11 Eylül 2024 Çarşamba
Bırakalım da herkes istediği gibi mi yaşasın?
Hayır efendim, herkes istediği gibi değil; akıl, sağduyu, mantık ve nizam-ı âlem terazisi bakımından “olması gerektiği gibi” yaşasın.
Yeryüzündeki varlığı yüz binli yıllara dayanan insanlık ailesinin derin tecrübelere dayanan sabiteleri vardır. Boşuna çekilmedi bunca acılar. İnsanın terbiyesi için boşuna gönderilmedi bunca elçiler, feylesoflar, kitaplar, öğretiler.
Evren bir düzen içerisinde işlemektedir ve hiçbir şey başıboş bırakılmamıştır ki insan da buna dahildir. Başıboş kalan insanın yaz vakti sahil boylarında, metruk mahallerde, park ve bahçelerde, sokak aralarında, düğünlerde, trafikte… müsebbibi olduğu kaos ve curcunayı hepimiz yakından biliyoruz. Verdiği zarar bakımından başıboş insan, sokak köpeklerinden daha tehlikelidir. Aksini söyleyen gelsin de ispat etsin.
İnsanın beyninin içinde yanmayan meşale dışını aydınlatmaz. Basit bir soru ile şunun cevaplanması gerekir:
Anadan doğma üryandın sen, bir örtüye niye büründün? Bürünmeseydin kardeşim!
Ha neden; çünkü haya insanlık vasfındandır. Sen doğası gereği uzvu açıkta gezen maymun değilsin.
Karşı durulması gereken esas ilke gericiliktir. Ancak gericilik nedir? İleriye gidememektir.
İleriye gidemiyorsan geride değil misin?
İnsan yeryüzünde ilk belirdiğinde bir ağacın iki geniş yaprağıyla örtündü. Yani, “amann be giyeceğim bir şey yok ki niye örtünecekmişim ayol!” demedi. İki yaprak buldu yine örtündü.
Çağ millattan sonra milenyum. Soyunan, ilkel insana yol alandır. Bilsin ki geridedir ve gericidir. Cinsiyeti mi? Kadın yahut erkek hiç fark etmez.
Herkesin içten iteklemeli olduğu, kendi kendini disipline ettiği, nefsini hizaya getirdiği bir düzende kimse kimsenin üstünde bir baskı aracı değildir.
Kasis yolun değil yolcunun ayıbıdır.
Ne Afganistan ne İran; ne kilise raconu, ne katı
laiklik ne de derin bağnazlık.
En doğru yol orta yol; orta yol en doğru yoldur.
Fuat OSKAY
Güzellikleri çoğaltmak mı, çirkinlikleri azaltmak mı?
Bana öyle geliyor ki asıl peşinde olmamız gereken, çirkinlikleri azaltmak değil; güzel olanı çoğaltmaktır.
Beyaz değil yeryüzünün ana rengi, siyah. Beyaz, siyahtan kazınarak elde edilir. Güneş doğmaz. Karanlık, ellerini çeker gündüzün üzerinden.
Başını çevir bak. Gözünün alabildiği kadar karanlık, çirkinlik ve kötülük var zaten.
Ve yine dön kendine. Zerre kadar bir umut ışığı var ise çoğalt. Geniş bir aydınlığa dönüştürme çabası güt.
Yap. Onar. Tamamla ve kazan.
İslam’da olduğu gibi diğer bütün kadim öğretilerde de geçerli olan temel paradigmadır bu.
Yıkmak kolaydır, yapmak zor.
Sevgili Peygamber, nübüvvetinin ilk yıllarından itibaren kendilerinden görünüp de başkası olan, dilinden bal damlayıp belinde hançer saklayan, yüzü gülüp içi zehir kaynayan, yanında görünüp de uzağında sabahlayan fasık ve münafıkların tek tek farkındaydı. Hepsini bir bir biliyordu; lakin bir gün dahi olsun onlardan birine yüzünü ekşitmedi. Mütebessim bir çehreyle sabır, şefkat, merhamet ve muhabbet ile yaklaştı hep. Hatta bazılarına savaş ganimetlerinden dağıttı, onları kollayıp gözetti.
Bu davranış biçimi elbette onun üstün peygamberlik vasfının gereklerindendi.
Neden böyle davrandı? Elbette insan kazanmak için. Kaybetmek kolaydı çünkü. “Bizden değilsiniz.” der, yollarını ayırır biterdi. Ancak kalplerinin ısınmasını dahi büyük bir kazanım olarak addediyordu.
Peygamberlik makamı son buldu bugün; ancak elçilik makamı devam ediyor.
