
21 Eylül 2025 Pazar

Tercüman Gazetesi

HAYATIN ANLAMI VE ANLAMLI YAŞAMAK

CUMHURİYET KADINIYIM

“Kalem, yazmak zorundadır”: Sedat Sayın ile Öykü, Hafıza ve Yazma Üzerine

AŞK MORG KAPISINDA

KENDİNE TUTUNMAK

KENDİN OLMAK

YENİDEN MİLLİ MÜCADELE (ÇAĞRI)

CİNSLİĞİN DAYANILMAZ AĞIRLIĞI

BİZİMKİSİ BİR AŞK HİKAYESİ

BAŞIMIZA NE GELİYORSA, BIRAKIN YAPSINLARDAN GELİYOR

AYNADAKİ LEKE

HAVADA UÇUP GİDEN CANLAR

LİDER KÜLTÜ KAVRAMI NEDİR NE İŞE YARAR

Ne Bu Dünyada Ne De Öteki Dünyada


VAZO ÖNÜNDE SATILAN ÜRÜNLER SAĞLIKLI MI?

YAŞAMDA KALİTE İÇİN BİR YOLCULUKTAN FAZLASI, BİR İNSANİ DOKUNUŞ

GAVUR İZMİR (Mİ?)

Milletin Vekili Olmak Cesaret İster

SUÇLAR CEZASIZ KALMAMALI

Gökyüzünde Nehirler Var (There Are Rivers in the Sky, Elif Şafak): Bir Su Masalı

KUR'AN KİMİN KELAMI?

Mustafa Kemal ATATÜRK

ŞEYTANI KÜSTÜRDÜK MÜ?

Ticareti “Franchise’laştıran AKP

CUMHURİYETİMİZ: BİZLER HER SABAH ÖZGÜR BİR ÜLKEDE UYANABİLELİM DİYE VERİLEN 102 YILLIK BİR MÜCADELE

EVLATTAN DEVLET BABAYA SİTEM

Akıl, Vicdan, Özgürlük.

EVLAD-I FATİHAN ve SELANİKLİ MUSTAFA

Şeytan pılını pırtısını toplayıp memleketi terk edeli çok oldu. Öyle ya! Ne yapacak işi kaldı, ne yoldan saptıracağı adam.
Güzel memleketimin yolsuzu, hırsızı, arsızı, utanmazı, takiyecisi, ahlaksız ahlakçısı bu kadar çokken;
“Şeytana pabucunu ters giydirecek insan” kontenjanı dolmuş taşıyorken,
Ortada dürtecek adam kalmamışken;
Ayıp yapanın, günah işleyenin, haksızlığı onaylayanın, bunlara ses çıkarmayıp üstüne bir de alkış tutanın haddi hesabı yokken şeytan niye oyalansın buralarda? Mesaisini niye boşa harcasın? Kendisini niye yorsun?
Bir kenarda durup olan biteni seyretmekten, akla ziyan işlere şaşırmaktan o bile yoruldu zahir.
Bir tekerleme var çocukluğumdan aklımda kalan:
“Buraya bir kuş konmuş. Bu tutmuş, bu kesmiş, bu pişirmiş, bu yemiş, bu da ‘Hani bana? Hani bana?’ demiş.”
Yoksa şöyle miydi? Memleketin birinde biri çalmış, biri çırpmış, biri dolandırmış, biri yemiş; şeytan bakmış ki sıra kendisine bir türlü gelmiyor, çekip gitmiş.

“Çalınan diplomalar”la ilgili ilk duruşmaya ait izlenimlerim:
Beklediğimden daha boş bir duruşma salonu,
Sanık avukatlarından oluşan kalabalık bir topluluk,
Bırakın salonu, ülkenin hatta dünyanın en masum, en mülayim, en efendi insanları gibi görünen ve sundukları çeşitli gerekçelerle tahliye edilmeyi talep eden sanıklar,
Mağdurların yüreklerini ortaya koymuş, çabalarındaki samimiyet her hâllerinden belli olan avukatları,
6 Şubat depreminde hayatını kaybetmiş, yıllarca emek verdikleri diplomaları ölümlerini fırsat bilenler tarafından çalınmış olan avukatların mensubu oldukları baroların ve yakınlarının davaya katılma taleplerini, ölen avukatların “suçtan doğrudan zarar görmedikleri” gerekçesiyle reddeden bir hâkim,
Hâkime “Sizin diplomanız çalınsa siz mağdur olmayacak mısınız?” diye soran cesur yürekli bir avukat.
Ve bir anne: Nurgül Göksu.
Ahmet Can Zabun’un annesi, Nesibe Kaya Zabun’un kayınvalidesi, Asude Zabun’un babaannesi.
Kahramanmaraş merkezli 6 Şubat depreminde üç evladını kaybeden,
Enkazın başında on iki gün nöbet tutan,
Çocuklarının cansız bedenlerine depremden sekiz gün sonra ulaşabilen,
Henüz altı aylıkken bu dünyadan ayrılan torunu Asude bebeği, kendi ifadesiyle “bezini bile çıkaramadan”, oğlu ve gelinini siyah poşetlerle toprağa vermek zorunda kalan,
Acısına rağmen enkazdan elleriyle delil toplayıp ilgili mercilere bunların bilgilerini ileten,
Depremin simge yapılarından biri olan Ezgi Apartmanı davasında adaletin yerini bulması için savaşan,
Diploması çalınan gelini, Gazi Üniversitesi Hukuk Fakültesi mezunu Avukat Nesibe Kaya Zabun için hukuk mücadelesi veren bir anne o.
Evlatlarının ölümüne sebep olanların, gelininin diplomasını çalanların hak ettikleri cezayı almaları için her platformda dur durak bilmeden çabalayan, acısını yaşamayı adaletin sağlanacağı güne erteleyen bir anne.
Bize düşense, adalet arayışı içindeki bir annenin yanında olup, davaların görüldüğü mahkeme salonlarını doldurmak. Bu, bir vatandaşlık vazifesi.

Çalınan/sahte kullanıldığı iddia edilen hukuk diplomalarına ilişkin ilk duruşma bugün saat 10.00’da Ankara 23. Asliye Hukuk Mahkemesi’nde görüldü. Mahkeme, 6 Şubat 2023 depremlerinde yaşamını yitiren avukatların mirasçılarının davaya katılma taleplerini, “suçtan doğrudan zarar görmedikleri” gerekçesiyle reddetti. Tutuklu sanıkların tutukluluk hâlinin devamına karar verildi; duruşma 10 Ekim 2025’e ertelendi.
Duruşmada ne oldu?
Mahkeme kararına göre, Nesibe Kaya Zabun (Kahramanmaraş Barosu kayıtlı) ve stajyer avukat Ali Mert İnce (Malatya Barosu kayıtlı) için mirasçı sıfatıyla duruşmaya katılma talepleri kabul edilmedi. Hakimin gerekçesi kamuya açıklanan tutanaklarda “suçtan doğrudan zarar görme” şartının sağlanmadığı yönünde kayda geçti. Tutuklu sanıkların tutukluluk hallerinin sürdürülmesine hükmedildi.
Mahkeme heyetinin bu kararı, depremde yakınlarını kaybeden aileler ve mağdur avukatlar tarafından tepkiyle karşılandı. Mağdur avukatların hâkime yönelttiği, “Sizin diplomanız çalınsa siz mağdur olmayacak mısınız?” sorusuna mahkeme hâkimi cevap vermedi; duruşma sonunda aile temsilcileri ve avukatlar itirazlarını dile getirdi.
Davada, depremde hayatını kaybeden avukatların mezuniyet bilgileriyle oynandığı, diplomanın/sicil bilgilerinin izinsiz kullanılarak sahte belgeler üretildiği iddia ediliyor. Aileler, ölen yakınlarının kimlik ve mezuniyet bilgilerinin izinsiz kullanılmasıyla haklarında sahtecilik ve usulsüz süreçlerin yürütüldüğünü öne sürüyor. Dava savcılığı ve iddia makamı, belgelerin tahrif edildiğini ve şebeke usulü hareket edildiğini belirterek suçlamalar yöneltti.
Duruşma çıkışında konuşan yakınlar, hem hukuki süreçte temsil hakkının kısıtlanmasına hem de tutumun vicdani açıdan sakat olduğuna vurgu yaptı. Zabun’un kayınvalidesi Nurgül Göksu’nun duruşma salonundaki ifadeleri bazı haber organlarında geniş yer buldu; aile, “Enkazdan çıkarılan iki canın ardından mezardan çıkarılıp temsil hakkı talep etmemiz beklenemez” diyerek tepki gösterdi.

