Fuat OSKAY

Fuat OSKAY

18 Ekim 2025 Cumartesi

    DİĞER YAZARLARIMIZ

    AYNADAKİ LEKE

    AYNADAKİ LEKE
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Dünyanın güç ile dizayn edildiği doğrudur; lakin mühim olan, gücün niteliği ve hangi yöne kanalize ettiğidir. Yoksa hak ve batılın ikisi de mutlak zafer için güçlü olunması gerektiğinin bilincindedir.

    Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra, manda, himaye ve kapitalizme dayanan güç, Siyonizmin kirli emellerine hizmet etmektedir.
    Makyavelizm, Siyonizmin düşünce temelini oluşturmaktadır.
    Tümü 400 km karelik bir toprak parçası olan Gazze’de 2 milyon insan yaşamaktadır.
    Gazze, bütün bir Filistin haritasında Filistin’i homojen olarak temsil eden tek yerdir.

    Son 10 yılın organ nakli istatistikleriyle öncesine dayanan veriler arasında, organlara duyulan ihtiyacın azaldığı yönünde bir tablo sergilenmektedir. Bu durumun Filistin ile bağlantılı olması muhtemeldir. Enkaz altında kalan, kuvözde kaçırılan binlerce bebeğin, kimin güzelliğine güzellik kattığı bilinmemektedir.

    İsrail’in oluşturduğu katliam ve mağduriyet sonrası yargılanamaması, küresel ölçekte (özellikle genç nesilde) adalete olan güveni yerle bir edecektir. Ne ki güç kullanımlı, zorla barış ile af yetkisini eline alan bir ulusun yargılanması olanaklı görünmemektedir.

    Hitler sonrası suçunu kabul edip yakın zamana kadar yüklü miktarda tazminat ödemesine rağmen, Almanya’nın Yahudilere neredeyse seksen yıllık borcu bitmemiş gözükmektedir. Eli kanlı katile desteğini bu yönde okumak gerekir.

    İspanya’nın Gazze’ye yönelik desteğinin kodlarına 15. yy. penceresi veya sol yönetimin algısı ve tavrı üzerinden bakılabilir.

    Dünya üzerinde İsrail’i tanıyan devlet sayısı 153; Filistin’i tanıyan devlet sayısı 157’dir.
    15 üyeli Birleşmiş Milletler Daimi Konseyi’nin 14’ü Filistin’i tanımaktadır.

    Avrupa halklarının katliama yönelik başkaldırısı, Gazze için olmaktan daha ziyade Amerika’ya, hegemonyaya, emperyalizme başkaldırıdır. Küresel menfaatleri için Ukrayna’yı yem eden güç, yarın kendilerini de yutabilir endişesi içindedirler.

    Her ülkeye parmak sallayıp tahlile tabi tutan, “şu ülkede şu ihlal var” diye bağıran Amerika, dikkat edilirse iki yıldır İnsan Hakları raporu yayınlamamaktadır. Çünkü kendini biliyor. Gazze’deki katliamın en büyük ortağı kendisi oluyor.

    Gazze’de annelerin, ulusal düzeyde söz birliği etmişçesine çelikleşmiş şöyle bir kararı var:
    “Her birimiz altı çocuk doğurmakla görevliyiz. İkisi evde kalıp eve bakacak, ikisi sahada olacak, ikisi de şehit olacak.”

    Üzerlerine yağdırılan bombalar, bedenlerini çiğneyen buldozerler, evlerine giren droneler, dünyanın gözü önünde maruz kaldıkları yokluk, açlık ve işkenceler bu insanları yıldıramadı, topraklarından koparamadı. Gazze dünyayı değiştirdi ama kendisi değişmedi, kimseye minnet etmedi.

    İleride bu imanı yıkma ihtimali olabilecek tek şey, kültür emperyalizmi tehdididir. Umarım bu gerçekleşmez. Bu tehdidi bertaraf etmek için Gazze’nin gerçek Filistinliler tarafından yönetilmesi hayati derecede önemlidir.

    Gazze’nin yeniden imarı, inşası ve ihyasından söz ediliyor. Bunu yapacak güç, Gazzelileri Ürdün’e, Mısır’a, Sina Çölü’ne, Katar’a, Bahreyn’e, Yemen’e, Suriye’ye sürüp: “Siz buralarda 3–4 yıl bekleyin. Binalar tamamlandığında gelin.” diyecektir bir ihtimal. Gazze’ye dönmek isteyen, dönebilecek mi? Sahil şeridinin ticari amaçlı, tamamen farklı bir format ve dizayn ile Körfez ülkeleri tarafından imar edilmesi ve kapital kartellerin tekelinde işletilmesi hedefleniyor. Yıllar sonra geri dönen, hatıralarının, acılarının, davasının özyurdu olan Gazze’yi yerinde bulabilecek mi? Soru işareti taşıyor.

    Son söz, Pakistan için. Uzunluğu 370 bin km’ye dayanan sınırlarının güvenliğini, uluslararası güç dengesi bakımından koruyabilecek tek gücün Amerika olduğuna inanıyor Pakistan. Liderinin, izzeti bir tarafa bırakıp başkana yaranma çabası, müslüman kardeşinin kanını içen vampire barış elçisi payesi biçmesi bundan.

    Turnusol bir boya maddesidir. Asitle temas ettiğinde kırmızı, bazla temas ettiğinde mavi renk vermektedir.

    7 Ekim’de tam olarak neler bittiğini, bütün detaylarıyla kimse bilmemektedir. Ancak Osmanlı’nın Filistin topraklarından çekilmesi, Filistin’in İngiliz himayesine girmesi, Balfour Deklarasyonu, BM’nin Filistin Kararı, 1948 Savaşları, İntifadalar ve sonrasından bugüne herkes her şeyi bilmektedir.

    Gazze, genelde tüm insanlığın, özelde ise Müslümanlığın en büyük imtihanlarından biri olmaya devam etmektedir.

    Devamını Oku

    KİMDİR AYDIN?

    KİMDİR AYDIN?
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Avcılık ve toplayıcılık döneminde okuma yazmaya ihtiyacı yoktu insanın. Köy yaşamında da.

    Şehirler, 1700’lü yıllarda ortaya çıktı. Şehirlerin ortaya çıkması için üretim ilişkilerinin doğması gerekiyordu. İlk büyüyen şehirler Londra ve Paris oldu. Üretim, ticareti; ticaret de yazıyı doğurdu. Ulus devletler ortaya çıkana kadar da okur yazarlık zorunlu tutulmadı.

    II. Dünya Savaşı sırasında esir tutulan 130 kişilik Rus esir grubuna Nazi subayı seslenir:
    “Hazırlanın. Çalışmaya gidiyorsunuz. Almanların kapısında ‘Çalışmak özgürleştirir.’ diye yazılıdır.”
    Ruslar bunu bildiği için sevinir. Ve subay ekler:
    “Okuma yazması olanları masa başında yazıcı olarak görevlendiriyoruz. Bunun için sınav olacaksınız.”

    130 kişilik esir takımından 30 kişi okuma yazma sınavından geçer.
    Nazi subayı üstüne sorar:
    “Ne yapacağız bunları efendim?”
    Üstü cevap verir:
    “Öldürün. Diğerlerini ise çalışmaya gönderin.”

    Bir zamanların dünyasında yalnızca okur yazar olmak bile “aydın” sayılmak için yeterliydi.

    Kamboçya’da iç çatışmaların kızıştığı 90’lı yıllarda, gözlüğü olan insanlara düşman gözüyle bakıldı. Gözlüğü varsa okuyor, okuyorsa düzene kafa tutuyor diye hedefe konuyordu.

    1 Eylül 1939. Almanların Polonya’ya girdiği tarih. Okuma yazma bilenlerin sayısı nüfusun binde birine eşitti.

    Karl Marks, 1800’lü yıllarda manifestoyu yazarken haksız değildi. Sezar kraldı, her şeyde hakkı vardı. Kilise, yeryüzünün tanrısıydı. İsa mazlumları kurtarmak için gelmiş, ancak kodamanlarca çarmıha gerilmişti. Dolayısıyla halk, ezenler ve ezilenler diye iki sınıfa ayrılmıştı. Bir yol bulunmalıydı.

    İmam Rabbani, bilgi için “Karanlığın içindeki ışık.” diyordu. Bilmek; farkına varmak, silkinmek, keşfetmek, uyanmak, duyularını açmak, karanlıktan çıkmak, kısaca aydınlanmak demekti. Okuyup yazmak o yüzden hep tehlikeli kabul edildi.

    Her şey göründüğü gibi olsaydı, bilmeye gerek kalmazdı. Görünenin arkasındaki dünyayı aydınlatmak için okuyup yazan kişidir aydın insan.
    Bunu yaparken cesurdur ve kendinden bağımsızdır.
    Egoist değildir.

    Kopernik, Darwin ve Freud; insanın zannedildiği gibi bir varlık olmadığını bize gösterdiler. İnsan davranışlarının ardındaki dünyayı aydınlatan Freud, tek Tanrıyı inkâr etti; ancak odasında, dünyanın değişik yerlerinden edindiği 300 kadar tanrı heykeli vardı. Bir insan davranışı için bu da garipti. Bilim onun için en büyük tanrıydı.
    Eşi tutucu bir Yahudi’ydi Freud’un. Lakin ancak ölümünden sonra şabat günleri sinagoga gidip dua edebildi.

    Ailesi, Darwin’i papaz olsun diye yetiştirmişti. Ailesi iyi bir Katolikti. Darwin de tek hakikat olarak gözlem ve deney yoluyla bilimde diretti.

    Fanatik değildir aydın. Kendince ulaştığı sonuçları insanlara mutlak hakikat diye dayatmaz.
    İmam Gazali, kendisiyle birlikte yorum kapısının kapandığını söyler.
    İyi de niye kapansın?
    O da herkes gibi bir insan değil miydi? Zamanın şartları açısından bu gerekli midir, veyahut ne kadar gereklidir bilmiyorum.
    Oysa ki Avrupa’nın tıp Rönesansı, İbn-i Sina’nın eserleriyle başlar. Farabi’yle birlikte zihin coğrafyasında zındık diye tekfir edildi.

    Kalıplaşmış bir düşüncenin ne esiri ne de mürididir aydın. Başkalarını yok sayarak kendisi için bir dünya inşa etmez. Aydın, sınırları zorlayandır.

    Farklı fikirlerin hayat bulmadığı bir dünya, karanlık bir dünyadır.
    Gelişme isteniyorsa fikir alanında bu ancak özgürlükle olur.
    Özgürlük ise fethedilir.

    Yargıtay’ın içtihatlarındandır: “Aykırı ve sarsıcı nitelikte olan söz, hakaret olarak kabul edilmez.”

    Bugün okur yazar olmayı bir tarafa bırakalım, içinde üniversite mezunu olmayan tek hane yok neredeyse. Diğer dünya ülkeleriyle orantılı olarak 25 yaş üstü nüfusumuzun her dördünden biri üniversite mezunu. Okuyan yazan çok.

    Lakin bizcileyin uzun bir müddettir kitleleri peşinden sürükleyen, uyandıran, harekete geçiren, aykırı ve sarsıcı nitelikte söz söyleyen ve söylediğiyle amel eyleyen insan yok.

    “Sizi rahatsız etmeye geldim.” diyordu Ali Şeriati.
    İmam Azam, kendisine teklif edilen dünyalık hiçbir mevki, makam, mal, mülk için bir tek sözünü feda etmedi.
    Said-i Nursi, inandığı hakikat uğruna bütün ömrünü çile içinde geçirdi.
    Aydın insan, bütün zorluklara rağmen cesaret, feraset, belagat ve metanetiyle ülkesini bağımsızlığa götüren, Aliya İzzet Begoviç’ti.

    Dünyanın yeni bir söze mi, sözü söyleyene mi ihtiyacı yok?
    Hayır, ne münasebet!
    Adaletsizlik, hukuksuzluk, zulüm, işkence, açlık, yoksulluk, eşitsizlik, zorbalık, densizlik, nobranlık, kabadayılık, seviyesizlik, pislik, çirkeflik her tarafta.
    Görmüyor muyuz?

    Fil dişi kulelerden insanlığa seslenenlerin kendi sesini dahi duyacağı yok. Hemen yanı başımızda, herkesin gözü önünde insanlık can çekişiyor.
    Öz yurdunda bir millet, bütün bir varlığıyla yok ediliyor.

    Vicdanın sesi olabilecek hiç mi kimse yok?
    Kurak iklim bu. Kör karanlık.
    Her söz her yerde söylenmez mi?
    Yalnızca kendisini anlayabilene denk gelmek ise muradı aydının, bu kitleyi bulana dek sözünün feri sönmez mi?

    Bu anlamda bilgin olmak, namıdiğer entelektüel olmak; aydın olmak ile eşdeğer midir?
    Kesinlikle hayır.
    Bilgin insan, yakın ve uzak tarihimizde çokça örnek verilebilir; ancak aydın insan, parmakla gösterilir.

    Cemil Meriç, Fuat Köprülü, Halil İnalcık ve bugün için ekran önünde tanınan bir yüz olan İlber Ortaylı, hatta Celal Şengör birer bilgindir; ancak Mehmet Akif, davası için sefalet içinde yaşamaktan yüksünmeyen, özü sözü bir aydındır.
    Aydın insan olmanın en temel vasfı, bedel ödemektir.

    Gutenberg, Katolikliğe katkı olsun diye matbaayı geliştirdi. İstedi ki herkes İncil’i okusun, anlasın, yaysın. Ancak bunun Protestanlığı doğuracağını kestiremezdi.

    Umulur ki bu bizde de vuku bulsun. Protestanlık, kilisenin ezici hükmüne başkaldırmaktı. Amaç, İncil’in asıl ruhuna ulaşmaktı.
    Bizde ise hakikat, 1500 yıl öncesinde, Asr-ı Saadet devrinde kaldı.
    Onun için ki bizde aslına rücu, aslında ileri atılmaktır.

    Aydın insan, aydınlanmış toplum kalıbını kırandır.
    Aydın insan, kendini anlayan, benliğinin sırlarına vakıf olandır.

    Medeniyetimiz, kayıp aydınlanmayı ancak özgür düşünce ve bu düşüncenin yön verdiği öz hüküm ile tamamlayabilir.
    Bunun için de tek tek insanların reşit olması şarttır.

    Devamını Oku

    AYNA

    AYNA
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Toplumu çökertmenin iki yolu vardır: Birincisi aileyi yıkmak, ikincisi ise bireyin gelenekle olan bağını koparmak.

