
09 Eylül 2025 Salı

Tercüman Gazetesi

EVLİLİKTE YALAN: GERÇEĞİ DEĞİL, İLETİŞİMİ KAYBETMENİN SESSİZ ÇIĞLIĞI

ZÜLFÜ YARE DOKUNMAK: YİTİRDİKLERİMİZ

"Halka Aşkla Hizmetin Adı: Arapgir Modeli" Belediye Başkanı Haluk Cömertoğlu ile Röportaj

KUŞLAR YAĞMURDA DA UÇAR

DURUŞ

İNSANLARA RAĞMEN, İNSANLIK İÇİN

YENİDEN MİLLİ MÜCADELE (ÇAĞRI)

Neden İznik?…

BİR DAMLA KAN, BİN BİR ENDİŞE

Bilgi ve Adalet

KADINIM HAKLARIM VAR

AYNADAKİ LEKE

KAN BAĞIŞI: BİR YAŞAMIN KIRILMA NOKTASINDAKİ KÜÇÜK BİR MUCİZEDİR

SALEBE’NİN HİKÂYESİNİ BİLİYOR MUSUNUZ?

Ne Bu Dünyada Ne De Öteki Dünyada

FATİH'İN VE ATATÜRK'ÜN İZİN VERMEDİĞİ PAPA'YA NEDEN İZİN VERİLİYOR?

VAZO ÖNÜNDE SATILAN ÜRÜNLER SAĞLIKLI MI?

BU DÖNER BAŞKA DÖNER… KİME DÖNER?

ÜÇ SIFIRIN ADALETİ, BİR İNSANIN VİCDANI: Prof. Dr. Ayten Erdoğan Meselesi

YOK DEVE

Milletin Vekili Olmak Cesaret İster

ADIM ADIM İLERLİYOR KÖTÜLÜK

ENGELSİZ ÖZGÜRLER

DİNDARLIK VE AYDINLIK

EĞİTİMDE SOSYAL ADALET

HAK ARAMAK HAKKIMIZ MI?

İNSANLARIN EN İYİ İLACI

GÖNÜLLERİN ANAHTARI; EMPATİ

EVLAD-I FATİHAN ve SELANİKLİ MUSTAFA

Ticareti “Franchise’laştıran AKP

Bir hadis rivayet edilir, doğru mudur bilmiyorum, değil mi bilmiyorum. Doğru olsa da olmasa da toplumun ekseriyetinde kabul görmüş bir yaklaşım vardır:
“Rızkın onda dokuzu ticarettedir.”
Özellikle toplumun küçük ve orta sınıf muhafazakar esnaf kesimi bu düşüncenin bir amene tü gibi saymıştır. Hatta Peygamber’in ticaret ile iştigal ettiğini vurgulayarak özel bir paye kazandıklarını düşünenler bile pekçok.
Dinde statü kazandırır mı emin değilim ama, yaklaşık 30 yıldır ticaret yapan biri olarak en çok “tacir minnetsizliğini” sevdim ben.
AKP devleti işte bu tacir minnetsizliğini, kendine şerik sandığı için muhtemelen, “benim payımı vermeden ayakkabı boyacılığı bile yapamazsın” diye getirdi piyasayı. Hatta payını vermek yetmedi: “yandaşım olacaksın, şu bölgeden olacaksın ki iş yaptırtayım sana” dedi.
Bir ülkede, makroekonomik gelişmenin en önemli şartlarından biri özel girişimin, kurallar dahilinde rahat hareket edebilmesidir. Üretim, ihracat, piyasa ancak özel sektörün dinamik olmasıyla büyür.
Bilir bunu AKP, aklı başındaysa? Ama başka meslek guruplarıyla beraber tacirin de dahil olduğu orta sınıfın, demokrasi/hukuk/özgürlük talebini iktidarına tehlike gördüğünden yok etmek istiyor onları.
İsviçre bankası Credit Suisse, geçen hafta açıkladı:
“Nüfusun en zengin yüzde 5’lik kesimi toplam servetten yüzde 59,2’si pay alırken, nüfusun yüzde 95’lik kesiminin aldığı pay sadece yüzde 40,8. Türkiye’deki toplam 1 trilyon 41 milyar dolarlık servetin yüzde 39,5’lik kısmı, nüfusun sadece yüzde 1’lik kesiminin elinde bulunuyor.”
Tam da faşist yönetimlerin rüyası bu: Bir avuç çok zengin, geri kalan açlık sınırı, fakirlik sınırı, asgari ücret… İtiraz edemeyecek kalabalıklar!
Şimdi sorsanız derler ki: “Kardeşim, şirket kurmayı mı yasakladık? Üretimi mi durdurduk? Satma mı dedik?”
Büyük bir tuzak bu! Kurnazca, bir dolandırma yöntemi.
Kur bir şirket veya bir şey ürettin gör bakalım, anandan emdiğin sütü burnundan getiriyor mu getirmiyor mu? Özgürsün diyerek seni tuzağa çekip, neyin var neyin yok alıyor mu almıyor mu elinden?
İmtiyazlı çevreden değilsen, yani yandaşı değilsen, siyasete mesafeliyim bile desen geçmiş olsun, “sermayene çöktüler” demektir…
Bunu ben yaşadığım için biliyorum.
Bu ülkede ticaret yaparken, ayrıcalıklı guruba mensup olacaksın ki her işin yürüsün. Yoksa deveyi iğne deliğinden geçirmeni isterler.
İnsanımızın ticaret yapmak, bunu yaparken de AKP şerrinden kısmen kendini korumak için başvurduğu bir yöntemden bahsedeyim:
Türkiye’deki 663 şubesiyle bilindik cafe zinciri, Avrupa ve Orta Doğu’da Birleşik Krallık’tan sonra en çok cafesi olan 2. ülkeymiş. 6 kıta 78 ülkede 32.000 cafesi olan bu uluslararası zincirin, 663 noktası Türkiye’deymiş.
Neden acaba? Beş kuruş etmez kahvesiyle, kişi başı günde ortalama 10 çay içilen bir ülkede adı geçen marka bu kadar talep görür?
Çünkü insanlar iş yapmak istiyor. Lakin hükümetin, alttan üste örgütlenmiş hiyerarşik gaspına maruz kalmak istemiyor. Uluslararası bir markanın franchise olup, hırsıza karşı vereceği mücadelede kendine dış destek ediniyor. Kendince bir çözüm işte.
Sadece bilindik cafe zinciri değil, birçok dış menşeili markanın bu ülkede yerli markaların önünde olması işte bu sebepten.
Mesela adı Rossmann olur, gelip senden resmi haraç alamazlar, hatta kiranı dahi ödemezsen işini yürütebilirsin.
Ve bütün bunlar, bu topraklarda daha “gayrimilli” gelmemişler eliyle “yerli milli” denilerek yapılır.

