03 Kasım 2025 Pazartesi

Tercüman Gazetesi
KADIN MI, ERKEK Mİ DAHA NARSİST?
CUMHURİYET KADINIYIM
“Yazı Seni Çağırırsa Yazıyorsun” — Tuba Yavuz’la Edebiyatın Sessiz Direnişi Üzerine
AŞK MORG KAPISINDA
KENDİNE TUTUNMAK
KENDİN OLMAK
YENİDEN MİLLİ MÜCADELE (ÇAĞRI)
CİNSLİĞİN DAYANILMAZ AĞIRLIĞI
BİZİMKİSİ BİR AŞK HİKAYESİ
BAŞIMIZA NE GELİYORSA, BIRAKIN YAPSINLARDAN GELİYOR
AYNADAKİ LEKE
SOĞUKTA SOKAKLARDA KALANLAR
Ticareti “Franchise’laştıran AKP
DİN VE BİLİM OTORİTEDEN NEDEN BAĞIMSIZ OLMALIDIR
Ne Bu Dünyada Ne De Öteki Dünyada
VAZO ÖNÜNDE SATILAN ÜRÜNLER SAĞLIKLI MI?
YAŞAMDA KALİTE İÇİN BİR YOLCULUKTAN FAZLASI, BİR İNSANİ DOKUNUŞ
GAVUR İZMİR (Mİ?)
Akademik Onura Saldırmak: Gazeteciliğin Değil, İftiracılığın Alanıdır
SUÇLAR CEZASIZ KALMAMALI
Gökyüzünde Nehirler Var (There Are Rivers in the Sky, Elif Şafak): Bir Su Masalı
KUR'AN KİMİN KELAMI?
Mustafa Kemal ATATÜRK
ŞEYTANI KÜSTÜRDÜK MÜ?
Cahillik İhtimali Üzerine: Bilmenin Laneti, Görmeyenin Cüreti
CUMHURİYETİMİZ: BİZLER HER SABAH ÖZGÜR BİR ÜLKEDE UYANABİLELİM DİYE VERİLEN 102 YILLIK BİR MÜCADELE
ÖYLE BİR DUA Kİ...
Akıl, Vicdan, Özgürlük.
SUYA SABUNA DOKUNCAĞIZ -1
Seni, kendilerine benzetmeye çalışacaklar, kendin olmaktan vazgeçtiğin gün senden vazgeçecekler.
İnsan hayatının en önemli değerlerinden biri; kim olduğunu, nereden geldiğini, nereye gideceğini ve yaşam amacını unutmadan insanca yaşamak ve yaşatmaktır. Çünkü kurulan düzenin çarkları sürekli dönüşüm ve öğütme halindedir. Sistem, insanları bu işleyişte kullanışlı hâle getirmek için kimi zaman manipüle ederek, kimi zaman adil olmayan bir şekilde ödüllendirerek, kimi zaman da baskı altına alarak farklı yöntemlerle ve dayatmalarla başka biri yapmaya çalışır.
Ontolojik olarak, insanın kendi seçimlerini yapma ve kendi olma arzusu, öz değeri ile bağlantılıdır. Felsefe bilimi, kendin olmak kavramına varoluşsal anlamlar yüklese de sosyoloji bilimi bu hususta toplumla uyumlu olmak gerekliliğini vurgulamaktadır. Bu çapraz bağ içinde denge esas olsa da nihayetinde bizim kim olduğumuzu, kendi fikir, eylem ve seçimlerimiz belirler. Bu noktada diğerlerinin beklentilerine göre şekillenerek, baskı ya da etki altına alınarak kullanışlı kılınan insanın; karar verme, yön belirleme, ilerleme vb. düşünsel, zihinsel ve eylemsel faaliyetlerinin, öz değerinin ve kişilik özelliklerinin bozularak zafiyete uğraması kaçınılmazdır.
Filozof Kierkegaard’a göre kendin olmak, Tanrı’nın huzurunda birey olmayı tercih etmektir. Nietzsche’ye göre toplumun dayattığı değerleri reddederek kendi değerlerini yaratmak ve üst insan olmaktır. Spinoza’ya göre insanın kendisi olması için kendi doğasıyla uyumlu yaşaması gerekir. Bu minvalde, merhum sosyolog Ulus Baker birçok Batılı filozoftan farklı olarak Spinoza ile paralel düşünmüştür. Baker’e göre insanın kendisi olma durumu; yaşamış olduğu dünyadan ve ait olduğu toplumdan, gruptan, cemiyetten vs. soyutlanmadan fakat etkisi altında da kalmadan, kendine özgü düşünerek bağlar kurmak ve öz benliğin potansiyelini ortaya çıkarmaktır.
Merhum yazar ve mütefekkir Cemil Meriç, kendin olma kavramını milli ve manevi değerlerimiz cephesinden değerlendirerek fikri bağımsızlık olarak tanımlar. Vatan şairi Namık Kemal, “Hürriyet, insanın kendisi olabilmesidir” diyerek insanın kendisi olabilmesini bağımsızlık ve özgürlükle ilişkilendirir. İstiklâl şairimiz Mehmet Akif Ersoy ise bu kavramı iman ve şahsiyetle özdeşleştirerek şöyle der:
“Bir insan şahsiyetini kaybederse, her şeyini kaybeder.”
İnanç, kültür ve manevi değerlerimize göre özgün olarak kendimiz olmak; kendi hakikatimizi başkalarında değil, kendi derinliklerimizde aramaktır… Öz değerin hazinesi, halkın değil, hakkın muradında saklıdır. Beğenilme, kabul ve onay görme arzusu ya da çıkar ve menfaat ilişkileri, insanın kendi hakikatinden uzaklaşması ve kendi varlığını ve kudretini görmezden gelmesidir.
Düşüncelerin, fikirlerin, kararların, hayata karşı duruşun, özgürlüğün ve seçimlerin; kısacası kendin olman için toplumsal, kurumsal ve politik sistemlerin, gücün, kapitalin ve otoritelerin baskılarıyla baş etmenin yolu; zihinsel ve bireysel olarak cesur olmak, risk almak ve konfor alanının dışına çıkmak ile mümkün olur.
Ez cümle, kendin olmak yolunda; Tevhit, hür iradenin kalesidir. Hakikat ve zafer; dayatmalara ve zulme boyun eğenlerin ya da göz yumanların değil; Allah’ın insana bahşettiği hür iradeyi, insana yaraşır şekilde ve özgürce kullananların olacaktır.
Göktürk Kağanı Bilge Kağan, Orhun Yazıtları’nda şöyle der:
“Üstte mavi gök çökmedikçe, altta yağız yer delinmedikçe, Türk milletinin ilini töresini kim bozabilir?”
Türk siyasi geleneğinde, özellikle meşveret (danışma), şûra (danışma meclisi) ve istişare (ortak akıl arayışı) gibi kavramlar, tarih boyunca yöneticiler için rehber ilkeler olmuştur. Türk devletlerinde karar alma süreçleri, lider olan han ya da kağanın keyfi ve kişisel kararlarına göre değil, kurultay adı verilen meclislerin ortak karar ve iradesine dayanırdı.
Göktürkler, Uygurlar, Hunlar, Oğuzlar ve diğer Türk toplumlarında, kağanlar önemli meselelerde boy beyleriyle bir araya gelir, ortak akılla hareket ederdi. Bu sistem, modern yönetimlerde “temsili demokrasi” olmasa da, dönemin şartlarında son derece katılımcı ve demokratik bir yönetimdir.
Selçuklu Devleti’nde, İslam geleneği ile Türk kurultay kültürü birleşince, devlet yönetiminde oldukça gelişmiş bir müzakere ve katılım sistemi ortaya çıkmıştır. Selçuklu Devleti’nin baş veziri Nizamülmülk, Siyasetnâme adlı eserinde meşveretin ve adaletin önemini;
“Padişahın etrafı akıllı vezirlerle çevrili olmalıdır, her işi kendi başına yapmak, hükümdarın düşüşüdür, mazlumun şikayeti doğrudan sultana ulaşmalıdır.”
sözleriyle vurgular. Yönetimde istişareyi esas alan bu kaide ve usuller, halkın fikir ve tercihlerini önemseyen bir sistemdir. Ayrıca yine Nizamülmülk’ün kurduğu dönemin Nizamiye Medreseleri, devlet kadrolarının eğitilmesi ve fikir tartışmalarının yapılması açısından, bir nevi günümüzün sivil toplum kuruluşlarının işlevini görmüştür.
Osmanlı’da Divan-ı Hümayun sistemi, Selçuklu devletindeki divanın devamı niteliğindeydi ve bir çeşit şûra meclisi gibiydi. Padişah, önemli kararları alırken, Divan-ı Hümayun’da vezirlerinin yanı sıra; şeyhülislam, defterdar ve kazaskerler gibi ekabir devlet adamları ile istişare ederdi. Sadrazam, gerektiğinde ilmiye ve kalemiye sınıfından kişileri toplayarak danışma ve meşveret meclisleri düzenlerdi.
Dini meselelerde Şeyhülislam ve ulema sınıfı arasında yapılan istişareler de bir nevi şûra mekanizmasıydı. Devlet meseleleri bu kurulda tartışılır, kararlar ve kanunlar bu istişare sonucu padişahın onayıyla yürürlüğe girerdi. Padişah adına vezir-i azam başkanlığında toplanan bu meclis, imparatorluğun en önemli karar organlarından biriydi.
Yine, Ayan Meclisi, Meclis-i Mebusan gibi yapılar da halkın temsil edildiği kurumsal mekanizmalar arasında yer alırdı. Osmanlı’da doğrudan halkın yönetime katılması söz konusu değildi; fakat toplumun farklı kesimleri (ulema, esnaf, ayan, tarikatlar, cemaatler) yönetime dolaylı olarak katılım sağlarlardı.
Türkiye’de son yıllarda; kamu kurumlarının ve yerel yönetimlerin, halkın sosyal ve kişisel taleplerini değerlendirmek için kullanmaya başladığı resmi başvuru dijital sistemleri ve sosyal medya iletişim araçları, halkın görüş, öneri ve sorunlarını ifade edebileceği önemli mecralar haline gelmiştir.
Ancak halkın, kurum ve kuruluşların karar alma süreçlerine katılımının sınırlı düzeyde olması, bu sistemleri sembolik kılmaktadır. Bu noktada kurumların etkili olabilmesi için ifade özgürlüğü, şeffaflık ve hukukun üstünlüğü gibi temel demokratik haklarla güçlendirilmiş devlet yapısı, katılımcı demokrasinin gelişmesinde önemli roller üstlenebilir. Bu sayede halkın sadece oy kullanarak değil, doğrudan ve etkili bir biçimde söz sahibi olarak yönetime katılması sağlanabilir.
Bugün Türkiye’de halka anayasal alanda katılım tanınsa da, uygulamada büyük eksiklikler vardır. Halkın yönetime katılması için kurulan ve anayasal bir kurum olan Ekonomik ve Sosyal Konseyin ve yerel düzeyde halkın yönetim sürecine katılması amacıyla kurulan kent konseyi sisteminin güncellenerek işlerlik kazandırılması gerekmektedir.
Ayrıca İsviçre gibi bazı Batı ülkelerinde; önemli devlet kararlarında doğrudan demokrasi sağlayan bir referandum modeli olan plebisit katılımcılık sisteminin ülkemiz için de değerlendirilmesi, sivil toplum kuruluşlarının, meslek birliklerinin ve dijital platformların desteklenmesi, katılımcı demokrasi adına atılacak çok önemli adımlardır.
Unutulmamalıdır ki; karar büyüklerin ama hakikat herkesindir.
İnsanın bir başka insana boyun eğmesi, insanlık tarihi boyunca farklı isimler ve farklı uygulamalarla karşımıza çıkmıştır. Bin yıllar öncesinden beri süregelen ve yakın çağa kadar yasal olan kölelik sistemi, zamanla biçim değiştirerek, modern çağda görünmez zincirlerle ve prangalarla devam etti. Bugün kapitalist sistem olarak tanımladığımız insan ve emek sömürüsü, birçok düşünür tarafından “ücretli kölelik” ya da “modern kölelik” olarak tanımlanır. Peki, kapitalizm köleliğin karanlık gölgesi midir?
Antik Yunan filozofu Aristoteles, Politika adlı eserinde köleliği doğallaştıran bir bakış açısına sahiptir ve bazı insanların “doğal köle” olduğunu savunmuştur. Aristoteles’e göre kölelik; “Doğal bir düzenin ürünüdür ve bu düzende herkesin bir yeri vardır. Bazı insanlar doğuştan yöneten olmaya, bazılarıysa yönetilen olmaya uygundur. Bazı insanlar yönetmek, bazıları yönetilmek için yaratılmıştır.” Bu anlayış, köleliği doğallaştırırken, özgürlük kavramını seçilmiş, sözde elit bir azınlığa bırakır.
18. yüzyıl başları, dönemin filozofları öncülüğünde, halkın özgürlük, eşitlik ve insan hakları kavramlarının ön plana çıkardığı ve köleliğin meşruiyetini sorgulamaya başladığı yıllardı. Dönemin romantik aydınlardan Jean Jacques Rousseau’ya göre; “İnsan özgür doğar ama her yerde zincire vurulmuştur.” Karl Marx’a göre de kapitalist toplumda kölelik ortadan kalkmamış, yalnızca biçim değiştirmiştir. Marx’a göre işçi, emeğini satmak zorunda kalan bir ücretli köleye dönüştürülmüş ve bu köle, zincirlerini taşıyamadığından dolayı yaşamını sürdürebilmek için emeğini sürekli satmak zorunda bırakılmıştır.
İslam hukukunda kölelik kaldırılmamış, ama çözülmesi gereken bir sorun olarak ele alınmıştır. Bu fıkıha göre köleler, hukuken bir “mal” sayılmakla birlikte; onlara iyi davranılması, zulmedilmemesi, eğitim, yiyecek ve giyecekte eşitlik sağlanması buyrulmuştur. Yani kölelik, İslam’da bir sistem olarak teşvik edilmemiş, tam tersine toplumun onunla mücadele etmesi hedeflenmiştir. Fakat bu süreç, dönemin toplumsal düzenine uygun olarak tedricen, aşama aşama ilerletilmiştir.
İslam felsefesindeki en önemli hususlardan biri, insanın fıtratı bakımından eşit ve akıl sahibi bir varlık olmasıdır. Farabi, İbn-i Sina, Gazali gibi alimlere göre insanın değeri, ahlaki ve akli kapasitesi kadardır. Bu anlamda, köle ya da hür fark etmeksizin, insanın değeri, ahlaki, akli olgunluğu ve imanı ile derecelendirilir. Farabi’ye göre: “İnsan, erdemli bir şekilde, akıl ve hikmetle yönetildiğinde hakikate ulaşır. Köleliğin, erdemli bir toplum yapısında yeri yoktur, çünkü köle, iradesi başka birine bağlı olan bir bireydir; bu da onun gelişimini engeller.”
İslam hukukuna göre emeğin karşılığı kutsaldır. “İşçiye, alın teri kurumadan önce ücretini verin.” diyen adaletli bir peygamberin ümmeti olarak, günümüz sistemine baktığımızda; emeğin sömürüsü, ihlali, adil ücret verilmemesi ve işçinin, emekçinin, memurun, emeklinin vs… insanca yaşama haklarının ellerinden alınarak insan onurunun zedelenmesi, modern köleliğin, yani kapitalizmin bir yansıması olarak tanımlayabilir ve bu sistemin İslam diniyle ve İslam hukukuyla hiçbir alakası olmadığını söyleyebiliriz.
Kutsal kitabımız Kur’an-ı Kerim’de kölelikle ilgili ayetlerde iki temel yaklaşım görülür:
Bu minvalde:
Ayetleri, İslamiyet’in köleliğe bakış açısını açıkça tanımlar niteliktedir.
Sosyal adaleti yüksek sesle savunduğundan dolayı İslam sosyalizminin öncüsü olarak kabul edilen Ebu Zer el-Gıfari’nin (r.a.); köleliğe karşı eşitlikçi eylemlerde ve “geceyi aç geçirip de kılıcına davranmayanın aklından şüphe ederim” vb. gibi söylemlerde bulunması ve kölelik ve servet birikimi konularındaki net ve sert tavrı, dönemin sahabeleriyle ters düşmesine ve sürgüne gönderilmesine neden olacak kadar rahatsız edici bulunmuştur. Yine Halife Hz. Osman (r.a.); servet sahibi sahabelere karşı “İnsanlar arasında Allah’ın rızkını dağıtan siz misiniz?” diyerek, sahip olunan fazla malların zekat ve sadaka yoluyla yoksullara ve kölelere verilmesini buyurmuştur.
Kölelik kalkmadı! Kapitalist kölelikte insanlar satılmadı ama zamanı, emeği ve ruhu kiraya verildi. Kölelik, bir zamanlar zincirdi, şimdi ise kravat taktı, işçi oldu, emekçi oldu, bordrolaştı ve politikleşti. Zincir artık zihinlerde, banka hesaplarında ve taksitlerde… Kölelik kamçıyla yönetilirdi, kapitalizm ise köleyi efendisine değil, ihtiyaçla, tüketimle, borçla ve faizle sisteme kulluk etmeye zorladı. Efendiler değişti, ama boyun eğme biçimi değişmedi.
Kapitalizm, kölelik zincirini maaş, terfi, kariyer, prim gibi pazarlıklarla süsleyerek paketledi. Kalabalık ve kirli şehirlerde, trafikte, metrolarda, toplu taşıma araçlarında ve AVM’lerde, robotlaşmış, geleceğe dair umudunu yitirmiş, yaşamak için gerekli fiziki şartlar, maddi, manevi ve sosyal ihtiyaçlar için ömrünü feda etmiş mutsuz yığınlar haline getirdi… Acaba bu keşmekeş içinde, insanın değeri, onuru ve emeği; kaç saat, kaç toplantı, kaç müşteri, kaç yutkunma, kaç yumruk ya da kaç diş sıkma, kaç içe atma, kaç sessizlik, kaç yoksulluk, kaç çaresizlik, kaç hastalık, kaç cinnet, kaç tırlatma ederdi?
Nietzsche’ye göre, “Hizmetkârlar, her zaman koşulmuş hayvanlar olarak kalırlar, altın koşumlarıyla ışıl ışıl parıldasalar bile.” Nietzsche, modern insanı “son insan” olarak tanımlar: Son insan, konforunu kaybetmemek için derin düşünmekten kaçan, güvenlik ve rahatlık uğruna özgürlüğünden vazgeçen bir figürdür. Modern insan; “Bana bir amaç verin” diye direnir, fakat amaçların çoğu, sistem tarafından çoktan paketlenmiştir bile… Şanslıysan bir iş sahibi olursun, evlenirsin, krediyle bir ömür borçlanarak ev alırsın, araba alırsın, terfi edersin, çocuk yaparsın, senede bir kere tatile çıkarsın, emekli olursun… Ya sonra? Bu noktada asıl trajedi başlar. Belki de hiçbir zaman gerçekten yaşayamadığımızı anlarız. Çünkü yaşamak için önce var olmak, var olmak içinse özgür olmak gerekir. Oysa bizler çoğu zaman yaşıyormuş gibi yaparken, aslında sadece köle gibi çalışıyor ve hayatta kalma mücadelesi veriyoruz.
Ez’cümle; bu yazı, yalnızca sistem eleştirisi değil, aynı zamanda özgürlük anlayışımızı sorgulama çağrısıdır. Çünkü gerçek özgürlük, sadece zincirlerden kurtulmak değil, zincirleri fark edebilmektir.
Ve en önemlisi, kendimize şu soruyu sormaktır: Yaşadığım bu hayat, gerçekten benim mi?
Bir gün halktan biri, Selçuklu Devleti’nde görevli bir kadının haksız hüküm verdiğini ve rüşvet aldığını söyleyerek Sultan Melikşah’a ulaşmak ister. Melikşah, bu tür şikâyetlere kulak vermesiyle tanınır. Saray muhafızları, halktan birinin doğrudan sultana ulaşmasını engellemek istese de Melikşah, halkın derdini dinlemeden karar vermenin adaletsizlik olacağını söyleyerek adamı huzuruna kabul eder.
Adam, başından geçen olayı detaylıca anlatır. Melikşah, meseleyi hemen Başveziri Nizamülmülk’e havale eder ve: “Adalet, devletin temelidir. Eğer biz yönetenler halkın hakkını korumazsak, Allah da bizim hükmümüzü sürdürmez,” der. Nizamülmülk olayı inceler, kadının gerçekten haksız ve rüşvetçi olduğunu tespit eder. Bunun üzerine kadı görevden alınır ve cezalandırılır. Sultan Melikşah müştekiden özür diler ve:
“Halkın adalet umudu, sultanın kalbidir; o kalp kirlenirse devlet yıkılır,” diyerek adaletin ve siyaset etiğinin devlet yönetiminin merkezinde olduğunu gösterir.
İslam hukukuna göre verilen siyasi kararlar, toplumun maslahatına uygun ve zulümden uzak olmalıdır. Yönetim; siyasi ahlak, adalet, sorumluluk, toplum yararı, şûra ve inanç etiği çerçevesinde şekillenmelidir. Yöneticiler, halkın haklarına saygılı, merhametli, dürüst ve hesap verebilir olmalıdır. Bu noktada Büyük Selçuklu Devleti’nin yönetiminde yer alan ünlü vezir ve siyaset düşünürü, “Siyasetnâme” eserinin yazarı Nizamülmülk’ün yönetim ilkeleri, şer’î hukukun kurallarını uygular niteliktedir.
Nizamülmülk’e göre bir devletin temelini ve bekasını adalet oluşturur. Hükümdarın birinci görevi zulmü önlemek ve adaleti sağlamaktır. Siyasetnâme’de siyaset ahlakı ve etiği konularını kapsayan ve en çok üzerinde durulan diğer etik ilkeler ise; dürüstlük, şeffaflık, denetim, hesap verebilirlik, sorumluluk ve devletin ve milletin ali menfaatlerini gözetme gibi değerler etrafında şekillenir. Nizamülmülk için siyaset, yalnızca iktidarı korumak için değil, Allah’ın yeryüzündeki adaletini sağlamak içindir. Dolayısıyla siyasi otorite kutsal bir sorumluluk misyonu taşır.
Siyaset ve etik arasındaki ilişki tarih boyunca tartışmalı olmuştur. Platon, Devlet adlı eserinde adil bir yönetimin ve toplumun erdemli bireylerden oluşması gerektiğini söylemiş, bu ilkenin temelinde de eğitimin önemini vurgulamıştır. Machiavelli, Prens adlı eserinde siyasetin ahlaktan bağımsız bir alan olduğunu iddia etmiştir. Machiavelli’ye göre bir liderin başarısı, etik olmaktan ziyade etkin olmaya dayanır; bu da gerektiğinde millî, manevî, dinî ve ahlaki kuralları ve değerleri çiğnemeyi ya da kullanmayı meşru kılar. Modern siyaset felsefesinin temel tartışma konularından biri olmaya devam eden bu iki yaklaşım arasındaki gerilim, günümüz siyasetinde de güncelliğini korumaktadır.
Bu noktada siyaseti ahlaktan ayıran, gerekirse yönetimde tüm ahlaki ve vicdani değerlerin, insan onurunun ve hak ve özgürlüklerinin çiğnenebileceğini savunan Machiavelli; siyasetin temeline eğitimi, ahlakı, adaleti yerleştiren Nizamülmülk ve yönetimde eğitimin ve erdemin önemini vurgulayan Platon’un etik ve ahlak stratejilerini birkaç örnek üzerinden karşılaştıralım:
Günümüzde küresel sistemin yönetip yönlendirdiği uluslararası diplomatik ilişkilere, dünya siyasetine ve ülke gündemimize baktığımızda Platon’un ve Nizamülmülk’ün siyaset etiği değerlendirmelerinin, Machiavelli’nin görüş ve ilkelerine açık ara yenildiği açıktır.
Güç kullanımının meşruiyeti, kamusal sorumluluk, demokrasi, adalet, dürüstlük ve şeffaflık gibi temel kavramlar siyaset etiğinin merkezindedir. Toplumların daha adil, şeffaf ve güvenilir yönetimlere ulaşabilmesi için siyaset etiğinin güçlendirilmesi ve kurumsal mekanizmalarla desteklenmesi gereklidir. Bu da ancak etik bilincin hem bireysel hem de kamusal düzeyde yaygınlaştırılmasıyla mümkün olabilir.
Yolsuzluğun, adaletsizliğin, liyakatsizliğin, kayırmacılığın, mafyalaşmanın, rüşvet ve çıkar çatışmalarının yaygın olduğu toplumlarda halk, siyasal katılımdan uzaklaşır, seçim süreçlerine olan inançları zayıflar ve toplumun adalet duygusu erozyona uğrar. Bu minvalde siyasal aktörlerin, kişisel veya grupsal çıkarlar yerine toplumun genel çıkarlarını öncelemeleri etik bir yükümlülüktür. Siyasetçilerin icraatlarından dolayı halka, medyaya ve yargı organlarına karşı sorumluluk taşımaları gerektiğini düşünüyorum.
“Kök” kavramı, ontolojik olarak bir varlığın başlangıcı, özü ve varlığın kendini anlamlandırdığı temel referans noktasıdır… Uyanışın, dirilişin, büyüme ve gelişimin eşiği olan bu nokta, yaşam yolculuğunda mücadele edebilmenin ve hayata tutunabilmenin sembolüdür.
Alman filozof Heidegger’e göre; insan, varoluşunu anlamaya çalışırken özüne, yani köküne dönmelidir. Carl Jung’a göre, “Köklerini bilmeyen biri, rüzgârlara savrulmaya mahkûmdur.” Konfüçyüs’e göre; “Bir ağacın sağlamlığı, köklerinin derinliğindedir. İnsan da öyledir.”
İslam felsefesinde kök, ilahi kaynaktır. İnsan, hakikati ararken yaratılışına, özüne, yani köküne dönmelidir. Hakikat, bir kökten doğar ama sürekli bir açılım içindedir. İbnü’l-Arabî’nin dediği gibi; “Kök, bizi anlam dünyasına bağlayan bir kavramdır ve zuhura vesiledir.”
Mevlânâ, Mesnevî’de şöyle der:
“Ağaca su yürümedikçe dal yeşermez; insan da kökünden beslenmedikçe hakikate varamaz.”
Burada ifade edilen gönül pınarı; ilim, irfan, tevazu ve güzel ahlaktır.
Modern çağ insanının köklerinden koptukça kültür karmaşası yaşayarak kimlik bunalımına düşmesi, yalnızlaşması, yozlaşması ve yaşadığı topluma yabancılaşması gibi sorunlarla yüz yüze gelmesi; köksüzlüğün tezahürüdür. Bu bağlamda köyden kente göç eden insanın sadece coğrafyası değil, anlam dünyası da değişir.
Filmlerde ve romanlarda çokça işlenen ağaç metaforu gibidir bu: Dağ başında ya da ıssız bir tarlanın ortasında bir tek ağaç görürsünüz; rüzgâra, soğuğa, susuzluğa, fırtınalara rağmen dimdik duran… Güneşle uyanan, toprağın sessizliğinde derinleşerek kök salan…
Ağacın dallarının göğe doğru yükselmesi ve gürleşmesi, köklerinin toprağa ne kadar derine indiğine bağlıdır. Bu anlamda kök; sadece biyolojik bir zorunluluk değil, aynı zamanda bir anlamın, aidiyetin, direncin ve hayata tutunmanın metaforudur.
Anadolu irfanı, “kök” kavramını sadece ağaca değil, insana, topluma, hatta inanca ve ahlaka dahi teşmil etmiştir. Kök, kültürel mirasımızın, dilimizin, töremizin, inançlarımızın belleği; hatırlamamızın ve geçmişle bağ kurmamızın adıdır.
Bu nedenle Anadolu kültüründe ve Türk dilinde, kök kavramına yüksek ve derin anlamlar atfeden atasözü ve deyimler önemli bir yer tutar:
“Otu çek, köküne bak.”
“Köksüz ağaç, temelsiz duvara benzer.”
“Köküne kibrit suyu dökmek”,
“Kökünü kurutmak.”
“Kök salmak”,
“Kökü dışarıda”, vb.
Köksüzlük bir hafıza kaybıdır. Bu minvalde kök sadece bir milletin geçmişinin değil, geleceğinin de teminatıdır. İnsanın kökü; beslendiği kültürle, eğitimle, bilgiyle, hikmetle, güzel ahlakla gelişir. Aksi halde insan ve dolayısıyla yaşadığı toplum içten içe kurur ve çürür.
Köksüzleşen toplumlar sadece toprağını, iradesini, inançlarını, özgürlüğünü, yönünü değil; vatanını, millî ve manevî değerlerini de kaybeder.
Biz milletçe çok derin yaralandık vesselam…
Yahya Kemal Beyatlı’nın “Koca Mustafapaşa” isimli şiirindeki dizelerde ifade ettiği gibi:
Derler: İnsanda derin bir yaradır köksüzlük;
Budur âlemde hudutsuz ve hazîn öksüzlük.
Sızlatır bâzı saatler dayanılmaz bir acı,
Kökü toprakta kalıp kendi kesilmiş ağacı.
Normsuzluk (anomi) kavramı, Fransızca “anomous” kökünden gelmektedir ve toplumda kuralsızlık, düzensizlik anlamlarına gelen yasasızlığı ifade eder. Normsuzluk, sosyolog Emile Durkheim’e göre, hukukî ve eşitlikçi standartların, insanî ve ahlaki değerlerin yokluğu veya azalmasıyla ortaya çıkar ve bireylerin doğruluk algılarını ve ahlaki değerlerini zafiyete uğratarak aidiyet duygusunu zedeler, yaşadığı topluma yabancılaştırır, insanlara ve otoritelere olan güvenini yok eder ve nihayetinde bencilleştirir.
Ülkemiz, modernleşme sürecini sancılı bir biçimde sürdürürken, zamanla toplumsal normların dönüşüm ve çatışma alanı hâline gelmiştir. Siyasi tarihimiz boyunca uygulanan politik ve ekonomik sistemlerin istikrarsızlığı, gelir dağılımındaki denge bozuklukları, toplumsal kimliklerin yeniden inşası ve kuşaklar arası değer çatışması, ülkemizdeki normsuzluk olgusunu yalnızca bireysel bir yönelim değil, aynı zamanda yapısal bir gerçeklik hâline getirmiştir.
Ahmet Hamdi Tanpınar; ironiyle ve mizahi bir dille yazdığı “Saatleri Ayarlama Enstitüsü” adlı romanında, Türk toplumunun, Tanzimat’tan itibaren modernleşme sürecinde doğu-batı kültürü arasında sıkışmışlığını, çelişkilerini ve bireylerin bu normlara karşı yaşadıkları kimlik bunalımını, toplumun değişen normlarına uyumsuzluğunu, özetle şöyle ifade etmiştir: “Saatleri ayarlamak, insanı düzene sokmak demektir. Ama ya saatler bozuksa?”
Türkiye’nin yakın siyasi tarihine bakıldığında, devletin ideolojik yöneliminin sık sık değiştiği, kurumların tarafsızlık ve süreklilik niteliklerini zaman zaman yitirdiği görülmektedir. Yargı bağımsızlığı ve kamusal alanda oluşan eşitsizliklerin, hukukî ihlallerin ve ahlaki tutarsızlıkların, eğitim sisteminde sık sık değiştirilen başarısız reformların bir sonucu olarak, toplumsal kutuplaşmaların derinleşmesiyle birlikte, normatif belirsizliğe sürüklenen toplumsal kimliklerin; yerli ve millî, elitist veya batıcı, laik-dindar, küreselci-milliyetçi, modern-gelenekçi gibi ikilikler etrafında parçalanarak bölünmesi, politik alandaki normsuzluğun temelini oluşturmuştur.
Normsuzluk, meşru yollarla başarıya ulaşamayan bireyleri fırsatçılığa, yolsuzluğa ve kriminal faaliyetlere yönlendirmeye zemin hazırlar. Bu noktada, kuralsızlığın ve yasa dışı fiillerin faillerinin cezasız kalması, etik davranışların anlamını sorgulatır ve toplumu “her şey mubah” anlayışına iter. Örneğin: Bir yandan ahlak adına baskılar yapılırken, diğer yandan yolsuzlukların, liyakatsizliklerin ve hukuksuzlukların görünür hâle gelmesi, bireylerde derin bir gelecek kaygısı ve değer boşluğu yaratmaktadır… Kamusal personel alımlarında ve terfi ve atamalarda; ehliyet ve liyakat gözetilmeksizin, nepotizm, politik tercih veya ilişkiler temelinde karar verildiği yönündeki algılar, toplumsal normların işlemediği fikrini pekiştirmekte, bireylerde aidiyetsizlik hissine ve motivasyon kaybına, umutsuzluğa, depresyon ve anksiyete gibi psikolojik hastalıklara yol açmaktadır.
Bu noktada; “İyi bir eğitim alırsan, gayret edersen, emek verirsen, dürüst olursan ve çalışırsan başarırsın” gibi ilkeler ve normlar, toplum nezdinde geçerliliğini yitirmekte ve toplumsal bağların hem de içsel değer sisteminin kaybedilmesine neden olmaktadır. Otoriteye olan inancı sarsılan bireyler ise, “Eğitimli insanlar emeğinin karşılığını neden alamıyor? Neden okuyorum? Neden emek veriyorum? Hak eden ve liyakat sahibi olan değil, yolsuzluk ve usulsüzlük yapan, güç odakları ile bağlantısı olan kazanıyorsa ve emek hırsızlarına herhangi bir yaptırım uygulanmıyorsa, bu sistemde çalışmanın anlamı ne?” sorularına cevap aramaktadır.
Türkiye’deki normsuzluk (anomi) sorunu, toplumsal normların yeniden inşasıyla mümkündür. Eğitim, ekonomi, siyasi, hukukî ve kamusal alanda oluşturulacak normlar, geleneksel, millî, manevi ve ahlaki değerler ve etik kültür üzerinden yeniden ele alınmalıdır. Bu süreç, toplumun birlik ve beraberliği ve demokrasinin işlerliği için hayati önem arz etmektedir.
İnsanı insan yapan ölçü, norm sahibi olmasıdır. Eğer bir toplumda ahlak, hukuk, gelenek ve manevi değerler ortadan kalkarsa, o toplumda infial ve kaos oluşur, akabinde insanlar hayvanî bir hayata sürüklenir. Bu minvalde normsuzluk sadece bir ahlak sorunu değil, varoluşsal bir -medeniyet krizi- olarak tanımlanabilir…
İnsan yaşamı, bireysel ve sosyolojik olarak düz bir çizgide ilerlemez. Her birey ve toplum, belli eşiklerde derin sarsıntılar yaşar. Bu eşikler, bir anlamda “kırılma noktaları”dır. Mevcut düşünce kalıplarının, değer sistemlerinin, benlik algısının ya da toplumsal algıların sürdürülemez hâle geldiği, köklü bir değişimin zorunlu hâle geldiği anlardır. Kırılma noktası, sadece bir çöküş değil, aynı zamanda bir yeniden doğuş ve varoluş alanıdır.
Torino Atı
Nietzsche, 1889 yılında Torino sokaklarında yürürken, emektar bir atın, arabacısı tarafından acımasızca dövüldüğüne tanık olur ve bu manzara karşısında derinden sarsılır; koşarak atın boynuna sarılır ve gözyaşları içinde onu korumaya çalışırken acı ve ızdırap içinde yere yığılır. Bu trajik olayın hemen sonrasında Nietzsche’nin akıl ve ruh sağlığı tamamen değişir. Psikiyatrlara göre; Nietzsche’nin bu acı olay karşısında yaşadığı yoğun duygusal travma ve kurduğu empati, kendi değişim ve dönüşüm felsefesinin sınırlarını zorlayan bir kırılma noktasıdır.
Kırılma noktası, genellikle bireyin hayatı üzerine kurduğu anlam sisteminin çökmesiyle başlar. Bu, bir varoluşsal dönüşümdür. Alman Filozof Nietzsche’nin “Tanrı öldü” ifadesi, Batı’nın geleneksel anlam dünyasının kırılma anını temsil eder çünkü insan, inandığı ya da yaşadığı değerlerin çöktüğü bu noktada, kendi değerlerini yaratmakla yükümlü hâle gelir. Kierkegaard, kırılmayı inanç sıçraması ile ilişkilendirir. Yazar Albert Camus ise insanın kırılma anını başkaldırıyla aşabileceğini savunur. Bu noktada kırılma, kriz olduğu kadar insanın gelişim ve dönüşüm potansiyelidir de.
İçsel Dönüşüm
Psikolojide kırılma noktası genellikle bir yaşam krizi, travma ya da varoluşsal boşluk anında ortaya çıkar. Bu anlar, bireyin benlik ve kimlik algısında ve değer yargılarında büyük sarsıntılar yaratır. Bu durumu Filozof Carl Gustav Jung “gölgeyle yüzleşme” olarak tanımlar; yani birey bastırdığı yönleriyle karşı karşıya gelerek değişir. Nörobilim uzmanı Viktor Frankl ise kırılma anlarının aslında bireyin “anlam arayışını” tetikleyen fırsatlar olduğunu söyler. Klinik psikolojide ise bu tür kırılmalar, yenilenmenin eşiğidir. “Travma Sonrası Büyüme” (Post-Traumatic Growth) kavramıyla ilişkilidir. Acı verici deneyimler, bireyde daha derin bir farkındalık oluşturabilir, yaşam formunu ve düşünce dünyasını değiştirip hayatını disipline edebilir.
İslam Felsefesinde ve Tasavvufta Kırılma Noktası
İslam felsefesinde kırılma, çoğunlukla insanın nefsani isteklerle akli melekeleri arasındaki çatışmadan doğar. İbn-i Sina ve Farabi, insanın akıl mertebelerinde ilerlerken geçirdiği dönüşümleri, bir tür bilinç kırılması olarak değerlendirir. Nefs-i Emmare’den (emreden nefis) Nefs-i Mutmaine’ye (huzura ermiş nefis) doğru ilerlemek, bireyin hem ahlaki hem varoluşsal açıdan olgunlaşması demektir. Burada kırılma, bir çöküş değil, bir terbiye sürecidir. Nefis dizginlenirken, akıl ve ruh yükselir. Böylece birey hakikate daha yakından yaklaşır. Bu bağlamda kırılma, insanın “esfel-i safilin”den (aşağıların aşağısı) “a’lâ-yı illiyyîn’e” (yücelerin yücesi) çıkma potansiyelidir. Tasavvufa göre, kırılma noktasında açılan yara, aydınlanma ve tekâmül etme yolculuğunda ışığın sızdığı yerdir ve içsel değişimi başlatan noktadır. Mevlânâ, kırılma anlarını aşkla açıklar. Aşk, benliği hiçleyerek bireyi insana ulaştırır. İbnü’l Arabî için bu, çokluktan vahdete geçiştir: İnsan, “ben” merkezli bakıştan vazgeçer ve her şeyde Allah’ı görmeye başlar. Hallâc-ı Mansûr’un “Enel-Hak” sözü, kırılan benlik bilincinin hakikate tercüman oluşudur.
Kolektif Bilinç ve Politik Kırılmalar
Sosyologlara göre; dünyadaki savaşlar, devrimler, siyasal değişim ve dönüşümler, sanayileşme, pandemiler, teknolojik gelişmeler vb. gibi süreçlerin, toplumları eski normlardan koparması olağan bir sonuçtur. Bu noktada, sosyolojik olarak değerlendirilen en belirgin kırılma noktaları; kurumların, kanunların, hukukun, eğitimin işlevsizleştiği, temel hak ve özgürlüklerin kısıtlandığı, ekonominin çöktüğü ve halkın dinî, millî ve manevi değerlerinin, küresel sisteme hizmet eden oportünist politikalarla yıpratıldığı zamanlarda meydana gelir. Sosyologlar bu tür dönüşümleri genellikle “kolektif bilinç kırılmaları” olarak tanımlar. Sosyolog Emile Durkheim’a göre, bu kırılmalar; toplumsal varoluşun yeniden sorgulanmasıdır.
Nitekim dünya tarihindeki sıcak ve soğuk savaşlar, antlaşmalar ve devrimler neticesinde ortaya çıkan toplumsal kırılma noktaları, yeni ideolojilerin doğmasına, halkların siyasi tutumlarını değiştirmesine ve diplomatik ve politik alanda yeni güç dengelerinin kurulmasına neden olmuştur. Bu anlamda kırılma noktasını doğru okuyabilen bireyler ve toplumlar, bu anları, kendilerini ve medeniyetlerini yeniden inşa etmek ve hakikatle temas için bir fırsat olarak değerlendirebilir.
Çünkü bazı kapılar ancak kırıldığında açılır.
Yürürken ayaklarımı çok fazla kaldırmadan, zaman zaman yere sürüyerek, zemine yakın adımlar atarım. Nedenini, çok uzun yıllar sonra merhum Yaşar Kemal’in İnce Memed romanını okurken fark ettim.
İnce Memed ve arkadaşı köyden çıkıp kasabaya vardıklarında, sokakta gördükleri bir yabancıya konaklamak için hanın adresini sorarlar. Orada şöyle bir sahne geçer:
Memed: “Biz garibiz,” dedi.
Adam: “Eee… Ne istiyorsunuz?”
Memed ezildi büzüldü: “Han nerede? Onu soracaktım işte,” dedi.
Adam geri döndü: “Gelin arkamdan,” dedi ve bir sokağa saptı.
Adam hızlı hızlı yürüyordu. Memed adamın yürüyüşüne dikkat etti.
Bu, sarp yerlerin insanının (dağ köylülerinin) yürüyüşüydü.
Sarp yerlerin insanları adım atarken ayaklarını havaya fazla kaldırırlar, diz hizasına kadar. Sonra ihtiyatlı, korka korka indirirler.
Halbuki ova insanları tam aksinedir. Ayaklarını yerde sürürcesine…
Yaşar Kemal’in İnce Memed’inde işaret ettiği gibi ve Şair Edip Cansever’in dizelerinde seslendiği gibi:
“İnsan yaşadığı yere benzer.
O yerin suyuna, o yerin toprağına benzer.
Suyunda yüzen balığa,
Dağlarının, tepelerinin dumanlı eğilimine…”
Meğer ben de doğduğum ve büyüdüğüm topraklara, Çukurova’ya benziyormuşum…
Sağ koluna Seyhan’ı, sol koluna Ceyhan’ı takmış; sırtını Toroslara yaslamış, ufuk çizgisini bir adım ötedeymiş gibi gösteren, engebesiz, uçsuz bucaksız, yokuşsuz mümbit topraklar kadar sıcak ve samimi…
İslam filozofu İbn Haldun, Mukaddime adlı eserinde, kendinden önce yaşamış Müslüman coğrafyacılardan ve Batlamyus’tan etkilenerek çalıştığı ümran ilmi çerçevesinde; coğrafyanın ve iklim koşullarının uygarlıkların gelişmişlik seviyesini belirlediğini vurgular.
Milletlerin ve toplulukların davranış kalıpları üzerine yaptığı tahlillerde, coğrafyanın insan kültürü ve karakteri üzerinde genetik aktarım ve sosyoekonomik şartlar kadar etkili olduğunu ifade eder. Ona göre: Coğrafya kaderdir.
Modern bilim de, insanın fiziksel, biyolojik ve karakteristik özelliklerinin yaşadığı coğrafyayla doğrudan ilişkili olduğunu ortaya koyar. Bu noktada coğrafya bilimi; doğanın insan üzerindeki, insanın doğa üzerindeki etkisini incelemek üzere doğmuştur. Nitekim toplumların kültürel ve manevi değerlerinden, mimarisine, giyiminden yemek alışkanlıklarına kadar birçok sosyal alanı şekillendiren yaşam biçimleri, yaşanılan coğrafya ve iklime göre biçimlenmiştir.
Mesela; yapı malzemeleri, ev mimarisi, şive ve aksan, giyim kuşam, turizm olanakları, tarım ve hayvancılık biçimleri, hatta insan ilişkilerindeki samimiyet veya mesafe… Hepsi yaşanılan yerin, iklimin, hatta denizin tuz oranının bile etkisindedir.
Fransız filozof ve sosyolog Pierre Bourdieu’nün 1920’lerde yaptığı çalışmalarda, bireylerin sınıfsal olarak konumlandığı yerler, mülkiyet ilişkileri, mekânsal yerleşim biçimleri dikkate alınarak oluşturduğu “habitus” teorisi; köyden kente göçün ardından oluşan yerel gettoları ve dayanışma ağlarını açıklar.
Bu teorik çerçevede değerlendirildiğinde, “Hemşerim, memleket nere?” sorusunun son yüzyılda bu kadar sık sorulması, yalnızca nostaljik bir özlem değil; aynı zamanda mekânın insan karakteri üzerindeki iz düşümüne dair sosyolojik bir işarettir.
Evet, coğrafya kaderdir. Ve insan yaşadığı yere benzer.
Savaşlar, küreselleşme, dijitalleşme bizi her ne kadar dönüştürse de, biz hâlâ özünde toprağımız kadar cömert, atalarımız kadar mert; suyumuz, havamız kadar duru ve dürüstüz.
Yedi iklim, yedi bölge, üç deniz ve bir millet…
Biz bu kaderi bin yıldır sırtımızda taşırız.
Hem doğuluyuz hem batılı.
Hep bir arada kalmışlık.
İçimiz de karışık, zihnimiz de.
Kaderimizle bir küs, bir barışık…
Özgürlük, temel tanımıyla; kişinin, baskı, zorlama veya kısıtlamalardan bağımsız olarak, kendini ve düşüncelerini ifade edebilme ve fiili olarak eyleme geçebilme hakkı ve yetisidir.
Özgürlük kavramının; felsefi, sosyolojik, psikolojik ve hukuki olarak pek çok tanımlaması bulunsa da pratik olarak; başkalarının özgürlüğüne zarar vermeden kendi hayatı, inançları ve değerleri üzerinde söz sahibi olabilmektir ve istediği her şeyi yapabilmekten ziyade, istemediği şeyleri yapmaya zorlanmamaktır.
Özgür(lük) kelimesi etimolojik olarak Türkçe kökenlidir, Uygur Türkçesinde “ozmak” (azat etmek, kurtarmak) ve “ozgurmak” (salmak) fiillerinden türetilmiştir ve Türkçede “öz” (bir kimsenin benliği, kendi manevi varlığı) ve “gür” (bol, güçlü, çok sık, yüksek) kelimelerinin birleştirilmesinden oluşmuştur…
Özgürlük kelimesinin eş anlamlısı olarak günümüzde hâlâ yaygın olarak kullanılan “hürriyet” kelimesi ise Arapça “ḥrr” kökünden türeyerek (ḥûrriyyat – köle olmama, azatlık) dilimize geçmiştir.
Batı felsefesinde özgürlük kavramı genel olarak, determinizm ve özgür irade arasındaki ilişkiye dayanır.
Katı deterministler; esasen insanların özgür iradesinin olmadığını, eylemlerimizin biyolojik ve çevresel faktörlere dayandığını savunur.
Liberteryenler; özgür iradenin varlığını savunur.
Bağdaştırıcılar; determinizm ile özgür iradenin birbiriyle çeliştiğini savunur.
Politik özgürlükçüler; özgürlüğü, kapitalist sistemin getirdiği sömürü düzeninin yok ettiğini savunur.
Karl Marx’a göre; toplumsal dönüşüm ve sınıf mücadelesi, özgürlüğün anahtarıdır.
Varoluşçu felsefede ise; özgürlük, varoluşun en önemli koşuludur.
Sartre’ye göre; özgürlük, eyleme geçerek ve bağırarak varlığını göstermektir.
Camus’ya göre; direnmek ve başkaldırmaktır.
Aristo’ya göre; düşünmektir.
Jean-Jacques Rousseau’ya göre; bireysellikten genele dönüşen iradedir.
Platon’a göre; öğrenmektir.
Nietzsche’ye göre; kendin olmaktır.
İmmanuel Kant’a göre; bireyin akla dayalı ahlaki değerlerinin üstünlüğüyledir.
Kierkegaard’a göre; kendini seçmektir.
Victor Hugo’ya göre; vicdanınız temizse özgürsünüz demektir.
Batı’da 18. yüzyıldan itibaren, ülkemizde ve gelişmekte olan ülkelerde ise son yüzyılda; yaşama hakkı, kişi hürriyeti ve güvenliği, özel hayatın gizliliği ve korunması, yerleşme ve seyahat hürriyeti, din ve vicdan hürriyeti, düşünce ve kanaat hürriyeti, bilim ve sanat hürriyeti, basın ve yayınla ilgili hürriyetler, toplantı ve gösteri hakkı ve hak arama hürriyeti gibi temel, yasal ve insani hak ve özgürlükler bağlamında yapılan anayasalar, kanunlar, bildiri ve sözleşmeler, Batı’da büyük oranda usulüne uygun olarak hayata geçirilse de, ülkemizde ve gelişmekte olan ülkelerde uygulanan oportünist politikalar neticesinde kâğıt üzerinde kalması, toplum nezdinde infial yaratmakta ve büyük hayal kırıklıkları oluşturmaktadır.
İslam’a göre; düşünce ve inanç özgürlüğü, Allah’ın kullarına lütfettiği temel insani haklardandır ve Kur’an-ı Kerim’de insana inanç ve düşünce özgürlüğü alanında bir sınırlama getirilmemiştir…
İnsan, yalnızca Allah’a iman ettikçe, hak, hukuk, adalet gibi İslam fıkhının temel usullerini gözettikçe, ilmiyle, ameliyle, vicdanıyla hareket ettikçe, insani ve ahlaki değerler bütününü şiar edindikçe hür olur.
Özgürlük, Farabi’ye göre; kalbine kulak vermektir. Gazali’ye göre; irade etmektir. İbni Rüşt’e göre; vicdanlı olmaktır. Mevlânâ’ya göre: maddi ve nefsani bağlardan kurtulmaktır. Zira insan aşkla yanarsa özgür olur.
Bu minvalde tevhit, hür iradenin kalesidir diyebilir, tevekkül dairesinde; Allah’tan başka kimseden ummayarak ve kula kulluk etmeyerek, mukallit, dalkavuk ve tamahkâr olmayarak, hak, hukuk gözeterek, adil olarak, öğrenerek, okuyarak, onurlu bir yaşam seçerek güçlenebilir ve özgürleşebiliriz.
Hz. Ali (RA)’ın buyurduğu gibi; “Hırs seni kul etmesin, Hak seni hür yarattı.”
Dünya tarihi boyunca, insan onurunun en temel değerlerinden biri olan “özgürlük” için mücadele eden, Malcolm X, Nelson Mandela, Mustafa Kemal Atatürk, Osman Batur, Mahatma Gandhi, Che Guevara, Martin Luther gibi birçok devlet adamı, asker, savaşçı ve aktivist; halklarının bağımsızlıkları, inançları ve hürriyetleri uğruna mücadele ederek ve savaşarak, yalnızca kendi halklarının kahramanı olmakla kalmamış, hak, adalet ve özgürlüğe değer veren tüm insanlığın kahramanı olarak, üretilen edebi eserlere ve sanat eserlerine ilham olmuşlardır.
Nitekim dünyada üretilen, esaret, savaş ve özgürlük konulu sinema ve tiyatro eserlerinin sayısı, aksiyon, macera, aşk vs… konulu filmlerden ve oyunlardan geri kalmayacak düzeydedir ve dünya ve Türk edebiyatındaki özgürlük temalı eserler, en çok esaret ve sömürü dönemlerinde yazılmıştır.
Millî edebiyat dönemimizde çokça işlenen özgürlük temalı eserler, dünyadaki sosyo-politik değişimlerle birlikte, 2. Yeniciler akımı ve toplumcu gerçekçi ekolüyle tekrar yükselişe geçmiştir…
Dünyada en çok bilinen, okunan ve bestelenen özgürlük şiiri olan; Fransız şair Paul Éluard tarafından II. Dünya Savaşı sırasında Almanya’nın Fransa’yı işgali üzerine 1942 yılında yazılan “Liberté” (Özgürlük) isimli şiirin, Melih Cevdet Anday ve Orhan Veli Kanık tarafından Türkçeye çevirisinin yapılması ve 1947 yılında Varlık Yayınları tarafından basılan Fransız Şiiri Antolojisi’nde yer alması, o yıllarda yeniden yükselen toplumcu gerçekçi şiir ekolünün itici gücü olmuştur diyebiliriz.
Şiir, sonraki yıllarda, “Ey Özgürlük” ismiyle, sanatçı Zülfü Livaneli tarafından marş formunda bestelenerek söylenmiştir.

