24 Temmuz 2024 Çarşamba
Onca fotoğrafın, onca acının, onca insanın içinde tek bir umut, tek bir umut ışığı…
Steinbeck’in “Gazap Üzümleri” kitabından kalp parçalayıcı şu satırları hatırlayarak:
“Gece karanlıkta ortalıklarda olacağım, anne. Bakabileceğin her yerde olacağım. Aç insanların karnını sayesinde doyuracağı bir kavga varsa, ben orada olacağım. İnsanların çaresizlikten çılgına dönüp haykırışında ben olacağım. Bebeklerin açken akşam yemeğinin hazır olduğunu bilip gülüşlerinde ben olacağım. Ve insanlar kendi yetiştirdiklerini yiyip kendi yaptıkları evlerde yaşadıkları zaman ben orada olacağım.”
Her alevin içinde tek bir hayvanın hayata dönüşünü izleyebilmek; sulara kapılmış bir bebeğin günler sonra nefes alışını görebilmek; küle dönmüş bir ormanda yeniden filizlenmeye çalışan bir papatyayla karşılaşmak; günlerdir yaşanan onca şeye rağmen bir Yörük çadırında yemek yapan bir kadını görebilmek…
Bir nevi umut avı!
Klavyede en doğru harfleri bulmaya çalışırken arkadan gelen bir klasik müzik sesi. Fonda “Schindler’in Listesi”. Kemanın teline her vurulduğunda filmdeki sahnelerin, yaşanan onca şeyin yanında az bile kaldığı gerçeği. “Dünya, güzel bir yerdi. İnsanlar, bir arada mutlu yaşarlardı.” girişi ile başlayıp gelişme bölümünde birden her şeyi yerle bir eden şeyler. Savaşlar, diktatörler, hırs taşıyıcıları, önlerine hangi kötü sıfat gelirse gelsin uyumsuzluğa asla düşmeyen sıfat sahipleri. Kemanın telleri ile yüzleşmesi. O ilk giriş kısmındaki gibi tellere dost olmaması. Keman, bir fotoğraf makinesi sanki… “Bak, böyleydik. Şimdi böyleyiz. Al, gör.” cümlesini kuruyor telleri.
Umut, yolculuk için davetiyeleri adreslere göndermeye devam etmekte…
Savaşın, kargaşanın, huzursuzluğun olduğu yerlerde daha çok konuşuluyor umut. Geçen senelerde, Afganistan’da tahliye uçaklarına canını pahasına binmeye çalışan insanlarda. Uçağın herhangi bir yerine, gerekirse kanatlarına. Gerekirse ölüm pahasına… Bu senelerde yine savaşın olduğu ülkelerde.
Umut, bazıları için sadece para!
Evleri zarar görenlere yardım götüreceği yerde, selde zarar görmüş arabaları ucuza satın almak peşinde koşan sözde umut avcılarında. Umut avcıları, afetleri bile çıkarlarına döndürmekte usta.
Anlamını günden güne yitirse de, umut hep bir çocuğun her şeye rağmen gülen gözlerinde. Hem de her şeye…
Özlem ÇALLI
Köylere gittiğimde yaşlı teyzelerle sohbet ediyoruz. Bir kahve ve bir çayın yanında bir dolu sızı çıkıyor yüreklerinden.
Beyaz tülbentli teyzelerin çoğunun ağırından da aynı sözcükler çıkıyor: “Şimdi çok pişman!”
Gençliğinde bir gün bile duymamış eşlerinden bazıları: “Çok güzelsin,” dediklerini. “Yıllarca kendimi çirkin bildim be kızım,” diyor biri, “meğersem çirkin değilmişim ben. Yıllar sonra itiraf ediyor eşi: “Şımarma diye öyle söyledim.”
Kolunda ciddi ağrılar Ayşe teyzenin. Gitmediği doktor kalmamış tedavi için. En iyi doktoru bulmaya çalışan da kocası. Karısına vurduğu her tokatın pişmanlığı ile yaşlılığında telafi etmeye çalışıyor hatasını. Anlatıyor Ayşe teyze kocasını: “Ameliyattan çıktım, ne kadar süre geçti bilmiyorum. Hala uyuyor sanıyor beni.” Gözyaşları sel gibi akıyor. Koluma bakıyor.”