Diplomalarım var.
Yeterlilik belgelerim var.
Ehliyetim var.
Diplomacı geldiii!
Kimler bulaşmamış kimler?
Siyasetçisi,
Bürokratı,
Sade vatandaşı…
Şaka gibi ama…
Sahte diploma almak isterken dolandırıldığını Şikayetvar’a şikâyet edenler de var. Kaporası yananlar, peşin ödemesi hiç edilenler…
Kıyamam.
Dolandırmak isterken dolandırılmışlar. Yazık yahu! Devlet bu işe acilen el atmalı, dolandırıcı mağduru olan dolandırıcıların mağduriyetini bir an önce gidermeli.
Tekerleme gibi oldu bu da: Bir berber bir berbere “Gel birader”…
Konuyu dağıtmayalım.
Şikâyet edenlerin yüzsüzlüğü mü? Onlara “utanma duygusu edindirme” terapileri yapılabilir diye düşünüyorum. Terapileri, aslen halı yıkamacı olan sahte diplomalı çakma psikologlar yapmazsa hayli olumlu sonuçlar alınabileceğine inancım sonsuz.
Depremde ölen avukatların diplomalarını bile kullanma kansızlığına gelince: Böyle bir alçaklığın izahı da böyle bir durumun mizahı da olamaz. Zira bunu yapanların ahlakı depremle birlikte yerin dibine batmış; onlara bu fırsatı tanıyan sistemse belli ki depremden çok önce çökmüş.
Bu arada…
Fertleri olarak olan bitene şaşırma kabiliyetini kaybettiğimiz güzel memleketimin, güzel kalmak için direnen insanları bu habere şaşırır mı bilmem ama sahte diploma vaat eden sayfalar hâlâ aktif. Hem de “Tüm işlemler e-Devlet onaylıdır.” diye garanti veriyor adamlar. Basbayağı bir sektör kurmuşlar, daha ne yapsınlar?
Millet çocuğunu okutmak için ekmeğini ikiden bire düşürsün, ek iş yapsın, merdiven silsin, temizliğe gitsin, evdeki çocuğun nafakasından kısıp üniversitede okuttuğuna göndersin. Vay be!
“Hiç mi Allah korkunuz yok?” diye soracaktım, vazgeçtim. Olsa bu yazı niye yazılsın, bunca haber neden yapılsın; değil mi ya!
Ama şu soruyu sormadan geçmeyeceğim:
BTK ne iş yapar bu ülkede? Evet evet, BTK yani Bilgi Teknolojileri ve İletişim Kurumu. Elektronik imzaların kendisine emanet edildiği kurum. Kuruluşundan bu zamana kadar yöneticilerinden başlayarak A’dan Z’ye her isim incelensin, sildikleri CV’leriyle beraber. Yoksa üç beş kişiyi günah keçisi ilan etmekle temizlenmez bu iş.
Keçileri güden kim, onu bulmak lazım.
Aramayacaksanız dosyayı başında kapatın gitsin, memlekette bir şeylerin düzeleceğine dair bir kez daha ümitlenmeyelim boş yere.

Yazmanın, konuşmanın, boykotun, sosyal medyada zulmü duyurmanın, mazluma manen ve maddeten destek olmaya çalışmanın, meydanlara inmenin, yollara düşmenin “hiç” hükmünde mi “çok” hükmünde mi olduğunu bilememenin kafa karışıklığını yaşıyoruz. Harekete geçmek için atacağımız her adımın kararlılığını duraksatan bir “İşe yaramayacak mı?” tereddütü var içimizde.
Bir yandan da hiçbir şey yapmadığı hâlde direncimizi kırmaya, azmimizi yaralamaya çalışan; çabalarımıza burun kıvıran tayfayla uğraşıyoruz.
Yine de…
İnsan hayatının değerli, her insanın biricik olduğuna inatla inanıyoruz.
Bir şey yapmanın, hiçbir şey yapmamaktan daha doğru olduğunu biliyoruz.
Yemeden içmeden kesilmediysek de hayatımızı, az ötemizde yaşatılan kıyıma aldırmadan da sürdürmüyoruz.
Elimizle durduramadığımız zulmü, dilimizle durdurmaya çalışmanın acizliği içindeyken, hiç değilse “dilsiz şeytanlar” olmamaya direniyoruz.
Selin üzerinde yüzen çer çöp gibi dağılmamaya çalışıyoruz.
Halk tepkisinin hükümetler üstü bir etki mekanizması olduğuna olan inancımızın somut karşılığını görmek istiyoruz.
Sözün ancak eylemle değer kazanacağının bilincindeyiz.
Zira “Gazze kazandı, biz kaybettik.” gibi beylik laflar etmenin, Gazzeliler onurlarıyla yaşayıp, onurlarıyla direnip, onurlarıyla ölürken oturduğumuz yerden hamaset edebiyatı yapmanın mide bulandırıcı bir noktaya evrildiğini, söyleyeni samimiyetsizliğin zirvesine uçurduğunu görüyoruz.
Hiçbir dert, hiçbir ıstırap, hiçbir elem, hiçbir imtihan, hiçbir musibet tek başına bir kişiye veya bir topluma mal edilemeyeceğine göre; gördüğümüz, duyduğumuz, haber aldığımız anda hissettiğimizden, düşündüğümüzden, hâlimizden, tavrımızdan, tepkimizden, eylemlerimizden sorumluyuz.
Modern(!) çağın yalnızlaştırdığı, duyarsızlaştırdığı, bencilleştirdiği beşer yığınlarının arasından sıyrılıp çıkabilen insanlardan olmamızın zamanı gelmedi mi?
Yaptığı soykırımı tüm dünyaya canlı yayınla seyrettiren, “devlet” olduğu iddiasındaki terörist yapıya “Dur!” demediğimiz sürece, suçlarına ortak olduğumuzun; gölgelerinden bile korkan bu yığına cesaret verdiğimizin farkında mıyız?
Gazze bir “insanlık ölçer” oldu.
Ne kadar insan olduğunuzu tepkinize bakıp ölçün.
Sonucu kimseye söylemenize gerek yok.
Buyurun!

İnanç özgürlüğünü inanca saldırma özgürlüğü olarak algılayan mankurtlar; alay ederek Allah’ın peygamberlerinin şanını yok edeceklerini, Kur’an yakarak Allah’ın kelamını ortadan kaldıracaklarını sanacak kadar da ahmaklar.
Özgürlüğünüz, başkasının özgürlük alanını ihlal ettiği an durun beyler! Durmazsanız, kutsallarını canlarından üstün sayanlar sizi durdurur. İnsanların sinir uçlarıyla oynamak akıl kârı mı? Yoksa midenize helal mi kaçtı da içinizdeki bütün necaseti kustunuz? Toplumun değerlerini hiçe sayacak cesareti size kim veriyor? Hop! İşediğiniz yer cami duvarı.
Bakın, şimdi aklıma o şarkı geldi. Nasıldı sözleri? Hah, şöyle:
“– Bak koçum!
– Buyur abi!
– Eskiden buralar hep dutluktu,
buralara kurt inerdi.
– Ee abi, sonra ne oldu?
– Ne mi oldu?
Dutlar gitti, kurtlar kaldı.”
“Yalanım varsa doğrusunu sen söyle.”

Hikâye meşhur:
Bir derede küçük bir kurbağa yaşarmış. Bu kurbağacık dünyalar iyisiymiş. Uçarak ya da yüzerek dereyi geçemeyen hayvanları, gücü yettiği nispette sırtına alır, karşıdan karşıya geçirirmiş. Bu çabasına karşılık hiçbir beklentisi de olmazmış. Yardıma ihtiyacı olanlara faydasının dokunduğunu görmek, mutluluk olarak ona yeter de artarmış. Kimseye ne “öf” dediği ne de yorulduğunu söylediği duyulurmuş.
Hikâye bu ya, günlerden bir gün derenin kenarına bir akrep gelmiş. Bizim kurbağanın yanına sokulup, ondan kendisini derenin karşı kıyısına geçirmesini rica etmiş.
Kurbağa ilk kez biraz duraksamış ve akrebe, “Akrep kardeş, seni sırtıma alıp dereden geçirmeyi elbette isterim fakat beni sokmandan korkarım.” demiş.
Akrep kendinden emin bir tavırla kurbağaya şöyle söylemiş: “Kurbağa kardeş, ben yapılan iyiliğe kötülükle karşılık verecek değilim.”
Kurbağa, akrebin sözüne güvenmiş ve onu sırtına alıp karşı kıyıya doğru yüzmeye başlamış. Fakat henüz derenin ortasına geldiklerinde, sırtında keskin bir acı hissetmiş. Akrep tarafından sokulduğunu anlayan kurbağa, vücuduna yayılan zehrin verdiği acıyla kıvranırken, “Söz vermiştin Akrep kardeş, hani beni sokmayacaktın? Bu yaptığınla eline ne geçti? Şimdi ben ölüyorum. Ben ölünce sen de suya batıp boğulacaksın.” demiş.
Akrep, yaptığı hainliğin farkına varmış ve kurbağaya utanarak şu cevabı vermiş:
“Ne yapayım Kurbağa kardeş? Ben akrebim, huyum bu.”