Tükenmişlik sendromu (Burnout Sendromu), ilk olarak Alman Psikolog Herbert J. Freudenberger tarafından 1974 yılında “yorgunluk, enerji ve güç azalması, başarısızlık, içsel kaynaklı karşılanamayan beklentiler sonucu ortaya çıkan tükenme durumu” olarak nitelendirilmiştir ve Dünya Sağlık Örgütü (WHO) tarafından iş hayatında süreklilik arz eden yoğun iş yükünün ve beklentiyi karşılamayan mesleki koşulların getirdiği stres ve kalıcı yorgunluk durumu olarak tanımlanmıştır.
Sanayi devrimi sonrası toplumsal dinamiklerin değişmesiyle birlikte düzenlenen ağır disiplinli çalışma koşulları ve şehir hayatı; sosyal, demografik ve teknolojik değişim ve dönüşümler; hızlı yaşam formu, modern yaşama uyum sağlama çabaları; uzun süreli kaygı, mobbing, iş-özel hayat dengesizliği, sosyal ve ekonomik sorunların çözümlenemez hale gelmesiyle birlikte ortaya çıkan tükenmişlik hissinin bir sonucu olarak kişinin duygusal, ruhsal, fiziksel ve zihinsel olarak yıpranması ve sağlıklı düşünememesi, iş hayatına ve özel yaşamına adapte olamaması, gelecekle ilgili plan ve proje üretme ve sorun çözme yetisini kaybetmesi durumu, psikologların bu alanda yeni araştırma ve çalışmalara yönlenmesine neden olmuştur.
Psikologlara göre, ağır iş yükü ve olumsuz yaşam şartlarının tetiklediği tükenmişlik sendromu; enerji kaybı, bitkinlik, uyku bozuklukları, fiziksel ağrılar, kalp, mide ve dolaşım sistemi hastalıkları, duyarsızlaşma veya aşırı duygusal hassasiyet, konsantrasyon bozukluğu, motivasyon kaybı, dikkat dağınıklığı, umutsuzluk, öfke nöbetleri ve anksiyete başta olmak üzere birçok fiziksel ve psikolojik hastalığa ve duygu durum bozukluğuna yol açmaktadır. Tükenmişlik hissi yaşayan kişinin profesyonel destek almaması, iş hayatında, aile ve sosyal ilişkilerinde telafisi olmayan başarısızlıkların ve olumsuzlukların temelini oluşturmaktadır…
Psikologlar, bu olumsuz hisleri aşabilmenin çözümü noktasında; fiziksel egzersiz, sağlıklı beslenme, arkadaşlarla ya da aileyle kaliteli vakit geçirme, sanat, müzik, resim, kitap okuma vb. gibi çözümler önermekteyse de, tükenmişlik sendromuna zemin hazırlayan temel sosyo-ekonomik sorunlara ve iş ve şehir hayatındaki sistem bozukluklarına yönelik çözüm odaklı devlet politikalarının eksikliği ve yetersizliği açıktır.
Hemen her insanın hayatının bir döneminde yaşadığı, son yıllarda hızla artarak yayılan ve çağın pandemisi olarak nitelendirilen tükenmişlik sendromunun ana kaynağının insanın doğal yaşamından, dolayısıyla fıtratından uzaklaşması neticesinde ortaya çıktığını düşünüyorum. Zira inanışlarımıza göre insanın fıtratından uzaklaşması; kendine ve yaşadığı topluma yabancılaşması, dengesini, yaşama sevincini, umudunu ve iç huzurunu kaybetmesi demektir. Nitekim dünya üzerindeki farklı inanışların, psikologların ve felsefecilerin bu konudaki çalışmaları ve açıklamaları da bu yöndedir.
Filozof-yazar Byung-Chul Han, “Yorgunluk Toplumu” adlı eserinde; “tükenmişliğin bir sonucu olan depresyon, modern insanın kendi olmak hususundaki başarısızlığının dışa vurumudur” der ve kapitalizmin ve yeni dünya düzeninin insanı nasıl yavaş yavaş tüketerek yok ettiğini anlatır.
İş yükünün yanı sıra şehir hayatının ve yaşam şartlarının zorlukları, sosyal eşitsizlik, adaletsiz gelir dağılımı, ekonomik sıkıntılar, işsizlik vb. gibi sorunlarla küresel çarkın öğüttüğü ve tükettiği hassas yüreklere ve güzel bir dünya için umudunu yitirenlere, merhum şair Ahmet Arif’in Anadolu isimli şiirinden birkaç dizeyle sesleniyorum:
“…Öyle yıkma kendini,
Öyle mahzun, öyle garip…
Nerede olursan ol,
İçerde, dışarda, derste, sırada,
Yürü üstüne – üstüne,
Tükür yüzüne celladın,
Fırsatçının, fesatçının, hayının…
Dayan kitap ile
Dayan iş ile.
Tırnak ile, diş ile,
Umut ile, sevda ile, düş ile…”

Alman filozof Nietzsche’ye göre, insan aşılması gereken bir varlıktır ve dünyada iki tür insan vardır:
Birincisi Sürü İnsanı: Toplumun dayattığı değerleri sorgulamadan kabul eden, uyumlu ve edilgen bireylerdir ve sürü halindeki insanların değer yargıları yoktur ve hayatı sorgulamadan kurulan çarkın dişlisi olarak yaşarlar.
İkincisi Üstinsan (Übermensch): Kendi değerlerini yaratan, özgür ve güçlü bireylerdir.
Peki, Nietzsche felsefesindeki üstinsan modeline göre kendini aşmak bireysel mi, yoksa sosyolojik bir süreç mi? Evrensel midir ya da farklı kültürlere ve inanışlara göre değişken midir?
Nietzsche; “Birini üstinsan yapan, duygularının gücü değil, sürekliliğidir.” der.
Nietzsche’ye göre, insanın duygularını güçlendirmesi için, sürekliliği ve şiddeti olmayan rüzgârın toprağı ve taşı aşındırmaması, birden alevlenip sönen ateşin ısıyı muhafaza edememesi gibi güçlü ama geçici etkilere değil, istikrarlı ve kararlı prensiplere ihtiyaç vardır.
Nietzsche’nin “Böyle Buyurdu Zerdüşt” kitabına göre “İnsan bir iptir ve hayvanla üstinsan arasında gerilmiştir.” İnsan, bu tehlikeli yolculukta uçurumdan düşmemek için sürüye uyum sağlayan, bengi dönüşlerle ve sonsuz tekerrürlerle sınanan bir yolcudur.
Üstinsan ise Tanrı’yı, yani putlaştırılan ilkeleri ve kuralları öldürüp, kendi kurallarını, değerlerini, ideallerini; dolayısıyla kendi Tanrısını yaratan kişidir.
Zira Nietzsche’ye göre, Tanrı’nın ölümüyle mutlak özgürlüğü sağlayacak olan ruh, kendini yeniden inşa ederek üstinsan sınıfına geçecektir.
İslamiyet’e ve İslam felsefesine göre; Nietzsche’nin üstinsan tanımlamasından çok daha farklı ve kapsamlı olarak, maneviyatı yüksek insani şuurla beslenmiş ve ruhi içtihatlarla güçlenmiş “üstün insan”, yani “kâmil insan” tanımı yerleşiktir.
Üstün insan kavramı, fıtrî olarak temel ahlaki değerler zemininde diğer ilahi dinlerle benzer görüş ve düşünceleri içermekle birlikte, Kur’ân-ı Kerîm’e, tasavvuf ve fıkıh ilmine ve takva anlayışına göre derinlikli ve kapsamlı detaylar ve yüksek ahlaki yaptırımlar içerir.
İslam’a göre, ahsen-i takvime göre yaratılan insan, eşref-i mahlûkattır, yani yaratılmışların en şereflisidir.
Bu minvalde, insan; insandan ilmiyle, ameliyle ve ahlâkıyla üstündür.
Allah, yarattığı insana, zâtî sıfatlarının dışında, hayât, ilim, irâde, kudret, tekvîn, semî, basar ve kelâm gibi sübûtî sıfatlarından vererek kâinatın halifesi kılmış, mevcut yarattıklarının üstünde kıymet vermiştir ve bu tecelliyi iman ile korumasını buyurmuştur.
Aksi hâlde şerre yönelen, şirke ve küfre düşen insan, âlâ-yi illiyyîn makamından (Yücelerin en yücesi; en ileri nokta; cennetteki üstün makam), esfel-i sâfilîne (Aşağıların aşağısı, sefillerin en sefili, cehennemin en derin azap mahalli) düşerek, hayvandan daha da aşağıda olan insan anlamına gelen “Belhûm Adal” sınıfında anılır.
Tasavvufa göre insan nefsinin 7 mertebesi vardır, her üst makam, insan-ı kâmil olma yolculuğunda nefsi mücadeleler içerir.
Bu seyrü sülûk, insanın kendine, dolayısıyla Hakk’a ve hakikate yönelme yolculuğudur.
Cemil Meriç’in, yıllar evvel okuduğum “Bir Dünyanın Eşiğinde” isimli kitabında;
“Upanişat Tanrısın diyor insana, Freud itsin diyor… Hangisi haklı?”
cümlesiyle sorduğu soruyu, yıllar sonra bu yazı vesilesiyle tekrar düşündüm…
Hind’in kutsal kitabı Upanişat’ın insanı Tanrı’ya benzetmesi, İslam’a göre, Allah’ın insanlara sübûtî sıfatlarından ve esmâlarının nurundan bahşetmesiyle benzer bir inanış felsefesini yansıtmakta olduğunu söyleyebilir.
Fakat Âdem oğlu Hâbil ile Kâbil’den bu yana süregelen iyi ve kötünün savaşıyla birlikte bugünkü mevcut insan bakiyesine baktığımızda, psikanalizin babası Alman psikolog Sigmund Freud’un “it insan” tanımını bile hak etmeyecek, hayvandan aşağı insan sayısı da azımsanmayacak kadar çok.
Mutasavvıf şair Şeyh Gâlip’in mısraları, derdimizi iki satırda anlatır vesselam…
“Hoşça bak zâtına kim zübde-i âlemsin sen
Merdüm-i dîde-i ekvân olan Âdemsin sen”
–Ey insanoğlu; kendine güzelce bak, âlemin özü sensin. Sen, varlık âleminin göz bebeği olan Âdem’sin.

