
13 Kasım 2025 Perşembe

Tercüman Gazetesi

HAYATIN ANLAMI VE ANLAMLI YAŞAMAK

CUMHURİYET KADINIYIM

“Kalem, yazmak zorundadır”: Sedat Sayın ile Öykü, Hafıza ve Yazma Üzerine

AŞK MORG KAPISINDA

KENDİNE TUTUNMAK

KENDİN OLMAK

YENİDEN MİLLİ MÜCADELE (ÇAĞRI)

CİNSLİĞİN DAYANILMAZ AĞIRLIĞI

BİZİMKİSİ BİR AŞK HİKAYESİ

BAŞIMIZA NE GELİYORSA, BIRAKIN YAPSINLARDAN GELİYOR

AYNADAKİ LEKE

SOĞUKTA SOKAKLARDA KALANLAR

DİN VE BİLİM OTORİTEDEN NEDEN BAĞIMSIZ OLMALIDIR

Ne Bu Dünyada Ne De Öteki Dünyada


VAZO ÖNÜNDE SATILAN ÜRÜNLER SAĞLIKLI MI?

YAŞAMDA KALİTE İÇİN BİR YOLCULUKTAN FAZLASI, BİR İNSANİ DOKUNUŞ

GAVUR İZMİR (Mİ?)

Milletin Vekili Olmak Cesaret İster

SUÇLAR CEZASIZ KALMAMALI

Gökyüzünde Nehirler Var (There Are Rivers in the Sky, Elif Şafak): Bir Su Masalı

KUR'AN KİMİN KELAMI?

Mustafa Kemal ATATÜRK

ŞEYTANI KÜSTÜRDÜK MÜ?

Ticareti “Franchise’laştıran AKP

CUMHURİYETİMİZ: BİZLER HER SABAH ÖZGÜR BİR ÜLKEDE UYANABİLELİM DİYE VERİLEN 102 YILLIK BİR MÜCADELE

ÖYLE BİR DUA Kİ...

Akıl, Vicdan, Özgürlük.

EVLAD-I FATİHAN ve SELANİKLİ MUSTAFA

Sevgili okurlarım, aynı zamanda siyasetçi olduğum için alanımla ilgili çok önemli bir konuya değinmek istiyorum.
Konumuz vekillik!
Yazımıza başlamadan önce soralım:
Milletvekilleri siyasi partinin temsilcisi mi, milletin vekili mi?
Sadakat kime?
Bir sonraki seçimde tekrar sıralamaya girebilmek için partiye yalakalık —demeyelim de— sadakat mi? Yoksa milletin güvenini kazanmak mı?
Hadi o zaman yazımıza başlayalım, şimdiden keyifli okumalar diliyorum.
Vekil…
Türkçenin en asil kelimelerinden biri. Birinin yerine konuşan, onun adına karar veren, onun yükünü taşıyan kişi…
Milletvekili ise, bu ülkenin insanlarının iradesini temsil eden, onların sesi, gözü, kulağı olan kişi demektir. En azından öyle olması gerekir. Ama bugün bu kavram, içi boşaltılmış bir unvan hâline geldi. Çünkü artık vekillerin çoğu milletin değil; partinin vekili gibi davranıyor.
Seçimden önce her şey çok güzel başlar. Vaatler verilir, sokak sokak gezilir, “Biz sizin için orada olacağız.” denir.
Ama seçim biter bitmez, o samimi görüntü yerini mesafeye, sessizliğe ve ulaşılmazlığa bırakır.
Vekil artık milletin değil; genel merkezin çizdiği sınırların içinde hareket eden bir figür hâline gelir.
Parti ne derse o olur. Millet ne isterse, önce parti süzgecinden geçer. O süzgeçten geçemeyen hiçbir talep, meclis kürsüsüne ulaşamaz.
Bu durum, temsili demokrasinin ruhuna ihanettir.
Çünkü millet, vekili kendi sesi olsun diye seçer. Ama o ses, parti disiplinine kurban edilir.
Vekil, milletin değil; partinin çıkarlarını savunur.
Genel başkanın gözüne girmek, bir sonraki seçimde yeniden aday gösterilmek, listeye girebilmek…
Bunlar, milletin taleplerinden daha öncelikli hâle gelir mesela…
Oysa vekil dediğin, gerektiğinde partisinin karşısında durabilmelidir.
Milletin çıkarı ile parti politikası çeliştiğinde, tercihini milletten yana kullanabilmelidir.
Bu cesareti gösteremeyen vekil, sadece bir memur olur.
O koltukta oturur, el kaldırır, indirilir. Ama milletin derdine derman olamaz.
Bugün Türkiye’de birçok seçmen, vekiline ulaşamıyor. Telefonlar açılmıyor, mesajlara cevap verilmiyor. Seçim bölgesine uğramayan vekilleri bile duyuyoruz.
Milletin arasında olmayan, sadece protokolde ön sırada görünen veya görünmeye çalışan vekiller!
Niye? Çünkü fotoğraf çekilecek…
Bu tablo, siyasetin milletten ne kadar uzaklaştığını gösteriyor.
Vekillik, sadece yasa tekliflerine oy vermek değildir.
Vekillik, milletin yükünü taşımaktır.
Bir köyde su yoksa, bir mahallede gençler işsizse, bir şehirde insanlar barınma sorunu yaşıyorsa, vatandaş geçim sıkıntısı çekiyorsa, vatandaşın geliri giderini karşılamıyorsa, ucuz süt veya yağ alabilmek için birkaç market geziyorsa, çarşı ve pazarda fiyatlar yüksekse, vekil bunları bilmek zorundadır.
Bilmek yetmez; çözüm için mücadele etmek zorundadır.
Bu mücadele, sadece meclis kürsüsünde değil; sokakta, pazarda, kahvede, milletin arasında verilmelidir.
Bugün vekillere açıkça sormak gerekiyor:
Siz gerçekten kimin vekilisiniz? Partinin mi, yoksa milletin mi?
Bu soru, sadece bir eleştiri değil; bir vicdan muhasebesidir.
Çünkü o koltuk, milletin emanetiyle kazanıldı.
O emanetin hakkını vermek, sadece siyasi bir görev değil; ahlaki bir sorumluluktur.
Unutmayın, millet sizi izliyor.
Belki sessizce, belki de sabırla…
Ama günü geldiğinde, sandıkta değil; vicdanında kararını verecek.
Ve o karar, sizin gerçekten kimin vekili olduğunuzu gösterecek…
O makam da bir gün olmayacak… Ya sonrası?
Sonrasını söyleyeyim:
Ya dua, ya küfür, ya da beddua…

Sevgili okurlarım,
Bu köşe yazımda bir kadına, bir anneye, bir eğitimciye, ülkemize ve milletimize faydalı bir bireye yapılan haksızlığı dile getireceğim.
Basın özgürlüğü, demokrasinin temel direklerinden biridir. Ancak bu özgürlük, sorumlulukla taşınmadığında; kamuoyunu bilgilendirmek yerine karalamak için kullanıldığında gazetecilik olmaktan çıkar; iftiracılığın, şahsi husumetlerin ve ahlaki çöküşün aracı hâline gelir. Son günlerde bir basın organında yayımlanan ve Elazığ Valisi Numan Hatipoğlu’nun eşini hedef alan haber, tam da bu çöküşün ibretlik örneğidir.
Ayfer Hatipoğlu, 30 yılı aşkın süredir kamu hizmetinde bulunan; iki lisans diplomasına, yüksek lisans ve doktora derecelerine sahip, alanında 155’ten fazla akademik çalışması bulunan bir eğitimcidir. Ulusal ve uluslararası yayınları, hakemli dergilerde makaleleri, seminerleri ve kitap bölümleriyle akademik camiada saygın bir yere sahiptir. Buna rağmen, yapılan haberlerde sanki hiçbir akademik geçmişi yokmuş gibi gösterilerek kamuoyunda “eş kontenjanı” algısı yaratılmak istenmiştir.
Bu, sadece bir kadının emeğine değil; aynı zamanda akademik onura, aile mahremiyetine ve kamu vicdanına yapılmış bir saldırıdır. Haberde yer alan iddialar ne belgeye dayanmakta, ne de bilimsel bir sorgulama içermektedir. Tam tersine, kişisel bir husumetin, siyasi bir hesaplaşmanın ya da basitçe tıklanma uğruna yapılan bir algı operasyonunun izlerini taşımaktadır.
Gazetecilik, kamu yararını gözeten, doğruluğu önceleyen, kişilik haklarına saygılı bir meslektir. Bu mesleğin temelinde etik vardır, vicdan vardır, sorumluluk vardır. Ancak söz konusu haber, bu değerlerin hiçbirine sığmamaktadır. Ne habercilik ilkelerine ne de insanlık onuruna yakışan bir tutum sergilenmiştir.
Vali Hatipoğlu’nun yaptığı açıklamada, bu mesnetsiz iftiralara karşı hukuki sürecin başlatılacağı ve alınacak tazminatın Elazığ’daki ihtiyaç sahiplerine bağışlanacağı belirtilmiştir. Bu, sadece bir cevap değil; aynı zamanda bir duruştur. Kamu görevini ifa eden bir bireyin, ailesine yöneltilen saldırılara karşı gösterdiği bu etik refleks, toplumun vicdanında yankı bulacaktır.
Bu olay, bize bir kez daha hatırlatıyor: Basın özgürlüğü, hakaret özgürlüğü değildir. Gazetecilik, karalama değil; aydınlatma sanatıdır. Ve bu sanat, ancak ahlakla yapılır.

2026 yılı için açıklanan yeni emlak vergisi değerleri, sadece rakamları değil, dengeleri de değiştiriyor. Bakanlığın yayınladığı metrekare maliyet bedelleri, bazı bölgelerde %300’ü, hatta %1000’i aşan artışlarla dikkat çekiyor. Bu artış, kağıt üzerinde bir güncelleme gibi görünse de, sahada karşılığı çok daha sert: Ev sahibi için yeni bir yük, kiracı için yeni bir belirsizlik, piyasa için yeni bir dalgalanma.
Vergi artışı, doğrudan mülk sahiplerini etkiliyor. Ancak zincirleme etkisiyle bu yük, kısa sürede kiralara ve satış fiyatlarına yansıyor. Çünkü hiçbir ev sahibi, maliyetini kendi cebinden karşılamak istemez. Bu da demek oluyor ki, 2026’da sadece vergiler değil, barınma maliyeti de artacak.
Peki, bu artışlar neye göre yapılıyor? Takdir komisyonları, bölgesel değerlemelerle metrekare maliyetlerini belirliyor. Ancak bu değerler, çoğu zaman sahadaki gerçeklerle örtüşmüyor. Bir mahalledeki arsa değeriyle, hemen yan sokaktaki yaşam koşulları arasında uçurum varken, aynı vergi yüküyle karşılaşmak adil mi?
Ev sahipleri için bu durum, “yatırım” değil “yük” haline geliyor. Özellikle sabit gelirli, emekli ya da tek mülk sahibi vatandaşlar için bu artışlar, ciddi bir ekonomik baskı yaratıyor. Kiracılar ise dolaylı ama kaçınılmaz bir şekilde etkileniyor. Çünkü artan vergiler, artan kiralar demek. Artan kiralar ise, barınma krizinin daha da derinleşmesi demek.
Bu noktada sorulması gereken soru şu: Vergi adaleti, sadece devletin gelirini artırmak mı, yoksa vatandaşın yaşamını korumak mı? Eğer amaç sadece tahsilat ise, bu sistem sürdürülebilir değil. Amaç sosyal denge ise, yerel gerçeklikler dikkate alınmalı.
2026’ya girerken, ev sahipleri yeni bir hesap yapıyor: “Bu evi satmalı mıyım, kiraya vermeli miyim, yoksa devlete mi çalışıyorum?” Ve bu sorunun cevabı, sadece bireysel değil, toplumsal bir yansıma taşıyor.

Sevgili okurlarım, çok önemli bir konuyu ele alacağım.
Son günlerde kamuoyunu derinden sarsan 400 sahte diploma skandalı, yalnızca bir adli vaka değil; devletin temel değerlerine, kamu güvenliğine ve toplumsal adalete yönelik ciddi bir tehdittir.
Bu olay, yıllarca emek verip sınavlara giren, atanmak için mücadele eden binlerce gencin hakkını gasp eden, kamu kaynaklarını haksız biçimde kullanan bir çete düzenini gözler önüne sermiştir. Sahte diplomayla kamu kurumlarına sızan kişiler, yıllarca maaş almış, yetki kullanmış, karar vermiş ve milletin vergileriyle finanse edilen görevlerde bulunmuştur. Bu durum, yalnızca bireysel çıkar peşinde koşanların değil, denetim mekanizmalarının da iflas ettiğini göstermektedir.
Devletin dijital güvenlik sistemlerinin, e-imza altyapılarının ve kurumlar arası doğrulama süreçlerinin bu kadar kolay aşılabilmesi, kamu yönetiminde ciddi bir zafiyet olduğunu ortaya koymaktadır. Sahte belgelerle görev alanların yalnızca işten el çektirilmesi yetmez; bu kişilerin yıllar boyunca elde ettikleri tüm haksız kazançlar geri alınmalı, kamu zararları tazmin edilmeli ve bu kişileri koruyan, göz yuman herkes hukuk önünde hesap vermelidir.
Bu olayda yalnızca sahte diplomalılar değil, sistemin açıklarını kullananlar ve denetim görevini ihmal edenler de sorumludur.
Bu skandalın ortaya çıkmasıyla birlikte halkın devlete ve kurumlara olan güveni ciddi biçimde sarsılmıştır. Liyakat ilkesinin yok sayıldığı, sınavla değil sahte belgelerle makam sahibi olunduğu bir düzende, gençlerin geleceğe dair umut beslemesi mümkün değildir. Bu durum, yalnızca bugünün değil, yarının da kaybı anlamına gelir. Gençlerin emeği, halkın vergisi, devletin itibarı bir avuç sahtekârın elinde oyuncak olamaz.
Bu nedenle yapılması gereken bellidir: Sahte diplomayla görev yapan herkes derhal görevden alınmalı, hak etmedikleri tüm kazançlar geri tahsil edilmeli, bu kişilerin kamuya verdiği zararlar hesaplanarak tazmin edilmeli ve bu olayın tekrar yaşanmaması için dijital güvenlik sistemleri, diploma doğrulama süreçleri ve kurumlar arası denetim mekanizmaları yeniden yapılandırılmalıdır.
Ayrıca bu olayın siyasi boyutu da göz ardı edilmemeli; bu kişileri koruyan, önergeyi reddeden, soruşturmayı engellemeye çalışan herkes kamu vicdanı önünde sorumludur.
Devletin itibarı, halkın güveni ve gençlerin umudu için bu olayın üstü örtülmemeli; aksine en sert biçimde üzerine gidilmeli, hukuk tüm gücüyle işletilmelidir. Aksi takdirde bu skandal, yalnızca bir başlangıç olur ve toplumun devlete olan inancı telafisi mümkün olmayan biçimde yıkılır.

