07 Eylül 2024 Cumartesi
Yapay zekâ, bir bilgisayarın veya bilgisayar kontrollü robotun programına kodlanan algoritmalar vasıtasıyla akıllı varlıklarla ilişkili görevleri yerine getiren araçlardır. Yapay zeka; savunma sanayi, siber güvenlik, harita, yüz tanıma programları, suç çözümleme ve önleme, dil bilimi, çeviri, tasarım, seslendirme, ayrıca tıp ve fizik gibi pozitif bilimleri bütünüyle kapsayan eğitim, üretim vs. gibi birçok alanda, günlük hayatımızda kullandığımız teknolojik aygıt ve araçların kullanımında ve geliştirilmesinde, sinema, fotoğraf, resim, heykel, müzik gibi görsel ve işitsel sanatlarda, el sanatlarında, hatta metin, manzume, şiir, öykü gibi edebi ürünler üretebilen elektronik ve robotik sistemler bütünüdür.
Neden Edebi Ürün?
Yapay zekaya kodlanan algoritmalar ile ortaya çıkarılan bir besteye, heykele, resme, edebi metinlere, şiire ya da romana ‘eser’ demek, eserlerini mânâ arayışıyla, kalbiyle ve ruhuyla icra eden sanatçıya haksızlık sayılmaz mı? Sanatçının eserine kattığı/katmak istediği anlama binaen; duygu, aşk, sezgi, ilham, istidat ve kabiliyet gibi fıtri ve ruhani kavramları hangi sayı, hangi algoritma idrak edebilir? Hangi hologram, akıl ve zekâ arasındaki farkı anlamlandırabilir? diye sormak isterim. Fakat bu teknoloji ile artık hayatta olmayan sanatçılarımızın sesiyle yeniden şarkılar oluşturulması, şiir okunması, yıpranmış ya da silinmiş eski fotoğrafların onarılması ya da “Yaşarken şöyle yan yana bir fotoğrafımız bile yok” diyenlerin fotoğraf üstünde de olsa bir araya gelmesi çok kıymetli olabilir. Ancak bilim insanları, yapay zekanın hayatımızı kolaylaştıran ve renk katan bu yeteneklerinin yanı sıra, olası çok büyük tehlikelerinden de bahsediyor.
Yapay Zeka Tehlikeli mi?
Massachusetts Teknoloji Enstitüsü’nün araştırmalarına göre yapay zeka ile; Deepfake (yüz montajı), ses ve görüntü taklidi, dolandırıcılık gibi birçok dezenformasyon ve siyasi manipülasyon yapılabileceği, insan iş gücünün yerini alacak araç ve programlarla bazı mesleklerin istihdam alanlarında küçültmeye gidilebileceği hatta bazı mesleklerin tamamen yok olabileceği, insanların bu sistemlerin yeteneklerini büyüterek kendi zekâsını küçümseyebileceği ya da tamamen bağımlı olabileceği gibi birçok sosyal ve psikolojik alanda 700’den fazla potansiyel risk uyarısında bulunması, tehlikenin boyutunu gösterir niteliktedir. Yapay zeka alanında önemli isimlerden biri olan Geoffrey Hinton’un, sohbet robotlarının yakında insanlardan daha zeki olabileceği uyarısında bulunarak Google’daki işinden ayrılması, ABD merkezli Center for AI Safety’nin (Yapay Zeka Güvenlik Merkezi) teknoloji uzmanları tarafından yapay zekanın getireceği tehlikelerle ilgili imzalanan bir bildiri yayımlaması ve yine Oxford Üniversitesi uzmanlarınca, yapay zekaya kontrolsüz ya da kontrol edilemeyen biyolojik ve nükleer silah algoritmalarının yüklenebileceği yönünde yapılan uyarı niteliğindeki açıklamalar, insanlığın ve dünyanın güvenli geleceğinin sağlanması açısından önemli ve dikkat çekicidir.