Yeryüzünde güzel olana dair umut kırıntılarını yüreğinde büyütüp insanlık bahçesine gül bırakan her insan peygamberin dostu ve elçisidir.
Fuat OSKAY
“Olduğu gibi” mi kabul edelim?
Etmeyelim bence. “Beni olduğum gibi kabul et!” diyenlerin çoğu olmamışlardır eminim.
“Olduğu gibi” kabul görmek isteyenler “olması gerektiği gibi”ye direnenlerdir aslında.
Ne yapalım peki, kapı dışarı edelim?
Elbette kapı dışarı etmeyelim; ancak içeriye de törpüleyerek alalım.
Toplumun ve insanlar arası ilişkilerin genel geçer etik ilkeleri, ahlaki değer, kural ve kaideleri var. Asgari düzeyde bu teraziye uyumlu olmasını sağlayalım. Bu hususa aykırılık, zaten onu ortamda kendiliğinden egale edecektir.
“Ben buyum!” diye bir şey yok. İsteyen değişir, uzlaşmak isteyen orta yolu bulur. İstemeyen ise kendine başka bir yol bulur.
Kriterlere uymayan hiç kimsenin kapıdan içeri alındığı görülmemiştir. Bu, gönül kapısında da böyledir, devlet kapısında da böyle, cennet kapısında da böyle.
Günahkâr müminlerin dahi bir süreliğine cehennem ateşinde yakılmaları da bu hikmetten.
Salt ceza olarak bakılmamalı. Orada ateş bir terbiye, bir değişim dönüşüm, bir temizlik vasıtası olarak görülmelidir. Ateş de iyi bir temizleyicidir sonuçta. Suyun sirayet etmediği durumlarda devreye girer. Cennet temizdir, ehline karışmak arınmayı gerektirir çünkü.
Dolayısıyla Yaradan dahi olduğu gibi kabul etmiyor kulunu diyebiliriz. Yüz yıllar boyu elçiler, kitaplar, levhalar, uyarılar göndermesi bu yüzden.
Olması gerektiği gibi olmayanlar kendilerine başka yollar ve mekânlar buluyorlar. İnsan ki iradesinde hürdür amenna. Ancak sorumlulukları da bakidir.
İyi de Mevlânâ’ nın dergâhının kapısı vardı bir de. “Gel, ne olursan ol yine gel. Bu kapı umutsuzluk kapısı değil” diye sesleniyordu ahaliye. Bu, “olduğu gibi” kabul çağrısı değil miydi? Diye soruyorsun:
“Bizim Yunus” Tapduk Emre’nin kapısına kırk yıl boyunca dağlardan sırtlayarak bir defa bile olsun eğri odun getirmedi ya, biliyorsun. Hem mürit hem de mürşit farkındaydı bunun. Bu bir iradeydi. Yunus o kırk yılın sonunda Yunus oldu. Yunus eğri odunların nezdinde asıl bütün eğriliklerini kendi nefsinde düzeltti.
Mevlana’nın gittiği yol ve temsil ettiği makam da bellidir. Davet ettiği kapı bir nevi giriş kapısıdır. Kişi bu kapıdan “olduğu gibi” alınır, seyr-i sülük diye bir yolculuğa çıkarılır, temizlenir, terbiye edilir, kemale erdirilir ve çıkış kapısından “olması gerektiği gibi” çıkarılır.
Yani cevheri alır o kapı, mücevhere dönüştürür.
Fuat OSKAY
Selâm olsun bizden güzel dünyaya
Bahçelerde hâlâ güller açar mı?
Selâm olsun sonsuz güneşe, aya
Işıklar, gölgeler suda oynar mı?
(A.H. TANPINAR)
Zamanla sınırları da sinirleri de değişiyor insanın.
İlk gençlik çağlarında çağlayan gibisin. Debin yüksek. Bendini yıkıp enginlere akmak, ne varsa önüne katıp götürmek istersin. Müdahale etmek istediğin ne yok ki? Yakınından uzağa sana aykırı gelen her şeye sinirlenirsin. Kafa tuttuğun koca bir dünyadır. Ama olsun umurunda değil, güç var sende, kudret var; koymuşsun kafana insanları değiştireceksin. Moğol steplerinden Afrika’ya uzanır ufkun. Kartalın pençeleri var sende, kendini kanatlarında hissedersin.
Sonra… Sonra işte zamanla. Yorulursun. Durulursun. Başkalarının dünyasından kendi dünyana dönersin. Öyle olur olmaz her şeye sinirlenmeyi bir tarafa bırakırsın. İç ülkenin sınırlarına çekilirsin. Daha çok kendinle hasbihâlde bulunur, kendinle iktifa edersin.