“Müzik evrenseldir” önermesinin ne ölçüde doğru olduğunu düşündüğümüzde; şarkıların sözlerinden ziyade bestelerin, yani notalarla şekillenen müzikal tabanının, toplumsal ve kültürel olarak daha evrensel kabul edildiğini söyleyebiliriz. Ayrıca yapılan bilimsel araştırmalara göre, müziğin politik ve sosyolojik etkilerinin yanı sıra insan bedeni, davranışları üzerinde; fizyolojik, psikolojik ve nörolojik olarak negatif ya da pozitif rezonans etkili frekanslarının olduğu da bilinmektedir.
Yakın Tarihimizden Günümüze Müziğin Politik ve Sosyolojik Etkileri
Müzikoloji bilimine göre müziğin, ruhumuzun gıdası, bedenimizin şifası olmasının ötesinde, varoluş zeminimizde, siyasal, kültürel ve sosyolojik boyutta, insan üzerindeki dönüştürme, birleştirme, ayrıştırma etkilerinin düşündüğümüzden çok daha derin ve kapsamlı olduğu bilinmektedir. Bu noktada; müziğin çok katmanlı olarak bilimsel ve işitsel noktada siyasi propaganda ve kitlesel yönlendirme ve yönetme aracı olarak da kullanılmaya başlanma sürecine bir göz atalım.
Son yüzyılda radyo, televizyon, müzik çalar teknolojilerinin gelişmesiyle değişen müzik sektörünün, insanın var olduğu her alanda olması da kaçınılmaz oldu. Nitekim, siyasi tarihimizde ilk defa, çok partili rejime geçiş sürecimizde müziğin seçim propaganda aracı olarak kullanılmaya başlaması, müziğe politik bir zemin hazırlayarak bu alanda yeni ve farklı bir sürecin başlamasına vesile oldu… Sonraki yıllarda gelişen ideolojik farklılaşma ve ayrışma sürecinde, nota tabanı halk ezgilerine dayanan, toplumsal, millî, siyasal ve politik sorunları, lirik ve epik dille anlatılan sözler üzerine bestelenen şarkılar ve marşlar; protest, özgün vb. gibi isimlerle tanımlanarak ve ideolojilerin savunma ve direniş cephesi hâline dönüşerek kitleleri yönetip yönlendirmiştir.
Müziğin Şifa Etkisi
Müziğin, ruhun ve bedenin şifası ve gıdası olduğu, insanı rahatlatan, dinlendiren ve huzur veren etkilerinin olduğu, düşünce gücünü artırdığı ilk çağlardan beri bilinmektedir. Antik uygarlıklar zamanında hastalıkların tedavisi için özgün enstrümanlarla yapılan ritüeller ve danslar eşliğinde düzenlenen törenler, günümüzde Şamanlar tarafından hâlâ sürdürülmektedir.
Müziğin şifası ve titreşimlerin kuantum boyutundaki sırları Selçuklu ve Osmanlı medeniyetlerinde de bilinmekte ve felç, migren, siyatik, bunama, nevralji, bunalım vs. gibi ruhî ve bedensel hastaların tedavisinde kullanılmaktaydı. Hicaz makamının cinsel gücü artırmada, zengûle makamının kalp, mide ve bütün iç organlarının tedavisinde, buselik makamının migren ve kan hastalıklarının tedavisinde, uşşak makamının uykusuzluk tedavisinde, neva makamının kadın hastalıklarının tedavisinde, nihavent makamının ruhî bunalımların tedavisinde kullanılması gibi örnekler çoğaltılabilir.
Hastalıklara karşı geleneksel tedavi yöntemi olarak kullanılan musiki tedavisi, Ahlâtı Erbaa olarak tanımlanan kadim beden ve ruh ilminde bahsedilen mizaçlara ya da felekler ilmiyle belirlenen İslâm astrolojisine göre de uygulanmaktadır. Ki biz aşinaydık bu esrarlı sese, çünkü elest meclisindeki kutsal seslenişi hatırlatırdı musiki… Musiki tedavisinde, aynen modern tıpta uygulanan ilaç alma saatleri gibi düzenlenen ve hangi makamın hangi vakitte daha etkili olabileceği öngörülen vakitler vardır ki ezan makamlarında da kullanılmaktadır. Örneğin; rast makamının seher vaktinde, hüseyni makamının kuşlukta, nihavent makamının öğleyin, buselik makamının ikindi, uşşak makamının ise akşam saatlerinde dinlenmesinin daha etkili sonuçlar vermesi gibi. Geleneksel tıp metotları ile uygulanan ve azalarak günümüzde de devam eden tedavi şekli olan musiki ve su sesi tedavi ve terapilerinin kendine özgü yöntemleri vardır ve dönemlere, milletlere ve kültürlere göre değişen farklı uygulamaları da mevcuttur.
Müzikteki Ses ve Frekansların Sırrı
Bilim insanı Nikola Tesla; “Eğer evrenin sırlarını bulmayı arzuluyorsanız, enerji, frekans ve titreşimler üzerinden düşünün.” der. Tesla’nın keşfettiği 369 Hz frekans kodu, çeşitli rezonansları oluşturan titreşim ve frekansların oran kodudur ve canlı ve cansız, istisnasız her varlığın; ateşin, toprağın, havanın, suyun, doğanın ve nebatın kendine özgü frekansı vardır.
Bu oranlar üzerinde yapılan bilimsel çalışmalara göre; 520 Hz ses frekansının DNA onarıcı ve iyileştirici etkilerinin olduğu, 528 Hz frekansın enerjimizi dengelediği ve iç huzurumuzu artırdığı, 432 Hz’e ayarlanan bir enstrümandan çıkan seslerin rahatlatıcı ve sakinleştirici müzik ve ses dalgaları yayarak, kalp atışlarımızı düzenlediği, stresimizi azalttığı, düşüncelerimizi derinleştirdiği ve bedenimizdeki hastalıklı hücrelerde iyileşme etkisi yarattığı bilinmektedir. Günümüzde; meditasyon, yoga ve terapi müziklerinde 432 Hz tercih edilmesi bu nedenledir. Son yüzyılda müzik ve tıp alanındaki bilim insanlarının yaptıkları çalışmalarda, kanser hastalığı başta olmak üzere birçok hastalığın rezonans frekanslarıyla tedavilerinin bulunduğu, ancak küresel ilaç sektörünün baskıları neticesinde bu çalışmaların desteklenmediği yönündeki spekülasyonlar da hayli fazla.
Şeytan’ın Frekansı
Şeytan’ın frekansı olarak tanımlanan 440 Hz ses frekansının hem mikrokozmos hem de makrokozmos ile uyumlu olmamasından dolayı vücudu ve zihni strese soktuğu ve negatif duygular yüklenmemizi sağladığı, ayrıca 440 Hz frekans ile yapılan film, müzik ve reklam cıngılları gibi yapım ve yayınların ve internet içeriklerinin, bilincimizi etki altına alarak düşünce ve duygularımızı yönlendirdiği yönünde yapılan bilimsel açıklamalar oldukça düşündürücüdür…
İslâmiyet’te, metafiziksel ve negatif enerjili elektromanyetik dalgalardan ve frekans saldırılarından korunmak için; dua, zikir, doğal taşlar, tütsüler, topraklanma, su, sirke ve tuz kullanımı gibi uygulamalar tavsiye edilmektedir. Ayrıca, tasavvuf âlimlerine göre; tasavvuf kültürümüzün bir parçası olan semah törenlerinde çalınan ney ve tef gibi Mevlevî enstrümanların şifalı frekansı, bedenimizde ve zihnimizde enerjisel temizlik sağlayan maddi ve manevi kalkanlardır.
Eski Mısır, Mezopotamya, Selçuklu ve Osmanlı medeniyetlerinden beri müzikte kullanılan; doğayla, kalple, kâinatla uyumlu olan 432 Hz frekansın, 2. Dünya Savaşı itibariyle küresel sisteme geçiş sürecinde daha sert ve daha mekanik tınısıyla insan doğasına aykırı olan 440 Hz’e dönüştürülmesi ve bu frekansın evrensel müzik standardı olarak kabul edilmesiyle birlikte, görsel ve işitsel yayınlar ile kitleler üzerinde algı ve bilinç yönetiminin akortlandığı bilgileri, mevcut psikolojik ve sosyolojik durumumuzun tespiti noktasında önem arz etmektedir.

Aile, nesillerin devamı, bakımı, eğitimi ve yeni kuşaklara kültürel kimliğin ve değerlerin aktarılmasında toplumun en önemli kurumu ve temelidir. Uzmanlara göre çocuklar, iyi bir dinleyici olmaktan ziyade, aile bireylerinin arasındaki ilişkiyi, iletişimi, davranışları rol model alan iyi bir gözlemcidir. Bu noktada özgüveni olan, toplumsal ve ahlaki değerleri benimsemiş ve hayatta başarılı olmuş bireylerin temel eğitimi, temelleri sağlam bir ailede başlar… Bununla birlikte, çocukların gelişiminde anne ve babaların sorumlulukları yanında, ailedeki iş birliğine göre çocukların da yaş, kişilik ve yetenekleri doğrultusunda görev ve sorumluluk alması gerekmektedir.
Okul yıllarımızdaki en popüler münazara konularından biri; “Eğitimde aile mi önemlidir, okul mu?” önermesiydi. İki öğrenci grubunun karşılıklı açıklamalarla ve soru-cevaplarla ispatlamaya çalıştığı fikir ve düşüncelere odaklanan beynimiz, günün sonunda yine aynı soru ile bir fikir çıkmazının içine girerdi… Tecrübe ve tekamülümüzün arttığı sonraki yıllarda, bireylerin eğitim ve gelişiminde nitelikli okul eğitiminin yadsınamayacağını fakat ailede edinilen bilginin ve eğitimin öncelik ve önem arz ettiğini anladık… Merhum Psikolog Doğan Cüceloğlu’nun; “Ailede demokratik hayat oluşmadan toplumda demokratik hayat oluşmaz. İyi anne baba olmak için önce iyi insan olmak gerekir. Çocuğunuzdan beklediğiniz azim, sebat ve gayreti kendi yaşamınızda siz de gösterin.” sözleri, çocuk yetiştirmekte ailenin tutum ve davranışlarının ne denli önemli olduğunu vurgulamaktadır.
İslam’da ve bütün İlahi dinlerde; dini ve ahlaki değerlerin aktarılması, neslin devamı, toplumun dirliği ve düzeni için evlilik, aile ve akraba ilişkileri önem arz etmektedir. Aile içindeki sevgi, hoşgörü, ilgi ve eğitim eksikliği; toplumsal kültürün erozyona uğraması ve ahlakın bozulması, boşanmaların artması, insanların cinsiyetsizleştirilmesi, madde bağımlılıkları, suç örgütlerinin insan kazanımları vb. gibi konularda toplumsal çürümelere yol açmaktadır… Aile kurumu ve eğitim sistemindeki çürüme ve bozulmalar kimlere hizmet ediyor ve sistemdeki bu sorunlara hangi platformlar ve hangi mecralar destek veriyor sorularına verdiğimiz cevapların, pandemi, salgın hastalıklar, iklim değişikliği ve hatta susuzluk kadar tüm dünya toplumunu etkileyecek oranda tehlikeli olduğu açıktır.
Kadim Türklerde aile; oğuş kelimesi ile tanımlanmaktadır. Oğuş denilen çekirdek ailelerin bir araya gelmesiyle urug denilen aileler birliği oluşur. Urugların bir araya gelmesiyle boylar, boyların birliğiyle de budun ve il tabir edilen, beyler tarafından yönetilen devletler kurulurdu. Türklerde aile, devletin temeli olarak görülür ve sağlam birlikteliklerin sağlanmasına zemin oluştururdu. Bu noktada aile kurmak, devlet olmanın ilk adımıdır. Türklerde aile hayatı, mülk, miras vs. hukuku Türk törelerine göre uygulanırdı. Yakın akraba evlilikleri yapılmaz, boşanmalar tasvip edilmezdi. Erkek çocuklarını yetiştirmek babanın, kız çocuklarını yetiştirmek ise annenin göreviydi. Ailelerde erkek otoritesine dayanan ataerkil aile yapısı olsa da aile hayatında ve hatta devlet meselelerinde kadınların da ortak söz hakkı vardı. Türk töresine göre erkeklerde genellikle tek eşlilik makbul olmak ve kabul görmekle birlikte, görülen lüzum üzerine nadiren yapılan siyasi evliliklerle birden fazla eş ile yaşanıldığı, ayrıca Hun Türklerinde uygulanan levirat adı verilen töreyle, ölen erkek kardeşinin dul kalan eşiyle, gücün, soyun ve boyun dağılmasını önlemek amacıyla yapılan evlilikler de görülmektedir.
Sosyolog ve şair Ziya Gökalp’in aile ile ilgili çalışmaları, kadim Türklerdeki aile dinamikleri ve tanımıyla örtüşür niteliktedir. Gökalp, aileyi, “birbirine akrabalık bağı ile bağlı olan fertlerin toplamı” şeklinde tanımlamaktadır ve özellikle kadın hakları, çocuk ve aile eğitimine önem vermektedir. Gökalp’in sisteminde, değerler sosyal, kültürel, insani olarak büyük bir önem taşımaktadır. Bu noktada, anne ve babayı değerlerin taşıyıcısı ve koruyucusu olarak tanımlamaktadır. Gökalp’in, sürgünde bulunduğu dönemde ailesine yazdığı mektuplarında sıkça bahsettiği aile ve millet kavramları arasında kurduğu güçlü bağ ile ailenin milli ve manevi şuuruna ne denli önem verdiği de görülmektedir. Gökalp’e göre aileden başlayan küçük topluluklar milleti oluşturur, toplumun aile yapısı ne kadar sağlamsa, milleti de o kadar güçlüdür.
Günümüzde aile birliğindeki ve düzenindeki bozulmaların artmasının temel nedenlerinden biri ekonomik sorunlar olmakla birlikte, kırsal hayattan kent hayatına ve sanayileşmeye geçiş sürecinde yaşanılan sosyal ve kültürel uyumsuzluklar da etkindir. Kent hayatında değişen yaşam şartları ile birlikte, huzurevleri ve çocuk bakım kreşlerinin sayısının gün geçtikçe artması, çalışma hayatı içinde olan anne ve babaların çocuklarına yeterince vakit ayıramaması, dede, nine gibi aile büyükleri ile birlikte yaşayamayan çekirdek aile bireylerinin, örf, adet, gelenek ve Anadolu irfanı olarak tanımlanan hayat derslerinden ve tecrübelerinden mahrum olarak bocalaması ve sosyal ve kültürel uyumsuzluk göstermesi de önemli unsurlardan biridir.
Ez cümle; çocuk sevgiyle, kadın ilgiyle, erkek övgüyle yaşar. Aileler, hayatın zorluklarına karşı, birlikle, beraberlikle, sevgiyle, saygıyla, hoşgörüyle ve karşılıklı fedakarlıklarla var olur.

Toplumu kenetleyen ve bir arada tutan; vatan, millet, bayrak sevgisi, ortak tarih, ortak kültür ve inanç gibi millî ve manevî temel değerlerimiz vardır.
Toplumsal ayrışmaların kırılma noktası ise; millî ve dinî hassasiyetlerin yıpratılması noktasında halkın sinir uçları ile oynanması, temel hak ve özgürlüklerin devlet ve halk nezdinde karşılıklı olarak kısıtlanması ya da amacını aşması, toplumun karşılanamayan istihdam, adalet, liyakat ve eşit gelir dağılımı beklentisi gibi birçok sosyal, kültürel, ekonomik ve politik nedenlerden kaynaklanmakla birlikte, kimi zaman da halkın; etnisite, din, cemaat, mezhep ve siyasi kimlik üzerinden sınıflandırılmasıyla yürütülen yanlış ya da taraflı uygulamalar ve politikalardır. Bu minvalde, bireylerin ayrışma ve kutuplaşma davranışları düzelmeden, toplumun bir yansıması olan politik zeminin düzelmesi de beklenemez.
Nasıl Ayrıştık?
Toplumsal ayrışma sürecimize, tarihimizin penceresinden baktığımızda, ilk ayrışmaların Osmanlı Devleti’nin son dönemlerinde, yani 18. yüzyıldan itibaren ortaya çıkan batılılaşma hareketleri ile başladığını görürüz. Tanzimat dönemi itibarıyla, doğu, batı ve İslam medeniyetleri ekseninde dönen toplumsal kültür ve kimlik sorunu, toplumun ileri gelen edebiyatçıları, gazetecileri, aydınları, düşünürleri ve devlet adamları arasında fikir ayrılıkları oluşturarak, ilerici, gerici, solcu, çağdaş, devrimci gibi kutuplaşmalara neden olmuştur. Yakın tarihimizdeki en belirgin kutuplaşmaların, 1950’li yıllarda çok partili döneme geçişimizle birlikte başladığını söyleyebiliriz… O günlerden bu güne kadar geçen süreçte daha da derinleşen ideolojik ayrışmaların ve partizanlığın, siyasi parti politikalarından başka, toplumun yararına olan hiçbir şeye hizmet etmediği açıktır ve bizatihi; anlayıştan, empatiden, sevgiden ve saygıdan yoksun, insanları birbirine ötekileştiren nefret söylemlerinin, ayrışma ateşimize odun taşımaktan başka bir işe yaramadığı su götürmez bir gerçektir.
İnsan Zihninin Yarısı Doğu, Yarısı da Batıdır
Fikir insanı Cemil Meriç’in, doğu ve batı kültür ve medeniyetleri üzerinde karşılaştırmalı olarak çok fazla inceleme ve yorum yapması, onu diğer aydın sınıfından ayıran en önemli detaydır. Cemil Meriç’e göre; insan zihninin yarısı doğu, yarısı da batıdır. “Işık Doğudan Gelir” isimli kitabına göre, doğu medeniyetleri asırlarca batı medeniyetlerini beslemiştir. Bu noktada bu iki medeniyetten birini tanımak ve benimsemek, diğerini de anlamayı gerektirir. Birleştirici ve yüksek ahlaki değerlerle bezeli bir medeniyet tasavvuru ile yaşayan, okuyan ve yazan merhum mütefekkir Cemil Meriç, “Bu Ülke” isimli kitabında ayrışan ve ayrıştıran insanlara karşı duyduğu öfkeyi ve hayal kırıklığını şu sözü ile dile getirmiştir:
“Bu memlekette ilerici-gerici, sağcı-solcu yoktur, yoktur. Bu memlekette namussuzlar ve namuslular vardır. Ve bunların kavgası vardır. Siz namusluların safında yer alın. Göreceksiniz, çok kalabalık olacaksınız.”
Sosyoloji Biliminin Toplumsal Tabakalaşmaya Bakışı
Sosyologlara göre toplumsal kutuplaşma ve ayrışmanın temel nedenlerinden biri, bir nevi kast sistemi olan toplumsal tabakalaşma ve sınıfsal ayrışmalardır. Tabakalaşmaya zemin oluşturan zenginlik, statü ve kimi toplumlarda cinsiyet ve soy bağı gibi farklılıkların toplumda sınıfsal eşitsizlik getirmesi, sosyolojik bir gerçekliktir ve kaçınılmazdır.
Feodalizmin sona ermesiyle başlayan sanayi devrimleri ve küreselleşme politikalarının kapitalizm ile yol almasıyla birlikte, toplumun demografik ve ekonomik yapısında oluşan değişiklikler, özellikle iktisadi ve siyasi alanda ayrışmaları derinleştirerek, halkın; üst, orta ve alt tabaka olarak sınıflandırıldığı toplumsal tabaklaşmaları oluşturmuştur.
Toplumsal tabakalaşma piramidine göre; gelişmiş ülkelerde azınlığı oluşturan kesim alt ve üst tabakadayken, çoğunluğu oluşturan kesim orta tabakada yer almaktadır… Gelişmekte olan ülkelerdeki tabakalaşmaya baktığımızda, üst tabaka sabit kalırken, alt ve orta tabakanın eşitlendiğini; geri kalmış ve gelişmemiş ülkelere baktığımızda ise üst ve orta tabakanın azalarak hemen hemen birbirine eşitlendiğini ve alt tabakanın maksimum düzeyde arttığını görürüz.
Fransız sosyolog Emile Durkheim, işlevselci teori temelinde tabakalaşma ve sosyal eşitsizlik çözümlerini anlatırken, iş bölümü ve dayanışmanın önemini vurgulamış ve adaletsizlikleri gidermek için meslek birlikleri ve devletin oldukça önemli olduğunu savunmuştur.
Alman filozof Karl Marx’a göre, toplumsal sınıf olgusunun temel belirleyicisi özel mülkiyettir ve insanlık tarihi, bir sınıflar savaşı tarihinden başka bir şey değildir. Alman sosyolog Max Weber ise, modern toplumların sınıfsal ayrışma yapısını, kapitalizm üzerinden şekillenen iktisadi ve siyasi düzenin getirdiği statü ve parti kavramlarıyla açıklar.
Toplumsal Birlik ve Beraberlik Nasıl Sağlanır?
Toplumsal birlik ve beraberliğimiz, bizi millet olarak biz yapan sevgi, saygı, yardımlaşma, merhamet, empati ve hoşgörü gibi insani, millî ve manevî değerlerimizle mümkündür. Ayrıca; sanatımız, edebiyatımız, tarihimiz, kültürümüz ve ulularımız vasıtasıyla mümkündür.
Hacı Bektaş-ı Veli; “Bir olalım, iri olalım, diri olalım” temennisiyle,
Yunus Emre; “Bölüşürsek tok oluruz, bölünürsek yok oluruz.” öğüdüyle,
Mevlana Celaleddin Rumi ise, “Zıtların sulhuyla mümkündür hayat, zıtların çengiyledir lâkin memât.” sözüyle, birlik ve beraberliğimizin ne denli önemli olduğunu vurgulamışlardır.
Irk, din, dil ya da coğrafi komşuluk ilişkilerine göre siyasi, iktisadi, politik, askerî vb. birlikler ile kendi aralarında dayanışma oluşturan dünya devletlerinin; ekonomide, ticarette, eğitimde, bilimde, kültürde yaptığı çalışma ve başarıların gerisinde kalmak makûs talihimiz mi?
Biz, ülke olarak hâlâ içimizde millî birlik ve beraberliğimizi sağlayamamışken, İsmail Gaspıralı Bey’in “Dilde, işte, fikirde birlik” mefkûresini nasıl anlatabiliriz neslimize?
Nasıl muhabbet ve sekinet katarız, öfke ile birbirimize yükselen sesimize?
Hasılı; kafamda veli sorular.

