu çocukların, bu anaların, bu yıkıntıların dili olacak.
Ve sizin pozlarınız, o fotoğrafların arkasında kara bir leke olacak.
Bu dünyada hâlâ utananlar kaldıysa, işte onlar sadece barışı değil, adaleti arıyor ve suçluların yargılanıp hesap vermesini bekliyor.
Çünkü adalet olmadan barış, sadece bir sus payıdır.
Ve bizler, gerçekleri gören insanlar olarak bu kirli şovun seyircisi olmayacağız.
Sonuç ve Değerlendirme
Gazze yıkımının ve soykırımın baş sorumluları bellidir.
İsrail Başbakanı katil Netanyahu ve ona doğrudan ya da dolaylı destek veren ülke liderleri, bu soykırım utancının ortaklarıdır ve adalet önünde hesap vermek durumundadırlar.
Bu bağlamda Gazze yıkımının ve soykırımın tazminatı ödettirilmelidir.
Bundan sonra hiç kimse böyle bir vahşete cüret edememelidir.
Diğer taraftan bütün bu acıların ve bu travmaların sonucu, başkenti Doğu Kudüs olan ve 1967 yılı sınırları temelinde bağımsız, egemen, toprak bütünlüğü olan bir Filistin devletinin kurulması olmalıdır.
Ve biz biliyoruz ki:
Gerçek barış, ancak yıkılmamış şehirlerde, yaşatılmış hayatlarla mümkündür.
Gazze’nin enkazı altında sadece insanlar değil, insanlığın vicdanı da yatıyor.
O vicdanı yeniden diriltmek, hepimizin boynunun borcudur.
Artık herkesin safını belirleme zamanıdır:
Ya suskunların dünyasında bir seyirci olacağız,
ya da adaletin tarafında, insanlığın yeniden uyanışına katkı vereceğiz.

Türkiye, 21. yüzyılın ilk çeyreğini, köklü bir yapısal sorunun ceremesini milyarlarca dolar ödeyerek geçiriyor.
Bugün devlet yönetiminde yaşadığımız gerçek, kurallardan ve kurumsallıktan uzak, keyfi bir anlayışla devlet yönetme biçimidir.
Bu düzene “gecekondu kültürü” ya da daha keskin bir ifadeyle “kuralsız ve keyfi yönetim anlayışı” demek kimilerine ağır gelebilir. Ancak ortaya çıkan sonuçlar, ne yazık ki bu benzetmenin gerçeği yansıttığını kanıtlar nitelikte.
Rusya’dan 2,5 milyar dolar ödeyerek aldığımız ve depolarda olduğu iddia edilen S-400’lere sebep, üretimine ortak olduğumuz ve 1,2 milyar dolar ödediğimiz, ancak CAATSA’ya (*) takılarak ABD’nin vermediği F-35 savaş uçaklarına bir ilave de Irak petrol boru hatlarının işletmesinden gelmiştir.
Türkiye tarafından, 2014-2018 yılları arasında, Irak Kürt Bölgesel Yönetimi (IKBY) sahasından çıkarılan petrolün, Irak Merkezi Hükümeti’nin izni olmadan, Kerkük-Ceyhan boru hattından dünya pazarlarına sunulması, Irak Merkezi Hükümeti’nce uluslararası tahkim mahkemesine taşınmıştır.
Irak Merkezi Hükümeti’nin açık iradesine ve uluslararası hukuk kurallarına rağmen Türkiye’nin, IKBY ile petrol ticareti yapması, tahkim heyetince mevcut boru hattı sözleşmesinin ihlali olarak değerlendirilmiştir.
Davayı gören Uluslararası Tahkim Mahkemesi, Türkiye’yi Irak’a yaklaşık 2 (1 milyar 997 milyon) milyar dolar tazminat ödemeye mahkûm etmiştir.
Bu noktada sormamız gereken soru şu: Türkiye bu hatalara nasıl düşmektedir?
Cevabı açık ve net… “Devlet aklı”ndan uzak yönetim icra etmekten…
Kurumsal mekanizmalarla değil, günübirlik çıkarlar ve dost-akraba ilişkileriyle yürütülen dış politika, dış ticaret; yalnızca siyasi değil, ekonomik olarak da ülkeye ağır faturalara mal oluyor.
Kerkük-Ceyhan hattı üzerinden yürütülen bu “uluslararası hukuk kurallarına aykırı ticaret”, kısa vadede birilerine çıkar sağlamış olabilir. Ama orta ve uzun vadede olan, Türkiye’nin uluslararası itibarına ve hazinesine olmaktadır.
Bu, bir dış politika ya da enerji politikası hatası değil yalnızca; bu, bir devlet yönetme tarzı sorunudur.
“Ben yaptım oldu”, “Hukuk arkadan gelir”, “Bizim çocuklar halleder” mantığıyla devlet yönetilmez.
Devlet, şahısların ayaküstü aldığı kararlarla değil, hukukun belirlediği kuralların ve kurumların yönetiminde ayakta durur. Ama bizde maalesef bu kültür, gecekondu inşa eden müteahhidin yöntemiyle şekilleniyor: Ruhsatsız, projesiz, denetimsiz ve standartlardan uzak konut inşa etme…
Sonunda da olan oluyor: Felaket…
Bütün birikimin, varlığını ödeyerek aldığı konut, ilk depremde insanımızın mezarı oluyor.
Devlet yönetiminin bu anlayışla yürütülmesinde, Irak petrolü meselesi Türkiye’nin ilk ve tek dersi olmayacak. Ama belki de en pahalılarından biri olacak.
Bu olay, yalnızca dış politikada değil; enerji, hukuk ve ekonomi yönetiminde de ciddi bir zihniyet değişikliğine ihtiyacımız olduğunu haykırıyor.
Çünkü devlet, “keyfiliğe dayalı yönetim tarzı” ile değil, akılla, ilimle, hukukla ve hikmetle yönetilir.
Aksi hâlde, hâlen ABD’de görülen Halkbank davasının sonucu da bu manada merak edilirken; yukarıda verdiğimiz örneklerin toplamı olan yaklaşık 5,7 milyar dolara ilave, daha çok milyar dolarlık cezalar/faturalar öderiz.
Ve bu faturalar, devletin hazinesinden değil; fakirleşmemiz pahasına hepimizin cebinden çıkıyor…
İlgililere ve yetkililere yine Ahmet Cevdet Paşa’nın o meşhur sözünü hatırlatarak yazımızı noktalayalım:
İlmi olmayanın feraseti,
Feraseti olmayanın siyaseti,
Siyaseti olmayanın riyaseti (yönetme becerisi) olmaz.
(*) CAATSA: “ABD’nin Düşmanlarıyla Yaptırımlar Yoluyla Mücadele Etme Yasası”

“Mazlumun yanında yer almak taraf olmak değil, insan olmaktır.” – Malcolm X
Bu haftaki yazımın konusunu “Gecekondu Kültürü ile Devlet Yönetmek” olarak belirlemiştim. Ancak bu konuyu haftaya bırakarak, Gazze’de yaşanan soykırıma ilişkin Trump’ın “20 Maddelik Barış Planı” daha güncel olduğu için bu haftaki konu başlığımız değişmiş oldu. Ve Hamas’ın cevabından önce yazımızı kaleme aldığımızı da belirtmiş olayım…
Okurlarımın da malumu, ABD Başkanı Trump, BM Genel Kurulu’na katılan başta Sayın Erdoğan olmak üzere sekiz İslam ülkesinin lideri ile bir toplantı yapmıştı. Bu toplantıda Gazze’ye dair 20 maddeden oluşan bu “Barış Planı” üzerinde görüş birliğine varmış olmalılar ki, 29 Eylül 2025 tarihinde de Başkan Trump, katil Netanyahu ile Beyaz Saray’da bir araya gelerek planı görüştüler.
Başkan Trump, İsrail Başbakanı katil Netanyahu ile görüştükten sonra basının karşısına birlikte çıkarak “20 Maddelik Barış Planı”nın kabul edildiğini basına duyurdular.
Ama bu “barış”, hangi tarafın barışı?
Plana dair ilk göze çarpan eksiklik aslında en büyük sorun: Filistin tarafı masada yoktu. Ne Gazze halkının iradesini temsil eden kurumlar ne de Filistin yönetimi ile müzakere edilmiş bir plan söz konusudur.
Bu plan, sadece bölgesel aktörler ve küresel güçler arasında şekillenmiş bir diplomatik mutabakattır. Zira barışın iki tarafı olur. Yani bu metin barış değil, bir siyasi “oldu bitti”dir.
Bir de ardından Trump, planın kabulü konusunda 4 günlük süre vererek, “Hamas bu ‘Barış Planı’nı reddederse, İsrail tehdidi ortadan kaldırmak için tam destek sahibidir.” diyerek Filistin’e müzakere değil, “ölümü gösterip sıtmaya razı etmek” anlamında tehditte bulundu.
Yapılan itirazlar, planın ne kadar eksik ve tek taraflı olduğunu gözler önüne seriyor. Planın gürültülü sonuçlarından bazılarını hatırlatmakta fayda var:
Tüm bu hususlar, planın neden “barış”tan çok “pazarlık” koktuğunu açıkça ortaya koyuyor.
Bugün, dünyanın dört bir yanında;
Peki, İsrail’in soykırım uygulamasına karşı ayağa kalkmış bu kadar güçlü bir uluslararası desteğe, arkalarındaki bu küresel rüzgâra rağmen, sekiz Müslüman ülke lideri neden Filistin’i yok sayan bu planın arkasında durdu dersiniz?
Gazze’deki soykırımın adı konulurken, neden bu liderler diplomatik bir atılım yerine sessiz kaldılar? İsrail’in katlettiği 20 bini çocuk, 70 bin Gazzeli’nin hakkını niçin savunmadılar? Nerede hak? Nerede hukuk? Nerede adalet ve nerede barış? Nerede vicdan?
Merak ediyoruz gerçekten; Trump’la neyin müzakeresi yapıldı? Filistin halkının talepleri masada yoksa hangi halk adına, neyin barışı konuşuldu?
Ne yazık ki, İslam ülkelerinin liderleri toplantıda, Gazze’de soykırım suçu işleyen İsrail’e koşulsuz destek vererek suç ortağı olan Trump’a hesap sormak yerine, onunla poz vermeyi marifet bildiler. Bu akıl tutulması ve ferasetin bağlanması değil de nedir? Yazıklar olsun…
Yüz binlerce insanın hayatına mal olan Büyük Ortadoğu Projesi (BOP) bağlamında Irak operasyonundan/raporundan tanıdığımız (Irak’ta kitle imha silahları var diyen ve daha sonra da yokmuş itirafında bulunan), insanlık adına sicili bozuk olan İngiliz başbakanlarından Tony Blair’in Gazze konusunda yürütülecek sürece dâhil edilmesi bize, Osmanlı toprağı olan Filistin’i 1917 yılında işgal eden İngilizlerin coğrafyamızda uyguladıkları açık-gizli planlarını hatırlatıyor.
İngilizlerin korumasında; Yahudiler, gerek satın alarak gerekse fırsatları değerlendirerek ve kurdukları çetelerle gasp ettikleri Filistin topraklarında 1948’de İsrail devletini kurdular.
Evet, sicili bozuk Tony Blair ismi, yukarıda da belirttiğimiz üzere BOP sürecinde gelinen noktada, coğrafyamızdaki İngiliz ajanları Lawrence’leri, Binbaşı Noel’leri ve gizli planlarını hatırlatıyor.
Diplomasi çoğu zaman bir satranç oyunudur. Ama satrançta bile her taşın bir değeri, bir ağırlığı vardır. Filistin halkı, yıllardır yalnızca işgalin değil, aynı zamanda susturulan diplomatik kanalların ve en temel insan haklarının da mağdurudur.
Bugün İslam dünyasının liderlerine düşen görev, güçlü olanla yan yana durmak değil; haklı olanın yanında durmaktır. Çünkü tarih, kimin hangi masada neyi savunduğunu, neyin karşılığında sustuğunu ya da konuştuğunu unutmaz.
Gazze sadece bir şehir, bir coğrafya değil, insanlığın bir vicdan sınavıdır. Ve bu sınavdan kimin geçtiğini, kimin kaldığını zaman gösterecektir.
Barış, sadece silahların susması değil; adaletin konuşmasıdır. Adalet olmadan, bu plan sadece geçici bir suskunluk getirir. Asıl mesele, bu sessizliğin içinde ne kadar feryadın, figanın, çığlığın, haksızlık ve hukuksuzluğun gizli olduğunu görmektir…
Gazze konusunu işlediğimiz bütün yazılarımızda belirttiğimiz üzere, İsrail “Vaad Edilmiş Topraklar(*)” hezeyanı ile Gazze’yi insansızlaştırmak ve BOP bağlamında yayılmacı politikasından vazgeçmek niyetinde değil; geçecek gibi de gözükmüyor…
Her şeye rağmen, “En kötü barış, en iyi savaştan evladır.” anlayışı ile Filistin tarafının barıştan yana tavır alması beklenir. Barıştan yana bir değerlendirme, Gazze’nin işgalinden hiçbir şekilde vazgeçmeyecek olan katil İsrail ve arkasındaki güçleri şaşırtan bir karar olacaktır.
(*) Yahudilik’te Tanrı YAHOVA tarafından Yahudilere; tam sınırları belli olmamakla beraber, günümüzde İsrail-Filistin Devleti topraklarını içine alan ve Nil’den Fırat’a kadar olan bölgenin “Vaad Edilmiş Topraklar” olduğu inancı yaygındır.