Şiir Yapalım:
Şimdi sizlerle, pandemi döneminde yazmış olduğum “Oyun Bitti” isimli şiirimi ve şiirimden alıntılanmış kelimelerle oluşturduğum bir yapay zeka şiirini paylaşacağım.
Oyun Bitti İsimli Şiir:
Oyun bitti Lili
Körebeye yakalandık
Gözlerimizdeki bağı ağzımıza indirdiklerinde başladı yeni oyun
Şimdi sessiz ve kalabalık bir simülasyonun
Tenha ve çıplak çocuklarıyız biz…
Yapay Şiir:
Lili körebe
Gözlerimiz kara delik
Oyun dünyasında kaybolmuş, kalabalığın içinde kayıp ruhlar
Simülasyon hissizlikle sarhoş olmuş
Tenha sokaklarda yankılanan çocuk gülüşleri
Bir anı fısıldıyor rüzgâra
O özgür oyun günleri…
Ne Olacak Bu Milletin Hali?
20.yüzyılın sonlarında insanların robotlaştığından bahsediliyordu, şimdi ise robotların insanlaşacağından bahsediliyor. Yapay zekanın günümüz teknolojisi ve şartları ile sanat yapabilme yeteneği hakkında kesin yorumlar yapmak için henüz çok erken diye düşünürken aklıma Mustafa Sandal’ın ‘Araba’ şarkısı geldi. Şarkının sözlerinde mecazen, sevenin sevileni ruhsuz bulduğu o nakaratı hatırlayalım:
“Onun arabası var, güzel mi güzel
Şoförü de var, özel mi özel
Bastı mı gaza, gider mi gider
Maalesef ruhu yok
Onun için hiç mi hiç şansı yok…”
Evet, yapay zekanın gün görmemiş algoritmaları var, güzel mi güzel; programlanmış görevleri ve yetenekleri var, özel mi özel. Evet, şansı da var diyebiliriz. Peki ya ruhu?
Arama motorları ve sanal asistanlar ile hayatımıza giren ve gün geçtikçe gelişen yapay zeka araçlarına, yaşamımıza kattığı güzellikler ve kolaylıklar için teşekkür ederek, derman bulamadığımız dertlerimize çare olması ümidiyle bir soru soralım:
-Efendim, ne olacak bu milletin hali?
+Yapay Zeka: Bunu mu demek istediniz?
Sorduğumuz sorulara, soru ile cevap almak, hiç cevap alamamaktan ya da yalan yanlış vaatlerle avutulmaktan daha mı iyi, ne?
Banu Sancak
Aşk ile nefret, ihanet ile sadakat ve ağlamak ile gülmek arasında, akıl sınırlarıyla tasavvur edemeyeceğimiz derin ve gizli bir gönül bağı olmalı. Nörobilim uzmanlarına göre ağlamak; beyin, sinir sistemi, hormonlar ve gözyaşı bezlerinin kompleks bir şekilde etkileşime girmesiyle, üzüntü, hayal kırıklığı, mutluluk, sevinç, öfke veya stres gibi farklı duygusal durumlar sonucunda ortaya çıkan nörobiyolojik bir tepkidir.
Bilimsel olarak, gülmenin ve ağlamanın beyindeki farklı bölgeler ve sinir yollarıyla ilişkili olduğu tespit edilmiştir. Ancak beyindeki sinir ağları ve duygusal tepkilerin karmaşıklığı nedeniyle gülerken, ağlamak gibi karşıt duygusal tepkilerin nasıl ortaya çıktığını tam olarak anlamak zordur. Halk arasında sıkça söylenen “Çok gülmek, ağlamak getirir” sözüne rağmen, ağlamakla gülmek arasındaki muhabbete akıl sır erdiremezdi insanoğlu. Tezatları birbirine ahbap etmeyi başaran fıtratımızın da kendisi sır değil miydi zaten?