Kutsal kitabımız Kur’an-ı Kerim’in ilk ayeti; “İkra’ bismi rabbike”dir. (Yaratan Rabbinin adıyla oku). Okumak ve düşünmek, insanı hayvanlardan ayıran ve “eşref-i mahlûkat” sıfatıyla şerefli bir kul olma şuurunu taşıyabilmenin, yaratılış gayemizi, nereden gelip nereye gittiğimizi, yüce Rabbimizin sonsuz lûtfu ve keremini anlayabilmenin en önemli unsurudur.
Kitap okuyan insanın; dinleme, kavrama, anlama, anlamlandırma ve anlatma noktasında olayları ve durumları doğru okuyabilme, tahlil ve tevil edebilme ve kendini ifade edebilme yetileri gelişir. Aynı zamanda kelime hazinesi artar ve güzel konuşur. Sinirbilim uzmanlarına göre beynimizdeki temporal lob ve prefrontal korteks, işitme ve konuşma yeteneğimizle birlikte, okuma sırasındaki stratejileri ve odaklanmayı yönetir. Kitap okurken, beynimizin sol lobu bilgileri kayda almakta, sağ lobu ise alınan bu bilgileri estetik, hayal ve duygu ile destekleyerek zekâyı geliştirmekte ve hafızamızı güçlendirmektedir. Bu bilgilerle; görsel ve işitsel yayın yapan teknolojik cihazların ve dijital oyun bağımlılıklarının, çocukların zihinsel gelişimini nasıl yavaşlattığını, yaratıcılıklarını körelttiğini, dikkat eksikliğini tetikleyerek odaklanmalarını zayıflattığını, yaşlılarda ise Alzheimer ve demans gibi hastalıkların hızlı ilerlemesine neden olduğunu daha iyi anlıyoruz.
Okuma Oranlarımız ve Kütüphanelerimiz Ne Durumda?
OECD’nin yaptığı bir araştırmada “Okuma Yeterliliği” konusunda 65 ülke arasında Türkiye 42. sıradadır. Birleşmiş Milletler İnsani Gelişim Raporu’na göre kitap okuma sıralamasında da Türkiye 86. sırada yer alıyor. Japonya’da toplumun %14’ü, Amerika’da %12’si, İngiltere ve Fransa’da %21’i düzenli kitap okurken, Türkiye’de yalnızca on binde bir kişi kitap okuyor. “Türkiye’nin Okuma Alışkanlığı” isimli çalışmaya göre, Türkiye’de ihtiyaç maddeleri sıralamasında kitap 235. sırada yer alıyor.
II. Dünya Savaşı’ndan sonra ülkemizde yaygınlaşan “gezici kütüphane” projeleri, ilk yıllarda kırsal kesimde yaşadığı için kitaba ulaşamayan halka, çeşitli binek hayvanlarının taşımacılığı ile uygulanırken, motorlu araçlarla dağıtım yapan ilk gezici kütüphane 1963 yılında hizmet vermeye başlamıştır. Gezici kütüphane uygulamaları; yerleşik kütüphanelerimizin sayısının artması, ayrıca PDF, sesli ve dijital kitap teknolojisinin yaygınlaşarak her kesimden insanın kitaplara ulaşmasının kolaylaşması ile birlikte, Kültür ve Turizm Bakanlığı’nca eskiye oranla sembolik düzeyde devam etmektedir. Günümüzde sayısı 1500’ü bulan halk kütüphanelerimiz, ağırlıklı olarak öğrenciler tarafından kaynak araştırma ve ders çalışma mekânları olarak kullanılırken, sadece okuma amaçlı gidenlerin sayısı yok denecek kadar az. Bu tabloya baktığımızda, yetkili mercilerin, sivil toplum kuruluşlarımızın ve eğitimcilerimizin ürettikleri ve uygulamaya koydukları çok sayıda kitap okuma ve kütüphane kurma projelerine rağmen, dünya geneline göre Türkiye’de kitap ve gazete okuma oranının oldukça düşük olması, sosyolojik ve kültürel gelişimimizin ve bilgi çağına geçişimizin önünde engel oluşturan ciddi bir tehdittir.
Okuma Alışkanlığı ve Okuma Teknikleri
Eğitimciler, düzenli kitap okuma aktivitesinin okuma alışkanlığı ile disipline edilebileceğini belirtiyor ve okuma alışkanlığının nasıl kazanılacağını başlıca şu maddelerle açıklıyor:
Dil bilimcilerin ve diksiyon eğitmenlerinin, doğru ve etkili kitap okumak için hızlı, sesli, sessiz, tarama, not alma, altını çizme vb. gibi birçok okuma tekniği üzerinde farklı görüş ve önerileri olsa da; ortak paydada, analiz yapma, dikkat ve odaklanmayı artırma, zaman yönetimi, anlama ve yorumlama becerisi gibi birçok zihinsel, kişisel, sosyal ve kültürel gelişim alanlarında okumanın ne denli önemli olduğu hususunda hemfikirdir.
Kitap Okumak Zekâyı Kibarlaştırır
Fikir insanı ve yazar Cemil Meriç’e göre; kitap okumak zekâyı kibarlaştırır. Cemil Meriç için okumak; gözlerini kaybetmeyi göze almak ve cebindeki son kuruşla kitap almaktır. Okumak, iki ruh arasında âşıkâne bir mülakattır, meçhule açılan bir kapıdır, yani masala, esrara ve sonsuza. Gerçek olan tabiat değil, kitaplardan görülen rüyadır. Cemil Meriç’e göre; insanlar birçok kitabı okumuş olmak, hatta okumuş görünmek için okuyordu. İnsanlar kırıcı ve kıyıcıydı, bu yüzden kitaplara kaçmıştı. Onun için kitap bir limandı. Bu nedenle kitaplarda yaşadı ve kitaptaki insanları sokaktakilerden daha çok sevdi. Üstad Cahit Zarifoğlu’na göre; “Oku” emri, anlamını bilmeden okumak olmamalıydı. Anlamı kavranmadan okunacak bir şey hayata uygulanamaz, yaşanamazdı. Yine merhum mütefekkir Nurettin Topçu; “Okuyacaksınız, okutacaksınız; kürsüde, minberde, mektepte ve üniversitede. İlmin en büyük ibadet olduğunu halka öğreteceksiniz” diye sesleniyordu İslâm ve İnsan / Mevlâna ve Tasavvuf kitabında.
Kıraathane Kültüründen Kitap Kafelere Geçiş Sürecimiz
Kıraathanelerin isim kökeni, “okumak, okuyuş” anlamına gelen Arapça kökenli “kıraat” kelimesinden gelmektedir. “Okuma evi” olarak da anılan kıraathanelerin tarihi 1800’lü yıllara dayanmaktadır. Kıraathaneler, 1600’lü yıllarda çoğalmaya başlayan ve sonraki yıllarda uygulanan devlet politikalarıyla birçok kez kapatılan ve tekrar açılan kahvehane kültürünün bir devamı olarak hizmet vermeye başlamıştır. Kahvehanelerden biraz daha farklı olarak, kültür muhteviyatlı hizmet anlayışını benimseyen kıraathaneler, halkın bilgi düzeyinin artmasını ve sosyalleşmesini sağlardı. Sanattan, edebiyattan, ticaretten, siyasete kadar her türlü bilgi paylaşılan ve okumalar yapılan bu mekânlarda, kitap, gazete ve mecmuaların okur-yazar olmayanlara da okunması vesilesiyle iletişim artar, konuşulur, tartışılırdı.
Bu kıraathanelerin en ünlüsü ise 1900’lü yılların başından 1960’lı yıllara kadar bir “edebiyat ocağı” olarak faaliyet gösteren, Yahya Kemal ve arkadaşlarının Dergâh mecmuasını çıkardıkları mekân olan İkbal Kıraathanesi’ydi. İkbal Kıraathanesi, Ahmet Haşim, Sait Faik Abasıyanık, Tarık Buğra, sonraki yıllarda Orhan Kemal, Hasan Ali Yücel gibi dönemin birçok önemli şair ve yazarının uğrak yeri ve buluşma noktasıydı. Ahmet Hamdi Tanpınar’ın “Kaç nesil ve kaç terbiye burada birleşirdi” dediği kıraathaneler, öğrencileri, hocaları, şairleri, yazarları ve gazetecileri bir araya getiren bir kültür merkezi olarak hizmet verirdi. Yakın tarihimizde, kahvehane kültürünün Anadolu’da yaygınlaşması ile birlikte, kıraathanelerin tekrar kahvehanelere dönüşmesi kaçınılmaz oldu.
Günümüzde kıraathane kültürünü, cinsiyet ayrımı ve yaş sınırı olmaksızın, kadın, erkek ve çocukların kitap okuduğu, kitap satın aldığı, sosyalleştiği, şair ve yazarların kitap tanıtımı ve okur-yazar buluşmalarını tertip ettiği mekânlar olan “kitap kafe”ler devam ettirmektedir. Ah bir de çayın fiyatı makul olsa!
Kitap Yüklü Eşek
Alman filozof Arthur Schopenhauer, Batı ve Rus filozoflarının ve edebiyatçılarının hemen hepsinden farklı düşünerek, çok kitap okumanın insanı köreltip ahmaklaştırdığını iddia ediyor ve kitap müptelalarını aşağılıyordu. Schopenhauer’in anlam vermekte zorlandığımız bu marjinal söylemleri ile aslında ne anlatmak istediğini, Okumak, Yazmak ve Yaşamak isimli kitabındaki açıklamalarından daha iyi anlıyoruz. Schopenhauer kitabında; okumayı yadsırken, esasen düşünmeden, tecrübe ve tahlil etmeden okumanın bir değeri olmadığını vurgulamaktadır. Ona göre insan, ancak yaşayarak özümsediği şeyler hakkında gerçek bir bilgiye ulaşabilir. Çünkü bilgi, sadece teorik birikimlerden ibaret değil, aynı zamanda duygularla, gözlemlerle, yaşanmışlıklarla, empatiyle ve deneyimlerle şekillenen bir alandır. Dahi düşünme yeteneğimizin artması ve kişisel gelişimimiz için doğru kitap seçimi de çok önemlidir.
Nitekim, Kur’an-ı Kerim’deki Cuma Suresi’nin 5. ayetinde; ilmiyle amel etmeyenler için yapılan “kitap yüklü eşek” benzetmesinin, yine halk arasında, irfandan, tevazudan ve tefekkürden nasiplenmemiş ilmin, ilim sahibine kibirden ve yükten başka bir getirisi olmayacağını anlatan bir deyim olarak kullanılmakta olması, Schopenhauer’in bu konudaki düşüncelerini kısmen de olsa tahlil etmemizde faydalı olacaktır.
Oku! Okumak özgürleşmektir. Okumak; esarete, cehalete, atalete, rehavete, gaflete, zulmete, dalalete, sefalete, hakarete, vahamete ve musibetlere karşı koyacağımız en erdemli eylem ve en insani duruştur.

Türkler için kahve, bir içecekten çok daha fazlasıdır… Kahve faslı, sohbet ve muhabbet içeren bir gelenektir. Toplumumuzda geleneksel olarak en yaygın tüketim, “Türk Kahvesi” olarak bilinen kahve türüdür ki kahvenin, kavrulup öğütülerek toz haline getirilen en doğal halinin, su ilavesiyle ocakta, közde, kumda ya da yeni nesil kahve makinelerinde pişirilmesi ile elde edilir… Türk kahvesi genellikle küçük porselen fincanlarda, Anadolu’nun bazı yörelerinde ise tercihen tarsusi (tarz-ı hususi) ya da süvâri olarak adlandırılan sunum şekli ile ince belli çay bardağında ikram edilir… Kahvenin servisi aşamasında, telvenin boğaza yapışmaması için su ve lezzetini artırmak için gül şerbeti, lokum, cezerye, badem şekeri, çikolata ve bilumum tatlı gıdalarla ikram edilmesi usuldendir. Günde iki fincanı aşmamak kaydıyla, sağlık açısından faydalı olacağı bilinen mis kokulu kahvenin köpüklüsü ve sadesi makbul olmasına rağmen orta ya da bol şekerli tercih edenler de yok değil.
Kahvenin Tarihi
Kahvenin bulunuşu ve dünyaya yayılışı hakkında çok sayıda mit ve efsane olsa da 9. yüzyılda Etiyopya’nın (Habeşistan) Kaffa bölgesinde önce yiyecek olarak ortaya çıktığı bilgisi yaygındır. Kahve çekirdeği, efsaneye göre Etiyopyalı bir keçi çobanı tarafından keşfedildi… Keçi çobanı, keçilerin kahve ağacının kırmızı renkteki meyvelerini yediğinde daha enerjik olduğunu görür ve kendisi de dener. Meyveyi yedikten sonra uykusunun kaçtığını, daha enerjik ve neşeli olduğunu fark eden çoban, topladığı kahve çekirdeklerini manastırdaki keşişlere götürür. Keşişler kahvenin tadını acı bularak beğenmez ve ateşe atar. Kahve çekirdeklerinin yanmaya başladığında etrafa yayılan güzel kokusunu keşfeden keşişler, pişen çekirdekleri taşla ezip, suya katarak içerler. Kahveyi içtikten sonra gelen keyif ve enerji ile gece boyunca hiç uyumadan ibadet ederler ve bu içeceği çok beğendikleri için halk arasında yaygınlaşmasını sağlarlar.
15. yüzyılda Yemen’de tanınarak, Arap coğrafyasında yaygınlaşmaya başlayan kahve çekirdeği, Hac farizası için Mekke’ye giden Türkler tarafından İstanbul’a getirilmiştir… Kanuni Sultan Süleyman döneminde ulemaların; “Kahve haram mıdır, değil midir? Yasaklanmalı mı, serbest mi bırakılmalı?” tartışmaları süregelirken, halk tarafından içimi ve tadı çok sevilerek hızla yaygınlaşmaya ve divan şairleri tarafından kahveye övgü şiirleri yazılmaya başlanmıştı bile… Şair Nev’î, Müslüman’ın kahve içmekle kâfir olmayacağını, ayrıca kahvenin verdiği dinçlik sayesinde hocaların geceleri geç vakitlere kadar ilimle iştigal ettikten sonra sabah dersini zinde olarak verebileceklerini şu mısralarla dile getirmiştir:
“Muhtesib kahve-fürûşa ne ta’addî eyler
Yohsa kâfir mi olur içse müsülmân kahve?
İrte derse çıkamaz gice kitâba bakamaz
Eger içmezse müderris iki fincan kahve!”
Kahve ile tanışan ilk batılılar, 1669’da Türk elçisi Süleyman Ağa’yı ziyaretleri esnasında kahve ikram edilen Fransız asilleriydi. Fakat kahvenin Avrupa’da bilinmesi ve yaygınlaşmasının; 1683’te Viyana kapılarında bozguna uğrayan Osmanlı birliğinin geride bıraktığı ganimetler arasında, Avusturyalıların ilk gördüklerinde deve yemi sandıkları 500 çuval kahve çekirdeği sayesinde olduğu rivayet olunur. Yine başka bir rivayete göre; Sultan III. Murat döneminde İstanbul’da görev yapan Venedik Elçisi Morosini, Venedik yetkililerine yazdığı bir mektupta; Türklerin “kahve” adlı bitki çekirdeğinden siyah bir içecek elde edip bunu içtiklerini anlatarak, kahvenin, Osmanlı’ya gelen ticaret gemileri tarafından da önce Venedik, oradan da tüm Avrupa topraklarına yayılmasına vesile olmuştur. Kahvenin Güney ve Orta Amerika topraklarına yayılması da yine aynı tarihlerde, hâlen dünyanın en büyük kahve üreticisi olan Brezilya’nın kahve ticaretiyle başlamıştır.
Osmanlı’da Kahvehane Kültürü
16. yüzyılın başlarında kahve ile tanışan Osmanlı halkı; kahve içmek bahanesiyle bir araya gelerek kahvehane kültürünü oluşturmuştur. İlk zamanlar şairlerin ve muhabbet ehli insanların sohbet gayesiyle buluştukları bu mekanlar, zamanla kahvehane adını alarak halkın da sosyalleşmek adına bir araya gelerek konuştuğu, tartıştığı bir uğrak yeri haline gelmiştir. 1606-1610 yılları arasında Sultan IV. Murat zamanında getirilen kahve ve içki yasağıyla birlikte kapatılan meyhane ve kahvehaneler genelde Rum vatandaşlar tarafından işletiliyordu… Osmanlı’nın duraklama dönemlerinde, kahvehanelerin işletme hakkı emekliye ayrılan Yeniçerilere verilmiştir. Gülbanglar eşliğinde düzenlenen gösterişli törenlerle açılan Yeniçeri kahvehaneleri, Bektaşi levhaları, postlar, şilteler ve yastıklarla döşenerek, kahve ve nargile eşliğinde şiirlerin ve destanların okunduğu, Bektaşi nefeslerinin söylenip tasavvufi sohbetlerin yapıldığı, sazendelerin ve meddahların gösteri yaptığı ve sadece erkeklerin gidebildiği, sohbet, muhabbet ve eğlence meclislerinin kurulduğu mekanlar haline gelmiştir. Evliya Çelebi seyahatnamesinde 16. yüzyıl sonunda İstanbul’da 55 kahvehane ve 200’den fazla kahveci dükkanı olduğunu anlattığı o dönem; Yedikule, Tophane, Eminönü, Tahtakale gibi semtlerde çoğalarak, bir nevi günümüz sosyal medyasına benzer bir ortam oluşturan Yeniçeri kahvehaneleri, gündemin, sarayın, siyasetin ve devlet meselelerinin konuşulduğu mecralar haline gelmiştir… Bir süre sonra bu kahvehanelerde, yönetim ve saray aleyhine gizli saklı toplantılar yapıldığı, asılsız dedikodu ve söylentilerin ayyuka çıkarıldığı gerekçe gösterilerek tutuklamalar başlatılmış ve 1800’lü yılların ortalarına doğru tekrar kapatılmaya başlanmıştır… Yeni Türkü grubunun “Külhani Şarkılar” albümündeki şarkılar ve 1994 yılında yaptığı “Aşk Yeniden” albümünde yer alan, güftesi müzisyen Cengiz Onural’a ait “Yedikule” şarkısından alıntıladığım birkaç dize, bizleri bir zaman yolculuğuna çıkararak, işte tam da bu yıllara götürür:
“Haber uçtu devlete de
Beş yıl yattım hapiste
Yedi düvel zindanından
Beterdir Yedikule
Nargilem duman duman ah
Bayıldım aman aman
İstanbul güzel ama ah
Zabitleri pek yaman”…
Kahvehane kültürü sonraki yıllarda; kıraathane kültürü ile harmanlanarak, gazete ve mecmua okunan, kahve ve çay içilen ve tavla ve benzeri oyunlar oynanan mekanlar haline dönüşerek bütün Anadolu’ya yayılmıştır.
Osmanlı’da Kahve Gelenekleri
Kahve Altı
Türk kültüründe kahvaltı esnasında, kahveden daha ziyade çay tercih edilmektedir. Günün ilk öğünü olan “Kahvaltı”, kahvenin, sabah bir şeyler yedikten sonra içilmesi anlamına gelen “kahve altı” sözünden türetilmiş bir sözcüktür. Yeni nesil, günümüzde batı menşeli zincir ve marka kafelerin farklı usul ve tekniklerle hazırladığı (melange, espresso, cappuccino, americano, latte, macchiato, mocha, filtre vs.) kahvelere alışmaya başlasa da Anadolu’da en çok sevilen ve tercih edilen kahve türleri; başta yerli usul klasik Türk kahvesi, ayrıca doğu ve güneydoğu yörelerimize has kahve çeşitleri olan mırra ve menengiç, damla sakızı ve keçiboynuzu gibi öğütülmüş bitki tozları ve aromalarla zenginleştirilmiş dibek kahvesidir…
Teknolojinin ve dünyanın gelişmesi ve değişmesiyle birlikte, kahveyi; kavurma, öğütme ve pişirme şekillerimiz değişse de günlük aile, iş ve sosyal hayatımızın her anında, dost meclislerimizde, herfenelerde, sıra gecelerinde, kız isteme, nişan ve söz kesimi gibi tören ve merasimlerde vazgeçilmez bir gelenek olarak devam etmektedir.
Ne de olsa “Gönül ne kahve ister ne kahvehane. Gönül muhabbet ister, kahve bahane.”
Bu kadar sözün üzerine, güzel yurdumuzun hemen her bölgesinde kahve üzerine yazılmış onlarca türküden birini açıp, bir fincan kahve içmeye ne dersiniz?

Konfor, genel anlamda; yaşamımızı kolaylaştıran rahatlık alanı olarak tanımlanabilir. Peki, büyümenin ve gelişmenin önünde engel olabilecek konfor alanının sınırları ne olmalı?
Konfor alanı güvenli ve tanıdıktır. Ancak burada uzun süre kalmak, durağan hayattan, tembellikten ve tekdüze alışkanlıklardan vazgeçememek ve atacağımız bir sonraki adımın maddi ve manevi anlamda öngörülebilir olması adına risk almamak, yaşam yolculuğumuzda potansiyelimizi keşfetmemizin, dolayısıyla tekamül sürecimizin önünde engeldir… Michael Hopf der ki: “Zor zamanlar güçlü insanlar yaratır. Güçlü insanlar iyi zamanlar getirir. İyi zamanlar zayıf insanlar yaratır. Zayıf insanlar zor zamanlar getirir.”
O halde, konfor alanının açtığı rahatlığın bir sonucu olarak, çektiğimiz zorluklarda sorumluluk almayan zayıf insanların büyük payı var diyebilir ve konfor bağımlılığını, “Konformizm” kavramı ile ilişkilendirebiliriz… Konformizm; ‘konforu seven, rahatına düşkün’ tanımlamasından bağımsız olarak, 19. yüzyıl Avrupa’sında ortaya çıkan “sorgulamadan itaat etme, itiraz ve eleştiri olmaksızın boyun eğme, standartlara uygun düşünme, intibak etme, toplumda yerleşmiş inanç, düşünce ve geleneklere kayıtsız şartsız uyma, uyum gösterme” anlamında kullanılan bir tanımlamadır… Konformist ol! Yani düşünme, sorgulama, öğrenme, okuma, risk alma, cesaret etme, demenin politik tanımıdır ki egemen erkin oportünist politikalarına hizmet eder… İtalyan şarkıcı Giorgiya Gaber’in “Conformista” isimli şarkısında özetlediği gibi: “Konformist, hep haklıdan ve güçlüden yana olan düzen adamıdır.”
“Fikri bir açık alan fobisi bizimkisi; uçsuz bucaksızlık korkuttuğu için kalıplarda, ezberlerde konfor arıyoruz” diyen Nörobilim uzmanı Prof. Dr. Sinan Canan, “İnsanın Fabrika Ayarları”nı anlattığı sohbetlerinde ve aynı adlı kitabında, konforun çocuk yaşlardan itibaren insan hayatı üzerindeki nörolojik, psikolojik, fizyolojik ve sosyolojik olarak olumsuz etkilerini kapsamlı olarak, bilimsel olduğu kadar hayatın içinden örneklemelerle eğlenceli ve düşündürücü bir dille anlattığı tespitlerini “Konfor bizi çürütür” diyerek özetliyor.
Konfor alanımızdan çıktığımız kadar; yani derdimiz ve yaralarımız kadar, başkalarının dertleriyle dertlenebildiğimiz kadar insanız… Rahatımızı kaçırdığımız, okuduğumuz, düşündüğümüz, sorguladığımız ve sorumluluk aldığımız ölçüde, insanlara faydalı olabilmek için yorgunluğa, acıya katlandığımız, kötülüğe göğüs gerebildiğimiz, hakkımızı arayabildiğimiz, haklının yanında, haksızlığın karşısında durabildiğimiz kadar insanız.
Çünkü “zor”, zihnimizin bize oynadığı oyunlar dahil, bütün çevresel ve kurgusal oyunları bozar ve kendi tekamülümüz dahil, bütün insani değerlerimiz, konfor alanımızın bittiği yerde başlar.
Banu Sancak

Hakkaniyeti, toplumsal adaleti ve hakikati sorgulayan insanlardan en çok duyduğumuz kelimelerden biri olan “liyakat”, etimolojik olarak Arapça “lyk” kökünden türemiştir. Yakışma, layık olma anlamlarına gelen liyakat kavramı, insanların bulunduğu makamda ve yaptığı işte, iş ahlakıyla, yeterli eğitimi, yeteneği, bilgisi ve tecrübesiyle var olması anlamlarıyla özdeştir. Ehliyet ise bir işi yapabilme becerisine ve yeterliliğine sahip olma mânâsıyla, aynı kökten gelen “işinin ehli” olma durumudur.
Liyakat, özel sektörlerde bir nebze de olsa işlevselliğini sürdürse de liyakatsizlik kavramı; genel olarak mensubiyetlerin ya da karşılıklı menfaat ilişkilerinin kurumsallaştırıldığı dar bir çevrede ve mediokrasi kültürünün yerleştiği organizasyonlarda, yönetim birimlerinde ve kamusal alanlarda, kendine meşru olmayan alanlar açmakta muktedirdir.
İslam’da Ehliyet ve Liyakat Kavramı
Peygamberimiz Hz. Muhammed (S.A.V.)’in “Görev, ehlinden başkasına verildiği zaman kıyameti bekleyin” sözü ve hicret esnasında, kendisine ve Ebu Bekir (R.A.)’a yol rehberliği yapan müşriki, işinin ehli ve güvenilir olmasından dolayı kılavuz edinmesi hadisesi ve dahi Mekke’nin fethinden sonra, Kabe’nin anahtarını, fetihten önce Kabe’nin bakımını layıkıyla yerine getiren ve o vakitler gayrimüslim olan Osman Bin Talha’ya tekrar teslim etmesi, İslam’da ehliyet ve liyakat kavramının özetidir.
Kuran-ı Kerim’de yer alan Nisa suresinin 58. ayetinde “Allah size, emanetleri mutlaka ehline vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adaletle hükmetmenizi emreder. Allah size ne güzel öğütler veriyor. Şüphesiz Allah her şeyi işitmekte, her şeyi görmektedir” ve Maide suresinin 8. ayetinde; “Ey iman edenler! Allah için hakkı ayakta tutun, adaletle şahitlik eden kimseler olun. Herhangi bir topluluğa duyduğunuz kin, sizi adaletsiz davranmaya itmesin. Adaletli olun; bu, takvâya daha uygundur. Allah’tan korkun. Şüphesiz Allah yaptıklarınızdan haberdardır” buyrulmuştur.
Siyasetname Ne Anlatıyor?
Sultan Alparslan ve Sultan Melikşah dönemlerinde, devlet ve kamu yönetimi alanında yaptığı yeniliklerle Büyük Selçuklu Devleti’nin yükselişinde çok büyük etkileri olan ve 30 yıl boyunca başvezirlik yapan Nizamülmülk’ün devlet yönetimindeki; siyasi, askeri, sosyal ve kültürel ilkelerinin temelinde ve bu konuları işlediği “Siyasetname” adlı eserinde en çok üzerinde durduğu noktalar; adalet, sadakat, ahlak ve liyakattir.
Kaht-ı Rical
Osmanlı Devleti kadrolarında görev yapmanın en önemli şartı liyakatti. Yönetimde; paralel kadrolaşmaların, akrabalık bağlarının ve menfaat ilişkilerinin önüne geçebilmek için çocuk yaşlardan itibaren devşirilerek, Enderun Mektebi eğitim sisteminde yetiştirilen devlet adamları, sıradan ve yoksul bir insan olsa da kabiliyet, ahlak ve zeka seviyelerine göre, padişahtan sonra devletin en üst makamı olan veziriazamlığa kadar yükselebilirdi. Bu minvalde devlet kadrolarının dağıtımında liyakate ve kıdeme büyük önem verilirdi fakat zamanla bu sistem de amacını aşmış ve işlevini yitirmiştir… Osmanlı Devleti’nin gerileme döneminin başladığı yıllarda, bozulan nizama, işinin ehli ve güvenilir devlet adamı kalmamasına içlenen Sultan III. Mustafa, derdini döktüğü şiirinde şöyle seslenmiştir;
“Yıkılupdur bu cihan sanma ki bizde düzele
Devleti, çarh-ı deni verdi kamu müptezele
Şimdi erbab-ı saadette gezen hep hazele
İşimiz kaldı hemen merhamet-i lem yezele.”
2. Meşrutiyet ve Islahat Fermanı ile birlikte devlet yönetimindeki aksaklıkların daha da artması üzerine; devletin yönetim kadrolarında ve memuriyet atamalarında, yetenek ve liyakatin esas alınması ve özlük hakları konularının yeniden düzenlendiği 1876 Kanun-i Esasi yürürlüğe girmiştir fakat gitgide gücünü ve otoritesini kaybeden devlet ve karşı koymaya çalıştığı dahili ve harici baskı unsurları, bahse konu liyakat ve ehliyet maddelerinin uygulanmasında yetersiz kalmıştır. İşte tam da bu dönemlerde ne hazindir ki devlet yönetiminde, makamlarda ve mevkilerde, ehliyet ve liyakat isteyen her alanda, güvenilir, işinin ehli adam bulunamamasını anlatan, “Kaht-ı Rical” (Adam kıtlığı, adamsızlık) kavramı, şiddetli bir şekilde konuşulmaya ve eleştirilmeye başlanmıştır.
Osmanlı Devleti’nin son dönemlerinde, “Mecelle” olarak bilinen “Mecelle-i Ahkam-ı Adliye” adıyla, Ahmet Cevdet Paşa ve Kadılar heyeti tarafından, İslam Hukuku esas alınarak hazırlanan kanunnamede, devletin ve milletin dirliği ve düzeni için hakkın, hukukun ve liyakatin titizlikle gözetilmesi hususlarının etraflıca ele alınmasından da anlıyoruz ki yönetimini ehline veremeyen devletler ilhak olunur.
Z Vitamini
“Fikirde, sanatta, anlayışta, buluşta, tutuşta, dağıtışta, toplayışta, dünyanın en büyük adamı olmak isterdim; nefsim için değil de, sırf O’nun ümmetinden en hakir ferde düşen liyakat payını ve üstünlük derecesini göstermek için” diyen merhum üstad Necip Fazıl Kısakürek ve “Dalkavuklar Gecesi/Z Vitamini” romanıyla muhalif olduğu dönemin yönetimini ustaca hicvederek “Ahlak, millet yapısının temelidir, o olmadan hiçbir şey olmaz” diyen şair-yazar ve tarihçi Hüseyin Nihal Atsız, liyakatsizliğe konu olan; menfaati, hırsı, dalkavukluğu, adam kayırmacılığını, samimiyetsizliği yazmakta, yaşadıkları devrin en sivri ve mahir kalemlerindendir… Yine aynı dönemlerde şiirleri ve söylemleri ile siyaset cephesinden düşmanlığa varan büyük tepkiler alarak edebiyat öğretmeni olarak çalıştığı okuldan ve yaşadığı şehirden sürgün edilen Bayrak şairimiz Arif Nihat Asya, 6 kıtalık “Adamlar” isimli şiirinin bir dörtlüğünde, bulunduğu makam ve mevkilerini zulümlerinin dayanağı haline getirenlere şöyle isyan ediyordu;
“Adamlar bilirim anlamamış,
Anlamayacak ne olduğunu,
Adamlar bilirim dolduramamış,
Dolduramayacak koltuğunu.”
Bütünüyle, dünya ve Türk tarihindeki devletlerin, kurtuluş, yükseliş ve çöküş dönemlerine baktığımızda daha iyi anlıyoruz, yönetimlerdeki ehliyet ve liyakatin önemini… Hangi siyasi görüşten olursa olsun, adalet ve liyakate, hakka ve hukuka hizmet etmeyen hiçbir otorite ve güç, gerçek ve bağımsız güç değildir vesselam.
Banu Sancak

Ölçmediğini değerlendiremezsin, değerlendirmediğini geliştiremezsin… Ölçme genel olarak objektiftir, değerlendirme ise daha ziyade kişisel görüş ve kanıtlara dayanır. Bu noktada, metodolojik olarak; sosyal, siyasi, iktisadi ve hukuki zeminde devletin tüzel kişiliği, kurum ve kuruluşları, toplum ve bireyler kritik, eleştiri ve öz eleştiriye ne kadar açık ve yeterlidir? Ve buna bağlı olarak ölçme ve değerlendirmenin standardı ve üslubu nasıl olmalıdır?
Hatanın farkına varmanın yolu öz eleştiridir. Sorgulamayan öz eleştiri yapamaz. Bireysel ya da kurumsal olarak yapılan hataların ve eksikliklerin sorumluluğunu başkalarına yüklemek ve başkalarını suçlamak; sorumsuzluk ve yetersizliktir. Hatayı sahiplenmek ve özür dilemek ise erdemdir. Ötekileştirmeden, ayrıştırmadan ve kırmadan hatayı düzeltme ve telafi yoluna gitmek ise faziletli olmaktır. Bütün topluluklarda, siyasette ve örgütlenmelerde kayıtsız ve şartsız biat kültürü ile harmanlanmış fanatizm ve partizanlık, feraseti ve basireti kör eden tehlikeli unsurlardır. Farklı fikir ve eleştirileri tehdit olarak görmemek ve öz eleştiri kültürünü geliştirmek, adaletin, tekâmülün, büyümenin ve gelişmenin anahtarıdır.
İslam dini, kul hakkını her hakkın üzerinde tutarken; hatalarını sorgulayarak öz eleştiri yapanlara, düzeltme ve telafi cihetine gidenlere ve tövbe eden nefislere değer verir… Hata yapmak insana mahsustur. Kibre ve gaflete düşüp bilerek ya da bilmeyerek yapılan hataların ve işlenen günahların affı ve telafisi; tövbe, istiğfar, tezkiye ve tezekkür yoluyladır ve dahi Kur’an-ı Kerim’in birçok suresinde (Bakara/Yunus/Enbiya/Tövbe/Hucurat/Münafikun); peygamberler ve sahabeler hakkında, iman ve ibadet konularında birçok eleştiri ve öz eleştiri ayeti vardır. Örneğin Enbiya suresi 87. ayette geçen Hz. Yunus’un duası gibi; «Senden başka hiçbir tanrı yoktur. Seni tenzih ederim. Gerçekten ben zalimlerden oldum!»… Öz eleştiri kavramını tasavvufi açıdan ele aldığımızda, nefs-i emmareden nefs-i levvameye geçiş süreci ile ilişkilendirilebilir. Ancak mutmain makamı, eleştiri ve öz eleştiriye konu olan maddi veya manevi hakların sahibine teslimi ile mümkündür.
Türk edebiyatında eleştiri ve öz eleştiri dediğimizde akla gelen ilk isim; çalkantılı olan siyasi, içtimai ve şahsi hayatıyla, Babıali, Raporlar, Hesaplaşma, Müdafaalarım, Hücum ve Polemik, Edebiyat Mahkemeleri ve Hadiselerin Muhasebesi adlı kitaplarıyla merhum Necip Fazıl Kısakürek’tir… Üstad Necip Fazıl, nefis muhasebesiyle yaptığı bir öz eleştiride şöyle sesleniyor:
“Anlıyorum ki büyük ve ulvi manasıyla değil de kaba ve süfli haliyle ben, kapısı açılmaz bir yalnızlık içindeyim. Herkesi ve her şeyi inciten, ürküten, kaçıran bir insanım. Hata gördüğü veya gördüğünü sandığı yerde susmayı, nabza göre şerbet vermeyi, insanları ve zümreleri idare etmeyi bilmeyen bir beceriksizim. Dikenli, pürüzlü, zehirli… Bu halimle, noksanlarımı bile bile mutluyum. Çünkü sadece hak ve hakikate istekli olmak davasındayım.”
Dünyada ve ülkemizde toplumsal çürüme ve bozulmaların, kültür ve ahlak erozyonunun, narsizm başta olmak üzere birçok psikolojik hastalığın pik yaptığı bu çağda, öz eleştirinin ne kadar büyük bir kurtarıcı güç olduğunu hatırlatmak istedim… En nihayetinde kendini muhakeme etmeyen toplumlar ve bireyler, muhasebe de edemez. Stoacı filozof Epiktetos’un dediği gibi:
“Günün sonunda bütün yaptıklarımızı gözden geçirmeden uyku girmesin kapanan gözlerimize. Neler eksik kaldı, neleri yaptık, neleri yapmadık? Hepsini baştan sona inceledikten sonra hatalarımızı kınayalım, doğrularımıza sevinelim.”
Banu Sancak