Efendim, hikâye şöyle:
Vaktiyle bir padişah, huzurunda bulunan vezirleriyle hâl ve hareketlerde, tutum ve tavırlarda fıtratın mı yoksa terbiyenin mi etkili olduğu sorusuna cevap arıyormuş.
Vezirlerden biri, fıtratın, dolayısıyla yaratılıştan gelen özelliklerin etkili olduğunu söylerken; diğeri terbiyenin, yani eğitimin daha etkili olduğunu iddia ediyormuş. Mecliste bu mesele tartışıldığı sırada sarayın tekir kedisi salona girmiş. Eğitimin etki ve önemini savunan vezir, aklına birden gelen parlak fikrin heyecanıyla söz alarak:
“Padişahım, bana kırk gün müsaade edin; şu kediye misafirlere kahve ikram etmeyi öğreteyim,” demiş.
Padişah, şaşırmakla birlikte vezirin teklifini kabul etmiş.
Kırk günün sonunda iki vezir, misafirlerle birlikte padişahın huzurunda yeniden bir araya gelmişler. Herkes oturmuş, salona meraklı bir bekleyişin eşlik ettiği derin bir sessizlik çökmüş. Biraz sonra kapıda, kahve fincanlarının dizili olduğu tepsiyle kedi belirmiş. Mis gibi kahve kokusu salonu sarmış. Hikâye bu ya, kedi, arka ayaklarının üstünde kibar tavırlarla yürürken ön ayaklarıyla da zarifçe tepsiyi taşıyormuş.
Kedi, misafirlere doğru yaklaşırken diğer vezir, avucunda tutmakta olduğu küçük fareyi ortaya bırakıvermiş. Fareyi gören kedi, bir anda tepsiyi fırlatıp farenin peşine düşmüş.
Vezir de böylece, fıtratın nasıl baskın bir özellik olduğunu, ne yapılırsa yapılsın kişinin eninde sonunda “aslına rücu edeceğini” kendince ispatlamış.
Kıssa böyle, hissesine gelirsek:
Kişinin aslı neyse kendisi de odur, dersek çok mu keskin konuşmuş oluruz?
Bilim, bugün merhametin, vefanın, insani vasıfların, çözüm üretme becerilerinin hatta travmaların genlerle nesilden nesile aktarıldığını kabul ediyor. İyi özelliklerimiz yanında kötü özelliklerimizin de bize kodlandığını söyleyebiliriz.
Türkülerimizde güzel bir kızı tanımak isteyen âşıkların “Sordum aslın nereli?” demesi; “Mayası bozuk” deyimi; “Asil azmaz, bal kokmaz.” atasözü hep soy bağının tesirine olan inancımızdan değil mi? “Katranı kaynatsan olur mu şeker? Cinsini sevdiğim cinsine çeker.” atasözümüzü zikretmeden geçmeyelim. Bunun bir de farklı versiyonu var ki -bana sorarsanız halk arasında o daha makbul- onu burada “bip”leyerek geçiyor, aklınıza düşürmekle yetiniyorum.
Dönelim mevzumuza:
Aynı toprak, aynı hava, aynı su, karpuzu tatlı; biberi acı, eriği ekşi yapıyor. Demek ki neymiş? Tohum önemliymiş.
Doğumumuzla beraberimizde getirdiğimiz özelliklerimiz, hayatımız boyunca etkili. Duygularımız, düşüncelerimiz, mücadele azmimiz, olaylara bakış açımız, davranış tarzımız hep fıtratımızda taşıdığımız özelliklerle harmanlanıp ortaya çıkıyor. Öyleyse eşimizi, dostumuzu, arkadaşımızı; birlikte yol alacağımız, hayatımızın kesitlerini belki tamamını birlikte yaşayacağımız insanları seçerken aslına bakmamız lazım.
Pazardan karpuz seçerken bile titizlenirken, insanları hayatımıza kolayca alıvermemiz affedilir hata mı?
Peki ya kendi aslımız? Hamurumuz bin bir özellikle yoğurulmuş. İyilerin yanında kötü huylarımız da var. Hiçbirimiz yedi yunmuş bez, sütten çıkmış ak kaşık değiliz. Taşıdığımız kötü huylarla savaşıp, kendi mayamızla hamurumuzu yeniden yoğurabiliyor muyuz? Kendimize yeniden şekil verebiliyor muyuz?
Yalnız bu işlem sırasında ortamın dingin ve temiz olmasına dikkat! Ayna nöronlar var zira. Hani “Kır atın yanında duran ya huyundan ya suyundan…”, “Körle yatan şaşı kalkar.”, “Deli ile çıkma yola, başına getirir bir sürü bela.”, “Bana arkadaşını söyle, sana kim olduğunu söyleyeyim.” demiş ya atalarımız, işte hep bu ayna nöronların marifeti bunlar.
Bol deyimli, atasözlü bir yazı oldu, farkındayım. Bitiriyorum:
Hamurunu kan ter içinde yeniden yoğurmaya çalışan, nefsiyle cebelleşen, taşıdığı kötü huylardan kurtulmaya çalışan, ne olduğunun veya olmadığının farkına varan, tırtıldan kelebeğe dönme evresinin mücadelesini veren, yeniden doğma sürecinin sancısını çeken, iç huzursuzluğu yaşayan, kim olduğunu sorgulayan ve şu hayatta belki en çok da kendisiyle savaşan herkesi saygıyla selamlıyor; büyüklerimin ellerinden, küçüklerimin gözlerinden öpüyor, sıradaki şarkıyı evvela kendime, sonra yeniden, yeniden, yeniden doğmaya çalışan herkese hediye ediyorum.
Levent Yüksel’den gelsin: Yeniden Başla!
Sevgi Yıldırım

Adalet istiyoruz, adil değiliz.
Hak arıyoruz, başkalarının hakkına riayet etmiyoruz.
Sevdiklerimizi kusurlarının farkına vararak değil, kusurlarını yok sayarak seviyoruz.
Fanatiğiz.
Söyleneni araştırmadan, soruşturmadan kabul ediyoruz.
Lidere, başkana, hocaya, şeyhe sorgusuz sualsiz itaat ediyoruz.
Hasılı, bizde her şey körü körüne.
Çıkarcıyız. Menfaat nerede, biz oradayız. İşin ucunda çıkar elde etmek olunca yalakalık yapmak, soytarılık etmek, el etek öpmekten hiç çekinmiyor, utanmıyoruz.
İzzet, şeref, haysiyet mi dediniz? Ooo, bu kelimeleri lügatımızdan çıkaralı çok oldu.
Düşünmüyoruz. Düşünmeye çalışma zahmetinde bile bulunmuyoruz. Düşüneni de sevmiyoruz.
Tembeliz. Çalışmadan kazanmak istiyoruz.
Ha, bir de toplumca hastayız.
Neden mi?
Hırsızdan değil, soyulandan hesap soruyoruz. Hırsızın hiç suçu yok bu memlekette. Yoksa sahiden fakir, erdemli olduğundan değil de henüz çalamadığından mı fakir? Hoş, eline çalma fırsatı geçtiği hâlde çalmayana da erdemli değil, enayi deniyor güzel ülkemde.
Dolandırıcıda değil, dolandırılanda kabahat arıyoruz.
Haksızlığı yapanda değil, haksızlığa uğrayanda kusur buluyoruz.
Katile değil, maktule suç isnat ediyoruz.
Daima masumun açığını arama telaşındayız.
Suçluya karşı ya suskunuz ya da suçunu hafifletici sebep arayışındayız.
Düşene bir tekme de biz vurma derdindeyiz.
Açık aramaya, yargılamaya hele hele akıl vermeye bayılıyoruz. Milletçe en sevdiğimiz laf: “Ben demiştim.”
Adam sendeciliğe bayılıyoruz.
Mazlumu ezmeyi, zalimden korkmayı şiar edinmişiz.
Korkağız. Hem de çok korkağız.
Kolaycıyız. Evet, evet. Kolayımıza gidiyor böyle yaşamak. Bir çeşit hastalığa tutulmuşuz işte. En basit ifadesiyle bir nevi akıl tutulması yaşıyoruz.
Ondan sonra bizi yönetenlerden hak, hukuk, adalet bekliyoruz.
Oldu. Yanında bal kaymak da verelim mi?
Hâl-i pür melâlimiz ortada. Böyle bir toplumun içinden aklı başında yöneticiler çıkmasını mı bekliyoruz? Yapmayın Allah aşkına! Sirke dükkânından çıkan, gül suyu kokar mı hiç?
Sevgi Yıldırım