Gözyaşı Şişesi
Gözyaşları, ağlama sırasında ortaya çıkan sulu, tuzlu bir sıvıdır ve gözleri korumak, nemlendirmek ve yabancı maddeleri temizlemek gibi önemli işlevlere sahiptir. Biyolojik olarak, gözyaşı bezleri gözlerin üst kısmında yer alır; bu bezler, sinir uyaranlarının etkisiyle gözyaşı üretmeye başlar. Antik dönemlerden yakın tarihe kadar, Roma’dan başlayarak doğu ve batı uygarlıklarında ve dünyadaki birçok kültürde, insanların aşk acısından ve ayrılıklardan sonra duyduğu acıyı, ayrıca savaşların ve ölümlerin ardından gelen yas sürecindeki kederi, üzüntüyü ve saygıyı ifade etmek amacıyla gözyaşlarını gözyaşı şişelerinde biriktirerek, ölenlerin mezarlarına koydukları da bilinmektedir.
Yönetmenliğini Mohammad Rasoulof’un yaptığı, 2009 yapımı The White Meadows (Beyaz Çayırlar) filmi, büyük bir tuz gölü olan batı İran’daki Urmia Gölü’nün ıssız manzarasında geçmektedir. Film, cenazelerde insanların gözyaşlarını gözyaşı şişesinde toplayan bir adamın köylere ziyaretlerini anlatır. Her ziyaretin kendine özgü sembolik ve gizemli bir hikayesi vardır. Ziyaret edilen yerli halk, şişede toplanan gözyaşlarının büyülü bir anlamı olduğuna ve incilere dönüştürebileceğine inanır. Geleneklerin ve ritüellerin, fantastik hikayelerle yansıtıldığı filmin sonunda, şişede biriktirilen gözyaşları ile gölün tuzlu suyunun birbirine karışması, ağlamanın felsefi boyutunu sembolize eder.
Ağlar İnsan Dediğin
Ağlamanın ve gözyaşlarının; Türk ve dünya edebiyatında, şiir, müzik, tiyatro, sinema, resim gibi birçok sanat dalında sıkça işlenen tasviri ve ifadesi, duygusal ve ruhsal boyutta hayli etkileyicidir. Halil Cibran; “Birlikte güldüğün insanı unutabilirsin ama, birlikte ağladığın insanı asla unutamazsın.” der. Çünkü insan, en sevdiğinin ya da güvendiği insanın yanında duygularını gizleme ihtiyacı hissetmez. Geleneksel ve kültürel zeminde şekillenen ve kabul gören cinsiyetçi davranış kalıplarına göre ağlamak, acizliği ve zayıflığı çağrıştırdığı için toplum içinde ağlamamak, erkeklere dayatılan güç ve dayanıklılık algısının bir tezahürüdür. Victor Hugo’nun; “Ağlamak için gözden yaş mı akmalı? Dudaklar gülerken, insan ağlayamaz mı?” dediği dizelerin her harfi, şairin içine akan birer damla yaştan ibaret değil midir? Ki sonraki yıllarda; “Bir bakış bir aşığa neler neler anlatır. Bir bakış bir aşığı saatlerce ağlatır” diyerek aşkı için sabahlara kadar ağlayan da şairin kendisidir.
Ağlayabilseydiniz, Anlayabilirdiniz!
Merhum Şair/Yazar Necip Fazıl Kısakürek’in Reis Bey adlı kitabından sinemaya uyarlanan aynı adlı filmde, cinayetten yargılanarak suçsuz yere idam cezası alan mahkûmun ve mahkûmun masumiyeti ortaya çıktıktan sonra vicdan azabı ile kendisini ve insanlığı hesaba çeken Reis Bey’in diyaloglarından kısa bir kesit:
Mahkûm: “Etmeyin Reis Bey! Siz ağlayamazsınız! Ağlayabilseydiniz, anlayabilirdiniz… Siz merhametten, acıma duygusundan yalnız kötülük doğacağına inanmışsınız. Yerine göre haklısınız. Fakat ondan ne büyük iyilik doğacağını unuttuğunuz için, en büyük hakkı kaybediyorsunuz! Rahmet kaldırılmış sizin kalbinizden! Buz çölünde yol alıyorsunuz! Reis Bey! Mühürlü kalbinizin açılmasını dilerim.”