Hiç düşündünüz mü, önemli olmanın, değerli olmaya; şöhretli ya da paralı olmanın, saygın olmaya eş tutulduğu yargı kalıplarını? Peki ya popülarite soslu nicelik kavramının, niteliğin estetiğine vurduğu darbeleri?
Değer ve önem kavramı bazı hallerde biraz karmaşıktır. Örneğin; halkın nezdinde makam ve mevki sahiplerinin ve politikacıların daha ziyade görevi başındayken, iş insanlarının varlıklıyken, bilim insanlarının, sanatkârların ve edebiyatçıların ekseriyetle öldükten sonra kıymet görmesi, bizleri tanınmış olmanın ya da değerli olmanın farkını düşünmeye ve sorgulamaya sevk eden en önemli paradigmalardan biridir.
Tanınmış olan insan, onu seven topluluğun nezdinde önemli olabilir. Binaenaleyh, aynı tanınmış kişi, hak ve hakikat dairesinde değerli olmayabilir. Bazı mecralarda şöhret, itibar, değer, rütbe ve paye sahibi olmak, şekilcilikle, mensubiyetle, biat kültürüyle ya da karşılıklı menfaat ve çıkar ilişkisi gözetilmesiyle birlikte, avamın kıymeti harbiyesiyle de mümkündür. Örneğin; birtakım medyatik kişilerin düşük ve bayağı davranışlarının ya da sosyal içeriklerinin, bilim insanlarının ve gerçek sanatkârların buluş ve eserlerinden daha fazla ilgi ve alâka görmesi gibi. Kaldı ki gerçek değer ve nitelikli eser sahipleri, bahse konu kitleden onay beklentisi içinde değildir zaten.
Sanatın ve ilmin menzili “Kesret içre Vahdet”tir. Başarı ve itibar, popülarite, şöhret ve rakamlarla özdeşleştirilemez zira keyfiyet şahsiyetten mülhemdir ve kemmiyetsizdir. İslam’a göre esas olan halkın değil, Hakk’ın rızası ve muhabbetidir. İslam âlimlerine göre şöhret, gösteriş ve ikiyüzlülük anlamına gelen “ayni riya”dır ve afettir. Şöhreti Kazibe, yalancı şöhret ve aldatıcı nam; hubbu cah ise şöhret düşkünlüğü, makam ve mansıp sevgisi, rütbe hırsı gibi manalara gelir ve kıskançlık, haset, menfaat, makam ve para hırsı gibi şeyler rekabetin başlıca sebeplerindendir. Hz. Ali’nin buyurduğu gibi; “Şan, şöhret, makam, mevki, hepsi gelip geçicidir. Kimse kimseden üstün ya da sıradan değildir. Dikkat edin, Hak sizi hür yaratmışken, hırs sizi kül etmesin!”
Şöhretin getireceği esaretin ve yükün farkında olan üstad Necip Fazıl, “Şöhret” isimli şiirinde şöyle seslenir:
“Bir baltada indirdin
Ağacından dalımı
Bana zehir yedirdin
El âleme balımı…
İstemem ne dil, ne mal
Bana ne verdinse al
Sazını kafana çal
Ver bana kavalımı”
“Teveccüh” tevazunun, “tevazu” ise samimiyetin tercümanıdır. Elbette ki insan, yaratılışı gereği beğenilme, takdir edilme ve onaylanma arzusu taşır ve dahi marifet, iltifata tabidir. Ancak halkın takdiri ya da birtakım mecralar ve topluluklar tarafından seçilmiş kişilere atfedilen itibar ne ölçüde değerlidir? Adalet ve liyakat gözetilmeden bahşedilen makamlar, rütbeler ve payeler ne kadar yerinde ve kıymetlidir? Alman filozof Schopenhauer’e göre; “Şöhret kazanılmak zorunda olunan, şeref ise kaybetmemek zorunda olduğumuz bir şeydir!” Bu nedenle insanın kendi kontrolünde olan esas değerleri; şahsiyeti, onuru ve erdemidir.
Ez cümle; değerli olanı önemli olandan, haysiyeti şöhretten, niteliği nicelikten üstün kılmanın yolu, sahtelikten, gösterişten ve şekilden uzak, öze yakın, adil, onurlu ve erdemli insan olmaktan geçiyor.
Banu Sancak

Türk Dil Kurumu ve Ankara Üniversitesi İletişim Araştırmaları ve Uygulama Merkezi işbirliğiyle, alanında uzman isimlerden oluşan değerlendirme kurulu tarafından belirlenen; kalabalık yalnızlık, merhamet, yabancılaşma, algoritma, yozlaşma, yapay zekâ ve dijital yorgunluk isimli 7 kelime/kavram, TDK internet sitesinde yaklaşık 1 milyon kişinin katıldığı halk oylamasına sunuldu ve 2024 yılının kelimesi olarak “kalabalık yalnızlık” kavramı seçildi.
Yeni dünya düzeni sürecinde gelişen, sıcak ve soğuk savaşların ve göçlerin bir sonucu olarak toplumların kültürel, ekonomik ve demografik yapılarının değişmesi, şehir ve iş hayatının neden olduğu fiziksel ve psikolojik tükenmişlik hissi, insanları yüz yüze olan sosyal ilişkilerden uzaklaştıran sosyal medyadaki sanal beğeni, tebrik, başsağlığı ve geçmiş olsun dilek ve temennileri, bağımlılık yapan dijital oyunlar gibi unsurlar, sosyal tatminsizlik ve yalnızlık olarak insanlara geri dönmüştür. Filozof Nietzsche’nin, “Kimine göre yalnızlık, hasta kişinin kaçışıdır; kimine göre de, hasta kişilerden kaçıştır” sözü, bugün tartışılan sosyal anksiyete ve sosyal fobi gibi birçok psikolojik hastalığın sebep-sonuç ilişkilerine ışık tutmaktadır.
Peyami Safa’nın 1951 yılında yazdığı ütopya türündeki Yalnızız isimli romandaki “Çok tanıdığı vardı, hiç dostu yoktu” sözü, TDK’nın halk oylaması ile 2024 yılı için seçtiği “kalabalık yalnızlık” kavramını özetlemektedir. İnsanlık tarihi boyunca yıllar, asırlar geçse de sebepler ve gerekçeler değişse de insanoğlunun değişmez kaderi değil midir kalabalık yalnızlık?
İslam felsefesine göre, insan Allah’tan uzak olduğu nispette yalnızdır ve yalnızlık Allah’a mahsustur. Tasavvuftaki “Dost istersen Allah yeter” şerhiyle de yalnızlık bazı hallerde imtihan vesilesidir. Bir gün sahabelerden Ebû Zer’e, “Yalnızlık zor değil mi ya Ebû Zer?” diye sorarlar. Ebû Zer, “İnsanlar daha zor!” der. Hz. Ali’nin “İnsanları tanıyan yalnızlaşır” ve Hz. Ömer’in “Yalnızlık cahil ve kötü kişilerle oturmaktan iyidir” sözleri, son yıllarda siyaset terminolojisinde yanlış kişi ya da topluluklarla aynı safta olmamak adına kullanılan “değerli yalnızlık” ve sosyal hayatta zarar verici, faydasız kişi ve çevrelerle ilişki ve iletişimden uzak kalma davranışını tanımlayan “seçilmiş yalnızlık” terimlerini doğrular niteliktedir.
Ancak bütün din ve inanışlarda; peygamberlerin, evliyaların, azizlerin, keşişlerin, rahiplerin vs. yaratıcıya yakın olmak, bağ kurmak gayesiyle kendilerini toplumdan soyutlayarak inzivaya çekilmesi, itikafa girmesi ya da her bireyin zaman zaman yalnız kalma isteği dışında, insan sosyal bir varlıktır. Fıtratından, tabiatından, içinde yaşadığı toplumdan, akraba ve komşuluk ilişkilerinden hatta aile bireyleri arasındaki iletişimden koparak, kalabalıklar içinde gitgide yalnızlaşan insanlar için son yıllarda sosyoloji ve psikoloji alanında çok sayıda bilimsel araştırma yapılmıştır. Küresel sistemin “bireyselleşme” olarak tanımladığı bu durumun, bireyselleşmeden daha ziyade “yalnızlaşma” olduğunu söyleyebiliriz.
Ölüm kadar yalnızız; musalla taşındaki bir ölü gibi, kalabalıklar içinde yalnız… Başarılı olduğumuzda yalnız, düştüğümüzde yalnız, evcil hayvanımızı yegâne dost belleyecek kadar yalnız, sosyal medyada uzun saatler geçirecek kadar yalnız, adına binlerce şarkı, türkü, şiir yazılan yüce dağların başı kadar yalnız. Şair Rilke’nin, “Yalnızlık yağmur gibidir ve düşer gökten üstüne şehrin” ve Sohrab Sepehri’nin, “Seni senden çalmışlar, ne derin yalnızlık” dizeleri kadar yalnız, Yaşar Kemal’in, “Elin adamı ne anlar senden?” dediği kadar yalnızız, yalnız.
Banu Sancak

Oxford İngilizce Sözlüğü’nün her yıl geleneksel olarak seçtiği “yılın kelimesi”, o senenin en çok konuşulan, tartışılan konularını ya da toplumun ruh halini yansıtır. 2024 yılı için Oxford University Press tarafından hazırlanan altı kelimelik aday listesinden, 37 bin kişinin oy kullanarak seçtiği kelime “Brain Rot”, yani “Beyin Çürümesi” olmuştur.
Beyin çürümesi; sosyal medyadaki birbirine benzer, niteliksiz ve boş içeriklerin bağımlılık düzeyinde gereksiz kullanımının neden olduğu dikkat eksikliği, zihinsel ve düşünsel bulanıklık ile entelektüel gerileme durumları için kullanılmaktadır.
Uzmanlara göre; yönlendirildiğiniz reklamlar, sonsuz bir şekilde kaydırarak izlediğiniz niteliksiz sosyal medya içerikleri ve zihninizi zorlamayan eğlenceli paylaşımlar için saatler harcıyor ancak izlediğiniz içerikleri kısa bir süre sonra hatırlamıyorsanız, bu durum zihninizin uyuşmasının bir sonucu olarak beyin çürümesi yaşadığınıza işaret edebilir.
Ontolojik olarak, sorunları çözmenin, sorgulamanın, analitik düşünmenin, mantık yürütmenin ve duygusal zekâ işlevleri kapsamında empati yapabilmenin; akıl ve kalp arasında bağ kurabilmenin anahtarı, eyleme dönüşebilen farkındalık ve düşünce gücüdür.
İbn-i Haldun, “İnsan beyni değirmen taşına benzer, içine yeni bir şeyler atmazsanız kendi kendini öğütür.” der. İslam felsefesinde akletmek, ilim ve kalbin rabıtası ile başlar; fikretmek ise tahayyül, tezekkür ve tasavvur silsilesi içinde tevekkül dairesinde tezahür eder. Mutasavvıfların “Latife-i Rabbaniye” olarak tanımladığı ve nazari akıldan ayrı tuttuğu kalbin aklı ile hakikati keşfetmek yine tefekkürle mümkündür. Tefekkür, zekânın, aklın ve kalbin işleyiş mekanizmasıdır ve düşünceden uzaklaştıran her eylem, düşünceyi yok eder.
XV. yüzyılın sonlarında yaşamış olan Divan şairi Necati Bey’in şu beyiti buna ışık tutar:
“Âlem içinde senin irfana meylin vâr ise / Gitme yabana eğer kendine aklın yâr ise.”
Necati Bey, bugün yaşamış olsaydı, bu dizeleri belki de şöyle yazardı:
“Gitme reels akışına, eğer aklın kendine yâr ise!”
Cengiz Aytmatov’un şu sözleri de çok anlamlıdır:
“Mide beyinden akıllıdır, çünkü mide kusmayı bilir, beyin her pisliği yutar.”
İnsan beyni, yaradılış gayesini arama yolculuğunda düşünmeye, öğrenmeye ve yeni bilgilere erişmeye kodlanmıştır. Ancak beyine geçici dopamin yüklemesi yapan bağımlılıklar, temelsiz dogmatik öğretiler, konfor alanından çıkamama ve monotonluk, düşünme ve idrak yeteneğini engelleyen olgulardır.
Oxford Sözlüğü’nün dünya gündemine yerleştirdiği “Beyin Çürümesi” kavramının, çürümeden önceki son evresinde, yani “Beyin Hazımsızlığı” aşamasında olduğumuzu söylemek mümkündür.
Beynimizde yapay bir mutluluk yaratarak bağımlılık yapan ve yapay zekâ ile güçlendirilen internet uygulamaları, zihinsel ve duygusal çöküşlere yol açabilir. Bu durumun sosyal ve bireysel travmaların ötesinde, metafiziksel boyutta manyetik etkilerle insan beynini ve dolayısıyla düşünceleri yönetme potansiyeli taşıyan distopik senaryolara zemin hazırladığı söylenebilir.
Yakın gelecekte gerçekleşmesi muhtemel bu tehlikeler için gerekli eğitimlerin verilmesi ve tedbirlerin alınması gerektiğini düşünüyorum.
Banu Sancak

Türk dünyasının en büyük şairlerinden biri olan Güney Azerbaycan Türk’ü Şehriyâr, asıl adıyla Seyid Muhammed Hüseyin Behçet Tebrizi, 1906 yılında Tebriz’in Hoşgenâb köyünde doğmuştur. Şair, Farsçada “Şehrin efendisi, hükümdarı” anlamına gelen “Şehriyar” mahlasını, İran’da kadim bir gelenek olan Hâfız-ı Şirâzî’nin divanından fal tutarak almıştır.
Şehriyar, liseyi Tahran Dârülfünûn’da tamamladı. İlk şiirleri 1920’li yıllarda Tebriz’de Muhammediye Mektebi’nin dergisinde çıktı ve ilk şiir kitabını 1929 yılında yayımladı. Tahran’da Askeri Tıp eğitimi aldığı zamanlarda âşık olduğu ve bir gece buluşmak üzere sözleştiği büyük aşkı Süreyya ile ne o gece ne de sonrasında buluşamadı… O talihsiz geceyi anlattığı “Ulduz Sayarak” isimli şiirine ve birçok eserine yansıyan, kavuşamadığı büyük aşkı Süreyya yüzünden okulunu son sınıfta bırakmak zorunda kaldı. Süreyya’nın asker olan babası ve Şah’ın sarayına yakın olan nüfuzlu bir taliplisi tarafından Nişabur şehrine sürgün edildi. Sürgün sonrası, İran sınırları içinde yer alan Türk yurdu, Güney Azerbaycan’ın Tebriz şehrine döndü.
Arapça ve Arap edebiyatı eğitiminin yanı sıra çok iyi derecede Fransızca bilen, 3 Farsça, 1 Türkçe divanı bulunan Şehriyar, o dönem Şah yönetimindeki devlet politikaları gereği Türkçenin yasak olmasından dolayı şiirlerini Farsça yazmaktaydı fakat annesi bu durumdan pek de memnun değildi. Şair yine bir akşam çalıştığı bankadan hızla çıkar ve Farsça mısralar karaladığı bir kâğıt parçasını avucunda sıkarak evine gelir ve heyecanla, annesi Kövkep Hanım’a seslenir:
Kövkep Hanım, oğluna keyifsiz bir üslupla, hayatında ilk defa Farsça cevap verir:
Şehriyar, büyük bir şaşkınlık içinde annesinin gözlerine bakarak Türkçe bir cevap bekler, çünkü Kövkep Hanım çarşı pazar işlerini gördüğü zamanlar haricinde, evde ve aile arasında daima Türkçe konuşurdu… Şehriyar şiirini okur fakat annesi hoşnutsuz bir yüz ifadesi ile yorum yapmaz. Şehriyar annesine sorar:
Kövkep Hanım, sitemkâr bir dille:
Şehriyar, Türkçe şiirler yazmaya başladığı ve Türk coğrafyalarında tanınmaya başladığı yıllardaki asıl yükselişini 1953 yılında, 121 bentten oluşan şaheseri “Hayder Babaya Selâm” isimli şiiri ile yaptı. Şiir, Türkiye’de de büyük yankı uyandırarak tanındı, sevildi ve 1964 yılında Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü tarafından aynı adla kitap olarak yayımlandı. Şiire ad olan Hayder Baba, Tebriz’de hem bir köy ismi hem de bir dağın adıdır. Şair’in çocukluğunun geçtiği Hayder Baba Dağı eteklerindeki köyünü, Türk kültürünü, geleneklerini, aile, akraba ve sosyal ilişkileri büyük bir ustalık ve samimiyetle anlatarak yazdığı “Hayder Babaya Selâm” isimli şiir, konusu ve üslubuyla, 3+2’lik nazım birimiyle çok beğenilerek “Şehriyar ekolünün” doğmasına vesile oldu ve bu yeni şiir akımının başlamasıyla birlikte, başka şairlerce de kendi coğrafyalarını anlatan yüzlerce nazire yazıldı.
Şehriyar, Türk dünyasının birliği ve dirliğine büyük önem verirdi. Doç. Dr. Sayın İbrahim Atabey’in anlatımıyla; Şehriyar, “Şah İsmail ve Yavuz Sultan Selim zamanında iki Türk devleti arasında yaşanan Çaldıran Savaşı’na çok şiddetli bir şekilde karşı çıkar ve bu savaşın aleyhinde şiirler yazar. Şairin şiirlerinin temelinde ise şu mesaj yatar: ‘Biz birbirimiz ile neden savaştık?'”
Çok istediği halde Türkiye’ye gelmesi nasip olmayan Şehriyar, Namık Kemal, Tevfik Fikret ve Yahya Kemal Beyatlı gibi Türk edebiyatının önemli şairlerinin isimlerini yâd ettiği “Türkiye’ye Hayali Sefer” isimli o meşhur şiirini yazar ve yine yakından tanıdığı ve çok sevdiği Millî şairimiz Mehmet Akif Ersoy’u andığı bir şiirinde şöyle seslenir: “Akif’in şə’rine bax! Gör nələr etmiş bizə küfr,
Her qədəm bir quyu qazmış nə də salmış dərinə,
Biz də İslama qayutdıq da gəlinəl-bir olaq,
Türklərin hər iki dünyası qayıtsın yerin.”
Hayatının büyük bölümü Tebriz ve Tahran’da geçiren şair, babası, annesi ve eşini kaybettikten sonra yaşadığı acılar ve dostlarının ısrarıyla tekrar Tahran’a yerleşti. İran Devleti, Şehriyar’a hayatının son döneminde Tahran’da bir ev vermek istedi fakat şair bu yardımı kabul etmedi. Eğer kendisine bir hediye verilecekse Türkçe yazdığı şiirlerin yayımlanmasına izin verilmesini istedi ve 1988 yılında Tahran’da vefat ederek Tebriz’de Makberet’üş-Şuaraya (Şairler Kabristanı) defnedildi. Şairin vefat ettiği gün ona büyük bir sevgi ve saygı duyan Tebriz halkı siyah giyinerek, dükkanlar açılmayarak matem günü ilan edildi ve ölümünden sonra evi müze haline getirildi. Şehriyar, daha sağlığında, İran edebiyatındaki yeri ve itibarı dolayısıyla 1. derece maarif nişanı ile ödüllendirilmiş ve İran Devleti tarafından 16 Mart günü, Şehriyar Milli Günü olarak tayin edilmiştir.
Şehriyar’a, “Nasıl bir ömür yaşadın?” diye sorduklarında şöyle bir cevap verir: “Bir uşaglıgda xoş oldum, o da yer göy gaçarag
Guş kimi dağlar uçub, yel kimi bağlar keçdi.
Sonra birden gatar altında galıb üstümden
Deyebilmem ne qeder sel kimi dağlar keçdi.
Üreyimden xeber alsan: ‘nece keçdi ömrün?’
Gözyaşımla yazacag: ‘dün-günüm ağlar keçdi.'”
Türk dünyasının büyük şairi Şehriyar’ın aziz hatırasına selam olsun.
Banu Sancak

Tarihi, kültürü ve bölgede yoğun olarak yaşayan Türk nüfusuyla, iklimi ve doğasıyla neredeyse herhangi bir Trakya şehrinden farkı olmayan ve buram buram tarih kokan Osmanlı bakiyesi eski Türk topraklarına, Bulgaristan’ın Filibe kentine, şimdiki adıyla Plovdiv’e düştü yolum…
Plovdiv, Büyük İskender’in babası II. Filip tarafından kurulan, 2019 yılında Avrupa Kültür Başkenti seçilen, Bulgaristan’ın 2. büyük, kültür ve sanat kenti. Antik çağ döneminden itibaren birçok medeniyetin inşa edildiği Plovdiv, Bizanslılar, Bulgarlar ve Haçlılar tarafından birçok kez ele geçirilmesinin ardından, 1361 yılında Osmanlı İmparatorluğu tarafından fethedilerek, ağır yenilgiler aldığımız 93 Harbi olarak bilinen 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı’nın Tuna Cephesi’ndeki son çatışmasına kadar 500 yıl Osmanlı toprağı olarak kalmıştır.
Plovdiv; Nöbettepe, Cambaztepe, Cehennemtepe, Bunarciktepe, Saattepe, Taksimtepe ve Markotepe isimleri ile anılan, İstanbul gibi yedi tepeli bir şehir… Osmanlı döneminde cami, medrese gibi yapılarıyla İslâm merkezlerinden biri olan Filibe, Meriç nehrinin iki yakasında kurulmuştur. Evliya Çelebi’nin 1652 yılındaki ziyaretinde “53 cami, 70 mektep, 9 medrese, 7 darül-kurra, 11 tekke, 8 hamam, 9 han ve sayısız kervansaray var” dediği Filibe’de, 93 Harbi’nden, 1928 depreminden ve akabinde Sovyet Rejimi’nden sonra iki elimizin parmağını geçmeyecek sayıda Osmanlı eseri kalmıştır.
İşte, Filibe’de, ecdadımızdan miras, bugüne kadar ayakta kalabilen o muhteşem eserler:
1- Sultan I. Murat Hüdavendigar Camii
(Halk arasında Cuma Camii olarak da anılıyor)

Cami, adından da anlaşılacağı üzere 1364’te Sultan I. Murat tarafından yaptırılmış, aradan geçen asırlara rağmen bütün haşmeti ve görkemiyle dimdik ayakta. Caminin bulunduğu meydan, “Cumaya Meydanı” olarak anılıyor; civardaki esnafların ve müşterilerinin neredeyse tamamı Türk. Cami avlusundaki kafelerde içtiğimiz çay ve rayihasıyla damağımızda unutulmaz bir tat bırakan şeffaf gül şerbeti ile ikram edilen kahve, restoranlarda yediğimiz yemekler, bölgede yaşayan kalabalık Türk nüfusu ve Cuma Camisi’nin din görevlisi Sami Balkaner hocamız ile yaptığımız hoş sohbet, beni Türkiye’de hissettirdi diyebilirim.
2- İmaret Camii ve Şahabettin Paşa Türbesi

İmaret Camii Meriç nehrinin kıyısındadır. 1444 yılında Sultan II. Murat döneminde Rumeli Beylerbeyi Lala Şahin Paşa’nın oğlu olan Şahabettin Paşa tarafından yaptırılmıştır. Caminin bahçesindeki türbe de Şahabettin Paşa Türbesi’dir. Türbenin arka bahçesinde yer alan tarihi mezar taşlarını ilk gördüğümde hazire sandım fakat taşların çevre mezarlıklardan toplanarak burada sergilendiklerini öğrendim. Mezarsız mezar taşları burnumun direğini sızlatırken, Filibeli Ahmet Hilmi Bey’in Âmak-ı Hayal kitabında geçen; “Hayatın zevki ölüm sayesindedir. Eğer ölüm olmazsa, hayatın hiçbir kıymeti olmazdı.” sözü geldi aklıma. İşte dünya bu kadar.
3- Taşköprü Camii

1860 yılında inşa edilen Taşköprü Camii, uzun yıllar restoran, depo gibi amaçlarla kullanıldıktan sonra, Filibeli Müslümanların, Bulgaristan Müslümanları Başmüftülüğü’nün ve devletimizin çabalarıyla 2023 yılında tekrar ibadete açıldığı haberi çok mutlu etti beni.
4- Çifte Hamam, Hacı Hasanzade Hamamı, Yıkılan Kurşun Han ve Kapısı



Çifte Hamam, Kazasker Hacı Hasanzâde Mustafa Efendi tarafından 1555 tarihinde Sultan III. Murat döneminde inşa edilmiştir. Günümüzde Sanat merkezi olarak kullanılmaktadır. Ortadaki fotoğrafta meşhur Kurşun Han’ın eski hali, sondaki fotoğrafta ise 1928 yılında yaşanan büyük deprem neticesi hasar gördükten sonra yıkılmasına karar verilen Kurşun Han’dan geriye kalan tek parça giriş kapısıdır ve halen etnografya müzesinin bahçesinde sergilenmektedir.
5- Filibe Mevlevihanesi, Sarı Mektep ve Eski Mahalle Osmanlı Evleri




1553 yılında inşa edilen Filibe Mevlevihanesi tarihi Hisar semtindedir. Bir dönem cami, imaret, medrese olarak kullanılan bu mekanın büyük depremde hasar aldığı ve sonradan restore edilerek depo, restoran vb. gibi farklı amaçlarla da kullanıldığı rivayet edilmektedir…
19. Asırda Rumeli Beylerbeyi tarafından yaptırılan Sultan Abdulaziz Mektebi, renginden dolayı Sarı Mektep olarak anılıyor ve halen sanat okulu olarak faaliyet gösteriyor. Eski Şehir (Old Town) semti, şehrin merkezinde Sovyet Rejiminden kalan kasvetli binaları ve karanlık sokakları gördükten sonra cennetten bir köşe gibi göründü gözüme… Arnavut kaldırımlı dar sokaklara sağlı sollu dizilmiş Osmanlı evleri restore edilmiş durumda. Mevsim itibariyle bahçelerdeki çiçeklerin solmaya başladığı, sararan yaprakların yere süzülürken, hoş geldiniz der gibi el salladığı Old Town, nice yaşanmışlıklarla dolu.. Düğün gören, gelin giren, cenaze çıkan, yüzlerce Ramazan gören, sokakları asırlarca, çocukların, yoğurtçuların ve şerbetçilerin sesleriyle çınlayan bu muhkem konaklarda yaşayan Evlad-ı Fatihan’ın mutlu, hüzünlü ve telaşlı günleri film şeridi gibi geldi geçti gözlerimin önünden.
6- Nöbettepe Edebiyat ve Sanat Dergisi ve Filibeli Ahmet Hilmi Efendi Kütüphanesi