Şuradan da çıkmak lazım artık! Adli bir olay oluyor, biri öldürüyor, diğeri ölüyor. Peşin kabul; öldüren suçlu, ölen masum! Hurraaa, sosyal medya yargıçları devreye girdiği an, zaten “katil, cani, asın bunu!”lardan başka ses duyulmaz oluyor.
Yok öyle bir şey! Hele bir bak, olay nasıl olmuş, biri diğerini niye vurmuş? Nasıl canı yanmış veya korkmuş, belki başka çaresi kalmamış, “Ben öleceğime o ölsün!” demiş. Bunlara bakmadan “kör ölür badem gözlü olur” anlayışı yanlış!
Türkiye’de adliye binaları siyasi operasyon üslerine dönüşüp; rüşvetin, çift başlı hukukun, kişiye göre kararların verildiği yerleşkeler halini aldığı için vatandaşın hakkını arayacağı bir merci yok artık.
İnsanlar ya mafyadan medet umuyor ya da kendi işini kendi hâl yoluna gidiyor.
Şu da tiksindirici artık: “Hukuk er geç doğru kararı verir.” Boş lakırtı! Gecikmiş adaletin adil olduğunu kim iddia edebilir? Önceki gün adli yıl açılışında bir hukuk adamı anlatıyordu ya: “Bir doğum vakasında hastanenin ihmal davasına bakıyorduk. Bir gün mahkeme salonunda 12 yaşlarında çocuk görünce sordum, dediler ki bu çocuk doğumunda ihmal olan çocuk.” Oldukça ironik değil mi?
Peki, Türkiye’de yargı işini neden yapmıyor? Eskiden de çok iyi değildi, kabul ediyoruz; ancak hiç bu kadar kötü olmamıştı. Neden?
Sebebini bulmak için çok düşünmeye gerek yok. Çünkü ülkemizde yargının içinde örgütlenmiş bir yapı, asli işinden uzaklaşıp siyaseti dizayn etmek istiyor. Ediyor da! Bu da sıradan insanın hak arama mücadelesine bakmaya vakit bırakmadığından, işler yürümüyor.
Dün siyasi vesayet heveslisi TSK içinde bir grup idi, bugün yargıya çöreklenmiş bir başka çete.
Dün olan, silahın gölgesinde darbe mitralyözünü tepemizde sallandırmaktı; bugün olan da yasaları güçlüden yana yorumlayarak, baskı altına aldığı kitlelerin özgürlüklerini kısıtlamak.
Ayarı bozulan kantar, gün gelir sizi de tartar. Yanlış işler bunlar. Mesnetsiz kimi iddialarla belediye başkanını, siyasetçiyi, gazeteciyi, aydınları; kâh cezaya dönen tutuklamalarla, kâh korkutarak sindiriyorsunuz. Öte tarafta ise, 24 suç kaydı olan 20 yaşında bir katilin, ülkenin en özel üniversitesinin kampüsüne kadar girip, 15 yaşındaki kız çocuğunu katletmesine seyirci kalıyorsunuz.
Bakın, Giresun’da bir maç sonrası rakip Samsunspor taraftarı olduğu söylenen bir grup, misafir olduğu kentte bir lokantaya gidiyor. Taşkınlık yapıp, diğer müşterileri rahatsız ettiklerinde mekân sahibi uyarıyor. Vay sen misin bizi uyaran? Adama, orada çalışan eşi ve kızına saldırıyorlar. Linç edecekler yani.
Mekân sahibi, çekmecedeki ruhsatlı silahını çıkarıp, kendisini ve ailesini koruyor. Saldıran ekipten biri ölüyor.
Ne olacaktı ya? Adam, ailesini ve kendini korumasaydı mı?
Şimdi mekân sahibine suçlu diyebilir misiniz?
Hukukta “meşru müdafaa” ilkesi var. Ki oradan bakınca, adam bir gün bile hapsedilemez. En azından Batı demokrasilerinde bu böyle. Meşru müdafaanın cezası yok!
Dünya’da “yargıya güven endekslerinde” adeta diktatörlüklerle yarışıyoruz. Yargının çürü(tül)düğü bir vasatta ne konuşacaksınız ki?

Ramazan Müslümanı olmadığım gibi, 30 Ağustos Cumhuriyetçisi de değilim çok şükür.
Müslümanlığın son tahlilde ahlâk ve adalet, cumhuriyetin de temel gayesinin bağımsızlık, demokrasi olduğunun bilinciyle;
Anadolu’nun işgaline hayatları pahasına direnen Kurtuluş Savaşımız’ın şanlı kahramanlarını minnetle anıyorum. Rahmet olsun hepsine!
Ölümü hiçe sayıp bu toprak parçasını bizlere vatan kılan o aziz ecdadın emanetinin bugünkü ahvâline dair utancımı da şuraya iliştirmek isterim.
Onlar ölüme meydan okudular, bizler hayat konforumuzu bozmadık.
Onlar aç biilaç cephedeydiler, bizler menfaatlerimizin menzilinde boğulduk.
Onlar “Değmesin mabedimin göğsüne namahrem eli” dediler, bizler mabedi siyasi propaganda üssü yaptık.
Onlar “Müslüman kadınların çarşaflarını yırtarken küffar, cuma namazı farz değildir” dediler, bizler başörtüsünü yasakladık, çıplak arama utancına imza attık, Cumartesi Annelerini ağlattık.
Onlar “Sınır namustur” dediler, bizler sınırlarımızı ne idüğü belirsizlere açtık.
Onlar “Geldikleri gibi gidecekler” dediler, bizler dünyanın azılı katillerine, uyuşturucu baronlarına vatandaşlık verdik.
Onlar “Ya istiklal ya ölüm”e inandılar, bizler tek adamın iki dudağı arasından çıkana ülkeyi teslim ettik.
Onlara karşı yüzümüz yerde, utancımız kaçınılmaz. Affa layık mıyız, onu da bilmiyoruz. Affederler mi, emin değilim…
Rahmet ve minnetle…!
PRİMİTİF MİLLİYETÇİLİK
Milliyetçilik bu topraklarda tarihsel kökleri olan ciddi bir ideolojik tutumdur!
Ancak primitif milliyetçilik öyle değil. İlkeldir, köksüzdür, teorik bir altyapısı yoktur. Konjonktürel olup karşıtının yükselişiyle yükselir veya karşıtının düşüşüyle kan kaybeder.
Kürt ve Türk milliyetçileri içinde işte bu primitif hâli benimseyen ergen kafalı insanlara dikkat edin; Türk’e nispet ediyorsa kökeni ya Balkan ya da Kafkas coğrafyasıdır.
Kürt’e nispet ediyorsa, iki kuşak gerisi Ermenidir!
Düşünce dünyamda, Ermeniler ya da göçmenler (Balkan ve Kafkas) ile sorunum yok. Bilakis, sevdiğim, muhabbetim olan halklardır. Ancak kökenini inkâr edip Ermenilikten Kürt milliyetçiliğine, Balkan/Kafkas göçmenliğinden Türk milliyetçiliğine “en çok sesi çıkan” kadrosundan dâhil olmaları anlaşılır gibi değil…
Gerçek milliyetçiler sanırım bunu kabul edecektir, primitif milliyetçiler de itiraz edecektir.

“Birlik ve beraberliğe en çok ihtiyaç duyduğumuz şu günlerde…” diye bir beylik cümlesi vardı eski Türkiye’de. Sahi, neden daha az duyuyoruz onu?
Az duyuyoruz, çünkü “alt”tan gelişen, dayanışmacı bir yerden kurulan bir cümle değildi. Daha çok resmî zevatın, buyurgan “üst”ten tahakküm adına dillendirdiği, samimiyet içermeyen, günün ihtiyaçlarıyla başat retorikti.
Her resmî söylem “anayasa’nın değişmez ilk 4’ü” değil tabii ki. İçtenliği kaybolup yerindeliği de yitince, yok oldu.
Türkiye toplumu, dışardan en genel bakışla tariflenecek olsa, iradî olarak polarize edilmiş bir topluluk olarak değerlendirilebilir. Ayrışma öylesine belirginleşti ki aile kurumu dahi kasırgaya direnemiyor. Kardeşlik ilişkileri, akrabalık bağları, arkadaşlık hukuku, cemaat toplulukları, hemşehri dayanışmaları; modern dünyaya karşı inşa edilen direniş kaleleri(miz) tek tek düşüyor adeta.
Herkes meşgul, herkesin sorunu var çünkü. Kimse bir başkasına tebessüm edecek durumda değil.
Yalnızlaşıyor insan sonra. Yalnızlık; tercihse güzel, maruz kalınmışsa korkunçtur. Tercih edildiğinde, tefekkür belki muhakeme olur. Maruz kalındığında ise fitne ve haset doğar.
“Euro-Türkler” diye bir tanım gelişti Avrupa akademilerinde, anavatanında “gurbetçi” tesmiye edilen kesim için. İkisi de güzel; ben Euro-Türkler demeyi tercih edeceğim bu makale özelinde.
Yaz tatilinde anavatana gelen Euro-Türklere karşı inanılmaz bir kin ve düşmanlık vardı, fark ettiniz mi? Nasıl bir öfke hem de! Hakaretler, tacizler, “gidişleri olsun dönüşleri olmasın”lar, “Almanya bunları sınır dışı etsin”ler…
Sanki düşmana “ahh” ediliyor.
Bir kesimde, Euro-Türk nefreti histerik bir hâl almış. Yeterince ayrışma yokmuş gibi, alın size bir “öteki”, bir nefret objesi daha! Kimseyi bulamazsa kendi dışkısıyla kavga eden, gölgesine küfreden bir bayağılık.
Her kuş sevildi, sıra saksağanda!
Euro-Türk düşmanlığının sebebi ne ola ki diye baktığınızda, sokak röportajlarından seçilmiş 3-5 aptalın densiz lakırtıları akla geliyor. Haydi, onlara “seçmece aptallar” deyip geçelim de, milyonlarca insanı aynı kategoriye koyan anavatandaki zavallılığa ne diyelim?
Sanırım sorun, mobil mikrofona söylenen, gerçeklikle alakası olmayan “Almanya bizi kıskanıyor”un ötesinde, daha derinde.
Sosyo-psikolojik sebepler olmalı.
“Göreli yoksunluk kuramı” (Relative Deprivation Theory):
Bireylerin veya grupların, sahip oldukları refah düzeyini başkalarıyla karşılaştırdıklarında, kendilerini yetersiz hissetmeleri durumunu açıklar.
Bir tür kıskançlık yani. Kıskançlığın gelişmesinin temel koşulu “ulaşılabilir” kişiye / gruba yönelmiş olmasıdır. Mesela, Mercan esnafının Ali Koç’u kıskanması düşünülemez; çünkü Ali Koç onun için ulaşılamazdır. Ancak komşu esnaf, kıskanılan olabilir. Kolunun yettiği yani.
İşte Euro-Türkler, “hiçbir özelliği olmayan, yetersiz, içinde yaşadığı ülkenin imkânlarıyla konfor elde etmiş kişiler”dir. Kol mesafesindedir. Euro vatandaşı kıskanmak maliyetlidir; Euro-Türk’e haset etmenin maliyeti yoktur.
Göreli yoksunluk açmazına düşen birey, artık patolojinin konusu olmayı tercih etmiştir. Fitne ve haset varoluşsaldır onun için.