25 Eylül’de Cumhurbaşkanı Sayın Erdoğan ve heyeti, ABD Başkanı Trump tarafından Beyaz Saray’ın meşhur “Oval Ofis”inde ağırlandı. Basın karşısında Sayın Erdoğan’a ve heyetine “Hoş geldiniz.” dedikten sonra, Trump’ın ilk kurduğu cümle Rahip Brunson’ın serbest bırakılması ile ilgili oldu.
Kıymetli okuyucularımın malumu olduğu üzere Rahip Brunson; ülkemizde 15 Temmuz hain darbe girişimine adı karışan ve mahkûm olan bir ABD ajanı…
Konu Brunson ile açılınca hemen; “Donald Trump yine yaptı yapacağını.” dedim kendi kendime… Küçümsedi mi bu cümlesiyle Sayın Erdoğan’ı, yoksa övdü mü, çözüme muhtaç. Ama Trump’ın kurduğu cümle şu:
“Rahip Brunson’ı bırakmıyorlardı, sonra ben aradım, dedim ‘Bırakın.’ Erdoğan güçlü liderdir, hemen bıraktı.”
Tabii, Rahip Brunson’un tutuklandığında Sayın Erdoğan’ın “Bu can bu bedende, bu fakir bu görevde olduğu sürece o teröristi (Rahip Brunson) alamazsınız.” cümlesini de bütün Türk kamuoyu gibi ben de anımsıyorum.
Ve ardından Trump sözlerine devamla, “Sayın Erdoğan herkesin saygı duyduğu, benim de saygı duyduğum, harika bir adam. Suriye’de önemli işler yaptı, Suriye’yi aldı.” vb. sözlerle “sırt sıvazlamaya” devam etti.
Bravo! Ne güzel değil mi? Ülkemizin Cumhurbaşkanı Trump tarafından “güçlü lider” olarak ilan edildi. Hem de ABD Başkanı’nca övüldü!
Türkiye’de her gün yerli ve millî duruştan, bağımsız yargıdan bahsedenler için bu sözler bir madalya(!) gibi takıldı.
Yine de içimde garip bir his var: Sanki bu madalyanın(!) arkası biraz isli/paslı gibi…
Yüzeysel bakıldığında bu sözler bir övgü gibi algılanabilir. Ancak biraz dikkatli okuyan herkesin fark edeceği gibi özellikle Rahip Brunson ile ilgili ifadeleri, Türkiye’de yargı bağımsızlığının ve hukuk devletinin hangi noktada olduğunu, nasıl dış müdahalelerle yönlendirildiğini gözler önüne seriyor.
Trump şimdi çıkıp bunu açıkça, “Ben Brunson’ı bırakmalarını istedim, Erdoğan yaptı.” şeklinde anlatıyor. Bu, ABD’nin iç kamuoyuna yönelik bir siyasi başarı hikâyesi olabilir. Fakat Türkiye açısından durum çok farklı tabii ki. Yani bu tablo, bağımsız bir hukuk devletinde asla olmaması gereken bir müdahaleyi normalmiş gibi gösteriyor.
Şimdi durup düşünelim: Trump, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin yargı kararlarına dışarıdan bir telefonla müdahale ettiğini ve bu müdahalenin “anında” sonuç verdiğini söylüyor. Ve bunu utanmadan gururla anlatıyor! Yani hukuk değil, hükmünü yürüten; telefon ve güç…
Ama mesele bu değil tabii. Mesele, Trump’ın bunu “övgü” olarak anlatması. “Aferin Erdoğan dedim, yaptın(!)”
Ne hoş(!), değil mi?
Birileri hemen sahipleniyor tabii bu sözleri: “Bakın bakın, Trump bile Erdoğan’ı övüyor!”
Yahu durun bir dakika… Trump sizi mi övüyor, yoksa Türkiye’de ‘hukukun nasıl işlediğini’ tüm dünyaya ifşa mı ediyor?
Bu noktada insan sormadan edemiyor: Gerçekten güçlü liderlik, ülkede bağımsız mahkemelerin kararına karışmadan, süreci adil ve şeffaf yürütmek değil midir? Yoksa asıl güç, bir gece ansızın bir yargı kararını “kaldırmakta” mı yatıyor?
Kaldı ki Trump’ın Türkiye’yi övmesinden daha ironik bir şey varsa, o da onun “adalet” anlayışıyla bizim “hukuk devleti” iddiamızın yan yana gelmesidir. Bir yerde “güçlü lider” tanımı yapılırken hukuk yerle yeksan ediliyorsa, bu övgü değil, tokat gibi bir ithamdır.
Ama biz alışkınız. Ne zaman bir Batılı lider Türkiye’yi övse, iç politikada bunu “millî zafer” diye sunarız. O lider aynı gün içinde Türkiye’yi eleştirse, bu kez “emperyalist tabii” der geçeriz. Dakikalar içinde millî olur, dakikalar içinde hain olarak hedefe konanlardan oluruz.
Peki ya bizim yargımız? O nerede bu tabloda? Onun sesi çıkmıyor. Zaten çoktandır çıkmıyor. Trump ya da Alman eski Başbakanı Merkel mahkûm olan kişileri “Bırakın” dediğinde bırakan bir yargıdan söz ediyorsak, hâkimlerin cüppesinde artık düğme değil, telefon kulaklığını aramak gerekebilir.
Sonuç olarak, Trump bizi övdü mü, dövdü mü bilinmez ama şurası kesin: Türkiye’de hukuk, bu hikâyede başrolde değil. Belki figüran bile değil. Olsa olsa “telefon geldikten sonra sahneden çıkan bir karakter.”
İşte size güçlü bir hukuk devleti(!) fotoğrafı: Dışarıdan gelen talimatla içeride şekillenen adalet(!)…
Adı hukuk devleti ama fiiliyatta “rica, minnet devleti.”
Trump bir telefon açtı, biz de notumuzu aldık.
Bravo(!) bize…
Diğer taraftan Tüccar Trump’tan ne aldık ve Türkiye olarak ne verdik? Suriye’deki SDG/PKK/YPG/PYD için ABD’nin 2026 yılı bütçesine 130 milyon dolar ödenek koyması ile ilgili ve Gazze konusunda Türkiye olarak ABD’ye ne sorduk, ne söyledik? F-16, F-35, CAATSA yaptırımları vb. hususlar ayrı yazı konularıdır…

Gazze’de yaşanan insani kriz, yalnızca bir bölgesel çatışma değil, aynı zamanda küresel vicdanın sınandığı bir trajedidir. 7 Ekim 2023’ten bu yana süren saldırılar, uluslararası hukukun ve insan onurunun açıkça ihlal edildiği bir süreci temsil etmektedir.
Bu bağlamda, İslam İşbirliği Teşkilatı (İİT) ve Arap Ligi gibi kurumların tepkisizliği ve etkisizliği, İslam dünyasının ahlaki ve stratejik bir kriz içinde olduğunu göstermektedir.
İsrail’in Doha’daki Hamas liderlerine yönelik saldırısı sonrası İİT ve Arap Ligi’nin acil toplantısı, zamanlama açısından dikkat çekicidir.
Toplantıya Sayın Erdoğan’la birlikte İslam dünyasından birçok ülke lideri katılmış, yayımlanan bildiride İsrail kınanmış ve uluslararası topluma yaptırım çağrısı yapılmıştır. Ancak bu bildirinin sahada somut bir karşılık bulmadığı açıktır.
Toplantı sonrası İsrail’in Gazze’ye yönelik kara harekâtı başlatması, bu toplantıların sembolik değerin ötesine geçmediğini ve caydırıcılıktan uzak olduğunu göstermektedir.
Körfez ülkeleri, sahip oldukları enerji kaynakları ve finansal güçle küresel siyasette etkili olabilecek potansiyele sahiptir. Ancak bu güç, İsrail’e karşı kullanılmamaktadır.
Batı’daki yatırımlar, siyasi bağımlılık ve liderlik eksikliği, bu pasifliğin temel nedenleri arasında yer almaktadır. Bu durum, İslam dünyasının kendi kaynaklarıyla dolaylı olarak İsrail’in askeri gücünü beslemesi gibi trajik bir çelişkiyi ortaya koymaktadır.
Yani İsrail, Anadolu insanının deyimiyle “çayın taşı ile çayın kuşunu vurmaktadır.”
Doha toplantısına katılan liderlerin, Körfez ülkelerinin ABD ve İngiltere bankalarındaki paralarının yanında, en son iki ay önce Mısır’ın İsrail ile doğal gaz konusunda yaptığı 35 milyar dolarlık anlaşmayı nasıl değerlendirdiği merak konusudur.
Batı’da sivil toplum örgütleri ve bazı hükümetler Gazze’deki zulme karşı ses yükseltirken, İslam dünyasında halklar öfkeli, ancak saraylarında yöneticiler sessizdir.
Bu sessizlik, stratejik bir tercih olmaktan çok, gerçek bir acizlik ve vizyon eksikliği olarak değerlendirilmelidir. İİT’nin kararları sembolik düzeyde kalmakta, sahada hiçbir etkisi bulunmamaktadır.
Filistin’e destek veren halklar ile sessiz kalan yöneticiler arasındaki uçurum, İslam dünyasında ciddi bir meşruiyet krizine işaret etmektedir.
Bu kriz sürdükçe, Filistin yalnız bırakılacak ve İslam dünyası için için çürümeye devam edecektir.
İİT’nin etkili olabilmesi için aşağıdaki konularda somut adımlar atması gerekmektedir:
Gazze’de yaşananlar, İslam dünyasının vicdanını ve kurumlarının işlevselliğini sorgulatan bir dönüm noktasıdır. İİT’nin artık sadece kınama açıklamalarıyla yetinmemesi, yukarıda belirtilen somut ve etkili adımlar atması gerekmektedir.
Bugün eğer insanlığın öldüğü Gazze için birleşilmeyecekse, ne zaman birleşilecektir?

Bir zamanlar misketlerin yuvarlandığında, yakar top oyununda çocuk seslerinin yankılandığı sokaklar, artık güvenlik görevlilerinin gelişine alamet siren seslerine, suç ve şiddet haberlerine sahne oluyor…
12 Eylül 2025 tarihli TRT’nin ana haber bülteninde; “13’ü 18 yaşından küçük, 30 şüpheli yakalandı.” haberi yer aldı. Bu tür çocuk yaşlarda şiddet ve suçların haberleri son günlerde adeta sıradanlaştı…
Konu ile ilgili olarak, – Şiddet Olayları Artarak Devam Ediyor!!! – başlıklı iki yıl önceki (16 Ağustos 2023 tarihli Kilit TV) yazımızda, şiddetle ilgili olarak tespitlerimizi yapmış ve ardından beş soru sormuştuk. Bu sorulardan ikisi;
Aradan geçen 2 yılı aşkın sürede olaylar azalmamış, yürek yakan şiddet olayları ve şehirlerimizin sokaklarında mafya vari örgütlenmeler özellikle çocuk yaşlarda artarak devam etmiş ve etmektedir.
Bugün büyük şehirlerin sokakları, çocuk yaşta oluşturulan suç örgütleri yüzünden her geçen gün biraz daha korku tüneline dönüşüyor.
Sokaklarımızın bu güvensizliği beni 30 yıl geriye götürdü.
1995 yılında ABD’nin Arizona eyaletinin başkenti Phoenix’te, Arizona Devlet Üniversitesi’nin bir programına katılmıştım. Bu vesile ile 4,5 ay geçirdim Phoenix’te. Bana üniversitede danışmanlık yapan öğretim üyesi Mrs. Marina’nın ilk tembihatı:
“Phoenix’in merkezine sakın yalnız gitmeyesin ve akşam hele hiç uğramayın.” olmuştu.
Ben de “Hayırdır, niçin?” diye sormuştum…
Danışmanım:
“Orada siyahi gençlerin oluşturdukları çeteler var. Sizi soyarlar, üzerinizdeki kıymetli eşyalarınızı alırlar ve karşı koyacak olursanız şiddete başvururlar, sopa yersiniz.” demişti.
Ben bu durumu çok garipsemiş ve ABD gibi bir ülkenin bir eyaletinin başkentinde, hem de merkezinin cadde ve meydanlarının güpegündüz insanlar için güvenlikli olmamasına şaşırmıştım…
Ama yazılanlardan/çizilenlerden şunu biliyordum: ABD’de Afrikalıların uzun yıllar okullarda, toplu taşıma araçlarında, sinema, tiyatro ve ortak yaşam alanlarında beyazlar tarafından dışlanması, aşağılanması Afrikalı gençleri suç makinasına dönüştürmüştü…
30 yıl sonra benim ülkemde de şehirlerimizin sokaklarında benzer sorunların yaşanacağını hiç ama hiç düşünmemiştim. Çünkü o yıllarda bizim böyle bir sorunumuz yoktu. Bugün geldiğimiz noktada çocuk yaşlarda örgütlü işlenen suçlar, geleceğimiz için endişe vericidir…
Burada sorumluluk sahiplerinin kendilerine şu soruyu sorması gerekir:
Şiddete ve suça itilmiş bu çocuklar kimin ve neyin kurbanı?
Çocuk yaşta olanlar değil ama gençler üzerine yapılan bir araştırmaya (2023 Türkiye Gençlik Profili Araştırması) göre, gençlerin %92’sinin bir sosyal medya kullandığını ortaya koyuyor. Bu veri çocuklar bakımından da dikkate alınabilir.
Bugün özellikle iletişim teknolojisinin hızla gelişmesiyle beraber oluşan sanal dünya, gençler ve çocuklar için bir sığınak olmaktan çıkmış, birer yol gösterici ve yönlendiriciye dönüşmüştür. Hemen her alanda bilgiye ulaşmak kolaylaşmış ve aynı zamanda şiddete, suça, yanlış rol modellere de rahatlıkla ulaşılmaktadır…
Yani çocukların hayatlarında yanlış seçim yapmalarında etkili olan unsurlar arasında sanal medyanın olduğu kanaati yaygındır. Gerçek hayatta değer görmeyen yeni nesil, ekran başında/sanal ortamda sahte bir kimlik edinmenin peşine düşmektedir.
Çocukların denetimsiz kullandıkları sanal ortamlar, onların karakterini şekillendiren bir okula dönüşmüştür adeta…
Ama bu okulun programı ve öğretmeni ne yazık ki kötü niyetli çıkar odaklarının kontrolündedir.
Diğer taraftan, sosyal medyada “fenomen” diye yüceltilen birçok isim, gösterişli hayatlarının arkasına sakladıkları gri, hatta karanlık geçmişleri ya da illegal bağlantılarıyla arkadan gelen nesiller için adeta birer “başarı” örneği hâline geliyor. Saygı duyulması gereken insani değerlerin yerini alan maddi güç ve büyüklük karıştırıldığından; emek değil, kısa yoldan o maddi gücü elde etmenin yolları aranır oluyor.
Ve bu haksız ve hukuksuz olarak elde edilen maddi güç de alkışlarla karşılanıyor ve değer görüyor. Bu durum karşısında değer verilmeyen, yer yer dışlanan sokaktaki çocuk da doğal olarak neyin doğru, neyin yanlış olduğunu karıştırıyor…
Ellerinde kalem yerine bıçak ve bellerinde silah taşıyan çocuklar, hem toplumun hem de sistemin sessiz kurbanları… Suça karışan ve suçlunun gölgesinde büyüyen bu çocuklar sadece fail değil, aynı zamanda göz göre göre sokaklarda kaybettiğimiz bir nesil…
Sonuçta, suçun ortasına düşen çocuklar… Hem fail, hem mağdur… Küçük yaşta çeteler tarafından “adam” yerine konan ama devlet eliyle yeterince korunamayan çocuklar…
Artık sadece çocukları değil, sokakları da kaybediyoruz. Bu sorun ne sadece sanal dünyanın, ne sadece büyüklerin, ne de yalnızca eğitim sisteminin suçu.
Bu, topyekûn bir toplumun aynaya bakması gereken bir durumdur.
Sorumluluk hepimizindir…