Filibe’de Türk kültürü, tarihi ve edebiyatı denilince, akıllara gelen ilk isim, Nöbettepe Edebiyat, Kültür ve Sanat Dergisi’nin kurucularından olan ve hâlen derginin genel yayın yönetmenliğini yapan Kadriye Cesur Hanımefendi; Plovdiv Paisiy Hilendarski Üniversitesi’nin Okul öncesi Pedagoji ve Şumen Episkop Konstantin Preslavski Üniversitesi’nin Türk Dili ve Edebiyatı Bölümlerinden mezun, 1989-90 yılındaki zorunlu göç sürecinde Türkiye’ye göç ederek, Bursa’ya yerleşmiş, yüksek lisansını İstanbul Üniversitesi Rus Dili ve Edebiyatı Bölümünde tamamlamış… Kadriye Cesur, Türkiyedeki öğretmenlik sürecinden sonra tekrar memleketi Plovdiv’de yaşamaya başlayan Filibe Türkü bir evlad-ı Fatihan… Zarafeti, misafirperverliği ve köklü bilgi birikimi ile Filibe’ye kültür ve edebiyat penceresinden de bakmamıza vesile olan Kadriye Cesur hocamız, genel yayın yönetmeni olduğu Nöbettepe dergisini ve Cuma Camii ana girişinde yer alan ve 2020’de Filibe Bölge Müftülüğü öncülüğünde açılan, adını ünlü Osmanlı mutasavvıfı Filibeli Ahmet Hilmi Bey’den alan Filibeli Ahmet Hilmi Kütüphanesi ile ilgili çalışmalarını şöyle anlatıyor; “Nöbettepe Edebiyat, Kültür ve Sanat Dergisi, edebiyat ağırlıklı olmakla birlikte, sayfalarında Bulgaristan Türklerinin geçmişten günümüze değin kültür ve sanat birikimlerini kapsamlıca ele almaktadır. Dergi, adını, Osmanlı döneminde askerlerin, şehrin güvenliği için nöbet tuttuğu gözlem noktası olan Nöbettepeden aldı, bu minvalde Nöbettepe Dergisi, şehrin kültür ve edebiyat nöbetini devraldı diyebiliriz… Nöbettepe edebiyat, kültür ve sanat dergisinin ilk sayısı 2018’in sonbaharında görücüye çıktı. Bu işe baş koyma düşüncesinin ilk nüvesi Aziz Taş ile Türkiye Yazarlar Birliği’nin davetlisi olarak katıldığımız Türkçenin 12. Uluslararası Şiir Şöleni günlerinde doğdu. 2017 yılında Türkistan’da (Kazakistan) yapılan bu festivale katılan Türk dünyası temsilcilerinin çoğunun ellerinde birer edebiyat dergisi vardı. O yıllar ben “tam zamanlı” olarak İstanbul’daydım. Aziz Taş ise Boğaziçi Üniversitesi, Sabancı Üniversitesi ve Sofya’daki işleri arasında mekik dokuyordu. Bulgaristan’da Türkçe bir edebiyat dergisinin olmayışını konuşup durmaktansa kolları sıvasak mı derken karar verdik, oldu. Bugün derginin yayın kurulunda yer alan dostlarımız da kararlılığımızı ve cesaretimizi artırdılar. Muhteşem bir genel koordinatörlük yürüten Şenar Bahar ve dünyanın en sabırlı, en titiz yazı işleri müdürü olan Aziz Nazmi Şakir Taş sayesinde Nöbettepe dergisi Bulgaristan’da hem Türkçe, hem Bulgarca okuyan, ufku geniş bir edebiyat okuru kitlesi tarafından saygı ile, sevgi ile izlenmektedir.. Nöbettepe dergisi Türk- Bulgar Edebiyat Kulübü tarafından yayımlanmakta. Kulüp, kuruluşundan bu yana (2018) çeşitli edebiyat ve kültür-sanat etkinlikleri yürütmekte.
Örneğin her sene 28 Şubat Anadili Günü kutlamalarını Filibe’de kulüp olarak biz başlattık ve her geçen yıl bizle özdeşleştiğini görmekteyiz. Kulübün çatısı altında kitap tanıtımlarının yanı sıra konserler, edebiyat atölyeleri, imza günleri vb çalışmalar da yapılıyor. Bunlardan biri de T.C. Filibe Başkonsolsluğu’nun himayesi altında ve işbirliği ile 30 Kasım 2024 tarihinde Filibeli Ahmet Hilmi’nin Amak-ı Hayal adlı eserinin Bulgarca çevirisinin tanıtımı. Türkçe kitapların çoğunlukta olduğu ve yazarın adını taşıyan kütüphanede eseri Bulgarcaya çeviren şair Aziz Taş, Türk Edebiyatı tarihçisi Doç.Dr. Yordanka Bibina, yazar Elena Divarova, tarihçi Yordan Velçev, Prof.Dr. Evdokiya Borisova, Türk-Bulgar Edebiyat Kulübü başkanı Şenar Bahar ve çevirmen olarak benim moderatörlüğümde bir araya gelerek Filibeli Ahmet Hilmi’nin hayatı, yazarlığı ve günümüz Bulgarca çevirisi üzerine konuşacak, bildiriler sunulacaktır.”
7- Yahya Kemal Beyatlı ve Hotel Molle


Yahya Kemal Beyatlı’nın 1921 yılında gittiği Filibe seyahatinde kaldığı Molle Otel ve o tarihlerde otelin karşısında yer alan Alaca Camii.
Yahya Kemal, Filibe seyahatine dair notlarında şöyle diyor:
“Filibe, yüz sene evveline kadar, Bursa ve Eyüp gibi iliklerine kadar Türklük sinmiş bir şehirdi. Filibe’yi görmeyi özlerdim. 1921’de görmek kısmet oldu. Sofya’dan trene bindim. Tren durdu. Plovdiv! Plovdiv! sesi geliyor. İstasyonda bir çorbacı ve köylü kalabalığı kaynaşıyor. Rengi solmuş setre pantolonla mintan giyen ve kalıpsız fes taşıyan Türkler dolaşıyorlar. Tirenden çıktım: “Otel Mole’ye götür!” dedim. Otel Mole, Filibe’nin Perapalas’ı, altı lokanta üstü otel, odaları şöyle böyle, az çok temiz, koridorları koğuş sisteminde bir oteldi; lakin adı Filibe’ye mezcedilmiş bir addır. Sokak üstünde bir oda tuttum. Karşımda küçük bir cami vardı. İlk Osmanlı devirlerinden kalma, yekpare, metin, ferahlı bir yapı idi; o köşede tek başına Çelebi Sultan Mehmed’i hatırlatıyordu. Filibe’ye seyahat eden vatan Türklerinden son gören galiba ben oldum; çünkü İstanbul’a avdet ettikten biraz sonra, yolu genişletmek için, yıkıldığını gazetede okudum.”
Filibe gezimizde beni en çok etkileyen tarihi mekanlar; Murat Hüdavendigar Camii ve Yahya Kemal’in anısına istinaden Molle oteldir. Vaktiyle, şehrin en konforlu ve en modern binası olan, devrin Pera Palas’ı olarak anılan Molle Otel şu anda virane durumda, işyerleri ve ofislerle dolu bir iş hanı. Molle Otelin girişindeki sırrı dökülmüş aynaya uzun uzun bakarken, merhumun “Kaybolan Şehir” şiirindeki şu dizleri döküldü dilimden:
“Çok sürse ayrılık, aradan geçse çok sene
Biz sende olmasak bile, sen bizdesin gene.”
Kaybettiğimiz toprakların ve yok olan eserlerimizin derin hüznü içinde döndüm yurda…
Vaktiyle Balkanlar’da 500 yıl hüküm süren, yüzlerce cami, medrese, mektep, darüşşifa, han, hamam ve sayısız kervansaray ve ihtişamlı bir medeniyet inşa eden ecdadımızın ruhu şad olsun.
Banu Sancak

Masum muyduk, değil miydik? Bilmiyorum ama masumiyetimizin sorgulanması, ego katmanlarımızın savunmaya geçmesi ile birlikte bizleri mazlum yapmaya yetiyordu… İnsanların, kötülük yaparken, linç ederken, yargı dağıtırken kendince geçerli sebep ve gerekçelerle masum olduğuna inanması ya da inandırmaya çalışması işte tam da bu yüzdendir.
Masumiyet Zannı
Nörobilim uzmanı Prof. Dr. Sinan Canan, empati eksikliğinde ve kurban psikolojisinin altında “masumiyet zannı” olduğunu, insanların zihinsel korunma mekanizmasında herhangi bir olay ya da durum karşısında masumiyetini tevil edecek binlerce yol ve sebep bulacağından bahsediyor. Film eleştirmenlerine göre Dostoyevski’nin “Budala” ve “Suç ve Ceza” isimli eserlerinden esinlenilerek yapılan ve ‘Kader’ isimli filmin devamı olarak çekilen, yönetmenliğini Zeki Demirkubuz’un yaptığı “Masumiyet” adlı kült filmdeki Bekir rolünü üstlenen Oyuncu Haluk Bilginer’in, hayatını ve takıntılı aşkını anlattığı tirat, ‘masumiyet zannı’ teorisini doğrular niteliktedir. Bu bilimsel tanımlamaya göre; Zan, gafletin en sadık hizmetkârıdır diyebiliriz.
Masumiyet Karinesi
Masumiyet karinesi, modern hukukta bütün insanlara ait bir hak olarak tanımlanmıştır… İslam hukukunda da böyledir; “‘Beraet-i Asliyye” olarak tanımlanan şerhe göre, bir kimse suçu ispat edilinceye kadar hukuk önünde suçsuzdur. Fakat yazılı hukuk kurallarına göre yasal bağlayıcılığı olmayan ve karineye bağlı kılınmayan; merhamet, vicdan, erdem vb. gibi insani ve ahlaki değerler bütünü, hasılı İslam ahlakı, toplum üzerinde nasıl etkili kılınabilir? Sorusunun en açıklayıcı cevabı; sevgi, sabır, güzel ahlak, idrak, tekamül, edep vb. gibi başlıklar altında ele alan tasavvuf ilmindedir.
Masumiyet Nerede?
Masumiyet, “Küçük çocukları küçük kurşunlarla öldürürler değil mi anne?” diyen Bosnalı bir çocuğun ölmeden önce annesine sorduğu sorudadır… Masumiyet, ölümden kaçarken, annesinin kollarından kayarak denizde boğulan ve sahile vuran Aylan bebeğin ıslak ve cansız bedenindedir. Masumiyet, bombardımanda bütün ailesini kaybetmiş Filistinli bir çocuğun evinin enkazında yiyecek bir lokma kuru ekmek ararken ‘açım’ diyen sesindedir. Masumiyet, savaşta ailesini kaybetmiş yetim bir çocuğun, taştan yastık yapıp sokakta uyumasıdır… Masumiyet başta Filistin, Kudüs, Doğu Türkistan, Karabağ, Kerkük, Kırım olmak üzere dünya üzerinde zulüm gören ve soykırıma uğrayan Müslüman ve Türk halklarının yardım çığlıklarındadır. Masumiyet, her gün onlarca cinayete kurban giden kadın ve çocukların ve katledilen masum hayvanların çaresizliğindedir.
Masumiyetimizi Ne Zaman Kaybettik?
Başkalarının günahlarını, hatalarını, bizleri masum yaptığını ya da sınanmadığımız günahların masumu olduğumuzu zannettiğimizde mi? Adaleti çiğnediğimizde mi? Hak yediğimizde mi? Mazlumlara, yetimlere, çaresizlere ve güçsüzlere kol kanat germediğimizde mi? Zulme karşı durmadığımızda mı? Bize dokunmayan yılan bin yaşasın dediğimizde mi? Gıybet ettiğimizde mi? Kin güttüğümüzde mi? Sevmediğimizde mi? Sevilmediğimizde mi?
Masumiyet, insanoğlunun en saf hali olan, bebeklik ve çocukluk dönemlerinden sonra azalmaya başlayan bir olgudur ve din, dil, ırk farkı gözetmeksizin, insan olmanın şuurunu taşıyan, bozulmamış her insanın doğasında vardır ancak kim, kime göre, neye göre, ne kadar masum? Sezen Aksu şarkısındaki gibi; Aslında “Masum değiliz hiçbirimiz”…
O’na dedim ki: Pusuyla ayağını kırdıkları atı, sahibine vurdurdular Hâfız! Masumiyet, attan çok daha önce öldü.
Banu Sancak

Uzmanlar ve dil bilimciler, etkili, anlaşılır ve güzel konuşmanın sağlanabilmesi için beden dili, dil ve ses bilgisi, doğru telaffuz, vurgu, tonlama ve diksiyonun önemini vurguluyor… Doğru telaffuzun; anlatma, anlama ve anlamlandırma noktasında bireysel iletişimi, dolayısıyla toplumsal ilişkileri güçlendirdiğini fark ederiz.
Annem, kolay çözülemeyen, ketum veya zor insanlar için mecazen ‘Maun’ suresini kastederek; “Az Eraeytellezi değil” der… Önceleri bu tip insanları surenin meali ile alakalandırıyor diye düşünürken, aslında bahse konu insanların huylarının surenin anlamı ile bağdaşmadığını görüp sordum:
“Neden Eraeytellezi, anne?”
Annem: “Çünkü okunması zor.”
Türkçe; hatalı telaffuz edilebilen kapalı/açık ya da uzun/kısa seslerin ve telaffuz esnasında yutulan ‘ğ’ harfinin dışında, genel olarak yazıldığı gibi okunan fonetik bir dildir. Ancak Anadolu medeniyetlerimizde ve Osmanlı İmparatorluğu döneminde, devletin tebaasında bulunan farklı millet ve medeniyetlerin, binaenaleyh İslam felsefesinin kültür, dil ve edebiyatımıza yansıması ve dahi sonraki yıllarda tanıştığımız Batı edebiyatı ve kültürü ile birlikte; Arapça ve Farsça başta olmak üzere, Latince, Fransızca ve İngilizce kökenli kelimelerden dilimize girerek Türkçeleşen kelimelerin çoğunun telaffuzu zor diyebiliriz.
Geçen ay yayımlanan fonetik konulu yazımda, fonetiği güzel kelimelerden bahsedip örneklemeler vermiştim. Bugün de telaffuzu zor olan birkaç örnek kelime yazalım:
Türkiye’nin hemen her ilinde bölgesel şiveler, ağızlar ve lehçeler Türkçenin telaffuzunda farklılıklar gösterir fakat, eğitimde, edebiyatta, medyada, kurum ve kuruluşların resmi görüşme ve işlemlerinde vs. kabul gören dil ve yazım türü “İstanbul Türkçesi” olarak tabir edilen aksandır. Bu minvalde İstanbul Türkçesi; Diyarbakırlı Ziya Gökalp, aslen Vanlı olan fakat Adana’da doğup büyüyen Yaşar Kemal ve Üsküp’te doğan Balkan Türk’ü Yahya Kemal Beyatlı gibi farklı coğrafi bölgelerin şive ve aksanını bilen ya da konuşan şair yazarların eserlerini ve okuyucularını ortak noktada buluşturan, gazeteleri, dergileri okuyan, haber bültenlerini izleyen herkesin anladığı ve algıladığı aksandır.
Dil bilimcilere göre imla ve telaffuz kuralları kati ve netken, diksiyon dersleri veren spikerlere ve sahne sanatçılarına göre konuşma dilindeki telaffuz daha esnektir. Misal; “Geleceğiz” kelimesinin “gelicez” şeklinde ‘ğ’ harfinin yutularak, sesli harflerin değiştirilerek ya da düşürülerek telaffuz edilmesinde beis görmemeleri gibi…
Çok güzel, arı ve duru Türkçe konuşan merhum sanatçımız Zeki Müren, “Elbet bir gün buluşacağız” isimli şarkının girişindeki şiir kısmını; “Elbet bir gün buluşucaz / Bu böyle yarım kalmıycak / İkimizin de saçları ak / Öyle durup bakışıcaz” diyerek telaffuz ederken, şarkının notalı bölümünü, harf atlamadan, tam hece ile “Elbet bir gün buluşacağız, bu böyle yarım kalmayacak, ikimizin de saçları ak, öyle durup bakışacağız” şeklinde seslendirmesiyle, sahne sanatçılarının diksiyon derslerinde anlatmak istediği yazım, telaffuz ve yorum arasındaki farkı net bir şekilde görürüz…
Şimdi sizlere soruyorum efendim; “Peki Zeki Müren de bizi görecek mi / görücek mi?”
Banu Sancak

Türk Dünyası Ortak Alfabe Komisyonu’nun 3. toplantısı, Türk Dil Kurumu ve Türk Akademisi iş birliğinde, 9-11 Eylül 2024 tarihlerinde Azerbaycan’ın başkenti Bakü’de yapıldı. 34 harften oluşan (A Ä/Ə B C Ç D E F G Ğ H I İ J K L M N Ň O Ö P Q R S Ş T U Ü V W X Y Z) “Türk Dünyası Ortak Türk Alfabesi” Türkiye, Azerbaycan, Kazakistan, Kırgızistan, Tataristan, K.K.T.C. ve Özbekistan gibi Türk devletleri tarafından kabul edildi. Toplantıda, ortak Türk alfabesi üzerinde uzlaşıldığı ve alfabenin geliştirilmesi; Türk halkları arasında karşılıklı anlayış, iş birliği ve dil mirasının korunmasına ilişkin kararlar alındığı açıklandı.
Ortak alfabe konusunu; 29 harften oluşan alfabemizin değiştirilerek ortak Türk dili oluşturulacağı ya da alfabemize Türk lehçelerinde bulunan bu beş harfin ekleneceği gibi yanlış algılayanlar da oldu. İlk olarak 1991 yılında bilim insanları tarafından önerilen, ancak karara bağlanması bugüne nasip olan Latin alfabesi tabanlı Türk Dünyası Ortak Alfabesi’nin kabulü ile halihazırda kullandığımız alfabe değişmeyecek. Ortak alfabeye eklenen harfler, ses uyumu ile kelimelerin daha açık ve net ifade edilebilmesini, farklı lehçe ve şivelerin daha kolay anlaşılabilmesini sağlayarak Türk devletleri ile yapılacak ortak çalışma ve projelerde kullanılacaktır.
Alfabe bir dilin temeli; dil ise bir milletin kimliğinin, bağımsızlığının, geleceğinin, tarihinin, kültürünün, edebiyatının, sanatının, milli ve manevi değerlerinin temel direği, aynı zamanda ortak mirasıdır.
“Türkiye dışında kalmış olan Türklerin ilk önce kültür meseleleriyle ilgilenilmelidir. Nitekim biz Türklük davasını böyle müspet bir ölçüde ele almış bulunuyoruz. Büyük Türk tarihine, Türk dilinin kaynaklarına, zengin lehçelerine, eski Türk eserlerine önem veriyoruz.” diyen Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün ve “Dilde, fikirde, işte birlik” şiarı ile Büyük Türk Turan Birliği mefkûresi yolunda bir ömür tüketen merhum Gaspıralı İsmail Bey’in fikir elçilerini tebrik eder; ekonomi, ticaret, askeri, siyasi, kültür, eğitim, sanat, edebiyat gibi alanlardaki çalışma ve iş birliklerini kolaylaştıracak olan Türk Dünyası Ortak Alfabe Projesi’nin, Türk dünyası ve ülkemiz adına yapılması planlanan somut girişimlerin girizgâhı olmasını dileriz.
Banu SANCAK

Yapay zekâ, bir bilgisayarın veya bilgisayar kontrollü robotun programına kodlanan algoritmalar vasıtasıyla akıllı varlıklarla ilişkili görevleri yerine getiren araçlardır. Yapay zeka; savunma sanayi, siber güvenlik, harita, yüz tanıma programları, suç çözümleme ve önleme, dil bilimi, çeviri, tasarım, seslendirme, ayrıca tıp ve fizik gibi pozitif bilimleri bütünüyle kapsayan eğitim, üretim vs. gibi birçok alanda, günlük hayatımızda kullandığımız teknolojik aygıt ve araçların kullanımında ve geliştirilmesinde, sinema, fotoğraf, resim, heykel, müzik gibi görsel ve işitsel sanatlarda, el sanatlarında, hatta metin, manzume, şiir, öykü gibi edebi ürünler üretebilen elektronik ve robotik sistemler bütünüdür.
Neden Edebi Ürün?
Yapay zekaya kodlanan algoritmalar ile ortaya çıkarılan bir besteye, heykele, resme, edebi metinlere, şiire ya da romana ‘eser’ demek, eserlerini mânâ arayışıyla, kalbiyle ve ruhuyla icra eden sanatçıya haksızlık sayılmaz mı? Sanatçının eserine kattığı/katmak istediği anlama binaen; duygu, aşk, sezgi, ilham, istidat ve kabiliyet gibi fıtri ve ruhani kavramları hangi sayı, hangi algoritma idrak edebilir? Hangi hologram, akıl ve zekâ arasındaki farkı anlamlandırabilir? diye sormak isterim. Fakat bu teknoloji ile artık hayatta olmayan sanatçılarımızın sesiyle yeniden şarkılar oluşturulması, şiir okunması, yıpranmış ya da silinmiş eski fotoğrafların onarılması ya da “Yaşarken şöyle yan yana bir fotoğrafımız bile yok” diyenlerin fotoğraf üstünde de olsa bir araya gelmesi çok kıymetli olabilir. Ancak bilim insanları, yapay zekanın hayatımızı kolaylaştıran ve renk katan bu yeteneklerinin yanı sıra, olası çok büyük tehlikelerinden de bahsediyor.
Yapay Zeka Tehlikeli mi?
Massachusetts Teknoloji Enstitüsü’nün araştırmalarına göre yapay zeka ile; Deepfake (yüz montajı), ses ve görüntü taklidi, dolandırıcılık gibi birçok dezenformasyon ve siyasi manipülasyon yapılabileceği, insan iş gücünün yerini alacak araç ve programlarla bazı mesleklerin istihdam alanlarında küçültmeye gidilebileceği hatta bazı mesleklerin tamamen yok olabileceği, insanların bu sistemlerin yeteneklerini büyüterek kendi zekâsını küçümseyebileceği ya da tamamen bağımlı olabileceği gibi birçok sosyal ve psikolojik alanda 700’den fazla potansiyel risk uyarısında bulunması, tehlikenin boyutunu gösterir niteliktedir. Yapay zeka alanında önemli isimlerden biri olan Geoffrey Hinton’un, sohbet robotlarının yakında insanlardan daha zeki olabileceği uyarısında bulunarak Google’daki işinden ayrılması, ABD merkezli Center for AI Safety’nin (Yapay Zeka Güvenlik Merkezi) teknoloji uzmanları tarafından yapay zekanın getireceği tehlikelerle ilgili imzalanan bir bildiri yayımlaması ve yine Oxford Üniversitesi uzmanlarınca, yapay zekaya kontrolsüz ya da kontrol edilemeyen biyolojik ve nükleer silah algoritmalarının yüklenebileceği yönünde yapılan uyarı niteliğindeki açıklamalar, insanlığın ve dünyanın güvenli geleceğinin sağlanması açısından önemli ve dikkat çekicidir.
Şiir Yapalım:
Şimdi sizlerle, pandemi döneminde yazmış olduğum “Oyun Bitti” isimli şiirimi ve şiirimden alıntılanmış kelimelerle oluşturduğum bir yapay zeka şiirini paylaşacağım.
Oyun Bitti İsimli Şiir:
Oyun bitti Lili
Körebeye yakalandık
Gözlerimizdeki bağı ağzımıza indirdiklerinde başladı yeni oyun
Şimdi sessiz ve kalabalık bir simülasyonun
Tenha ve çıplak çocuklarıyız biz…
Yapay Şiir:
Lili körebe
Gözlerimiz kara delik
Oyun dünyasında kaybolmuş, kalabalığın içinde kayıp ruhlar
Simülasyon hissizlikle sarhoş olmuş
Tenha sokaklarda yankılanan çocuk gülüşleri
Bir anı fısıldıyor rüzgâra
O özgür oyun günleri…
Ne Olacak Bu Milletin Hali?
20.yüzyılın sonlarında insanların robotlaştığından bahsediliyordu, şimdi ise robotların insanlaşacağından bahsediliyor. Yapay zekanın günümüz teknolojisi ve şartları ile sanat yapabilme yeteneği hakkında kesin yorumlar yapmak için henüz çok erken diye düşünürken aklıma Mustafa Sandal’ın ‘Araba’ şarkısı geldi. Şarkının sözlerinde mecazen, sevenin sevileni ruhsuz bulduğu o nakaratı hatırlayalım:
“Onun arabası var, güzel mi güzel
Şoförü de var, özel mi özel
Bastı mı gaza, gider mi gider
Maalesef ruhu yok
Onun için hiç mi hiç şansı yok…”
Evet, yapay zekanın gün görmemiş algoritmaları var, güzel mi güzel; programlanmış görevleri ve yetenekleri var, özel mi özel. Evet, şansı da var diyebiliriz. Peki ya ruhu?
Arama motorları ve sanal asistanlar ile hayatımıza giren ve gün geçtikçe gelişen yapay zeka araçlarına, yaşamımıza kattığı güzellikler ve kolaylıklar için teşekkür ederek, derman bulamadığımız dertlerimize çare olması ümidiyle bir soru soralım:
-Efendim, ne olacak bu milletin hali?
+Yapay Zeka: Bunu mu demek istediniz?
Sorduğumuz sorulara, soru ile cevap almak, hiç cevap alamamaktan ya da yalan yanlış vaatlerle avutulmaktan daha mı iyi, ne?
Banu Sancak

Aşk ile nefret, ihanet ile sadakat ve ağlamak ile gülmek arasında, akıl sınırlarıyla tasavvur edemeyeceğimiz derin ve gizli bir gönül bağı olmalı. Nörobilim uzmanlarına göre ağlamak; beyin, sinir sistemi, hormonlar ve gözyaşı bezlerinin kompleks bir şekilde etkileşime girmesiyle, üzüntü, hayal kırıklığı, mutluluk, sevinç, öfke veya stres gibi farklı duygusal durumlar sonucunda ortaya çıkan nörobiyolojik bir tepkidir.
Bilimsel olarak, gülmenin ve ağlamanın beyindeki farklı bölgeler ve sinir yollarıyla ilişkili olduğu tespit edilmiştir. Ancak beyindeki sinir ağları ve duygusal tepkilerin karmaşıklığı nedeniyle gülerken, ağlamak gibi karşıt duygusal tepkilerin nasıl ortaya çıktığını tam olarak anlamak zordur. Halk arasında sıkça söylenen “Çok gülmek, ağlamak getirir” sözüne rağmen, ağlamakla gülmek arasındaki muhabbete akıl sır erdiremezdi insanoğlu. Tezatları birbirine ahbap etmeyi başaran fıtratımızın da kendisi sır değil miydi zaten?
Gözyaşı Şişesi
Gözyaşları, ağlama sırasında ortaya çıkan sulu, tuzlu bir sıvıdır ve gözleri korumak, nemlendirmek ve yabancı maddeleri temizlemek gibi önemli işlevlere sahiptir. Biyolojik olarak, gözyaşı bezleri gözlerin üst kısmında yer alır; bu bezler, sinir uyaranlarının etkisiyle gözyaşı üretmeye başlar. Antik dönemlerden yakın tarihe kadar, Roma’dan başlayarak doğu ve batı uygarlıklarında ve dünyadaki birçok kültürde, insanların aşk acısından ve ayrılıklardan sonra duyduğu acıyı, ayrıca savaşların ve ölümlerin ardından gelen yas sürecindeki kederi, üzüntüyü ve saygıyı ifade etmek amacıyla gözyaşlarını gözyaşı şişelerinde biriktirerek, ölenlerin mezarlarına koydukları da bilinmektedir.
Yönetmenliğini Mohammad Rasoulof’un yaptığı, 2009 yapımı The White Meadows (Beyaz Çayırlar) filmi, büyük bir tuz gölü olan batı İran’daki Urmia Gölü’nün ıssız manzarasında geçmektedir. Film, cenazelerde insanların gözyaşlarını gözyaşı şişesinde toplayan bir adamın köylere ziyaretlerini anlatır. Her ziyaretin kendine özgü sembolik ve gizemli bir hikayesi vardır. Ziyaret edilen yerli halk, şişede toplanan gözyaşlarının büyülü bir anlamı olduğuna ve incilere dönüştürebileceğine inanır. Geleneklerin ve ritüellerin, fantastik hikayelerle yansıtıldığı filmin sonunda, şişede biriktirilen gözyaşları ile gölün tuzlu suyunun birbirine karışması, ağlamanın felsefi boyutunu sembolize eder.
Ağlar İnsan Dediğin
Ağlamanın ve gözyaşlarının; Türk ve dünya edebiyatında, şiir, müzik, tiyatro, sinema, resim gibi birçok sanat dalında sıkça işlenen tasviri ve ifadesi, duygusal ve ruhsal boyutta hayli etkileyicidir. Halil Cibran; “Birlikte güldüğün insanı unutabilirsin ama, birlikte ağladığın insanı asla unutamazsın.” der. Çünkü insan, en sevdiğinin ya da güvendiği insanın yanında duygularını gizleme ihtiyacı hissetmez. Geleneksel ve kültürel zeminde şekillenen ve kabul gören cinsiyetçi davranış kalıplarına göre ağlamak, acizliği ve zayıflığı çağrıştırdığı için toplum içinde ağlamamak, erkeklere dayatılan güç ve dayanıklılık algısının bir tezahürüdür. Victor Hugo’nun; “Ağlamak için gözden yaş mı akmalı? Dudaklar gülerken, insan ağlayamaz mı?” dediği dizelerin her harfi, şairin içine akan birer damla yaştan ibaret değil midir? Ki sonraki yıllarda; “Bir bakış bir aşığa neler neler anlatır. Bir bakış bir aşığı saatlerce ağlatır” diyerek aşkı için sabahlara kadar ağlayan da şairin kendisidir.
Ağlayabilseydiniz, Anlayabilirdiniz!
Merhum Şair/Yazar Necip Fazıl Kısakürek’in Reis Bey adlı kitabından sinemaya uyarlanan aynı adlı filmde, cinayetten yargılanarak suçsuz yere idam cezası alan mahkûmun ve mahkûmun masumiyeti ortaya çıktıktan sonra vicdan azabı ile kendisini ve insanlığı hesaba çeken Reis Bey’in diyaloglarından kısa bir kesit:
Mahkûm: “Etmeyin Reis Bey! Siz ağlayamazsınız! Ağlayabilseydiniz, anlayabilirdiniz… Siz merhametten, acıma duygusundan yalnız kötülük doğacağına inanmışsınız. Yerine göre haklısınız. Fakat ondan ne büyük iyilik doğacağını unuttuğunuz için, en büyük hakkı kaybediyorsunuz! Rahmet kaldırılmış sizin kalbinizden! Buz çölünde yol alıyorsunuz! Reis Bey! Mühürlü kalbinizin açılmasını dilerim.”
Reis Bey: “Ben diyorum ki her fert başucuna; ‘Suçlu benim, herkes suçsuz!’ levhasını asmalıdır. Ben diyorum ki yegâne kurtuluşumuz herkesin herkesi affetmesindedir. Daha ötesi kanunların sorumluluğuna girer. Ama görüyorum ki anlatamıyorum… Hissediyorum ama anlatamıyorum! Mahkûm, ‘Ağlayabilseydiniz, anlayabilirdiniz’ dedi. Ağladıkça anlıyorum! Ağladıkça anlıyorum.”
“Gelin çocuklar… Hep beraber ağlayalım, mazlumun kendinde kıyılana, zalimin de kendinde kıydığına ağlayalım… Zalime daha çok ağlayalım çocuklar, zalimde beni ve kendinizi görün, ağlayanlardan olmak varken, ağlatanlardan olmak reva mı?”
“Çocuklar size bir teklifim var. Gelin bir çete kuralım sizinle, bir gözyaşı çetesi ve insanlığa gözyaşını öğretinceye kadar onları delik deşik edelim. Ama bıçaklarla değil, ıslak kirpiklerimizle…”
Ağlamak, direnmektir. Gözyaşları, yeniden ayağa kalkabilmenin ve yenilenmenin yakıtıdır. Ağlamak, gülmenin sadakası, çekilen acının fiyakasıdır. Ağlamak, yenilirken yenmektir çünkü ağlamak, hayata direnmektir. Ağlamak, yanmaktan dibi tutmuş kalplerin can suyudur. Ve nihayet, ağlamak; en insani, insan huyudur.
Banu SANCAK