Bazen düşünüyorum.
Gerçekten düşünüyorum, sadece “düşünüyor gibi” yapmıyorum.
İnsanların neden bu kadar kör, bu kadar ilgisiz, bu kadar yüzeyde gezdiğini anlayamıyorum.
Hani sahile vuran ölü balıklar olur ya, öyle…
Bir gözleri açık ama aslında kimse bakmıyor.
Herkes sadece kendi yankısını dinliyor. Ve işin tuhafı, bu yankıyı bile anlamıyor.
“Keşke cahil olsaydım” lafı geçiyor bazı ağızlardan.
Sanki bir övünçmüş gibi, sanki “bilmek” bir virüsmüş gibi.
Ama bu cümlenin içinde bir şey var; fark ettiniz mi?
Bir sızlanma, evet, ama aynı zamanda gizli bir kibir.
“Ben biliyorum ama keşke bilmeseydim.”
E kardeşim, o zaman bilmiyorsan sus; biliyorsan yükünü taşı.
Hem kurban hem kahraman olamazsın.
“Ben oldum” diyorsan da, o çelişkiyi içinden atamamışsındır.
Çünkü o kibir, egonun farklı bir versiyonu.
Cahilliği övüyor gibi yapıp, aslında zekânı kutsuyorsun.
Ama…
Gerçekten cahil bir insan bunu dile bile getirmez.
Çünkü “cahillik”, farkında bile olmamaktır.
Ne bilmediğini bilmemek.
Boşlukta yaşamak.
Aynaya bakınca sadece yüzünü görmek ama gözlerinin ardındaki karanlığı hiç tanımamak.
Ben bazen çevreme bakınca şunu soruyorum kendime:
“Bu insanlar kendi cahilliklerini, kendi eksiklerini, kendi tutarsızlıklarını nasıl böyle görmezden gelebiliyor?”
Gerçekten anlamıyorum.
Yani sadece “bilgisiz” değiller, aynı zamanda “bilgisizliklerine hayranlar.”
İnsan nasıl bu kadar barışır kendine attığı kazıklarla?
Bir cevabı var aslında bunun.
Savunma mekanizmaları.
İnkâr, yansıtma, boş bahaneler…
Zihin, kendini korumak için her yolu deniyor.
Çünkü kabul etmek, mahvetmek demek.
Kendi kendini yıkmak.
Ve kimse yıkılmak istemiyor.
Herkes içini boyuyor, çatlaklarını süslüyor ama içeride çürüme devam ediyor.
Kimse kendine dürüst değil, çünkü dürüstlük bedel ister.
Ve bedel ödemeye hazır insan sayısı, parmakla gösterilecek kadar az.
İşte tam da burada felsefe ve psikanaliz devreye girmeli, diyorum.
Ama hayır, öyle “isteğe bağlı” değil.
Zorunlu.
Devlet baba gibi değil belki, ama evrensel bir bilinç gibi dayatmalı.
İnsana düşünmeyi öğretmeli, kendine bakmayı.
Korkularıyla yüzleşmeyi, geçmişin çamurunda debelenmeyi…
İz bırakmadan yaşamasın kimse.
Ama tabii…
Bunu söylediğimde bazıları hemen ayağa kalkıyor:
“Felsefe herkese göre değil.”
“Psikanaliz çok derin.”
“İnançlar yeter.”
İşte bu noktada sinirlerim bozuluyor.
Çünkü çoğu “inanç” dediğimiz şey, sadece bir kaçış yöntemi.
Sırtını bir inanca dayadın diye hakikatten muaf değilsin.
Kutsal kitap ezberlemek, seni daha derin biri yapmıyor.
Sadece hazır cevaplarla düşünmeyi unutan birine dönüştürüyor.
Ve hayır, “inanç” denen şeyin tümüyle saçma olduğunu da söylemiyorum.
Ama eleştirilemezliğini saçma buluyorum.
Sorgulamadan teslim olmayı, her şeyi bir güce bağlayıp sorumluluktan kaçmayı…
İşte bu bana “zırva” gibi geliyor.
Kusura bakmasın kimse.
Kendi aklını kullanmaktan aciz biriysen, neye inandığın umurumda bile değil.
Çünkü sen zaten düşünme ihtimalini gömmüşsün.
Ve düşünmeyen insan, sadece tüketir.
Hissetmez, anlamaz, çözüm üretmez.
Sadece var olur.
Sadece yaşar gibi yapar.
Ben artık biliyorum…
Bilmek, çoğu zaman lanet.
Ama görmeyenin cüreti daha korkunç.
Çünkü o, karanlıkta dans ettiğini sanıyor.
Ama aslında mezar kazıyor — kendine ve çevresine.

Gün henüz ışırken,
hafif bir sis tüm kenti sarıyordu.
Uykuyla uyanıklık arasında
içimde bir huzursuzluk geziniyordu:
anlamlandıramadığım, köklü bir yorgunluk.
İçimde iki ayrı dünya var sanki;
birbirinden uzaklaşıp,
sonra yeniden birleşmeye çalışan…
Bir yanım yanıp tutuşarak konuşmak,
sesimi duyurmak istiyor;
öteki yanım,
sessizliğin güvenli sığınağında kalmak.
Birileriyle konuşmak istiyorum,
içimi dökmek…
Ama her kelime fazlalık,
her cümle gereksiz bir yük gibi.
Arkadaşlarımı aramak istiyorum,
her zamanki gibi onları dinlemek.
Ama uzaktan bakınca,
ortak bir paydamız kalmamış gibi.
Hızlı akan hayatları,
planları, neşeleri arasında
bir gölge gibi kalıyorum.
Sanki yalnızca ben,
aynı yerde takılıp kalmışım.
Onlar başka yönlere savrulurken,
ben durgun bir göl gibi…
Hayatın kıyısında bir şeyleri kaçırarak bekliyorum.
Salakça geliyor belki —
ama bu sıkıntı…
içimde öyle köklü ki,
söküp atmak mümkün değil.
Bu uzaklığı ben seçtim.
Ama şimdi,
taş kesilmiş ruhum
bu yükü neden sırtlandığını unutmuş gibi.
İki hafta sonra 17 sona erecek.
20’ye adım adım yaklaşırken,
o eski kaygısızlığı özlüyorum.
Hep bir şeyler yarım kalmış gibi yaşamak…
Geçen zamanın boşluğu,
içime ağır bir taş gibi oturuyor.
Geçmişle gelecek arasında sıkışmışım.
Geçen senenin umutlarına,
bugün yetişememiş gibiyim.
“Her şey böyle iyi gitseydi geçen sene,” diyorum,
“belki içimde bu burukluk olmazdı.”
Ama nafile…
Her geçen gün,
bir başkasını beklemekle geçiyor sanki.
Beynimde düşünceler dönüyor.
Her biri ağır.
Her biri karanlık.
İçimdeki o boğucu boşluk,
kelimelere dökülemeyen bir yalnızlık.
Nereye gidiyorum, bilmiyorum.
Ama bu sabahın puslu havasında
devam edebilmek için sadece umut etmek gerek.
Belki bir gün,
bu kaybolmuş zamanlar anlam bulur.
Bugünün sıkıntısı huzura,
bu arayış ise içimde sönmeyen bir ışığa dönüşür.
Ama o güne kadar…
her şey biraz daha beklemek zorunda.