Reis Bey: “Ben diyorum ki her fert başucuna; ‘Suçlu benim, herkes suçsuz!’ levhasını asmalıdır. Ben diyorum ki yegâne kurtuluşumuz herkesin herkesi affetmesindedir. Daha ötesi kanunların sorumluluğuna girer. Ama görüyorum ki anlatamıyorum… Hissediyorum ama anlatamıyorum! Mahkûm, ‘Ağlayabilseydiniz, anlayabilirdiniz’ dedi. Ağladıkça anlıyorum! Ağladıkça anlıyorum.”
“Gelin çocuklar… Hep beraber ağlayalım, mazlumun kendinde kıyılana, zalimin de kendinde kıydığına ağlayalım… Zalime daha çok ağlayalım çocuklar, zalimde beni ve kendinizi görün, ağlayanlardan olmak varken, ağlatanlardan olmak reva mı?”
“Çocuklar size bir teklifim var. Gelin bir çete kuralım sizinle, bir gözyaşı çetesi ve insanlığa gözyaşını öğretinceye kadar onları delik deşik edelim. Ama bıçaklarla değil, ıslak kirpiklerimizle…”
Ağlamak, direnmektir. Gözyaşları, yeniden ayağa kalkabilmenin ve yenilenmenin yakıtıdır. Ağlamak, gülmenin sadakası, çekilen acının fiyakasıdır. Ağlamak, yenilirken yenmektir çünkü ağlamak, hayata direnmektir. Ağlamak, yanmaktan dibi tutmuş kalplerin can suyudur. Ve nihayet, ağlamak; en insani, insan huyudur.
Banu SANCAK
Fonetik, “Kelimelerin söyleyiş biçimlerini, seslerin geçirdikleri evrimi ve konuşma organlarının işleyişini inceleyen bilim dalı, kısaca ses bilimi” olarak tanımlanır. Fonetik kelimesi etimolojik olarak eski Yunanca’dan “Phonetikos” (Ses etme, söyleme) olarak Fransızca’ya, “Phonétique” (Sese ilişkin) tanımlamasıyla da Fransızca’dan dilimize geçmiştir.
Fonoloji olarak da adlandırılan ses bilimi, dilin telaffuzundan ziyade yazım tekniği ile alakalıdır. Mesela İngilizce’de ve diğer birçok dilde olmayan, Türkçe’de bulunan ‘Ç’ harfinin; Almanca’da ‘Tsch’, İtalyanca’da ‘C’ harfinin yanına ‘İ’ ve ‘E’ harflerinin getirilerek çıkarılması gibi… Benzer örnekler çoğaltılabilir. Bu durumda, Türkçe’nin diğer birçok dünya diline göre daha fonetik olduğunu söyleyebiliriz. Merhum Prof. Dr. Oktay Sinanoğlu’nun da dediği gibi; “Türkçe, dünyanın en zengin dili, matematiksel yapısı ile bilim insanlarının ve matematikçilerin hayran kaldığı bir dildir.” Türkler öze, söze ve sese önem verir; bu, atasözlerimize ve deyimlerimize de yansımıştır: Ses vermek, ses getirmek, ses çıkarmak gibi… Merhum şair Fazıl Hüsnü Dağlarca, Türkçe’nin önemini vurgulamak için ses kavramından yararlanmış ve ‘Türkçe Katında Yaşamak’ şiirinin son mısrasında “Türkçem benim ses bayrağım” ifadesini kullanmıştır.