Türkiye’de sağlık sistemi; yoğunluk, hız ve verimlilik üzerine kurulmuş bir yapı. Ancak bu sistemin bazı önemli bileşenleri, hak ettiği değeri göremiyor. Fizik tedavi teknikerleri de bu sistemin görünmeyen omurgalarından biri. Sessizce milyonlarca hastanın yeniden yürüyebilmesi, ağrılarını dindirebilmesi, hayatına tutunabilmesi için çalışan bu teknik uzmanlar; yıllardır göz ardı edilen bir mücadele veriyor.
Öncelikle, Fizik Tedavi Teknikerlerinin Meslek Tanımı, Bilgi ve Becerilerine değinelim.
Fizik tedavi teknikerliği; yalnızca bir cihaz kullanımı ya da egzersiz uygulamasından ibaret değildir. Bu meslek, rehabilitasyonun teknik ayağını yürüten; fizyoterapist ve doktorlarla koordineli çalışan, insan bedenini tanıyan, aynı zamanda insan psikolojisini anlayabilen özel bir alan uzmanlığıdır.
Fizik tedavi teknikerleri, fizyoterapistlerin gözetiminde çalışan sağlık profesyonelleridir ve rehabilitasyon sürecinde önemli bir rol üstlenirler. İşte temel görevleri:
Tedavi Uygulamaları ve Egzersizler
Hasta Takibi ve Bilgilendirme
Ekipman Hazırlığı ve Güvenlik
İşbirliği ve Etik Sorumluluklar
Özetle; yaşamın yeniden hareket kazanması için çalışan bir meslek grubudur.
☑ 2014–2025 Arası İstihdam Politikaları: Sessiz Gerileme
Fizik tedavi teknikerliği bölümüne her yıl binlerce genç umutla yerleşiyor. Ancak Sağlık Bakanlığı’nın kadro politikaları bu umutları söndürüyor.
2014 yılından bu yana:
Üstelik KPSS puanları rekor seviyelere çıkmakta, fakat yerleşen kişi sayısı bir elin parmağını geçmemektedir. Bu tablo, hem öğrenci yatırımlarını boşa çıkarmakta hem de sağlık hizmetinin sahada eksik kalmasına yol açmaktadır.
☑ Hizmet Talebi Artarken Destek Azalıyor
Fizik tedavi polikliniklerinde randevu sistemleri alarm veriyor. Bazı devlet hastanelerinde:
☑ Mezun Olup Alanda Çalışamamak: Alan Dışı Emek Israfı
Bugün fizik tedavi teknikeri olarak mezun olmuş binlerce genç, alan dışı işlerde çalışmak zorunda kalıyor. Market kasası, çağrı merkezi, depo elemanı… Bu bireylerin bilgi ve becerileri heba ediliyor. Toplum olarak eğitim yatırımı yapıp sonra kullanamıyoruz.
☑ Fizik Tedavi Hizmetlerini Yaygınlaştırmak: Bir Ulusal Sağlık Atılımı
Bu sorunları aşmanın yolu stratejik bir yaygınlaşma projesinden geçiyor. Öneriler:
Bu model; hem istihdamı artıracak, hem de vatandaşın erişimini kolaylaştıracaktır.
☑ Teknikerlerin Haklı Talepleri
☑ Çözüm Önerileri: Somut Adımlar Atılmalı
Sağlık Bakanlığı bu hususları görmezden gelmemeli, gerekli adımları atmalıdır.

Türkiye’nin siyasal yapısı, uzun yıllardır kimlikler üzerinden şekillendirilen bir mücadele alanına dönüştürüldü. Milliyetçilik, muhafazakârlık, Atatürkçülük ya da Kürt kimliği gibi değerlerin, bir halkın kültürel ve düşünsel zenginliğini temsil ettiği unutularak, siyasi partilerin tekelinde sunulması toplumsal ayrışmaları besliyor.
Bir vatandaş kendini milliyetçi olarak tanımladığında, derhâl MHP’ye mensup olduğu varsayılıyor. Oysa milliyetçilik, sadece bir partinin programı değil; ülkesini seven, bağımsızlığını savunan ve tarihsel mirasına sahip çıkan her bireyin ortak değeridir. Atatürk’e bağlılık duyan bir kişi doğrudan CHP ile ilişkilendiriliyor. Ancak Gazi Mustafa Kemal Atatürk, yalnızca bir partinin değil; tüm Türk milletinin ortak tarihsel ve manevi mirasıdır. Muhafazakâr düşünen bir yurttaşın AK Parti’ye yakın olduğu varsayılıyor. Fakat muhafazakârlık sadece siyasi değil; ahlaki ve kültürel bir yaşama biçimidir. Aynı şekilde, Türklüğü veya Kürtlüğü savunmak, bir etnik kimliğe saygı göstermek demektir ve bu saygı da hiçbir şekilde bir partiye indirgenemez.
Toplumun değerleri, inançları ve aidiyetleri siyasi rant aracı haline getirilmemelidir. Bu hassasiyetleri seçim dönemlerinde hatırlayıp sandık süreci geçince unutmak, halkın vicdanına hakarettir. Siyasi partilerin görevi halkı etiketlemek değil; onları ortak değerlerde buluşturmak, sorunlarına çözüm üretmek, aidiyet duygusunu istismar değil temsil etmek olmalıdır.
Unutulmamalıdır ki Türkiye halkı; farklılıklarıyla bir bütün, çeşitliliğiyle güçlüdür. Kimliklerimizi partilerin sınırlarına hapsedersek, ortak vatan idealini zayıflatırız. Her birey, siyasi duruşunu kendi vicdanıyla belirlemelidir. Kimse doğrudan bir ideolojinin, bir partinin ya da bir liderin uzantısı değildir. Bireyler düşünür, sorgular, değerlendirir. Ve bu özgür düşünce iklimi, demokrasinin temelidir.
Siyasi liderler ve partiler artık bir gerçeği görmek zorundadır:
Halk; kimliklerini sandıklarda değil, hayatın içinde yaşar.
Onlara saygı duymak, sandıkta değil; sokakta, işte, okulda, sofrada başlar.

Sevgili okurlarım, ülkenin ve milletin kaderi diye adlandıracağımız bir konuyu ele alacağım…
Türkiye, onlarca yıldır terörle mücadele eden bir ülke. Bu mücadele, sadece sınır ötesinde ya da dağlarda verilen bir savaş değil; aynı zamanda şehirlerde, yüreklerde, vicdanlarda süren bir direniştir. Binlerce şehit verdik. Binlerce gazi, hayatını bir daha eskisi gibi yaşayamamak pahasına bu ülkenin birliğini savundu. Her biri birer destan yazdı. Her biri, bu topraklara “vatan” diyebilelim diye canını ortaya koydu.
Bugün geldiğimiz noktada, “Terörsüz Türkiye” hedefi yeniden güçlü bir şekilde gündemde. Peki bu hedef, sadece bir temenni mi? Yoksa gerçekten toplumsal huzura giden bir yolun başlangıcı mı?
Ve daha da önemlisi:
Bu süreçte şehitlerimizin kanı ne olacak?
Gazilerimizin fedakârlığı nasıl anılacak?
Şehit ailelerinin yüreği nasıl teskin edilecek?
TERÖRSÜZ BİR TÜRKİYE NE KAZANDIRIR?
Terörün olmadığı bir Türkiye, sadece güvenlik açısından değil; ekonomik, sosyal ve psikolojik olarak da büyük bir kazanımdır:
Ancak bu kazanımların kalıcı olabilmesi için, terörle mücadele sadece silahla değil; adaletle, eğitimle, eşitlikle ve toplumsal bütünleşmeyle yürütülmelidir.
ŞEHİTLERİN KANI NE OLACAK?
Bu soruyu sormak, sadece bir hak değil; aynı zamanda bir sorumluluktur. Çünkü bu ülkenin her karış toprağında bir şehidin hatırası vardır.
Terörsüz bir Türkiye’ye giden yolda, şehitlerin kanı ancak ve ancak şu şekilde yerde kalmaz:
O zaman bu fedakârlıklar, birer boşluk değil; birer temel taşı olur. Şehit ailelerinin yüreği, ancak bu ülkenin gerçekten huzura kavuştuğunu gördüğünde bir nebze olsun ferahlar.
BU SÜREÇ SİYASİ RANT MI?
Ne yazık ki Türkiye’de her büyük mesele gibi, terörle mücadele de zaman zaman siyasi hesaplara kurban edilmiştir.
Barış süreçleri, kimi zaman samimiyetten uzak yürütülmüş; kimi zaman da seçim malzemesi hâline getirilmiştir. Bu da toplumda derin bir güvensizlik yaratmıştır.
Bugün “Terörsüz Türkiye” söylemi yeniden yükselirken, bu sürecin samimiyeti sorgulanmaktadır. Çünkü halk, artık sadece söz değil; adım görmek istiyor.
Gerçek bir terörsüzlük mü hedefleniyor, yoksa bu söylem bir seçim stratejisi mi?
Barış, sadece belli kesimlerle yapılan görüşmelerle mi sağlanacak; yoksa toplumun tüm kesimleriyle ortak bir gelecek mi inşa edilecek?
Bu sorulara verilecek dürüst cevaplar, sürecin kaderini belirleyecektir.
SONUÇ: HUZUR, HESAPLAŞMADAN GEÇER
Terörsüz bir Türkiye, hepimizin ortak hayalidir. Ancak bu hayal;
geçmişle yüzleşmeden,
şehitlerin hatırasını yüceltmeden,
gazilerin onurunu korumadan
gerçekleşemez.
Barış; unutarak değil, hatırlayarak, anlamlandırarak ve adaletle mümkündür.
Bu ülkenin artık yeni şehit haberlerine değil,
yeni umutlara ihtiyacı var.
Ama bu umut, geçmişin acılarını inkâr ederek değil; o acılardan ders çıkararak yeşerebilir.
“Terörsüz Türkiye”, bir siyasi slogan değil;
bir toplumsal sözleşme olmalıdır.
Ve bu sözleşmenin en güçlü imzası, milletin vicdanında atılmalıdır.

Sevgili okurlarım,
Bu köşe yazımda kamu görevlilerinin disiplin affı ile ilgili konuyu ele alacağız ve çözüm önerileri sunacağız.
2023 yılında gerçekleştirilen 7. Dönem Toplu Sözleşme görüşmelerinde, Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Sayın Vedat Işıkhan’ın “disiplin affına olumlu bakıyoruz” yönündeki sözleri kamu çalışanlarında umut dalgası yaratmıştı. Üstelik bu mesaj yalnızca toplantı odalarının arasında kalmadı; Sayın Bakan bir televizyon programında da, yetkili konfederasyonla birlikte belirli kriterlere bağlı olarak bir disiplin affı çalışması yapılacağını açıkça ifade etti. Fakat aradan geçen onca zamana rağmen henüz somut bir adım atılmış değil.
Disiplin affı, yalnızca bireysel hataların ya da geçmişte yaşanmış küçük aksaklıkların temizlenmesi meselesi değildir. Bu konu, kamu yönetiminin insani bir bakış açısıyla yeniden şekillenmesi anlamına gelir. Hatalardan arınma ve tekrar sisteme katılma hakkı, hem çalışan motivasyonunu artırır hem de kurumsal aidiyeti güçlendirir.
Unutulmamalıdır ki her disiplin cezası adaletsiz değildir; ancak her cezanın haklı gerekçelere dayandığı da söylenemez. Yerinden yönetimle değil, merkezi otoriteyle verilen bazı kararlar zaman içinde objektiflikten uzaklaşabilir. Bu yüzden disiplin affı sadece bir “af” değil, aynı zamanda kamu vicdanını rahatlatacak bir “yeniden değerlendirme süreci” olmalıdır.
Binlerce kamu çalışanı, geçmişte işlenmiş ve çoğu zaman görev motivasyonunu kıran, adil olmayan ya da orantısız cezaların etkisinden kurtulmak istiyor. Bazıları için bu sadece bir özlük dosyasının temizlenmesi değil; yeniden eşit şartlarda yarışabilmenin, hak ettiği unvana yükselebilmenin, terfi alabilmenin ya da sadece mesleğine onuruyla devam edebilmenin imkânı demek.
Bugün bu talep artık bireysel değil; örgütlü, kararlı ve kamusal bir beklentidir.
Çözüm Önerileriyle İleriye Bakmak Gerekir
Disiplin affı bir lütuf değil; devletin çalışanına duyduğu saygının, insani değerlerin ve fırsat eşitliğine duyulan inancın bir gereğidir. Kamu çalışanları artık haklı olarak “Söz verildi, sıra gereğini yapmaya geldi.” diyor.
Bu çağrı bir isyan değil; aksine sorumlu, bilinçli ve geleceği birlikte inşa etme kararlılığını içeren bir davettir. Kamu yönetimi bu çağrıyı duymalı ve karşılık vermelidir. Çünkü adalet, geciktiği yerde sarsılır; ama zamanında tecelli ettiğinde, kurumu da toplumu da büyütür.