Fetullah Gülen öldü.
Sosyal mecralarda bir heyecan furyası var ki sormayın.
Ölümünden duyulan sevinç ifadeleri gırla gidiyor.
Peki ama neden?
Yahu bu şahıs, ABD’de kendisine tahsil edilen yüksek korumalı malikanede, konforundan hiçbir ödün vermeden, etrafındaki bir dolu insanla istediği gibi görüşerek yaşayıp 83 yaşında eceliyle ölmedi mi?
Sanırsınız bir terörist başından büyük bir intikam alınmış, milletin içi soğutulmuş, kanayan yaralar kapatılmış.
Neymiş?
Ömer Halisdemir rahat uyusunmuş.
Neymiş?
Halil Kantarcı’nın dediği tekbirin getirilme vakti gelmişmiş.
Ben neyi kaçırdım acaba?
Bu topraklarda İslam’a en büyük kötülüğü yapan,
Hayatı elinden alınan gençlerimizin,
Gölbaşı Özel Harekat Merkezi’nde şehit edilip naaşları torbalarla ailelerine teslim edilen polislerimizin,
Vatanı için sokaklara çıktığı için şehit edilen 251 vatandaşımızın vebali üzerinde olan
Fetullah Gülen yakalandı mı, Türkiye’ye getirilebildi mi, tutuklandı mı, yargılandı mı?
Hasılı kendisinden yaptıklarının, işlediği cürümlerin hesabı soruldu mu?
Haksız yere yargılanan açığa alınan insanlarımızın hakkını aldık mı?
Hâlâ devletin kurumlarında köşe başlarını tuttuğu iddia edilen FETÖ’cüleri bulundukları yerlerden indirdik mi?
Hasılı maşeri vicdan rahatlatıldı mı?
Neyse boşverin!
Hem getirsek ne yapacaktık?
On bini aşkın insanımızı şehit eden PKK elebaşısı gibi onu da şartlı şurtlu teslim alıp ona da bir başka ada tahsil edecektik. O da yetmeyecek, sosyal hayattan tecrit olmasın diye cezasını ev hapsine çevirecektik. Kısaca hiçbir şey yapmayacaktık.
Gülen’in öldüğüne niye sevinelim? Keşke yaşasaydı da yaptıklarının hesabını verip cezasını çekseydi. Devlete, millete, ülkeye olan olduktan sonra pantolonunu çekmekten aciz bir ihtiyar ölse ne olur ölmese ne olur?
Sevgi YILDIRIM

Anadolulu Müslüman Türk’ü nereden vuracaklarını iyi biliyorlar.
Zira bizde kul hakkının, tüyü bitmemiş yetimin hakkının yenmesine bile ses çıkar/a/mayanlar, iş domuz etine gelince hop oturup hop kalkar.
Bizim insanımız yediği köfteye kanatlı ya da tek tırnaklı hayvan eti katıldığı ortaya çıksa hafif bir mide bulantısıyla durumu tolere eder de domuz eti katıldığını öğrendiğinde tepki gösterir. Domuz eti kırmızı çizgimiz vesselam.
Lafı nereye getireceğimi anladınız sanırım. Evet, Köfteci Yusuf’a. 42 ilde, 280 şubede, 12 bin personel istihdam eden; dolayısıyla ortalama 60 bin insanın evine ekmek girmesini sağlayan yiyecek işletmesi. Tedarikçilerinden peşin parayla alım yaparak üreticiye de büyük katkı sağlayan firma.
Evvela bizim neredeyse ermişliğini iddia edecek olan Müslüman kardeşlerimizin sahte tevazularıyla “Allah korudu da hiç yemedik.” söylemine başvurmadan eş dost ve ailemizle yolumuz düştükçe köfte ve dönerinden yediğimizi hatta çiğ olarak da ürünlerinden aldığımızı belirteyim.
Dolayısıyla haberleri duyduğumuzda ilk hissettiğimiz, kızgınlık ve hayal kırıklığı oldu. Fakat hemen ardından zihnimizde cevap bekleyen nurtopu gibi onlarca soru belirdi.
Yıllık 36 bin ton kırmızı et işleyen bir firma buna neden ‘eser miktarda’ sayılabilecek oranda domuz eti katsın?
Türkiye’de domuz çiftliklerinde elde edilen yıllık domuz eti miktarı 3 bin ton. Hadi sosyal medyada söylendiği gibi avlanan yaban domuzlarını da aldığını varsayalım. Bu yaban domuzları vurulacak, yüzülecek, parçalanacak da… Tabi bir de bütün bunlar olurken kimse yapılanları açık etmeyecek.
Özgür Demirtaş’ın hesaplamasıyla domuz eti normal kırmızı etin yarı fiyatına olsa bile -ki öyle değil- 1000 birim maliyeti olan köfte 999.5 maliyete inecek.
Siz olsanız böyle yaparak milyarlarca dolar değeri olan şirketinizi itibarsızlaştırma riskini alır mısınız? Ya da şöyle soralım: Hangi aptal bunu yapar? Tabi Müslümanlara domuz eti yedirmekten gizli bir zevk almıyorsa.
İvedilikle cevap bekleyen sorularımıza devam edelim:
Üretimin tek merkezde yapıldığı firmanın sadece Ankara’daki iki işletmesinde domuz eti tespit edilmesi akla mantığa, hayatın doğal akışına uygun mu!
Bir başka soru:
Pişmiş ve çiğ ürünlerden şahit numune alınarak iş yerine de birer örneği neden bırakılmadı?
Bir diğeri:
Tarım Bakanlığının işleyişindeki teamüllere aykırı olarak rapor, firmaya neden geç iletildi? Dolayısıyla firmanın kamera kayıtlarına ulaşması neden engellendi?
Söylemeden geçemeyeceğim, -eğer yediysem- domuz eti yemiş olmaktan daha çok midemi bulandıran bir şey var: Geçenlerde Sayın Cumhurbaşkanımızın memleketi Rize’de, İsrail ordusunun gıda tedarikçisi olan ve Müslümanların bu yüzden boykot ettiği -hamburger köftesinde at eti kullandığını itiraf eden- Burger King’in şube açılışında AKP’nin şu an görevde olan üç belediye başkanı ve bir eski milletvekilinin hazır bulunup açılış kurdelesini kesmeleri. Üstelik açılışı protesto eden öğretim görevlisinin de orada bulunanlardan dayak yemesi.
Köfteci Yusuf’un boykotlu ürünleri satmasına gelince bu elbette kabul edilebilir bir durum değil. Tıpkı devlet kurumlarının kantinlerinde, THY’nin yurt dışı uçuşlarında boykota uyulmamasının kabul edilebilir olmadığı gibi… Fakat boykot konusunu bu olanlardan bağımsız ele almak gerekir.
Yoğurdu, döneri, baklavayı Yunan’a kaptırmışken meşhur bir köftecimiz dünya markası olsaydı iyi olmaz mıydı?
Hep güdülen olmayalım, biraz da düşünen olalım Müslüman! Yoksa bu çeşmenin suyu gayrimüslime helal Müslüman’a haram olur. Sahi bu hikâyenin geçtiği yer, Yusuf Akkaş’ın da doğduğu yer değil mi? E buna da tevafuk diyelim.
Burnuma kötü kokular geliyor. Yok yok, domuz eti kokusu değil daha pis, daha kötü kokular.
Gerçeğin ortaya çıkması; çok özlediğimiz hak, hukuk, adaletin bir an önce tecelli etmesi dileğiyle…
Sevgi Yıldırım