Fonetik, “Kelimelerin söyleyiş biçimlerini, seslerin geçirdikleri evrimi ve konuşma organlarının işleyişini inceleyen bilim dalı, kısaca ses bilimi” olarak tanımlanır. Fonetik kelimesi etimolojik olarak eski Yunanca’dan “Phonetikos” (Ses etme, söyleme) olarak Fransızca’ya, “Phonétique” (Sese ilişkin) tanımlamasıyla da Fransızca’dan dilimize geçmiştir.
Fonoloji olarak da adlandırılan ses bilimi, dilin telaffuzundan ziyade yazım tekniği ile alakalıdır. Mesela İngilizce’de ve diğer birçok dilde olmayan, Türkçe’de bulunan ‘Ç’ harfinin; Almanca’da ‘Tsch’, İtalyanca’da ‘C’ harfinin yanına ‘İ’ ve ‘E’ harflerinin getirilerek çıkarılması gibi… Benzer örnekler çoğaltılabilir. Bu durumda, Türkçe’nin diğer birçok dünya diline göre daha fonetik olduğunu söyleyebiliriz. Merhum Prof. Dr. Oktay Sinanoğlu’nun da dediği gibi; “Türkçe, dünyanın en zengin dili, matematiksel yapısı ile bilim insanlarının ve matematikçilerin hayran kaldığı bir dildir.” Türkler öze, söze ve sese önem verir; bu, atasözlerimize ve deyimlerimize de yansımıştır: Ses vermek, ses getirmek, ses çıkarmak gibi… Merhum şair Fazıl Hüsnü Dağlarca, Türkçe’nin önemini vurgulamak için ses kavramından yararlanmış ve ‘Türkçe Katında Yaşamak’ şiirinin son mısrasında “Türkçem benim ses bayrağım” ifadesini kullanmıştır.
Dünya ortak dilinin İngilizce, bilim dilinin ise Latince olarak kabul görmesi dışında, diğer dillerin fonetiği hususunda dil bilimcilerin ortak ve kesin bir görüşü olmamakla birlikte, insanlar genel olarak şarkılarda İtalyanca ve Fransızca, günlük dilde İspanyolca, edebiyatta ise zengin kelime haznesi ve dil bilgisel yapısı ile Türkçe’nin ve yine Hint-Avrupa dil ailesinden olan Farsça’nın fonetiğini beğenmektedir.
Fonetik, farkında olmasak da günlük hayatımızın birçok alanında kullandığımız bir sistemdir. Mesela bir kelimeyi ya da rakamı telefonda aktarırken, plaka kodlarken, test sorularının şıklarını söylerken vb. harfleri tanımlamak için kullanılan kelimeler, telaffuzu kolay kelimelerden seçilir; (A) harfi Adana, (B) harfi Bursa, (C) harfi Ceyhan kelimeleri ile kodlanması gibi. Uluslararası Fonetik Alfabesi ve NATO fonetik alfabesinin amacı; çeşitli dillerdeki kelimeleri ve harfleri, ses ve sembollerle kodlayarak anlaşılır kılmak, ayrıca denizcilikte ve havacılıkta, uçuş, seyir, iniş, kalkış vb. esnasında liman, kule ve istasyonlarla yapılan elektronik haberleşmelerde yanlış anlaşılmalardan doğabilecek aksama ve kazaların önüne geçmektir. Pilotların kule ile iletişimlerinde; “A, B, C, D” harfleri için Alfa, Bravo, Charlie, Delta; gemi kaptanlarının acil ya da tehlikeli durumlarda Mayday, Pan-Pan sembol kelimelerini kullanması örnek olarak gösterilebilir.
Merhum Eğitimci Şair-Yazar Nihat Sami Banarlı’nın ‘Türkçenin Sırları’ isimli kitabından bir anı:
Abdülhak Hamit Tarhan ile İsmail Hakkı Danişment arasında şöyle bir diyalog yaşanır:
Abdülhak Hamit, Türk dilinin fonetiğinden bahsederken ‘Ç’ sesinden nefret ettiğini söyler.
Danişment bunun sebebini sorduğunda: “Bu sesle başlayan kelimeler hep kötü mânalı kelimelerdir… Mesela; çile, çirkef, çirkin, çamur, çingene, çılgın, çetrefil, çapulcu, çopur, çatırtı, çakal, çekirge, çöl, çiğ, çukur, çakır ve daha neler neler… Böyle bir sesten kim hoşlanır?” der.
Danişment ise ‘Ç’ sesini şöyle savunur: “Siz hiç çiçek sevmez misiniz? Çalgıdan hoşlanmaz mısınız? Çimen, çam ve çınar gibi şeyler içinizi açmaz mı? Hiç çay içmez misiniz? Çilek yemez misiniz? Çorba ve çerez gibi şeyler hoşunuza gitmez mi? Çocuk sevmez misiniz?”
Abdülhak Hamit bu örnekleri duyunca gülümser, ‘Ç’ sesine haksızlık yaptığını itiraf eder ve: “Aferin sana! Şimdi bunları hatırlatınca ‘Ç’ sesiyle aramızı bulmuş, bizi barıştırmış oldun,” der.
Fonetik, dilin tanısı, harflerin tınısı ve kelimelerin şarkısıdır. Bu nedenle fonetik bilgisi; şair ve yazarlarda, ses sanatçılarında, motivasyon konuşmacılarında, terapistlerde vb. kısaca yazarak ve konuşarak icra edilen sanat ve meslek gruplarında çok önemlidir. Doğaya ya da güzel bir görsele baktığımız anda harekete geçen nöroestetik uyarıcıların, fonetiği güzel olan, kulağa hoş gelen akıcı ve ahenkli kelimelerin ya da şarkıların telaffuzu ve duyumu esnasında da aktifleştiğini düşünmekteyim.
Fonetik olarak, kelimenin anlamı ile uyumlu olan ya da kulağa hoş gelen birkaç örnek kelime ile ses verelim: Hiç, ana, kedi, gökçe, okyanus, asude, düş, dirlik, bilge, su, haz, vesvese, gam, vefa, canhıraş, berzah, şikâr, üflemek, efkâr, eyvah, gam, hâyal, buğu, mum, yar, hece, aşk, ateş, sultan-ı yegâh…
Ah!
Banu Sancak

Su… Hayat kaynağı, canlı, hafızası olan, hikmetin, uyumun, tevazunun, şifanın, gücün, inancın, bilgeliğin, saflığın, temizliğin, yağmurun, bolluğun ve bereketin simgesi; müfrit hallerde ise kontrolsüz yıkıcı gücün, toprak kaymalarının, kar fırtınalarının, tsunamilerin, boranın, sel ve taşkınların sebebi…
Suyun doğası ve felsefesi filozofların ve mutasavvıfların ilham kaynağıdır. Sufizmde su aşk gibi saftır. Suyun akıp yolunu bulması, akarken önüne çıkan engellere takılmaması, taşların ve yosunların arasından akarak yoluna devam etmesi, Sufilerin “Seninle uğraşan hiç kimseyle uğraşma, eğer uğraşırsan onunla aynı yerde kalırsın. Etrafından dolanıp devam et yoluna.” düşüncesinin ilham kaynağıdır. Su uyumdur; suyun girdiği kabın şeklini alması, maddesel boyutta donması, çözülmesi ve buharlaşmasıyla tabiatın değişim ve uyum kanununa işaret eder, tıpkı doğaya uyum sağlayan canlıların hayatta kalabilmesi gibi… Su tevekküldür; en nihayetinde ufacık su birikintileri dahi toprakla hemhal olur, nebata can olur ya da buharlaşarak yağmur olur. Dereler ve nehirler denizlere, okyanuslara akıp gürleşir, bir olur, az iken çok olur. Suyun azizliği, cömertliğinden, bilgeliğinden ve doğadaki bütün canlıların hayat kaynağı olmasındandır.
Su, hayatın annesi, felsefenin babası, bedenimizin denizi, ruhumuzun iç sesidir. Su, suları ıslatamayan Abdurrahim Karakoç’tur; gün batımında ufuktaki kızıllığa bakıp “Sular mı yandı?” diyen Ahmet Haşim’dir; “Yelken ol, kürek ol, dümen ol, balık ol, su ol, git gidebildiğin yere” diyen Orhan Veli’dir; Fuzuli’nin Resulü Ekrem Efendimize “Su Kasidesi” ile seslenişidir; mutasavvıf şair Yunus Emre’nin “Bınar-ıdum erenler kıldı nazar/ Deniz oldum dört yana ırmağıla.” (Hiçtim, mürşidim yol gösterici oldu, ırmak olup denize ulaştım) derken işaret ettiği hakikat ve hikmetin kaynağıdır.
İslam felsefesine göre su, öfkenin ilacıdır. Zira öfke, şeytandandır. Şeytan ateşten yaratılmıştır, ateş su ile söndürülür. Öfkelenince suya girilmesi ya da abdest alınması tavsiyeleri suyun sakinleştirici ve yatıştırıcı özelliğindendir. Su sesi ise ruhun şifasıdır. Selçuklu Türklerinden kalma Osmanlı geleneklerinde, psikolojik rahatsızlıkların tedavisi, Darüşşifa hanelerinde musiki ve su sesi terapileri yapılırdı. Metafiziksel alanda yapılan araştırmalara göre, canlı olan suyun frekansını değiştiren görsel, işitsel ve koku hafızası vardır. Bu nedenle görülen kötü rüyaların gerçekleşmemesi için akan suya anlatılması ve yine psişik saldırılara, nazar ya da göz değmesi olarak tanımlanan negatif enerji akımlarına karşı okunan duaların üfleme sureti ile suya kodlanarak, kötü enerjilere maruz kalanlara şifa niyetine içirilmesi tavsiye edilir.
Yapılan bilimsel araştırmalara göre, küresel ısınma ve iklim değişikliklerinden, kuraklaşma ve çölleşmeden dolayı oluşabilecek su krizi ve doğanın dengesinin bozulması ile ortaya çıkabilecek kıtlıkların önüne geçilebilmesi ve canlıların hayatta kalabilmesi için ciddi önlemler alınması gerekmektedir.
Dünya bizler için yaratıldı ama bize ait değil… Kur’an-ı Kerim’in birçok ayetinde belirtildiği üzere, bir damla sudan yaratılan insanın bedeninin üçte ikisi sudur, tıpkı dünyanın üçte ikisinin sularla kaplı olması gibi. İnsanı, âlemleri, toprağı ve suyu yaratan Allah’a hamd olsun. Niyet edelim bizlerden sonra dünyaya gelecek olan nesillerimiz için doğayı ve su kaynaklarımızı korumaya.
Ez cümle; niyet edelim, su gibi aziz olmaya.
Banu SANCAK

Korku, fiziksel ya da ruhsal zarar görme duygu ve düşüncesiyle, tehlike ya da tehdit olarak algılanan olaylar, bilinmezlik ya da belirsizlik durumları karşısında uyarıcı bir etki olarak ortaya çıkan yaşamsal bir tepkidir. İnsanlar ve canlılar yaşamları boyunca karşılaştıkları olaylar karşısında hayatta kalma içgüdüsü ve zarar görmeme hissiyle çeşitli kaygı ve korkulara kapılabilir ve kendilerini korumaya alabilirler. Korku, heyecan ve panik halindeyken, epinefrin olarak da bilinen adrenalin hormonunun salgılanması, tehlikeyle başa çıkabilmek adına bizi harekete geçirmekte, güvende tutmada ve cesaret hissini tetiklemektedir. Cesaret ise korku hissinin zıttı değil, tehlike ya da tehdit arz eden durum ve olaylar karşısında alınan bir savunma reaksiyonudur.
Korkunun Felsefi ve Manevi İklimi
“Korku işe yarayabilir ama korkaklık hiçbir işe yaramaz.” diyen Mahatma Gandi, “Cehalet korkuya, korku nefrete, nefret şiddete götürür.” diyen İbn-i Rüşd ve “Cesaret tehlike anında zekânın kullanılmasıdır.” diyen Platon, cesaretin korku karşısındaki yaptırımlarına felsefi olarak dikkat çekerken, “Cesaret insanı zafere, kararsızlık tehlikeye, korkaklık ise ölüme götürür” diyen Yavuz Sultan Selim Han, bir savaşçı mantığıyla stratejik bir yorum getirir. Bir gün bir adam İbrahim Ethem Hazretlerine gelir ve: “Ben Allah’tan korkmak değil, O’nu sevmek istiyorum.” deyince İbrahim Ethem Hazretleri: “Sevgiden büyük korku mu olur?” diye cevap verir. “İnsan, sevdiğinden korkar, fakat korktuğunu sevemez.” diyen Cenap Şehabettin ve “Sevmek kimi zaman rezilce korkuludur” diyen Atilla İlhan da şiir cephesinden anlatıyordu korkunun manevi iklimini.
Korku, Cesaretin Yakıtıdır
Yönetmenliğini Neil Burger’ın yaptığı 2014 yapımı “Divergent” (Uyumsuz) isimli distopik bir hikayenin işlendiği aksiyon filmindeki “Korku seni etkisiz hale getirmez, sadece tepki vermene sebep olur” repliği, korku hissinin cesaretin yakıtı olduğunu düşündürür. Uzmanlara göre korku ve gerilim filmlerinin ve korku edebiyatının sevilmesinin nedeni; beyindeki tepki ve savunma mekanizmalarını uyarması ve adrenalini tetiklemesi, insanlara güvenli bir ortamda korku deneyimi yaşatırken duygusal hazzı yoğunlaştırıp, korkularıyla yüzleştirerek deneyim kazandırması ve öz benliği güçlendirme etkilerinin olmasındandır.
İman, Korkuya Kalkan mıdır?
Film eleştirmenleri ve felsefecilere göre Tarkovsky’nin ‘Kurban’ filmi, Soren Kierkegaard’ın ‘Korku ve Titreme’ kitabının öyküsünü andırır. Kierkegaard “Korku ve Titreme” isimli kitabında; Hz. İbrahim’in, oğlu İshak’ı kurban etme kıssasını kutsayarak anlatırken, Hz. İbrahim’in cesaretiyle paralel olan imanını ve İshak’ın korku karşısındaki tevekkülünü vurgular. Yiğitliği ve cesaretinden dolayı, ‘Aslan Avcısı’ lakabıyla anılan Hz. Hamza; “Allah’tan korkan hiç kimseden korkmaz, Allah’tan korkmayan ise herkesten korkar. Gözümün gördüğü hiçbir şeyden korkmam” demiştir. İslam’a göre cesaret imandandır, kör duygu ve hissiyatların geçici zafiyeti gibi istisnai haller dışında, cesaret ve iman doğru orantılıdır, kafirde görülen cesaret, cehalet ve gafletten dolayıdır ki “Cahil cesur olur.” atasözü de bu detaydaki manaya işaret etmektedir. İstiklal Marşı dahi ‘Korkma’ kelimesi ile başlayan aziz milletimizin ve “Allah yolunda öldürülenler için ‘Ölüler’ demeyin, onlar diridirler, fakat siz bilemezsiniz.” (Bakara/154) ayetine istinaden, vatan savunmasında ‘Ölürsem şehit, kalırsam gazi olurum’ inancıyla savaşan askerlerimizin ve güvenlik kuvvetlerimizin savaşçı kudreti, cesaretin ve vatan sevgisinin imandan beslendiğini doğrular niteliktedir.
Kontrol İkilemi
M.Ö. 3. yüzyılda Kıbrıslı Zeno tarafından kurulmuş ve Seneca, Epictetus ve Marcus Aurelius gibi filozoflar tarafından geliştirilen, bireylerin içsel benliklerini geliştirmeye ve doğaya uygun yaşamaya odaklanmaları gerektiği inancına dayanan Stoa felsefesine göre korku ve kaygı ile baş edebilmenin ilk ve en iyi yolu “Bazı şeyler bize bağlıdır, bazı şeyler ise bizim elimizde değildir” görüşünü tanımlayan ‘Kontrol İkilemi’dir. Kontrol ikilemi felsefesinin detaylarına baktığımızda, İslam’daki kader, kaza ve tevekkül inancı ve anlayışı ile bağdaşan birçok ortak nokta görürüz. Stoacılığa göre cesaret, korkularla yüzleşebilme, zorlukları aşabilme ve zor olsa bile doğru olanı yapma cesaretidir. Ayrıca acıya, ıstıraba, yenilgiye ve kayıplara dayanabilme ve bu deneyimlerden büyüme, güçlenme ve yine çalışkan ve bilge olma, kendimize, çevremize adil ve saygılı davranma, topluma faydalı olma girişimleri de cesaretin bir parçasıdır.
Kahraman Kimdir?
İnsanın temel dürtülerinden biri olan korku ve cesaret duygularını düşünüp incelerken cesaretin taklit edilebilirliği karşısında, korku duygusunun daha net ve şeffaf olduğunu fark ederiz; bu nedenle hamasete aldanmamak gerek. Tarih boyunca korku üzerine inşa edilmiş örgütlere, yönetimlere ve hayatlara rağmen, erdemli ve ahlaklı toplum olmak adına, adaletsizliklerin, zalimlerin ve zulümlerin karşısında, mazlumların yanında olan insanlardan, ezcümle; insan sevgisi olan kullardan daha cesur bir kahraman görülmedi.
Banu Sancak

İbn-i Sina’ya göre insan bedeni, doğada bulunan su, hava, toprak ve ateş olmak üzere dört elementten meydana gelir ve bu dört öge, insan bedenindeki sıcaklık, soğukluk, kuruluk ve yaşlığı belirler. Bu elementler vasıtasıyla insan bedeninde oluşan kan, balgam, safra ve sevda olarak adlandırılan vücut hıltları da insanın mizacını oluşturur (Demevi, Balgami, Safravi, Sevdavi) ve geleneksel tıptaki genel adıyla “Ahlât-ı Erbaa” olarak tanımlanır. Fuzûli’nin tabip kimliği ile yazdığı “Sıhhat u Maraz” adlı eseri, Ahlât-ı Erbaa (Humoral Patoloji) teorisine dayanmaktadır ve insan bedenini oluşturan dört sıvının dengede olmasıyla bedenin de dengede ve sağlıklı olacağını esas alır. Bu da doğru ve dengeli beslenme ile mümkündür.
İslamiyet öncesi Türk mitolojisinde ve mitlerde, yaradılış destanları kapsamında işlenen dört element hususu, İslamiyet sonrasında mutasavvıfların ve İslam alimlerinin eserlerinde benzer inanışların farklı yorumlamalarıyla karşımıza çıkar. İbnü’l-Arabî, hava, ateş, su ve topraktan oluşan ahlat-ı erbaayı ‘Felekler İlmi’ vasıtasıyla ele alarak, Tanrı’nın dört unsuru dört günde yarattığını, ateş unsurunun üst mertebede bulunduğunu ve insanın çamurunda yer alan suyun hepsinden daha etkili olduğunu anlatır. Aşık Paşa, klasik Türk edebiyatının temel mazmunlarından olan ‘Anâsır-ı Erbaa’ adlı eserinde, insanın varlığını tabiatın varlığı ile eşleştirerek, yaradılış ve hakikat arayışını dört element unsuru ile tanımlamaya çalışmıştır. Yunus Emre’nin “Risalet’ün Nushiyye” (Nasihatler Kitabı) eserinde geçen şu mısralar, insanın yaradılışının ahlat-ı erbaa boyutunu açıklar; “Padişahun hikmeti gör neyledi / Od’u su toprağu yele söyledi.” Erzurumlu İbrahim Hakkı Hazretleri ‘Marifetname’ isimli eserinde, maddi âleme karşılık gelen dört elementi, nefsin dört mertebesine karşılık olarak kullanmış ve buna göre nefs-i emmâreyi (ateş), nefs-i levvâmeyi (hava), nefs-i mülhimeyi (su) ve nefs-i mutmainneyi (toprak) olarak sınıflandırmıştır. Hacı Bektaşi Veli ise ‘Dört Kapı Kırk Makam’ öğretisiyle dört unsurdan hasıl olan mertebelerin her biri için on ayrı özellik tespit ederek, tasavvufta önemsenen kırk sayısını vurgulamıştır.
Antikçağ ve Ortaçağ’daki tıbba ve Empedokles ve Aristoteles’in araştırmalarına göre de bu dörtlü unsurun (su, hava, toprak ve ateş) insanın biyolojik, psikolojik ve ahlaki fonksiyonlarını etkilediği kabul görmüş ve sonraki yıllarda bu bilgiler Hipokrat tarafından geliştirilerek modern tıpta uygulanmıştır.
Halk arasında ‘huy’ olarak da tanımladığımız ‘mizaç’ esasen genetiktir, doğuştan gelir. Yaşam ve çevre şartları, coğrafya, iklim, eğitim gibi farklı koşullar ile de cüzi miktarda, ağırlıklı olarak da beslenme ile değişime uğrayabilir. Geleneksel tıbba göre beslenmenin mizaç üzerindeki etkileri çok kapsamlı olarak ele alınmış bir ilim dalıdır. Ana rahmine düştüğü andan itibaren, annenin ruhsal ve beslenme durumundan etkilenen insan mizacının, ruhsal, fiziksel ve zihinsel fonksiyonlarının, beslenme şeklinden nasıl etkilendiğini vereceğimiz birkaç bilgi ve örnekle anlatacağız.
Fransız filozoflarından Brillat-Savarin, beslenmenin mizaç üzerindeki tesirine çok önem vererek, “Bana ne yediğini söyle, senin ne olduğunu haber vereyim,” demiştir. Hipokrat da “Besinler ilacınız, ilacınız besininiz olsun,” sözü ile beslenme davranışlarının insan sağlığı üzerindeki önemini vurgulamıştır. Canlılar yedikleri gıdalardan yalnızca biyolojik olarak etkilenmezler. Mesela etçil ve yırtıcı hayvanların daha hırçın, koyun, keçi, deve gibi ot ile beslenen hayvanların ise daha uysal ve yumuşak huylu oldukları gözlemlenmiştir. İnsanlarda da böyledir. Bitkisel gıdalarla beslenenlerin, genellikle daha sakin ve uysal mizaçlı, çok fazla et ve hayvansal gıdalarla beslenen insanların ise daha sert mizaçlı oldukları bilinmektedir.
Yüzyıllar öncesinden, bedensel ve ruhsal sağlığımız için her helal besinden ölçülü yiyerek, dengeli beslenmeyi öğütleyen Peygamber Efendimiz (SAV), sevdiği ve övdüğü yiyecekleri tavsiye ederken, bu yiyeceklerin bedensel sağlığa etkilerinin yanı sıra huy ve mizaç üzerindeki etkilerinden de bahsetmiştir. Misal olarak hurma, kabak, bal, üzüm, çörek otunun ve genel olarak nebatın, insanın huyunu yumuşattığı, sinirlerini sağlamlaştırdığı ve sirkenin antibakteriyel etkilerinin yanı sıra frekans boyutunda ruhu şifalandırdığı bilgileri birçok İslami kaynakta aktarılmıştır.
Günümüzde bilim insanları ve beslenme uzmanlarınca, genetiği ile oynanmış gıdaların ve yapay tatlandırıcıların insan sağlığı üzerindeki fizyolojik, biyolojik, psikolojik ve hormonal olarak olumsuz etkileri defaatle ispatlanmıştır.
1600’lü yıllarda Osmanlı topraklarına gelen Fransız bir mütefekkir, göçebe olarak yaşarken asla tatlı yemeyen Türklerin, Osmanlı topraklarında yerleşik hayata geçtikten sonra şeker kamışı yediğini ve şekerli gıdalara müptela olduğunu görünce, Türklerin beslenme kültürü olarak da Araplaştığını, tatlının ruhen ve bedenen tembelliği artırarak lezzete ve rahavete alıştırdığından bahisle, artık Türklerin eskisi gibi savaşamayacağını iddia etmiştir. 14. yüzyılda Türkistan’ı ziyaret eden seyyah İbn-i Battuta, seyahatnamesinde tatlı yemenin Türkler tarafından ayıp karşılandığını şöyle anlatmıştır: “Ramazan ayında Sultan Özbek’in huzurunda bulunuyordum. Sultan’a, arkadaşlarımın yaptığı bir tatlıdan sundum. Sultan sadece parmağıyla dokunup tatmakla yetindi ve bir daha elini tatlıya sürmedi.”
Bu bilgilerden anlıyoruz ki Türklerin ve yerleşik yaşama geçmemiş diğer Orta Asya halklarının tatlıya mesafeli olmalarının muhtemel sebebi, tatlının verdiği rahavetin savaşçı mizaçlarını ve yaşam tarzlarını etkilemesidir. Yine Osmanlı Devletinin, Moğollardan ve Orta Asya Türklerinden kalma kadim savaş bilgileri doğrultusunda, Yeniçerileri sefere çıkmadan önce kırk gün boyunca et ile beslemesi hususu, etin bedende kuvvet ve huyda sertlik, hırçınlık, atılganlık ve cesaret gibi melekeleri artırmasından dolayıdır.
Vesselam; ne yiyorsan o’sun…
Banu Sancak

Türk edebiyatında çokça işlenen aşk, inanç ve kahramanlık temalı şiirlerin yanı sıra, ölüm ve yas temalı şiirler de manevi dünyamızın ve maziden atiye uzanan kültür ve edebiyat köprümüzün kilit taşlarıdır.
Türk şiirinin yüzyıllar öncesinden bugüne kadar uzanan tarihsel değişim sürecindeki Tasavvuf, Bektaşi, Divan ve Halk şiirlerinde, Mersiye, Gazel, Ağıt, Nefes ve Deyişler ve farklı şiir akımları vasıtasıyla işlenen ölüm ve yas temalı eserlere baktığımızda; Her dönemin siyasal, ekonomik, kültürel ve sosyal durumundan etkilenerek kaleme alınan şiirlerin yazım tekniği farklı olsa da ortak paydada aynı acıyı hissederiz.
Türk şiirindeki Milli Edebiyat dönemi ve Cumhuriyet dönemi sonrasından bugüne kadar uzanan süreçte; Hececiler, Yedi Meşaleciler, Garip Hareketi (Birinci Yeni), Serbest Nazım, Toplumcu Şiir ve İkinci Yeniler gibi gruplarda isimlendirilen şiir akımlarını ve yeni poetikalardaki ölüm temalı şiirleri incelediğimizde, dünya görüşleri ve düşünce yapılarına göre ayrılan ve ayrışan şairlerin şiirlerindeki anlatım ve biçim bakımından farklılıkları, şiirlerinden alıntıladığımız birkaç örnek mısrada görüldüğü gibi açıktır.
Bir dize de benden olsun efendim:
Mutluluğu şiirleştirememek şairlerin makus talihi olduğundan mıdır nedir? Ölümün şiir yüzüdür, ölümsüz eserler bırakan, ölümlü şairler.
Banu Sancak