    Kadın ve erkek olarak ayrı cins, tabiat ve yapıda yaratılan insan, yalnız başına, her biri diğerinden bağımsız olarak yaşayabilir miydi yeryüzünde? Denedi mi, bilmiyoruz. Tecrübe etmişlerdir belki de. Lakin hayata ihtiyaçlar yön verdi. Tabiatın zorlu şartlarına mukavemet için kadın ve erkek bir araya geldi, bir arada yaşamaya başladı, birbirini tamamladı, birbirinden güç aldı. Tabiatları böyle emretti. Birbirinden türedi, soyunu devam ettirdi.

    İnsan yalnızca bedenden ibaret değildi. Duyguları, hisleri, hayalleri, anıları, geleceğe dair umutları, hayattan beklentileri vardı. Kan bağı, can bağına evrildi. Bu birlikteliğe aile adını verdi. Aile, tek kelimeyle güven demekti. Güven, yaşamak için her şeydi.

    Aile, beşerin yeryüzünde insan olarak belirdiği zamanlardan bugüne ulaştırmayı başarabildiği en kadim teşekküldür. Bu, kendisi için en büyük övgüdür.

    Ne vermedi ki insana aile… İnsan, ailede bir arada olmanın sıcaklığını öğrendi, sevmeyi öğrendi, saymayı, kederde kenetlenmeyi, neşede birbirine sokulmayı. Ailenin en kısa tanımı; bir arada olmak, hayata karşı birlikte tepkide bulunmaktır. Ailede birlikte ağladı insan, birlikte güldü. Hüznü birlikte tattı, mutluluğu birlikte. Aile, insana kimlik verdi, hüviyet kazandırdı. İnsan, soyunu devam ettirdiği annesi, babası üzerinden bilindi.

    Zamanla çoğalan aileler bir araya gelerek yurt edinip sınırlarını korudukları toprak parçası üzerinde büyük, karmaşık ve komplike yapılar olan toplumları meydana getirdi. Toplum, aynı kültür ortamında ana hatlarıyla birbirine benzer karakter geliştiren ailelerin oluşturduğu kitleleri bir arada tutan çatı işlevi gördü. Ailenin sıcaklığı mahalleyi sardı…

    Bireyden topluma varmak tekâmüldür. Salt deyişle toplum, bireyler açısından bir mekân üstünde toplanmayı tanımlar. Ancak bu yalnızca bedenlerin bir arada bulunduğu basit bir toplanmayı değil; sosyolojik kodların yüzyıllara dayanan DNA’sını içeren bir ahitleşmeyi ifade eder. Aile, bu ilişki ağı üzerinde birey ile toplum arasında köprü görevi görmektedir. Denilebilir ki, ailenin ferdi olamayan, toplumun üyesi olamaz.

    Ailenin en temel vasfı, değer üretmektir. Ailenin ürettiği değerler, aile fertlerini bir arada tutan tutkal gibidir. Bu değerler, aile fertlerini günün zorluklarına karşı koruduğu gibi yarınlarını da emniyet altına alır. Yurt sathında ailenin ürettiği değerlerin teveccüh görüp benimsenmesi durumunda, zamanla toplumun ortak değerleri hâline gelir. Aile en küçük toplum; toplum en büyük ailedir. Ailenin kimliği, toplumun kimliğidir. Tekâmül sürecinde aile üzerinden kimlik kazanan birey, artık toplumun kimliği üzerinden tescillenir. Toplum, kendisini aile aynasında çok rahat görebilir. Ailenin geçmişi, toplumun geçmişi; toplumun geleceği, ailenin geleceğidir.

    Aileden topluma bütünlük ve birliktelik sağlayan en önemli yapıtaşlarından birisi ise gelenektir. Gelenekler; toplumların tarihî geçmişleri, inançları, törenleri, giyim kuşam ve eğlenceleri, tabiat, iklim ve mevsim algıları, komşuluk ilişkileri, bireyler arası tutumları, söz, hitap ve iletişim tarzları, müzik zevkleri, sofra âdâbı ve beslenme biçimleri, yönetici ve halkın birbirlerine yönelik yaklaşımları, felaket ve selamet anlarındaki tutumları, geçmişe dair yaklaşımları ile gelecek tasavvurlarını ihtiva eden sözlü veya yazılı değerler manzumesidir.

    Bugün için dönüp geriye doğru baktığımızda, bizi toplum olarak bir arada ve diri tutan sağlam aile yapısı ve geleneklerle örülmüş bir değerler dünyamızın olduğunu görürüz; lakin bunu gelecek için de söyleyebilir miyiz, işte orası muamma.

    Sözü kestirme yoldan götürerek söyleyeyim: Çıkar odaklı kapitalizmin gözleri kör eden, ruhu körelten en acımasız hâlinin hüküm sürdüğü günümüz toplumunda, aile değerlerimiz büyük bir hızla çökmekte; haz ve tahammülsüzlük üzerine temellendirilen, sözüm ona modern yaşam felsefesinin telkin ettiği bireyselleşme ve yalnızlık güzellemesi politikasıyla insanımız aileden kopmakta ve kendisine kazandıran gelenekle bağı çürümektedir.

    İyi de ne yapılabilir? Bu, önü alınamaz bir gerçeklik midir?

    Önü alınamaz bir gerçeklik olduğunu sanmıyorum. Önümüzdeki on yıl, aile ile ilgili yürütülecek politikalara ayrıldığına göre, hemen şimdi, orta ve uzak vadede yapılabilecek/yapılması gereken yığınla çözüm vardır diye düşünüyorum. Yeter ki dert edinilsin ve irade gösterilsin.

    Hemen yapılabileceklerin birkaçını sıralayalım mesela:

    RTÜK etkin olarak devreye girsin. Özel kanallarda, gündüz kuşağı başta olmak üzere aileyi tahrip eden ne tür program varsa hepsi kaldırılsın.

    Aile yapımızı yansıtmayan, kirli ve çarpık ilişkilerle dolu; gece saat on ikilere kadar ekranları işgal eden, tahrik ve teşvik gücü yüksek, anlamsız ve gereksiz diziler yayından kaldırılsın.

    Her senaryo sıkı bir takip, tetkik ve tahlilden geçsin. Aile değerlerine halel getirecek hiçbir senaryoya şans verilmesin.

    Pozitif aile kültürünü, komşuluk ve mahalle değerlerini yansıtan faydalı ve nitelikli film, dizi ve programlar ekranda boy göstersin.

    İnternet ve sosyal medya ortamlarının zararlı içeriklerine yönelik etkin takip ve tedbir uygulansın.

    Aileyi korumanın en etkin yolu aile kurmaktır. Gençlerin kendileri için en uygun yaşta aile kurmalarının önündeki engeller kaldırılsın. Gençler aile kurmaya teşvik edilsin; maddî ve manevî olarak da mutlak surette desteklensin.

    Türkiye Yüzyılı Maarif Modeli’yle geliştirilen yeni müfredat programı, birey, aile ve temel toplumsal değerlerimizi kuşatan bir yaklaşım ve bakış açısıyla konuyu dert edinmekte; yeni kuşakları bu perspektifin rahle-i tedrisinden geçirmeyi hedeflemektedir. Bunun için de büyük mesai harcanmakta, büyük çaba sarf edilmektedir. Eğitim camiası adına umutluyuz.

    Ancak şunu da belirtmekte fayda görüyorum: Sınıf ile sokağın birbirini beslemesi ve tamamlaması şarttır. Sınıftan çıkan talebe, sokakta olana hayret etmemelidir.

    Evet, eğitim şart; lakin bir zahmet, ahlak da mutlak surette düzeltilmelidir.

    Devamını Oku

    ÖYLE Mİ?

    ÖYLE Mİ?
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    “Haklı olmayı bırak, mutlu olmaya bak!”

    Böyle diyor kişiler arası iletişim psikoposları.

    İyi de, polyannacılık olmasın bu biraz?

    Buyur diğer yanağımdan.

    Haklıyken hakkını almadan mutlu olmak mümkün mü sahiden?

    Hadi iyimserlik onlarda kalsın, biz yine de bunu olaya, insana ve mekâna göre değerlendirelim:

    Kişinin kendini kaybettiği yerlerin başında trafik gelmektedir örneğin. Direksiyondayken haklı çıkmaya çalışmayacaksın. Çoğu zaman vakit kaybı, stres kaynağı ve kavga sebebidir bu birader. Eyvallah deyip geçeceksin.

    Araç süren herkeste olduğu gibi benim de bir hikâyem var bu konuda. Büyükşehirde iş çıkışı trafiğin vızır vızır aktığı dört şeritli işlek bir yolda seyir halindeyim. En sol şeritteyim. Arkamda son model bir jip. Selektör ediyor durmadan. Önünde olmamı kendine yediremiyor herhalde. Üstüme yürüyor, yol istiyor. Elbette doğal hakkı. Ancak sabırsız, anlayışsız. Tamam yol vereyim de sağım o an dolu. Fırsat bulamıyorum. Bir kazaya mahal vermemek için uygun zaman kolluyorum. Sağa doğru sinyalim açık. İlk fırsatta sağ şeride geçip yol vereceğim ki nihayet öyle de oldu. Fırsat bulur bulmaz sağa geçip yol verdim. Adam iflahımı kesmişti ancak. Sinirim tepemdeydi. Yanımdan akıp uzaklaşırken hayatımda o ana dek yapmadığım bir şey yaptım. “Yaptığın ayıp.” anlamında kornaya bastım.

    Vay anam, sen misin basan! Bir de bana, he! Basmaz olaydım. Camdan parmak sallayıp tehdit etmeler, afkurmalar, yol ortasında durmaya çalışmalar falan. Neyse, Allah’tan duramadı. Geçti gitti. Yoksa haklı olmam pahalıya patlayacaktı kim bilir.

    Hani bilinen bir hikâyedir: Diyojen bir gün çok dar bir sokakta zenginliğinden başka bir şeyi olmayan küstah ve kibirli bir adamla karşılaşır.
    İkisinden biri kenara çekilmedikçe geçmek mümkün değildir. Kibirli zengin, küstah ve aşağılayıcı bir tavırla:
    “Ben bir serseriye yol vermem.” der.
    Diyojen kenara çekilir ve gayet sakin:
    “Ben veririm.” der.

    Eşler arasında haklı olmanın bugüne dek bir kıymet-i harbiyesinin olduğu vaki değildir. Tolere edilmesi, olanın olduğu gibi kabul görmesi telkin edilir ya da böyle olması istenmese de bunu en son çare olarak görenler bakımından terk edilir. Sonraki durak televizyonlardır maazallah. Örümcek ağı hazır. Düştün, kurtulamazsın. Müge Anlı, Esra Erol her gün ekranlarda bunların değişik değişik versiyonlarını verir.

    Evlat ile ebeveyn arasındaki ilişki ve iletişimde ise, çok istisnai durumlar olmakla birlikte genellikle evlattan yana taviz verir anne babalar. Ne olsun işte, gadasını üstüne alırlar. Yeter ki mutlu olsun evlatlar.

    Birkaç yıl önceydi, ABD’de siyahi bir vatandaş tutuklu bulunduğu cezaevinden yirmi yedi yıl sonra serbest bırakılmıştı. Vatandaş bu kadar yıl suçsuz yere yattıktan sonra masum bulunup salıverilmişti. Giden gençliğinden, hayatından gitmişti tabii. Cezaevinden çıktığında siyahinin saçları bembeyazdı. O saatten sonra haklı bulunmak da ne bileyim?

    Ezcümle, hak aramayı bırakıp mutlu olmak; en az zararla bir daha görmeyeceğin insanlarla arandaki ilişkilerde geçerlidir desek yeridir.

    Değil miydi ki, amcası Hz. Hamza’nın bedenini parçalayıp ciğerlerini söken Hz. Vahşi’yi Allah rızası için affeden yüce gönüllü Peygamber Efendimiz, Vahşi’ye:
    “Fakat seni görünce dayanamıyorum. Elimde olmadan üzülüyorum.” demişti.

    Yoksa içinde mahkeme kurulur; fıtratın bir gerçeği olarak benlik saygısı ve egonun dürttüğü öz yargı insanı çıldırtır alimallah.                                              

    Devamını Oku

    ARAFTA BİRKAÇ ASIR

    ARAFTA BİRKAÇ ASIR
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    At üstünde üç kıtaya hükmeden medeniyetimiz, her anı cehd ile kuşanan bir aksiyon medeniyetiydi. Viyana Kapısı, medeniyet tarihimizde bir eşik olarak kaldı. Geçilseydi, akın akın daha ileriye gidecek, kim bilir bütün bir Avrupa fethedilecekti.

    Geçilemedi. O gün milat kılınarak duraklamaya ve ardından gerilemeye başladık.

    Şaşkındık. Gergindik. Bir ok kadar öfkeli. Yeniden giyindik zırhımızı. Kınından çıkarıp kılıçlarımızı, yayımızı yeniden gerdik.

    Ama olmadı. Bir daha kendimizi o kapının eşiğinde bulamadık…

    18. yüzyılın ilk çeyreğinden başlayarak Batı’dan topraklarımıza doğru esen bir rüzgâr, burunlarımıza yeni bir koku getirdi:
    Batılılaşma.

    Garp medeniyetinin üstünlüğünü kabul etmiştik bir kere. Batı ile baş edemediğimize göre ona benzeyecek, onun gibi olacaktık.

    Ne garip.

    Öncelikle askerî ve eğitim müesseselerini içine alan değişim, dönüşüm ve gelişmeler, daha sonra siyasi, sosyal ve kültürel hareketleri de ihtiva etti. “Asrilik, Asrileşme, Muasırlaşma, Muasır Medeniyet Seviyesine Ulaşma, Modernleşme” ve en son dilde bugünkü karşılığını bulan “Çağdaşlaşma” adını alan Batılılaşma serüvenimiz böyle başladı.

    Yalnızca kabuğunu kırmayı önermiyordu süreç. Kimliğinin zırhından soyunarak karşı kalıba girmeyi öngörüyordu. Dolayısıyla Batılılaşma, bizde birçok cihetiyle modernleşmekten daha ziyade bire bir aynileşmek; içten içe kahreden bir aşağılık kompleksinin etkisiyle bir cenahı körü körüne taklit etmek olarak vücut buldu.

    Payitaht merkezli olmak üzere bütün bir toplum sathında derinden hissedilen ve özü taklide dayanan Batılılaşma rüzgârının bizde oluşturduğu en büyük tahribat, “Başkalaşım” olarak ifade edilebilir.