Sevgili okurlarım,
Bu köşe yazımda çok önemli bir konuya değineceğiz.
Başlıkta belirttiğim gibi: “Birlik ve Beraberlik Zamanı”
Dünya, yeniden şekillenen güç dengeleriyle çalkalanırken; Ortadoğu’da yükselen savaş gerilimleri, İsrail ile İran arasındaki tansiyon ve ABD’nin bu tablo içerisindeki konumu, sadece o coğrafyayı değil, çok daha geniş bir etki alanını doğrudan tehdit ediyor. Türkiye, tarih boyunca olduğu gibi bugün de bu kaotik denklemin merkezine yakın bir noktadadır. Bu da demektir ki; her gelişme bizi yakından ilgilendirmekte, her senaryo içerisinde bir yer edinmemiz öngörülmektedir. Ancak dikkatli bakıldığında, bu tabloda Türkiye’yi hedef alan dolaylı ya da doğrudan planların varlığı da göz ardı edilemez.
Türkiye, jeopolitik konumunun sağladığı avantaj kadar, beraberinde getirdiği risklerle de karşı karşıyadır. Bu coğrafyada güçlü kalmak yalnızca askeri ya da ekonomik anlamda değil; iç huzuru, millî birlik ve toplumsal dayanışmayı tesis etmekle mümkündür. Bugün her zamankinden daha fazla birlik ve beraberliğe, ortak akla ve aynı hedefe kenetlenmiş bir iradeye ihtiyacımız vardır.
Devletin tüm organları; güvenlik güçlerinden bürokrasiye, istihbarat birimlerinden dış politikaya yön veren merkezlere kadar tam teyakkuz hâlinde olmalı, iç ve dış tehditlere karşı çok yönlü bir hazırlık içerisinde bulunmalıdır. Ancak mesele yalnızca devletin refleksleriyle sınırlı değildir. Bu süreçte en az kurumlar kadar önemli olan bir başka güç de siyasetin kendisidir.
Artık siyasi tartışmaların gündem belirlediği değil, ortak menfaatlerin ekseninde buluşulan bir siyaset anlayışı hâkim olmalıdır. Farklı görüşlere sahip olmak demokrasinin gereğidir; ancak bu farklılıklar, millî çıkarlar söz konusu olduğunda arka plana atılmalıdır. Siyasi liderler, milletin birliğine önderlik etmekle mükelleftir. Kutuplaşma yerine kucaklaşmanın, ayrıştırma yerine ortaklaşmanın vakti gelmiştir.
Bugün Türkiye’nin ihtiyacı olan şey, dış mihrakların karşısında yekvücut durabilen bir millet ve bu milleti temsil eden kararlı, sağduyulu ve milletin sesine kulak veren bir devlet yapısıdır. Çünkü bu topraklar, sadece bir coğrafya değil; bir inancın, bir kültürün, bir tarihin ve onurlu bir geleceğin mirasıdır. Bu mirası korumanın en etkili yolu ise daima birlikte yürümektir.
Milletimiz, tarihi boyunca nice badireleri birlik ruhuyla atlatmıştır. Çanakkale’de, Kurtuluş Savaşı’nda, 15 Temmuz’da gösterdiğimiz kenetlenme duygusu, bugün de aynı şekilde canlanmalı; toplumun her kesimi “tek yürek” olmalıdır. Farklılıklarımız zenginliğimizdir; ancak bu zenginliğin kıymeti, ortak idealde birleştiğimizde ortaya çıkar.
Sözlerime son verirken,
her vatandaşımıza, her kuruma ve her lidere düşen sorumluluk, bu ciddiyetin farkında olarak hareket etmektir. Türkiye ancak bu bilinçle, sadece bugünün değil, yarının da güçlü ve bağımsız ülkesi olmayı sürdürebilir.

Sevgili okurlarım,
Bu köşe yazımda, polis memurlarının yaşadığı mağduriyetleri daha kapsamlı bir şekilde ele alacak, çözüm önerileri sunarak ve yetkililere yol gösterecek bir çerçeve çizmeye çalışacağım.
Polis teşkilatı, toplumun güvenliğini sağlamak ve kamu düzenini korumak adına büyük fedakârlıkla çalışan bir kurumdur. Ancak polis memurları, ağır çalışma şartları, ekonomik sıkıntılar ve özlük hakları konusunda yıllardır süregelen mağduriyetlerle karşı karşıya kalmaktadır. Polislerin içinde bulunduğu zor çalışma koşulları, düşük maaşlar, sosyal haklardaki eksiklikler ve emeklilikle ilgili belirsizlikler, teşkilatın motivasyonunu ve genel işleyişini doğrudan etkilemektedir.
Mali Haklar ve Ekonomik Sorunlar:
Polis memurlarının en büyük sıkıntılarından biri maaşlarının yetersiz olmasıdır. Türkiye’de hayat pahalılığı her geçen yıl artarken, polis memurlarının aldığı ücret, giderlerini karşılamakta zorlanmalarına neden olmaktadır. Özellikle büyük şehirlerde görev yapan polisler, kira, ulaşım ve temel ihtiyaçlar açısından ciddi bir ekonomik mücadele vermektedir.
Bunun yanı sıra, fazla mesai ücretlerinin düşük olması ve düzensiz ödenmesi, polis teşkilatında adaletsizlik hissi yaratmaktadır. Polisler, gece nöbetleri, ek görevler ve uzun çalışma saatleri nedeniyle fazla mesai yapmak zorunda kalmakta; ancak karşılığında hak ettikleri ücreti alamamaktadır. Görev tazminatlarının düşük olması da polis memurlarının karşılaştığı ekonomik zorluklar arasında yer almaktadır.
Emeklilik süreci ise polisler için ayrı bir endişe kaynağıdır. Fiili hizmet süresi nedeniyle polisler erken emekliliğe hak kazansa da emekli maaşları, yaşanabilir bir seviyede değildir. Emekli polis memurlarının ekonomik olarak zorlanması, meslek hayatları boyunca verdikleri emeğin karşılığını tam olarak alamadıkları algısını güçlendirmektedir.
Öneriler:
Polis maaşlarının, enflasyon oranı göz önünde bulundurularak belirli aralıklarla artırılması.
Fazla mesai ücretlerinin düzenli ve adil bir şekilde ödenmesi.
Görev tazminatlarının artırılması ve prim sisteminin teşvik edici hale getirilmesi.
Polislerin emeklilik haklarının iyileştirilmesi, emekli maaşlarının daha yaşanabilir seviyeye getirilmesi.
Özlük Hakları ve Çalışma Koşulları:
Polis memurları, uzun ve düzensiz çalışma saatleri nedeniyle fiziksel ve psikolojik olarak yıpranmaktadır. Gece nöbetleri, vardiyalı sistem ve hafta sonu görevleri, polislerin sosyal hayatını ciddi biçimde kısıtlamaktadır. Çalışma saatlerinin belirli bir standarda oturtulmaması, polislerin aileleriyle vakit geçirmelerini zorlaştırmakta ve genel yaşam kalitelerini düşürmektedir.
Bunun yanında, görev yeri değişiklikleri polis memurlarının sıkça karşılaştığı bir başka önemli sorundur. Polisler, sık sık farklı şehirlerde görevlendirilmekte ve bu durum aile düzenlerini bozmaktadır. Ailelerinden uzak kalan polisler, çocuklarının eğitim sürecinde de sıkıntılar yaşamakta ve mesleki motivasyonları olumsuz yönde etkilenmektedir.
Öneriler:
Çalışma saatlerinin makul hale getirilmesi ve polislerin daha düzenli bir mesai sistemine kavuşturulması.
Fazla mesai yükünün hafifletilmesi ve izin haklarının korunması.
Polislerin görev yerlerinin belirlenmesinde aile düzeninin göz önünde bulundurulması.
Fiziksel ve psikolojik yıpranmayı azaltmak adına teşkilat içinde destek mekanizmalarının artırılması.
Sosyal Haklar ve Destek Mekanizmaları:
Polis teşkilatının en önemli eksikliklerinden biri, sosyal hakların yeterince geliştirilmemiş olmasıdır. Polis memurları, zor koşullar altında çalışırken sosyal haklardan yeterince faydalanamamaktadır. Lojman imkânlarının yetersizliği, polislerin yüksek kira fiyatlarıyla mücadele etmesine neden olmaktadır. Polis çocukları için eğitim burslarının sınırlı olması, aileleri ekonomik açıdan zor durumda bırakmaktadır.
Ayrıca polis memurlarının psikolojik destek mekanizmalarına erişimi yeterli seviyede değildir. Görev sırasında yaşanan travmalar, stresli olaylar ve fiziksel zorlanmalar, polislerin ruh sağlığını olumsuz etkilemektedir. Meslek içinde psikolojik destek sistemlerinin oluşturulması, polislerin iş verimliliğini artıracak ve daha sağlıklı bir çalışma ortamı sağlayacaktır.
Öneriler:
Polis lojmanlarının artırılması ve kira desteği sağlanması.
Polis çocukları için eğitim burslarının genişletilmesi.
Polis memurlarına stres yönetimi, psikolojik danışmanlık ve mesleki destek programlarının sunulması.
Görev sırasında yaşanan travmalara yönelik rehabilitasyon hizmetlerinin teşkilat içinde yaygınlaştırılması.
Polis teşkilatı, kamu güvenliğini sağlamak adına büyük bir fedakârlıkla çalışan kurumların başında gelir. Ancak polis memurlarının yaşadığı ekonomik, sosyal ve psikolojik sıkıntılar, teşkilatın genel işleyişini doğrudan etkilemektedir. Polislerin hak ettiği değer ve refah seviyesine ulaşabilmesi için maaş, özlük hakları ve sosyal destek mekanizmaları konusunda köklü reformların hayata geçirilmesi gerekmektedir.
Yetkililer, polis memurlarının taleplerini görmezden gelmemeli ve teşkilatın daha sağlıklı bir yapıya kavuşmasını sağlayacak adımları atmalıdır. Güçlü ve mutlu bir polis teşkilatı, toplumun güvenliğini ve huzurunu doğrudan artıracaktır.

Siyasi söylemlerin toplum üzerindeki etkisi yadsınamaz. Özellikle etnik temelli ayrıştırıcı söylemler, halkın birlik ve beraberlik duygusunu zedeleyebilir. Son dönemde ana muhalefet liderinin sarf ettiği sözler, tam da bu noktada dikkat çekiyor:
“Türkiye’de Kürtlerin sorunları var ama Kürt kadınlarının daha çok sorunları var. Gençlerin sorunları var ama Kürt gençlerinin daha çok sorunları var ve daha çok haklara sahip olmalılar.”
Bu ifadeler, toplumda var olmayan bir ayrışmayı zorla yaratmaya çalışan bir söylemden ibaret.
Türkiye’de etnik ayrımcılığa dayalı bir sorun yoktur. Her vatandaşımız, etnik kimliği ne olursa olsun, bu vatanın öz evladıdır. Anayasamızda hiçbir kesimi dışlayan veya ayrıştıran bir hüküm bulunmamaktadır. Ancak bazı siyasi aktörler, halkın doğal kardeşlik bağlarını zedeleyerek, toplumda yapay gerilimler oluşturmayı amaçlıyor.
Sorunlarımız elbette vardır: Kadınlarımız, gençlerimiz ve toplumun tüm kesimleri ekonomik ve sosyal sıkıntılarla yüzleşmektedir. Ancak bu sorunları çözmenin yolu, toplumu etnik kimliklere göre parçalamak değil; eşitlikçi ve kapsayıcı politikalar geliştirmekten geçer. Sorunları belirli bir kesime özgü hâle getirerek mağduriyet üzerinden ayrıcalıklı haklar talep etmek, toplumsal birlikteliği zayıflatır ve halkın arasına nifak tohumları ekmeye çalışır.
Peki, ne yapmalıyız?
Türkiye’nin temel ihtiyacı, tüm vatandaşlarını eşitlik prensibi çerçevesinde kucaklayan politikalar üretmektir. Hiçbir grup, diğerinden daha fazla hakka sahip olmamalıdır. Hukukun üstünlüğü ve adalet kavramı, herkes için eşit şekilde geçerli olmalıdır. Unutmamalıyız ki Türkiye Cumhuriyeti, farklı kültürlerin ortak bir çatıda buluştuğu büyük bir ailedir.
Etnik köken üzerinden toplumu bölmeye çalışan siyasete karşı birlik içinde durmalıyız. Türkiye’nin güçlü yönü, kültürel farklılıklarını ayrıştırıcı bir unsur olarak değil; zenginlik ve kardeşlik bağlarıyla birleştirici bir güç olarak görmesinde saklıdır.
Tek bir milletiz: Türkiye Cumhuriyeti’nin onurlu vatandaşları!
Siyasi hesaplarla oynanan ayrıştırma oyunlarına gelmeyecek kadar güçlü bir tarihi ve birlikteliği taşıyoruz. Eşitlik ilkesinden asla taviz vermeden, toplumu kutuplaştıran söylemlere karşı ortak çözümler üretmeliyiz.
Unutmayalım: Türkiye’nin geleceği, birliği korumaktan ve kardeşlik hukukunu güçlendirmekten geçiyor.
Peki size sorayım!
Kürt sorunu var mı?

Memur emeklileri, yıllarca kamu hizmetinde bulunarak ülkeye katkı sağlamış; eğitimden sağlığa, güvenlikten sosyal hizmetlere kadar birçok alanda fedakârca çalışmış bireylerdir. Ancak, ekonomik dalgalanmalar, yüksek enflasyon, artan yaşam maliyetleri ve yetersiz maaş artışları nedeniyle ciddi mali sıkıntılarla karşı karşıya kalmışlardır. Gelirleri, temel ihtiyaçlarını karşılamakta yetersiz kalmakta; özellikle sağlık, gıda ve barınma gibi hayati harcamalar karşısında büyük bir zorluk yaşamaktadırlar.
Memur emeklilerine seyyanen zam yapılacağı yönünde verilmiş söz olsa da, bu zamların gerçek anlamda bir iyileştirme sağlayıp sağlamadığı tartışmalıdır. Yapılan zamların enflasyon karşısında erimemesi ve emeklilerin alım gücünü koruyabilmesi için kalıcı çözümler üretilmelidir. Devletin sunduğu ekonomik destekler, sadece geçici düzenlemelerle değil; uzun vadeli refah politikaları ile güvence altına alınmalıdır.
Memur emeklilerinin yaşadığı mali sıkıntıların çözümü için maaş artışlarının enflasyona endekslenerek yapılması gerekmektedir. Enflasyonun üzerinde bir zam oranı belirlenmeli ve bu artış, gerçek yaşam maliyetleri baz alınarak hesaplanmalıdır. Maaşlar yalnızca belirli dönemlerde değil, ekonomik şartlara göre düzenli şekilde artırılmalı ve emeklilerin alım gücünü koruyacak mekanizmalar oluşturulmalıdır.
Bunun yanı sıra, memur emeklilerine yönelik ek sosyal yardımlar artırılmalı, vergi indirimleri sağlanmalı ve kamu hizmetlerinde emeklilere avantajlar sunulmalıdır. Elektrik, su ve doğalgaz faturalarında indirimler uygulanarak temel giderler üzerindeki yük hafifletilmeli; sağlık hizmetlerinde ücretsiz veya düşük maliyetli tedavi imkânları genişletilmelidir.
Ayrıca, memur emeklilerine ek gelir elde etmeleri için danışmanlık, eğitim veya proje bazlı çalışma fırsatları sunulmalı; kamu ve özel sektör iş birliği ile isteyen emeklilerin uzmanlık alanlarına göre yeniden istihdam edilmeleri teşvik edilmelidir. Kamuya yıllarca hizmet etmiş bireylerin bilgisi ve deneyimi, ülke kalkınmasına katkı sağlayacak şekilde değerlendirilmelidir.
Memur emeklilerinin ekonomik sıkıntıları sadece bireysel bir mesele değil, toplumsal adaletin bir gereğidir. Yıllarca devletin işleyişine katkı sağlayan bireylere insanca yaşama imkânı sunmak, onların refahını artırmak ve hak ettikleri ekonomik güvenceyi sağlamak artık kaçınılmaz bir zorunluluktur. Seyyanen zam düzenlemesi eksiksiz şekilde yerine getirilmeli ve emeklilerin geleceğini güvence altına alacak politikalar hayata geçirilmelidir. Devletin, uzun yıllar hizmet vermiş insanlarına sahip çıkması ve onların yaşam standartlarını yükseltmesi, hem ekonomik hem de sosyal adalet açısından büyük bir önem taşımaktadır.