Eylül ayıyla birlikte yeni bir eğitim yılına daha umutlarla başlıyoruz. Her yıl olduğu gibi yine iyi dilekler, süslü açılış törenleri, yaldızlı mesajlar havada uçuşuyor…
Ancak unutulmaması gereken temel bir gerçek var: Eğitim sistemleri temennilerle değil, sistemli ve bilimsel yönetim anlayış ve yaklaşımlarıyla geliştirilir. Bu bağlamda, çağdaş yönetim yaklaşımlarından biri olan Toplam Kalite Yönetimi (TKY), genelde kamu, özelde eğitim yönetiminde vazgeçilmezimiz olmalıdır.
Ne var ki, ülkemizde eğitim sistemi hâlâ büyük oranda geleneksel, hiyerarşik, siyasetin ve ideolojik tercihlerin baskın olduğu reaksiyoner bir anlayışla yönetilmektedir. Öğrenciden öğretmene, veliden yöneticiye eğitimin tüm paydaşlarının katılımını öngören; süreç odaklı ve sürekli gelişmeyi esas alan ve eğitimcilerimizin yabancısı olmadığı TKY anlayışından uzak bir yönetim anlayışı sergilenmektedir.
Oysa 1999 yılında, eğitim sistemimizde zamanın eğitim bakanının onayı ile yürürlüğe konulan MEB Toplam Kalite Yönetimi Uygulama Yönergesi ile Bakanlık personeli “Kalite Yönetimi” ile tanışmıştı. Ardından pilot uygulamadan heyecan verici sonuçların alınması ve eğitimde kalite ödülü uygulaması ile kalite sürecinin yaygınlaştırılması hedeflenmişti. Bu çerçevede, 25 binin üzerinde eğitim yöneticisi “TKY” kurs ve seminerlerine alınmıştı.
Akademisyen Nail YILDIRIM’ın yaptığı araştırma(*) ile de eğitimde TKY uygulamasının başarılı olduğu ortada iken, 2018 yılında bir talihsizlik yaşanmıştır. Hiçbir gerekçe belirtilmeden “Eğitimde Kalite” uygulamasına ilişkin mevzuat (Yönerge), Bakan Sayın Tekin’in müsteşarlık yaptığı o tarihte, kamu yönetiminde usule de uygun olmayan bir yöntemle(**) kendi imzası ile yürürlükten kaldırılarak eğitimde kaliteden vazgeçilmiştir.
TKY, bir kurumun tüm paydaşlarını sürece katan; kaliteyi yalnızca sonuçta değil, süreçte de arayan; sürekli iyileştirmeyi hedefleyen çağdaş bir yönetim anlayışı ve yaklaşımıdır.
TKY’nin temel ilkeleri:
Bu ilkelerin her biri, eğitim sistemine doğrudan uyarlanabilir ve sistemin kalitesini artıracak temel taşları oluşturur. Ancak bugün eğitim yönetimi pratiklerine bakıldığında, yukarıda da ifade edildiği üzere bu ilkelerin göz ardı edildiği görülmektedir.
1- Müşteri (Paydaş) Odaklılık Yerine Ezberci Yaklaşım
TKY’ye göre en önemli öncelik, hizmet verilen kesimin –yani eğitimde öğrencilerin ve dolaylı olarak toplumun– ihtiyaçlarını karşılamaktır. Ancak mevcut sistemde öğrencinin bireysel ihtiyaçları, öğrenme stilleri, ilgi ve yetenekleri genelde göz ardı edilmekte; sınav merkezli, ezberci ve standardize edilmiş bir eğitim yapısı dayatılmaktadır.
TKY’nin müşteri memnuniyeti ilkesi; öğrencinin öğrenmeden tatmin olması ve hayatın gerçeklerine karşı donanımlı kılınması, velinin sisteme güven duyması ve toplumun nitelikli birey beklentisinin karşılanması anlamına gelir.
Ne yazık ki eğitim yönetiminde bugün bu hedeflerin çok çok uzağındayız.
2- Süreç Odaklılık Yerine Sonuç Odaklılık
Eğitimde kalite, yalnızca mezuniyet oranları, sınav başarıları veya uluslararası sıralamalardaki yerle ölçülemez. Önemli olan, bu sonuçlara nasıl ulaşıldığıdır. TKY, “doğru sonuçlara ulaşmanın yolu, doğru süreçlerden ve süreçlerin doğru yönetilmesinden geçer” der.
Bugün eğitim sistemimizde genellikle sadece çıktılar ölçülür; öğretim süreçlerinin yönetimi, niteliği, sınıf içi etkileşim, rehberlik hizmetleri, bireysel gelişim gibi süreç göstergeleri yeterince dikkate alınmamakta ve değerlendirilmemektedir.
Oysa kaliteli bir eğitim, süreçlerin sistem bütünlüğü esas alınarak kaliteli yönetilmesiyle mümkündür.
3- Sürekli İyileştirme Yerine Durağanlık
TKY, kurumların kendilerini sürekli sorgulamasını, değerlendirmesini ve iyileştirmesini savunur. Ancak eğitim sistemimizde planlama ve uygulama genellikle statik/durağan bir yapıdadır. Okullar, kendi kendini değerlendirme/öz değerlendirme konusunda yeterince donatılmamış, izleme-değerlendirme sistemleri ise çoğunlukla formaliteye indirgenmiştir.
Sürekli gelişim kültürü, öğretmenlerin mesleki gelişiminden müfredatın esnekliğine kadar her alana yansıtılmalıdır. Bugün genelde öğretmenlerimiz, değişen kuşaklara ve teknolojik gelişmelere rağmen aynı yöntemle ders anlatmakta; sistem ise bu durağanlığı yeterince sorgulamamaktadır.
4- Kalite Kültürü ve Katılımcı Yönetim Yerine Tepeden İnmeci Anlayış
TKY’ye göre kalite, yalnızca yöneticilerin değil, sistemin tüm paydaşlarının sorumluluğundadır. Karar alma süreçlerine, eğitimin paydaşları olan öğretmen, öğrenci, veli ve diğer eğitim personelinin ekip çalışması bağlamında katılımı esastır.
Bu ekip çalışmasında, paydaşların sürece; sistemin bütününü görerek ortak bir sahiplenme kültürü ve katkısı vardır ve olmalıdır.
Ancak, eğitimde çalışanların genelde kendilerini sistemin edilgen unsurları olarak görmeleri, “Bana ne” duygusunun yerleşmesine yol açmakta; eğitimde kaliteyi sahiplenme kültürü oluşmamaktadır. Bu da doğal olarak yenilik ve değişim karşısında direnç yaratmakta, gelişmeyi baltalamaktadır.
Diğer taraftan, ülkemizde eğitim politikaları çoğunlukla yukarıdan aşağıya, siyasal ve ideolojik tercihlerle belirlenmektedir. Öğretmenlerin, okul yöneticilerinin, velilerin ya da öğrencilerin karar süreçlerine gerçek anlamda katkı sunabildiği mekanizmalar ya çok sınırlıdır ya da semboliktir.
Bu nedenle merkezden alınan kararlar, sahada karşılığını bulamamaktadır. İş birliğine dayalı çalışma kültürü yerleşmeden kalite kültürü ve eğitimde kalitenin yakalanamayacağı bir gerçektir.
5- Veriye Dayalı Karar Alma Yerine Sezgi ve Talimat
TKY’de kararlar objektif verilere, ölçme-değerlendirme sonuçlarına ve analizlere dayanır. Bugün eğitim yönetiminde çoğu karar, yeterli saha verisine dayanmadan, bildik ezberlerle veya merkezden gelen talimatlarla alınmaktadır.
Eğitim sisteminde; okulların, öğretmenlerin ve öğrencilerin performanslarına dair anlamlı ve analiz edilebilir veri sistemleri kurulmadığı sürece, kararlar rastlantısal kalmaya mahkûmdur.
6- Liderlik Yerine Yönetici
TKY, yöneticilik ile liderlik arasında net bir ayrım yapar. Yöneticiler verili işleri yürütür; liderler ise gelişmenin vazgeçilmezi olan değişimi yönetir, vizyon belirler, çalışanları motive eder ve onlara ilham verir.
Bugün çoğunlukla okul yöneticileri, yetersiz mali kaynak ve artan bürokratik yükler nedeniyle liderlik rolünü geri planda bırakmakta, yalnızca rutin yönetim faaliyetleriyle meşgul olmaktadır.
Oysa nitelikli/kaliteli bir okula; vizyoner, katılımcı, şeffaf ve yenilikçi liderlerin gayret ve çalışmalarıyla ulaşılır.
Eğitimde nitelikli sonuçlar istiyorsak, kalite ile buluşan bir yönetim anlayışına sahip olmak durumundayız. Toplam Kalite Yönetimi, bu noktada çağdaş ve sistemli bir rehberdir. Eğitimi TKY ilkeleriyle yönetmeyi düşünmezsek, yüzeysel ve geçici çözümlerle günü kurtarmaktan öteye geçemeyiz.
Artık temenni çağını geride bırakıp, eğitimde sistemli, katılımcı, veriye dayalı, insan odaklı bir yönetimi tercih etmeli ve başlatmalıyız. TKY’nin ilke ve uygulamaları yalnızca sanayi kuruluşları için değil; eğitimin kalitesini arayan tüm toplumlar için yol göstericidir. Eğitim kurumları da birer öğrenen organizasyon olarak kendini sürekli yenilemeli, geliştirmeli ve hep daha iyiye ulaşma iradesi göstermelidir.
Unutulmamalıdır ki, insanın ihtiyacı olan ürün ve hizmette kalite asla bir rastlantı değildir.
Eğitimde kalite; planlama, uygulama, izleme, değerlendirme ve geliştirme bağlamında akıllı bir çaba ve çağdaş bir yönetim yaklaşımı ile elde edilebilecek bir sonuçtur.
Biz de rutini tekrar edelim. 2025-2026 Eğitim-Öğretim Yılının, başta öğrencilerimiz olmak üzere; öğretmenlerimiz, eğitim yöneticilerimiz ve velilerimiz için hayırlı olmasını diliyoruz…
* (*) Bkz. Doç. Dr. N. Yıldırım, Milli Eğitim Dergisi, S. 211 (2016-211).
** (**) MEB Toplam Kalite Yönetimi Uygulama Yönergesi Bakan Onayı ile yürürlüğe konduğu hâlde, “usulde paralellik ilkesi” ihlal edilerek müsteşarın imzası ile yürürlükten kaldırılmıştır.

Bu haftaki yazımı, milyonları ilgilendiren yükseköğretim üzerine yazmayı düşünmüştüm… Ancak ABD’nin Ankara Büyükelçisi ve Suriye Özel Temsilcisi T. Barrack’ın Suriye konusundaki demeci, yazımın konusunu Suriye’ye ve Ortadoğu’ya çevirdi…
Devlet yönetimi feraset ister.
Sadece günü kurtarmayı değil, yarını öngörebilmeyi; yalnızca iç siyasete değil, küresel denklemlere de hâkim olmayı gerektirir.
Feraset eksikliği, son 20 yılda Türkiye’nin dış politikada attığı adımların birçoğunda kendini göstermiştir. Özellikle;
bugün yalnızca sınırlarımızda değil, devletin merkezinde bile güvenlik kaygılarını artıran bir karmaşaya zemin hazırlamıştır…
1982 yılında yayımlanan “Yinon Planı”nın, 2000’li yılların başında revize edilerek şekillendirilen Büyük Ortadoğu Projesi (BOP), bazı çevrelerce coğrafyamızda demokrasinin ve özgürlüklerin yayılması olarak pazarlanmıştı.
O günlerde, aklıselim düşünen herkes BOP’un aslında İsrail’in güvenliğini sağlamak için bölgenin etnik ve mezhepsel fay hatları üzerinden yeniden dizayn edilmesi (22 ülkenin bölünerek haritalarının değiştirilmesi) anlamına geldiğini görebiliyordu.
Bu projeye, zamanın Başbakanı Sayın ERDOĞAN’ın “eş başkanlık” düzeyinde sahiplenmesi, ilk bakışta bir “stratejik derinlik zaferi” gibi sunulsa da, neticede ülkeyi derin bir bataklığın içine çekmişti.
Suriye özelinde bu yanlışlar zincirine, ABD’nin “Esad gidecek” söylemine Türkiye olarak tam destek verilmesiyle başlandı.
Oysa Suriye’nin kolayca çökeceğini sanmak, Ortadoğu’yu satranç değil de dama tahtası sanmakla eşdeğerdi. Suriye’nin parçalanabileceğini, kuzeyinde bir PKK/PYD koridoru oluşabileceğini öngöremeyenler; Esad karşıtı muhalefeti destekleyerek sadece ABD’nin değil, esasen bölgemizde yayılmacı politika izleyen İsrail’in ekmeğine yağ sürmüştür.
Bu denklemde Türkiye her zamanki gibi artık yalnızdır. Ne ABD’ye güveniyor ne Rusya’ya tam yanaşabiliyordu. Esad’la köprüler atıldı, sonra yeniden kurulmaya çalışıldı. Ama iş işten geçmişti… Esad yönetiminin uzatmaları oynaması, toplumsal düşmanlıkların kalıcı şekilde katmerleşmesi, Rusya ve İran’ın desteğiyle çoktan netleşmişti.
Gelinen noktada Suriye’de bir kör dövüşü yaşanıyordu.
Ardından, ABD’nin BOP’un uygulama sürecinde Suriye’de oluşturduğu SDG/YPG-PKK ile bu kör dövüşün devamından yana tavır alması, işleri daha karmaşık hâle taşıdı.
Bu gerçeği görmeyip Esad’ı devirme hayaline kapılmak, Türkiye’yi hem sahada hem de masada yalnızlaştırdı.
Yaşanan Suriye krizinde 4-5 milyon Suriyeli Türkiye’ye göç ederken, bir o kadar Suriyeli de komşu ülkelere sığınmak zorunda kalmıştır.
Suriye’de etnik ve mezhep temelli iç göçler, bütün taşları yerinden oynatmış ve Suriye’nin altını üstüne getirmiştir…
Bugün İsrail, kuzey komşusu Suriye’nin iç savaşla meşgul olmasından en fazla kazanç sağlayan aktördür. Golan Tepeleri’nde fiili ilhakı perçinleyen İsrail; Lübnan ve Suriye’de ilhak ettiği topraklarda bölge ülkelerine karşı elini güçlendirmiştir.
Bu süreçte Türkiye’ye sığınan 4-5 milyon Suriyelinin 10 yılı aşkın sürede bütün faturası da Türkiye’nin sırtına sarılmıştır.
Evet, Suriye politikasındaki yanlışların büyük kısmı, BOP’un taşeronluğuna soyunulmasının bir sonucudur.
Bugün gelinen noktada bu projeyi açıkça savunan kalmamıştır.
Ama acı gerçek şu ki, BOP’un yol haritası üzerinden atılan adımların bedelini, Türkiye milyonlarca mülteciyle, sınır ötesi operasyonlarla ve ekonomik kayıplarla ödemeye devam ediyor.
Devlet aklı, günübirlik stratejilerle değil, uzun vadeli jeopolitik okumalarla şekillenmelidir. Feraset budur.
Suriye konusunda noktayı, ABD’nin Ankara Büyükelçisi ve Suriye Özel Temsilcisi T. Barrack koymuştur.
Barrack’ın; “Suriye’de federasyon değil ama ona yakın bir çalışma üzerindeyiz.” cümlesi, Suriye’nin bölüneceğine ilişkin ipucu değil; İsrail-ABD planını ortaya koymak adına her şeyi anlatıyor gibi…
Artık Suriye en az dört parçaya bölünmüştür…
Kazananlar: İsrail, ABD…
Kaybedenler: Suriye, Türkiye ve bölge ülkeleri…
Aylan bebeklerin içinde bulunduğu 700 bin civarında Suriyelinin hayatına mal olan büyük kayıplar da tarihteki yerini almıştır…
Ne diyelim?
Ortadoğu’da kaybolan pusula ve ferasetten yoksun dış politikada geldiğimiz nokta; “Komşularla sıfır sorun” vaadiyle başlayan ve Irak’ın bölünmesi, ardından Suriye’nin bölünmesi süreci ve bugün İsrail ile Suriye’de “komşu” olmamız, ülkemizi ciddi sınır güvenliği sorunlarıyla karşı karşıya getirmiştir.
Dış politikadaki yanlışlar, Suriye örneğinde de görüldüğü üzere, dış politikanın sloganlarla değil; ferasetle ve stratejiyle yürütülmesi gerektiğinin acı bir hatırlatmasıdır.