Hepsi de aynı değildir. Yaşını başını almış pek çok kadının hikâyesi de birbirine çok benziyor. Benim gittiğim köylerde ve eminim Türkiye’nin pek çok köyünde daha. Ve pek çok ilçesinde ve şehrinde. Acısı sızlayan belki kadınlar. Sızısını da asla dindiremeyecek eşler. Değiyor mu güzel ailelere ve ömürlere ve yakışıyor mu hiç üç günlük dünyaya?
Özlem Çallı
“Bu da geçer” ve “Bu da geçmez” arasında geziniyor nezaket.
İdareli kullanayım derken bozulan parfüm şişelerindeki kokular gibi bazı insanların tepkileri. Zamanla ve kullanmaya devam ettikçe unutuluyor. Rayihası uçup gidiyor.
İster istemez de verilmesi gereken tepki zıttı ile mayalanıyor. Ortaya karışık, akıl almaz, tuhaf diyaloglar yaşanıyor. Tanıdık, çok bizden…
“Başım bugün çok ağrıyor” diyor biri. Diğeri, “Evet, benim de! Hem de çok” diye yanıt veriyor.
“Saçımı kestirdim, nasıl olmuş?” sorusuna “Kökü sende değil mi, uzar gider” diye cevaplıyor bir başkası.
Sevinçle istediği bölümü kazandığını söyleyen öğrencinin sevincine ortak oluyor bir büyüğü(?), “O bölümü bitirince iş bulamazsın. Bizim falancanın falancasının falanca oğlu yıllardır iş arıyor” diye ekliyor ve ekliyor.
Ortak tepkilerde buluşmalar bireysel devinimlerde son buluyor. Hayretle, şaşkınlıkla geçip gidiyor günler.
Bir taraftan bunlar yaşanırken diğer taraftan da güzel şeyler oluyor.
Hiç tanımadığınız insanların sunduğu nezaket. Nezaket sunulur mu demeyin, sunuluyor.
Bazen yolda yürürken hiç tanımadığınız birinin içten bir selam vermesi, üstüne bir “Merhaba” demesi.
Bazen de sırada beklediğiniz kahvecide telaşlı halinizden zamanınızın olmadığını anlayan birinin, “Buyurun, siz geçin öne” demesi.
Elinizde ağır yükünüzü gören, sadece merhabalaştığınız komşunuzun market poşetlerini asansör olmayan apartmanınızda beş kat çıkarak taşıması. Nezaket değil de, ne?
Yazarlar sesleniyor nezakete. Altlarını çize çize sözcüklerin.
Jack London’un Martin Eden’i başlıyor:
“Terbiye ve nezaket denilen bir şey vardır ve senin de kimsenin onurunu kırmak gibi bir hakkın yok.”
Ahmet Ümit bayrağı devralıyor ve “Ama insanın söz geçiremediği duyguları vardır, engelleyemediğimiz düşünceleri. Nezaket başkadır, insanın içinden geçenler başka…” diyor.
Şimdi de Anooshirvan Miandji’ye kulak verelim, şu büyülü cümlesine:
“Size tüm kapıları açabilecek bir anahtar vereceğim; üzerinde şu yazar: Sabırla nezaket.”
Anekdotlardan çıkarımlar var, bir dolu!
Belki de asıl sorun, carisinde tek tip imgelerin dışında farklılık.
Bir kısır döngüde sürekli aynı şeylerin peşinden koşanlar!
“Selam versek ne olur, vermesek ne olur?” deyip geldikleri hiç belli olmayanlar.
Karşısındaki insanın bir “Merhaba”sını bile farklı algılayıp üzerinde mülkiyeti olduğunu zannedenler.
Akrep ile yelkovanın da bir nezaketi olduğunu, doğru zamanı gösterdiğini inkâr edenler.
Carisinde bir ad, bir soy ad dışında başka odaları olmayanlar. Bir ad, bir soy ad!
“Gelecek yoksa imgeler gereksizdir” sözünü sayfalara, duvarlara kazıyanlar. Geleceksizlikten öylesine yaşayanlar… Yaşadılar, yaşıyorlar, yaşayacaklar.
Son insana kadar nezaketin de hep kıymetli olacağı gibi.