Dünya ortak dilinin İngilizce, bilim dilinin ise Latince olarak kabul görmesi dışında, diğer dillerin fonetiği hususunda dil bilimcilerin ortak ve kesin bir görüşü olmamakla birlikte, insanlar genel olarak şarkılarda İtalyanca ve Fransızca, günlük dilde İspanyolca, edebiyatta ise zengin kelime haznesi ve dil bilgisel yapısı ile Türkçe’nin ve yine Hint-Avrupa dil ailesinden olan Farsça’nın fonetiğini beğenmektedir.
Fonetik, farkında olmasak da günlük hayatımızın birçok alanında kullandığımız bir sistemdir. Mesela bir kelimeyi ya da rakamı telefonda aktarırken, plaka kodlarken, test sorularının şıklarını söylerken vb. harfleri tanımlamak için kullanılan kelimeler, telaffuzu kolay kelimelerden seçilir; (A) harfi Adana, (B) harfi Bursa, (C) harfi Ceyhan kelimeleri ile kodlanması gibi. Uluslararası Fonetik Alfabesi ve NATO fonetik alfabesinin amacı; çeşitli dillerdeki kelimeleri ve harfleri, ses ve sembollerle kodlayarak anlaşılır kılmak, ayrıca denizcilikte ve havacılıkta, uçuş, seyir, iniş, kalkış vb. esnasında liman, kule ve istasyonlarla yapılan elektronik haberleşmelerde yanlış anlaşılmalardan doğabilecek aksama ve kazaların önüne geçmektir. Pilotların kule ile iletişimlerinde; “A, B, C, D” harfleri için Alfa, Bravo, Charlie, Delta; gemi kaptanlarının acil ya da tehlikeli durumlarda Mayday, Pan-Pan sembol kelimelerini kullanması örnek olarak gösterilebilir.
Merhum Eğitimci Şair-Yazar Nihat Sami Banarlı’nın ‘Türkçenin Sırları’ isimli kitabından bir anı:
Abdülhak Hamit Tarhan ile İsmail Hakkı Danişment arasında şöyle bir diyalog yaşanır:
Abdülhak Hamit, Türk dilinin fonetiğinden bahsederken ‘Ç’ sesinden nefret ettiğini söyler.
Danişment bunun sebebini sorduğunda: “Bu sesle başlayan kelimeler hep kötü mânalı kelimelerdir… Mesela; çile, çirkef, çirkin, çamur, çingene, çılgın, çetrefil, çapulcu, çopur, çatırtı, çakal, çekirge, çöl, çiğ, çukur, çakır ve daha neler neler… Böyle bir sesten kim hoşlanır?” der.
Danişment ise ‘Ç’ sesini şöyle savunur: “Siz hiç çiçek sevmez misiniz? Çalgıdan hoşlanmaz mısınız? Çimen, çam ve çınar gibi şeyler içinizi açmaz mı? Hiç çay içmez misiniz? Çilek yemez misiniz? Çorba ve çerez gibi şeyler hoşunuza gitmez mi? Çocuk sevmez misiniz?”
Abdülhak Hamit bu örnekleri duyunca gülümser, ‘Ç’ sesine haksızlık yaptığını itiraf eder ve: “Aferin sana! Şimdi bunları hatırlatınca ‘Ç’ sesiyle aramızı bulmuş, bizi barıştırmış oldun,” der.
Fonetik, dilin tanısı, harflerin tınısı ve kelimelerin şarkısıdır. Bu nedenle fonetik bilgisi; şair ve yazarlarda, ses sanatçılarında, motivasyon konuşmacılarında, terapistlerde vb. kısaca yazarak ve konuşarak icra edilen sanat ve meslek gruplarında çok önemlidir. Doğaya ya da güzel bir görsele baktığımız anda harekete geçen nöroestetik uyarıcıların, fonetiği güzel olan, kulağa hoş gelen akıcı ve ahenkli kelimelerin ya da şarkıların telaffuzu ve duyumu esnasında da aktifleştiğini düşünmekteyim.