    Evet, Batılılaşma serüveniyle birlikte başkalaştık biz. Bunu kim inkâr edebilir?

    Hayatın zamanla getirdiği yeni şartlara uyum sağlamak üzere kendi kimliğini kaim kılmak için birtakım değişim ve dönüşümlere başvurmak olası ve anlamlıdır. Lakin kötü olan, başkalaşımdır. Başkalaşım, adı üstünde ben’inden uzaklaşmaktır.

    Yeryüzü, tarih boyunca güç gösterisine sahne olmuştur. Güçlü millet ve imparatorluklar, amansız bir mücadeleyle başka toplumları hegemonyasına alıp kendi kimlik potasında eritmeye çalışmıştır. Ancak bu acımasız dalganın karşısında hakkıyla direnebilenler, öz kimlikleriyle ayakta kalabilmişlerdir. Yakın tarihimiz buna dair örneklerle doludur. Döneminin diğer aydınları gibi hayatını milletine adayan, Kırgız hidroenerjisinin geliştirilmesi, kömür rezervleriyle maden yataklarının araştırılması ve demir yollarının kurulması için çalışan babasını Stalin rejiminin düzenlediği katliama kurban veren Cengiz Aytmatov’a “Gün Olur Asra Bedel”i yazdıran, bu sancıdan başka neydi yoksa? “Mankurtlaşma” olarak ifade ettiği kendi kimliğine yabancılaşma, kendinden uzaklaşma, bu eserinin temel mesajı olarak durmaktadır. Kendinden uzaklaşan, başkasına yakınlaşır. Boş kalan kalelere başkaları gelip yerleşir.

    Tabiat böyle mi işlemektedir, kestirmek zor; ancak bu mücadele bugün de devam ettiği gibi, öyle görülüyor ki yarın da devam edecektir.

    Batılılaşmanın, kendi kimliğinin renklerini muhafaza ederek daha güvenli, daha müreffeh bir hayat standardı yakalamak hedefiyle yalnızca fen, felsefe, bilim, teknik, askerî ve ekonomi yönüyle alınıp uyarlanmasında hiçbir beis yok. Nitekim Tanzimat’tan Cumhuriyet’in kuruluşuna kadar M. Akif Ersoy, Sait Halim Paşa ve diğer bir takım devlet erkanı ve düşünürlerin savundukları budur. Karşı olunan “Yanlış Batılılaşma”dır. Karşı olunan, moda, medya, kitle iletişim, özenti, tüketim, madde, haz ve eğlenceyi esas alan envaiçeşit kirli ideolojiler yoluyla içtimai hayatımızdan mahremimize kadar uzanan kültürel yozlaşmadır.

    Karşı olunan, Batı’nın eğlence, folklor, konfor ve günlük hayat alışkanlıklarının kopyalanmasıdır.

    Yanlış Batılılaşma mevzusu, 19. yüzyıl edebiyatımızdan Cumhuriyet Edebiyatı’na çok geniş bir yelpazede, roman başta olmak üzere şiir, deneme, öykü, tiyatro, fıkra, makale gibi türlerde birçok sanatçı tarafından detaylı olarak işlendi.

    Akif, Batı’nın bilim ve tekniğini almış ancak kendi cenahının medeniyet ahlakıyla ahlaklanmış nesli Asım karakteri üzerinden idealize ederek işledi eserlerinde.

    Özüne bakılırsa, yüzyıllar evvel pergelinin sivri ucunu bizim topraklarımıza sabitleyip ürettiği felsefeyle yetmiş iki millete seslenen Mevlânâ, doku uyuşmazlığı yaşanmadan Batılılaşmanın nasıl yapılması gerektiği konusunda güzel bir kılavuzluk yapmıştı. Mühim olan, dünya ufuklarına açılırken yerli ve millî kalmaktı.

    Yanlış Batılılaşmanın kötü bir örneğini ise Tevfik Fikret vermişti. Batı’nın fen, bilim ve felsefesiyle aydınlanıp da ülkesine dönsün ve öğrendiklerini vatan toprağında uygulasın, nesillere örnek olsun diye oğlu Haluk’u Avrupa’ya göndermiş; ancak Haluk, Avrupa’da aldığı eğitim sonrasında ülkesine dönmediği gibi kimliğini kaybetmiş; kilisede başpiskopos olmuştu.

    Tamam, Batılılaşalım; ancak “Hangi Batı?” diye sorup dikkat kesilmek istiyordu Attila İlhan.

    Nefes aldığımız cenahta bin yıllık yaşantımızla hayat verdiğimiz İslam düşünce ve yaşam anlayışı, kolonları kendi kodları üzerinde yükselen çatı medeniyetimizdir; her dem kalbimizin üstünde taşıdığımız öz kimliğimizdir.

    Batı’nın en gözde merkezlerinde bohem hayatıyla eğlencesini tadan Necip Fazıl Kısakürek, yıllar sonra yeniden kendine döndükten sonra, adeta hidayete erer gibi, “Anladım, sanat Allah’ı aramakmış.” diye belirtir.

    Meseleye tarihî ve sosyolojik perspektiften yaklaşan şair ve mütefekkir Sezai Karakoç’a ayrı bir parantez açmam lazım. Ona göre, bir uyanışın olması ve daha sonra bu uyanışı bir dirilişin takip etmesi gerekir. Ancak bu sayede bir kurtuluş olabilir. Toplumlar, geçmişleriyle ayakta kalabilirler. Tarihleriyle bağı kesilmiş toplumların varlıklarını sürdürebilmesi son derece zordur. Neslin genleri temizdir. Geçmişte olan, şartları yerine getirilebilirse bugün de olur.

    “Ne sadece maddiyat ne de tamamen maneviyat. İkisinin dengede tutulduğu bir hayat.” diyordu Samiha Ayverdi. “Bizim Batılılaşmaya değil, kendi kalıbımız içerisinde kendimizi yeniden ihya etmeye ihtiyacımız vardı. Köksüzlük, en derin öksüzlüktür.”

    Yönümüz Batı’ya; yüzümüz bize dönsün.

    Devamını Oku

    SU ÇÜRÜRSE…

    SU ÇÜRÜRSE…
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Kinik felsefesinin öncü ismi Sinoplu filozof Diogenes, gündüz aydınlığında elinde fenerle sokak sokak dolaşıyordu. “Ne bu hâl?” diye soranlara: “Dürüst insan arıyorum.” diyordu.
    Haksız mıydı?

    Kolaycılık, kısa yoldan köşeyi dönme, emek vermeden yemeğe konma, hırsızlık, arsızlık, iltimas, göz boyama, bencillik, kıskançlık, çıkarına giden her yolu mubah bulma, her yeni gelişmeyi şahsi menfaatleri için kullanma, haysiyetsizlik, genel anlamda yozlaşmışlık, ahlaksızlık günümüz insanının temel vasfı hâline gelmiş durumda. Bu gömleğin kolay sıyrılacağını da sanmıyorum.
    Tehlikeli olanı ise bunun kanıksanması, süreç içerisinde normal ve doğal karşılanmasıdır.

    Hayret, itiraz ve isyan makamında da değiliz artık. Bu damarlarımız neredeyse alınmış bizim. İşin eğitilmişi, okumuşu, cahili, alaylısı, okullusu da yok üstelik. Daha birkaç ay öncesiydi ya başımıza gelen. Kabir toprakları hâlâ daha sıcak. Kalbi karartan bir ihtirasla daha fazla para kazanmak için doktor kişi, yeminini bozup insan öldürmedi mi? Göz göre göre onca insan evladı ölüme terk edilmedi mi? Akıl alır gibi değil. Daha fazla kazanma, daha çok görünme, en önde yer kapma, daha fazla hep daha fazlasına sahip olma hırsı insanı nereye götürecek? Bu yolları bilmeyen, başvurmayan, tevessül ve tenezzül etmeyen insanlar saf olarak değerlendiriliyor. En kötüsü de bu olsa gerek.

    Toplumun bütün katmanlarını, zehirli örümcek ağı gibi kılcal damarlarına kadar sarmış çok yönlü bir yozlaşmışlık ve ahlaksızlık var. Her alanda var olmakla birlikte ben yayın ve yayıncılık faaliyetleri üzerinden bu işin kültür dünyamıza yansıması üzerinde durmak istiyorum:

    Kendini ifade etme, insanlığın en kadim, en saygın ve en masum sanatıdır. İnsan, tarih boyunca bulduğu her yolla kendini ifade etmeye çalışmıştır. Ruh taşır çünkü insan. Kalp, akıl ve irade sahibidir. Kimi zaman taşa şekil vermiş, kimi zaman seslenmiş, kimi zaman mağara duvarlarına, kimi zaman da hayvan derilerine yazmıştır. Bu, insan olmanın en doğal tezahürüdür. Ancak yüzyıllar içerisinde rutin hayatın gerekleri doğrultusunda insanın kendini ifade etmesi ayrı; kendini estetik ifade etmesi ayrı olarak değerlendirilmiş ki buna sanat adı verilmiştir.

    Kâğıt ve mürekkebin bulunuşu, insanın kendini ifade etmesinde büyük kolaylıklar sağlamış, sözün yarına taşınmasında da yeni bir çığır açmıştır.
    “Her şey yapılabilir bir beyaz kâğıtla / uçak örneğin uçurtma mesela / altına konulabilir bir ayağı ötekinden kısa olduğu için sallanan bir masanın / veya şiir yazılabilir / süresi ötekilerden kısa bir ömür üzerine.”
    Böyle diyordu şair. Bir ayağı kısa olduğu için sallanan bir masanın altına da konabilir bir beyaz kâğıt; üstüne şiir de yazılabilirdi.

    Son dönemde imdada yetişen teknolojik gelişmelerle tuşların üstünde gezinen parmaklar ve önümüzde bir deniz gibi açılan ekranlarla kâğıt ve kalemin de ötesindeyiz artık.
    İnternet ve ekranların sağladığı dijital dünyanın imkân ve avantajlarıyla insan, kendini ifade etmenin nirvanasını yaşıyor. Bunda hiç sıkıntı yok. Sıkıntı, kendisinin at koşturabildiği bir ekran ve bağımsız bir alan bulan herkesin, dilin/sözün/ifadenin estetik alanı olan sanat vadisinde yol almaya kalkışması, kendisine ehliyet ve ruhsat soran kimse olmadığı için de doğru yolda olduğu vehametine kapılmasıdır. Ah Yunus! Kırk yıl boyunca pirinin dergâhına eğri odun götürmeyeyim diye niye uğraştın ki?

    Eskiden sanatın da sözün de onuru vardı oysa. Dokuz ölçüp bir biçilirdi. Arif mertebesinde olana tamamı söylenmezdi. Söz söylemek dahi usta-çırak ilişkisi içerisinde kıvam bulurdu. Sözün estetik değer kazanması, sanat ruhunu taşıyan insanların gönül ve akıl muvazenesinden süzülüp terbiye edilir, dilden öyle dökülürdü. Yahya Kemal ki sözü kuyumcu titizliğiyle işler, bazı eserlerini ilk kaleme aldığından yirmi yıl sonra tamamlayabilmişti. Edebiyat, sözü kemâle ermiş kişilerin kelamını edeple sarf etmesiydi.

    Nedir şimdi durum? Ne olacak! Kurbana girer gibi otuz kişi bir araya gelip bir özgeçmiş ve yapay zekâya yazdırdıkları sözüm ona kendilerince şiir, deneme, öykü dedikleri söz çöplüklerini iki kapak arasında birleştirip “kitap yazdık” diye piyasaya dolaşıma çıkan insanlar var. Sanat değeri taşıyan, okunduğunda kalbe dokunan her kitap, ağacın en güzel öyküsüdür diyordu Mustafa İşık. Bunlar, kirli emellerine alet ettikleri ağaca, ormana ihanet ediyorlar. Gözünü para bürümüş kem ticaret ayağıyla yürüyen ve çok büyük hızla üreyen merdivenaltı matbaa veya “parayı getir kitabı götür” mantığıyla çalışan, hatta ağza sakız kamyon arkası söz öbekleriyle bir şekilde yayın dünyasında popülerlik kazanmış vitrinyüzlerin önayaklıklarını yaptıkları sıradan yayınevleri, sözün onurunu ayaklar altına alıyorlar.

    İntihal, başlı başına ayrı bir handikap.
    Ömrü boyunca yarım kaşık bal vermek için kilometrelerce yol kat edip çiçekleri tek tek ziyaret ederek öz toplayan arı misali, sözünü kıvama getirip sarf etmek için yıllarını veren, okuyan, araştıran, dinleyen, gözlemleyen, demleyen kelam ehlinin heybesinden söz çalıp hırsızlık yapanlar, teknolojinin bu kadar geliştiği bir ortamda yakalanacaklarını bilmiyorlar belki de, sözün haysiyetini istismar edip arlanmıyorlar, kendilerine ait olmayan araklanmış sermaye ile sözlerinin yatsıya kadar dahi tesir etmeyeceklerini anlamak istemiyorlar.

    Şu apaçık bir hakikat ki ister söz hırsızlarının olsun isterse yapay zekânın ürünü olsun yapay metinler, yeşerdiği kaynak asıl sahiplerinin olmadığı için kendini ele veriyorlar. Tatsız, ruhsuz metinlerdir bunlar. Sana ait olmayanlar doku uyuşmazlığı yaşatıyorlar.

    Sanat dünyasında nitelikli eserler ancak nitelikli eleştiri ve değerlendirmelerle yarına çıkabilir. Eleştiri, en mühim yitiğimiz olmaya devam ediyor maalesef. Dişe dokunur eleştiri yapılmadığı gibi eser üretenlerin kahır ekseriyeti, haklarında serdedilmiş en küçük olumsuz eleştiriyi dahi kabul etmemekte, içine sindirememektedir. Eleştirilen kadar elbette eleştirenin niyeti de önemli. Dikkat ediyorum da son zamanlarda yapay zekâ marifetiyle birçok kişi eserlerini eleştiri ve değerlendirmeye tabi tutmakta, yapay zekâ tamamen egosunu okşayan olumlu cümleler kurduğu için ortaya çıkan metni eleştiri veya değerlendirme metni olarak gururla paylaşmaktadır. Çok sığ, yavan, alelade, basit, çiğ ve çocukça hareketler bunlar. Eleştirinin de bir adabı var.