Soğuk bir akşam, odalarda gezinen esinti,
Duvarlara sinmiş mazinin sessiz çığlıkları,
Arka planda yankılanır hüzünlü bir şarkı,
Bir balalayka gibi titrer içimdeki yalnızlık.
Sessizlik… Konuşur en derin tonuyla.
Ellerim, şiir yazmak için ağır bir hevesle,
Kalemime uzanır ama ilham bir adım geride,
Kâğıt bembeyaz, düşünceler karanlık.
Yürümek isterim; adımlarım yolda yankılansın,
Ama sokaklar küskün, kadraja değer bir yüz yok.
Fotoğraflar mı?
Hepsi aynı, hepsi gri;
Gökyüzü de ruhum gibi, renksiz bir yankı.
Kalkıp bir bardak su içmek gelir aklıma,
Ama bedenim yatağa zincirlenmiş.
Susuzluk… Ama bu, içimin bir boşluğu,
Bir duygusal kuraklık, bir unutuluş arzusu.
Gece… Uyumamakta direnir.
Düşünmemek mümkün mü bu sessizlikte?
Her nefes bir hatıra, her an bir yara.
Sovyetler’in soğuk akşamında,
Şiir de yazılmaz, uyku da gelmez.
Sadece esinti, sadece bir susuzluk,
Ve bir Dostoyevski hüznü taşır bu yorgun saatler.
(Avare)