İstemiyorsanız bırakın, diyeceğim de bırakmazsınız biliyorum. Zira siyasetle iştigal sebebiniz halk değil, bizzat kendi çıkarlarınız. Bu meydanlarda bu kadar ter dökmeniz hep kendiniz için. Gerisi “vatan, millet, Sakarya” edebiyatı. Bu milleti aldatmak kolay nasılsa. İnsanlar ekmeğinin peşinde bitap düşmüş, eğitim dersen yok. Eskiden köylümüz bile arifti hiç değilse, şimdi herkesin mektebi internet olmuş, herkes sosyal medya filozofu. Kandırın gitsin.
Neyse, biz yine size dönelim. Önceleri, hiç olmazsa oy isterken tevazu sahibiymiş gibi rol keserdiniz. Halktan biriymiş gibi davranırdınız. Şimdi seçim zamanı bile bir kibir, bir kibir… Milletin size eli mahkum değil mi?
Bu nasıl tavır arkadaş? Bir bakan ile yanındakiler, konunun ilgilileriyle bir platformda bir araya gelmiş. Vatandaş, pek muhterem Bakan Bey’e sorumluluk/yetki alanıyla ilgili usulünce bir soru soruyor, bir dayak yemediği kalıyor. O nasıl bir öfkeli bakış? O nasıl azarlar gibi tavır? O nasıl bir nefret ifadesi? O nasıl bir küçük görme? O nasıl kibir? Yahu, küçük dağları siz yarattınız da bizim mi haberimiz yok? Bu millet size bunca tahammül göstermişken, bu ne tahammülsüzlük?
Kapıları tekmeyle açan en küçük bürokratınızdan başlayarak, hepinizden bıktı bu millet. Bir şehit cenazelerinde sesiniz çıkmıyor, o da samimiyetle üzülmenizden mi, yoksa milletin tepkisinden çekindiğinizden mi bilinmez.
Ahmet Şafak şarkısı vardı, aklıma o geldi şimdi. Sözleri böyle değil ama ben temaya uyarlayayım: Beyler, bu millet size neyledi? Seçti, devletin başına getirdi; vekil, bakan, adamlıktan uzak olanları bile başımıza adam eyledi. Sanmayın halk son sözünü söyledi.
Yapmayın beyler, yapmayın!

Kişi için değil umum için adalet sağlanabildiği gün bu ülkeye dair solan umutlarımız yeniden yeşerecek.
Devleti yönetme erkine sahip olanların adaletle ilgili alanlarda taraflı, yetersiz, basiretsiz, umursamaz, lakayt olmalarının suçluların kahraman edasıyla salınarak ortalarda boy göstermesi sonucunu doğurmasına şaşırıyor muyuz?
Şaşırmıyoruz. Bununla beraber ülkemizin geleceğine dair umutlarımızı kaybediyoruz. Oysa adalet hava gibi su gibi öyle vazgeçilmez bir şey ki herkese her zaman lazım. Zira hırsız da hırsızlığa, arsız da arsızlığa uğradığında hakkı talep eder.
Öyleyse yok öyle üç kuruş çalana otuz yıl, arkasını dayadığı ağababasından aldığı güçle milyonları götürenlere özgürlük. Yapmayın beyler yapmayın! Adalete muhtaç olanları haklarını aramak için olmadık yollara girmeye mecbur bırakmayın. Hele gerçekten rehberinizin Hz. Ömer olduğu iddiasındaysanız iyi bir silkinip kendinize gelin.
Neyse modumuzu düşürmeyelim. Neydi o ağızlarda sakız gibi çiğnenip tükürülen motto? Hah, tamam şöyleydi galiba, haydi hep beraber: Enerjiiiiii… Yok, olmuyor yahu diyemiyorum. Yalancıktan da olsa içim kalkıyor, midem bulanıyor.
Ben yine “Bütün dünya kadrosunda hakkını isteyen kim ve ne varsa bize gelsin!” diyen merhum Necip Fazıl’ın ardından giden safların arasına karışıyorum. Ne diyordu Üstad: “Adâlet, hakkı “mâvuzua leh”ine, lâyık olduğu yere koymaktır. Bir şeye hakkını vermek, onu dengi olan karşılığa kavuşturma, gereğine erdirmek. Bir şeyi, o şey ister bir mâna, ister bir madde olsun, uygun olduğu hak makamına oturtmak, nispet belirttiği ölçü plânına çıkarmak, muhtaç olduğu kıymet vahidine ulaştırmak… Adâlet budur.”
Gördünüz mü adalet neymiş? Nereden aklandığının, seni kimlerin akladığının bir önemi yok, maşeri vicdanda aklanıyor musun ona bak. O hâlde haydi buyurun, safları sıklaştıralım!
Sevgi Yıldırım

Mülteci olmak keyfi bir durum değil zorunluluktur bunu biliyoruz.
Suç bireyseldir onu da kabul ettik.
Peki bu kadar yoğun ve sürekli göç dalgasının yaşandığı, sıra dışı ve kontrolsüz bir sığınmacı girişinin olduğu bir ülkede asayişi temin etmek, hem vatandaşının hem mültecilerin güvenliğini sağlamak kimin sorumluluğunda?
Türkiye topraklarına girmeye başladıkları ilk günden itibaren devletimizi yönetenlerce “misafir” olarak nitelendirilip kendilerine “geçici koruma statüsü” verilen, yerleştirildikleri kampların “geçici barınma merkezleri” olarak adlandırıldığı, çocuklarının eğitim gördükleri okullara “geçici eğitim merkezleri” denilen Suriyeliler söylendiği gibi geçici olmayıp kalıcı olmaya başlayınca ülkemiz insanında da bir taaccüp, huzursuzluk ve gerginliğin meydana gelmesi normal değil mi?
Ya devleti yönetenlerin bu huzursuzluğu görmezden gelip mülteci sorununu günlük ve geçici politikalarla çözümlemeye(!) çalışmasını nasıl izah edeceğiz?
Mesela en başından göç idaresi ile ilgili başlı başına bir bakanlığın olmaması kimin hatası?
Zaman içerisinde, özellikle 2013 yılı sonrasında kamplarda kalan Suriyeli sığınmacıların oranı azalırken, şehirlerde Türkiye halkı ile iç içe yaşayanların sayısının artması; kamplarda yaşayanların oranı 2013 yılında %94 iken 2023 yılı itibarı ile bu oranın %2’ye düşmesi hangi denetimsizliğin neticesi?
Hükümetin sığınmacıların ihtiyaçlarının karşılanması için kamp odaklı bir yaklaşım yerine kentlerde serbest ikameti öngören bir politika izlemesi bugün karşı karşıya kaldığımız pek çok sorunu doğurdu.
Hatay, Gaziantep, Şanlıurfa, Mardin gibi Suriyelilerin yoğun olarak yaşadıkları; yerli nüfusa oranlarının neredeyse yarı yarıya olduğu illerimizin yanı sıra İstanbul, Ankara, İzmir, Bursa gibi büyük şehirlerimizde de Suriyeli nüfusu çok arttı. Suriyeli sığınmacıların kayıtlı oldukları kentlerde yaşamamaları ve bu konudaki kontrol ve denetim eksikliği de cabası.
Sorunların çözümü vatandaşa bırakılması herkesin kendi adalet arayışını uygulamaya başlaması anlamına gelir ki bunun ülkede kaos ve kargaşa çıkaracağı aşikar.
Ya Suriyeli mültecilerin Türkiye’ye göç etmeden önce 2010 yılında Suriye’de 3,4 olan doğurganlık oranının Türkiye’de 2018 yılından itibaren 5,3 düzeyine ulaşması hangi kontrolsüzlüğün sonucu? (Türkiye’deki toplumun 2022’de tespit edilen doğurganlık oranı 1,6. Burada Türkiye’de 2022 yılında 33,5 olan ortanca yaş seviyesinin Suriyeli mültecilerde 22 olduğu gerçeğini de belirtelim.)
Suriyelilerin kendi içinde kapalı bir hayat sürüp gettolaşması tehditi nasıl meydana geldi? Bu bölgeler sosyo ekonomik yönden bizim insanımızın da düşük seyir gösterdiği yerler. Böyle olunca çatışmalar da kaçınılmaz oluyor.
Kiraların artışı, iş gücünün ucuzlaması hangi ihmalin sonucu?
Normal şartlarda bir ailenin yaşayamayacağı evlerde birkaç Suriyeli ailenin barınmasına izin verilmesi hangi kontrolsüzlüğün eseri?
“Suriyeliler olmazsa bu işleri yapacak kimse bulunmaz.” kolaycılığı yerine bir işin makul ücretinin belirlenmesi, çalışanların kayıt altına alınıp denetlenmesi hem mülteci emeğinin istismarının önüne geçip hem de halkımızda oluşan huzursuzluğu gideremez mi? Ayrıca bizdeki ara eleman yokluğu sadece iş beğenmezlikten mi kaynaklanıyor? Eğitim sistemindeki saçma sapan uygulama ve işleyişin bu açıkta hiç mi payı yok? Başta Suriyeliler olmak üzere bu sisteme kontrolsüzce dahil edilen mülteci öğrencilerin sebep olduğu yeni sorunlar neden görmezden geliniyor? Çok uzağa gitmeye gerek yok, Ankara’da mülteci öğrenci yoğunluğunun olduğu bölgelerde ufak bir inceleme yapılması bile sorunların gözler önüne serilmesi için yeterli.
80 İhtilali’nden sonra bir yolunu bulup Avrupa’ya sığınanlar, iltica ettikleri Avrupa ülkelerinde üç ay boyunca resmî kurumlarla yürütülecek işlerden tutun çöp ayrıştırmaya kadar kendilerine yoğun bir eğitim verildiğini anlatırlar. Bu süreçte dil öğrendiklerini, sosyal hayata ve görgü kurallarına dair kurslara katıldıklarını söylerler. Pek çoğu hâlâ Avrupa’da yaşıyor.
Biz de mültecileri kontrollü bir şekilde alıp onları bazı eğitimlerden geçirebilir miydik?
Başlangıçta bu yönde çabalar olduğunu biliyoruz fakat sonrasında ipin ucu öyle bir kaçtı ki tekrar yakalamak mümkün olmadı. Bu kadar yoğun ve sürekli bir göç dalgasına maruzken uyum eğitimi yapabilmek belki de imkansızdı. En doğrusu sığınmacıların kendileri için oluşturulan bölgelerde tutulması ve “şehir mültecileri” oluşumuna izin verilmemesiydi. Hem sosyal hem de ekonomik açıdan yapılması gereken buydu.
Kendi içimizde sosyal ve kültürel uyuşmazlıklar varken, kendi insanımızın ekonomik sorunları mevcutken, toplumumuzdaki pek çok davranış bozukluğuna henüz çözüm üretememişken bir de mültecileri böylesine kontrolsüz bırakmanın ülke genelinde büyük bir gerilime sebep olduğunu sade vatandaş olarak biz görüyoruz da devleti yönetenler görmüyorlar mı?
Yapmayın! Ortada yanlış yönetilen bir süreç ve yapılan büyük hatalar var. İnsanlar arasında oluşan gerginliğin fitili ateşlendi bile. Bu kadar yıllık ev sahipliğimiz ve emeğimizin karşılığında uğradığımız nankörlük gözünüzü açsın. Türkiye’yi, Ortadoğu’yu karıştırarak bu göçe sebep olan Avrupa’yı mülteci akımından koruyacak tampon bölge olmaktan çıkarın artık. Zararın neresinden dönülse kârdır. Dönün artık!
Sevgi YILDIRIM
*Yazıdaki ilmî veriler Hacettepe Üniversitesi’nde öğretim üyesi olan, mültecilerle ilgili pek çok çalışması bulunan, Prof. Dr. Mehmet Ali Eryurt’un 28 Ağustos 2023 tarihinde Fikir Turu sayfasında yayımlanan makalesinden alınmıştır.