Vatandaşın geçim sıkıntısı artık yalnızca bir ekonomik mesele değil ve maalesef gün geçtikçe daha da sorunlar artmaktadır. Her geçen gün artan ev kiraları, market raflarındaki fahiş fiyatlar, sebze ve meyvenin ulaşılamaz hâle gelmesi, toplumun en temel ihtiyaçlarını karşılamasını zorlaştırıyor. Bugün milyonlarca insan, maaşının yetmeyeceği bir düzenin içine sıkışmış hâlde yaşam mücadelesi veriyor.
Sorunun temelinde ise sistematik bir denetim eksikliği yatıyor. Piyasa kontrolsüz biçimde dalgalanıyor, fırsatçılar kazançlarını artırırken vatandaşın cebinden daha fazla çıkıyor. Kiralar, makul bir sınır olmadan yükselmeye devam ediyor; gıda fiyatları üreticiden tüketiciye ulaşana kadar defalarca el değiştirerek katlanıyor. Devletin etkili bir müdahale mekanizması oluşturmaması, ekonomik krizin daha da büyümesine neden oluyor.
Ev kiraları en büyük sorunlardan biri hâline geldi. Kiracı uygun fiyatlı bir ev bulamazken, birçok ev sahibi de sistemin çarpıklığından mağdur oluyor. Gayrimenkul piyasasında düzenleme yapılmadan fiyat istikrarı sağlanamaz. Hem kiracıyı hem de ev sahibini koruyan, denetimli ve adil bir model oluşturulmalı. Kiraların makul seviyelere çekilmesi için fırsatçılığa göz yumulmamalı; ancak aynı zamanda ev sahiplerinin de hakları korunarak adil bir piyasa dengesi sağlanmalıdır.
Gıda fiyatları ise vatandaşın cebindeki en büyük yüklerden biri. Hal fiyatı ile market fiyatı arasındaki uçurum giderek büyüyor. Denetim mekanizmaları yetersiz olduğunda, stokçular ve aracı firmalar süreci domine ediyor. Tarladan çıkan ürün, tüketiciye ulaşana kadar astronomik bir fiyat farkıyla satışa sunuluyor. Küçük üreticiler desteklenmediğinde, büyük firmalar piyasayı ele geçiriyor ve fiyat dengesi daha da bozuluyor.
Bu noktada çözüm net: “Denetim mekanizmaları güçlendirilmeli, fırsatçılığa karşı caydırıcı önlemler alınmalı.”
Bu önerilere kulak verilmelidir!
Ekonomik adaleti sağlamak için sadece denetim yeterli değildir. Üretim politikalarının da gözden geçirilmesi, yerli üretimin desteklenmesi ve spekülatif fiyat hareketlerinin engellenmesi gerekir.
Tüketici korunmadan, üretici desteklenmeden ekonomik denge sağlanamaz.
Denetimsiz bir ekonomi, toplumun refahını baltalar. Eğer piyasa kontrol altına alınmazsa, ekonomik kriz daha da büyüyecek, alım gücü daha fazla düşecek. Bunun sorumluluğunu kim üstlenecek?
Vatandaşın yaşam hakkını korumak gerekir. Çünkü, denetim olmadan geçim olmaz.
Bugün halkın sesi duyulmalı, çözüm mekanizmaları ivedilikle devreye alınmalıdır. Göz ardı edilen her gün, geçim sıkıntısını daha da büyütüyor.

Sevgili okurlarım, bu köşe yazımda liyakat esaslı konuyu ve hizmetin önemini ele alacağız.
Kamu kurumlarında görev yapan memurlar ve yöneticiler, toplumun huzurunu, düzenini ve refahını sağlamakla yükümlüdür. Bu görev, yalnızca kanunları uygulamak veya bürokratik işleyişi sürdürmekten ibaret değil; aynı zamanda vatandaşla sağlıklı bir iletişim kurmayı, hizmeti etik değerler çerçevesinde sunmayı ve empatiyle hareket etmeyi gerektirir. Devlet, halkına hizmet etmekle yükümlüdür ve bu hizmetin kalitesi, kamu görevlilerinin vatandaşlara nasıl davrandığı ile doğrudan ilişkilidir.
Kamu görevlileri, toplumun güvenini kazanmak ve sürdürülebilir bir hizmet anlayışı oluşturmak adına öncelikle etik kuralları benimsemelidir. Görevlerini yerine getirirken adalet, tarafsızlık, dürüstlük ve hesap verebilirlik ilkeleri her zaman ön planda olmalıdır. Vatandaşların haklarını gözetmeyen, kamu kaynaklarını kötüye kullanan ya da görevini kişisel çıkarları doğrultusunda yönlendiren kişiler, devlet mekanizmasına zarar vermekle kalmaz, toplumun devlete olan güvenini de zedeler.
Empati ise kamu hizmetinin temel taşlarından biridir. Bir devlet memurunun vatandaşla kurduğu iletişim, yalnızca resmi prosedürleri içeren bir etkileşimden öteye geçmelidir. İnsanların ihtiyaçlarını anlamak, çözüm odaklı yaklaşımlar geliştirmek ve her vatandaşın hak ettiği saygıyı görmek için devletin kapılarını açmak, kamu görevlilerinin asli sorumlulukları arasındadır. Memurlar, görevlerini icra ederken vatandaşların yaşadığı sıkıntıları anlamalı ve çözüme yönelik gerçekçi adımlar atmalıdır. İnsan odaklı bir hizmet anlayışı, toplumun devlete olan bağlılığını ve güvenini artırır.
Bu değerlerin toplumda sürdürülebilir hale gelmesi için eğitim en önemli faktördür. Kamu çalışanlarına periyodik olarak etik ve empati eğitimleri verilmesi, bu anlayışın güçlenmesini sağlar. Yöneticilerin ve memurların vatandaşla sağlıklı bir iletişim kurabilmesi, ancak bilinçli bir yaklaşımla mümkündür. Empati ve etik bilincinin güçlendirilmesi için kamu kurumları içinde denetim mekanizmaları oluşturulmalı, vatandaşların geri bildirimleri dikkate alınmalı ve etik dışı davranışlar kesin ve caydırıcı yaptırımlarla karşılık bulmalıdır.
Görevini kötüye kullanan, vatandaşı küçümseyen veya devlet mekanizmasını kendi çıkarları doğrultusunda yöneten kişiler, kamu hizmetinin ruhuna zarar verir. Bu tür ihlaller karşısında devletin net bir tavır alması ve etik dışı davranışları sergileyen kişilerin kamu görevinden uzaklaştırılması gerekir. Kamu yönetimi, yalnızca yasaların uygulanmasını sağlayan bir mekanizma değil; toplumsal güvenin ve adaletin teminatıdır. Devletin her kademesinde görev yapan memur ve yöneticiler, vatandaşlarına karşı saygılı, duyarlı ve çözüm odaklı olmalıdır.
Etik değerlere sahip çıkmak, kamu hizmetinin kalitesini yükseltir ve topluma olan güveni pekiştirir. Devletin vatandaşlarıyla kurduğu iletişimde samimiyet ve şeffaflık esas olmalı, empati temelli bir hizmet anlayışı ile kamu yönetimi toplumun hizmetinde olmalıdır. Bu bilinci taşıyan her kamu görevlisi, görevini yalnızca bir zorunluluk olarak değil, topluma karşı bir sorumluluk olarak görmeli ve hizmet anlayışını bu değerler doğrultusunda şekillendirmelidir.

Her seçim dönemi yaklaştığında, siyasetin dilinde başörtüsü, Kürt-Türk ayrıştırmaları, Atatürk, Türkçülük ve din gibi konuların öne çıktığını görüyoruz. Bu tür konuların siyasete malzeme edilmesi, toplumda kutuplaşmayı artırmakta ve halkın gerçek sorunlarına odaklanılmasını engellemektedir. Oysa ki, siyasetçilerin asıl görevi, ülkemiz ve milletimiz için projeler üretmek ve bu projeleri hayata geçirmektir.
Seçim sürecinde, adayların ve partilerin projelerini ve çalışmalarını anlatmaları, halkın güvenini kazanmak için en önemli adımdır. Ancak, ne yazık ki, bu tür projeler ve çalışmalar yerine, ayrıştırıcı ve kutuplaştırıcı söylemlerle seçim kampanyaları yürütülmektedir. Üstelik, bu süreçte hakaret ve küfür dilinin kullanılması, siyasetin itibarını daha da zedelemekte ve halkın güvenini sarsmaktadır.
Siyasetçilerin, halkın gerçek sorunlarına çözüm üretecek projeler ve çalışmalarla seçim sürecine girmeleri gerekmektedir. Eğitim, sağlık, tarım, ekonomi, çevre gibi konularda somut projeler sunarak, halkın güvenini kazanabilirler. Ayrıca, toplumsal barışı ve huzuru sağlamak için, ayrıştırıcı söylemlerden ve küfürlü dilden kaçınmalı ve birleştirici bir dil kullanmalıdırlar.
Örneğin, eğitim alanında yapılacak projelerle, gençlerimizin daha iyi bir geleceğe hazırlanması sağlanabilir. Sağlık alanında yapılacak yatırımlarla, halkın sağlık hizmetlerine erişimi artırılabilir. Ekonomi alanında atılacak adımlarla, işsizlik ve yoksulluk gibi sorunlar çözüme kavuşturulabilir. Çevre konusunda yapılacak çalışmalarla, gelecek nesillere daha yaşanabilir bir dünya bırakılabilir.
Tarım ve üretim alanlarında yapılacak yatırımlarla, ülkemizin gıda güvenliği sağlanabilir ve dışa bağımlılık azaltılabilir. Ülkemizin tarım potansiyelini en iyi şekilde değerlendirmek ve üretimi artırmak için, modern tarım tekniklerinin ve teknolojilerinin kullanılması teşvik edilmelidir. Çiftçilerin desteklenmesi, tarımsal üretimin sürdürülebilirliği açısından büyük önem taşımaktadır. Ayrıca, yerli üretimin artırılması ve ithalata bağımlılığın azaltılması, ekonomik kalkınma için kritik öneme sahiptir.
Siyasetin dilinde ayrıştırıcı ve kutuplaştırıcı söylemler yerine, ülkemiz ve milletimiz için yapılacak projeler ve çalışmaların öne çıkması gerekmektedir. Bu şekilde, siyaset kurumuna olan güven yeniden tesis edilebilir ve toplumun huzuru sağlanabilir. Siyasetçilerin, halkın gerçek sorunlarına çözüm üretecek projeler ve çalışmalarla seçim sürecine girmeleri, ülkemizin geleceği için büyük önem taşımaktadır.

Sevgili okurlarım, bu köşe yazımda çok önemli konulara değinmek istiyorum.
Mustafa Kemal Atatürk, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu ve modern Türkiye’nin mimarı olarak, milletimizin gönlünde özel bir yere sahiptir. Onun ismi ve fotoğrafı, ulusal birliğimizin ve bağımsızlığımızın sembolüdür. Ancak, son zamanlarda bazı siyasi çevreler, Atatürk’ün ismini ve fotoğrafını kullanarak ucuz siyaset yapma yoluna gitmektedir. Bu durum, hem Atatürk’ün mirasına saygısızlık hem de toplumun güvenini sarsan bir yaklaşımdır.
Atatürk’ün ismini ve fotoğrafını kullanarak siyasi çıkar elde etmeye çalışmak, toplumun gözünde güven kaybına yol açar. Atatürk, her türlü siyasi çıkarın ötesinde, milletin ortak değeridir. Onun ismi ve fotoğrafı, siyasi polemiklerin malzemesi yapılmamalıdır. Bu tür yaklaşımlar, toplumun Atatürk’e olan saygısını zedeleyebilir ve kutuplaşmayı artırabilir.
Ucuz siyaset, kısa vadeli çıkarlar uğruna yapılan, ancak uzun vadede topluma zarar veren bir yaklaşımdır. Atatürk’ün ismi ve fotoğrafı, bu tür siyasetin malzemesi olmamalıdır. Onun mirası, toplumu birleştiren ve ileriye taşıyan bir güç olarak korunmalıdır. Siyasi aktörler, Atatürk’ün ismini ve fotoğrafını kullanarak değil, onun ilkelerine ve değerlerine uygun politikalar üreterek toplumun güvenini kazanmalıdır.
Bunun yanında, dini kullanarak siyaset yapmak da benzer şekilde yanlış bir yaklaşımdır. Din, insanların manevi dünyasında önemli bir yere sahiptir ve siyasi çıkarlar uğruna kullanılmamalıdır. Dini değerler, toplumun birleştirici unsurlarıdır ve bu değerlerin siyasi polemiklerin malzemesi yapılması, toplumsal barışı zedeleyebilir. Siyasi aktörler, dini kullanarak değil, toplumun ortak değerlerine ve ihtiyaçlarına uygun politikalar üreterek güven kazanmalıdır.
Atatürk’ün mirası, sadece Türkiye için değil, dünya için de önemli bir örnektir. Onun liderlik anlayışı, bağımsızlık mücadelesi ve modernleşme vizyonu, pek çok ülkeye ilham kaynağı olmuştur. Bu nedenle, Atatürk’ün ismi ve fotoğrafı, siyasi çıkarlar uğruna kullanılmamalı, onun mirası ve değerleri korunmalıdır.
Toplum olarak, Atatürk’ün mirasına sahip çıkmak ve onun ilkelerine uygun hareket etmek, hepimizin sorumluluğudur. Siyasi aktörler, Atatürk’ün ismini ve fotoğrafını kullanarak değil, onun ilkelerine ve değerlerine uygun politikalar üreterek toplumun güvenini kazanmalıdır. Bu şekilde, Atatürk’ün mirasına olan saygımızı gösterebilir ve onun vizyonunu yaşatabiliriz.
Sonuç olarak, Atatürk’ün ismini ve fotoğrafını kullanarak ucuz siyaset yapmak, hem Atatürk’ün mirasına saygısızlık hem de toplumun güvenini sarsan yanlış bir yaklaşımdır. Aynı şekilde, dini kullanarak siyaset yapmak da toplumsal barışı zedeleyen bir tutumdur. Siyasi aktörler, Atatürk’ün ismini ve dini değerleri kullanarak değil, onun ilkelerine ve toplumun ortak değerlerine uygun politikalar üreterek toplumun güvenini kazanmalıdır. Bu şekilde, Atatürk’ün mirasına olan saygımızı gösterebilir ve onun vizyonunu yaşatabiliriz.
Murat Vilken