    Temelde değerler dünyamızı yitirdik. Kullan-at çağıdır yaşadığımız. İnsani vasıflarımız değişti. Yazanlar açısından böyle de okuyanlar açısından da durum pek farklı değil. Okur da “görünme”nin peşinde. Özümsemek, içselleştirmek, sindirmek, dimağına, ruhuna yedirmek, kitabın kelimenin hakkını el üstünde tutmak isteyenler azınlıkta. Gerisi manzarayı dekoratif olarak zenginleştirmenin derdinde. Öyle ki gelip geçmiş filozoflar, söz ehli insanlar o sözlerini bugün için söylemiş olsalardı çiğnenip çöpe atılmış çiklet gibi akşama kadar hükmü kalmazdı sözlerinin.

    Hülâsa, durumun vehametini tersine çevirme, yolu doğru yürüme davasında kurum ve kişilerin üzerine çok vazife düşmektedir.
    Zaman en iyi hâkimdir. En doğru hükmü verecektir.
    Aksi hâlde su çürüyecek, içindeki balıklar ölecektir.

    Fuat Oskay

    Devamını Oku

    HER ŞEY ZAMANLA

    HER ŞEY ZAMANLA
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Bireyin insan olarak tekâmülünün, insana dönüşmesinin önündeki en büyük engel, hata yapma korkusudur.
    Korkuyu neden yaşamak istemiyoruz? Neden olacak; çünkü acı veriyor.

    Çok acı.

    Kendi düşen ağlamıyor. Sınırları içerisinde kendine dönük, sadece kendisini ilgilendiren hatalarının sorumluluğunu alabiliyor insan. “Bir defa düştüm, dikkat ederim; bir daha düşmem.” diyor, kalkıp yoluna devam ediyor…

    Korkunun asıl kaynağı, başkalarını etkileyebilecek hatalar yapmak ve dolayısıyla da başkalarının eleştiri oklarının hedefi olmaktır.

    Kendin düşsen ağlamıyorsun ama başkaları senin gözünün yaşına hiç aldırmıyor. Bu, zaman zaman en yakınların olsa bile.

    Hatayı şahsına yönelik yapsan, üzerinde duracağın en fazla beş dakika. Hataların başkalarını ilgilendirsin oysa; haftalarca, aylarca, yıllarca ağızlarda sakız olmaktan kurtulamıyorsun.

    “Hayat çok acımasız.” diyoruz sonra. Değil aslında, insanlar acımasız.

    Hayat, yaşandıkça elde edilen tecrübelerin toplamıdır deyip yaşlılarımıza hürmet ediyoruz. Aslında acılarına saygı gösteriyoruz biraz da. Onlara acıyoruz, çünkü bu yaşa gelene kadar çok acılar çektiklerini biliyoruz.

    Nereden mi biliyoruz? Tabii ki kendimizden.

    “Gençler düşünse, yaşlılar yapabilse.” der Fransızlar.

    Bu mümkün müdür? Güzel olurdu ama hayatın doğal işleyişi içerisinde bu pek de uygulama alanı bulmuyor maalesef. Hayat bir imha ve inşa süreci. Her yeni, geleceğin eskisi olmaya talip.

    Tekâmül biraz da zamanla ilgili çünkü. Gençlerin doğru düşünüp doğru davranabilmeleri için zaman tüketmeleri gerek. Acı çekmeleri gerek. Acı ama yaşlanmaları gerek.

    Fuat Oskay

    Devamını Oku

    KABUKTAN ÖZE

    KABUKTAN ÖZE
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    “Sefalet ve ihtiyaç yoksul insanı sınırlar; işi yahut uğraşı bilgisinin yerini alır ve düşüncelerini işgal eder.
    Cahil olan zenginler ise yalnızca zevklerinin peşinde koşarak ömürlerini tüketirler. Bu yönüyle vahşi bir hayvana benzerler. Servetlerini ve boş vakitlerini kendilerine değer kazandıran şeyler için kullanmadıklarından ötürü de tenkit edilmelidirler.”

    Okumak, Yazmak ve Yaşamak Üzerine adlı eserinde Schopenhauer böyle dile getiriyor düşüncelerini.

    O halde hayatla olan çetin mücadelesinden dolayı yoksul için ve yalnızca zevklerinin peşinde olan cahil zengin için lüks olarak addedilecekse kitabı kim okuyacak?

    Bu iki sınıf arasında kalan insanlar kimler?

    Neden okur insan? Entelektüel olmak için mi? Bilgi satmak için mi yoksa kendini inşa etmek için mi?

    Rahatça ifade edilebilir ki okumak yalnızca kimlik ve kişilik kazanma çabasıdır. Eline aldığı her kitap kişinin duygu ve düşünce dünyasının inşasına atılmış bir tuğla görevi görür. Lakin her kitap okunmalı mıdır? Bu ayrı bir sorunun cevabıdır. Bilakis vakit en kıymetli sermayedir; bir kitabın yalnızca okunması yetmez, o kitabın sunduğu düşünce besinini sindirmek için de bu sermayeden ayrıca bir vakit daha ayırmak gerekir.

    Zira üzerinde durup düşünmeksizin okunulanların büyük bölümü kaybolur. Gerçekten de bedensel gıdalarımızla zihinsel gıdalar arasındaki durum hemen hemen aynı. İnsanın yediklerinin beşte biri ancak hazmedilir, geri kalanı buharlaşmayla, terlemeyle ve benzeri şekilde kaybolup gider. Okudukları da öyle nihayet. Okuduklarının hepsini sindirebilseydi insan, gövdesi kellesini taşıyamazdı değil mi?

    İdrak edilen vakte işaretle Levh-i Mahfuz’a bir gecede indirilen kitap, inanan insanlar için yirmi üç yılda anca peyderpey indirilerek tamamlandı.

    Neydi maksat? Tabii ki kendisi için indirileni sindirmek ve tatbik etmek.

    Sermayen sınırlı madem, ömür kısa, vade dar, varlığın değerli. Çok mu okumalı?

    Elbette hayır.
    Her şeyde olduğu gibi.
    Ölçülü, dengeli, etkili ve yeteri kadar.

    Fuat Oskay

    Devamını Oku

    BİRKAÇ SÖZ

    BİRKAÇ SÖZ
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Erdem nedir?
    Başkalarına da kalsın diye, zor zamanlarda insanların yalnızca zaruri ihtiyaçlarını almasıdır.
    Erdemli toplumun bireyleri diğerkâm olur, meselelere geniş aile gözüyle bakar. Kendindeki kaygıların başkalarında da olduğunu bilir.

    Salgın süreci ve sonrasındaki tablolar üzerinden hâlimiz…

    Düzen
    İnsanın duygu ve düşünce dünyasına hâkim olmasıdır; kritik vaziyette nefsine gem vurması, kendini tutabilmesidir.
    Duygu ve düşünce dünyasına çeki düzen veren insan dükkân yağmalamaz, yollarda korna çalmaz, sollama yapmaz. Yalnızca anlayışlı tavırlar sergiler; aynı tavrın sergilenmesini bekler.

    Özveri
    Daha iyi bir toplum, daha iyi bir dünya için her insanın işine, mesleğine ve sorumluluklarına dört elle sarılması ve elinden gelenin en iyisini ortaya koyma çabasıdır.
    Dersine geç kalmamak için hızlı adımlarla yol alan öğretmen, yol kenarında temizlik yapan belediye personeline gönülden selam verir. Ne güzel tablodur bu.

    Onur
    Onur, fırtınanın gözünde insanın sakin kalabilmesi, hâl vaziyet ne olursa olsun kişiliğinden ve duruşundan ödün vermemesidir. Fırsatçılık örneğin, büyük onursuzluktur.

    Eğitim
    Eğitim hep dillendirildiği gibi insanda istendik yönde davranış değişikliği oluşturmak değildir. Eğitim, insanlığın ve tabiatın yüksek yararının gerektirdiği şekil ve ölçüde kendini gerçekleştirmektir.
    Eğitimli bir toplumda kadından erkeğe, büyükten küçüğe herkes ne yapacağını, nasıl davranacağını bilir.

    Yetenek ve Eğitim
    Eğitim yetenek üzerinde yürür. Yetenekli insanları eğitmek nispeten kolaydır. Kendini gerçekleştirmiş yetenekli eğitilmişler ise, ancak doğru işi ve işi doğru yaparak insanlığa ve tabiata yararlı olabilirler.
    Misalen, deprem dört yüz yıl öncesinde de vardı, fay hatları hep aynı güzergâhı takip ediyordu. Mimar Sinan’ın elinden köprüler, camiler, hanlar, hamamlar yüzyıllar sonra ayan beyan ortada. Günümüz için yüz yıl sonrasına kalacak bir yapıdan söz edilebilir mi?

    Vicdan
    Tek cümleyle vicdan, Tanrı’nın sesini içinde duymaktır. Bu sesi duyanın kalbi ve idraki aydınlanmıştır. Aydın insan vicdan sahibi insandır.

    Başat Değer
    Başat değer erdemdir. Ancak erdemli insan düzenli olur, özverili olur, duyarlı olur, onurlu, eğitimli ve vicdanlı olur.
    Erdemsiz toplum cehennemden farksızdır.

    Fuat Oskay

    Devamını Oku

    ÇAĞRI…

    ÇAĞRI…
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Lawrence’ın yıllar yılı içimizde olması ahmaklığımızdan değildi, hayır. Daha çok insanlığımızdandı. O kadar ki, Müslümanları oyuna getirebilmek için münafıklığının son raddesi olarak, kendisinin beyanıyla yalnız başına olduğu vakitlerde dahi gece namazlarına kalkması da onun sorunudur.

    Kapitalizm, yaşayabilmek için zaferden zafere koşmak mecburiyetindeydi. İlk kapitalist ülke olan Hollanda’da Doğu’ya karşı ilk ilgi alaka başlamıştır. Dil sahasında ilk üniversiteler burada kurulmuştur.

    Tahsilini Hollanda’da tamamlayan Herbélot, “Doğu Kütüphanesi” çalışmasıyla Batı’ya Müslüman Doğu’yu tanıtır. Bu çalışmada başlıca kaynağı Katip Çelebi’nin “Keşfuzzünun” adlı eseridir. Bu eser, o zamana kadar basılmış eserlerin listesidir; biraz da izahat verilmiştir.

    Galand, Kur’an’ın ve 1001 Gecenin dört ciltlik hülâsasını yapar. Courty’nin “Binbir Gün” tercümesiyle Batılı’nın asırlardır Roma ve Atina sokaklarında dolaşan muhayyilesi artık Şiraz Bahçeleri’ne, Bağdat şadırvanlarına kanatlanır.

    Batı’nın ilgisi iyice çekilir Doğu’ya. Doğu, iştahını kabartır: Baron d’Argence “Çin Mektupları”nı yazar, Montesquieu “Acem Mektupları”nı. Bütün bunlar burjuvazinin ele geçirmek istediği ülkeler hakkında olabildiğince fazla bilgi sahibi olmak için yaptığı çalışmalardır. Doğu evvela filolojik olarak tanınır.

    Batı’nın bu Doğu merakının temelinde elbette Kapitalizm vardır. Yani yapılan, ilim için ilim değildir. Batı’da güçlenen burjuvazi sınıfının sömürü ihtiyacının bir tezahürüdür. O halde Batı’nın toplumları incelerken de klavuzu habis bir ihtirastır: Doğu’yu talan etmek.

    Tabiatıyla saf ilim adamları da vardır; ancak rahatlıkla denebilir ki Batı’da menfaatsiz ilim yapılmaz. Bunun için Türk tarihini bir Avusturyalı, Türkçe’nin ilk lügatini İngiliz kaynaklarıyla beslenen Redhouse yazar. Fransızca-Türkçe sözlüğü ise Hançeri adlı bir Slav kaleme alır. Fransa, Cezayir’e yerleşince aşiretleri zapt u rapt altına almak için Mağrip’in tarihini tanımak zorunda kalır. Onun için De Slane, “Berberiler Tarihi”ni çevirir. Oysa ki daha 14. yüzyılda adını vermeden kurduğu tarih bilimi ve sosyolojinin kurucusu olan Müslüman ilim adamı İbn-i Haldun ve muhteşem eseri “Mukaddime”den aynı Batı ve bilim insanları ancak 19. yüzyılda söz edebilmişlerdir.

    Batı medeniyetinin özü şiddettir. Sınıflar arası menfaat çatışmaları şiddeti doğurmuş; şiddetten kurtulabilmek için de daha fazla rahatlama alanı oluşturabilmek için çare olarak bilime başvurulmuştur.

    Bugün için göreceli olarak ortak menfaatlerin etrafında Batı bir hale oluşturabilmiş olabilir; lakin Mevlana’nın tabiriyle aralarına bir kemiğin atılmasıyla birbirlerini ısırmayacakları hiçten bile değildir.

    Şiddetin karşısında olan ve kavmini sonsuz barışa çağıran, hatta temsili olarak bütün bir ümmetinin ızdıraplarına siper olmak için vücudu çarmıha gerilen İsa Peygamber, bu kıtada ne yazık ki ancak on iki havari toplayabilmiştir.

    Oysa ki kapitalist ve materyalist bir felsefe ve hayat anlayışıyla insanı metaya, maddeye çağıran Batı’nın aksine Doğu’nun kadim anlayışında insanlık, sevgidir; ruhu olan vicdan, ahlak ve adalettir.

    Fuat Oskay

    Devamını Oku

    RAYDAN ÇIKMADAN

    RAYDAN ÇIKMADAN
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Demiryolu ile ulaşım, sıkışan trafiğin en güzel alternatiflerinden biri. Bize kalırsa, memlekette şartları uyan her bir taraf demir raylarla döşensin; yüksek hızlı trenler her ilin sınırlarından geçebilsin ama kalmıyor bize, o ayrı mesele. Bu imkân meselesi mi yoksa imkânlardan daha ziyade bir zihniyet meselesi mi, onu bilmiyorum.

    Aslına bakılırsa, iki yüzyıldan uzun bir süredir yaşam standartları açısından yüzünü batıya dönmüş bir millet olarak, bizim hem imkânlarımız hem de zihniyetimiz müsait. Batı, bunu yüz yıl öncesinden becerip hayata geçirebildi. Bizde bu, hayatı kolay kılmaya dair yeni teknoloji diye bilinse de, onlarda eskidi bile.

    Çağın gerek ve gerçekleri, imkânlarınızı doğru yöne kanalize etmeyi zaruri kılar. Daha II. Abdülhamit döneminde, üç kıtada toprakları bulunan devletin birçok noktası, demir yolu ağları ile birbirine bağlandığını biliyoruz. Bugün henüz istenilen seviyede gözükmese de, devlet politikası ile çalışmaların yurt sathında çokça ivme kazandığı da gözlerden kaçmamaktadır.