Devletin çok önemli işlerini gören kişilere yüksek maaş verilsin. Hatta bu kişilere, işlerini rahatça yürütebilmeleri için hesabı sorulmayacak bir örtülü ödenek de tahsis edilsin. Yeter ki iş ehline verilsin. Devletin bazı işlerinin bedelinin hiçbir maaşla ödenemeyeceğini hepimiz biliyoruz; bu işleri yürütme vazifesini hak edenlerin herhangi bir beklentilerinin olmadığını ve maaş hesabı yapmadıklarını da…
Mesele şu ki, o önemli işlerin başına gerçekten liyakat sahibi kişiler getirilmiyor. Oysa bize, Şah İsmail’e elçi olarak gönderilirken, üstelik bu vazifenin ucunda ölüm olduğu hâlde devletten hiçbir şey istemeyen ve vazifeyi kabul etmek için sadrazama tek bir şart sunan Muhsin Çelebiler lazım. Ne diyordu Muhsin Çelebi:
“Madem ki bu bir fedakârlıktır, ücretle olmaz. Karşılıksız olur. Devlete karşı ücretle yapılacak bir fedakârlık, ne olursa olsun, gerçekte şahsi bir kazançtan başka bir şey değildir. Ben maaş, makam, ücret falan istemem… Karşılık beklemeden bu hizmeti görürüm. Koşulum budur!”
Şimdilerde attığı her imzanın karşılığını fazlasıyla isteyen ve üstüne bir de “huzur hakkı” bekleyenlere bu sözler ne ifade eder, bilmiyorum.
Bir adım daha ileri gidelim: Milletvekillerine ve belediye başkanlarına maaş verilmesin. Milletvekilliği ve belediye başkanlığı meslek mi? Bu kişiler atanmış mı seçilmiş mi? Bu görevlere kendileri aday olmuyorlar mı? Bu görevleri yapmayı kendileri istemiyorlar mı? Amaçlarının halka hizmet etmek olduğunu söylemiyorlar mı? O hâlde devlet, bu makam sahiplerinin sadece masraflarını karşılasın. Ayrıca buralardan emekli de olunmasın.
Sendika başkanlarına, muhtarlara, devletten aldıkları maaşın neredeyse on katını yönetim kurulu üyeliklerinden alanlara da maaş verilmesin.
Neden olmasın?
Huzur hakkı adıyla alınan maaşlar kime huzur getiriyor acaba? Asıl olan, kafaların huzuru mu mabatların rahatı mı?
Ne düşünüyorum biliyor musunuz? İlkokul 4., ortaokul 5. ve 6. sınıflarda Ömer Seyfettin’in hikâyeleri okutulsun çocuklara.
Özellikle “Pembe İncili Kaftan” okutulsun. Devletten “bir pul” bile almadan, bütün masrafını kendi cebinden karşılayarak elçilik görevine giden Muhsin Çelebi’nin, çiftliğini ve mandırasını rehin koyarak temin ettiği parayla aldığı ve Şah İsmail’in sarayında ayakta beklemeye mecbur bırakılınca sırtından çıkarıp yere serdiği o dillere destan pembe incili kaftanı, “bir Türk yere serdiği bir şeyi bir daha arkasına koymaz” diyerek onun şaşkın bakışları altında nasıl ve niçin orada bıraktığı anlatılsın çocuklara.
Vatan nedir, nasıl sevilir öğrensin çocuklar. Durun! Hatta büyüklere de okutulsun bu hikâye. Özellikle maaş almaya doymayanlara…
Sevgi YILDIRIM

Sanırım her şey “Deliler”den vazgeçtiğimizde başladı.
Gözükara, savaşçı, akıncı ruhumuz onlarla beraber gitti.
Bütün heybetimiz onlarla birlikte yok oldu.
Deliler ki dörtnala giden atlarının üzerinde başlarında kurt derisinden kalpakları, sırtlarında kaplan postundan kaftanları, omuzlarında kartal kanatlarıyla uçarken zalimlerin yüreğine korku salarlardı.
Mazlumlar onların “serhadlik”lerinden çıkan mahmuz şakırtılarını, atlarının nal seslerini duyduklarında kaybettikleri ümitleri dirilirdi.
Deliler ki pirleri Hz. Ömer’di. “Kalpaklarımız Emîrü’l-mü’minîn Hz. Ömer’in çizmesinin koncuğudur, ocağımız müşârün ileyh efendimize mensuptur.” diyerek Hz. Ömer’in cesaret ve adaletini sürdürme davasında olduklarını beyan ederlerdi.
Delilerden vazgeçtiğimizde her şeyden vazgeçmeyi göze almıştık aslında.
Mücadeleden
Kavgadan
Hak arayışından
Düşeni düştüğü yerden kaldırmaktan…
Ardından deli olmak kötü bir şeymiş gibi gösterildi bize.
Sanki her işe ille de hesaplı kitaplı girişmek gerekirmiş gibi.
İnce hesaplar yapmanın mücadele azmini törpülediğini fark ettiğimizde iş işten çoktan geçmişti.
O ince hesaplar yapıldığı sırada Delilerin harekete geçmiş olmasının ne denli önemli olduğunu çok acılar çekerek anladık.
Ne yazık ki olan olmuş, deli cesaretimiz kaybolmuştu.
Oysa haksızlığın, adaletsizliğin, zulmün olduğu yerde herkese delice bir cesaret lazımdı
yalnız
Delilerin sancaklarını dalgalandırarak açtıkları yoldan da onların ardı sıra koskoca bir ordunun yürümesi.
Ne yazıyordu o sancakta: Kaderde ne varsa o gelir başa!
Yani?
Korkunun ecele faydası yok! Olacaksak da adam gibi öleceksek de … Üç günlük dünyaya çakılacak kazık henüz icat edilmediğine göre…
Deliliğin hiç olmazsa mazisi şanlı. Aptallığın şerefli bir tarihi bile yok, demiş diyen.
O zaman?
Delilik iyidir.
O zaman?
Atın dorusu, yiğidin delisi.
O zaman?
Serdengeçti Delilerin sancağını kaldırma vakti.
Sevgi YILDIRIM