Sirayetin dirayeti kırdığını gördüm… Rehavet artık bireysel değil, “toplumsal çözülmeden” beslenen sosyolojik bir meseledir.
Bireysellik mücadelesi içinde olan kitlelerin gitgide yalnızlaştığını, aidiyet duygusunu yitirerek ait olduğu topluma yabancılaştığını ve toplumun değerlerinden uzaklaşarak bir toplumsal çözülme sürecinin başladığını, bu çözülme neticesinde ise suç oranlarının, kolay para ve haksız kazanç yollarının, liyakatsizliğin, madde kullanımlarının, şiddetin, psikolojik travmaların, düşmanlık ve tahammülsüzlüklerin arttığını, aile, eğitim, siyaset, hukuk, inanç ve ahlaki değerler gibi kurum ve kavramların işlevini yitirerek toplumun bir kesiminin hızla çürümeye başladığını gözlemlemekteyiz.
Ülkemizin kurtuluş savaşı ve bağımsızlık mücadelesi yılları akabinde değişen ekonomik, demografik yapısı ve sanayileşme ile başlayan şehirleşme sürecinde oluşan sosyolojik ve kültürel değişimlerle birlikte yabancı menşeli kültür ve ideolojilerin getirdiği noktadaki toplumsal çözülmeyi Peyami Safa, Fatih Harbiye romanında şöyle anlatıyordu: “Ah efendim, bizi bizden daha iyi biliyorlar; Mesnevi’yi de, Rubaiyat’ı da, Gazali’yi de, Farabi’yi de bizden daha çok okuyorlar; bizden daha çok takdir ediyorlar; bizim bizden daha büyük düşmanımız yoktur efendim, yoktur…”
Tarkovski’ye göre; “Bir insanın başka insanlara zarar vermeden yaşayabilmesi için manalı ve derinliği olan bir ideali; iç âlemine ve etik değerlerine dair bir ideali” olmalı. Ve yine dönüp bugüne baktığımızda benzer kültürel yozlaşmaları ve dijital çağdan kapitalizm sonrası insanlığı bekleyen tehlikeleri “Yeryüzü Yakılıp Yıkılırken” kitabında anlatan Jonathan Crary; “Bütün dünya ahalisine dayatılan internet kompleksi, bu ahalinin çoğu için iptila, yalnızlık, boş umutlar, zulüm, psikoz, borçluluk, ziyan edilmiş hayatlar, aşınmış bellekler ve toplumsal çözülme yaratan amansız bir makinedir. İnternetin zararları ve toplum kırıcı (sociocidal) etkileri yanında o ağızlara sakız edilen faydalarının esamisi bile okunmaz, hepsi tali kalır” diyor.
Toplumsal çözülme sürecine, insanın fıtratı ve tabiatından baktığımızda çözülmenin zıddı olan bağ kavramı ile kâim olduğunu, yani insanı insan yapan değerler zinciri ile rabıta halinde olunması ile mümkündür. Toplumsal çözülme sürecini ontolojik varoluş zemininde değerlendirdiğimizde ise; esasen bizleri ayrıştıran, özümüzden koparan ve köklerimizden uzaklaştıran nedenlerin, birleştiren sebeplerin erozyona uğramasından olduğunu net bir şekilde görürüz. Bu noktada; etik planlamalarını üstlenecek olan sosyologların, felsefe, hukuk, eğitim ve bilim insanlarının, yazarların ve sanatkârların etkileşim alanları göz önünde tutulup, telkin ve görüşleri alınarak, ekonomi, siyasi, hukuki, eğitim, bağımlılıklarla mücadele, göç, sığınmacı ve mülteci alanlarındaki sorunların çözümü noktasında ortak etik değerler günümüzün şartlarına göre tekrar düzenlenerek toplumsal bütünleşme sağlandığında, çatışma ve çözülmelerin büyük ölçüde ortadan kalkacağı kanaatindeyim.
Çözülme demişken, ipler kimde ve nerede?
Bazen örülen çoraptı milletimizin başına ve içimizden seçtikleri kuklalara bağlayıp, göz diktiler memleketin insanına, toprağına taşına… İhtilal ve darbelerde yağlı urgan oldu kimi zaman devlet adamlarımızın, kimi zaman da gencecik fidanların boynuna ve en son maskelerle bağladılar ağzımıza ve burnumuza.
Biraz nefes efendim, biraz nefes…
Yıllardır bizim elimizi kolumuzu ve ağzımızı kimler bağladıysa, toplumumuzu da onlar çözdü! Toplanmak ise bize düşer.
Banu Sancak

Akletmek ilim ile kâimdir ancak görünenin ötesindeki hakikat ve hikmeti idrak edebilmek irfan mümkündür. İrfanın mertebeleri ; Tecrübe, muhakeme, feraset ve uygulama noktasında basirettir. Bu minvalde; Bakmak ile görmek, anlamak ile anlamlandırmak arasındaki güzergâh, hakikat kuşanan irfan içredir. Dünya işleri sadece dilin söylediği, kulağın duyduğu ve gözün gördüğü realitelerden ibaret olsaydı; O üstün sanatıyla kalplere göz, gözlere nice esrarlı söz çizer miydi yaradan? Merhum Ömer Lütfi Mete’nin dizelerindeki gibi; “…Leyla sevmek hoştur amma, Mecnun olmak başkadır başka, Yare varmak hoştur amma, yaren olmak başkadır başka, Ateş olmak hoştur amma yanık olmak başkadır başka” Şems’e göre; Aşıkların meclisindeki durum başkadır, bu aşk şarabındaki mahmurluk başka, medreselerde öğrendikleri ilim başkadır, Aşk başka… Hz. Ali; “İnsanı Kâmil’e çıksın yolunuz” derken, Bakara Suresindeki; “O, Hikmeti dilediğine verir…” ayetine çekiliyordu dikkatlerimiz zira İlim ve irfan yolundaki Hikmeti idrak edebilmek, alimliğin en üst mertebesinde iken kibre düşerek İblis olan Azazil’e bile nasip olmadı.
İlim Başka, İrfan Başka; Alim Başka, Ârif Başka…
Ömer Seyfettin, İstanbul Erkek Lisesinde Edebiyat öğretmenliği yaptığı yıllarda öğretmenler odasında bir tartışma başlattı, Ömer Seyfettin arkadaşlarına ‘Cancağızım’ diye hitap ederdi, bir gün yakın arkadaşı Ali Canip’e; “İlim başka, irfan başka… Alim başka, ârif başka cancağızım..” dedi. Ali Canip ise ilim ile irfan başka değildir, alim olan zaten ariftir diyerek karşı çıktı. Ömer Seyfettin, iddiasını ispatlamak için bir plan kurdu, ertesi gün öğretmenler odasına girerek heyecanla; “Arkadaşlar! duydunuz mu? Avusturya bize vagonlar dolusu şeker gönderiyormuş!” dedi. O vakitler 1. Dünya Savaşının en çetin yılları, şeker bulmak ne mümkün? Haber, öğretmenler odasını sevince boğdu, ne zaman geliyormuş, nereye geliyormuş kim getiriyormuş, nasıl temin edebiliriz sorularıyla bir uğultu sarmıştı öğretmenler odasını… Bir müddet sonra okulun yaşlı müstahdemi Dursun efendi elinde çay tepsisi ve çayın yanına şeker niyetine koyduğu kuru üzüm kasesi ile öğretmenler odasına girdi, Ömer Seyfettin;”Dursun efendi, duydun mu? Avusturya bize kırk vagon dolusu şeker gönderiyormuş!” dedi. Dursun efendi kinayeli bir şekilde bıyık altından gülerek; Aman muallim bey, Avusturya bu savaşta, bu kıtlıkta şekeri bulsa, kendisi yer, bu haber külliyen yalandır” dedi… Beklediği cevabı alan Ömer Seyfettin; “Gördünüz mü? duydunuz mu? Ben size demedim mi, “İlim başka, irfan başka; âlim başka, ârif başka” diye!. Bakın ben bir uydurma haber verdim, hepiniz inandınız, ki sizler ilim sahibi, âlim, muallim insanlarsınız, Dursun efendi, İlim tahsil edememiş fakat olayın hakikatini kavramış, irfan sahibi ve ârif bir insandır! der…
Başkadır Başka..
Bakmak göz ile görmek kalpledir… Bakınız, kalbiyle gören ve düşünen Anadolu irfanı ne diyor; Pahalı başkadır, kıymetli başka. Çocuk yetiştirmek başkadır, çocuk bakmak başka. Bildiğin şeyi konuşmak başkadır, inandığın şeyi konuşmak başka. Eski başkadır, eskimiş başka. Bilmek başkadır, olmak başka. Yönetici olmak başkadır, lider olmak başka. Affetmek başkadır, helalleşmek başka ve merhum Alev Alatlı’nın dediği gibi; Yasal başkadır, helal başka.
Gözlerin çözünürlüğü, kalbin pikseli kadardır…
Vesselam; Bakmak başkadır, görmek b/aşkadır b/aşka.
Banu SANCAK

“Sevmek” gönlün, “Adam seçmek” ise aklın ve gönlün ortak içtihatıdır ve adam seçmek, adam gibi adam olmanın en kuvvetli delilidir… “Adam seçmek” deyimdir elbet, sözün özü; Erkek olsun, kadın olsun “İnsan seçmek” veya “Dost seçmek” olarak tabir edilebilir.
Dost kondurmaz, rakip oldurmaz, düşman ondurmaz, kula değil, yüreğine sor! Mesafe, dostluğun sigortasıdır, muhabbeti korur. Hayattaki her şey gibi dostluğun ve muhabbetin muhafazası için denge, mesafe ve ölçü çok önemlidir. Beşeriyette dostluk ilişkileri ifrat ve tefrit noktasında; Bağları zayıflatarak yılgınlık ve ayrışmalara yol açar, bu ayrışma kişisel gelişim uzmanlarına göre muhtemel maddi-manevi “Alma verme dengesinin” bozulduğundandır. Yine bu durum halk diline; “Fazla muhabbet tez ayrılık getirir” olarak yansımıştır. İnsan ilişkilerini ve dostluğu, inanç ve törelerimize göre şekil alan kök kültürümüze göre ele aldığımızda, binaenaleyh Mutasavvıf ve Halk Şairlerince yazılmış eserlere baktığımızda; Kendini bilen ve bulan insan için en nezih kişisel gelişim merkezi kalptir, eğitmeni de kalplerimizin ve ülfetin hâkiki sahibidir diyebiliriz. Merhum Aşık Veysel’in dediği gibi:
“Her kim ki olursa bu sırra mazhar Dünyaya bırakır ölmez bir eser Gün gelir Veysel’i ey yâr bağrına basar Benim sadık yârim kara topraktır…”
Dost ile dolmaya geldik! Güney yörelerimizdeki hanımların, insan ilişkilerini, yemek yapma mahareti ile ölçtükleri batıl bir denge testi vardır. Bu ritüel aşırı ironi içerse de ciddiye alanlar da yok değil… Sözüm ona; Dolma, sarma, içli köfte, mantı vs.. türü yemekleri yaparken iç harcı dış malzemesine denk getirebilen insan akıllı ve dengeli olurmuş, dostunu da düşmanını da iyi bilirmiş… Misal; yemeğin iç harcı fazla gelirse, yakınında dost bildiği düşmanı çok, dış malzemesi fazla gelirse düşman bilip uzağında tuttuğu dostu çok gibi.
Efendim, keyfe keder mevzuları geçip, Ebu Mûslim Horasanî’nin bilgeliğiyle bağlayalım konuyu; “Onlar şer yapmayacaklarından emin oldukları için dostlarını uzak tuttular, kendilerine bağlamak için düşmanlarını yakınlaştırdılar. Yakın tutulan düşman dost olmadı ama uzak tutulan dostları düşman oldu, herkes düşman safında birleşince yıkılmaları mukadder oldu.”
Yani diyor ki; Efendim, dolmalarınızın alayı yandı, bu sofradan size ekmek çıkmaz.
Banu SANCAK

Sultan Abdulâziz döneminde Hekimbaşı görevine getirilen ve Hilal-i Ahmer’in (Kızılay) kurucularından olan Rum asıllı Osmanlı Hekimi Marko Paşa, kendisine dert anlatmaya gelen insanları sabırla dinler ve dert anlatanın sözü bittiğinde ise çözümün kendisinde olmadığını ifade edebilmek için Rum aksanıyla “Anladiik ama ne?” diye sorarmış. Vatandaş anlaşılmadığını düşünerek tekrar tekrar anlatırmış derdini, Marko Paşa her defasında “Anladık ama ne?” dermiş. Akabinde derdine derman bulamayacağını anlayan vatandaş susar ve kısmen de olsa rahatlamış olarak ayrılırmış Paşa’nın yanından. Paşa’nın dert dinleme sabrı zamanla o kadar meşhur olmuş ki insanlar, “Git derdini Marko Paşa’ya anlat” sözünü, derdinin dermanı bende yok ya da git derdini başkasına anlat anlamında deyim olarak kullanmaya başlamışlar. Bu duruma bir tür rehabilitasyon da diyebiliriz. İnsanların, derdine derman bulamayacağı kimselere dert anlatması, derdin verdiği gam ve kederin paylaşıldıkça azalmasına istinadendir. Sanırım Psikologların var oluşları da bu zeminde değer kazanıyor.
1940’lı yıllarda Devletin ve Milletin geleceğine ve halkın dertlerinin çözümüne yönelik yetkili mercilerden ciddi anlamda karşılık bulunamadığından dolayı o devirdeki siyasetçileri ve rejimi, yazdığı “Dalkavuklar Gecesi / Z Vitamini” romanıyla hicveden Şair/Yazar ve fikir insanı Hüseyin Nihal ATSIZ’ın ve dava arkadaşlarının Türkçülük Davasından yargılanma ve ağır cezalara çarptırılma süreçleri, ayrıca yine aynı dönemlerde Sosyalizm cephesinden Aziz Nesin, Rıfat Ilgaz ve Sabahattin Ali gibi bir grup Şair ve Yazarın “Marko Paşa” isimli (Sonraki sayılarında ismi ‘Malum Paşa’ ve Merhum Paşa’ olarak değiştirilen) Edebi/Siyasi mizah dergisini çıkararak seslerini duyurmak maksadıyla dönemin siyasetçilerine yönelik yazdıkları hicivli şiir, yazı ve öykülerden dolayı haklarında çeşitli davalar açılmasına ve cezalandırılmalarına sebep olan yakın tarihin siyasi olaylar zinciri, siyaset dilinde; ‘Anladık ama ne?’ sorusunun haddi aşmış halidir. Siyasetin, edebiyatçılara “Sen suya sabuna dokunma, eserlerinde aşktan ve acıdan başka bir şeyden bahsetme” demesinin sopasıdır! Devlet, Vatan, Millet ve insan sevgisinin, dolayısıyla bir milletin, dilinin ve kültürünün siyasetten çok daha üstün bir mefkûre olduğunu ve dahi kalemin kılıçtan keskin olduğunu bilmezmiş gibi.
Derdin mânâ boyutu ise derin ve detaylı olmakla birlikte, İslam felsefesi; Dert sahibi insanın çektiği gâm ve kederi tekamül vesilesi olarak tanımlar ve “git derdini Allah’a anlat” der, Tasavvuf alimleri ise aynı şuurla, kederli olduğumuz zamanlarda göğe bakmamızı ve derdimizi suya anlatmamızı söyler… Ez cümle; Dermanını buldun say, derdin kılavuz ise.
Günümüzde ise kalabalıklar içinde gitgide yalnızlaşan insanların sosyalleşme ve dert anlatma işleri hayli dijital… Bu durumda; “Ne Düşünüyorsun?” sorusuna tıklayarak, sevinç, üzüntü, şikayet, dert, keder vb… gibi duygu, düşünce ve eylemlerimizi anlattığımız ve yazdığımız, derman aramak ve bulmaktan ziyade, esasen yazarak rahatladığımız sosyal medya platformlarının sanal duvarlarına “Marko Paşa” kürsüsü dememizde bir beis yok yok gibi.
Yazdık ama ne?
Banu SANCAK

Yaşamımız boyunca ideallerimiz ve ihtiyaçlarımız için verdiğimiz emek gerçek mutluluktur ve bu mücadele sürecinde çekilen fiziksel ve ruhsal acılar, hazzın organik nüvesidir… Bazen verdiğimiz emeğin, çektiğimiz acı ve gayretin sonunda başarısız olsak bile ‘hayırlısı olsun’ temennisindeki buruk teselliyi, tevekkül içinde alıp kalbimize koyabilmektir asıl başarı ve mutluluk… Acı çekmek; düşünmek, sorgulamak, yalnızlaşmak ve nihayetinde büyümek ve olgunlaşmaktır. Acıyı bastırmaya ve yok saymaya zemin hazırlayan, sonsuz mutluluk ve haz arayışı dayatmalarına inat.
E. Heller’e göre; Şair Rilke için gerçek mutluluk öylesine köklü bir acı kabulün ürünüdür ki salt bu olumlama dahi yüksek bir mutluluk kaynağı olur. J. P. Sartre; İnsanın dünyada acı çekerek kendi özünü yarattığını düşünür, Nietzsche’ye göre; İnsanı öldürmeyen acı daha da güçlendirir… Prof. Dr. Kemal Sayar der ki; Derdin varsa varsın, yaraların kadar. Hayatın beni getirdiği yerde sadece dert var diyorsan, o derdi ve acıyı hissedecek bir rûhun olduğuna sevinmelisin, ya rûhun ölseydi? Ruhi ya da fiziksel acıyı, İslam felsefesine göre sorguladığımızda ise özetle; Kâmil insan olma yolunda, dünyevi algılarla hikmetini idrak edemeyeceğimiz bir “imtihan vesilesi” olarak tanımlandığını görürüz.
Dert ile neş’e yi seçemez olduğumuzda hissederiz yalnızca bu dünyaya ait olmadığımızı, Yaşadığımız içsel çelişki ve çatışma, acı, ıstırap, sevinç, coşku ve tutku gibi güçlü duyguları iç içe geçiren ‘Aşk’ ile idrak etmeye başlarız hayatın anlamını…
Hüznün ve acının, haz ve mutluluk ile ahibba olduğu o ilahi duyguyu aramakmış hayatın anlamı ve bu anlama binaen liyakat, adalet, birlik ve beraberlik, yardımlaşma, merhamet, sevgi vb. gibi insani değerleri hatırlamak.
Fiziksel ve ruhsal olarak emek vermeden ve acı çekmeden, konfor alanından çıkmayı reddeden, haksız kazanç, liyakatsiz makam ve mevki, sonsuz mutluluk ve sınırsız haz arayışıyla çürütülmek istenen, sorgulamadan biat eden, okumayan, düşünmeyen ve akletmeyenler, sözüm size; Rahatınızı kaçırmaya, Tevhid ve adaletin insanın hür iradesinin kalesi olduğunu, liyakatin, bilginin ve emeğin, onurlu insanların mücadelesi olduğunu hatırlatmaya geldim… Şeytan şeytanlığını yapacak, peki ya insan?
Banu SANCAK

“Gerçek” kelimesi, anlam itibariyle “Hakikat” ile eş anlamlı olabilir, ancak İslam felsefesi ve tasavvuf öğretileri açısından bu iki kavramı karşılaştırdığımızda, Hakikat’in zahirin ötesinde derin anlamlar ve sırlar içerdiğini görürüz.
İnsanların gerçeklik algısı; sosyal, siyasal ve ekonomik beklentilerden, mesleki statüden, bireysel ve toplumsal varoluş kaygılarından ve hatta ilkel benlikten menkulken, hakikat ise ilimden, irfandan, idrakten, gönülden ve kalpten mülhemdir. Bu minvalde, hakikatten uzaklaşan insanların, kendi doğruları ya da gerçekleri için vicdanlarını örtecek bir bahanesi olabilir.
Ali Şeriati, yaşamının gayesi olarak gördüğü Hakikat arayışını “Allah’ım, irademi, bilgimi, isyanımı, ihtiyaçsızlığımı, hayretimi, ruh inceliğimi, cesaretimi ve yalnızlığımı arttır” diyerek dile getirmiştir. Tolstoy ise Anna Karenina romanında, “Zevk, gerçeği bulmakta değil, onu aramaktadır ve hayatın tüm çeşitliliği, çekiciliği ve güzelliği ışık ve gölgeden oluşur” diyerek; bir şeyi beklemenin, arzu etmenin ve hayal etmenin zevkinin, onu elde etmenin zevkinden daha fazla olduğunu ve dünyadaki gerçeklik algısının farklı bir boyutunu anlatmıştır.
Tefekkür noktasında başlayan hayal etmekle hakikat yolculuğunda, zaman ve mekân kavramlarının gerçeklik olgusunun işlevini nasıl yitirdiği, evliyaların ve peygamberlerin Bast-ı zaman ve Tayy-i mekan olma halleriyle, Batıni ilimlerin, Bektaşi deyişlerinin, nefeslerin ve Tasavvuf şiirlerinin yardımıyla idrak edilebilir. Ayrıca, bilim kurgu ve zaman yolculuğu konulu eserler ya da spiritüalizmin kapsamı içindeki çalışmalar, astral veya eterik enerjiler aracılığıyla gerçeklik olarak algılandığı iddia edilen yaşam simülasyonunu da tartışmaya açmamız mümkündür.
Hayat bazen; Tolstoy gibi acılar içinde kıvranmaktır, kendi yazdığı romanın kahramanı Anna Karenina’nın ölümüne, bazen Tarkovski filmi izlerken keşfetmektir dünyanın metaforik felsefesini, bazen de Nesimi şiirindeki gibi sığmamaktır, zamana ve mekana…
Hayal, kısmen gerçeklerden bağımsız olarak sanatın, sanat ise hakikatin sırlarını taşır eserlere… Ve herkes bir gün öldürür kendi gerçeğini, bir romanda, bir filmde ya da bir şiirde.
Banu Sancak

İlişki uzmanları, insanların mutlu, sakin ya da güvende hissettikleri zamanlarda değil, acılı, yaslı veya depresyonda oldukları zamanlarda, hatta savaş, salgın gibi can güvenliklerinin olmadığı kaygılı süreçlerdeki ruh hallerinde aşık olmaya daha meyilli olabileceklerini söylüyorlar. Yaşadıkları olumsuz durumlar ve olaylarla başa çıkabilmek için kodlanmış olan kaygılı alt bilincin, aşka sığınmaya zemin hazırladığına inanılıyor.
Hayattaki her şey bir ölçü ve denge üzerine yaratılmışken; silahlı harp veya psikolojik anlamda toplumsal, bireysel veya içsel savaşların getirdiği yakıcı ve yıkıcı gücün, yine aşk gibi insan ruhunu bütünüyle kıyama kaldıran güçlü bir duyguyla dengeleyebileceği şaşırtıcı değildir. Her biten savaşın ardından yeni şehirler ve medeniyetler inşa edilir, tıpkı beşeri aşkla yanıp küllenmiş ruhun kendini yeniden inşa etmesi gibi.
İster serzeniş deyin, ister latife; uzmanlar bu bilimsel araştırmayı yapmadan önce bir şairle sohbet etseler ya da bir aşk şiiri okusalar, bu hakikati anlamak için bu kadar detaylı araştırmaya gerek kalmazdı. Zira savaşa ve aşka dair:
“İyi bir savaşçı, iyi bir aşık adamdır aynı zamanda… Çünkü ikisi de acımasızdır.” dediğim zaman masal anlatmıyordum.
Şair İsmet Özel,
“Savaş bitmiş ben nöbette unutulmuşum
savaş bitmiş ben bunu koynumun boşluğuyla anlıyorum
kükreyen ırmağın ölümü meğer savaşın sonuymuş…”
dizelerinde ve birçok şiirinde, aşkın ve inancın savaşçı gücünü ve ölümcül şiddetini ustalıkla anlatıyordu.Ya da:
“Şehirlere bombalar yağardı her gece
Biz durmadan sevişirdik,
…Aydınlasın diye şu kirli yüzler,
biz durmadan savaşırdık ”
derken yalan söylemiyordu şarkı.
Bosna’nın bağımsızlık mücadelesi için uzun yıllar boyunca mücadele eden bilge lider merhum Aliya İzzetbegoviç’in hayatından bir kesitle devam edelim; Aliya, Halida’ya aşık olmuştu. Birbirlerini delice seven bu iki gencin aşklarının başladığı yıllarda İkinci Dünya Savaşı da yaşanmaktaydı. Macaristan’daki hedeflerini bombalamaya giden İngiliz savaş uçaklarının rotası Saray Bosna üzerinden geçiyordu ve bu uçakların bombalarını zaman zaman Bosna hava sahalarına da atıyordu. Bombardıman anında panik olan insanlar korku içinde sığınaklara koşarken, Aliya ve Halida siren seslerine ve üzerlerine yağan ölüme aldırış etmeden birlikte şehri geziyor ve parklarda uzun sohbetler ediyorlardı.
Çünkü şairler ve aşıklar bilirdi ki; beşeri aşk, ilahi aşka varan menzilin pusulasıydı ve aşk’ın gerçek sahibi, yalnızca dünyadaki değil, alemlerdeki en güvenli sığınaktı.
Elbette ki sulh ve adalet içinde inşa edilen ve yönetilen medeniyetler, insanlık için en mukaddes mefkûrelerdendir. Ancak fıtratımız gereği, iyi ile kötünün savaşı, Adem oğulları Kabil ile Habil’den beri devam ederken, dünya ve dinler tarihindeki savaşlara baktığımızda; savaşın sebep, hikmet ve gayeleri hususunda, kötülüğe ve zulme karşı savaşma gerekliliği, kutsal kitabımız Kuran-ı Kerim’in birçok ayetinde ve yüce dinimiz İslam dahil, bütün ilahi dinlerde emir hükmündedir.
Hakikat odur ki;
Ruhlarımız düşmanların varlığı ile gafletten uzak ve uyanık,
Kalplerimiz ise Aşk ile diridir.
Banu Sancak

Sanata ve dolayısıyla insanlığa değer katan eserlerin var olmasına ve gelişmesine engel olan unsurların başında; siyasal kutuplaşmalar gelmektedir. Küresel planın bir parçası olan ideolojilerin ve -İzm-‘lerin, halkın tabanındaki ayrışmanın temel taşlarını oluşturarak, toplumda aşırılığı, kin ve düşmanlığı tetiklediğini, dolayısıyla siyasal, sosyal ve kültürel olarak birbirinden ayrışmış olan kitlelerin, sanat dallarında da gereğinden fazla politize olarak kutuplaştığını gözlemlerken, sanatın kitleler üzerindeki psikolojik etkilerini ve fiili yaptırım gücünü çok az konuşuruz.
Avrupa’nın siyasi tarihinde; Tiyatronun, yazar ve şairlerin kullanılması suretiyle ve rejimin/yönetimin kontrol edilmesi veya ele geçirilmesi amacıyla halkı galeyana getirerek, isyan ve ayaklanmalara teşvik etmek, iktidara rakip olan kraliyet mensuplarının ve burjuvanın bilinen metotlarındandı.
Konuyla ilgili olarak, 2011 yapımı, yönetmenliğini Roland Emmerich’in yaptığı, senaryosunu John Orloff’un yazdığı, “Anonymous” isimli film; 17. yüzyıl’da Birleşik Krallık’ta yaşayan Oxford kontu Edward de Vere’nin hayatının anlatıldığı bir kurgudur ve Kraliçe 1. Elizabeth’in taht varislerinin entrikalarını konu almaktadır.Oxford Kontu Edward de Vere, bu acımasız taht savaşında “Kelimelerin gücünü asla hafife almamalısınız” diyerek, “3. Richard” adlı oyunu yazar ve tahta yakın olan Cecil ailesine karşı bu tiyatro oyununu propaganda silahı olarak kullanmaya karar verir. Ardından iktidarı kazanmak için bahse konu tiyatro oyununu sahneye koyarak kitleleri kullanır. Filmin diğer bir iddiası da aslında bu oyunu, tarihte bilinenin aksine William Shakespeare’in değil, Oxford Kontu’nun yazdığı ve Shakespeare’i bu oyunlarda aktivist bir paravan oyuncu olarak kullandığıdır…
Tiyatronun bir propaganda aracı olarak toplum üzerinde uyandırdığı etki ve infiale; 1830 yılında Brüksel’de düzenlenen, İspanyol idaresine karşı ayaklanan İtalyalıların konu edildiği Tiyatro oyununun, Halkı ayaklandırmak suretiyle, Belçika Devleti’nin kuruluş zeminini oluşturmasını da örnek gösterebiliriz. Konuya ülkemiz cephesinden baktığımızda ise; Tanzimat döneminin en güçlü kalemlerinden biri olan merhum Namık Kemal’in yazdığı; “Vatan Yahut Silistre” adlı oyunun sahneye konmasının ardından, halkın sokağa dökülüp saraya karşı ayaklanması sonucunda, Namık Kemal’in, dönemin Padişahı Sultan Abdûlaziz tarafından Mağusaya sürgün edildiğini görmekteyiz.
Sahne ve söz sanatlarının dünyadaki tarihsel sürecine, felsefesine, halk üzerindeki Politik, Psikolojik ve Sosyolojik etkilerine dair, Prof. Dr. Sayın İlber ORTAYLI’nın kaleme aldığı, “Tiyatroda Tarihi Oyunlar Üzerine Siyasal bir Analiz” isimli deneme kitabından benzer örnekler çoğaltılabilir.
Yakın dönemin en güçlü sanat dallarından biri olan sinema, teknolojinin de desteğiyle görsel ve işitsel olarak izleyiciye sunduğu konforla birlikte, zamanla tiyatronun popülaritesini düşürmüştür. Sinemanın popülaritesini de her eve girerek erişilebilirliği artıran televizyon aldı ve yine ardından; Toplumumuzun ve genç neslin inanç, kültür ve ahlak algılarını film ve dizilerle yönetebilen dijital yayın platformları kuruldu…
Ayrıca; olumlu ve olumsuz yanlarıyla hayatımıza giren sosyal medyanın gücüyle ve bu mecrada kullanılan bir grup sanatçı, aktivist ve siyasal aktörün; Halkın belirli bir kesimini propagandif söylemlerle etkileyerek, Devletin otoritesine, Demokrasiye ve Milletin siyasi iradesine karşı, illegal ve militarist örgütlenme ve eylemlere zemin oluşturabildiklerine de şahit olduk.
Yazarların, şairlerin, ressamların, heykeltıraşların, geleneksel el sanatları sanatçılarının, fotoğraf sanatçılarının ve benzer sanat dallarına bağlı üretilen eserlerin yazım, yapım, basım, yayım ve sergi giderlerinin makul ve karşılanabilir miktarda olması, bu sanat dallarının icrasını kısmen daha özgür ve eserlerini kolay ve ulaşılabilir kılmaktadır. Ancak sinema ve tiyatro eserleri kostüm, senaryo, oyuncu, sahne, dekor, oyuncu ücretleri ve diğer giderleri nedeniyle pahalı bir sanattır ve bu anlamda; Dünyayı dizayn eden odakların, geniş izleyici kitlesi olan sanat dallarını ve sanatçılarını da kontrol etmesi kaçınılmazdır.
Sanat, var olmanın hiçliğini ve eşrefi mahlukat olmanın şerefini, incelikle rûhumuza işleyerek, hayatımıza geçirme estetiğidir… Sanatçı, insan olabilmenin şuurunu; Filmine, sahnesine, fırçasına, kalemine ve objektifine taşımakla yükümlüdür. Sanatçının duygusunu, düşüncesini, kavgasını, itirazını ve isyanını dile getirdiği eserler de başka milletlerin ya da odakların değil, ait olduğu toplumun özü, kalbi, gözü, kulağı ve vicdanı olmalıdır.