    Devir hız devri. Hızlı düşünmek ve hızlı kararlar alıp uygulamak durumundayız. Son teknolojik imkânlarla donatılmış yüksek hızlı trenler, uçakların konforunu karada yaşatıyor insana. Dilerim ki en kısa sürede, bütün bir yurt sathında insanımızın hizmetine sunulur.


    Sabah saatlerinde hızlı tren garındayım. İşim dolayısıyla Eskişehir’e seyahat edeceğim. Vakit tamam, binmek üzere perona indik. Yolcuların trene binmek üzere bekledikleri açık hava peronlarında sigara içmek yasak. Adamın seslenmesiyle dikkat kesilip arkama döndüm:
    “Hanfendi, bu alanda sigara içmek yasak; lütfen söndürür müsünüz?”

    Kadına baktım. Tepkisini merak ettim. Belli ki yeni yaktığı sigarasından bir yudum daha aldı. Adama tepki vermeden söndürdü ve çöp bidonuna bıraktı.

    Ne diyeyim, durumu gözlemleyen biri olarak ikisini de takdir ettim. Adam tepki vermeseydi, kadın yanlış olan davranışını sigarasının bitimine kadar devam ettirecek ve aynı ortamda diğerlerinin de benzer davranışı sergileyebilmelerine temel oluşturacaktı.

    Kadın tepki verseydi, yanlışa karşı durmanın insanlardaki direncini köreltecekti.

    Herkesin yararına bir düzen, kendiliğinden oluşmuyor. Bu açıdan; yerinde, zamanında ve nezaket kuralları çerçevesinde olmak kaydıyla, velev ki kavgasını vermeyi gerektirse dahi, tepki iyidir ve mutlak anlamda gereklidir.

    Fuat OSKAY

    Devamını Oku

    ZİHİN DÜNYAMIZIN SİSLERİ…

    ZİHİN DÜNYAMIZIN SİSLERİ…
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Bırakalım da herkes istediği gibi mi yaşasın?

    Hayır efendim, herkes istediği gibi değil; akıl, sağduyu, mantık ve nizam-ı âlem terazisi bakımından “olması gerektiği gibi” yaşasın.

    Yeryüzündeki varlığı yüz binli yıllara dayanan insanlık ailesinin derin tecrübelere dayanan sabiteleri vardır. Boşuna çekilmedi bunca acılar. İnsanın terbiyesi için boşuna gönderilmedi bunca elçiler, feylesoflar, kitaplar, öğretiler.

    Evren bir düzen içerisinde işlemektedir ve hiçbir şey başıboş bırakılmamıştır ki insan da buna dahildir. Başıboş kalan insanın yaz vakti sahil boylarında, metruk mahallerde, park ve bahçelerde, sokak aralarında, düğünlerde, trafikte… müsebbibi olduğu kaos ve curcunayı hepimiz yakından biliyoruz. Verdiği zarar bakımından başıboş insan, sokak köpeklerinden daha tehlikelidir. Aksini söyleyen gelsin de ispat etsin.

    İnsanın beyninin içinde yanmayan meşale dışını aydınlatmaz. Basit bir soru ile şunun cevaplanması gerekir:
    Anadan doğma üryandın sen, bir örtüye niye büründün? Bürünmeseydin kardeşim!

    Ha neden; çünkü haya insanlık vasfındandır. Sen doğası gereği uzvu açıkta gezen maymun değilsin.

    Karşı durulması gereken esas ilke gericiliktir. Ancak gericilik nedir? İleriye gidememektir.

    İleriye gidemiyorsan geride değil misin?

    İnsan yeryüzünde ilk belirdiğinde bir ağacın iki geniş yaprağıyla örtündü. Yani, “amann be giyeceğim bir şey yok ki niye örtünecekmişim ayol!” demedi. İki yaprak buldu yine örtündü.

    Çağ millattan sonra milenyum. Soyunan, ilkel insana yol alandır. Bilsin ki geridedir ve gericidir. Cinsiyeti mi? Kadın yahut erkek hiç fark etmez.

    Herkesin içten iteklemeli olduğu, kendi kendini disipline ettiği, nefsini hizaya getirdiği bir düzende kimse kimsenin üstünde bir baskı aracı değildir.

    Kasis yolun değil yolcunun ayıbıdır.

    Ne Afganistan ne İran; ne kilise raconu, ne katı
    laiklik ne de derin bağnazlık.

    En doğru yol orta yol; orta yol en doğru yoldur.
    Fuat OSKAY

    Devamını Oku

    ÇÖL VE GÜL

    ÇÖL VE GÜL
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Güzellikleri çoğaltmak mı, çirkinlikleri azaltmak mı?

    Bana öyle geliyor ki asıl peşinde olmamız gereken, çirkinlikleri azaltmak değil; güzel olanı çoğaltmaktır.

    Beyaz değil yeryüzünün ana rengi, siyah. Beyaz, siyahtan kazınarak elde edilir. Güneş doğmaz. Karanlık, ellerini çeker gündüzün üzerinden.

    Başını çevir bak. Gözünün alabildiği kadar karanlık, çirkinlik ve kötülük var zaten.

    Ve yine dön kendine. Zerre kadar bir umut ışığı var ise çoğalt. Geniş bir aydınlığa dönüştürme çabası güt.

    Yap. Onar. Tamamla ve kazan.

    İslam’da olduğu gibi diğer bütün kadim öğretilerde de geçerli olan temel paradigmadır bu.

    Yıkmak kolaydır, yapmak zor.

    Sevgili Peygamber, nübüvvetinin ilk yıllarından itibaren kendilerinden görünüp de başkası olan, dilinden bal damlayıp belinde hançer saklayan, yüzü gülüp içi zehir kaynayan, yanında görünüp de uzağında sabahlayan fasık ve münafıkların tek tek farkındaydı. Hepsini bir bir biliyordu; lakin bir gün dahi olsun onlardan birine yüzünü ekşitmedi. Mütebessim bir çehreyle sabır, şefkat, merhamet ve muhabbet ile yaklaştı hep. Hatta bazılarına savaş ganimetlerinden dağıttı, onları kollayıp gözetti.

    Bu davranış biçimi elbette onun üstün peygamberlik vasfının gereklerindendi.

    Neden böyle davrandı? Elbette insan kazanmak için. Kaybetmek kolaydı çünkü. “Bizden değilsiniz.” der, yollarını ayırır biterdi. Ancak kalplerinin ısınmasını dahi büyük bir kazanım olarak addediyordu.

    Peygamberlik makamı son buldu bugün; ancak elçilik makamı devam ediyor.

    Yeryüzünde güzel olana dair umut kırıntılarını yüreğinde büyütüp insanlık bahçesine gül bırakan her insan peygamberin dostu ve elçisidir.

    Fuat OSKAY

    Devamını Oku

    EŞİKTEN İÇERİ…

    EŞİKTEN İÇERİ…
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    “Olduğu gibi” mi kabul edelim?

    Etmeyelim bence. “Beni olduğum gibi kabul et!” diyenlerin çoğu olmamışlardır eminim.
    “Olduğu gibi” kabul görmek isteyenler “olması gerektiği gibi”ye direnenlerdir aslında.
    Ne yapalım peki, kapı dışarı edelim?
    Elbette kapı dışarı etmeyelim; ancak içeriye de törpüleyerek alalım.
    Toplumun ve insanlar arası ilişkilerin genel geçer etik ilkeleri, ahlaki değer, kural ve kaideleri var. Asgari düzeyde bu teraziye uyumlu olmasını sağlayalım. Bu hususa aykırılık, zaten onu ortamda kendiliğinden egale edecektir.

    “Ben buyum!” diye bir şey yok. İsteyen değişir, uzlaşmak isteyen orta yolu bulur. İstemeyen ise kendine başka bir yol bulur.
    Kriterlere uymayan hiç kimsenin kapıdan içeri alındığı görülmemiştir. Bu, gönül kapısında da böyledir, devlet kapısında da böyle, cennet kapısında da böyle.
    Günahkâr müminlerin dahi bir süreliğine cehennem ateşinde yakılmaları da bu hikmetten.

    Salt ceza olarak bakılmamalı. Orada ateş bir terbiye, bir değişim dönüşüm, bir temizlik vasıtası olarak görülmelidir. Ateş de iyi bir temizleyicidir sonuçta. Suyun sirayet etmediği durumlarda devreye girer. Cennet temizdir, ehline karışmak arınmayı gerektirir çünkü.
    Dolayısıyla Yaradan dahi olduğu gibi kabul etmiyor kulunu diyebiliriz. Yüz yıllar boyu elçiler, kitaplar, levhalar, uyarılar göndermesi bu yüzden.

    Olması gerektiği gibi olmayanlar kendilerine başka yollar ve mekânlar buluyorlar. İnsan ki iradesinde hürdür amenna. Ancak sorumlulukları da bakidir.

    İyi de Mevlânâ’ nın dergâhının kapısı vardı bir de. “Gel, ne olursan ol yine gel. Bu kapı umutsuzluk kapısı değil” diye sesleniyordu ahaliye. Bu, “olduğu gibi” kabul çağrısı değil miydi? Diye soruyorsun:
    “Bizim Yunus” Tapduk Emre’nin kapısına kırk yıl boyunca dağlardan sırtlayarak bir defa bile olsun eğri odun getirmedi ya, biliyorsun. Hem mürit hem de mürşit farkındaydı bunun. Bu bir iradeydi. Yunus o kırk yılın sonunda Yunus oldu. Yunus eğri odunların nezdinde asıl bütün eğriliklerini kendi nefsinde düzeltti.

    Mevlana’nın gittiği yol ve temsil ettiği makam da bellidir. Davet ettiği kapı bir nevi giriş kapısıdır. Kişi bu kapıdan “olduğu gibi” alınır, seyr-i sülük diye bir yolculuğa çıkarılır, temizlenir, terbiye edilir, kemale erdirilir ve çıkış kapısından “olması gerektiği gibi” çıkarılır.

    Yani cevheri alır o kapı, mücevhere dönüştürür.

    Fuat OSKAY

    Devamını Oku

    HER ŞEYDEN UZAK…

    HER ŞEYDEN UZAK…
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Selâm olsun bizden güzel dünyaya
    Bahçelerde hâlâ güller açar mı?
    Selâm olsun sonsuz güneşe, aya
    Işıklar, gölgeler suda oynar mı?
    (A.H. TANPINAR)


    Zamanla sınırları da sinirleri de değişiyor insanın.

    İlk gençlik çağlarında çağlayan gibisin. Debin yüksek. Bendini yıkıp enginlere akmak, ne varsa önüne katıp götürmek istersin. Müdahale etmek istediğin ne yok ki? Yakınından uzağa sana aykırı gelen her şeye sinirlenirsin. Kafa tuttuğun koca bir dünyadır. Ama olsun umurunda değil, güç var sende, kudret var; koymuşsun kafana insanları değiştireceksin. Moğol steplerinden Afrika’ya uzanır ufkun. Kartalın pençeleri var sende, kendini kanatlarında hissedersin.

    Sonra… Sonra işte zamanla. Yorulursun. Durulursun. Başkalarının dünyasından kendi dünyana dönersin. Öyle olur olmaz her şeye sinirlenmeyi bir tarafa bırakırsın. İç ülkenin sınırlarına çekilirsin. Daha çok kendinle hasbihâlde bulunur, kendinle iktifa edersin.

    Hayır. Tek tek kişilerin değil; insanın serüvenidir bu.

    Büyük İskender, Babil Sarayı’nda dünyanın geri kalanının fethini planlarken otuz üç yaşında öldü. Ha ölmeseydi n’olurdu? Bütün bir dünyayı fethederdi. Buna kudreti yeterdi.

    Sonra…Sonrası eminim ki bütün dünyayı fethedip hükmü altında bulundursaydı dahi ahir ömründe bir dağ eteğindeki Tibet köylüsünün yalnızlığını özleyecek; sonunda çekilip sığındığı ve bir parça huzur bulduğu ülke yine iç ülkesi olacak; iç denizinin limanlarına demir atıp ölümünü öyle bekleyecekti.

    Fuat OSKAY

    Devamını Oku

    DÜNDEN YARINA BİR UZUN YOL…

    DÜNDEN YARINA BİR UZUN YOL…
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    – Bugün çürüktür.

    Neye dayandırıyorsun bunu, nerden çıktı?

    -Çünkü bugünün yarına kalacak bir tarafı yok gibi duruyor.
    Dünden bugüne medeniyet dediğimiz olgunun en büyük göstergelerinin başında mimari yapılar gelmektedir.
    Çıplak gözle bak şöyle dünyanın dört bir tarafına, dünü çok rahat görürsün. Roma İmparatorluğu’nun en etkileyici ve en eski yapılarından biri olan Kolezyum örneğin. Komutan Vespasianus tarafından bir arena olarak M.Ö. 72 yıllarında inşa ediliyor. Roma’nın simgesi Kolezyum günümüzde en çok turist çeken yerler arasında  yer alıyor.

    Suriye’nin Halep kentinde tarihin en eski yapılarından olan Tell Qaramel’in geçmişi M.Ö. 11000 ila 9670 yıllarına kadar uzanıyor. Tell Qaramel de tıpkı Göbekli Tepe gibi tarihin en eski yapıları olarak kabul edilen yerler arasında bulunuyor.

     Bernanez, Fransa’nın Bretanya bölgesinde bulunan ve Avrupa’nın en eski büyük megalitik yani büyük taş yapıtlarından biri olarak yer alıyor.

     Zoser piramidi Firavunlar döneminden kalan Mısır mimarisinin etkileyici örneklerinden biri olarak biliniyor.

    Tarihin en eski mimari yapılarından bir diğeri olan Petra Antik Kenti Ürdün sınırları içerisinde yer alıyor. M.Ö. 4 yılına uzanan tarihi geçmişi ile en eski mimari yapılar arasında olan Petra, kireç taşının oyulması ile oluşturulan yapılar, birçok amfi tiyatro ve mezarları içerisinde barındırıyor.

    Çin’in kuzey sınırlarını korumak için inşa edilen Çin Seddi, dünyanın en büyük savunma yapılarından biri olarak biliniyor.

     İzmir ili sınırları içerisinde yer alan Artemis Tapınağı da yine tarihin en eski mimari yapıları arasında.