Milliyetçilik ve Türkçülük, milletin birliği, kültürel mirasın korunması ve ulusal kimliğin güçlendirilmesi gibi hedefler doğrultusunda benimsenmiş önemli ideolojilerdir. Ancak günümüzde bu kavramlar, bazı siyasetçiler ve yöneticiler tarafından kişisel veya politik çıkarlar doğrultusunda manipüle edilebilmektedir. Sahte milliyetçilik ve sahte Türkçülük olarak adlandırılan bu tutumlar, toplumda bölünmelere, güvensizliklere ve hayal kırıklıklarına yol açabilir.
Sevgili okurlarım, bu köşe yazımda sahte milliyetçilik ve Türkçülüğün nedenleri, göstergeleri, sonuçları ve gerçek milliyetçilik ile Türkçülüğün nasıl olması gerektiği üzerinde duracağız.
Sahte Milliyetçilik ve Sahte Türkçülüğün Tanımı
Sahte milliyetçilik ve sahte Türkçülük, milliyetçilik ve Türkçülük kavramlarının yüzeysel, abartılı ve yanıltıcı bir şekilde kullanılmasıdır. Bu tür davranışlar, genellikle popülist söylemlerle desteklenir ve kısa vadeli politik kazançlar elde etmeyi amaçlar. Gerçek milliyetçilik ve Türkçülük ise ülkenin ve milletin uzun vadeli çıkarlarını, birliğini ve refahını gözeten ideolojilerdir.
Sahte Milliyetçilik ve Türkçülüğün Göstergeleri
Sahte Milliyetçilik ve Türkçülüğün Nedenleri
Sahte milliyetçilik ve Türkçülüğün arkasında yatan nedenler genellikle siyaset ve güç arayışına dayanır:
Sahte Milliyetçilik ve Türkçülüğün Sonuçları
Sahte milliyetçilik ve sahte Türkçülük, toplumda ciddi sonuçlara yol açabilir:
Gerçek Milliyetçilik ve Türkçülük
Gerçek milliyetçilik ve Türkçülük, ülkenin ve milletin çıkarlarını her şeyin üstünde tutan, dürüst, adil ve uzun vadeli ulusal çıkarları gözeten ideolojilerdir. Gerçek milliyetçiler ve Türkçüler, toplumun refahını, birliğini ve uzun vadeli çıkarlarını gözetirler.
Sahte milliyetçilik ve sahte Türkçülük, toplumun genelinde güvensizlik, bölünme ve uzun vadeli zararlara yol açabilir. Bu nedenle, halkın bu tür söylemlere karşı dikkatli olması ve gerçek milliyetçilik ve Türkçülük değerlerini savunması önemlidir. Gerçek milliyetçilik ve Türkçülük, dürüstlük, adalet, uzun vadeli ulusal çıkarlar ve toplumsal birliği gözeten ideolojilerdir. Halkın bu değerleri benimsemesi ve savunması, ülkenin refahı ve geleceği için büyük önem taşır.
Murat Vilken

Türkiye’de polislerin sendika hakkı konusu, uzun yıllardır tartışılan ve üzerinde durulan bir mesele olmuştur. Polisler, diğer kamu çalışanları gibi sendika kurma ve sendikalara üye olma hakkına sahip olmanın, çalışma koşullarını iyileştirmek ve haklarını korumak açısından önemini vurgulamaktadır. Ancak, bu süreçte yaşanan yasal ve bürokratik engeller, polislerin sendika hakkından tam anlamıyla faydalanmasını zorlaştırmaktadır.
Tarihsel Arka Plana bakacak olursak,
Polislerin sendika hakkı konusundaki tartışmalar, 1980’li yıllardan itibaren Türkiye’nin siyasi ve toplumsal gündeminde yer almıştır. 1982 Anayasası’nın 51. maddesi, kamu görevlilerinin sendika kurma hakkını tanırken, polisler ve askerler bu hakkın dışında bırakılmıştır. Bu durum, polislerin çalışma koşulları ve hakları konusunda büyük bir boşluk yaratmıştır.
Anayasa Mahkemesi Kararı ;
2020’li yıllarda, polislerin sendika hakkı konusunda önemli gelişmeler yaşandı. Anayasa Mahkemesi, polislerin sendika kurma hakkını kısıtlayan kanun maddesinin Anayasaya aykırı olduğu kararını verdi. Bu karar, polislerin sendika kurma ve sendikalara üye olma hakkını tanıyarak, önemli bir dönüm noktası oluşturdu. Ancak, bu karara rağmen polislerin sendika kurma ve üye olma süreçlerinde hala birçok yasal ve bürokratik engel bulunmaktadır.
Polislerin Çalışma Koşulları ve Hakları ;
Polisler, çalışma koşulları itibarıyla diğer kamu görevlilerinden farklı bir konumda bulunmaktadır. Uzun çalışma saatleri, zor şartlar altında görev yapma ve yoğun stres, polislerin günlük yaşamlarını olumsuz etkilemektedir. Bu koşullar altında, sendika hakkı, polislerin çalışma koşullarını iyileştirmek ve haklarını korumak için önemli bir araç olarak görülmektedir.
Gelecek Beklentileri ve Öneriler ;
Polislerin sendika hakkının tam anlamıyla uygulanabilmesi için, yasal ve bürokratik engellerin ortadan kaldırılması gerekmektedir. Hükümetin, polislerin sendika kurma ve sendikalara üye olma süreçlerini kolaylaştıracak düzenlemeler yapması, çalışma koşullarının iyileştirilmesi açısından önemlidir. Ayrıca, polislerin haklarını koruyacak ve geliştirecek mekanizmaların oluşturulması, hem polislerin hem de toplumun güvenliğini artıracaktır.
Uluslararası Örnekler ;
Dünyanın birçok ülkesinde polisler, sendika kurma ve sendikalara üye olma hakkına sahiptir. Örneğin, Almanya, İngiltere ve Fransa gibi ülkelerde polisler, sendikalar aracılığıyla çalışma koşullarını iyileştirme ve haklarını koruma mücadelesi vermektedir. Türkiye’nin de bu konuda uluslararası örnekleri dikkate alarak, polislerin sendika hakkını tam anlamıyla uygulamaya geçirmesi önemlidir.

Sevgili okurlarım,
Bu köşe yazımızda seslerini duyuramayan ve bu konuda zorluk yaşayan, Adalet Bakanlığına bağlı olarak merkez teşkilatında ve taşra teşkilatında görev yapan adliye ve cezaevi çalışanlarının sorunlarını, sıkıntılarını ve taleplerini ele alacağız.
Adalet Bakanlığı personelleri, en çok yorulan, iş yükü fazla olan ve bazen de mobbinglere maruz kalan; ancak buna karşın özlük haklarında iyileştirme yapılmayan, çalışmalarının karşılığını maddi manevi alamayan, yargı reform paketlerinde göz ardı edilen çalışanlardır maalesef.
Yargı sistemi denilince akıllarımıza ilk olarak hâkim ve savcı sınıfı gelmektedir. Ama yargılamaların her aşamasındaki müzekkere yazma, tensip zaptı, ara karar, ek karar ve benzeri iş ve işlemleri yerine getiren, Adalet Bakanlığı yetkilileri tarafından “diğer personel” olarak nitelendirilen yazı işleri müdürleri, zabıt kâtipleri ve mübaşirler olduğunu da unutmamak gerekir. Bu çalışanlar ise yargılamanın her aşamasında, en basit suçludan en azılı suçlulara kadar karşı karşıya gelmektedir.
Burada çok önemli bir konuyu da belirtmek isterim.
Son dönemlerde sıklıkla yaşanan ve sıklıkla duyduğumuz Adalet Bakanlığı personellerinin intihar etme vakalarıdır! Bu çalışanlar neden intihar ediyor? Sebepleri araştırılıyor mu? Talep ve beklentileri karşılanıyor mu?
Adalet Bakanlığı personellerinin taleplerinden bir tanesi, Genel İdari Hizmetler sınıfından çıkartılarak yeni kurulacak olan Adalet Hizmetleri sınıfına geçmek. Adliyelerde ve ceza infaz kurumunda görülen hizmetler, genel idari hizmet değil adalet ve yargı hizmetidir. Bu talebin de yerine getirilmesi gerekmektedir. Bunun yanında, mevcut ekonomik koşullar nedeniyle Adalet Bakanlığı bünyesinde çalışan personellerin maaşlarının ciddi anlamda yetersiz olduğunu da unutmamak gerekir.
Geçmiş zamanda, hâkim ve savcılar için “Vicdanları ile cüzdanları arasında kalıyorlar.” denilerek iyileştirme yapılmıştı. Tabii ki iyileştirme yapılsın; ancak tekrar belirtmek isterim:
Tüm yargılamaların her aşamasındaki müzekkere yazma, tensip zaptı, ara karar, ek karar ve benzeri iş ve işlemleri yerine getiren zabıt kâtibi vicdanı ile cüzdanı arasında kalmıyor mu? Adalet Bakanlığı bünyesinde çalışanlar ev geçimini, çocuklarının geleceğini, bekârsa evlenme hayalini, kredi kartı veya kredi ödemesini, kira gibi giderlerini düşünmüyor mu? Bunları düşünürken ve bunun yanında mobbinglere maruz kalırken nasıl verimli olabilirler?
Mesela, cezaevinde azılı suçlularla, hükümlü ya da tutuklularla uğraşan infaz koruma memurları, geçim sıkıntısı yaşarken ne kadar verimli olabilir? Adalet Bakanlığı personellerinin maaşlarında ciddi anlamda bir iyileştirmenin yapılması elzemdir.
Diğer hususlardan biri de nöbet ücretleridir.
Son toplu sözleşme ile ödenmesi yönünde karar alınan nöbet ücretlerinin ödenmesi hususunda ne kadar özen gösteriliyor? Adli ve idari yargı birimlerine yazı yazılmasına rağmen çalışanların nöbet ücretleri ödeniyor mu? Nöbet yazılan personele her bir gün için ödeme yapılıyor mu? Devlet memurunun bir günlük yevmiye ücreti baz alınıyor mu?
Her adliyede olmasa da, adliyelerde çalışanlar için yemek hizmeti verilirken ekstra ücret alınıyor mu? Alınıyorsa bu saçmalık değil mi? Yemek ücreti, çalışanların hesabına yatırılsa ve her ay maaşlarına yansısa daha uygun olmaz mı? Adalet Bakanlığı personelleri bu konularda neden mağdur ediliyor?
Adalet Bakanlığı, bu konularda gerekli adımları atmalı, çalışanların taleplerinin karşılanması yönünde çalışmalar başlatmalıdır. Beklenti ve talepler karşılıksız kalmamalıdır.
Murat Vilken

Türkiye’de kademeli emeklilik sistemi, sosyal güvenlik reformları kapsamında gündeme gelmiş ve uygulanmaya başlamıştır. Bu sistem, emeklilik yaşını ve prim gün sayısını kademeli olarak artırarak, sosyal güvenlik sisteminin sürdürülebilirliğini hedeflemektedir. Ancak, bu süreçte emeklilik bekleyen vatandaşlar çeşitli zorluklarla karşı karşıya kalmaktadır. Bu köşe yazımda, kademeli emeklilik bekleyen vatandaşların beklentileri ve karşılaştıkları zorluklar üzerine bir değerlendirme yapacağız.
Kademeli Emeklilik Sisteminin Özellikleri
Vatandaşların Beklentileri ve Zorlukları
Çözüm Önerileri
Kademeli emeklilik sistemi, sosyal güvenlik sisteminin sürdürülebilirliğini sağlamak için önemli bir adım olabilir. Ancak bu süreçte çalışanların haklarının korunması ve mağduriyetlerinin önlenmesi büyük önem taşımaktadır. Şeffaf bilgilendirme, adil geçiş düzenlemeleri ve sosyal destek programları, emeklilik bekleyen vatandaşların beklentilerini karşılamak için önemli adımlar olacaktır. Kademeli emeklilik sisteminin, çalışanların refahını ve sosyal adaleti sağlayacak şekilde uygulanması gerekmektedir.
Murat Vilken

Sevgili okurlarım,
Bugün çok önemli bir konuya değinmek istedim.
Birtakım partililerin belirttiği bir şey var. Diyorlar ki:
Kürt meselesinin dönüp dolaşacağı ve en sonunda varacağı yer bir statü davasıdır.
Mesela, “Ana dilde eğitim yok, neden yok?” deniliyor.
“Irak Kürtleri bağımsız Kürdistan için referandum yaptılar ve referandumda bağımsızlık kararı çıktı, niye desteklemiyorsunuz?” diye soruluyor.
Bu konuya biraz açıklık getirip anlatmak isterim ve biraz da tarihe bakalım.
Ana dilde eğitim olsun demek ve bunu hayata geçirmek, bu memleketin evlatlarını 5-6 yaşından itibaren ana dillerine göre bölmek, sınıflara ve okullara göre ayırmak demektir. Ana dili Boşnakça, ana dili Çerkezce (doğu Çerkezce, batı Çerkezce), ana dili Kürtçe veya başka bir etnik kimliğin dili olan bireyleri sınıf ve okul olarak ayırırsak, bu tam olarak PKK’nın arzu ettiği bir şeydir. Bu, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin temelinde bir parçalanmaya yol açar.
Barzani’nin bağımsızlığını neden kabul etmiyorsunuz? diye de soruluyor, değil mi?
Biraz tarih hatırlayalım ve burada akademik bir kaynağa başvuralım:
Baskın Oran – Türk Dış Politikası (Cilt 2).
1972 yılında ABD Başkanı Nixon, Saddam’a karşı Molla Barzani’ye destek verdiği zaman Barzani’nin şu açıklaması gündeme gelmişti:
“Biz Amerika’nın 51. eyaleti olmaya hazırız.”
50 yıl önce emperyalizmin kucağındaydı, bugün de kucağında.
ABD, Irak işgaliyle Irak’ı 3’e böldü ve Irak Anayasası ile bu durumu resmileştirdi. Bugün Barzani orada otonom bir bölgeyse, bu Amerika’nın gölgesindedir.
Bugün Suriye’nin kuzeyinde YPG varsa, yine Amerika’nın gölgesindedir.
Yani demem o ki, PKK yıllardır emperyalizmin kucağındadır.
Konunun başına dönecek olursak:
Deniliyor ki: “Haklarımız teslim edilmezse mücadeleye devam ederiz.”
Burada çok önemli bir çizgi var. Bu talepler bir hukuk devleti isteği değildir!
Etnik kimlik üzerinden bir anayasa talebinde bulunulmaktadır.
Yine söylüyorum:
Millet olma hali nedir?
Anayasada yazdığı gibi, milli varlığa karşı hak ve ödevlerde biz biriz.
Nimetlerde ve külfetlerde biriz. Millet hayatının tecellisinde biriz.
Millet olmak, aynı zamanda farklı kimliklerin ve farklılıkların içinden bir olmaktır.
O milletin adı Türk milletidir. Türk milletinin onurunu, şerefini, egemenliğini temsil eden Türk bayrağıdır. Türk bayrağının temsil ettiği devlet de Türkiye Cumhuriyeti Devleti’dir.
Etnik kimlik üzerinden hak arama bahanesiyle hareket etmeye gerek yoktur.
Bu, hak aramak değil, ülkeyi bölmek ve parçalamak demektir.
Bunu yapmaya da kimsenin gücü ve kuvveti yetmez.
Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin içinde “büyük Kürdistan” hayali, bir hayalden öteye geçemeyecektir.
Sözlerime son vermeden önce bunu da mutlaka belirtmek istiyorum:
Yanlış anlaşılmasın; Kürt vatandaşlarımızı kötülemek veya kırmak gibi bir niyetim asla olamaz. Canıgönülden inanıyorum ki hiçbir Kürt vatandaşımız, ülkemizin bölünmesini ve parçalanmasını istemez, istemiyor da. Kürt kardeşlerimiz, bu ülkenin öz evladıdır.
Bunu isteyenlerin amacı, devleti içten bölmek ve parçalamaktır.
Murat Vilken