Evvela ve en çok samimiyetsizlerden
Fikriyle zikri uyuşmayanlardan
Akıl verme illetine tutulmuşlardan
Hocanın dediğini yap, yaptığını yapma ikiyüzlülüğünde olanlardan
Söylemiyle eylemi tutarsızlardan
Üstünlük taslama hastalarından
Kibirlilerden
Hele de kibirli siyasetçi ve bürokratlardan
Bir zamanlar haksızlığa uğramış olup gücü ele geçirince haksızlık yapmayı hak görenlerden
Kendi adaletini uygulama çabasındakilerden
Şovenistlerden
Şovmenlerden
Doymak bilmeyen açlardan
İşlediği her suça kendi inancı ve fikrince kılıf uyduranlardan
Suskun haklılardan
Arsız ve çığırtkan haksızlardan
Zulme uğrayıp sessiz kalanlardan
Zulmü görüp ses çıkarmayanlardan
Eylemsizlerden
Kendisini sütten çıkmış ak kaşık sanıp çuvaldızı başkasına dürtmeyi sevenlerden
Şükür ve sabrı hep fakirden bekleyenlerden
Cehaleti seven cahillerden
Ben yaptım oldu, tavrındakilerden
Keyfî uygulama tutkunlarından
Çok konuşup boş konuşanlardan
Münafıklardan
Hırsızlardan
Yolsuzlardan
Aymazlardan
Tutarsızlardan
Vurdumduymazlardan
….
Bu liste uzar gider ama ben burada bırakıyorum artık devamı sizden…
Sevgi YILDIRIM

Hükümetin millî eğitim politikasında başarısız olduğu alanlardan biri hiç şüphesiz proje okulları.
2014 yılından bu yana yaşanan süreçte bu okulların varlığı ve işleyişi ile ilgili kamuoyunun cevabını alamadığı onlarca soru varken öğretmenlerin de rahatsızlık duyduğu pek çok husus var. Bunların başında bu okullara yapılan yönetici ve öğretmen atama sistemi geliyor. Sınavsız ve puansız atama yöntemi, mevzuat dışındaki uygulamalar beraberinde pek çok sıkıntıyı getiriyor. Öğretmenin mesleki başarı ve yeterliliğini belirleyerek görevlendirilmesinden uzak olan uygulamalarla proje okulları sendika, eş dost, komşu ve akrabaların; CV’sinde (eğitimle alakası olmayan) bürokrat ve siyasi isim bolluğu olanların taşradan merkeze çekilme yerleri olarak karşımıza çıkıyor.
Burada Cumhurbaşkanımızın kendisine sorulan bir soruya verdiği cevabı hatırlayalım: “Sadece sadakat yetmiyor. Ehliyet ve liyakat yoksa sadece sadakat olmaz. Hocamın sözü vardı: Siyasette tekkeye derviş aramayacaksın, bu işi yapacak ehil insan arayacaksın.” O hâlde proje okullarında da iş ehillerine verilmeli.
Bu okullara yönetici ve öğretmen atamalarının geçmişte anadolu ve fen liselerine öğretmen atanırken olduğu gibi merkezi bir sınav sistemiyle ve mülakatsız olarak yapılması yaşanan rahatsızlığa bir nebze çözüm olabilir. Zira halkımızın mülakat sistemine güveninin kalmadığı malum. Bunda da sorumluluk elbette sistemin işleyişine müdahale eden iktidar sahiplerinin.
Bir diğer husus, bazı proje imam hatip liselerinde öğrencilerin okul yönetiminin bilgisi dahilinde ve hatta doğrudan yönetim eliyle bazı “ev”lere sohbetlere götürülüyor olduğu iddiaları, velilerin bu konuda duyduğu rahatsızlık karşısında okul yönetiminin durumu masum ve meşru gösterme çabası.
Eğitim hiçbir kişinin vicdanına ve hiçbir yapılanmanın irade ve inisiyatifine bırakılamayacak kadar ciddi ve önemli bir iş olduğuna göre Millî Eğitim Bakanlığının sorumluluk listesinin başında kendisine emanet edilen öğrencilerin başka kanallara yönlendirilmesine karşı tedbir almak gelir. Bu konuda çok yakın geçmişte yapılan hataların bedeli milletçe ödenmiş ve halihazırda ödenmekteyken Millî Eğitim Bakanlığının da azami dikkati göstermesi gerekir.
Değinilmesi gereken bir başka sorun ise “mobbing/bezdiri” meselesi. Pek çok kurumda karşılaştığımız bu sorunun bazı proje okullarında üst seviyede olduğuna yönelik şikayetler alınıyor. Görev süresinin uzatılması okul yönetiminin yetkisinde olan öğretmenler, kendilerinden beklenen “biat etme” zorunluluğundan dolayı psikolojik baskı altında hissettiklerini ve huzur içinde çalışamadıklarını dile getiriyorlar.
Gelinen noktada halkımızın var olmasının lüzumuna inanmadığı proje okullarının varlığını sorgulamak yerinde olacaktır. Bakanlığın son düzenlemeyle 1200 proje okulunu, proje okulu kapsamından çıkarması bu sorunun çözülmesi için atılan bir adım olarak değerlendirilebilir.
Millî Eğitim Bakanlığı proje okulu meselesinin çözümünde kamuoyuna, mağdur edilen öğretmenlere ve en önemlisi her biri diğerinden daha kıymetli olan, hiçbirini gözden çıkarmaya hakkımızın olmadığı, kendilerine en iyi eğitimi vermenin boynumuzun borcu olduğu çocuklarımıza ve gençlerimize karşı yükümlüdür.
Sevgi YILDIRIM

Son teravihte hoca efendi, dua faslında, “huzur içinde” bir Ramazan ayı geçirdiğimizi söylediğinde cemaatte içi acıyarak şaşıran bir ben miydim bilmiyorum.
Huzurlu muyuz gerçekten?
Hayır. Elbette huzursuzuz.
Huzursuz olduğumuz için insan olduğumuzu hissediyoruz. Ondandır ki huzur arayışı içinde de değiliz.
Aramızda yaklaşık iki saat uçuş mesafesi bulunan bir coğrafyada insanlar tarihin en büyük ve en vahşi kıyımlarından birine uğratılırken huzurlu olmanın insanlık vasıflarının hepsine aykırı olduğunu biliyoruz.
Birkaç ayda binlerce çocuğun öldürüldüğü bir dünyada huzurlu olmayı beklemenin abesle iştigal olduğunun farkındayız.
İnsanlar açlıktan ölürken, çocuklarına yardım malzemesi taşıyan babalar keskin nişancılar tarafından avlanırken kimsenin sofrasına ağız tadıyla oturmasını beklemiyoruz. İnsan olduğu iddiasındaki herkesi hangi ticari anlaşmanın bir tek çocuğun açlıktan ölmesinden daha önemli olduğunu bir daha, binlerce daha düşünmeye çağırıyoruz.
Kadınların namusuna saldırılırken kimsenin sıcak yatağında huzur içinde uyuyacağını sanmıyoruz. Hiç değilse birkaç saatlik uykusuzluk sancısının sadece insan olmanın gereği olduğuna inanıyoruz.
Huzur kelimesinin anlamı bir daha, binlerce daha sorgulansın. Olan biten bunca şeye rağmen huzurlu olduğunu düşünen, insanlığını bir kere daha gözden geçirsin; kimse “Elimizden bir şey gelmiyor.” bahanesinin arkasına sığınmasın.
Her şey dehşet verici bir film gibi gözümüzün önünde olup biterken kimse hiçbir şey yokmuş gibi hayatına devam etmeyi beklemesin. Bu tepkisizlik haline kimler tarafından nasıl hazırlandık, bu duruma nasıl evrildik daha da mühimi bu halinden nasıl sıyrılıp çıkarız bir düşünülsün.
İyi olmayalım, huzurlu olmayalım, rahat olmayalım, keyifli olmayalım.
Masumlar için bir şey olmayı başaramadık, olmamayı becerebiliriz belki.
Sevgi YILDIRIM