Toplumların geleceğini inşa etmede en temel unsur, kaliteli ve nitelikli bir eğitim sistemidir. Bu inancı sadece savunmakla kalmayıp hayatının merkezine yerleştiren isimlerden biri de Hasan Çıplak’tı. O, eğitime ve gençliğe adanmış bir hayatı yaşamanın gayretinde oldu hep.
Hasan Çıplak’ın ismi, eğitim camiasında olduğu kadar siyaset alanında da karşılık bulmuştu. Eğitimin sadece sınıflarda değil, karar mekanizmalarında da şekillendiğine inanan Çıplak, bu sorumlulukla siyasete de yakın durdu ve bir partinin Genel Başkan Yardımcılığı görevini üstlendi. Bu görevinde, eğitime dair sorunların çözümünü siyasi bir sorumlulukla da ele aldı. Yine aynı anlayışla, milli konulara hassasiyeti olan bir partiden mahalli seçimlerde Çankaya Belediye Başkan adayı olarak yerel yönetimlerde de söz sahibi olmayı düşünmüştü.
Eğitime olan derin ilgisini sadece kuramsal düzeyde bırakmayan Çıplak, bunu somut projelere dönüştürmeye her zaman destek oldu. İlk kurumsal oluşumunu Elazığ’da tamamlayan Final Eğitim Kurumlarında arkadaşlarıyla başladığı özel sektör serüvenini, kendi girişimi olan Anahtar Eğitim Kurumları ile sürdürdü. Burada düzenlediği üniversiteye hazırlık programlarıyla yüzlerce gencin hayatına dokundu, onların hedeflerine ulaşmaları için yol açtı, yön verdi.
Ancak Hasan Çıplak’ı sadece bir eğitimci ya da siyasetçi olarak tanımlamak yetersiz kalır. O aynı zamanda eğitimde yaşanan sıkıntılara çözüm arayan, proje geliştiren ve bunu pratize etmeyi önemseyen bir arkadaşımızdı. “Eğitimin Sesi” isimli televizyon programlarında eğitimcileri konuk ederek Türkiye’nin eğitim ve sosyal problemlerini gündeme taşıdı. Ezber bozan, çözüm odaklı yaklaşımıyla bu programlar sadece bir tartışma zemini değil, aynı zamanda kamuoyu için bir farkındalık alanı oluşturdu.
En çok da gençlerin iyi eğitim almasını ve bu ülkeye faydalı bireyler olarak yetişmesini önemsiyordu. Eğitimi sadece bir meslek edinme aracı olarak değil, insanı insan yapan en temel değer olarak görüyordu. Onun vizyonunda eğitim, bireyin hem kendisini hem de toplumunu geliştirmesi için bir anahtardı ve bu anahtar, onun kurduğu kurumun da ismini taşıyordu: Anahtar.
Hasan Çıplak, hayatı boyunca eğitimin, siyasetin ve sivil toplumun kesişim noktasında yer aldı. Her üç alanda da üreten, katkı sunan, sorumluluk alan bir isimdi. Yorulmadan çalışan, yılmadan anlatan, derdini büyüten değil, dertlere derman olmaya çalışan biriydi. Onu tanıyanlar bilir; vizyonu geniş, yüreği gençlerle atan, tebessümünde umut olan, idealist bir arkadaşımızdı.
Hasan Kardeşimizin hayata bakışını şekillendiren anlayış, yetiştirdiği öğrenciler, dokunduğu hayatlar ve ortaya koyduğu fikirler, bu ülkenin yarınlarına ışık olmaya devam edecektir inşallah.
Hasan Çıplak’ı saygı ve rahmetle anıyor, onun mirasını yaşatacak nesillerin çoğalmasını diliyoruz.

Eğitimle ilgili yazdığımız her yazıda muhakkak şu iki cümleyi kurmuşuzdur: Eğitim, bir toplumun geleceğini inşada en önemli yapı taşlarından biridir. Bu yapıyı şekillendiren temel unsurlardan biri de kuşkusuz öğretmenlerdir.
Öğretmen alımlarında her ne kadar Millî Eğitim Akademisi ile ilgili süreç farklı bir kulvarda devam ediyorsa da hâlen alımlarda uygulanan sözlü sınavın mağdurları haklarının gasp edildiğini haykırdılar ve haykırmaktalar…
Malum, Cumhurbaşkanı Sayın ERDOĞAN’ın AKP adına genel seçimler öncesi meydanlarda, kamuda memur alımlarında sözlü sınavın (mülakat) kaldırılacağını vaat etmesine rağmen, Millî Eğitim Bakanı Sayın Tekin öğretmen alımlarında ısrarla mülakat uygulamasına devam etmiş ve etmektedir.
Bu hafta bu konuyu niçin gündeme aldığımı okuyucularım merak etmişlerdir…
Haberlerde, KPSS puanları sonucu MEB’in yaptığı sözlü sınava katılan öğretmen adaylarının MEB’in önündeki nöbetlerinde ıstıraplarını dile getiren eylemlerine rastladım. Yazılıda yüksek puan aldıklarını ancak mülakatta kaybetmelerini içlerine sindirememişler ve yapılan haksızlık-adaletsizlik karşısında çileden çıkmışlar… Dertlerini anlatacak bir yetkili arıyorlar MEB’in kapısında ve ağustosun kızgın güneşinin altında.
Malum, Türk Eğitim Sisteminde öğretmenin sisteme girişinde uygulanan sınav sistemi geçtiğimiz yıllarda çok sıkıntılı olmuştur. Özellikle öğretmen adaylarının KPSS sınavının ardından mülakata tabi tutulması, adaylar için oldukça stresli ve bir dolu belirsizlikleri, bilinmezlikleri beraberinde getirmiştir.
Mülakatlar illerde kurulan komisyonlar marifeti ile gerçekleştirilmektedir. Baştan şunu belirteyim; birden fazla komisyon aynı amaca yönelik ve kullandıkları soru havuzu aynı olsa da sözlü sınavda adaleti, hakkaniyeti sağlamaları çok zordur…
Çünkü öğretmen adayları, değişik komisyonlar tarafından mülakatla değerlendirilirken, her komisyonun aynı soru havuzunu kullansa da farklı değerlendirme kriterleri uygulaması, başlı başına bir sorundur. Bu durum, adaylar arasında adaletsizlik hissi uyandırmakta ve mülakat sürecini oldukça stresli hâle getirmektedir. Zira adaylar, ne tür bir komisyonla karşılaşacaklarını bilmeden mülakata giriyorlar ve her komisyonun beklentileri farklı olabiliyor.
Bir komisyon, adayın öğretim becerilerine odaklanırken, diğer bir komisyon daha çok kişisel özellikler, iletişim becerileri veya tutum ve değerler üzerinde yoğunlaşabiliyor. Bu durum, haksızlığın, adaletsizliğin ve adaylar için büyük bir stresin kaynağı olabiliyor.
Örneğin, bir aday bir komisyonun gözünde çok başarılı olabilirken, başka bir komisyonun kriterlerine uymadığı için düşük puanlar alabiliyor. Bu tutarsızlık, adaletin ve şeffaflığın eksik olduğu algısının yaygın olduğu toplumsal ortamda daha da derinleşiyor. Her komisyonun değerlendirmeyi farklı bir bakış açısıyla yapması, adaya olan güveni sarsıyor ve sistemin ne derece sağlıklı çalıştığına dair şüpheler yaratıyor.
Bakanlık önünde seslerini duyurmak isteyenler arasında mağdur edildiğini anlatan bir adayın, sözlü sınav sonucunda sorulara verdiği cevapları komisyon üyelerinin çok yeterli bulduklarını ve tebrik ettiklerini, ancak sonuçlar ilan edildiğinde sınavı kaybettiğini söylerken içindeki isyan ve acı dayanılacak gibi değil… Görenlerin içini dağlayan cinsten bir haykırış…
Mağdur öğretmen adayı daha sonra bir şekilde mülakatı yapan komisyon üyelerine ulaşıyor. Sınavı kaybettiğini söylediğinde komisyon üyelerinin konuya açıklık kazandıran şu cümlesi o tarihte yapılan sınavların ne kadar özensiz ve de adaletsiz olduğunu ayan beyan ortaya koyuyor.
Mağdur öğretmen adayının anlattığına göre Komisyon Üyeleri:
“Biz diğer illerdeki komisyon üyelerinin bu kadar yüksek puan vereceklerini tahmin edemedik…” diyor.
Bu cümle o tarihteki komisyonların değerlendirmelerine ilişkin kriterler konusunda her şeyi açıklıyor sanırım…
Oysa bütün komisyonların, son yapılan mülakatlarda olduğu gibi öğretmenlik mesleği için temel ve ortak nitelikleri belirleyip, buna göre bir değerlendirme rehberi oluşturması gerekirdi. Bu eksiklik görülmüş ve geç de olsa bu günlerde yapılmakta olan mülakatlarda daha titiz davranıldığı görülmektedir.
Keşke önceki komisyonların da ortak bir bilgilendirme ve eğitim sürecinden geçirilmesi sağlansaydı, MEB’in tecrübesi ile örtüşen bir tedbir alınmış olurdu.
Böylece, adaylar her komisyondan ne bekleyeceklerini daha iyi anlayabilir ve adaletli bir değerlendirme süreci sağlanabilirdi. Adil ve şeffaf bir değerlendirme sistemi, öğretmen adaylarının potansiyellerini en verimli şekilde ortaya koyabilmelerini sağlar ve eğitim sistemimize daha nitelikli öğretmenler kazandırılabilirdi.
Sayın Bakan, komisyon üyelerinin yukarıdaki cümlesini iki sefer okumalı ve son yapılan sınavlarda alınan önlemleri, önceki mülakat komisyonları için de almış olsaydı itirazlar bu derece yoğun yaşanmazdı sanırım…
Bütün meslekler için olduğu gibi öğretmenlik mesleği için de insan gücü planlamasının yapıldığı, istihdamda mağduriyetlerin önlendiği, adil, dürüst, hesap verebilir ve kaliteli bir yönetim sistemini oluşturmak ümit ve temennisiyle…