Fonetik olarak, kelimenin anlamı ile uyumlu olan ya da kulağa hoş gelen birkaç örnek kelime ile ses verelim: Hiç, ana, kedi, gökçe, okyanus, asude, düş, dirlik, bilge, su, haz, vesvese, gam, vefa, canhıraş, berzah, şikâr, üflemek, efkâr, eyvah, gam, hâyal, buğu, mum, yar, hece, aşk, ateş, sultan-ı yegâh…
Ah!
Banu Sancak
Su… Hayat kaynağı, canlı, hafızası olan, hikmetin, uyumun, tevazunun, şifanın, gücün, inancın, bilgeliğin, saflığın, temizliğin, yağmurun, bolluğun ve bereketin simgesi; müfrit hallerde ise kontrolsüz yıkıcı gücün, toprak kaymalarının, kar fırtınalarının, tsunamilerin, boranın, sel ve taşkınların sebebi…
Suyun doğası ve felsefesi filozofların ve mutasavvıfların ilham kaynağıdır. Sufizmde su aşk gibi saftır. Suyun akıp yolunu bulması, akarken önüne çıkan engellere takılmaması, taşların ve yosunların arasından akarak yoluna devam etmesi, Sufilerin “Seninle uğraşan hiç kimseyle uğraşma, eğer uğraşırsan onunla aynı yerde kalırsın. Etrafından dolanıp devam et yoluna.” düşüncesinin ilham kaynağıdır. Su uyumdur; suyun girdiği kabın şeklini alması, maddesel boyutta donması, çözülmesi ve buharlaşmasıyla tabiatın değişim ve uyum kanununa işaret eder, tıpkı doğaya uyum sağlayan canlıların hayatta kalabilmesi gibi… Su tevekküldür; en nihayetinde ufacık su birikintileri dahi toprakla hemhal olur, nebata can olur ya da buharlaşarak yağmur olur. Dereler ve nehirler denizlere, okyanuslara akıp gürleşir, bir olur, az iken çok olur. Suyun azizliği, cömertliğinden, bilgeliğinden ve doğadaki bütün canlıların hayat kaynağı olmasındandır.
Su, hayatın annesi, felsefenin babası, bedenimizin denizi, ruhumuzun iç sesidir. Su, suları ıslatamayan Abdurrahim Karakoç’tur; gün batımında ufuktaki kızıllığa bakıp “Sular mı yandı?” diyen Ahmet Haşim’dir; “Yelken ol, kürek ol, dümen ol, balık ol, su ol, git gidebildiğin yere” diyen Orhan Veli’dir; Fuzuli’nin Resulü Ekrem Efendimize “Su Kasidesi” ile seslenişidir; mutasavvıf şair Yunus Emre’nin “Bınar-ıdum erenler kıldı nazar/ Deniz oldum dört yana ırmağıla.” (Hiçtim, mürşidim yol gösterici oldu, ırmak olup denize ulaştım) derken işaret ettiği hakikat ve hikmetin kaynağıdır.
İslam felsefesine göre su, öfkenin ilacıdır. Zira öfke, şeytandandır. Şeytan ateşten yaratılmıştır, ateş su ile söndürülür. Öfkelenince suya girilmesi ya da abdest alınması tavsiyeleri suyun sakinleştirici ve yatıştırıcı özelliğindendir. Su sesi ise ruhun şifasıdır. Selçuklu Türklerinden kalma Osmanlı geleneklerinde, psikolojik rahatsızlıkların tedavisi, Darüşşifa hanelerinde musiki ve su sesi terapileri yapılırdı. Metafiziksel alanda yapılan araştırmalara göre, canlı olan suyun frekansını değiştiren görsel, işitsel ve koku hafızası vardır. Bu nedenle görülen kötü rüyaların gerçekleşmemesi için akan suya anlatılması ve yine psişik saldırılara, nazar ya da göz değmesi olarak tanımlanan negatif enerji akımlarına karşı okunan duaların üfleme sureti ile suya kodlanarak, kötü enerjilere maruz kalanlara şifa niyetine içirilmesi tavsiye edilir.