     Kıbrıs’ta bulunan Hirokitya M.Ö. 5800 yılına uzanan bir geçmişe sahip. Akdeniz bölgesinin en eski yerleşim yerleri arasında yer alan Hirokitya’da kerpiçten yapılmış düz çatılı daire şeklindeki evler günümüze kadar gelmeyi başarmış bulunmaktadır.


    Daha yakın dönemler için kendi topraklarımıza bakalım: Koca Sinan’ın “Çıraklık Eserim” dediği Şehzade Mehmet Camii ne zaman inşa edildi biliyor musun? 1548 yılı.

    Bir çıraklık eseri dahi beş asırdır hayatta. Dünün nişanesi olarak dimdik ayakta.
    Peki bugün en son teknolojinin imkanlarından yararlanarak inşa ettiğimiz yapıların ömrü ne kadar?

    – En fazla kırk yıldır herhalde.

    Evet maalesef en fazla kırk yıl, hadi bilemedin elli. Yirmi yıl ayakta duran bir yapıya artık yıkılma tehlikesi olabilir diye dayanıklılık testi uyguluyoruz.

    Bugünden yarına miras bırakacağımız bir şeyler yok mu diyorsun yani?

    – Üç kıtada altı asır hüküm süren Osmanlı’nın diktiği çınar ağaçlarının gölgesinde dahi halen insanlar serinlemiyor mu?

    Biz ise bugün naylon, pet ve plastik üretimin “Kullan-At”  çağını yaşıyoruz. Serencamımız bu. Bugünün direnci yok.

    Fuat OSKAY

    Devamını Oku

    BAYRAM…

    BAYRAM…
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Anadolu boşaldı. Köylerde yalnızca apartman merdivenlerini çıkamayan ve topraktan yadigâr diye kopamayan yaşlı anne babalar kaldı.

    Sevincini, coşkusunu, kıvancını idrak ettiğimiz mübarek kurban bayramının birinci günü olan dün aynı zamanda Babalar Günü idi.

    Anadolu kültüründe bayram yol demekti biraz da. Yol ile tarif edilebilirdi. Beklenen her an gelir diye yolu gözlenirdi.

    Yolun sonunda vuslat olurdu. Hasret dinerdi. Gözler buluşur, eller buluşur, sevenler koklaşır, sarılır, sevinir, dirilirdi.

    Bayramda elini öptürmek babalar için aile, sıcaklık, güven, otorite, saygınlık ve ananeyi devam ettiren muazzam bir gurur kaidesiydi…

    “Şenlik dağıldı bir acı yel kaldı bahçede yalnız
    O mahur beste çalar Müjgan’la ben ağlaşırız
    Gitti dostlar şölen bitti ne eski heyecan ne hız
    Yalnız kederli yalnızlığımız da sıralı sırasız
    O mahur beste çalar Müjgan’la ben ağlaşırız.”

    Şimdilerde devran değişti. Yeni nesil farklı fraksiyonların etkisi altında farklı yönlere evrildi. Evet hasret o eski hasret. Lakin Attila İlhan’ın o güzel mısralarında dile getirdiği biçimiyle hasreti dindiren o eski güzel günler gitti. Her şey dahil tam tatil fırsat ve konseptiyle evlatlar tercihini otellerden yana kullandı.

    Anne babalar için “Şenlik dağıldı bir acı yel kaldı yalnız.”
    Caretta carettalar gibi evlatlar. Bir an önce denize kavuşmak için birbirleriyle nasıl da yarıştalar?

    “Canım amann.. Hangi devirdeyiz Allasen! Teknoloji denen nimet var elimizin altında. Birbirimizin sesini duyabiliyoruz, mesafe ne olursa olsun birbirimizle görüntülü görüşebiliyoruz daha ne olsun. İllaki dizlerinin dibinde mi olalım? Şart mı bu?”

    Bu cümleler bir savunma biçimi olarak çok tanıdık. Değil mi?
    Tamam ama telefon ekranından attığın öpücük kucaklaşmanın, dokunmanın sarılmanın yerine geçer mi?

    Sanal reaksiyon.

    “Yılda bir kurbân keserler halk-ı âlem ıyd için
    Dem-be-dem sâ’at-be-sâ’at ben senin kurbânınam.” diyordu Fuzulî.

    Güzel olana dair ne varsa hep mi eskilerde kalır? Bugünün aşkları da Sünni, sentetik, plastik, medyatik değil mi?

    Kurban olmayı geçelim de birbiri için kılını kıpırdatan kim var?

    Sevdanın, hasretin, özlemin, ailevi değerlerin hakkının verilmediği bir ortamda vuslat bir anlam ifade eder mi?

    İçinin bosaltılmasıyla birlikte her değerde olduğu gibi kimsenin kapı komşusunu tanımadığı, tanıma gereği duymadığı, uzak yakın çevresine herkesin birbirinin acısına bigâne kaldığı bir toplumda kurban bayramı da din olgusunun atıfta bulunduğu bir değerden ziyade yıllık et ihtiyacının deepfrezlerde korunduğu “et festivali”nden öteye gidemiyor artık.

    Akıbetin hayra ulaşması dileğimle.

    Fuat OSKAY

    Devamını Oku

    SEVMEK Mİ ZOR, SEVİLMEK Mİ?

    SEVMEK Mİ ZOR, SEVİLMEK Mİ?
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Bam telini okşayan dokunaklı sesiyle radyo programcısının sabahın ilk saatlerinde dinleyicilerine sorduğu buydu: “Sevmek mi zor, sevilmek mi?” Güne böyle bir soru ile başlamak. Evet, iyiydi. Ben de bir dinleyiciydim sonuçta. Bu soruya vereceğim cevap ne olabilirdi? Yol boyunca şöyle düşündüm:

    Ruhumuzda depolanan ham bir enerjidir sevgi. Oradan çıkarılıp işlenmesi ve elektron olarak varlıklara aktarılması niyet, gayret ve sorumluluk gerektirir.

    Bir eylem olarak sevmek ise insanın davranışında kendini gösterir. Sevginin varlıklara aktarılması esnasında benlik bütünlüğünüzü oluşturan birçok unsur devreye girer. Şartlı mı seveceksiniz, rağmen mi? Yoksa Mevlana’nın çağlar ötesinden süzülen öğretisiyle kalbinizin kapısını her çalana “Gel, ne olursan ol, yine gel. Bu kapı ümitsizlik kapısı değil!” mi diyeceksiniz?

    Merhamet ile asla karıştırılmaması gereken bir olgudur sevgi. Birine merhamet göstermek sevgi değildir. Sevmediklerinize de merhamet gösterebilirsiniz. İlahi düzende de böyle değil midir? Yaradan yarattığı bütün kullarına merhamet gösterir; ancak sevdikleri kimlerdir diye baktığımızda, tabii ki sakındıklarından men olanlar ve belirlediği istikamette yol alanlardır.

    Dolayısıyla, hele ki egoizm ve kapitalizmin insanlar arası ilişkilerde ruhları çürüttüğü günümüz dünyasında kendiliğinden sevmek çok zor; bir defa gönülden sevmenin hazzına varıp sevgini başkalarıyla paylaştın mı, onlar tarafından sevilmemek de mümkün değil. Yunus’u toplum olarak sevmemizin, “Bizim Yunus” diye ad vermemizin sebebi hikmeti de belki bu. Katıksız, hasbi. Hesabi değil çünkü o. Ne ki Yunus da sebepli seviyordu. Kendi deyimiyle yaratılana sevgisi yaratandan ötürüydü. O, aramış, büyük sevginin özüyle bir olmuş ve kendini bulmuştu. Aynı radyo kanalında biraz sonra çalınan “Sevgi anlaşmak değildir, nedensiz de sevilir. Bazen küçük bir an için ömür bile verilir.” dizeleri gerçek hayatta yerini buluyor mu, bilmiyorum ama; bence sevilmek isteyen sevsin önce. Buna kendimizi sevmek de dahil.

    Sahi, fısılda bakayım bana sen: Kendinle ilişkin nasıl? Seviyor musun kendini? Sevebiliyor musun koşulsuz şartsız? Kendine rağmen?

    Fuat OSKAY

    Devamını Oku

    BİR PENCEREDEN ÇOK YILDIZ GÖRÜNÜR…

    BİR PENCEREDEN ÇOK YILDIZ GÖRÜNÜR…
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Ya eserisin düşüncelerinin ya da esiri. Nasıl düşünüyorsan öyle bir varoluş içindesin.

    Hayat boşluk ve kararsızlıktan hazzetmez. Oturup olacakları beklemek sığ bir kader anlayışıdır.

    Der ki Şems: “Kader, hayatımızın önceden çizilmiş olması demek değildir. Bu sebepten ‘Ne yapalım, kaderimiz böyle!’ deyip boyun bükmek cehaletin göstergesidir. Kader, yolun tamamını değil, sadece yol ayrımlarını verir. Güzergâh bellidir ama tüm dönemeç ve sapaklar yolcuya aittir. Öyleyse ne hayatının hâkimisin ne de hayat karşısında çaresizsin.”

    Hayat zorluklarıyla başa çıkma mücadelesinde tarihin gelmiş geçmiş en büyük komutanlarından birisi Kartacalı Hannibal’dır.

    Soğuk bir kış mevsiminde, emrindeki doksan bin kişilik ordusu ve binlerce fille Alp Dağları’nın geçit vermez sarp yamaçlarına vardığında, umutsuzluğa kapılan ordusuna ünlü komutan şu sözle seslenir:

    “Ya bir yol bulacağız ya da bir yol yapacağız.”

    Yedi bin kişilik ordusuyla Septe Boğazı’nı geçerek İspanya’ya ulaşan Tarık Bin Ziyad, zafer için bütün gemileri yakar. Fatih Sultan Mehmet de başka bir yol bularak gemileri karadan yürütüp denize indirir.

    Başarmak, yalnızca nefsin istediği sonuçlara ulaşmak olmasa gerek. Mühim olan yolda olmaktır. Nice hezimetler, yenilgiler onurlu birer zafer olarak addedilmiştir. Onun için Uhud’a küsmemiş en sevgili. “Biz Uhud’u severiz, Uhud bizi,” demiştir.

    Vietnamlıların mücadelesi hepimizce malum. Vietnam’ın kurucusu olan Ho Şi Minh, anılarında savaş yıllarını ve sonuçlarını şu şekilde anlatır: “Tüfeği olanlar tüfekleriyle, kılıçları olanlar kılıçlarıyla, kılıçları olmayanlar küçük çapa ya da sopalarıyla savaştı. Her mezra ve cadde birer kale, her insan bir savaşçı, her parti hücresi bir kurmay heyeti gibiydi. Zafer, çok büyük bedellerle, on üç milyon şehit, binlerce kayıp, yüz binlerce yaralı ve sakatla (83 bin sakat, 8 bin felç, 30 bin kör, 10 bin sağır) kazanıldı.”

    Yönünü, hedefini, pusulasını, mefkûresini belirleyenler için yılmak, yorulmak, heyecanını yitirmek, azmi bırakmak yoktur. Karakoç’un deyimiyle, onlar için yenilgi yenilgi büyüyen bir zafer vardır. Karşılarında saf tutanlar ne yaparlarsa yapsınlar boş. Göklerden geldiğine inandıkları bir karar vardır. Yakın ve uzak mazimiz böylesi onur mücadeleleriyle doludur. Libya çöllerinde yıllar yılı emperyalizme karşı bir avuç mücahitle başkaldıran Ömer Muhtar’a selam olsun. Dar ağacında son sözü şu idi: “Biz ölsek de kazanırız, siz kaybedersiniz. Fakat acı olan, siz bunu ancak öldüğünüzde anlarsınız ve bunun size bir faydası olmaz.”

    Kafkas halkının onuru ve bağımsızlığı için dağları siper edinen Kafkas Kartalı Şeyh Şamil’e selam olsun.

    Ve bugün de yine onun “Sonunu düşünen kahraman olamaz” düsturundan hareketle, üzerlerine yağdırılan bombalara rağmen, dünyanın gözü önünde çadırlarıyla birlikte canlı canlı yakılmalarına, soydaşı, dindaşı ve ırkdaşı olduğu insanlar tarafından yapayalnız bırakılmalarına rağmen esarete boyun eğmeyen, zulmün ağır paletleri altında ezilen ama asla pes etmeyen, binlerce kez öldürülen ama asla ölmeyen Kahraman Gazze Halkı’na selam olsun.

    Düşünce ruh bulmak için inanca yaslanır. Hayat mücadelesinde insan aklıyla sefere çıkar; zafere ancak kalbiyle varır. Büyük zaferler çünkü akılla değil, ancak kalple kazanılır.

    Fuat OSKAY

    Devamını Oku

    YABAN…

    YABAN…
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Ayaklarımızın toprakla temasının kesildiği andan itibaren yabancılaşmaya başladık doğal hayata.

    Kendisine yenik düştüğümüzün farkına bile varmadan zamanı büyük bir hızla tüketiyor ve bizi tembelliğe iten her şeyi terakki olarak addediyoruz.

    İçinde yaşadığımız zaman, sunmuş olduğu imkânlarla istediklerimizi ayağımıza kadar getirmekte ve bizleri üretim çarkının dışında kalan hazır bir hayata itmektedir.

    Sabahın ilk ışıklarıyla beraber temel yaşam malzemelerimizin tedarik edilmesiyle ilgili dev bir hazırlık vardır. Büyük alışveriş merkezlerinde, marketlerde koli koli yumurtalar, etler; manavlarda sebze ve meyveler, fırınlarda ekmekler, konfeksiyonlarda giysiler…

    Biz ise bu malzemeleri evlerimize taşımakla meşgulüz yalnızca. Hoş, eşyayı, malzemeyi eve taşıma yöntemlerimiz de değişti ya. Bırakın ellerinde taşımayı, aracıyla dahi eve taşıyan kaç kişi kaldık? Aklını hızlı tüketim sisteminin emrine amade eyleyen telefonlarımızdan indirdiğimiz uygulamalar üzerinden bir tıklamayla ürünleri ayağımıza getirtiyoruz artık.

    Sahi, şehir hayatının keşmekeşinde köy hayatını özleyen; samanlıkta tüneyen tavuğun yumurtasını gözleyen son nesil burada mı?

    Rüzgârın esintisini içimize çektiğimiz yayla yollarını unuttuk bile.

    Buram buram hayat kokan dağlarda sürülerini otlatan çobanı hakir gördüğümüz bir devrin mahdumlarıyız biz. Yüksek yüksek tepelere yuva kuran dünün akıl sahiplerinin ekip biçmek için bıraktığı uçsuz bucaksız ovalarda diktiğimiz, gökyüzüne meydan okuyan çok katlı apartmanlarda birbirine bigâne yaşanan modern hayatların prangalı sahipleriyiz. Dağ eteğinde kaval sesine eşlik ederek çobanın ellerinde tuzlanan koyundan, kuzudan nerden olsun haberimiz?