Sayın Bahçeli’nin Meclis’te DEM Partililerin elini sıkması ile başlayan ve “Terörsüz Türkiye” ifadesi ile kamuoyuna sunulan süreç, TBMM’de kurulan “Milli Dayanışma, Kardeşlik ve Demokrasi Komisyonu” ile somutlaştı. Komisyonun çalışma usul ve esasları belirlendi. Bundan sonra İmralı-Kandil-Komisyon üçgeninde pazarlıklar sürdürülecek anlaşılan.
Bugün itibarıyla iki toplantı yapan Komisyon’un ilk toplantısında, DEM temsilcisinin bebek katili için “Umut Hakkı”nın gündeme getirilmesi, pazarlık bohçasının açıldığını göstermektedir.
Ben bu yazımda Komisyon’un çalışma yöntemi ve pazarlık konusu üzerinde durmayacağım. Ancak gerek muhalefet yetkililerinin gerekse iktidar mensuplarının “Terörsüz Türkiye” konusunda konuyu “Kürt Sorunu” olarak isimlendirmelerinin ne büyük bir yanlışlık olduğunun altını çizmek istiyorum. Konu “Kürt Sorunu” olarak gündeme getirilince, Sayın Kurtulmuş’un ifadesinin aksine “gömleğin ilk düğmesi yanlış iliklenmiş” oluyor.
“Kürt Sorunu” şeklinde konunun dile getirilmesi çok ama çok büyük bir yanlışlıktır. Ne yazık ki bu konu, siyasilerce ve basın-yayın organlarına kurulu köşe yazarlarınca hâlâ bu coğrafya insanına emperyalistlerce dayatılan mantıkla ele alınıyor ve tartışılıyor. Yani baştan isim yanlış olunca, çözüm için getirilen ve getirilecek görüş ve öneriler de yanlış oluyor.
Vatandaşlarımız da; medya organlarında yazarlardan-çizerlerden ve siyasilerden bu yanlışı duya duya kanıksıyor ve İngiliz Lawrence’ların, Binbaşı Noel’lerin bizim adımıza ismini koydukları ve başından sonuna bizim inisiyatifimiz ve aynı zamanda mecrası dışında ele alınarak tartışılmaya devam edildiğini ibretle izliyor.
Allah aşkına, bu ülkede sosyologlar nerede? İlim insanları, toplum bilimciler, din adamları, toplumu bir bütün olarak görebilecek, konuyu insani değerler bağlamında gündeme getirecek aklı başında toplum önderleri, siyasiler nerede?
Asırlardır birlikte yaşama iradesi ortaya koymuş, kurtuluş mücadelesi vermiş Anadolu insanının değerler bağlamında; doğruluk, dürüstlük, hak, hukuk, adalet, iyi insan, demokrasi, eşit vatandaşlık vb. değerlerin hâkim olduğu erdemli yaşamanın iklimini oluşturmanın yol ve yönteminin dillendirilmesi gerekmez mi?
Bu coğrafyada oynanan oyunların farkında olabilecek, tarihi doğru okuyan ve ondan ders çıkararak bu dersleri toplumla paylaşacak ilmî donanımı olan insanlar nerede?
20. yy başında Osmanlı’ya karşı o günün emperyalist (İngiliz-Rus) devletlerince kışkırtılan Ermeni komitacılarının gerek Ermeni halkına gerekse Anadolu insanına yaşattığı acıların sızısı hâlâ yüreklerimizdedir. Aynı şekilde İngilizlerin, Araplar adına Şerif Hüseyin’i Osmanlı aleyhine kışkırtmaları ve Osmanlı ordusunu arkadan vurması ve sonrası malum…
Günümüze ve özellikle “Terörsüz Türkiye” sürecine ışık tutan bu tarihi gerçekleri dile getirecek, konunun ehli olan insanlar TV programlarına niçin çıkartılmıyor?
Diğer taraftan, gazete köşe yazarlarının yanında siyasi partiler, yıllardır dağda ABD-İngiliz-Mossad’ın desteği ile eşkıyalık yapmış, toplumu tanımayan, insan sevgisi nedir, aile nedir bilmeyen bir caniden ne bekliyor, hayret doğrusu! Bu bağlamda; çocuk sevgisi nedir, komşu nedir, komşu hakkı nedir, insan hakkı nedir, paylaşma nedir bilmeyen, bencilliğin girdabında kalmış, paylaşmanın hazzını yüreğinde duymamış ve hatta rakip gördükleri kişi ve grupları öldürerek sorunu çözeceğine inanmış bebek katilinin ağzına bakan muktedirlerin bu duruşunu anlayamıyorum.
Kürt halkı adına hareket eden zevat diyorum çünkü Türk halkı Kürt halkını, Kürt halkı da Türk halkını kendinden biliyor. Onun için karşılıklı kız alıp kız vermiş ve Anadolu’da Türk’ü, Kürd’ü, Çerkez’i, Laz’ı, Boşnak’ı, Arnavut’u hamur olmuşlar. Bu ayrım vatandaşın gündeminde yok ama birilerinin gündeme getirmesiyle vatandaşın da gündemindeymiş gibi sunuluyor.
Hatırlar mısınız bilmem, ama çoğumuzun hafızalarında canlıdır sanırım; 90’lı yılların sonu ile 2000’li yılların başında bu ülkede laik ve anti-laik tartışması vardı. Gündemin birinci konusuydu. Her Allah’ın günü laiklikle yatıp laiklikle kalkıyorduk. Ne oldu, ne bitti de şimdi kimsenin gündeminde değil laiklik? Bitti mi laiklik?
Yine bir zamanlar sağcı-solcu çatışması ile 5 bin gencimizi toprağa verdiğimiz, bu rakamın 5-10 katı insanımızı da hastane ve hapishaneye gönderdiğimiz kaybedilmiş yılları yaşadık yetmişli yıllarda. Şimdi buradan geriye dönüp baktığımızda o yılları yaşayanlar için acı birer hatıra olarak kaldı o heba edilen yıllar. Aslında bunların hepsi suni gündemler… Bu ülkenin insanını birbirine düşürmenin, birbirini öldürtmenin karanlık senaryoları ve oyunları…
Diğer taraftan, hayatının hiçbir döneminde farklı bir düşünceye tahammül etmemiş, farklı bir damar gördüğünde “Diyarbakırlılar buna nasıl müsaade ederler?”, “Diyarbakır gençlerinden de mi korkmuyorlar!” gibi ifadeleri kullanan bir adamın kafasındaki çözüme odaklananlar, bu ifadelerin ne anlama geldiğini bilemeyecek kadar cahil olamazlar. Bu ifadeleri doğru okuyacak, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin üniversiteleri, gazetecileri, elitleri, bu ülkenin geleceğinin birlikten, beraberlikten, kardeşlikten ve tam demokrasinin uygulanmasından geçtiğini görebilen aydınları nerede?
Bu mantık bağlamında, işi hep silah ve kaba kuvvetle çözeceğine inanmış, modası geçmiş Marksist-Leninist yöntemle iş tutan, demokrasiyi hiç ama hayatının hiçbir döneminde bir yol-yöntem olarak tanımamış ve kullanmamış olan insanın Anadolu insanına artı değer anlamında katacağı ne vardır?
Aslında Türkiye’nin bugün karşı karşıya kaldığı problem bir “Kürt Sorunu” değil, yani Batı’nın hastalıklı emperyal düşüncesinin icat ettiği bir ırk sorunu değil, bir “İnsanlık Sorunu”, bir “Demokrasi”, bir “Hukuk” sorunudur.
Ülkemizin doğusunda yaşayan insanlar gerek coğrafyanın getirdiği koşullardan gerekse (hiç gereği yokken 12 Eylül 1980 askeri yönetimin Kürtçe konuşulmasını yasaklaması vb.) dil konusundaki yasaklamalardan sıkıntı çekmişler ve çekmektedirler. Peki, ülkemizin batısındaki vatandaşlarımız benzer sıkıntıları yaşamıyor mu? Çorum’un, Çankırı’nın, Kastamonu’nun, Konya’nın, Sivas’ın kırsalında hayat, doğudaki vatandaşlarımızın yaşantılarından farklı mı?
Evet, maalesef oralarda da Anadolu insanı, insanca yaşama konforundan uzak olarak yokluklar, sıkıntılar çekmekte ve bunları öteden beri yaşaya gelmektedir. Devletin oralara da öğretmen ve din görevlisinin dışında doğrudan götürdüğü dişe dokunur bir hizmeti olmamıştır. Buna ilave olarak devlet kapısında da işleri – “bugün git, yarın gel” yaklaşımı ile – arzu edilen kalitede görülmemiştir.
Uzun yıllar Anadolu coğrafyasının çilekeş insanları, doğulusuyla batılısıyla, şeflik döneminden kalma yönetim anlayışı ile tepeden bakan, kendinden bir parça olarak görmeyen vatandaşına yabancılaşmış görevliler tarafından itilip kakılmış ve küçümsenmişlerdir.
Yabancı güçler ve onun yerli işbirlikçileri, Anadolu coğrafyasındaki insanlara (doğusunda-batısında) yaşadıkları yerleri çok görerek, onlara şuursuz devlet yönetimi eliyle sıkıntı yaşatmanın yanında, bir de bu sıkıntılarını istismar ederek son 50 yıl içinde gençleri; sağcı-solcu, Alevi-Sünni, Kürt-Türk, laik-anti-laik diye birbirine düşürmeyi de başarmışlardır. Maalesef bu yılların gerek beyin göçü gerekse ölen-öldüren yaşanmışlıklarımızın bize çok pahalıya mal olduğu bilinen bir gerçeğimizdir.
Bugün Afganistan’da, Irak’ta ve Suriye’de yaşananların sebebini, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı kime sorsanız (dışarıdan olayları daha objektif olarak görebildiği için); herkes bu ülkelerde yaşananların o ülkelerin iç dinamiklerinden kaynaklı olmadığını ve orada ülkeyi bölmek veya oradaki menfaatlerini sürdürebilmek için dış güçlerin bir oyun oynadığını söyleyecektir.
Aynı şekilde, 90’lı yıllarda Ruanda’da (Afrika) Hutular ve Tutsiler arasında yaşanan (uzun boylularla kısa boylular) ve birbirine saldırtılarak 800 bin insanın öldürüldüğü soykırımın ardında da aynı anlayışın kirli ellerini gösterecek ve göreceklerdir.
Yani sebep, Batılı sömürgecilerin kendilerinden olmayan insanları insan yerine koymayan anlayışları, hak-hukuk tanımayışları ve J. Perkins’in “Bir Ekonomik Tetikçinin İtirafları” kitabında belirttiği üzere sömürü sistemlerini devam ettirme emelleri olduğunda hemfikir olacaklardır.
Peki, konu Türkiye olunca bu durum farklı mıdır? Elbette hayır!
Konuyu “Kürt Sorunu” olarak ortaya koyanlar, aynı anlayış, aynı yöntem ve aynı sömürü düzeninin Orta Doğu’da devamını isteyen Büyük Ortadoğu Projesi’nin (BOP) arkasındaki güçlerin bilerek ya da bilmeyerek oyununa gelmektedirler. Bölgemizde yaşanan sorunlar tek başına ne Irak sorunu, ne Suriye ve ne de Kürt Sorunudur. Sorun, emperyal güçlerin insana ve hayata bakış sorunu, dünyayı algılayış sorunu ve insanlık sorunudur.
BOP, BİP vb. kirli oyunların senaristleri şunu iyi bilmeliler ki, Türk’ü Kürt’ten, Kürt’ü Türk’ten ayırmaya muvaffak olamayacaklardır. Yüzyılların kardeşliği, et tırnak olmuş birlikteliği emperyalist güçlerin oyununu bozacaktır.
Bu böyle biline…

Bir çocuğun ağlaması, dünyanın en sessiz çığlığıdır. Hele o çocuk açlıktan ağlıyorsa, gözyaşları vicdanlara değilse bile, yüreklere kazınmalı. Bugün karnı tok olan vicdansız dünyaya inat, bir lokma ekmeğe, bir yudum suya, bir yorgan sıcaklığına hasret binlerce Gazze’li çocuk var.
Gazze, 21. yüzyılın en karanlık aynası haline geldi. O aynaya bakmaya cesareti olan az; gördüğünü dillendirmeye cüret eden daha da az. Çünkü Gazze demek; vicdanın, adaletin, insanlığın en çıplak hâliyle sorgulandığı bir yerdir artık. Ve bu sorguda dünya sınıfta kalmıştır.
“Bir Torba Un İçin Ölmeye Razıyım”
BBC Arapça’ya konuşan Gazze’li bir baba; “İki çocuğum da ağlıyor, çünkü dört gün oldu bir şey yemediler.” diyor ve devam ediyor:
“Yardım dağıtım noktasına gittim. Eve bir torba un alabilmeyi umuyordum. Fakat orada yaşananlar karşısında ne yapacağımı bilemedim.
Yemin ederim eve tek bir torba un getirip, çocuklarımın karnının doyacağını bilsem, ölüme razı olurum.”
Gazze’de Yaşanan Açlık Vicdanları Sızlatıyor…
Gazze’ye 7 Ekim 2023 tarihinden bu yana sadece bombalar düşmedi, umutlar, hayaller de düştü. Gazze’li insanların hayalleri, çocukların oyuncakları, annelerin ninnileri sustu, ağlayan feryatları yükseldi. Şimdi Gazze sokaklarında açlık kol geziyor. Sessizce ama kararlı bir şekilde can alıyor Siyonist İsrail, insanlığın gözü önünde.
Çocuklar, süt yerine gözyaşı içiyor. Anneler, evlatlarına verecek bir lokma ekmek bulamayınca, suçlulukla gözleri yere çakılıyor. Babalar çaresizliğe yenilmiş, dualarına tutunuyor, dualarına sığınıyorlar. Gazze’de soykırım uygulayan İsrail karşısında, muktedirler dünyasının liderlerinin sessiz kalmasına Gazze’li şaşkın…
Kuru bir kelime gibi gelir kulağa “açlık” ama Filistin-Gazze’de bu kelime bir can çekişme, bir sessiz ölüm demektir. Orada açlık, sadece mideye değil, umuda da vurulan zincirdir. Ve en acısı, bu zinciri kıracak olanlar susuyor. İnsanlık, bir sınav daha veriyor ve biz bu sınavdan sınıfta kalıyoruz. Utanarak, mahcup bir şekilde bakıyoruz olup bitene…
Gazze Şifa Hastanesi Başhekimi Dr. M. Ebu Salmiya, BBC’ye yaptığı açıklamada; bölge genelinde son 72 saat içinde 21 çocuğun yetersiz beslenme ve açlıktan öldüğünü söylüyor.
Dünya Gıda Programı’na (WFP) göre Gazze’nin tamamı açlıkla karşı karşıya…
WFP yazılı açıklamasında; “Yetersiz beslenme artıyor ve 90 bin kadın ve çocuğun acilen tedavi edilmesi gerek. Neredeyse her üç kişiden biri günlerdir bir şey yemiyor.” ifadesine yer verdi.
Gazze’de olan bitenler, yaşananlar bir çatışmanın, bir siyasal çekişmenin çok çok ötesindedir. Tek kelime ile bu bir insanlık krizidir. Siyonist İsrail’in aylardır sürdürdüğü bombardımanlar, abluka, elektrik ve su kesintileri derken şimdi de açlık vicdanları sızlatıyor.
Siyonist İsrail bugün Gazze halkına tam bir soykırım uyguluyor…
Kurallı ve Kurumlu Dünyanın Sessizliği
WFP’nin yanında BM’ye bağlı kuruluşlardan UNICEF, İnsan Hakları Bürosu, Dünya Sağlık Örgütü (WHO) ve diğer uluslararası kuruluşların raporlarına göre, Gazze’de çocuklar açlıktan ölüyor. Evet, 21. yüzyılda, gerek uzaydan gerekse yerden kameraların her an her şeyi kaydettiği bir dünyada, başta çocuklar olmak üzere insanlar Gazze’de açlıktan ölüyor.
Ve bütün dünya; İsrail’in açlık konusunu bir savaş yöntemi olarak kullanarak Gazze’de uyguladığı soykırımı sadece izlemekle yetiniyor. Yazıklar olsun…
Gazze’deki durum artık “yetersiz yardım” ile geçiştirilemez. Bu, kolektif bir suskunluk, bilinçli bir görmezden gelme hâlidir. Ne yazık ki, başta Birleşmiş Milletler olmak üzere sözüm ona kurallı ve kurumlu “medeni dünya”, bu sınavda sınıfta kalmıştır. İnsan haklarından dem vuran özellikle Batılı ülkeler, güçlülerin yaptığı insanlık dışı uygulamalara ve “çıkarlarını” korumaya gelince maalesef susmayı tercih ediyorlar.
Emperyalistlerin kural tanımayan, acımasız sömürü düzenlerini sürdürme gayretlerinde, vicdanın yerini çıkar, merhametin yerini sessizlik alıveriyor.
Yazık Çok Yazık… Filistin-Gazze’de İnsanlık Ölüyor…
Açlık sadece mideye değil, insan onuruna da vurulan bir darbedir. Gazze’deki insanlar, en temel yaşama hakkından mahrum bırakılıyor. Yiyecek yok, içecek su yok, ilaç yok. Sistematik olarak bir halkın nefesi kesiliyor ve dünya bu soykırıma susarak ortak oluyor.
Gazze’de uygulanan zulüm karşısında değil destek olanlar, susanlar bile kelimenin tam anlamıyla “dilsiz şeytandır.” Zira bu vahşete suskunluk, onaydır.
Peki, Ne Yapmalı?
Öncelikle bu sessizlik kırılmalı. Basın, sivil toplum kuruluşları, bireyler; herkes ama insanım diyen herkes bu insanlık suçuna karşı sesini yükseltmeli. Yardım kampanyaları artırılmalı, İsrail’e karşı diplomatik ve ekonomik baskılar yoğunlaştırılmalı. İnsan haklarının yüksek sesle dillendirildiği, savunulduğu, insan neslini korumak adına savaş hâli dâhil kurallı yaşamanın (savaş hukuku kavramı geliştirilmiş) 21. Yüzyıl dünyasında Gazze halkı yalnız olmadığını hissetmeli…
Filistin-Gazze sadece bir coğrafya değil, aynı zamanda insanlığın bir vicdan aynasıdır. Ve şu an aynaya baktığımızda gördüğümüz şey, utanç verici bir sessizliktir. Eğer bugün bu tabloya “normalmiş” gibi bakarsak, yarın aynı acının başka coğrafyalarda da yaşanmasına ortak oluruz.
İnsanlık, bu sınavı geçebilir. Ama önce vicdanıyla yüzleşmeli. Çünkü Gazze’de çocuklar sadece açlıktan değil, insanlığın suskunluğundan ölüyor.
Uluslararası örgütler “derin endişe” açıklamaları yapıyor. Oysa Gazze’de bir çocuğun “Anne, neden yemek yok?” sorusuna verilecek cevabı yok. Açıklamalar değil, ekmek lazım Gazze’ye. Tankları durdurmayan kınamalar değil, koruma lazım Gazze’ye. Sessizlik değil, Gazze’de soykırım uygulayan Siyonist İsrail yetkililerinden hesap sormak lazım…
Silahların değil, kalemlerin güçlü olduğu, sevginin ve barışın hâkim olduğu daha yaşanabilir bir dünyada buluşmak ümidiyle…