Yapılan bilimsel araştırmalara göre, küresel ısınma ve iklim değişikliklerinden, kuraklaşma ve çölleşmeden dolayı oluşabilecek su krizi ve doğanın dengesinin bozulması ile ortaya çıkabilecek kıtlıkların önüne geçilebilmesi ve canlıların hayatta kalabilmesi için ciddi önlemler alınması gerekmektedir.
Dünya bizler için yaratıldı ama bize ait değil… Kur’an-ı Kerim’in birçok ayetinde belirtildiği üzere, bir damla sudan yaratılan insanın bedeninin üçte ikisi sudur, tıpkı dünyanın üçte ikisinin sularla kaplı olması gibi. İnsanı, âlemleri, toprağı ve suyu yaratan Allah’a hamd olsun. Niyet edelim bizlerden sonra dünyaya gelecek olan nesillerimiz için doğayı ve su kaynaklarımızı korumaya.
Ez cümle; niyet edelim, su gibi aziz olmaya.
Banu SANCAK
Korku, fiziksel ya da ruhsal zarar görme duygu ve düşüncesiyle, tehlike ya da tehdit olarak algılanan olaylar, bilinmezlik ya da belirsizlik durumları karşısında uyarıcı bir etki olarak ortaya çıkan yaşamsal bir tepkidir. İnsanlar ve canlılar yaşamları boyunca karşılaştıkları olaylar karşısında hayatta kalma içgüdüsü ve zarar görmeme hissiyle çeşitli kaygı ve korkulara kapılabilir ve kendilerini korumaya alabilirler. Korku, heyecan ve panik halindeyken, epinefrin olarak da bilinen adrenalin hormonunun salgılanması, tehlikeyle başa çıkabilmek adına bizi harekete geçirmekte, güvende tutmada ve cesaret hissini tetiklemektedir. Cesaret ise korku hissinin zıttı değil, tehlike ya da tehdit arz eden durum ve olaylar karşısında alınan bir savunma reaksiyonudur.
Korkunun Felsefi ve Manevi İklimi
“Korku işe yarayabilir ama korkaklık hiçbir işe yaramaz.” diyen Mahatma Gandi, “Cehalet korkuya, korku nefrete, nefret şiddete götürür.” diyen İbn-i Rüşd ve “Cesaret tehlike anında zekânın kullanılmasıdır.” diyen Platon, cesaretin korku karşısındaki yaptırımlarına felsefi olarak dikkat çekerken, “Cesaret insanı zafere, kararsızlık tehlikeye, korkaklık ise ölüme götürür” diyen Yavuz Sultan Selim Han, bir savaşçı mantığıyla stratejik bir yorum getirir. Bir gün bir adam İbrahim Ethem Hazretlerine gelir ve: “Ben Allah’tan korkmak değil, O’nu sevmek istiyorum.” deyince İbrahim Ethem Hazretleri: “Sevgiden büyük korku mu olur?” diye cevap verir. “İnsan, sevdiğinden korkar, fakat korktuğunu sevemez.” diyen Cenap Şehabettin ve “Sevmek kimi zaman rezilce korkuludur” diyen Atilla İlhan da şiir cephesinden anlatıyordu korkunun manevi iklimini.
Korku, Cesaretin Yakıtıdır
Yönetmenliğini Neil Burger’ın yaptığı 2014 yapımı “Divergent” (Uyumsuz) isimli distopik bir hikayenin işlendiği aksiyon filmindeki “Korku seni etkisiz hale getirmez, sadece tepki vermene sebep olur” repliği, korku hissinin cesaretin yakıtı olduğunu düşündürür. Uzmanlara göre korku ve gerilim filmlerinin ve korku edebiyatının sevilmesinin nedeni; beyindeki tepki ve savunma mekanizmalarını uyarması ve adrenalini tetiklemesi, insanlara güvenli bir ortamda korku deneyimi yaşatırken duygusal hazzı yoğunlaştırıp, korkularıyla yüzleştirerek deneyim kazandırması ve öz benliği güçlendirme etkilerinin olmasındandır.