Sıkıcı ve bunaltıcı yaz akşamlarından biriydi. (Her mevsimin kendine has güzelliği olsa da yazı hiç sevmez, sonbaharı her zaman daha çok arzularım. Ayrıca sıcak havalarda ilhamım da büyük ölçüde tükenir, yazmak için kendimi zorlar dururdum.) Her zamanki gibi arabayla deniz kenarına gidip orada yazmayı deneyecektim. Yol boyunca ritmik müzikler dinleyerek yaklaşık yarım saat sonra Bilgeh plajına vardım. (Çalma listemde çeşitli türlerde müziklerin yanı sıra sesli kitaplar da özel bir yer tutuyordu.) Arabayı uygun bir yere park ettikten sonra sahile yaklaşıp biraz serinlemek ve dalgaların sesini dinlemek istedim. Gün içerisinde çeşitli kaygı ve streslerden arınmış ruhum bu şekilde rahatlayarak adeta yeniden başlatılıyordu.
Bir süre sonra geri dönüp arabaya oturdum. Teybi açarak çalma listemden “Cursed Soundtrack: The Fear” (Lanetlenmiş Soundtrack: Korku) adlı parçayı seçip bir süre müzik dinledikten sonra yazacağım konuyu belirledim. Her ne kadar dizüstü bilgisayarımı da yanıma almış olsam da bu defa geleneksel 80 yapraklık deftere yazmayı tercih ettim. Yaklaşık on beş dakika boyunca tek bir cümle dahi yazamayarak birkaç kez “lanet şeytana” diyerek homurdandım. Ellerim titriyor, beynimin içi sanki yanıyordu. Arabadan inip tekrar sahile doğru yürümek üzereyken, saat 22:08 civarında müzik seslerinin arasından garip fısıltılar duymaya başladım.
Önce bu fısıltıların müzik parçasının içinde yer aldığına kanaat getirerek pek şaşırmadım. Fısıltılar giderek daha da artıyor, tedirginlik de buna paralel olarak büyüyordu. Bunun üzerine müziği 35-45 saniye geri sararak o fısıltıların gerçekten olup olmadığını kontrol etmeye karar verdim. Ne gariptir ki az önce duymuş olduğum fısıltıların hiçbir izine rastlamadım. Geri sarma işlemini defalarca tekrarladıktan sonra duyduklarımın sadece bir radyo sinyal sesi ya da çevreden gelen bir sesin aracın içinde yankılandığı düşüncesine kapıldım. Tam o anda o ses yeniden başladı.
Fısıltı giderek yükselerek normal duyulabilecek seviyeye ulaştı. Ancak hiç de normal bir sese benzemeyen bu fısıltılar oldukça korkunç, dehşet verici bir yankı oluşturarak tüm benliğimi esir almaya başladı. Korkudan titreyen parmaklarımı teybe yaklaştırarak sesi kısmaya çalışsam da ses ne azaldı, tam aksine daha da yükseldi. Alternatif olarak teybi kapatmaya çalıştım ama bu da mümkün olmadı. Birden gözlerim dikiz aynasına takıldığında, yüzümün kan ter içinde bembeyaz kesildiğini, tüylerimin diken diken olduğunu gördüm. Havanın sıcak olmasına rağmen, hatta daha sıcak günlerde bile bu kadar terlediğimi hatırlamıyorum. Camların yarıya kadar açık olduğunu fark edip tamamen açmaya karar verdim. Ancak ne kadar uğraşsam da camlar açılmak yerine kapandı. Aynı anda perdeler de camları tamamen kapattığından, çevredeki insanların aracın içinde neler olup bittiğinden haberdar olması imkânsız hale geldi.
Derhal kapıyı açıp arabadan çıkmak istesem de kapı açılmadı. Her yandan kilitlenmiştim. “Lanet olsun” diyerek önce olup bitenlerin yalnızca teknik bir sorun olduğunu düşünsem de daha sonra tüm bunların teknik bir problemle hiçbir ilgisinin olmadığını anladım. Aynı zamanda ardı ardına gelen bu olumsuzlukların bir tesadüf olamayacağını da netleştirmiştim. Camlar ve kapılar kapandıktan sonra o uğursuz ses daha da yükselmeye başladı… 25, 26, 27, 28… Umutlarımın azaldığı bir anda “SOS” düğmesi aklıma geldi. Belki etraftakiler yanıp sönen ışığı görüp yardıma gelebilirlerdi. Ancak bu da işe yaramadı. Ne “SOS” düğmesinin ışıkları yandı ne de diğer ışıklar çalıştı, hepsi sönmüş ve işlevsiz hale gelmişti. Sadece o lanet teypten gelen ses hariç. Sanki araç tamamen lanetlenmişti. “Aman Tanrım” diye bağırmak istesem de sesim boğulmuştu ve duyulamayacak kadar kısıktı. Aniden kutudaki penseyi alıp camları kırmak istedim, ama olağanüstü bir güç penseyi elimden fırlatıp ellerime birkaç güçlü darbe indirdi. Çığlığım çevreye yayılabilirdi ama teybin sesi 100’de olduğu için dışarıdan duyulması imkânsızdı. Birkaç saniye ya da dakika baygın kaldıktan sonra müzik sesi tekrar 15’e düştü. Bu sırada o ses ürkütücü biçimde bana hitap ederek:
— Bu gece seni cehenneme göndermeden önce seninle biraz saklambaç oynamak istiyorum. Oysa seni bir anda yok edebilirdim ama birkaç dakikalığına oyuncağım olmanı istedim. Bu gece sen arzularımın kurbanı olacak, mutluluğuma mutluluk katacaksın…
Soru sormak istesem de konuşmak şöyle dursun, dilim damağım kurumuştu, yutkunamıyordum bile. Görünmeyen bir varlık sanki her şeyi hissederek:
— Eserlerinde bana yeterince yer ayırdığın gibi, hatta bazen baş kahraman olarak da beni seçtin. Görünüşe göre benimle gerçekten zaman geçirmek istemişsin. Benimle görüşmeyi kolay sanan sen, henüz sadece sesimi duyarak bu kadar korkuyorsan, varlığımı gördüğünde başına ne geleceğini bir düşün…
O gerçeği dile getirirken ondan nasıl kurtulabileceğimi düşünüyordum. Yavaş yavaş düşünme yetimi de kaybetme tehlikesi yaşıyordum. Galip gelmenin sadece bir hayal olduğu kesindi. Görünmeyen bir varlıkla nasıl mücadele edebilirdim ki… Belki de ömrümün son anlarını yaşıyordum. Geçen her saniye benim için on yıllar kadar değerliydi. (Keşke insan yaşadığı her saniyeye şükredebilseydi.)
Kısa bir aranın ardından daha korkunç bir tarzda:
— Hazır ol, zamanın geldi. Şimdi seni lanetleyerek cehenneme göndereceğim. Hiçbir Tanrı seni benim elimden alamayacak. Şu anda senin yanında Tanrı yok, ben varım. Ve şu anda senin Tanrın da benim. Yaşatmak da öldürmek de yalnızca benim elimde. Ve ben öldürmeyi seçtim. Ne kadar yalvarırsan yalvar boşuna dua edeceksin… diyerek alaycı şekilde güldü.
Boynumu bükerek, gözlerimi kapatmış, çaresizliğimle barışmıştım. Umudumun tükendiği, çaresizliğin doruğuna ulaştığım o anda:
Çalma listesindeki o lanetli müziğin yerine:
Bismillahirrahmanirrahim.
(En-Nâs Suresi, 6 Ayet)
Kur’an-ı Kerim’in son suresi olan “Nâs” suresinin ilk ayetlerinden itibaren seslendiğini net şekilde işittim. İlahi bu nasıl olurdu… Zira benim çalma listemde bırakın Kur’an’ı, Allah’la ilgili hiçbir dosya yoktu. Ayetler seslendikçe o görünmez varlığın korkunç sesi ortadan kaybolmaya, yavaş yavaş yok olmaya başladı. Ve biraz sonra ansızın geldiği gibi ansızın da kaybolup gitti. Birkaç saniye sonra tüm ışıklar yanmaya, camlar açılmaya başladı. Sanki her şey geçici olarak donmuş, sonra yeniden başlatılmıştı. Ellerimdeki yaralardan bile hiçbir iz kalmamıştı. Sanki gördüklerim bir rüya, belki de bir halüsinasyondu. Ama her ne olmuş olursa olsun, başıma gelenler açıklanamayacak derecede tüyler ürpertici, korkunçtu. Bu gece ömrüm boyunca unutamayacağım olaylara tanıklık etmiştim… Daha da garip olan neydi biliyor musunuz? Playlistime Allah’ın sözlerinin yüklenmiş olması…
04.07.2022 / 03:30
Orjinal metin
Darıxdırıcı qızmar yay axşamlarından biri idi (hər fəslin öz gözəlliyi olmasına baxmayaraq yayı heç sevməz, payızı daha çox arzulayardım, həmçinin isti havalarda ilhamım da bir xeyli tükənər, yazmaq üçün dəridən-qabıqdan çıxardım). Hər zamankı kimi avtomobillə dənizkənarına gedərək orada yazmağa çalışacaqdım.