Özlem ÇALLI
Sayfalar açılıyor, sayfalar kapanıyor. Kadınlar kendi dillerinde konuşuyor, erkekler kendi dillerinde. İyilik anlaşmaları, güzellikler, düzgün kitaplar ve özenle seçilmiş kelimelerin yanında dile döküldüğünde anlamını kaybedenler, sadece bir tercüman vasıtasıyla anlaşılabilecek hikâyeler ve kesip atılan harfler paylaşılıyor. Kelimelerin kemikleri kırılıyor. Kimi alçıda bekliyor aylarca. Bazen de alçıdan hiç kurtulamıyor ve kireçleniyor.
Şimdilerde bunlar yaşanırken de bazıları hiç unutulmuyor. Çünkü onlar kuyuya kelimeler ve dizeler atarken suyun tadını güzelleştirenler; bazen de dünyayı yerinden oynatanlar; ölseler dahi kovayı dolduranı eksik olmayanlar… Şimdi bu satırları okuduktan sonra aklınıza pek çok yazar, pek çok şair gelebilir. Benim aklıma, birkaç sene önce İstanbul Aşiyan Mezarlığı’nda tesadüfen denk geldiğim Ahmet Hamdi Tanpınar’ın mezarı geliyor. Mezar taşında şu dizeleri var: “Ne içindeyim zamanın/ ne de büsbütün dışında”… Mezarının yanı başında bir su testisi ve suyunu dolduranı hiç eksik olmuyor.
Suyun tadını her daim güzelleştiren ya da dünyayı yerinden oynatan kelimelerin sahiplerine saygımızı nasıl gösteriyoruz? Yeterince saygılı mıyız acaba? Tanpınar ve değerli diğer tüm yazarlar bir gün öleceklerini ve yazılarının asıl sahiplerinin, ölümsüz olan tarafın aslında okuyucuları olduğunu tabii ki biliyorlardı, ama gelecekte okuyucularının kör gözlerine bile hürmet etmeyeceklerini düşünürler miydi? Ahmet Hamdi Tanpınar, Cemil Meriç, Âşık Veysel gibi gözlerini kör edercesine bize armağan ettikleri kelimeleri birileri alsın, altına da kendi isimlerini eklesin diye yıllarca edebiyatın büyüsünü korumaya çalıştılar mı?
Artık, zaman akışı eskiden olduğundan çok farklı olduğundan mı yaşanıyor yoksa tüm bunlar? Güneşin doğuşu ile batışı hiç değişmemiş. Gelin görün ki emek emek yazılan el yazmalarının yeri zaman tünelinde önce daktiloya, sonra bilgisayarın klavyesindeki kolayca yerinden oynatılan harflere evrimleşmiş. Değişen veya farklılaşan her bir mefhumda suç hep teknolojide mi, dijital çağda mı? İnsanda, insanın genişleyen ama bir o kadar iğdişleştirilen zamanında veya karakterinde hiç mi kusur yok?
Kelimeler, öyküler, insanlar, şiirler, tebessümler, mizahlar, kahkahalar, sahte profiller, iyi niyetliler, kötü niyetliler, tacizciler, tarih sevenler, dostlar, hüzünler, fotoğraflar, anılar, bilgi sahipleri, her şeyi bilenler yani cahiller… Sosyal mecralarda toplanıyorlar. Her gün, her saat, her dakika… Ciddi sayıda bir kalabalık! Herkes adeta yerdeki bir şeye bakıyor. Merak ediyor diğerleri. Gidiyorlar. Karışıyorlar kalabalığa. Ne görsünler! Yere düşen bir cümle! Oldukça garip bir cümle! Virgüller sanki özellikle kontrolden çıkmak için serpiştirilmiş. Bir sürü virgül, bir o kadar da ünlem var içinde. Her kelimenin sonunda bir ünlem gerekli görülmüş. Özne olmuş yüklem, nesne olmuş zarf, hatta dolaylı tümlece bile utanmadan ne kadar diye soruluyor. “Harfler de bir garip”. Eğri büğrü, düzgün değil. Sanki dürüstlüklerini kaybetmişler! Nedeni basit. Bundan tam otuz dakika önce bir intihal suçu işlenmiş!
Tanpınar yaşasaydı bugün, o güzel ‘Hakikat’ şiiriyle şöyle seslenirdi hepimize: “Hakikat çok uzak, karanlık, derin/ bir dille konuşur, büyük köklerin/ toprakla ezelden karışmış dili/ geceyle ölümdür asıl sevgili/ bu ikiz aynada toplanır yollar/ karanlık yaratır/ ölüm tamamlar.”