“Hırsızlık suçtur ve benim mahallemin hırsızı da öbür mahallenin hırsızı kadar suçludur.” diyebildiğimiz gün bu ülke adına sakladığımız umutlarımız yeniden yeşerecek.
İyiyi ve güzeli sahiplenirken kötüyü, çirkini, yanlışı kabullenmemek, ötekileştirmek; olumlu davranışları kendi mahallesine olumsuzları karşı mahalleye mal etmek bir topluluğun, kavmin, milletin başına gelebilecek en büyük bela. Milletçe bu belaya düştüğümüz günden beri hiçbir işimiz rast gitmez oldu.
Hırsızı, uğursuzu, arsızı, namussuzu, ırz düşmanı öbür mahalledense yaptıklarını gözünün yaşına bakmadan ifşa; bizim mahalledense el çabukluğuyla örtbas etmek hangi ahlâkî değerle örtüşür? Bunu yapan, öyle uzun uzadıya da değil sadece başını yastığa koyup uykuya dalıncaya kadar geçen sürede azıcık düşünse kendinden iğrenmez mi?
Bir fikre, ideolojiye, siyasî kişi veya görüşe fanatizm derecesinde bağlanıp onun hiçbir kusurunu görmemek hangi aklın kârı?
Toplumun örfüyle, töresiyle, ahlâkıyla böylesine çelişen koca koca adamlar acaba bir zamanlar hangi mahallenin çocuğuydu?
“Fikrin ne fahişesi oldum, ne zamparası!
Bir vicdanın, bilemem, kaçtır hava parası?” mısralarının ilham kaynağı yoksa bu tipler miydi? Şüphesiz evet!
Aldıkları hava parası karşılığında mahalle mahalle gezenler,
kendilerini bir fikrin kucağından ötekine atanlar,
hiçbir fikrin adamı olamayıp belki en fazla sempatizanı olabilenler,
kendi mahallelerinin hırsızına ‘hırsız’ demek bir yana methiyeler dizenler,
kafa gözü görürken basireti kör olanlar,
ömür sermayesinin muhasebesini yapmaktan ömürleri boyunca kaçanlar…
Bir de bunların yancı ve yardakçıları var ki bunlardan beter.
Söylenecek çok şey olsa da daha fazlasını söylemeye gerek yok. Nasıldı o meşhur mesel bilirsiniz: “Biri bir kuş görmüş, biri tutmuş, biri yemiş, biri de: Hani bana? Hani bana?” demiş. İşte bunlar, o meselde bahsi geçenler. Kuşu yiyen hariç hepsi aç, kuşu yiyen dahil hepsi açgözlü. Seyirci kalıp sesini çıkarmayan herkes suç ortağı.
Sevgi YILDIRIM

Sultan Cem, babası Fatih’ten sonra tahta geçseydi Osmanlı, Batı Roma’nın kapılarını zorlar mıydı?
Şehzade Mustafa, Kanunî tarafından boğdurulmayıp padişah olsaydı Osmanlı daha uzun ömürlü olur muydu?
Enver Paşa, Türkistan İstiklal Hareketi’nde Bolşevikler tarafından şehit edilmeyip zafer kazansa Büyük Turan Devleti kurulur muydu?
Ahmet Hamdi Tanpınar, Beş Şehir’de şöyle sorar: Mimar Sinan ile Bakî acaba dost oldular mı?
Tarih, ihtimallerle değerlendirilemez elbette. Fakat sahip olduğumuz merak duygusu, pişmanlıklarımız, şimdiki zamanla ilgili memnuniyetsizliklerimiz zihnimizde “Ya şöyle olsaydı?” sorusunu hep canlı tutar ve geçmişimize ait kırılma noktalarını düşündüğümüzde kendimizi ihtimalleri değerlendirmekten alıkoyamayız.
“Dünyada olabilecek her bir olay için misal âleminde sayısız ihtimal uyur.” der Mevlana. İşte o ihtimaller, zihnimizi kurcalayıp durur.
Uzak tarihe gitmeye gerek yok. Her 25 Mart’ta pek çok kişi gibi ben de “Muhsin Yazıcıoğlu yaşasaydı ne olurdu?” diye düşünmeden edemiyorum.
Siyasetteki, bürokrasideki, eğitimdeki, adalet sistemindeki çarpıklıklar karşısında nasıl bir mücadele verirdi?
Kimler şu anda bulundukları yerde olmaz/ o yerlerde kimler olurdu?
28 Şubat’taki keskin iradesine şahit olduğumuz Muhsin Başkan, 15 Temmuz’da nasıl bir tavır sergilerdi?
Kuzey Irak, Filistin, Kudüs, Gazze, Doğu Türkistan meseleleriyle ilgili neler yapardı?
Büyük Birlik Partisi’nin bugünü nasıl olurdu?
14 Mayıs 2023’te yapılan Genel Seçim nasıl sonuçlanırdı? Şehadetinden bu yana ona oy vermedikleri için pişmanlıklarını ifade edenler bu kez onu destekler miydi? Muhsin Yazıcıoğlu, Türkiye Cumhuriyeti’nin 13. Cumhurbaşkanı olur muydu?
İnsan ister istemez bunları ve bunlar gibi pek çok şeyi düşünüyor.
Bir de her 25 Mart’ta yeniden hatırladığımız gerçekler var:
Muhsin Yazıcıoğlu 25 Mart 2009 tarihinde ‘bir helikopter kazasında” şüpheli bir şekilde öldü olarak görünse de, kamuoyunun vicdanında alçakça bir suikast sonucu yanında bulunan beş kişiyle birlikte şehit edildiği gerçeği.
Eşi Gülefer Yazıcıoğlu’nun ifadesiyle ‘o gün orada devletin etkisiz bırakıldığı’ gerçeği.
Muhsin Yazıcıoğlu’nun şehadetiyle Türk siyasî hayatının en yiğit evladını kaybettiği gerçeği.
Sevgi Yıldırım

Hey gidi çocukluğun güzel günleri! Eskiden fırıldak denince bir tek topaç gelirdi aklımıza. Bizim mahallede bir Mahir abi vardı; topaçı en güzel o çevirirdi, başkaca fırıldaklık da bilmezdi.
Ardından mektep sıralarında dünyanın da topaç gibi döndüğünü öğrendik, üzerinde yaşayanların dönme konusunda dünyaya kafa tuttuğunuysa bize hayat öğretti. Büyüdükçe fırıldaklığın envai çeşitini gördük.
Gerçi dönmek de büyük maharet azizim! Dönenlerin hakkını teslim etmek lazım. Herkes dönemez mesela; kimisi azıcık dönmeye kalksa başı döner, midesi bulanır. Dönebilmek için sağlam mide lazım hasılı, hatta hiç olmasa daha iyi olur.
Yaklaşan seçimle birlikte her zaman olduğu gibi siyaset meydanında da dönenlere bol bol rastlayacağız.
Dönmeyin abi be!
Nerede merhum Muhsin Başkan’ın “Kavga var, desen Ayrancı’dan Kızılay’a koşa koşa gelirler.” dediği alperenler?
Nerede düzene kafa tutan cevval ülkücüler?
Nerede âdil düzen peşinde koşan dindar gençler?
Nerede ABD emperyalizmine meydan okuyan devrimci solcular?
Sloganınız “En büyük ‘izm’ konforizm!” mi oldu şimdilerde? Slogan dediysek hemen korkmayın canım. Biliyoruz slogan üretmeye niyetiniz, atmaya mecaliniz yok. Hepiniz konfor alanlarınıza çekildiniz, rahatınız yerinde, keyfiniz gıcır. Kışın Nişantaşı’nda yazın Bodrum’da huzur. “Oh ne rahat, lüküs hayat!” modundasınız. Bir de Çukurambar kafeleri var ki atlamak olmaz; yazın klima konforu, kışın sıcak. Cüzdanlar dolu olduktan sonra yürekler boş olsa ne yazar, değil mi ya?
İdealizm ne güzel nimetmiş meğer. İnsanı diri tutuyor, hayata anlam katıyormuş; beşeri insan ediyor, sabit kadem kılıyor, dönmekten koruyormuş yahu.
Ha bir de ‘kendi gitmiş adı kalmış yadigar’ “dava” mevzu var değil mi ya? Fakirin davası, ekmek kavgasıyken kiminin davası koltuk sevdası, kiminin davası cüzdan belası.
Artık kalmadı ya gene de varsa çocukların elinden topaçlar dönsün,
atlıkarıncada neşeyle çocuklar dönsün,
dergahlarında huşuyla dervişler dönsün,
gökyüzünde cıvıl cıvıl kuşlar dönsün,
çorba kazanında bereket dolu kepçe dönsün,
ateşin etrafında aşkla pervane dönsün,
Necati Bey’in gazelini mecliste okuyan hânende dönsün,
insan olan özüne dönsün,
geceler zifiri karanlıktan gündüze dönsün,
artık ‘o gün’ gelsin, devran dönsün;
babalar evlerine, içlerinde yarın kaygısı olmadan, ellerinde sıcacık ekmekle dönsün.
Dünya zaten yuvarlak, siz bari düz durun doğru yürüyün; fırıldaklık topaça yakışır, dönmeyin abi be!
Sevgi YILDIRIM