Yolboyu ritmik musiqilər dinləyərək yarım saat sonra Bilgəh çimərliyinə çatdım (Playlistimdə müxtəlif janrlarda olan musiqilərdən tutmuş, audio kitablar da xüsusi yer tuturdu). Avtomobili müvafiq yerdə park etdikdən sonra sahilə yaxınlaşaraq bir az sərinləməklə yanaşı, dalğaların səsini dinləmək istədim. Gün ərzində müxtəlif qayğı və stresslərdən azad olan ruhum rahatlanaraq “restart” edirdi.
Bir müddət sonra geri qayıdaraq avtomobilə əyləşdim. Maqnitafonu açaraq playlistimdən “Cursed Soundtrack: The Fear” (“Lənətlənmiş Soundtrack: Qorxu) musiqisini seçərək bir müddət musiqi dinlədikdən sonra yazacağım mövzunu təyin elədim. Baxmayaraq ki, notebookumu da özümlə götürmüşdüm, amma bu dəfə ənənəvi 80 vərəqlik dəftərdə yazmağa üstünlük verdim. On beş dəqiqəyə yaxın bir cümlə belə yaza bilməyərək bir neçə dəfə “lənət şeytana” deyərək mızıldadım.
Əllərim əsir, beynimin içi sanki od tutub yanırdı. Avtomobildən düşüb yenidən sahilə yaxınlaşmaq istəyirdim ki, 22:08 radələrində musiqi sədaları arasından qəribə pıçıltılar eşitməyə başladım. Öncə bu pıçıltıların musiqi parçasının içərisində var olduğu qənaətinə gələrək heç də təəccüblənmədim. Pıçıltılar getdikcə daha da artmağa davam edir, vahiməsi də bir o qədər çoxalırdı.
Bu məqsədlə musiqini 35-45 saniyə geri çevirərək o pıçıltıların var olub-olmadığını yoxlamaq qərarına gəldim. Ancaq nə qəribə idi ki, az öncə eşitdiyim pıçıltılardan əsər-əlamət yox idi. Geri çevirmə prosesini dəfələrlə təkrarladıqdan sonra eşitdiklərimin sadəcə bir radio siqnal səsi, yaxud da ətrafdakı hər hansısa bir səsin avtomobilin içərisində əks-səda verdiyi qənaətinə gəlmişdim ki, bu səs yenidən təkrarlanmağa başladı.
Pıçıltı getdikcə daha da yüksələrək normal eşidiləcək dərəcəyə çatmışdı. Heç də normal səsə bənzəməyən bu pıçıltılar olduqca qorxunc, dəhşətli dərəcədə əks-səda verdiyindən bütün varlığımı əsir almağa başlayırdı. Qorxudan əsən barmaqlarımı maqnitafona yaxınlaşdıraraq musiqinin səsini hər nə qədər azaltmağa cəhd etsəm də səs nəinki alçalır, əksinə bir o qədər yüksəlirdi.
Alternativ variant olaraq maqnitafonu söndürməyə çalışsam da onu söndürmək mümkünsüz idi. Anidən gözlərim güzgüyə yaxınlaşdığı zaman sifətimin qan-tər içində tamamən ağardığının, tüklərimin biz-biz durduğunun şahidi oldum. Havanın isti olmasına rəğmən, hətta bundan da isti havalarda, heç zaman bu qədər tərlədiyimi xatırlamıram.
Pəncərələrin yarıya qədər açıq olduğunu görərək onları tamamilə açmaq qərarına gəldim. Və bu an bütün qüvvəmi toparlayaraq hər nə qədər cəhd etdimsə də pəncərələr açılmaq əvəzinə bağlandı, eyni zamanda pərdələr də pəncərələri tamamilə örtdüyündən ətrafdakıların avtomabilin içində baş verənlərdən xəbərdar olması da mümkünsüzlüyə çevrildi.
Dərhal qapını açıb avtomobildən düşmək qərarına gəlsəm də qapı açılmadı ki, açılmadı. Hər tərəfdən bloklanmışdım. “Lənət şeytana” deyərək öncə baş verənlərin sadəcə bir texniki problem olduğunu düşünsəm də daha sonra bütün bunların hər hansı bir texniki problemlə heç bir əlaqəsi olmadığını anladım. Eyni zamanda ard-arda gələn xoşagəlməzliklərin təsadüf olamayacağını da dəqiqləşdirdim.
Pəncərələr və qapı bağlandıqdan sonra o müdhiş səs daha da yüksəlməyə başladı… 25, 26, 27, 28… Ümidlərimin azaldığı bir məqamda “SOS” düyməsi yadıma düşdü. Hər halda ətrafdakılar yanıb-sönən işığı görərək köməyə gələ bilərdilər. Ancaq bu da bir işə yaramadı.
Nəinki “SOS” düyməsinin işıqları yandı, həmçinin digər bütün işıqlar da sönmüş, heç biri işləməməkdəydi, bir o lənətlik maqnitafondan başqa. Sanki, avtomobil tamamilə lənətlənmişdi. “Aman Allahım” deyərək qışqırmaq istəsəm də səsim eşidilməsi mümkün olmayacaq qədər boğulmuşdu.
Birdən qutudakı kəlbətini götürərək şüşələri sındırmaq istəyərkən qeyri-adi bir güc kəlbətini əlimdən salaraq əllərimin üstündən bir neçə güclü zərbə vurdu. Bağırtım ətrafa yayıla bilərdi amma maqnitafonun səsi tam olaraq 100 üzərində olduğundan ətrafda səsimin eşidilməsi mümkünsüz idi.
Bir neçə saniyə, ya dəqiqəmi huşsuz vəziyyətdə qaldıqdan sonra musiqi səsi yenidən 15-ə düşdü. Bu məqamda o səs müdhişcəsinə mənə ünvanlanaraq:
– Bu gecə səni cəhənnəmə vasil etməzdən qabaq səninlə bir az gizlənpaç oynamaq istəyirəm. Halbuki səni bir andaca məhv edə bilərdim, ancaq bir neçə dəqiqə oyuncağım olmağını arzuladım. Bu gecə sən arzularımın qurbanı olacaq, xoşbəxtliyimə xoşbəxtlik qatacaqsan…
Sual vermək istəsəm də danışmaq bir yana dilim-dodağım quruduğundan heç udquna da bilmirdim. Gözəgörünməz sanki hər şeyi duyaraq:
– Əsərlərində kifayət qədər mənə yer ayırmağınla yanaşı, hətta bəzən baş qəhrəmanın seçilmişəm də. Görünür mənimlə gərçəkdən vaxt keçirməyi arzulamısan. Mənimlə görüşməyi asan sayan sən, hələki sadəcə səsimi eşitməklə dəhşət dərəcədə qorxursansa o zaman varlığımı görəcəyin zaman aqibətinin necə olacağını bir düşünsən…
O həqiqətləri vurğulayarkən ondan necə xilas ola biləcəyim haqqında düşünürdüm. Yavaş-yavaş düşünmək qabiliyyətimi də itirmək təhlükəsindəydim. Qalib gəlməyin sadəcə bir xülya olduğu şübhəsizdi. Görünməyən bir varlıqla necə mübarizə apara bilərdim ki… Bəlkə də ömrümün son anlarını yaşamaqdaydım.
Keçən hər saniyə mənim üçün onillər qədər dəyərli idi (Kaş insan yaşadığı hər saniyəyə şükür edə bilsəydi).
Qısa fasilədən sonra daha vahiməli tərzdə:
– Hazır ol, zamanın gəlib çatdı. İndi səni lənətləyərək cəhənnəmə göndərəcəyəm. Heç Tanrı belə səni mənim əlimdən ala bilməyəcəkdir. İndi sənin yanında Tanrı yoxdur, mən varam. Və hal-hazırda sənin tanrın da mənəm. Yaşatmaq və öldürmək də sadəcə mənim əlimdədir. Və mən öldürməyi seçdim. Hər nə qədər yalvarırsan yalvar boşuna dua edəcəksən… – deyərək istehzayla güldü.
Boynumu bükərək, gözlərimi yummuş çarəsizliyimlə barışmışdım. Ümidlərimin tükəndiyi məqamda, çarəsizliyin pik nöqtəsində: Playlistdəki o lənətli musiqinin əvəzinə:
Bismilləəhi-r-rah’məəni-r-rahiim.
İlk ayəsindən “Qurani-Kərim”in son surəsi olan “Nəs” surəsinin səsləndiyini dəqiqləşdirdim. İlahi bu necə ola bilərdi… Axı mənim playlistimdə nəinki “Qurani-Kərim”dən, ümumiyyətlə Allahla bağlı heç bir fayl yox idi.
Ayələr səsləndiyi zaman gözəgörünməzin qorxunc səsindən əsər-əlamət qalmayaraq getdikcə yox olmağa başlayırdı. Və az sonra qəfil gəldiyi kimi qəfil də rədd olub getdi.
Bir neçə saniyə sonra bütün işıqlar yanmağa, pəncərələr açılmağa başladı. Sanki hər şey müvəqqəti olaraq donmuş, yenidən bərpa olunmuşdu. Əllərimdəki yaralardan belə heç bir iz qalmamışdı. Sanki gördüklərim bir yuxu, bəlkə də bir hallüsinasiya idi.
Amma hər nə olur-olsun, başıma gələnlər izahedilməz dərəcədə tükürpədən, vahiməli idi. Bir ömür unuda bilməyəcəyim hadisələrin şahidi olmuşdum bu gecə…
Daha da qəribə olan bilirsiz nə idi? Playlistimə Allahın sözlərinin yüklənilməsi…
04.07.2022 / 03:30
Mənası:
Mərhəmətli, Rəhmli Allahın adı ilə!
“De: ‘Sığınıram insanların Rəbbinə, insanların Hökmdarına, insanların məbuduna!
Vəsvəsə verənin, (Allahın adı çəkiləndə isə hövlündən) geri çəkilən (şeytanın) şərindən.
(O şeytan) ki, insanların ürəklərinə vəsvəsə salır, cinlərdən də (olur), insanlardan da!”