Sevgili okurlar,
EYT mağdurlarından biri de Türk Silahlı Kuvvetlerinde görevli, Türk milletinin gözbebeği astsubaylarımızdır.
Astsubaylarımızın bu sesine kulak vermek gerekir.
Bu konuda biraz bahsetmek istiyorum.
Astsubaylar, askeri okula girmeden önceki okumuş oldukları Sivil Fakülte/Yüksek Okul ve MYO sürelerini borçlanarak Sivil Okul Borçlanması yapmış ve bu sayede erken emeklilik imkânı elde eden diğer meslektaşlarına kıyasla uzun süredir adil olmayan bir mağduriyetin içerisinde yer almaktadır.
2000-2002 devreleri arasında görev yapan astsubaylar, okul borçlanmasının EYT kapsamına dahil edilmemesi nedeniyle emeklilik haklarından mahrum bırakılmıştır.
Bu durum, 1999 öncesi ve 2003 sonrası devrelerdeki astsubaylar arasında bir ayrım oluşturmaktadır.
Askerlik hizmetlerini başarıyla tamamlayan bu grup astsubaylar, diğer meslektaşları gibi emeklilik hakkı elde edememenin haksızlığını yaşıyor maalesef.
2000-2002 devreleri arasında görev yapmış astsubaylar, emeklilik haklarından mahrum bırakılmalarının adaletsizliğini vurgulayarak, seslerini duyurmak için çaba harcıyorlar.
Konuyla ilgili mağdur astsubaylar, Sivil Okul Borçlanması konusunda; “Biz ayrıcalık değil Hakkımızı istiyoruz” diyorlar.
2000, 2001 ve 2002 devresi Astsubaylar, Ankara ve İzmir İdare Mahkemeleri ve Kamu Denetçiliği Kurumu tarafından Haklı bulunmasına rağmen mağduriyet yaşamaktadır.
Bu konu ile ilgili olarak 2019 yılında TBMM Kamu Denetçiliği Kurumu’na mağdur olarak başvurular yapılmış, gerekli inceleme ve araştırma neticesinde Kamu Denetçiliği Kurumu; SAYI: 2019/13285-S.20664 Başvuru No: 2019/11497 KARAR TARİHİ: 20/12/2019 ile 2000, 2001 ve 2002 nasıplı mağdur astsubaylar lehine “TAM TAVSİYE KARARI” vermiş ve Anayasamızın 10’ncu maddesi, 17’nci maddesi ve 60’ncı maddesine vurgu yaparak mağduriyetin bir an önce giderilmesi için SGK’ya kararı tebliğ etmiştir. Lakin SGK, bu Tam Tavsiye Kararını görmezden gelerek mağduriyetin devam etmesine sebep olmuştur.
2003 yılında Astsubay Meslek Yüksek Okullarının kurulması ile dış kaynaktan kaynağa giren astsubayların eğitim durumlarını eşitlemek adına 28.05.2003 tarihinde 2003 ve sonrası tüm astsubaylara verilmiş ve son olarak bu borçlanma 19 Ekim 2023 tarihinde 2023/26 sayılı SGK’nın Genelgesi ile 2008 sonrası mesleğe girmiş tüm astsubaylara da verilmiştir. Ancak Sosyal Güvenlik Kurumu 28.05.2003 tarihinden önce naspedilen 2000, 2001 ve 2002 nasıplı astsubayları bu borçlanma hakkından yararlandırmamış ve bu üç devreyi 13-15 yıl daha fazla hizmet etmeye mecbur kılmıştır.
Daha sonra kanun koyucu bu yanlışlık veya mağduriyetin farkına varmış, 5510 sayılı Kanun Geçici madde 4 Onuncu fıkrasını 2006 yılında kanuna eklemiş, 28.05.2003 tarihinden önce astsubay naspedilenlere de yani 2000, 2001 ve 2002 nasıplı astsubaylara da borçlanabilme hakkı sağlamıştır.
Astsubaylar, askeri okula girmeden önceki okumuş oldukları Sivil Fakülte/Yüksek Okul ve Meslek Yüksek Okul sürelerini borçlanarak Sivil Okul Borçlanması yapmış ve bu sayede erken emeklilik imkânı elde eden diğer meslektaşlarına kıyasla uzun süredir adil olmayan bir mağduriyetin içerisinde yer almaktadır.
Ülkemizde 2000, 2001 ve 2002 devresi astsubayların emeklilik haklarından yararlanma konusunda yaşadıkları mağduriyet maalesef ortadadır ve ivedi olarak TBMM’de EYT yasasının revize edilmesi gerekmektedir.
Sivil okul borçlanması nedeniyle emekli olamayan 2000, 2001 ve 2002 devresi Astsubayların durumu Meclis gündemine taşınmalı ve bu mağduriyet giderilmelidir.
Astsubayların yaşadıkları bu haksızlıkların düzeltilmesi ve adil bir emeklilik hakkına kavuşabilmesi için milli savunma bakanlığının girişimleri ile TBMM’de EYT yasasının yeniden düzenlenmesi gerekmektedir.
Murat VİLKEN

Genel seçimin üzerinden aylar geçti ve çok şükür ki kazasız, belasız ve olaysız atlattık.
Gelin biraz hafızaları tazeleyelim.
Genel ve yerel seçimlere giderken vatandaşa vaatler verildi, her seçimde olduğu gibi…
Neydi o vaatler ?
☑ Mülakatı kaldıracağız.
☑ Emekliyi enflasyona ezdirmeyeceğiz.
☑ BAĞ-KUR’luların, esnafın prim gününü 9000’den 7200’e indireceğiz.
☑ Stajyer ve çırak sayılmayanların mağduriyetini gidereceğiz,
☑ Tüm memurlara 3600 ek gösterge vereceğiz.
☑ Adaletle ilgili şikayetleri düzelteceğiz.
☑ Ev hanımlarına devlet destekli sigorta yapacağız.
☑ Memur emeklilerine 12 bin TL seyyanen zam vereceğiz.
☑ Faiz ve enflasyonu düşüreceğiz.
☑ Kademeli emeklilik düzenlemesi yapacağız.
Vs. vs. vs.
Verilen Vaatlerde sığınmacıları göndereceğiz diye denilmedi ve öyle de oldu, göndermeye niyetleri de yok.
Seçimler de bitti.
Seçimden sonra ne oldu peki ?
Hangi sorun çözüldü, hangi talep yerine getirildi ?
Oy yoksa hizmette olmaz denilen şey bu mu yoksa ?
Vatandaşın mesajını aldık denildi…
Vatandaşın hangi mesajı alındı mesela ?
Alınan mesajın gereği nerede ?
Neden gereği yapılmıyor ?
Yoksa bu vaatler, bir sonraki seçime tekrar mı edilecek ?
Vatandaş, sorunlarına çözüm ararken kamuda tasarruf tedbirleri denilen bir genelge yayınlandı.
Kamuda tasarruf derken, vatandaşı daha da sıkıntıya düşürecek bir genelge desek daha doğru olur.
Maliye bakanı da kimse bende 3 yıl bir şey beklemesin dedi mesela.
Atama bile olmayacak diyor, emekli olan personel sayısı kadar atama olacakmış.
Vatandaşın talepleri karşılanmadan önce doğal olarak kasada bütçe gereklidir.
Kasadaki para da seçim parası olarak partilere bütçe ayrıldı ve dağıtıldı.
Kasada paranın olmadığı bilindiği halde neden vaat verilir ?
Bu durum, vatandaşı kandırmak değil mi ?
İktidarın gündemi nedir peki ?
Gündem, özgürlükçü sivil anayasa…
Mevcut anayasa miladını doldurmuş meğer.
Bir taraf diyor ki yeni anayasa yapacağız, diğer taraf diyor ki hayır yapamazsın veya bu şekilde yapabilirsin.
Adama sormazlar mı peki.!
Ülkenin daha gelişmesi, milletin daha huzurlu ve güvenli yaşayabilmesi için mevcut anayasa da hangi madde bunlara engel oluyor ?
Yeni anayasa ile;
☑ Ekonomik kriz mi bitecek?
☑ Kiralar mı düşecek?
☑ Emekli maaşımı artacak?
☑ Eğitim mi düzelecek?
☑ Adalete güven mi artacak?
☑ Hastaneler erken randevu mu verecek?
☑ Ülkeyi ele geçiren göçmenler mi dönecek?
☑ Mülakat mı kaldırılacak?
☑ Polis memurlarının sorunları mı çözülecek?
☑ Memur, emekli, işçi ve asgari ücretli daha iyi maaş mı alacak?
Nedir bu yeni anayasa merakı ?
Asıl amaç nedir ?
Anayasayı neden değiştirmek istiyorsunuz ?
Hangi maddesi sizi rahatsız ediyor ve neyi değiştirmek istiyorsunuz ?
Anayasanın ruhu sorun oluşturuyor deniliyor mesela…
Mevcut anayasanın hangi maddesinin ruhu sizin için sorun oluyor ?
Türkiye’nin sınırları mı rahatsız ediyor ?
Bayrağı mı ?
Başkenti mi ?
Ana Dili mi ?
Vatandaşlık bağı ile bağı olması mı ?
Yoksa TÜRK’lüğü mü ?
Sizce iktidara sorun oluşturan madde hangisidir ?
Arkadaki asıl plan nedir ?
Sivil ve özgürlükçü anayasa yapacağız deniliyor ama Millet nasıl güvenecek buna ?
Millet, daha perişan hale düşmeyeceğini nereden bilecek ?
Peki sizin için olması gereken hangisidir ?
Mevcut anayasanın değiştirilmesi mi yoksa mevcut anayasa maddelerine uyulması ve vatandaşların talep ve beklentilerinin karşılanması mı ?
Olaya bakar mısınız?
Millet, vaatlerin yerine gelmesini beklerken sürpriz yumurta gibi yeni anayasa konusu ortaya çıktı.
Mevcut anayasa değişirse, ondan sonra ne olacak peki ?
Gelişmeleri hep beraber göreceğiz.
Hayır olsun bakalım.
Murat VİLKEN

Siyaset, son yılların en kirli hallerini yaşarken, çürümüşlük dönemini yaşarken hatta ara ara hakaret ve küfürler havada uçuşurken nereden esti de “Siyasette yumuşama dönemi başlasın.” denildi.
Siyaset bu şekilde olmasın tabii, zaten bu şekilde de değildir aslında.
Siyaset, ülkeye ve millete hizmet için yapılır.
Siyaset, sorunları çözme sanatıdır.
Burada sorulması gereken birçok soru var:
Yıllardır yumuşamayan bu ilginç siyasette, ne oldu da yumuşamaya gerek duyuldu?
Millet, yıllardır yapılan kötü siyasete neden şahit oldu?
Sebebi, yeni anayasa hazırlığı olabilir mi acaba?
Yıllardır yapılan sert ve kirli siyaset, maddi sıkıntıların yanı sıra milletin psikolojisine bile bir şekilde etki etmiştir. Kutuplaştırma veya ayrıştırmaya kadar gitmiştir. Milletin talep ve beklentileri siyasete alet edilip vaatler verilmiştir.
Maalesef, milletin siyasete ve siyasetçiye güveni kalmamıştır. Görevini düzgün yapan siyasetçiler de var ama bu çok az sayıdadır ve onlar da birçok nedenden dolayı kısıtlanıp meydanlarda olamıyor.
“Siyasette yumuşama dönemi” söylemi ile liderler buluşması oldu, olmaya devam ediyor ve devam edecek gibi. Yumuşama dönemi deniliyor ama gündemde olan tek konu anayasa değişikliği!
Bu yumuşama döneminde milletin talep ve beklentileri neden konuşulmuyor mesela?
Sığınmacılar neden konuşulmuyor?
Ataması yapılmayan gençler neden konuşulmuyor?
Mülakat neden konuşulmuyor?
Polis ve askerlerin sıkıntısı neden konuşulmuyor?
Pahalılık neden konuşulmuyor?
Emeklilerin hak gaspı neden konuşulmuyor?
Asgari ücretli ve dar gelirli vatandaşlar neden konuşulmuyor?
Memurların durumu neden konuşulmuyor?
Ekonomi ve enflasyon neden konuşulmuyor?
Tarikat ve cemaatler neden konuşulmuyor?
Kısacası mağduriyetler neden konuşulmuyor?
Bu yumuşama dönemi, sadece yeni anayasa adımları için mi yani?
Millet ne kirli siyaset istiyor ne yalancı siyasetçi ne koltuk meraklısı bürokrat…
Millete sırt dönen, milleti duymazdan gelen, görüşmelerde konuşulanları milletten gizleyen siyasi liderler, seçim zamanı milleti hatırlayan siyasetçi artık istenilmiyor.
Kendi istediğinizi değil, ülkenin ve milletin çıkarlarını düşünün ve ona göre hareket edin.
Kendi isteğinize gelince yumuşama dönemi, millete de vaatler dönemi…
Bakalım bu yumuşama dönemi kime yarayacak? Hep birlikte görüp şahit olacağız.
Murat VİLKEN