İman, Korkuya Kalkan mıdır?
Film eleştirmenleri ve felsefecilere göre Tarkovsky’nin ‘Kurban’ filmi, Soren Kierkegaard’ın ‘Korku ve Titreme’ kitabının öyküsünü andırır. Kierkegaard “Korku ve Titreme” isimli kitabında; Hz. İbrahim’in, oğlu İshak’ı kurban etme kıssasını kutsayarak anlatırken, Hz. İbrahim’in cesaretiyle paralel olan imanını ve İshak’ın korku karşısındaki tevekkülünü vurgular. Yiğitliği ve cesaretinden dolayı, ‘Aslan Avcısı’ lakabıyla anılan Hz. Hamza; “Allah’tan korkan hiç kimseden korkmaz, Allah’tan korkmayan ise herkesten korkar. Gözümün gördüğü hiçbir şeyden korkmam” demiştir. İslam’a göre cesaret imandandır, kör duygu ve hissiyatların geçici zafiyeti gibi istisnai haller dışında, cesaret ve iman doğru orantılıdır, kafirde görülen cesaret, cehalet ve gafletten dolayıdır ki “Cahil cesur olur.” atasözü de bu detaydaki manaya işaret etmektedir. İstiklal Marşı dahi ‘Korkma’ kelimesi ile başlayan aziz milletimizin ve “Allah yolunda öldürülenler için ‘Ölüler’ demeyin, onlar diridirler, fakat siz bilemezsiniz.” (Bakara/154) ayetine istinaden, vatan savunmasında ‘Ölürsem şehit, kalırsam gazi olurum’ inancıyla savaşan askerlerimizin ve güvenlik kuvvetlerimizin savaşçı kudreti, cesaretin ve vatan sevgisinin imandan beslendiğini doğrular niteliktedir.
Kontrol İkilemi
M.Ö. 3. yüzyılda Kıbrıslı Zeno tarafından kurulmuş ve Seneca, Epictetus ve Marcus Aurelius gibi filozoflar tarafından geliştirilen, bireylerin içsel benliklerini geliştirmeye ve doğaya uygun yaşamaya odaklanmaları gerektiği inancına dayanan Stoa felsefesine göre korku ve kaygı ile baş edebilmenin ilk ve en iyi yolu “Bazı şeyler bize bağlıdır, bazı şeyler ise bizim elimizde değildir” görüşünü tanımlayan ‘Kontrol İkilemi’dir. Kontrol ikilemi felsefesinin detaylarına baktığımızda, İslam’daki kader, kaza ve tevekkül inancı ve anlayışı ile bağdaşan birçok ortak nokta görürüz. Stoacılığa göre cesaret, korkularla yüzleşebilme, zorlukları aşabilme ve zor olsa bile doğru olanı yapma cesaretidir. Ayrıca acıya, ıstıraba, yenilgiye ve kayıplara dayanabilme ve bu deneyimlerden büyüme, güçlenme ve yine çalışkan ve bilge olma, kendimize, çevremize adil ve saygılı davranma, topluma faydalı olma girişimleri de cesaretin bir parçasıdır.
Kahraman Kimdir?
İnsanın temel dürtülerinden biri olan korku ve cesaret duygularını düşünüp incelerken cesaretin taklit edilebilirliği karşısında, korku duygusunun daha net ve şeffaf olduğunu fark ederiz; bu nedenle hamasete aldanmamak gerek. Tarih boyunca korku üzerine inşa edilmiş örgütlere, yönetimlere ve hayatlara rağmen, erdemli ve ahlaklı toplum olmak adına, adaletsizliklerin, zalimlerin ve zulümlerin karşısında, mazlumların yanında olan insanlardan, ezcümle; insan sevgisi olan kullardan daha cesur bir kahraman görülmedi.
Banu Sancak
Tercüman Gazetesi Veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız. Detaylar için veri politikamızı inceleyebilirsiniz.