(Hocalı Soykırımına Adanmıştır)
Ölümün gözleri çıkmıştı, vahşice öldürülenleri göremiyordu. O gece şehrin dört bir yanı korkunç kabusların yuvasına dönüşmüştü. Her tarafta başsız bedenlerin, bedensiz başların ürpertici görüntüsü, insana insanlıktan bu kadar uzaklaşmayı anlatıyordu. Havadaki ölüm kokusu, baykuşların bile canını titretmişti. Baykuşlar, insanların bu kadar acımasızca öldürülüşünü hiç görmemişti ya da göreceğini aklına bile getirmemişti. Ruhların birbirine karıştığı o mekanda, zaman bile yerinde donup kalmıştı; şaşkınlığından ne ileri ne de geri gidebiliyordu akrepleri. Saniyeler bile işlemiyordu ölüm kokan şehirde.
Gözyaşları kana dönmüştü, dünyaya barışı haykıran güvercinlerin. Barış adına yapılan çağrılar, insan adını taşıyan “insancıklara” hiçbir fayda sağlamamıştı. Barış, dünya kurulduğundan beri bu kadar rezalete uğramamıştı. Yarasa sürüleri bu gece yolunu kaybetmişti; normal gecelerde hiçbir engelle karşılaşmadan uçan yarasalar. Bu gece o gecelerden değildi; cehennemden daha korkunç bir manzaranın tasviriydi. Ölülerin canı olsaydı, bedenlerinin neler çektiğini anlatırdı. “İntikam kıyamete kalmaz” derlerdi, ama ölülerin intikamı kıyamete kalmıştı. Ölüler, hiçbir zaman çektikleri acıları anlatamayacaktı.
Sonsuz sayıda can alan ölüm, görevine başladığından beri hiç bu kadar yorulmamıştı. Gözleri çıkmış ölümün görebileceği hiçbir şey kalmamıştı. Gördüğünü görmüştü artık bir gecenin içinde. Gördüklerini görmek istemese de görmüştü. Ölüm bile, insanların bu kadar vahşiliği karşısında hüzünlenmişti. Öldürenlerin öldürülenlere yaptıklarını, ölüm bile hiçbir zaman yapmazdı. Ama insan olmadığını bir kez daha göstermişti insan olmayan “insancıklar”.
Habil Yaşar
Hocalı Çığlığı
(1 Perdelik Dram)
Habil Yaşar
YAZAR
Yirmi altı Şubat… o kara gece,
Neler getirmedi Azerbaycan’a.
Karanlıklar geçse, asırlar geçse,
Tarih bağışlamaz onu vicdana.
O gece vicdanın sustu sesi de,
İnsanlık adına leke vuruldu.
Dünyanın en büyük faciası da,
O gece yaşandı, matem kuruldu.
Yirmi altı Şubat… Hocalı günü,
Günlerin karası, günlerin pisisi.
Yükseldi arşa da insanın feryadı,
Allah bağışlamaz zalim kesesi.
Şehitler, gururlu ölümleriyle,
Tarihe en büyük destan yazdılar.
Dünya seyrederken kendi gözleriyle,
İnandı, yoksa ki inanmazdılar.
Bir Kadın
İlahi bu nedir? Bu dehşet nedir?
Tarihte görülmemiş musibet nedir?
Kanlar aka aka sele dönmüştür,
Hocalı kanlı bir göle dönmüştür.
Bugün cehennemi yaşıyorum ben,
Dayanılmaz azabı taşıyorum ben.
Yaşlı Adam
Bir bebeğe bakın, kolları kırılmış,
İnsan da bu kadar zalim olurmuş.
Artık dayanamıyorum, dayanamam,
Ayağım tutulmuş, yürüyemem.
Anne
Gözlerim kör olsaydı görmeseydim keşke,
Bedenlerden ayrılmış, yalnız kalmış başlar.
Uzakta bir kızın gözleri oyulmuş,
Bir diğeri derisinden soyulmuş.
Ah neler çekiyorum, yanıyor bu yürek,
Sizin intikamınız mutlaka alınmalı.
Nerede bu dünyada adalet nerede?
Ne güne koyarmış insan, insanı.
(Uzaktan küçük bir çocuk ağlayarak anne ve babasının cesedi üzerine haykırır.)
Çocuk
Anneciğim, babacığım neden duymuyorsunuz?
Beni yalnız bırakıp nereye gidiyorsunuz?
Sizsiz bu dünyada kalacağım yetim,
Bilmiyorum ne yapacağım, nereye gideceğim.
(Ağlar)
Genç Kız
Elini bana ver ey yaşlı anne,
Kaçalım bir yana, yardım edeyim sana.
Belki kurtarabilirim seni,
Hadi, elini ver bana, çabuk ol.
(Uzaktan bir asker haykırır.)
Asker
Ateş edin durmadan yeniden,
Hep birlikte düşmanın üstüne.
Ölürsek şehit olup yükseleceğiz biz,
Yaşarsak sonuna kadar savaşacağız biz.
(Bu sırada birkaç düşman mermisi askere isabet eder ve onu yere serer. Asker son nefesinde şu sözleri söyler.)
Unutmaz milletim, vatanım beni,
Yaşatan her zaman yaşatır beni.
Herkes ölecektir, ölüm bir hakikattir,
Vatan için ölenler yaşayacaktır.
Anne
Öldü… bir asker daha kahraman oldu,
Bir ömre, hayata nokta konuldu.
Allah rahmet eylesin ölenlere,
Hem merhamet eylesin milletimize.
Şehidin yeri ebedi cennettir,
Bunu anlarsanız büyüktür hikmettir.
Yaşlı Adam
Öldün, ölümünle yükseldin asker,
Halkımız her zaman kadrini bilir.
Şehitsin, sen yüce bir zirvedesin,
Bu halkın, milletin kalbindesin.
(Tam o sırada yaşlı adamın yanına bir mermi düşer ve onun hayatına son verir.)
Başka Bir Kadın
Ah düşman, ne kadar acımasızsın,
Bebeğe, yaşlıya hiç acımıyorsun.
Yıktın, talan ettin Hocalı’mı,
Çöle çevirdin gül bahçemi.
Hocalı’m mahvoldu, dağıldı Allah,
Bu günü yaşamak ağırdı Allah.
Genç Kız
Hocalı’m, sana doya doya bakayım,
Belki bir daha göremeyeceğim.
Bakıyorum Hocalı’m viran olmuş,
Herkesin gözleri kan ağlıyor.
Yurdum toz duman içinde,
Hocalı’m yaralardan yaralı.
Ermeni denenin kalbi yokmuş,
Zalim dünyada ne kadar çokmuş.
Keşke yaşasaydım acısız, ağrısız,
Ne yapayım ben Hocalı’sız.
Yıkılsın bu dünya, yıkılsın artık,
Onsuz bir sabaha uyanmak istemiyorum.
(Bu sırada onu da bir mermi vurur ve öldürür.)
Anne
Ah neler yaşadık, neler gördük,
Öldükse şerefli ölümle öldük.
Bir Kişi
Günahsız insanların yok oluşuna,
Bu gece ağladı yıldızlar da, ay da.
Doğa bile kara giydi,
Bir tek Ermeniler güldü, sevindi.
Ermeni bir kuduz köpekmiş Allah,
İnsanlık adını kaybetmiş Allah.
Asker
Bugün bir imtihandan geçti halkım,
En büyük acıyı taşıdı halkım.
Bilsinler, duysunlar Ermeniler,
İntikam kıyamete kalmaz derler.
Koro
Asla unutmayacağız Hocalı’yı,
Bir gün susturacağız alçak düşmanı.
YAZAR
Ne kadar yazsam da Hocalı’dan ben,
Milyonda birini yazabildim.
Kan kokusu gelir satırlarımdan,
Hataları düzeltip bozabildim.
2020
2008’de yazılmış “Hocalı Çığlığı” dramıma ek:
YAZAR
Yıllar geçti aradan, keder dolu, gam dolu,
Karabağ hasretiyle, Hocalı öfkesiyle.
Bizi bekliyordu zafer yolu, hak yolu,
Halkım başardı onu büyük cesaretiyle.
Ses saldı bu cihana Azerbaycan askeri,
“Demir yumruk” düşmana büyük gözdağı oldu.
Otuz yılda kurulan düşman siperleri,
Kırk dört günde yerle bir oldu.
Artık alnımız açık, başımız dik geziyoruz,
Gülümsemek yakışır parlayan gözlere.
Aziz Şuşam, yiğit Şuşam, bizi bekliyorsun,
Azerbaycan layıktır bütün güzel sözlere!
Gözləri çıxmış ölüm
(Xocalı soyqırımına həsr olunur)
Ölümün gözləri çıxmışdı,vəhşicəsinə öldürülənləri görə bilmirdi. O gecə şəhərin dörd bir yanı qorxunc kabusların məskəninə çevrilmişdi. Hər tərəfdə başsız bədənlərin,bədənsiz başların tükürpədici görüntüsü insana insanlıqdan bu qədər çıxmasını anladırdı. Havanın ölüm qoxuması,bayquşların belə canına vəlvələ salmışdı. Bayquşlar insanın bu qədər qəddarlıqla öldürülməsini görməmişdi,ya da görəcəyini belə heç ağlına gətirməmişdi. Ruhların bir-birinə qarışdığı məkanda,zaman belə öz yerində donub qalmışdı,heyrətindən nə irəli,nə də geri çəkə bilirdi əqrəblərini. Saniyələr belə işləmirdi ölüm qoxulu şəhərdə.
Göz yaşları qana dönmüşdü,dünyaya barışı səsləyən göyərçinlərin. Barış adlı səslənişin heç bir faydası toxunmamışdı insan adı daşıyan “insancığazlara”. Barış bu qədər rəzalətə düçar olmamışdı dünya yaranandan bəri. Yarasalar öz yolunu itirmişdi bu gecə,adi gecələrdə görməyə-görməyə heç bir maneə olmadan uçan yarasalar. Bu gecə o gecələrdən deyildi,cəhənnəmdən qorxunc bir mənzərənin təsviri idi. Ölülərin canı olsaydı danışardı nələr çəkdiklərini cisimlərinin. ”Qisas qiyamətə qalmaz”demişlər,amma qisası qiyamətə qalmışdı ölülərin. Heç zaman dərdlərini danışa bilməyəcəkdi ölülər.
Sonsuz sayda canlar alan ölüm heç zaman bu qədər də yorulmamışdı can almaq vəzifəsinə keçəndən bəri. Gözləri çıxmış ölümün görə biləcəyi heç nə qalmamışdı. Gördüyünü görmüşdü artıq bir gecənin içində. Gördüklərini görmək istəməsə də görmüşdü. Ölüm belə məyuslaşmışdı insanların bu dərəcədə vəhşiliyindən dolayı. Öldürənlərin öldürülənlərə etdiyini ölüm belə etməzdi heç zaman. Amma insan olmadığını bir daha göstərdi insan olmayan “insancığazlar”.
Habil Yaşar
Xocalı Harayı
(1 Pərdəli Dram)
Habil Yaşar
MÜƏLLİF.
İyirmi altı fevral… o mənfur gecə,
Nələr gətirmədi Azərbaycana.
Qərinələr keçə, əsrlər keçə,
Tarix bağışlamaz onu vicdana.
O gecə vicdanın susdu səsi də,
İnsanlıq adına ləkə vuruldu.
Dünyanın ən böyük faciəsi də,
O gecə yaşandı, matəm quruldu.
İyirmi altı fevral… Xocalı günü,
Günlərin qarası, günlərin pisi.
Yayıldı ərşə də insanın ünü,
Allah bağışlamaz zülmkar kəsi.
Şəhidlər qürurlu ölümləriylə,
Tarixə ən böyük dastan yazdılar.
Dünya seyr eləyib öz gözləriylə,
İnandı, yoxsa ki, inanmazdılar.
Bir qadın.
Ilahi bu nədir? bu dəhşət nədir?
Tarixdə görünməz müsibət nədir?
Qanlar axa-axa selə dönübdür,
Xocalı qanlı bir gölə dönübdür.
Bu gün cəhənnəmi yaşayıram mən,
Dözülməz əzabı daşıyıram mən.
Qoca kişi.
Bir körpəyə baxın qolları sınmış,
Insan da bu qədər zalım olarmış.
Yox daha dözmürəm, dözə bilmirəm,
Ayağım tutulub gəzə bilmirəm.
Ana.
Gözlərim kor ola görməyəydi kaş,
Bədəndən ayrılıb tənha qalıb baş.
Uzaqda bir qızın gözü oyulub,
Biri dərisindən tamam soyulub.
Ah nələr çəkirəm, yanır bu ürək,
Sizin qisasınız alınsın gərək.
Hanı bu dünyada ədalət hanı?
Nə günə qoyarmış insan,insanı.
(Uzaqdan bir balaca uşaq ağlaya-ağlaya ata-anasının meyidi üstə qışqırır).
Uşaq.
Anacan, atacan niyə dinmirsiz?
Məni yalqız qoyub hara gedirsiz?
Sizsiz bu dünyada qalacam yetim,
Bilmirəm nə edim, mən hara gedim.
(Üüü)
Cavan qız.
Əlini mənə ver ey qoca ana,
Qoy kömək eləyim qaçaq bir yana.
Bəlkə xilas edə bildim mən səni,
Odur ki, mənə ver tez ol əlini.
(Uzaqdan bir əsgər qışqırır)
Əsgər.
Atın güllələri durmadan yenə,
Hamınız birlikdə düşmən üstünə.
Ölsək şəhid olub ucalarıq biz,
Yaşarsaq sonadək vuruşarıq biz.
(Bu zaman bir neçə düşmən gülləsi əsgərə dəyərək onu yerə sərir və o son nəfəsdə bu sözləri deyir).
Unutmaz millətim, vətənim məni,
Yaşadan hər zaman yaşadar məni.
Hər kəs öləcəkdir, ölüm bir haqdır,
Vətənçün ölənlər yaşayacaqdır.
Ana.
Öldü… bir əsgər də qəhrəman oldu,
Bir ömrə, həyata nöqtə qoyuldu.
Allah rəhmət etsin ölənlər sizə,
Həm mərhəmət etsin millətimizə.
Şəhidin məkanı əbədi cənnət,
Bunu dərk etsəniz böyükdür hikmət.
Qoca kişi.
Öldün, ölümünlə ucaldın əsgər,
Xalqımız hər zaman qədrini bilər.
Şəhidsən, sən uca bir zirvədəsən,
Bu xalqın, millətin ürəyindəsən.
(Elə bu anda qocanın yanına bir mərmi düşür və qocanın həyatına son qoyur).
Başqa bir qadın.
Ah düşmən,nə qədər acımasızsan,
Körpəyə, qocaya heç baxmayırsan.
Dağıdıb, taladın sən Xocalımı,
Səhraya döndərdin gülüstanımı.
Xocalım məhv oldu, dağıldı Allah,
Bu günü yaşamaq ağırdı Allah.
Cavan qız.
Xocalım qoy sənə baxım doyunca,
Bəlkə görüşmədik ömür boyunca.
Baxıram Xocalım viran görünür,
Hər kəsin gözləri giryan görünür.
Yurdum toz-torpaqdan düman içində,
Xocalım yamandan-yaman içində.
Erməni deyilən ürəyi yoxmuş,
Zülmkar dünyada nə qədər çoxmuş.
Istərdim yaşayım ağrı-acısız.
Neynərəm yaşayım mən Xocalısız.
Dağılsın bu dünya, dağılsın daha,
Çıxmaq istəmirəm onsuz sabaha.
(Bu an onu da güllə məhv edir)
Ana.
Ah nələr yaşadıq, nələri gördük,
Öldüksə fərəhli ölümlə öldük.
Bir nəfər.
Günahsız kəslərin məhv olmasına,
Bu gecə ağladı ulduz da, ay da.
Təbiət özü də qara geyindi,
Bir tək ermənilər güldü, sevindi.
Erməni bir quduz it imiş Allah,
İnsanlıq adını itirmiş Allah.
Əsgər.
Bu gün bir sınaqda yaşadı xalqım,
Ən böyük kədəri daşıdı xalqım.
Qoy bilsin, eşitsin ermənilər,
Qisas qiyamətə qalmaz deyiblər.
Xor.
Heç vaxt unutmarıq Xocalım səni,
Bir gün susdurarıq mənfur düşməni.
Müəllif.
Nə qədər yazsam da Xocalıdan mən,
Milyonda birini yaza bilmədim.
Qan qoxusu gələn sətirlərimdən,
Səhvləri düzəldib, poza bilmədim.
20202008-ci ildə yazılmış “Xocalı harayı” dramıma əlavə
Müəllif
İllər keçdi aradan kədər dolu, qəm dolu,
Qarabağ həsrətiylə, Xocalı xiffətiylə.
Bizləri gözləyirdi zəfər yolu, haqq yolu,
Xalqım onu bacardı böyük rəşadətiylə.
Səs saldı bu cahana Azərbaycan əsgəri,
“Dəmir yumruq” düşmənə yaman göz dağı oldu.
Otuz ilə qurulan yağı düşmən səngəri,
Qırx dörd günün içində yer ilə yeksan oldu.
Daha alnımız açıq, başı uca gəzirik,
Gülümsəmək yaraşır parıldayan gözlərə.
Əziz Şuşam, mərd Şuşam gözlə bizi gəlirik,
Azərbaycan layiqdir bütün gözəl sözlərə!
Habil Yaşar