    Bugün tarlada biçilen ekinde alın teri yok; elin, emeğin tadı yok. Makinelerin soğuk dişleri arasında öğütülüp insanın kursağına bırakılan tüm ürünler damakta demir tadı vermekte; kanına karışan bu ürünler insanı makineler gibi idraksiz tüketen, soğuk, hissiz ve ruhsuz bir varlığa dönüştürmektedir.

    Yerden uzaklığı on bin fitle bulutların üstünde uçakla, denizde gemilerle ve karada otobüslerle, yüksek hızlı trenlerle topraktan uzaklaşıyoruz. Toprağın bizi bıraktığı yok; biz toprağı terk ediyoruz.

    Velakin toprak, tevazuun kalbidir Mevlana’nın dilinde. Kurumayan merhamet pınarıdır. Anne şefkatiyle bizleri beslemeye devam ediyor biz onu terk etsek de.

    Uzun ince hayat yolunda Âşık Veysel’in nicelerine sarıldıktan sonra bulduğu sadık yâridir toprak.

    Kazmayı vurdu da insan, ne zaman karşılığını almadı? Ne zaman sustu toprak, ne zaman küstü?

    Oysaki dün durduğu yerde gül. Bugün ahdine vefasız olan bülbül.

    Fuat OSKAY

    Devamını Oku

    EMPATİ ÜZERİNE…

    EMPATİ ÜZERİNE…
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    İnsanlar arası ilişkilerin sıcak ve yüz yüze yaşandığı bir zamanların Anadolu kültüründe uzak yollardan gelip bir haneye Tanrı misafiri olmuşsanız size “Karnınız aç mı?” diye bir soru asla sorulmaz; o an için evde ne var ise pişirilip önünüze getirilirdi. Yol kat eden kişinin mutlaka aç olduğu ve bunu dile getirmekte çekinebileceği göz önünde bulundurulurdu.
    Köyler boşaldı. şehirlerin kalabalık ancak insanların yalnız olduğu günümüz dünyasında birbirini anlayan var mı? Medar- ı maişet kaygısıyla içinde debelendiği keşmekeşten başını bir kaldırabilse bunu başarabilecek yine belki de, neylesin. Vakit, nakit.
    Ah kimselerin vakti yok durup ince şeyleri anlamaya.” Diye sızlanması Gülten Akın’ın.

    Metrekarelik alan içerisinde insanlar iç içe, dip dibe, yan yana, karşı karşıya. Birbirlerine çok yakın; Ne var ki kalpten kalbe görünmeyen bir yol yok artık. Mesafeler yıldızlar kadar uzak.

    en uzak mesafe ne Afrika’dir,
    ne Çin,
    ne Hindistan,
    ne seyyareler
    ne de yıldızlar geceleri ışıldayan.
    en uzak mesafe iki kafa arasındaki mesafedir
    birbirini anlamayan
    .”
    Can alıcı bir üslup ile ne güzel anlatır Can Yücel, kendisine izafe edilen “En Uzak Mesafe” adlı şiirinde.

    Anlamak; birbirini tanımak, bilmek, fark etmek, vakit ayırmak ve en önemlisi de dinlemek ile mümkündür.
    Hikayesini bilmediğin, kendisine yakınlık duyup dinlemediğin kişiyle empati kurabilir misin? Mümkün değil. Eskilerin diğergamlık, şimdikilerin ise modern terimle empati dedikleri şey, insanın kendisini karşısındaki insanın yerine koyarak, onun duygu ve düşüncelerini doğru anlamasıdır.

    Tam olarak gerçekleşmesinin üç kuralı var empatinin;
    *) Bir insanın kendisini karşısındaki kişinin yerine koyarak, olaylara onun bakış açısıyla bakması,
    *) Karşısındakinin duygu ve düşüncelerini doğru olarak anlaması ve hissetmesi,
    *) O kişiyi anladığını ona ifade etmesi.

    Empatide esas olan, karşısındakinin gözüyle görmek ve ne düşündüğünü anlamaktır. Bu esnada karşıdakinin düşüncelerine hak vermek, onun haklı olduğunu bildirmek gerekmez.
    Kızılderililer “Birini yargılamadan evvel onun ayakkabılarıyla dolaş.” derler. Onun ayakkabılarını giyebilmek için evvela kendininkileri çıkarmak zorundasın. O’nu ancak o şekilde hissedebilir; ancak o şekilde kendinleştirebilirsin. Damdan düşen hoca, halini anlamak için neden damdan düşeni çağırıyordu yoksa?
    Derenin iki tarafında da iki hayvan, biri ötekine sorar: “Karşıya nasıl geçeceğim?”  Öteki cevap verir : “Zaten karşıdasın ya!”
    Cevap yanlış mı, hayır. Doğru. Ancak yargılayıcı. Karşıdakinin haline kör; durumuna sağır.
    Hal bu olmakla birlikte insan gerçekten de kendisini bir başkasının yerine koyabilir mi diye sormaktan geri duruyor değilim.
    Çoğumuz insani reflekslerle konuyla ilgili, bilgili ve istekli bile olsak ne yazık ki uygulamada sorun yaşıyoruz. Bir başkasının yüzünde patlayan tokadı tam olarak kendi yüzümüzde hissedebilir miyiz? Bu mümkün mü?
    Mevzuyu vuzuha kavuşturmak mizaç kavramını yakından tanımayı da lazım kılıyor. Zira insanda dokuz ayrı mizacın hüküm sürdüğü dile getiriliyor.
    Duygusal ve kırılgan mizaçlı bir insanın sert ve asabi bir insanın yerine kendini koyarak onu anlamasını bekleyebilir miyiz? Bu iki farklı mizacın dünyaya aynı pencereden bakmalarını, aynı olanı görmelerini isteyebilir miyiz?
    Mevlana kapısını herkese açık tutup “Gel, ne olursan ol yine gel. Bu kapı umutsuzluk kapısı değil.” Derken insanlarla empati kurabildiğini mi dile getiriyordu bilemem ama kanaatimce farklı mizaçlardan kaynaklı olarak kimse kimsenin yerine kendini koyamıyor. Yalnızca yaşanan olay kendisinin başına gelseydi veya içinde bulunulan hal kendisinde olsaydı ne hissedeceğini, ne düşüneceğini, ne yapacağını söylüyor. Bu demek değildir ki karşısındaki insan da öyle hissediyor/düşünüyor/yapıyor. Sergilediğimiz tavırlar, duruma göre değil, edindiğimiz hayat tecrübesine ve kişiliğimize göre değişiklik gösterir. Zira empati için sadece bilgi yetmiyor. İnsanı anlamak sabır, sevgi ve sinerji içeren derin bir hislenim de gerektiriyor. Bu da sempati demek biraz.
    Ne dersiniz bilmem ama sempati(ilgi, yakınlık, sıcaklık) gösteremediğiniz bir insana empatiyle yaklaşmak zor gibi.

    Fuat OSKAY

    Devamını Oku

    YA HÜRSÜN BU ÂLEMDE…

    YA HÜRSÜN BU ÂLEMDE…
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Kendisi olamayan başkası olur.

    Kendisi olmak, hayatının dizginlerini eline alarak yol almak ve “ne derler sonra!” kaygısı taşımadan başkalarının değer yargıları doğrultusunda şekil almaktan vazgeçmekle olur.

    Kendisi olmak, özgürce düşünebilmeyi ve düşündüklerini özgürce eyleme dökebilmeyi gerektirir.

    Kendine yetebilen insanların nev’i şahsına münhasır yasaları vardır. Kolay kolay söz vermez, ağzından çıktı mı ölür de sözünden dönmezler. Karar verip yola çıktı mı mutlaka sonunu getirirler. Kabul edilebilir ölçüler içerisinde özgün giyinmekten, özgün konuşmaktan geri durmaz; dünyada bir başına kalmayı gerektirse dahi asla doğrularından vazgeçmezler. Hayat yolculuğunda karakteristik olarak yol alırlar.    

    Sürüden ayrılmak, “kurt kapar” korku kalıbına başkaldırmaktır aynı zamanda.

    Zirvede kuluçkaya yatan kartalın yumurtalarından birinin bir zelzele dolayısıyla yuvarlanıp, dağın eteğinde tüneyen tavuğun yumurtaları arasına karışarak diğer civcivlerle aynı anda dünyaya gözlerini açtığını düşünün. Kendi iç sesine kulak tıkayıp camianın telkinleriyle uçmayı denememesi onu bir tavuk olmaktan ileriye götürebilecek midir?

     Kendin olarak geliştirdiğin eylemleri ve sahip olduğun erdemleri başkalarının değer terazilerine vurursan hayatında hiçbir zaman özgül bir ağırlığa sahip olamayabilirsin.

     Nasreddin Hoca’nın, oğlu ve yanlarında eşekle köye varmak üzere yola koyuldukları manzara ilgi çekicidir hani:

    Eşeğe kendisi binse ayıplanır, inip oğlunu bindirse yine ayıplanır; ikisi birden binse hayvan zavallı bulunarak Hoca yuhalanır. Eh ne yapsın, söylenmelerden kurtulmak için eşek arkalarında, köy yolunu küçük oğluyla yayan kat eder; ama durur mu ahali, binmediler diye onu ve oğlunu bu sefer de ahmak olmakla yaftalarlar.

    Aldığı kararlar doğrultusunda kendi hayatını yaşamayanlar başkalarının kendileri için seçtikleri hayatı yaşamaya mahkûm olurlar.

     Ya hürsün bu âlemde ya da tutsak. Ya kendin olur; kendini yaşarsın ya da kendine bile yasak kalırsın.

    Fuat OSKAY

    Devamını Oku

    EKMEK…

    EKMEK…
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    İnsanlık tarihi kadar eskidir ekmeğin tarihi. İlk insanlar su ile ıslatıp kendi hâline bırakılmış buğday kırmasında gözeneklerin meydana geldiğini gördüler ve oluşan kitleyi taşlar üzerinde pişirdikleri zaman da bunda tat ve lezzet olduğunu fark ettiler. Sonraları av için yaptıkları uzun seyahatlerde bu ilkel mayalı ekmeği de yanlarında götürdüler.

    Eski devir insanları yiyeceklerini herhangi bir işleme tabi tutmadan tüketmekteydi. Bunun tek istisnası belki de buğday ve undan üretilen ekmekti. Araştırmalardan anlaşıldığına göre M.Ö 4000 yıllarında Babiller fırınlarda ekmek pişirmeyi biliyorlardı.

    Mayalı ekmek ilk kez M.Ö 1800 yıllarında Eski Mısırlılar tarafından tesadüfen bulundu. Mısırlıların ekmeğin zenginleştirilmesinden haberdar oldukları; ekmeğe bal, hurma gibi maddeler kattıkları tespit edildi. Eski Mısır’da hemen her olay veya törende ekmek ekonomik katkısı açısından büyük nimet olarak kabul edildi. Büyük kuraklık dolayısıyla Yedi yıl boyunca kıtlık çeken Mısır halkı devletin maliyesindeki akılcı ve ahlaklı politikalarıyla önemli rol üstlenen Hz. Yusuf peygamberin buğdayı ihtiyaç olduğu kadar adaletli ve tasarruflu kullandırıp artanın depolanması çalışmasıyla kıtlıktan kurtulur.

    Ekmek yapım sanatı Akdeniz ülkelerine Eski Mısır’dan yayıldı. Eski Yunanlılar M.Ö 8.yüzyılda ekmeği Mısırlılardan öğrendiler. Daha sonra Romalılarda ekmekçilik oldukça gelişti ve büyük ticari fırınlar inşa edildi.

    Ekmek yapma sanatı Orta Avrupa’ya ve Avrupanın diğer ülkelerine ise çok sonraları güneyden yayıldı.

    Zamanla ekmek yapımında buğdayın yanında çavdar ve diğer tahıllar da kullanılmaya başlandı. Beyaz ekmek yapımına Avrupa’da 15. yüzyılda başlandı ve bu ekmeği o devirlerde ancak zengin sınıf yiyebildi.

    Mikroorganizmaların ve mayanın keşfinden sonra 19. yüzyılda ekmek ticari olarak üretilmeye başlandı ve artık bir sanayi dalı haline geldi. Denilebilir ki beslenmek denince akla ilk olarak ekmek gelir. Bugün dünya ülkelerinin %53’ünde ekmek alınan toplam kalorinin %50’sini; %87’sinde alınan kalorinin %30’undan fazlasını sağlamaktadır. Ekmeğin oldukça az tüketildiği iddia edilen gelişmiş Batı Avrupa Ülkeleri’nde bile alınan proteinin %30’u , karbonhidratların %50’si, B gurubu vitaminlerin %50’si, E vitaminin %75’i ekmek ürünlerinden sağlanmaktadır. Avrupa’nın güney ve doğu ülkelerinde(İtalya, Yunanistan, Romanya, Bulgaristan, Macaristan, Yugoslavya) daha fazla ekmek tüketilmektedir.

    Bugünün zengin sofrasında ekmek, kilo yapıyor diye hızla azaltılırken fakir için temel yaşam kaynağı olmaya devam ediyor. Zengini, sofrasından ekmeği uzaklaştıradursun ne tezat ki dünyanın beri tarafında kuru ekmeğe dahi ulaşamayan, öğrenilmiş çaresizlik içerisinde kıvranan insanlara fakir deniliyor. Bu tanım elbette adaletin yeryüzünde tesis edilememesinden ve halkların başındaki aymaz yöneticilerden kaynaklanıyor.

    18.yüzyıl Avrupası’nda kıtanın dört bir yanının ekonomik sıkıntılarla, kıtlıklarla boğuştuğu ve çoğunluğunun evine ekmek götüremediği bir dönemde krallık bu sıkıntıdan etkilenmemiş olacak ki halkın “ekmek bulamıyoruz!” diye isyan etmesine Kraliçe Marie Antoinette’nin ‘’Ekmek bulamıyorlarsa pasta yesinler!’’ diyerek cevap verdiğini Jean-Jacques Rousseau, “İtiraflar” adlı kitabında anlatıyor.

    Yeryüzü insanlarının büyük çoğunluğu için manzarada bugün de değişen bir şey yok. Ekmek hâlâ sofralarımızın en temel katığı ve süsü; halen daha, elinin emeği ve alnının teriyle elde etmek için mücadele veren en şerefli insanların kavgası.