Hayır. Tek tek kişilerin değil; insanın serüvenidir bu.
Büyük İskender, Babil Sarayı’nda dünyanın geri kalanının fethini planlarken otuz üç yaşında öldü. Ha ölmeseydi n’olurdu? Bütün bir dünyayı fethederdi. Buna kudreti yeterdi.
Sonra…Sonrası eminim ki bütün dünyayı fethedip hükmü altında bulundursaydı dahi ahir ömründe bir dağ eteğindeki Tibet köylüsünün yalnızlığını özleyecek; sonunda çekilip sığındığı ve bir parça huzur bulduğu ülke yine iç ülkesi olacak; iç denizinin limanlarına demir atıp ölümünü öyle bekleyecekti.
Fuat OSKAY
– Bugün çürüktür.
Neye dayandırıyorsun bunu, nerden çıktı?
-Çünkü bugünün yarına kalacak bir tarafı yok gibi duruyor.
Dünden bugüne medeniyet dediğimiz olgunun en büyük göstergelerinin başında mimari yapılar gelmektedir.
Çıplak gözle bak şöyle dünyanın dört bir tarafına, dünü çok rahat görürsün. Roma İmparatorluğu’nun en etkileyici ve en eski yapılarından biri olan Kolezyum örneğin. Komutan Vespasianus tarafından bir arena olarak M.Ö. 72 yıllarında inşa ediliyor. Roma’nın simgesi Kolezyum günümüzde en çok turist çeken yerler arasında yer alıyor.
Suriye’nin Halep kentinde tarihin en eski yapılarından olan Tell Qaramel’in geçmişi M.Ö. 11000 ila 9670 yıllarına kadar uzanıyor. Tell Qaramel de tıpkı Göbekli Tepe gibi tarihin en eski yapıları olarak kabul edilen yerler arasında bulunuyor.
Bernanez, Fransa’nın Bretanya bölgesinde bulunan ve Avrupa’nın en eski büyük megalitik yani büyük taş yapıtlarından biri olarak yer alıyor.
Zoser piramidi Firavunlar döneminden kalan Mısır mimarisinin etkileyici örneklerinden biri olarak biliniyor.
Tarihin en eski mimari yapılarından bir diğeri olan Petra Antik Kenti Ürdün sınırları içerisinde yer alıyor. M.Ö. 4 yılına uzanan tarihi geçmişi ile en eski mimari yapılar arasında olan Petra, kireç taşının oyulması ile oluşturulan yapılar, birçok amfi tiyatro ve mezarları içerisinde barındırıyor.
Çin’in kuzey sınırlarını korumak için inşa edilen Çin Seddi, dünyanın en büyük savunma yapılarından biri olarak biliniyor.
İzmir ili sınırları içerisinde yer alan Artemis Tapınağı da yine tarihin en eski mimari yapıları arasında.
Kıbrıs’ta bulunan Hirokitya M.Ö. 5800 yılına uzanan bir geçmişe sahip. Akdeniz bölgesinin en eski yerleşim yerleri arasında yer alan Hirokitya’da kerpiçten yapılmış düz çatılı daire şeklindeki evler günümüze kadar gelmeyi başarmış bulunmaktadır.
Daha yakın dönemler için kendi topraklarımıza bakalım: Koca Sinan’ın “Çıraklık Eserim” dediği Şehzade Mehmet Camii ne zaman inşa edildi biliyor musun? 1548 yılı.
Bir çıraklık eseri dahi beş asırdır hayatta. Dünün nişanesi olarak dimdik ayakta.
Peki bugün en son teknolojinin imkanlarından yararlanarak inşa ettiğimiz yapıların ömrü ne kadar?
– En fazla kırk yıldır herhalde.
Evet maalesef en fazla kırk yıl, hadi bilemedin elli. Yirmi yıl ayakta duran bir yapıya artık yıkılma tehlikesi olabilir diye dayanıklılık testi uyguluyoruz.
Bugünden yarına miras bırakacağımız bir şeyler yok mu diyorsun yani?
– Üç kıtada altı asır hüküm süren Osmanlı’nın diktiği çınar ağaçlarının gölgesinde dahi halen insanlar serinlemiyor mu?
Biz ise bugün naylon, pet ve plastik üretimin “Kullan-At” çağını yaşıyoruz. Serencamımız bu. Bugünün direnci yok.
Fuat OSKAY
Tercüman Gazetesi Veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız. Detaylar için veri politikamızı inceleyebilirsiniz.