ABD’nin Türkiye Büyükelçisi ve Suriye Özel Temsilcisi T. Barrack’ın Türkiye için önerdiği “Osmanlı Milletler Sistemi” modeli, ardından Bahçeli’nin de Cumhurbaşkanı yardımcılarından birinin Kürt, diğerinin Alevi olması açıklaması, tuzağın aynı merkezden kurgulandığının göstergesidir…
Türkiye’de, Siyonist güdümlü ve ABD orijinli bir plan uygulamaya konulmak isteniyor…
Görünürde “temsilde adalet” adına yapılan bu öneri, bir kamu yönetimi uzmanı olarak bana göre Türkiye’ye kurulmak istenen büyük bir tuzağın sinsi perdesinin aralanmasıdır.
Lüblan’laşma oyunu…
Temel insan hak ve hürriyetlerinin korunduğu, demokrasinin kurum ve kurallarıyla sağlıklı işlediği bir yönetim ortamında, Kürt, Alevi, Sünni vb. üzerine kurulan cümleler ilkel kabile/aşiret kültürünün kalıntılarıdır.
Bu bölücü ve ötekileştirici kavramlar iyi niyetle söylense dahi, sonucu itibarıyla Türkiye’yi mezhep ve etnik temelli siyasal bölünmeye götüren tehlikeli bir zemine taşımaktadır. Türk kamu yönetiminin en üst makamlarında görev alacak kişilerin etnik veya mezhebi kimlikleri üzerinden seçilmesi, Türkiye’nin doğrudan Lübnan’laşmasının, Irak’laşmasının ilk adımıdır.
Bir adım sonrası Anayasa’ya, “Kürt Cumhurbaşkanı Yardımcısı”, “Alevi Cumhurbaşkanı Yardımcısı”, “Sünni Bakan”, Çerkes Bakan Yrd. vb. gibi kotaların konulması, kamu yönetimine yerleştirilmesidir. Bu, açıkça üniter yapının altına konmuş dinamittir!
1974 öncesi Kıbrıs’taki durum (Cumhurbaşkanı Rum, Yardımcısı Türk), Lübnan’ın (Cumhurbaşkanı Maruni, Başbakan Sünni, Meclis Başkanı Şii) ve Irak’ın bugünkü hali ortadadır. Devlet yok, otorite yok, yurttaş/vatandaş temelinde milli irade diye bir kavram yok. Her cemaat, her etnik grup kendi liderini takip ediyor, her bölge kendi devletçiğini kurmuş durumda…
Gerek Lübnan’da gerekse Irak’ta etnik ve mezhebi kimliklerin “temsili” bahanesiyle üçe bölünmüş, parçalanmış devletler var ortada. Bu devletler üzerinde emperyal güçlerin oyun kurduğunu ve oynadığını yaşayageliyoruz. En son Suriye’de Dürzi azınlık üzerinde İsrail’in oyun kurmakta olduğuna şahit olduk…
BOP Uygulama Süreci
Bu yapının kime yaradığını veya yarayacağını görmek için fazla uzağa bakmaya gerek yok. Büyük Ortadoğu Projesi’nin (BOP) uygulama süreci devam ediyor. Coğrafyamızı yeniden şekillendirmek üzere uygulamaya konulan BOP’un temel esası; böl, parçala, yönet ve yut! Son çeyrek yüzyılda; Irak, Libya, Sudan, Lübnan, Yemen ve Suriye BOP uygulama sürecinde bölünmüştür. Bu senaryo, yıllardır Arz-ı Mevud (Vaad Edilmiş Topraklar) hayalini kovalayan Siyonizmin iştahla beklediği bir parçalanma planının iç siyasetimize yedirilmek istenmesinin halidir.
Türkiye Cumhuriyeti, bin yıllık Türk devlet geleneğinin son halkasıdır. Bu devletin kurumlarında görev almanın ölçüsü etnik kimlik veya mezhep değil, sadece ve sadece eşit yurttaşlık/vatandaşlık temelinde ehliyet, liyakat ve sadakat olmalıdır.
Devlet kadrolarında “Kürt olsun, Alevi olsun” gibi talepler, görünüşte eşitlik gibi sunulsa da, özünde ayrıştırıcıdır. Bu, Türk milletinin fertlerini “ötekileştirme”nin, kimlik kartına göre sınıflandırmanın yeni bir versiyonudur.
Bugün Kürt-Alevi vurgusuyla açılan bu kapı, yarın “Süryani de olsun, Ermeni de olsun, Arap, Çerkez, Boşnak, Laz da olsun, Rum da temsil edilsin” noktasına taşınacaktır. Bu bir temsiliyet değil, Türkiye Cumhuriyeti’ni içten içe çürütme, kimlikler üzerinden zayıflatma, parçalama girişimidir. Uluslararası sistemin “yumuşak güç” kılığında dayattığı bu model, emperyalizmin Ortadoğu’ya biçtiği bölünmüş haritanın Türkiye ayağıdır.
Unutulmamalıdır ki;
Türkiye’nin güçlü, ileri, iradesini icraya muktedir bir ülke olmasının ve bir arada kalabilmesinin yegâne yolu, etnik ve mezhebi aidiyetlere göre değil, millet olarak, eşit yurttaşlık/vatandaşlık ortak paydasında birlik olmasından geçmektedir. Devletin her makamı, Türk milletinin birliğini temsil eder. Bu makamları kimlik kotalarına teslim etmek, devleti temsil eden değil; devleti çözen bir anlayışı besler. Yani, Türkiye’yi etnik ve mezhep esaslı siyasal bölünmeye sürükler.
Sayın Bahçeli, yıllardır Türk milliyetçiliğinin en yüksek sesi olmuştur. Bu çıkışıyla, farkında olmadan da olsa, bu çizgiden uzaklaşma riskine girmiştir. Kimliklere bölerek devleti idare etmeye kalkmak, Sevr haritasının ruhunu siyasette hortlatmaktır… Bu öneri, ne millî birlik anlayışına ne de devlet aklına sığar.
Uyarıyoruz:
Bu millet, devlet kademelerinde kimlik kartı değil, karakter arar, adalet arar, ehliyet ve liyakat arar. Bu devlet, etnik köken ve mezhep temsili değil, millete sadakat ister. Bu coğrafya, mezhep değil, yurttaş/vatandaş temelinde millet ister!
Malum kimlik siyaseti, dün olduğu gibi bugün de coğrafyamızı kan gölüne çevirdi. Bu oyunu Türkiye’de sahnelemek isteyenlerin amacı bellidir. Türkiye’yi Lübnan’a, Irak’a çevirmek…
Bunlara verilecek tek cevap: Burası Türkiye Cumhuriyeti’dir. Ne Irak oluruz, ne Lübnan!..
Türkiye’nin geleceği;
Dün Kurtuluş Savaşı’nda olduğu gibi bugün de ülkemizin üzerindeki emperyalistlerin oyunları bozulacaktır.
Bu bağlamda, Ahmet Cevdet Paşa’nın meşhur üçlemesini günümüz yöneticilerine hatırlatarak yazımızı noktalayalım:
“İlmi olmayanın feraseti,
Feraseti olmayanın siyaseti,
Siyaseti olmayanın riyaseti (yönetme becerisi) olmaz…”
Ülkemiz üzerine oynanan oyunları fark eden, gönül gözü açık, feraset sahibi (geleceği görebilen) siyasilere ihtiyacımız var…

Ülkemizde eğitim denilince akla ilk gelen; milyonlarca öğrencinin yarıştığı sınavlar, sınavlarda soru çalmalar, sınav iptalleri vb. yaşanan skandallar ya da dereceye girenlerin dramatik başarı öyküleridir.
Oysa eğitim, bireyin ve toplumun inşasında asli bir rol oynayan, sadece bireysel değil, toplumsal kaderi belirleyen bir kurum olduğu için daha farklı bir boyutta ele alınması gerekir.
Eğitim kurumu doğru işletildiğinde; bireyin kendisine, ailesine, toplumuna ve insanlığa karşı görev ve sorumluluklarını yerine getirecek şekilde potansiyelini geliştirdiği süreci ve sonucu görmek mümkündür. Bu nedenle eğitim sürecinde yaşanan her sapma, savrulma sadece bireysel değil, toplumsal bir çöküşe kapı aralar.
Bugün ne gariptir ki, toplum olarak eğitim sisteminin çıktısı olan gençlik profiline değil, sadece o sistemin teknik hatalarına, sınav sürecinde yaşananlara ve sınav sonuçlarına odaklanıyoruz.
Temmuz’un 11’inde açıklanan LGS sonuçları yine aynı skandalları gündeme getirdi… Günlerdir televizyonlar, gazeteler ve sosyal medyada soru kitapçığının sınav bitmeden medyada paylaşılması, tartışmaların ana eksenine yerleşti. Kim paylaştı soruların PDF kitapçığını, neden tedbir alınmadı? Sınav güvenliği niçin sağlanmadı vb.?
Ayrıca, LGS sonuçlarında 500 tam puan alanların sayısının geçmiş yıllara göre iki katına (719) çıkmış olması da kafalarda soru işaretlerinin oluşmasına sebep olmuş…
İktidar ve muhalefet partilerinin konuyu İmam Hatip boyutuna taşıyarak tartışmaları da oldukça manidardır… Her konuda olduğu gibi bu konuda da siyasiler yine seçmene selam göndermiştir.
Eşeğin Gölgesi
LGS’nin kamuoyu önünde bu şekilde tartışılması bir eğitimci olarak ister istemez bana M.Ö. yaşamış Yunan filozofu Demostenes’in meşhur “Eşeğin Gölgesi” hikayesini hatırlattı…
Malum, eski Atina’da önemli bir soruna çözüm aranırken, fikrini söylemek için kürsüye filozof Demostenes çıkar. Ancak sözünü dinletemez. İnsanlar sürekli kendi aralarında konuşmakta, filozofu dinlememektedir. Bunun üzerine filozof bir eşek hikayesi uydurur ve topluluğa hikayeyi şöyle anlatır:
– Bir hikaye anlatıp ineceğim kürsüden, diye bağırır ve sessizlik olunca anlatmaya başlar:
– Bir yolcu Atina’dan Megara’ya gitmek için bir eşek kiralamış. O, eşeğin üzerinde; eşeğin sahibi de yayan olarak beraber yola çıkmışlar. Derken öğle sıcağı bastırmış, biraz dinlenmek ve öğle yemeği yemek için durmuşlar ama hiç gölgelik yokmuş ve eşeğin sahibi hemen eşeğinin gölgesine sığınmış.
Eşeği kiralayan:
– Sen çekil, gölgede benim oturmam gerek, demiş.
Eşeğin sahibi itiraz etmiş:
– Tabii ki ben oturacağım, çünkü eşek benim.
Eşeği kiralayan:
– Ama eşeği ben kiraladım, deyince de,
Eşeğin sahibi:
– Ben sana eşeği kiraladım, gölgesini değil, cevabını almış ve tabii sonunda aralarında kavga çıkmış.
Hikayeyi dinleyen herkes dikkat kesilmiş ve hikayenin sonunu merak ediyormuş ama Demostenes bu noktada kürsüden inmiş ve uzaklaşmaya başlamış.
Dinleyiciler:
– Hey, ne oldu sonunda? Hikayenin sonunu anlat, anlat… diye bağrışmaya başlayınca,
Demostenes kürsüye dönmüş ve:
– Ben size devletin çöküşünü anlatırken kulaklarınızı kapatıyorsunuz ama bir eşekten bahsedince hepiniz eşeğin gölgesini merak ediyor ve uyanıyorsunuz. Artık ne fikrimi söyleyeceğim ne de öykünün sonunu, demiş ve yürüyüp gitmiş.
Biz gelelim, toplumsal geleceğimiz olan gençlerimize sunulan kalitesiz eğitimin sonuçlarına…
Temel soru: Biz bu sınavlarla nasıl bir insan yetiştiriyoruz?
Bugün Türkiye’de eğitim sistemi yalnızca bilgi ölçen değil, insan şekillendiren bir makine gibi çalışıyor. Ancak bu makine gittikçe anlamını ve yönünü yitirmiş, tek amacı “yarış kazanan” bireyler üretmek olan, insanî ve ahlaki değerler bağlamından kopmuş bir seviyede topluma suçlu insanlar üretiyor.
Sosyolojik olarak bakıldığında eğitim; toplumsal eşitlik, yüksek ahlak sahibi insan, kültürel aktarım ve toplumsal bütünleşme işlevleriyle tanımlanır. Ne var ki, mevcut sistem bu işlevlerin hiçbirini yerine getirememektedir.
Bugün kaliteden yoksun eğitim sisteminin çıktısı olan insan tablosu ortada:
Madde bağımlılığının 10’lu yaşlara inmesi,
Gençler arasında suç işleyen çetelerin artması, (1 yılda 585 organize suç örgütü(*) çökertildi)
Şiddet, siber zorbalık, umutsuzluk ve tükenmişlik yaşayan bir gençlik profili…
Bu gerçekler birer istisna değil, doğrudan sistemin çıktısıdır. Çünkü eğitim yalnızca bir müfredat meselesi, testler sonucu sıralama yapmak değildir; aynı zamanda bir değerler sistemidir.
Tartışılması Gereken: Hangi İnsan Modelini Yetiştiriyoruz?
Ülkemizde eğitimin en büyük sorunu sınav sistemi değil; insan tasavvurudur.
Nasıl bir insan hayal ediyoruz? Hedefimiz sadece ezberleyen, kodlayan, soruya cevap veren bireyler mi; yoksa toplumun yükünü omuzlayabilecek, adaleti önemseyen, vicdan ve sorumluluk sahibi yurttaşlar mı?
Bu ülkenin gençleri test kitaplarında saatler geçirirken, empati kurmayı, adalet duygusunu, estetik beğeniyi ya da toplumsal sorumluluğu öğreniyor mu? Nasıl öğreniyor? Veya niçin öğrenemiyor vb. sorular hep gündemimizde olmalı…
Ölçmediğimiz şeyi geliştiremeyiz. Eğer biz bir sınavda birkaç yanlış soruyu ölçüyoruz ama yüz binlerce öğrencinin vicdanını, sorumluluğunu, adalet anlayışını, dünyaya bakışını ölçmüyorsak, neyi öğrettiğimizi ve neyi ölçtüğümüzü ciddi şekilde sorgulamalıyız.
Sonuç Yerine: Gölgede Kalmış Gerçekler
Yukarıda da ifade ettiğimiz gibi eğitim, toplumu inşa eden en büyük güçtür. Bu nedenle asıl tartışmamız gereken, sınav sürecinde yaşananlar, soru kitapçığının zamansız paylaşımı vb. hatalar değil; sistemin ürettiği soruyu çalan, haksızlığı, hukuksuzluğu normal sayan insan modeli, insan profilidir.
Bana göre, sınav kitapçığının üzerinde yapılan her bir değerlendirme “eşeğin gölgesi”nde kaybettiğimiz geleceğimizdir.
Bu bağlamda tartıştığımız her mesele, asıl gerçeği karanlıkta bırakıyor. Eğitim konusundaki tartışmaların ne denli yüzeysel ve dikkat saptırıcı olduğu ortadadır.
Demostenes yaşasaydı, belki de bu defa “eşeğin gölgesi”ni bile fazla bulacaktı.
—
(**) Kaynak: https://www.icisleri.gov.tr/icisleri-bakanligi-sayin-ali-yerlikaya-son-1-yilin-basin-bilgilendirme-toplantisinda-konustu