Sevgili okurlarım,
Son günlerde gündemde olan konulardan biri de iklim kanunu, yani diğer adıyla Paris İklim Anlaşması…
İklim kanunu, çok önemli konulardan biridir. Gelin hep beraber bu konuya değinelim ve merakımızı giderelim.
Paris İklim Anlaşması, 2015 yılında Paris’te gündeme gelmiş ve şu an 197 ülke bu anlaşmayı onaylamıştır.
İklim Kanunu Nedir?
Son zamanlarda gündemde olan konulardan biridir. Bu süreç, Paris İklim Anlaşması olarak TBMM’de imzalanması ile başladı. Bu süreç, Covid döneminde ve insanların eve kapanmalarının yaşandığı ve karantinaların uygulandığı dönemde, iklim kanununun altyapısını oluşturan Paris İklim Anlaşması, 6 Ekim 2021 tarihinde TBMM’ye getirilmişti. TBMM’ye getirilen bu Paris İklim Anlaşması, hiçbir kanalda, hiçbir programda, hiçbir oturumda, eksi veya artıları, olumlu veya olumsuz yönleri tartışılmadan, dönemin milletvekilleri ve partilerin onayı ile 6 Ekim 2021 tarihinde TBMM’de onaylanmıştı. Bu kanun, 7 Ekim 2021 tarihinde ise Resmî Gazete’de yayınlanarak yürürlüğe girdi.
Paris İklim Anlaşması İçerisinde Bir Bölüm Var mı?
Bu anlaşmada diyor ki, Paris İklim Anlaşmasını uygulayabilmemiz için bizim birçok şartları yerine getirmemiz gerekiyor.
Nelerdir Bu Şartlar?
Hem iktidar hem de muhalefet cephesinin imzaladığı ana maddelere bakalım mı?
1-) Pirinç tarlaları ortadan kaldırılacak, yani pirinç üretimi yasaklanacak. Çin’den yapay olarak gelecek.
2-) Buğday üretmek yasaklanacak.
3-) Avokado ve muz bahçelerine son verilecek, yani kısıtlama getirilecek.
4-) Büyük baş hayvancılık büyük bir oranda azaltılacak, yani yapay ete geçirilecek. Yani hububat ürünlerinin tamamına kısıtlama getirilecek.
Şaşırdığınızın farkındayım ve bu maddeler gerçekten yazıyor mu diyorsunuz. Evet maalesef yazıyor…
Paris İklim Anlaşmasının amacı, sözde küresel ısınma, yani sıcaklık artışını 1,5 santigrat dereceye sabitlemektir. Bunların bize bilimsel olarak dayatmış olduğu hususlara bakarsanız, ortada bilim diye bir şey görmüş değiliz. Bilim değil, bence film…
Önümüzdeki zamanlarda yaşanacak birçok şeyi, enerjiden gıdaya kadar yaşanacak sıkıntıların hepsi, bu iklim anlaşmasına uyarlanacak gibi görünüyor. Bu arada, İklim yasaklarının olabilmesi için iklim kanunu olması gerekiyor.
Anayasa değişikliği polemiği, tabii ki çok önemli bir konudur ama bu değişikliğe gidilince iklim yasası da devreye girecektir. Bunun dışında da temel hak ve özgürlük maddeleri, Anayasanın 17., 22. ve 24. maddelerinin değişikliği de olabilir.
Anayasa tartışmalarını suni bir gündem olarak görüyorum ve burada çok önemli bir konu var aslında! Anayasa değişirse, Türkiye’nin ulusal kimliği tehlikeye girer.
Ayrıca kafama takılan bir diğer soru da Dünya Sağlık Örgütü’nün geçen yıl mayıs ayında Cenevre’de yaptığı toplantıya katılan, sağlık bakanlığına ve iklim bakanlığına bağlı 11 kişi kimdi ve neden katıldı? 28 Mayıs 2024 tarihinde Cenevre’de yapılacak olan toplantının taslağına imza atmak için mi gidildi?
Bu arada çevre ve şehircilik bakanlığının ismi neden iklim değişikliği bakanlığı olarak değiştirildi? Bu da ayrı bir konu…
Sağlık bakanlığına da bir soru sormak isterim. Sağlık bakanlığında yakın bir zamanda, yeni PCR testi ihalesine gidildi mi? Gidilen bu ihalede 15 milyona yakın yeni PCR testi alacağız denildi mi? Peki bu ihale ne için gerekli oldu? Bir hazırlık mı var? Bu PCR testi ne için kullanılacak? Ne için gerek duyuldu?
Yoksa İklim değişikliği türü adında bir hastalık mı ortaya çıkacak? Yapılan aşılardan kaynaklı veya normal olarak öksürük, grip, hapşırma gibi durumlarda iklim değişikliği hastalığını tespit edebilmek için mi bu PCR testleri kullanılacak?
Buraya kadar şaşkınlıkla okuduğunuzu hissediyorum ve şimdi diyorsunuz ki bu işten kurtuluş yok mu? Paris İklim Anlaşmasını yapmak zorunda mıyız ve geri dönüş yok mu?
Tabii ki dönüş ve kurtuluş var. TBMM’de grubu olan tüm siyasi parti liderleri ile beraber, TBMM’de grubu bulunmayan tüm siyasi parti liderleri ile diyalog kurulup aklı selim bir şekilde istişareler yapmak ve ortak kararlar almaktır. Ülkemizin ve milletimizin geleceği için sağlıklı bir karar vermektir. Kamuoyuna şeffaf bir şekilde aktarılmalıdır.
Hayırlısı olsun bakalım…
Murat VİLKEN

31 Mart yerel seçimden önce yeni anayasa için, ara ara konuşmalar ve açıklamalar yapılıyordu.
Seçim bitti ve yeni yasa için konuşmalar sıklaştı.
Cumhurbaşkanı Sn. Erdoğan ve TBMM başkanı Sn Numan Kurtulmuş açık bir şekilde yeni anayasa için açıklama yaptı ve bu adımlar devam ediyor.
Cumhurbaşkanı Sn. Erdoğan yeni anayasa için TBMM de grubu bulunan partilerden destek istediğini net bir şekilde ifade ediyor.
CHP’nin de buna destek vereceğini düşünerek önümüzdeki günlerde görüşme taleplerinde bulunuldu.
Sn. Bahçeli yedekte mi tutuluyor ?
Erdoğan, umudunu Özgür Özele mi bağladı ?
Görüşmelerde mutlaka sorulması gereken bu sorular da olmalıdır.
-Kuvvetler ayrılığı olacak mı ?
-Denge denetleme olacak mı ?
-Bağımsız yargı tesis edilebilecek mi ?
-Tek adam rejiminden vazgeçilecek mi ?
Toplumun siyasetçilere güveni kalmadı ve sözlerine itimat edilmiyor maalesef…
Görüşülen konular açık, şeffaf ve net bir şekilde kamuoyuna aktarılmadığı düşünülüyor ve bir pazarlık var mı diye akıllarda kalıyor.
Akıllarda çok soru var ve millet çok fazla merak ediyor.
-Yeni anayasanın içeriğinde neler var ?
-İktidar, siyasette ömrünü uzatmak için mi bu adımı atıyor ?
-Mevcut anayasada aykırı olan veya topluma uygun olmayan ne var ki, yeni anayasa yapma çabasına girildi?
Sn. Erdoğan gazetecilere özgürlükçü anayasa dedi mesela!
Böyle söyledi ama milletin aklındaki sorular şu şekildedir;
-Mevcut anayasada var olan maddelerin hangisine uyuluyor?
-Var olan kurallara uyuyor musun?
-Anayasa Mahkemesi kararlarını dinliyor musun ?
Cumhurbaşkanı ve milletvekili yemin metnini hatırlatmakta fayda vardır diye düşünüyorum.
Cumhurbaşkanı yemin metni;
“Devletin varlığı ve bağımsızlığını, vatanın ve milletin bölünmez bütünlüğünü, milletin kayıtsız ve şartsız egemenliğini koruyacağıma, Anayasaya, hukukun üstünlüğüne, demokrasiye, Atatürk ilke ve inkılaplarına ve laik Cumhuriyet ilkesine bağlı kalacağıma, milletin huzur ve refahı, milli dayanışma ve adalet anlayışı içinde herkesin insan haklarından ve temel hürriyetlerinden yararlanması ülküsünden ayrılmayacağıma, Türkiye Cumhuriyetinin şan ve şerefini korumak, yüceltmek ve üzerime aldığım görevi tarafsızlıkla yerine getirmek için bütün gücümle çalışacağıma Büyük Türk Milleti ve tarih huzurunda, namusum ve şerefim üzerine ant içerim.”
Milletvekili yemin metni de bu şekildedir;
“Devletin varlığı ve bağımsızlığını, vatanın ve milletin bölünmez bütünlüğünü,
Milletin kayıtsız ve
Şartsız egemenliğini koruyacağıma; hukukun üstünlüğüne,
Demokratik ve lâik Cumhuriyete ve
Atatürk ilke ve inkılaplarına bağlı kalacağıma; toplumun huzur ve refahı, millî dayanışma ve
Adalet anlayışı içinde herkesin insan haklarından ve temel hürriyetlerden yararlanması
Ülküsünden ve Anayasaya sadakatten ayrılmayacağıma; büyük Türk Milleti önünde namusum ve şerefim üzerine ant içerim.” diye…
Sonuç olarak diyorlar ki, Anayasa’ya bağlı kalacağıma…
Mevcut anayasa yani!
Önümüzdeki günlerde her şey daha da netleşecektir.
Bakalım neler olacak…
Murat VİLKEN

Yerel Seçimlere 3 gün kaldı ve maalesef insanlarda heyecan olmadığını görüyorum.
Yerel seçimler, genel seçimlere göre daha ilgisiz olur ama
Halk genel olarak ilgisiz, mutsuz, umutsuz ve heyecanını yitirmiş…
Bunun birçok sebebi olduğuna inanıyorum.
Mesela, toplumun büyük bir çoğunluğu umudunu yitirmiş gibi…
Vatandaş ekmek derdinde, geçim derdinde, gençler gelecek kaygısı yaşıyor, verilen vaatlerin yerine getirilmemesi de ayrı bir mesele tabi
Siyasetçilerin büyük çoğunluğu da koltuğunu ve konumunu koruma derdinde…
Milletin bu durumda olmasının en büyük başka sebeplerinden diğeri de siyasi çürümüşlük diye düşünüyorum.
Milletin iktidar partisine değil, muhalefet partilerine de tepkisi büyük aslında!
Tam anlamı ile sorunlara ve taleplere ilgili değiller gibi…
Siyasetçilerin koltuk çabalarında olduğu, milletin gözünden kaçmıyor.
Sizce,
Emeklinin durumunu bilmiyorlar mı ?
Pahalılığı bilmiyorlar mı ?
Milletin geçim sıkıntısı yaşadığını bilmiyorlar mı ?
Kiraların emekli aylığında daha fazla olduğunu bilmiyorlar mı ?
Her gün her şeye zam geldiğini görmüyorlar mı ?
Gençlerin atama sorunu, torpilin ve gelecek kaygısı yaşadıklarını görmüyorlar mı ?
Vatandaşın meydanlarda hak aradığını görüyorlar mı ?
Vatandaşın ucuz ekmek ve et kuyruğuna girdiğini görmüyorlar mı ?
Hepsini görüyorlar ve biliyorlar, sanırım kimsenin işine gelmiyor.
Millet derin bir yorgunluk içinde…
Dünya’da mutluluk sıralamasına göre, Türkiye 158 ülke arasında 98. Sırada yer aldığı açıklandı bu arada…
Siyaset, toplumdan kopmuş durumda…
Halbuki, siyaset sorunları çözme sanatıdır.
Milletin sorun yaşamaması için verilen çabadır ve çalışmalardır.
Seçimden seçime verilen vaatler değildir.
Milletin Şuan yaşadığı sıkıntıların hepsinin kaynağında maalesef siyaset var.
Ayrışma, yoksulluk, adalet, torpil, liyakatsizlik, güvensizlik…
Siyaset kaliteli olmayınca, her şeyi etkiler.
Sanatı, eğitimi, ekonomiyi, toplumsal huzuru etkiliyor, toplumsal barışı etkiliyor, güvenliği etkiliyor, adaleti etkiliyor…
Siyaseti koltuk için değil de milletimize hizmet için yapıldığı günleri görmemiz dileğiyle…
Murat VİLKEN

Sevgili okurlarım, yine bir seçim daha geldi çattı. Yerel seçimlere bir hafta kaldı ve neredeyse tüm adaylar mal varlıklarını açıkladı, bazı adaylar da tam olarak açıklamadı.
Bir atasözü vardır, “zenginin malı züğürdün çenesini yorar” diye… Amaç burada adayların veya zenginlerin malını mülkünü konuşmak değil tabii ki, ama bir kişi adaysa ve malı mülkü dudak uçuklatıyorsa konuşmakta fayda vardır. Hele de bu siyasi, mevcut belediye başkanı, bürokrat, devlet görevlisi veya vekil ise…
Geçen hafta büyük tartışmalara konu olan, Ankara Keçiören Belediye Başkanı ve Ankara Büyükşehir Belediye Başkan adayı Sn. Turgut Altınok ile devam edelim.
Sn. Turgut Altınok mal varlığını geç olsa da, sanırım vatandaşın tepkileri üzerine açıklamak zorunda kaldı. Çünkü birkaç hafta önce bir gazeteci, “Mal varlığınızı neden açıklamıyorsunuz?” sorusuna, “Mal ve mülk Allah’ındır ve bizler emanetçiyiz” demişti. Bu cevap da büyük tepki toplamıştı! Bu kelime de vatandaşın diline düştü, ne kadar emanet var diye…
Sn. Altınok geçen hafta mal varlığını açıkladı ve gerçekten dudak uçuklattı. Çok fazla sayıda arsa, tarla, müstakil ev ve 800 adet küsür daire. Burada eşinin mal varlığı, banka hesapları, ziynet eşyaları, arabaları ve son iki ay içerisinde ne kadar mal mülk satışı veya devrettiği yoktu!
Hatta bir gazetecinin araştırması ve paylaşımında, Turgut Altınok’a ait 660’sı Antalya’da, 183’ü Ankara’da olmak üzere toplam 843 dairenin mülkiyetinin bulunduğu Altınok Gayrimenkul, 2020, 2021, 2022 yıllarında hiç vergi vermediğini dile getirmişti.
Tabii bunlar Ankaralı vatandaşın yanı sıra tüm ülkede merak konusu oldu. Sn. Turgut Altınok mal ve mülkün babadan miras kaldığını, mal varlığında artış değil aksine azaldığını ifade etmişti.
Bizler, mirasın ve mal varlığının ayrıntısını bilemeyiz ama yalan söyleyeceğine de ihtimal vermiyorum ve vermek de istemiyorum doğrusu… Usulsüz bir durum olsaydı, mutlaka yargı müdahale ederdi diye düşünüyorum. Yanlış veya usulsüz bir durum varsa ahirette hesabını da verecektir.
Sn. Turgut Altınok konuşuldu ve gündem oldu ama İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı ve aynı zamanda aday olan Sn. Ekrem İmamoğlu’nun mal varlığı bu kadar konuşulmadı mesela, neden peki?
Sn. İmamoğlu da mal varlığını açıkladı ve onun da fazla mal varlığı olduğunu gördük hep beraber… Geçmişten gelen bir zenginlik ve iş insanı olduğu söylendi. Bu zenginlik ve mal varlığı, belediye veya başkanlığı ile alakası var mı? Nasıl bu kadar mal varlığı edindi mesela? Babasının da hâlâ müteahhitlik yaptığı söyleniyor. Yanlış anlaşılmasın, kimseyi suçlamak için söylemiyorum ama bu durumda insanın aklında şüpheler oluşmuyor mu? Sizce de öyle değil mi?
Mesela Sn. Mansur Yavaş Londra’da ev aldığı söyleniyor… Londra’da ev almak kolay değil ve aynı zamanda ucuz da değil. Sn. Yavaş Londra’da ev aldıysa neden orada aldı ve nasıl aldı? Parasının olan kişi istediği yerde ev alabilir diyeceksiniz belki… Tabii ki alır ama bu siyasetçi ise, birçok soru işaretlerini de beraberinde getirir.
Genel olarak söylemek gerekirse, bir siyasetçinin veya bir adayın mal varlığı konuşuluyorsa, diğer adayların da mal varlığı konuşulmalıdır. Tek tarafın konuşulması da adalet ve eşitlik değildir. Burada hiçbir adayı savunmuyorum veya taraf tutmuyorum. Eşit ve adil bir şekilde her adayın konuşulması gerekir diye düşünüyorum.
Bir kişinin mal varlığı çok fazla ise, siyaset yapmaması gerekir diye düşünüyorum. Bu benim düşüncem tabii ki. Siyasete veya bürokrasiye girince, mal varlığı çoğalanlar da ayrı bir konu!
Neden girmesin, her vatandaşın siyaset yapma hakkı var diyeceksiniz belki… Tatbikî her vatandaşın siyaset yapma hakkı vardır ama bir siyasetçi toplumun tüm kesimine hitap edeceği ve temsil edeceği için emekli, dar gelirli, gariban veya yoksul insanları anlayacağını zannetmiyorum. Kendini onun yerine koyacağını düşünmüyorum. Çünkü, zenginin ve fakirin son durağı aynı olsa da dünyaları farklıdır. Tüm zenginleri kast etmiyorum ama zenginlerin büyük çoğunluğu, garibanın durumunu ve neler yaşadığını bilemez, anlayamaz… Fakirin sofrasına oturarak, basına poz vererek siyaset yapılmaz. Zenginin önemsemediği bir konu veya herhangi bir şey, garibanın hayali olabilir mesela.
Yazımı da bu şekilde bitirmek istiyorum. Kişi kim olursa olsun, makamı mevkisi veya konumu ne olursa olsun, içinde Allah korkusu yoksa, merhamet yoksa ve insanlığı yoksa, o kişi her kötülüğü yapabilir.
Önce insanlık…
Murat VİLKEN