    Fuat Oskay

    Devamını Oku

    YOL AYRIMI…

    YOL AYRIMI…
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Hayır demek, evet demekten daha kolay kanımca.

    Neye evet diyeceklerini kestiremeyenler hayır demeye asla cesaret edemezler.

    Benlik oluşumunun bilincine vardığı andan itibaren insan hayatında önce “evet” vardır.

    Öz yaşam dairesinin içerisine neleri alacak? Hayatında nelerin veya kimlerin var olmasına izin verecek? Aklının erdiği, kişilik geliştirdiği an bunları düşünür insan.

    Evet kabul; hayır ise ret mantığı üzerinde oturur. Kalp terazisinde tartıp akıl süzgecinden geçirdikleri; his, eylem, inanç, tutum ve sezgileriyle harmanlayarak kişisel yaşam dairesinin kapısından içeri girmesine onay verdikleri, kişinin ‘evet’lerini oluşturur.

    Evet, insan benliğinin vücut bulmuş halidir.

    Evetleri net olmayan insanın neyi ret edeceği, niye ret edeceği üzerinde mantık yürütülebilir mi?

    Hayır.

    Benliğini tamamlayan ve kendisinin farkında olan insan, yaşamına ilişkin özgün kararlar alma ve bu kararları uygulama mekanizması geliştirir. Kararlarının sorumluluğunu alır ve arkasında durur.

    Evetlerinin ne olduğunu bilen ‘hayır’larıyla arasına bir sınır koyar.

    Aslına bakarsanız her insan bağımsız birer devletten farksızdır. Devletin, tüzel varlığı için düzenlediği gibi onun da kişisel/özel kanunları vardır. Yasa geliştirir. Kendi dünyasına ait duygu, düşünce, tutum, davranış ve stratejileri üzerinde inşa edilmiş iç ülkesiyle kendisinin dışında kalanlar arasına çizdiği keskin sınırları vardır. Sınırlarını korur, gözetir. Gerekirse savaşır; uygun bulursa uzlaşır. Kendinden ödün vermez. Onuruna, gururuna zincir vurulsun istemez. İç ülkesinden bir başka iç ülkeye huzur ve barışın yollarını arar. Benliğini oluşturan unsurların bütünlüğü içerisinde tanınmak ve kabul görmek ister. Bağımsızlığına ilişkin her daim göğsünde dalgalanan bir bayrak ister. Nasıl ki sınırları içerisindeki vatandaşlarının hayat düzenine yönelik verilen kararlarda devletin mührü var ise, kişi de kendi yaşam dairesinin reisi olarak kararlarına ilişkin mührü elinde tutmak ister.

    Devlet dediğimiz de benliğini tamamlamış hür insanların bir araya gelmesiyle oluşmuyor mu zaten?

    Hadi şunu diyelim:

    Evet’i olmayanın hayır’ı yoktur.

    Evet demek mi kolay?

     Hayır!

    Daha zor.

    Fuat OSKAY

    Devamını Oku

    YARA…

    YARA…
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Lisede okuduğum yıllardı. Pansiyonda kalıyordum. Benim durumumda olan her öğrenci gibi köyüme gidip gelebilmek için hafta sonlarını iple çekiyordum. Cuma günü ders bitimi sonrasında bayrak töreni tamamlanır tamamlanmaz beni bir an önce sürükleyen hızlı adımlarla odaya çıkıp önceden hazırladığım çantamı sırtlayarak pür heyecan içerisinde çarşının yolunu tuttum. Bu heyecanı öğrenciliğim boyunca hep duydum. Anne huzuru sıcaklığı başka bir şeydi. Dünyada insanı sorgusuz sualsiz bağrına basabilen aileden daha değerli şey yoktu. Akrabalarımızın burada ikameti dolayısıyla “içimiz daha rahat olur.” diye köyümün bağlı bulunduğu ilçeye yakın başka bir ilçede babam beni liseye kaydettirdiği için durakta yolcu bekleyen minibüsleri kaçırdığımda o hafta eve gidememenin korkusunu yaşardım. Benim de yolum gözleniyordu çünkü.

    Çantam elimde hızlı adımlarla yürüyüp minibüse yetişeyim diye çarşı merkezine doğru gelirken bir kahvehanenin önünde iki grup insanın birbirlerine bağırdıklarını, küfrettiklerini gördüm. Mezun olmama bir yıl kalmıştı artık. Halkı, esnafı az çok tanıyordum. Kavgaya tutuşan iki taraf da esnaftı. Belediyenin çevrelediği avlu içerisinde karşı karşıya bakan dükkânları vardı. Hayatın rutin akışı içerisinde ilişki ve iletişimleri nasıldı bilmiyorum ama şimdi her nedense kavgaya tutuşmuşlardı. Araya girenler bıraksa birbirlerini iyi hırpalayacakları belliydi. Kavga etmek evet kötüydü ama insanlar arasında şu veya bu nedenle vuku bulması olağandışı değildi. Benim dikkatimi asıl çeken, bu kavga ortamında farklı bir meseleydi. Sinirden gözlerin kan çanağına döndüğü bir vakit, taraflardan birinin oğlu olduğu ve il merkezinde mühendislik yaptığını sonradan öğrendiğim otuzlu yaşlarının başında bir genç, babasıyla karşı taraf arasında kavgaya taraftar olmayıp onları yatıştırmak üzere saf bir niyetle karşı tarafa yöneldi. Babası yöneldiğini fark etmemişti muhtemelen. “İkinizin de yaptığı ayıptır. Yılların komşususunuz. Yaşınızı başınızı aldınız. Nedir alıp veremediğiniz? Sizlere yakışmıyor!” diye söylenip karşı tarafa tam yanaştığı esnada kendisinden beklemediği bir hamleyle “amca” dediği adam kaptığı iskemleyi kafasına indirdi. Genç, afalladı. Kaç dakika sonra alnından yüzüne doğru kan süzüldü. İki taraf arasında kavga kızışacağa benziyordu bu hâl üzere ama araya girenler daha fazla büyümeden tarafları ayırıp yatıştırdı. Hastane yakındı. Genç mühendis hastaneye götürüldü yakınları tarafından. Kavga mahallinden ayrılıp durağa vardığımda minibüs hareket halindeydi. Araç içerisinde ayakta dursam da mutluydum. Yolun sonu huzurdu. Ailem vardı yolun sonunda.

    Akıbeti ne oldu diye merakla sorup öğrendiğimde şikayetçi olması için ısrar etmişlerse de genç mühendis buna tevessül etmemişti. “Her gün birbirinizin yüzüne bakıyorsunuz siz, barışın, birbirinizle iyi olun; ben iyileşirim” demiş.

    Hayat deneyimlerimizden ibaretti ve yanlış veya hatalı olandan sağalıp doğru olana yönlendirmek üzere deneyimlediğimiz her yaşantı bizi biz yapma yolunda varlığımıza katılmış birer olgunluk harcıydı.

    Yıllar sonra düşünüyorum şimdi. Mühendis genç ve dinçti. Pek âlâ kendini savunabilir, kavganın tarafı olup darbeye karşı darbe ile de cevap verebilirdi; ancak bunu yapmamış; sulh yolunu, iletişimi ve insani olanı seçmişti. Hayat dediğimiz seçimlerimiz değil miydi zaten? Onun yarası kafasının dış kısmında, derisinin üstündeydi. Zor olan esas yara, kafaların içinde, derinin altında olandı ki iyileşmesi hayli zaman alırdı. Yüce Kitabımızın terbiye etmek üzere muhatap aldığı insana yönelik ilk hitap cümlesiyle murat ettiği irfanî anlamda okumanın, mektep sıralarında uzun müddet mürekkep ile hemhal olup yaşından önce olgunlaşmış olmanın en büyük faydalarından biriydi bu. On dört asır evvelinden, ehl-i beytin mübarek evladı Hz. Hasan’ın yaşam öyküsünden haberdar mıydı bilmiyorum ama; genç mühendis, umumun yararı için yarasından vazgeçmişti.

    Fuat OSKAY

    Devamını Oku

    ÇANAKKALE’DE ÇELİKLEŞEN İRADE

    ÇANAKKALE’DE ÇELİKLEŞEN İRADE
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    “Bir yıllık refah istiyorsan, tahıl yetiştir. On yıllık refah istiyorsan, ağaç yetiştir. Yüz yıllık refah istiyorsan insan yetiştir.” diyordu uzak doğunun bilgeleri.

    II. Dünya Savaşı’nın harabeye dönen ülkelerinden biri olan Japonya yaralarını sarmaya çalışıyordu. Müttefik güçlerin yürüttüğü hava harekâtı kapsamında şehirlerin çoğu ağır bombardıman altında harabeye dönmüş, endüstriyel üretim tesisleri neredeyse yok edilmişti. Dışarıdan bakıldığında ülke can çekişiyordu; öldü ölecekti…

    İşte o zor günlerden birindeydi; Hiroshi, kendi aracıyla yol alıyordu. Komşu ülke sınırında yakıtı bitti. En yakın istasyon bulunduğu noktanın iki km ötesindeydi “ama olsun.” diye fısıldadı. “Vatanımın sınırlarında ya.” Hiroshi, aracını kenara çekip kapısını kilitledi. Elinde boş bidonuyla gerisin geriye döndü, çok uzağında kalan ama kendi ülkesine ait olan benzin istasyonuna doğru hızlı ve kararlı adımlarla yürüdü…

    Japonya kralı, cumhurbaşkanlığı döneminde Turgut Özal’ı ziyaret etti. Özal, İstanbul’u ve Çanakkale’yi gezdirdi kendisine. Kral, Özal’a: “Çocuklarınız, gençleriniz, yeni nesilleriniz çok şanslı.” dedi. “Tabyalarınız var, yurdunuzun dört bir yanından insanınızın isimlerinin yazılı olduğu Çanakkale Şehitliğiniz var. Çocuklarınıza anlatabileceğiniz, gösterebileceğiniz, övünebileceğiniz, canınız pahasına mücadelesini verdiğiniz şanlı geçmişiniz var. Bu sizi büyük millet, güçlü millet yapar; ancak bu şansınızı yeterince kullanmıyorsunuz.”

    Hiroşima ve Nagazaki’ye atılan atom bombalarıyla yerle yeksan edilen Japonya, bugün dünyanın sayılı güçlü ve müreffeh ülkelerinden biri.

    Almanya… Demografik yapı bakımından kendimize en çok benzetebileceğimiz, birçok yönden kendimizi kıyas edebileceğimiz Orta batı Avrupa ülkesi Almanya… İki büyük dünya savaşında da ağır darbeler aldı. Bugün kalkınmaya dair bir başarı öyküsü varsa şayet, mesleki eğitime yönelik altyapısına, disipline ve dinmek bilmeyen çalışma azmine borçlu. Finlandiya… Yıllar yılı İsveç ve Rusya arasında ezilen, bağımsızlık mücadelesi veren bataklık bir ülkeydi. Halkının eğitimle topyekûn uyanışı sayesinde bugün bataklıkta zambaklar açan, model alınan, parmakla gösterilen bir ülke haline geldi.

    Çanakkale cephesine en son sevk edilen kitle, eğitimlilerdi. Tabipler, tıbbiyeliler, hendeseliler, hafızlar, talebeler, müderrisler silah altına alınan en son kıtaydı. Neden? Eğitilmiş insan kıymetliydi çünkü, devletin eğitilmiş insana ihtiyacı vardı. Cephede kazanılan zaferler ülke sathında iktisadi, idari ve içtimai zaferlerle taçlandırılmadıkça payidar olamazdı.

    Çanakkale’de göğüsler mermilere siper edildi, cansiperane bir mücadele azmiyle düşmana geçit verilmedi. Bugün vatanın topyekûn kalkınma hamleleri için aynı gayret, aynı şuur, aynı dirayet genç beyinlerden de istenmektedir. Gider kalemlerimiz içerisinde en büyük payı eğitim almaktadır. Eğitime yatırım zaruridir. Yüz yıllık değil; bu topraklarda bin yıllık refah istiyoruz çünkü.

    Yük büyük. Ülke büyük.

    Eğitime erişimi olmayan vatan evladı neredeyse yok bugün için. Geniş ulaşım ağıyla birbirine bağlanan her köşe bucakta çocuklarımız, gençlerimiz, insanımız eğitim görüyor; eğitime erişebiliyor. Ülkenin yokluk içerisindeki zorlu kuruluş ve kurtuluş şartlarının çok ötesindeyiz artık. Ha bütün bir ülke sathında atılması gereken adımlar, daha kat edilmesi gereken yollar, tamamlanması gereken işler, neşter vurulması gereken sorunlar bitti mi? Elbette hayır. Mesele, memleketin her işine dair taş üstüne taş koyma meselesidir… Dert bizim, derdimize derman da bizdendir. Çanakkale cephesinde ateş altında olan ceddin günlük kumanya listesine göz gezdirsin torunları, her öğün için buğday çorbasından başka bir şey göremeyeceklerdir. Bizden öncekilerin canını dişine taktığı o çetin sürecin üzerinden geçen yüz yıl sonra dönüp şimdi kendi kendimize şunu dikte edip kulağımıza küpe edelim: Miras alıp emanet edeceğimiz bu topraklarda nefes alan her insanın vatana, ecdadına minnet borcu var…

    Emperyalist emellerle sinsi hesapların dört bir taraftan kol gezdiği zor bir coğrafyada nefes aldığımızın bilinciyle üzerinde yaşadığımız bu toprakların yalnızca eğitimli insana değil; aynı zamanda -işi, uğraşı, mesleği ne olursa olsun- almış olduğu eğitimi milletinin ve memleketinin faydası için kullanan insana ihtiyacı vardır. Can verip can bulduğumuz topraklar üzerinde bizim en kıymetli sermayemiz insanımız. Bu sermayeyi en iyi ve en faydalı olacak şekilde işlemek, korumak ve kullanmak zorundayız.

    Karnı hiç zaman tam olarak doymamış olabilir, dâhili ve harici müdahalelerle iki yakasını hiçbir zaman bir araya tam olarak getirememiş olabilir; lakin bu ülke insanı, bir vatanı olduğu için her zaman zengindir ve her daim başı diktir. Şanımız şerefimizle, kimliğimizden ödün vermeden barış huzur ve kardeşlik hukuku içerisinde “Aziz Vatanımız”da özgürce yaşayacağımız daha nice 100 yıllar diliyorum.

    Fuat OSKAY

    Devamını Oku