IRAK’taki Pençe-Kilit Operasyon bölgesinde, 1 Temmuz’da başlayan mağara içi arama/tarama sırasında 12 kahraman askerimiz metan gazına maruz kalmış ve boğularak şehit olmuştur.
Acı haberin basın-yayın organlarına düşmesiyle birlikte, şehit ailelerinin o bildik sıvasız ve bakımsız evlerine rutin bayrakların asılması yine vicdanları sızlatmış, yürekleri dağlamıştır.
Göz göre göre askerlerimizin şehit olması, sadece teknik bir zafiyet değil; siyasi ve idari bir sorumluluk meselesidir. Artık “şehit verdik” demek yetmiyor, neden verdik? sorusu sorulmalıdır…
Görünmeyen Düşman
Vatanı için nefes alan 12 kahramanımız, bir mağaranın karanlığına sızarken şehit düştüler. Ancak bu kez bomba veya mermilerden değil, görünmeyen bir düşmandan; metan gazından.
Kahramanlarımızın mağara aramaları sırasında metan gazına maruz kalarak hayatlarını kaybetmesi sadece bir “kaza” olarak geçiştirilemez. Çünkü bu, önlenebilir acı bir gerçeğimizdi.
Bu tür gazların bataklıklarda ve özellikle kömür madeni yataklarının bulunduğu yer altı boşluklarında birikmesi bilinen bir risktir. Konunun uzmanları, mağara operasyonlarının —özellikle de kapalı alanlardaki aramaların— sadece askeri değil; mühendislik ve güvenlik uzmanlığını da gerektirdiğini belirtmektedirler.
Akla Gelen Sorular:
Yarım asra yakındır TSK’nın, özellikle kırsalda PKK’ya karşı yürüttüğü faaliyetlerde çok büyük deneyim kazandığı bilinmektedir.
TSK’nın dağda, bayırda ve yürüttüğü binlerce mağara operasyonunda kazandığı bunca deneyimin ardından, 12 kahraman askerimizin şehit olmasıyla yaşanan acı, cevaplandırılması gereken şu soruları akla getirmektedir:
Bu mağara operasyonunda;
Özel eğitimli bir ekip mi, yoksa rutin devriye mi görevlendirildi?
Gaz ölçüm cihazları (dedektör) var mıydı?
Bireysel oksijen maskeleri var mıydı?
İnsansız araçlarla ön keşif yapıldı mı?
Herhangi bir sensör uyarısı alındı mı?
Köpeklerle önceden keşif yapıldı mı?
Bu karar kim tarafından verildi?
Yoksa kaderine terk edilmiş bir emirle mi dalındı mağaranın karanlığına?
Bu Soruları Sormak Zorundayız Çünkü:
Çünkü 2025 Türkiye’sinde, düzenli ordu mensuplarının metan gazı gibi bilinen bir tehlikeye karşı ön hazırlık yapılmadan ve korunmadan görevlendirilmesi affedilemez bir eksikliktir. Bu konuda Türk Silahlı Kuvvetleri veya Milli Savunma Bakanlığı’nca yukarıdaki sorulara tatmin edici cevaplar verilmelidir.
Elbette hiçbir cevap, 12 kahramanı geri getirmeyecektir. Ama bu sorular sorulmazsa, bir sonraki mağarada yine sessizlik olacak. Yine “kaza” denilecek. Yine benzer acılar yaşanacak…
Bütün dünyada askeri operasyonlarda risk yönetimi, en az operasyonun kendisi kadar ciddiye alınır. Bizde ise hâlâ “ne olduysa oldu, olanlar geride kaldı” denilerek geçiştirilmeye, unutturulmaya yönelik tutum ve davranışlar kabul edilemez.
Yukarıdaki soruların cevapları, kamuoyuna şeffaf ve detaylı bir şekilde açıklanmalıdır.
Bu kahramanlar sadece savaşarak değil, görevini yaparken, göz göre göre ihmal edilen bir ölümle şehit olduysa, sessizlik ve sineye çekme suç ortaklığıdır. Ve bu milletin, evlatlarının neden, nasıl şehit olduğunu bilmek en tabii hakkıdır.
Yukarıdaki sorular cevapsız kalmamalı, ilgililerce cevaplandırılmalıdır…
Çünkü bu millet, evlatlarını böyle sessizliğe gömerek büyütemez.
Şehitlerimize Allah’tan rahmet, kederli ailelerine ve milletimize başsağlığı diliyorum…

Yaz mevsimiyle birlikte yine orman yangınları ülkemizin gündeminde yerini aldı. Son günlerde yüreğimiz, ciğerlerimiz yandı.
Dün olduğu gibi bugün de aynı sorular soruluyor:
Neden zamanında önlemler alınmıyor? Neden yeterince erken müdahale edilemedi? Neden yangınlar bu kadar büyüdü? Bu yangınlar önlenemez miydi, vb.?
Ancak bu soruların arkasında daha derin bir mesele yatıyor:
Özelleştirme politikalarının kamu hizmetlerinde bıraktığı boşluk ve denetimsizlik…
Özelleştirme yapılmadan önce orman yangınlarıyla mücadelede Türk Hava Kurumu (THK), elindeki yangın söndürme uçaklarıyla ve yurtsever pilotlarıyla önemli bir rol üstleniyordu. Bu manada THK, yangın söndürme uçaklarıyla kritik müdahaleler yapıyor ve yangınlar ikinci güne sarkmıyordu.
THK malum, 2019 yılından beri kayyım marifetiyle yönetilmektedir…
Kayyım yönetimindeki THK’nın elindeki yangın söndürme uçak filosunun bakımsız kalması ve kurumun sistemli bir şekilde devre dışı bırakılması bana göre bir plan dahilinde gerçekleştirilmiştir. Kayyım, THK’nın elindeki mevcut yangın söndürme uçak filosunu bugün ihale ile satışa çıkartmıştır.
Ve yangın söndürmede THK devre dışı bırakılınca, Türkiye yangın söndürme uçaklarını yurt dışından kiralama yoluna gitmiştir. Özellikle Rusya’dan kiralanan uçak ve helikopterler, hem maliyet hem de etkililik açısından THK’nın boşluğunu dolduramamıştır. Bir başka ifadeyle, yangına müdahalede THK’nın gösterdiği performansın çok çok gerisinde kalmıştır.
Burada sorun sadece teknik değil, bir zihniyet meselesidir. Yerli ve kamusal kapasiteyi geliştirmek yerine, dışa bağımlı ve kısa vadeli çözümler tercih edilmiştir. Oysa afetle mücadele gibi hayati konular kâr-zarar hesabını aşar. Bu konuda aklın ve ilmin gereği; bir seferberlik anlayışı ile önlem alma, hazırlıklı olma, hız, koordinasyon ve kaliteli yönetim devreye girer…
Bir başka önemli konu, enerji iletim hatlarının özelleştirilmesidir.
Bugün Türkiye’de orman yangınlarının yaklaşık %25’inin enerji nakil hatlarından çıktığı tespit edilmiştir.
Soru şu: Enerji iletim hatları neden potansiyel risk taşımaktadır?
El cevap: Özelleştirme sonrası özel işletmeler gerekli altyapı yatırımlarını zamanında yapmamışlardır. Amaçları daha fazla kârı hedefleyen ve her şeyi vatandaşa kesilen fatura olarak gören bu taşeron firmalar, özellikle kırsal alanlarda, ormanlık bölgelerde gerekli altyapı bakımlarını yapmamakta ve eskiyen sistemleri yenilememektedir.
Bu konuda devletin denetim birimleri de görevlerini yapmayınca, felaket kaçınılmaz olmaktadır. Denetim eksikliği, sorumsuzluk ve cezai yaptırımların yetersizliği bu taşeron firmaları şımartmaktadır.
Yangın gibi afetlere müdahale, kâr-zarar hesabıyla değil, hızlı ve etkili şekilde yürütülmelidir.
Bununla birlikte kamu kapasitesinin geliştirilmesi yerine dışa bağımlı özelleştirme modelinin tercih edilmesi büyük yanlıştır.
Kamu hizmeti, ticari kaygılardan uzak yürütülmesi gereken bir hizmettir. Bu yönüyle toplumun ortak yararı için büyük sorumluluk yükler kuruma ve çalışanlarına…
Ancak özellikle son 20 yılda, birçok stratejik hizmet alanı özel sektöre devredilmiştir. Sağlık, eğitim, ulaşım-iletişim derken, seferberlik anlayışı ile yapılması gereken yangınla mücadele de özel sektör eliyle yürütülmeye çalışılmaktadır.
İletim hatlarının özelleştirilmesi orman yangınlarına doğrudan sebep olmamış olabilir, ancak mücadeleyi zorlaştırmış, riski artırmıştır. Özellikle seferberlik anlayışı ile mücadeleyi gerektiren afet yönetimi gibi alanlarda kamunun kapasitesinin geliştirilmesi, etkin ve hazırlıklı olunması hayati önem taşımaktadır.
Kamu kapasitesi bir ülkenin sigortasıdır. Bu sigortayı iptal ederseniz, yani kamusal kapasiteyi tasfiye ederseniz, ülke olarak bedelini çok ağır ödersiniz…
İletim hatlarının ve yangın söndürme kurumlarının özelleştirilmesi veya “kamusal kapasitenin tasfiyesi” doğru okunmalıdır. Bu alanlarda THK yerine yabancı aktörlere ödeme yapılması, hem ekonomik hem de stratejik açıdan sorgulanmalıdır.
Yangınları söndürmek için sadece alevlere değil, kaliteden yoksun yönetime ve yanlış politikalara da müdahale etmek gerekir.
(*) En son iletim hatlarının özelleştirilmesinde, 4 milyon aboneli Bursa, Balıkesir, Çanakkale, Yalova hatları Limak tarafından (2022) İngiliz yatırım fonu Actis’e satılmış, Actis de 2024 yılında Amerikan General Atlantic şirketine satmıştır.