Sevgili okurlarım,
18-24 Mart Yaşlılara Saygı Haftası olması vesilesiyle, bu hafta yaşlılarımızı ön plana çıkarmak istiyorum.
Yaşlılık, insan hayatının çocukluk, ergenlik gibi fizyolojik bir evresidir. Yaşlılarımız, asırlardır süregelen köklü aile geleneğimizi ve milli/manevi değerlerimizi koruyarak, yeni nesillere rehberlik eden, varlıklarıyla bize güven veren, deneyimlerinden istifade ettiğimiz, geleceğe ışık tutan en kıymetli varlıklarımızdır.
Olgunlukları, zengin deneyimleri, geniş bakış açıları ve anlayışlı yaklaşımlarıyla yaşlılar, toplumumuzun kıdemli üyeleridir. Ömürlerinin büyük bir kısmını bizlere, topluma ve ülkeye hizmet ederek geçirmişlerdir. Ancak, bu yaşam evresinde hem fiziksel hem de duygusal olarak biraz daha kırılgan ve zayıf olabilirler.
18-24 Mart Yaşlılara Saygı Haftası dolayısıyla bazı tavsiyelerde bulunmak isterim. Her zaman yapmanız elbette daha iyidir, ancak en azından bu hafta boyunca ailenizde, apartmanınızda, mahallenizde yaşlılarla ilgilenin. Yaşlılar için en büyük hediye, onlarla zaman geçirmektir.
Onlarla yürüyüş yapabilir, birlikte yemek yiyebilir, bir şeyler dinleyebilir veya izleyebilirsiniz. Onlara kitap okuyabilir, sohbet edip yaşamınızdaki deneyimlerinizi paylaşabilirsiniz. Bazı konularda düşüncelerini ve önerilerini alabilirsiniz. Bu davranışları sadece bu hafta değil, belli aralıklarla yıl boyunca tekrarlayabilir, devam ettirebilirsiniz.
Çünkü yaşlıları mutlu etmek kolaydır… Onlara minnet borcumuz olduğunu unutmamak gerekir.
Hayat tecrübeleriyle bize güven veren, varlıklarıyla gurur duyduğumuz bütün yaşlı vatandaşlarımızın “Yaşlılara Saygı Haftası’nı” kutluyor, sağlık, huzur ve mutlu bir yaşam diliyor, sevgi ve saygılarımı sunuyorum.
Yazımı, Cumhuriyetimizin kurucusu Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün bir sözüyle sonlandırmak istiyorum: “Bir milletin yaşlı ve emekli vatandaşlarına karşı sergilediği tavır, o milletin yaşama gücünün en önemli ölçütüdür. Geçmişte çok güçlü olan ve büyük emek harcamış olanlara minnet duymayan bir milletin, geleceğe güvenle bakma hakkı yoktur.”
Murat Vilken

Sevgili okurlarım, bu hafta sahte milliyetçilikten ve sahte dincilikten bahsedeceğim.
Ramazan ayında olduğumuz için geçen gün Cem Yılmaz’ın paylaştığı rakı fotoğrafı ile örnek vererek yazımıza devam edelim.
Ramazan ayı Müslümanlar için şüphesiz kutsal bir aydır.
Namaz kılan veya kılmayan vardır.
Oruç tutan vardır, tutmayan veya tutamayan vardır.
Cem Yılmaz’ın bu mübarek ayda bu fotoğrafı paylaşmasını kendimce tasvip etmiyorum ama
Bunu da unutmamak gerekiyor, her insanın inancı ve yaptığı ibadetler kendinedir.
Bu durum hiç kimseyi ilgilendirmiyor, sevabı da kendine, günahı da…
Cem beyin sosyal medyada paylaştığı rakı fotoğrafı kaç gündür gündem oldu !
Düşman gibi saldırmanın bir anlamı da yok, değil mi ?
Herhangi bir insanı bile örnek versek bile, isteyen oruç tutar, namaz kılar, ibadet eder, kadın ise başını örter veya örtmez.
Bu hiç kimseyi ilgilendirmez ki!
Özellikle seçim döneminde böyle konuların daha sık ortaya çıkması, dini olarak değil de siyasi propaganda yapıldığı aşikardır.
Sahte dincilik yani…
Sahte dincilere ve sahte milliyetçilere özellikle de sormak isterim.
-Yakın geçmiş dönemde Süleymancıların yurdunda 10 çocuğa tecavüz edilmesi haberleri çıkınca, neden bu kadar tepki verilmedi ?
-Birkaç yıl önce tarikatlarda çocuklara tecavüz edildiğinde, dönemin aile bakanı tarafından bir defadan bir şey olmaz diye ifade edildiğinde neden bu kadar tepki verilmedi ?
-Birkaç yıl önce çocuğa tecavüz edildiğinde, dönemin adalet bakanı tarafından çocuğun rızası var diye ettiğinde, neden bu kadar tepki
verilmedi ?
-Her gün kadın cinayetleri haberleri gelirken, neden bu kadar tepki verilmiyor ?
-Faiz haramdır deyip, bu kadar faiz yükselirken neden bu kadar tepki verilmiyor ?
-Ülkede o kadar maddi ve manevi açıdan sıkıntılar yaşayan emeklilerin, memurun, dar gelirlinin ve işçinin hali ortadayken, neden bu kadar tepki verilmiyor ?
-Filistin ve Gazze’de İsrail tarafından, yüzbinlerce masum insanlar katledilirken İsrail’e sözlü kınama yapanlara, ticaretine devam ettirenlere ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine resmi şikâyette bulunmayanlara neden bu kadar tepki verilmiyor ?
-Pahalılık had safhada olduğu için neden tepki verilmiyor ?
-Ramazan pidesi 30-40 TL olmuş, neden buna tepki gösterilmiyor ?
-Hurmanın bir adedi 10 TL civarındayken, neden tepki verilmiyor ?
-Vatandaşlar neredeyse her gün meydanlarda hak aramak için haykırırken, neden bu kadar tepki verilmiyor ?
-Her gün her şeye zam gelirken, neden bu kadar tepki verilmiyor ?
-Ev kiraları 10 bin TL’nin altında olmayışına neden tepki verilmiyor ?
-KPSS de sorular çalındığı zaman, hak edenin değil de torpil ile işe girenlerin olduğu zaman, neden tepki gösterilmiyor ?
-Geçen haftalarda, bir diyanet yetkilisinin açıklamasında; torpille işe girmek hoş değil ama kazanç helal dediğinde, neden bu kadar tepki verilmedi ?
-Emekliye 3-5 bin ek zam verilecek paramız yok denildiğinde, bu kadar tepki verilmedi.
-2024 Yılında kimse benden bir şey istemesin, para yok ve açık açık söylüyorum zorlanacaksınız dediğinde neden bu kadar tepki verilmedi ?
İşinize gelmiyor değil mi ?
Daha sayamayacağımız bir sürü örnek var.
Ayrıca neden paramız yok, paralarımıza ne oldu, paralarımızı kim aldı veya çaldı ?
Hani Çin’i geride bırakmıştık, hani Avrupa bizi kıskanıyordu ve
Hani IMF’ye 5 milyar dolar borç vermiştik, hani gaz çıkarmıştık ?
Bu da ayrı bir konu…
Sahte dincilerin bildiği tek şey var sanırım.
Başkalarının hayatına müdahale etmek, Kadın, kız, alkol, kadının kılık kıyafeti ve cennette verilecek huriler…
Sahte milliyetçilerin bildiği şey ise,
Savaş veya ölüm!
Ülkemiz maalesef bu tür insanlardan çok çekmiştir ve çekmeye devam ediyor.
Özellikle seçim döneminde bu kişilerin ortaya çıkması da ayrı bir konu…
Bu tür insanlar, dini ve milliyetçiliği işine geldiği gibi yorumlayıp ve işine geldiği gibi tepki vermektedir.
Murat Vilken

2023 KPSS sınavının üzerinden aylar geçmesine rağmen henüz atama takvimi yayınlanmadı.
Bu durum, atama bekleyen öğretmenlerde ve ailelerinde büyük mağduriyetlere yol açtı maalesef…
Gelecek kaygısı yaşayan ve önlerini göremediklerini dile getiren öğretmenler,
Sayın Erdoğan’ın aylar önce ifade ettiği mülakat kaldırılacak sözünün de tutulmasını bekliyor.
Atama bekleyen öğretmenler ve tüm gençler, mülakat saçmalığına takılmak istemiyor ve mülakata güvenmediklerini dile getiriyorlar.
2023 KPSS puanıyla yaklaşık 500 bin öğretmen ve milyonlarca yakını öğretmen atamalarına dair resmi açıklama bekliyor.
Atama bekleyen öğretmenler, seslerini duyurabilmek için neredeyse her gün sosyal medyada ve ara ara meydanlarda etkinlik yapmaya devam ediyor.
Etkinliklere atama bekleyen öğretmenlerin yanı sıra milletvekilleri, siyasi parti yetkilileri, sendika temsilcileri, sanatçılar ve neredeyse toplumun her kesiminden vatandaş destek veriyor.
Öğretmenlerin sesini duymayan kalmadı, sağır sultan bile duydu, ama maalesef yetkililer duymamaya devam ediyor!
Milli Eğitim Bakanı Sayın Tekin’e özellikle sormak isterim.
Eğitimde ciddi sorunlar var ve öğretmen açığı ile ilgili nasıl bir çalışmanız var?
Öğretmenler, devlet güvencesinde olması gerekmiyor mu?
Bu nasıl bir sistem, hangi ülkede böyle bir eğitim sistemi var?
Sözün özü;
Öğretmenlerin talebi bu şekildedir.
Sayın Erdoğan ve Sayın Bakan neyi bekliyor peki?

Yazımıza başlamadan önce, kademeli emekliliğin ne olduğunu belirtmek isterim.
Kademeli emeklilik, belirli şartları sağlayan kişilerin kademeli olarak emekli olmalarını sağlayan bir sistemdir.
Bu sistemde, emeklilik yaşı ve prim gün sayısı yerine, her iki şartın da kademeli olarak doldurulması esas alınır.
2000-2008 yılları arasında Sosyal Güvenlik Kurumu’na (SGK) girişi olan EYT düzenlemesini kaçıran SSK ve Bağ-Kur’lu milyonlarca çalışanın gözü şüphesiz kademeli emeklilikte.
Maalesef ki geçen hafta, kademeli emeklilik bekleyenleri bekleyen üzücü açıklama geldi.
Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Vedat Işıkhan, milyonlarca çalışanın merakla beklediği staj sigortası ve kademeli emeklilik hakkında herhangi bir çalışmalarının olmadığını söyledi.
Bakan Işıkhan, “Staj sigortası ve kademeli emeklilikle ilgili bir çalışmamız yok.” dedi.
EYT düzenlemesinden o dönemde staj yapan çalışanlar yararlanamamıştı.
Bu nedenle çalışanlar staj döneminin de hesaplamaya dahil edilmesini talep etmişti. Ayrıca, 9 Eylül 1999 tarihinden öncesini kapsayan düzenlemeyi bir gün veya birkaç ayla kaçıranlar da yaşanan mağduriyete dikkat çekerek düzenleme talebinde bulunan yüzbinlerce vatandaş var.
Sizce, bu vatandaşlar yasadışı bir talepte mi bulunuyorlar, torpil veya ayrıcalık mı istiyorlar?
Tabii ki hayır!
Yüzbinlerce vatandaş ara ara meydanlarda bu konuyu haykırıyor ve hak talebinde bulunuyorlar.
Herkesi kapsayan adil, makul ve adaletli kademeli emeklilik, seçim öncesi TBMM Genel Kurulu’nda yasalaşarak ivedi olarak yürürlüğe girmesini istiyorlar.
EYT Yasası ile 8 Eylül 1999 ve öncesi işbaşı yapanlara emekli maaşı bağlayıp, 9 Eylül 1999 ve sonrasına ‘siz 17 sene bekleyin’ demek haksızlığın daniskası değil mi?
Bu durum, anayasanın eşitlik ilkesine aykırı değil mi?
Sözün kısası, eğer yetkiliyseniz ve bir yasa çıkarırken bir tarafı mutlu ederken diğer tarafı mağdur edecek çalışmalar yapılmamalıdır.
İktidarın görevi, Vatandaşın tüm sorunlarını bilmek, görmek ve anlamaktır.
“Staj sigortası ve kademeli emeklilikle ilgili bir çalışmamız yok.” diyerek sorumluluktan kaçmak olmaz.
Veya herhangi bir konuda…
Bu açıklamadan sonra, bu insanların neler yaşadığını biliyor musunuz?
Neler hissettiğini biliyor musunuz?
Bilmek, anlamak ve görmek durumundasınız.
Çözüm üretmek durumundasınız…
Murat VİLKEN