Evet, karanlık. Hem de çok karanlık. Bir lupun, bir büyütecin hatta bir uzmanın bile işin sırrını çözemeyeceği kadar karanlık bazen hakikat.
Karanlığa bazen de bir kova dolusu güneş ışığı dökerek karanlıkları tecrit edenler var. Olmaz olur mu hiç? Umudu yaşatanlar onlar, güzel insanlar. İnatçı zarafeti olan, ahlaki seçim sahibi insanlar. İyilik anlaşmalarını doğuştan imzalayan bu gruptakiler de sessiz sedasız bu mecralarda sorumluluklarını yerine getiriyorlar. Belki çok görülmüyor yaptıkları ama her coğrafyada olduğu gibi hep de kutlanmaya devam ediyor. Kimliklerine veya profillerine iyi damgası vurulmuyor belki ama pek çok kişi biliyor ve tanıyor onları. Turgut Uyar’ın “Hepinize iyi niyetle gülümsüyorum/ hiçbirinizle dövüşemem/ siz ne derseniz deyiniz/ benim gizli bildiğim var” mısralarını kanıtlarcasına… Herkese iyi niyetle gülümseyecek kadar uçsuz bucaksız, hiç kimse ile dövüşmeyecek kadar kararlı olanlar için yazdığı mısraları kanıtlarcasına…
Kiminin sözünden sayfasına güzel bir kalıntı gelir böyle. Yıllar sonra bile kimsenin unutmadığı, hep yer edinen… Kiminin sayfasında bir alıntı, bazen sahibinden satılık, bazen de icra yoluyla değeri yerle bir edilir. K/alıntılar yazarla doğar. Yazan ölür. İnsanla hep yaşar gibi yapar!
Özlem ÇALLI
Dolabındaki asılı 25 gömleğin sadece üçünü giydiğini, ama arka sokaktaki komşunun o beğenilmeyen gömleklere muhtaç olduğunu hiç duyabildin mi? O muhtaç olduğunu demeden, ihtiyacı olduğunu söylemeden, sen o komşunun üstündeki yırtık kıyafetlerin sesini, artık yok olmak istediklerini bir kez olsun duyabildin mi? Gözlerinle dinlemeyi dene bir kez de, kulaklarınla gör.
Peki, her sabah işe giderken, arabanın ön kaportasında oturan ve gözlerinin içine bakan kedinin aslında senden beklediği bir şeyi olduğunu duyabildin mi hiç? Gözleriyle konuştuğunu, sana “açım, susuzum” diye yalvardığını hiç fark ettin mi? Arabanın sesinden korkarlar. Buna rağmen, sen kontağı çevirip arabayı çalıştırsan da inatla kaçıp gitmemesinin nedenini hiç düşündün mü?
2 gün önce Beyrut’taki gelinin fotoğrafçıya poz verirken nasıl mutlu olduğunu dinledin mi peki? Gözlerinin içinin güldüğünü, salına salına gelinliğiyle göz kamaştırdığını… Ta ki, patlama sesini duyuncaya kadar. Hayatın bu kadar kısa, sadece bir pamuk ipliğine bağlı olabilecek kadar zayıf olduğuna hiç tanıklık ettin mi? Kulaklarınla da gördün mü?
Tolstoy’un bu satırlarını okuduğunda peki ne duydun, ne gördün?
“Güneş bugün de doğdu. Ama biz farkına varmadık. Belki güneşten sonra uyandık, güneşten bile geri kaldık. Gökyüzünün alabildiğine sınırsızlığına aldırmadan başımız eğik yaşadık. Yani başımızda açan çiçeğe hayret bile etmedik. Yaz ayları bize sadece tatili hatırlattı. Kuru topraktan milyonlarca çeşit bitki yaratıldı. Bizse bu yaratılış karşısında hiçbir şey hissetmedik. Gözlerimiz, duygularımız, aklımız kapalı; uykudaydık.”
Belki de gördüklerimizi ve duyduklarımızı da zorlamak lazım. Fark etmek için, ileriye gitmek için ve hiç unutmamak için;
Henüz bebekken ‘Dünya benim!’ dercesine avuçlarının sımsıkı kapalı olduğunu, ölürken de aynı avuçların ‘her şeyi bırakıp gidiyorum işte!’ dercesine apaçık kaldığını fark etmeli…
Tercüman Gazetesi Veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız. Detaylar için veri politikamızı inceleyebilirsiniz.