Tercüman Gazetesi’nde geçen hafta yayımlanan “Eğitimde Bir Gözlem ve Örtük Müfredat” başlıklı yazım, özellikle eğitim kamuoyunda beklemediğim şekilde yankı yaptı…
Yazıda özetle; bireysel kullanıma özel tasarlanmış öğrenci sıralarının kapitalist anlayışın temeli olan “biz yerine ben merkezli düşünmeyi” beslediği, gençlerimizin egoist–bireysel çıkar uğruna haksız, meşru olmayan kazancı normal karşılayan, ahlaki ilkeleri önemsemeyen bir hayat tarzını benimsemeleriyle; her geçen gün yaygınlaşan toplumsal problemlere (tek sebep olmasa da) önemli bir kaynaklık ettiğine işaret etmiştim.
Bu bağlamda, eğitim sisteminde ıskalanan her sürecin zaman içinde bireysel haz uğruna yapılanların toplumsal çürümenin zeminini hazırladığını vurgulamıştım.
Sosyal medyada konuya ilişkin bazı okurlarımın yorumlarını, değerlendirmelerini görmezden gelemezdim. Bu değerli geri bildirimlerden (yerimizin sınırlılığı sebebiyle) bazılarını kısaltarak bu hafta sizlerle paylaşmak, benim için bir sorumluluk oldu…
“Örtük Müfredat”
“’Örtük Müfredat’ başlıklı yazınızda geçen, öğrencilerin tek tek, birer kişilik sıralarda oturmasını; kapitalizmin ‘bize karşı ben’i üreten örtük müfredatı olduğu teziniz üzerinde durulmalıdır.”
“Eğitimde örtük amaçlara çekilen dikkat yerinde ve önemlidir. Bu anlamda değerli Kadir Bey’e çok teşekkür ederim. Eğitim sürecinde belirlenen amaç ve istekler açık, anlaşılır, tam ve net olarak belirlenmelidir. Bu amaçlardan başta öğretmen–öğrenci–veli olmak üzere herkes aynı şeyleri anlamalıdır.”
“Örtük müfredat, demokratik toplumun ve hukuk devleti ilkelerinin gereği olarak görünür kılınmalıdır.”
(MEB Emekli Daire Başkanı – A. ÇAKIROĞLU)
“Eğitimin Yönetilemeyen Kısmı”
“Eğitimin yönetilemeyen veya yönetilmek istenmeyen tek konusu ‘örtük müfredat’ı dile getirdiğiniz için teşekkürler.”
(MEB Emekli Eğitim Uzmanı – M. KARAŞAHİN)
“Pedagojik Gerçeklik”
“Kaleminize, zihninize sağlık. Sahnede gösterilenle kürsüde söylenenin, mutfakta pişenle aynı olmadığını çok açık ortaya koymuşsunuz.”
“Eğitim; pedagojinin ilkelerine, yöntemlerine göre; eğitim ortamlarında, eğitimci formasyonuyla yetişmiş öğretmenlerce yapılır. Ağdalı kürsü cümleleri etkili olsaydı, yazınızda işaret ettiğiniz problemlere hiç rastlamazdık.”
(Sağlık Bilimleri Fakültesi, Prof. Dr. M. DAMAR)
“İlk Kez Duyduğum Bir Kavram”
“Örtük müfredat kavramını ilk defa duydum. Kavramların içinin doldurulması ve doğru kullanılması Türkiye’nin en önemli meselelerinden biridir.”
“Bu çerçevede örtük müfredatı kapitalizmle ilişkilendirmeniz bana çok doğru gelmedi. Japonya, Güney Kore, hatta ABD gibi ülkelerde durum nedir, bakmak gerekir. Bizim kadar dejenere değillerdir.”
(Kamu Yönetimi Uzmanı – B. ERTEN)
“Tercüman’ın Ruhunu Hatırlattınız”
“Kadir Beyciğim, bana 1960’lı yılların…
Merhum Kadircan Kaflı, Ahmet Kabaklı, Ergün Göze, Murat Sertoglu, Rauf Tamer ve Tercüman ailesinin o kıymetli kalemlerini hatırlattınız.
Kaleminiz güçlü olsun.”
(Yazar, Emekli MEB Genel Md. Yrd. – Dr. S. DİKMEN)
“Yazınız Bana Ubuntu’yu Hatırlattı”
“Afrika’da çalışan bir antropolog, bir kabilenin çocuklarına oyun teklif eder. Meyveler uzakta bir ağacın altına konulmuştur. ‘İlk ulaşan alır’ denince, çocuklar el ele tutuşup birlikte koşarlar, birlikte ulaşır, birlikte yerler.”
“Antropolog neden böyle yaptıklarını sorunca çocuklar cevap verir:
‘Biz Ubuntu yaptık. Birimiz kazansaydı, diğerleri üzülürdü. Biz birlikte kazanmayı seçtik.’”
“Ubuntu demek: Ben, ‘biz’ olduğumuz zaman ben’im.”
(İsmi mahfuz)
“Eğitimde Yön Bulamayan Ülke”
“Japon eğitim sistemi Konfüçyüs’e kadar uzanan kolektivist temellere dayanırken, Amerikan sistemi bireyci ve kapitalisttir.
Türkiye ise ne yazık ki kendine özgü bir eğitim sistemi geliştirememiş; bir Japon, bir Amerikan, bir başka sistem arasında savrulup gitmektedir.”
“Olmadı… Olmuyor… Çünkü özgün bir sistem geliştiremedik.”
(MEB Emekli Genel Müdürü – Dr. B. TURGUT)
“TERCÜMAN Deyince…”
“Tercüman denince aklıma rahmetli Kemal Ilıcak gelir. Ali Gümüş’ün pehlivan tefrikaları, eski ihtişamlı günler gelir. Yeniden o günlere dönmesi dileğiyle…”
(Emekli Eğitim Yöneticisi – M. KAYA)
Gerek telefonla, gerek sosyal medya aracılığıyla olumlu–olumsuz görüş, yorum ve değerlendirme paylaşan tüm değerli okurlarıma gönülden teşekkür ediyor; sevgi ve saygılarımı sunuyorum…
Kalın sağlıcakla.

Bu köşede siz değerli okurlarımla neleri paylaşacağımın çerçevesini çizmiştim önceki yazımda.
Bugün, bismillah deyip eğitimin bir kavramı olan “örtük müfredat” bağlamında bir gözlemimi ve konuyla ilgili düşüncelerimi paylaşmak istiyorum.
Tabii, bireysel ve toplumsal bağlamda eğitimden ne amaçlandığını belirterek konuya giriş yapmam doğru olacaktır.
Toplumsal ve ekonomik kalkınmanın temel unsuru olan eğitimin amacı, bireyin;
hedefleyen şuurlu faaliyetleri içeren bir süreçtir…
Bireyin bu yetkinlikleri kazanarak hayata adım atması için eğitimin girdilerinden biri de yazılı müfredattır (program).
Eğitimde bu yazılı müfredatın yanında bir de “örtük müfredat” kavramı vardır.
Eğitimde örtük müfredat kavramı; yazılı müfredatın dışında, yazılı olmayan ancak okul ortamında okul paydaşları tarafından yaşayarak kazandırılan değerler, davranışlar, tutumlar ve normlar bütünü olarak tanımlanmaktadır.
Elbette bu normlar, okul paydaşlarının tutum ve davranışları ile ortaya çıkabileceği gibi; duvarlara asılan tablolar, fotoğraflar, sözler, çocuk oyunları ve kullanılan araçlar da bu manada öğrencilere önemli mesajlar ve değerler yükleyebilir.
Bizim kuşak, ilkokuldan üniversiteye kadar sınıflarda genellikle iki-üç öğrencinin ortak kullandığı sıra ve oturaklarda eğitim hayatlarını sürdürmüştür.
Bir köy ilkokulunda, birleştirilmiş sınıflarda iki-üç kişi aynı sırayı paylaşırken; ortaöğretimde iki kişi olarak kullandık bu sıraları.
Zaman içinde sınıflarda kullanılan öğrenci sıraları ortak olmak yerine, her öğrenciye bir sıra ve sandalye (oturak) şeklinde bireyselleştirilmiş.
Bunu okul ziyaretlerimde gördüm ve idarecilere konuyla ilgili düşüncelerini sordum. Ancak tatmin edici bir izah getiremediklerini hatırlıyorum.
Öğrenci sıralarının sadece bir öğrenciye özel dizaynı beni “örtük müfredat” kavramına götürdü…
Okurlarım haklı olarak, “Okullarda örtük müfredat, ortak kullanılan öğrenci sıralarından bahisle nereye varmak istiyorsun?” diyeceklerdir…
Malum, ekonomik hayatımız kapitalist sistem üzerine bina edilmiştir.
Bu sistemin temel argümanı; bireysel kâr, çıkar elde etmek üzerine kurulu olmasıdır. Aynı şekilde bireyi, bireyin çıkarını, özel sektörü koruyan, önceleyen yapısal bir özelliği öne çıkarmaktadır.
Yani sistem; ahlaki kuralları ıskalayan ve “biz” yerine “ben” kavramını ön plana çıkaran bir düzendedir.
Ortak kullanılan sıra yerine bireye tahsisli sıra, ister istemez kapitalist sistemin örtük yansıması gibi geldi bana…
Yani “bizim sıramız” yerine “benim sıram”; “bizim oturma sandalyemiz” yerine “benim sandalyem”…
Bu kabulleniş, eğitimin ilk adımında “biz” yerine “ben” kavramını besleyen bir örtük müfredat söz konusudur.
Bu “ben” kavramı, bizim kültür kodlarımızla, insan anlayışımızla ve hayatı anlamlandırmaya ilişkin bakış açımızla örtüşmeyen bir yaklaşımdır.
Burada paylaşım, cömertlik yok; bencillik, egoizm var…
“Biz” yok, “ben” var…
Yani egoist anlayışı besleyen bir görüntü ve gerçeklikle karşı karşıyayız.
“Ben” merkezli ilişkiler, bireysel doyumu öncelediği için toplumda çatışma ve kopuşlara açıktır.
Buna karşılık, “biz” anlayışıyla kurulan ilişkiler; karşılıklı anlayış, saygı, sorumluluk ve dayanışma temelinde geliştiğinden daha sağlıklı, uzun ömürlü ve doyurucudur.
Bizim kültür havzamızda (Ahilik vb.); “İnsanların en hayırlısı, insanlara faydalı olandır.” cümlesinin işaret ettiği anlayış vardır.
Burada bireysel çıkar değil, bireyin egosunun tatmini değil, bireysel haz değil; biz anlayışı vardır.
“Biz” anlayışında; toplumsal faydanın sağlandığı, birlikte üretmenin gerçekleştirildiği, huzurun, güvenin ve imkânların paylaşıldığı, iyiliğin, güzelliğin, mutluluğun yaygın şekilde yaşandığı bir hayat söz konusudur.
Yani empati kurma ve karşısındakinin hak ve hukukunu gözetme sorumluluğu, toplumsal hayata katkı, cömertlik, dayanışma, hoşgörü, ortak değer, aidiyet duygusu, güven ve iş birliği anlayışı vardır.
Örtük müfredatta kapitalist Batı kültürünün aşılandığı küçük beyinler, zaman içinde bireysel çıkar için ahlaki hiçbir kural tanımadan, her şeyi kendine hak görmeye ve elde etmek için de suç işlemeye meyilli bireyler olarak yetişmektedir.
Bu konuda, İçişleri Bakanımızın(*) 17 Şubat 2025 tarihindeki açıklaması beni dehşete düşürdü…
Sayın Bakan:
“Göreve geldiğim günden bu yana 54.876 tutuklama oldu. 2024 yılında günlük ortalama tutuklama sayısı 118 olmuştur. 1 yılda 585 organize suç örgütü çökertildi, 106 milyar lira değerinde mal varlıklarına el konuldu.”
Sayın Bakanın verdiği bu rakamlar çok çarpıcı.
Elbette bunu sadece sınıflardaki “öğrenci sıralarının bireysel dizayn edilmesine” indirgemek doğru olmaz.
Ancak örtük müfredatın böyle bir sonuca etkisinin hangi düzeyde olduğu araştırmacıların dikkatine getirilmelidir diye düşünüyorum.
Sosyal bilimcilere göre, toplumsal hayatta görülen her problemin temelinde, eğitimde ıskalanan bir sürecin günahı bulunmaktadır.
Kalın sağlıcakla…

MERHABA DEĞERLİ TERCÜMAN OKURLARI…
İletişim teknolojisindeki hızlı değişim, insanları farklı arayışlara ve farklı haberleşme araçlarını bulmaya yöneltiyor tabii olarak. İşte bu araçlardan birisi de sanal ortamda okurlarını gazete ile buluşturmak.
Gençliğimizin o meşhur basılı yayın organı Tercüman, idealist, gazete sevdalısı ve bu konuda teknolojik gelişmeleri yakından takip eden Sayın Mehmet Uygar KELEŞ’in öncülüğünde seçkin bir kadro ile dijital platformda okurlarıyla buluşmuş.
Bu imkân her ne kadar gelişmiş ülkelerde yaygın ve de sıradan bir uygulama olsa da, henüz bu nimetten yararlanamayan, dijital platformda gazete gerçeğini algılayamayan dünyalılarımızın varlığı da bir gerçek.
Neyse…
Biz gelelim bu köşede siz değerli okurlarımızla paylaşacaklarımıza.
Öncelikle bu köşede sizlerle kendi uzmanlık alanım olan eğitim, yönetim genel başlıklarının yanında, kamu yönetimi özel alanında daha çok kalem oynatmak istediğimi belirtmeliyim. Tabii bu iki ana başlık, insan hayatının çok önemli bir bölümünü kaplıyor.
Bugün eğitimin ilgilendirmediği kişi ve kurum yoktur sanırım. Aynı şekilde kamu hizmetlerine ihtiyaç duymayan kişi ve kurum da yoktur. O hâlde alanımız oldukça geniş. İşte bu geniş alanda tabir yerindeyse peşrev tutmaya çalışacağız, gözümüzün gördüğü, aklımızın erdiği kadar.
Okur yazar olan her birey belki bir mühendisle, bir mimarla veya bir başka meslek mensubuyla karşılaşmayabilir. Yani bir avukat, bir savcı, bir mühendis, bir doktorla işiniz olmayabilir ve onlarla karşılaşmayabilirsiniz. Ancak her bireyin mutlaka bir öğretmeni vardır, bir öğretmenle karşılaşmıştır. Dolayısıyla eğitimin iyi veya kötü yönleriyle buluşmuş; kimisi aldığı eğitim sayesinde kendisine, ailesine, çevresine, toplumuna ve insanlığa faydalı olmuştur. Kimisi de kendine sunulan bu eğitim fırsatını iyi değerlendirememiş ve yukarıda bahsettiğimiz hususlarda görevlerini yerine getirememiş olabilir.
Burada bir anlamda eğitimin kişiye yüklediği sorumluluğu da belirtmiş oluyoruz. Yani eğitim; kişinin kendisine, ailesine, toplumuna, insanlığa ve Allah’a karşı olan görev ve sorumluluklarını yerine getirmesi için beden ve ruh sağlığını koruyarak kabiliyetlerini geliştirmek için yapılan şuurlu faaliyetlerin tümünü kapsar. Bu yönüyle baktığımızda eğitim bir derya olarak karşımıza çıkıyor. Ve eğitimin feyizli sonuçlarını devşiren milletler, bugün dünya milletler camiasında ekonomik olarak ön sıralardaki yerini almışlar ve almaktadırlar…
Diğer taraftan kamu yönetimi de oldukça kapsamlı bir alan. Yine her bir birey ister köyde ister kentte yaşasın, mutlaka kamu hizmetini ya sunan ya da kamu hizmetinden yararlanan konumundadır. Mal varlığınız varsa vergi öderken kamu hizmetinden yararlanırsınız. Evinizde elektrikli ev aletleri kullanıyorsanız kamu hizmetinden yararlanırsınız. Hasta olduğunuzda, eğitim hizmeti almak istediğinizde, yolda araba kullanmak durumunda kaldığınızda… mutlaka kamu yönetimi ile karşı karşıyasınız demektir. Yani yaşıyorsanız, nefes alıyorsanız kamu hizmetiyle bir şekilde muhatapsınızdır.
İşte gerek eğitim gerekse kamu yönetimi konusunda çağdaş insanın beklentisi düne göre çok artmıştır. Artık sunulan hizmet ne olursa olsun, o hizmetin kalitesini hizmeti alan sorgulamaktadır. Yani daha kaliteli hizmet alma isteği ve bilinci her geçen gün yükselmektedir. Bu durum doğal olarak yönetime büyük sorumluluklar yüklemektedir. Dolayısıyla genelde yönetimin, özelde ise kamu yönetiminin kaliteli olarak icra edilmesi, yönetim biliminin temel ilkelerindendir. Yönetimde kalite yoksa başka bir şeye bakmaya gerek yok denebilir. Yani tuz kokmuşsa gerisi laf-ı güzaftır.
Biz bu köşemizde bundan sonra belirttiğimiz çerçevede her hafta Cumartesi günü bildiklerimizi, gördüklerimizi ve yaşadıklarımızı kendi süzgecimizden geçirerek sizlerle paylaşma gayretinde olacağız. Allah yar ve yardımcımız olsun.
Sağlıklı, huzurlu ve mutluluk dolu nice günlerde ve paylaşımlarda bulunmak ümidiyle…