Belki de hiç kimse yazdıklarımı anlamayacak, ama ben de herkes anlasın diye yazmaya mecbur değilim.
Belki de hiçbir zaman bulamayacağım bir kadını arıyorum. Nerede o kadın ya da acaba böyle bir kadının varlığı gerçekten var mı? Belki de beş adım ötemdedir ve belki de mesafelerin yetişemeyeceği kadar uzaktadır. Henüz insanoğlu o mesafelerin uzaklığını düşünemeyecek kadar ilkeldir. Aradığım o kadın şiirlerimin ana teması olsa da hayalidir, ütopiktir. İnsanlığın üstünde olan o kadını bulmak henüz hiç kimseye nasip olmamıştır ve her insan, özellikle yaratıcı insanlar, şairler, ressamlar tam da o kadını düşünerek kendi dahiyane eserlerini yaratmışlardır. Ama hiçbir sanatkâr onu buldum, az da olsa yaklaştım, dokundum, sesini duydum diyebilecek kadar cesur olamaz bence. Çünkü ona dokunmak belki de yaratılabilecek dahiyane eserlerin sonunu getirebilir. Ve işte o zaman şiir, sanat, resim her şey bir göz açıp kapayıncaya kadar yok olabilir. Bu ise facianın milyon katı bir faciaya dönüşür. Çünkü aranan belki de hiçbir zaman bulunmasa daha iyidir.
O kadın inanılmaz derecede güzel mi? Bilmiyorum. O kadın düşünülemeyecek kadar asil mi? Bilmiyorum. Ama bir şeyi biliyorum ki, o kadın hiç de güzelliğin ya da asaletin sembolü değil. Eğer saydıklarımda o kadını bulmuş olsaydım, belki de hiçbir şiir yazılmayacaktı ve belki de ilham perisi dedikleri hayali bir varlık da benden uzaklaşacak ve bir daha kalbimin konuğu olmayacaktı. Büyük eserler yalnız ve yalnız bulunması istenen ama bir ömür boyunca asla bulunamayacak birini düşünerek, onu hayallarda canlandırarak yaratılır. Ve belki de bir sanatkârın herhangi bir eseri ona büyük bir başarı getirecek, onu tüm dünyada ebediyen yaşatacaktır, ama o hiçbir zaman bunun farkında bile olmayacaktır. Sebep? Sebep ise çok basittir. Çünkü hiçbir sanatkâr hangi eserinin şaheser olacağını asla düşünemez ve hiçbir eserini de düşünmeden yaratamaz. Hiçbir şair, hiçbir ressam, hiçbir besteci aynı zamanda hiçbir zaman da Allah değildir.
Habil Yaşar
Orjinal Metin
Bir Şairin Etirafı
Bəlkə də heç kəs anlamayacaq yazdıqlarımı, amma mən də hər kəs anlasın deyə yazmağa məcbur deyiləm.
Bəlkə də heç zaman tapa bilməyəcəyim qadını axtarıram. Haradadır o qadın və ya heç olmasa o qadının varlığı mövcuddurmu? Bəlkə də beş addımlığımdadır və bəlkə də məsafələrin yetə bilməyəcəyi qədər uzaqlıqdadır. Hələ insan oğlu o məsafələrin uzaqlığını düşünə bilməyəcək qədər ibtidaidir. Axtardığım o qadın şerlərimin əsas obrazı olsa da xəyalidir, utopikdir. İnsanlığın daha üstündə olan o qadını tapmaq hələ heç bir kəsə nəsib olmamışdır və hər bir insan, xüsusən yaradıcı insanlar, şairlər, rəssamlar məhz o qadını düşünərək öz dahiyanə əsərlərini yaratmışlar. Amma heç bir sənətkar onu tapdım, az da olsa yaxınlaşdım, toxundum, səsini eşitdim deyə biləcək qədər cəsarətli ola bilməz məncə. Çünki ona toxunmaq bəlkə də yarana biləcək dahiyanə əsərlərin də sonunu gətirə bilər. Və məhz o zaman poeziya, şeriyyət, rəssamlıq hər şey bir göz qırpımında məhv ola bilər. Bu isə faciənin milyon qatı bir faciəyə çevrilər. Çünki axtarılan bəlkə də heç zaman tapılmasa yaxşıdır.
O qadın inanılmaz qədər gözəldirmi? Bilmirəm. O qadın düşünülməyəcək qədər alicənabdırmı? Bilmirəm. Amma bir onu bilirəm ki, o qadın heç də gözəlliyin və ya alicənablığın rəmzi deyil. Əgər sadaladıqlarımda o qadını tapmış olsa idim, bəlkə də heç bir şer yazılmayacaqdı və bəlkə də ilham pərisi dedikləri xəyali bir varlıq da məndən uzaqlaşacaq və bir daha ürək evimin qonağı olmayacaqdı. Böyük əsərlər yalnız və yalnız tapılması istənilən ancaq bir ömür boyunca əsla tapılmayacaq birini düşünərək, onu xəyallarda canlandıraraq yaranır. Və bəlkə də bir sənətkarın hər hansısa bir əsəri ona uğur gətirəcək, onu bütün dünyada əbədi olaraq yaşadacaqdır, amma o heç zaman bunun fərqində belə olmayacaqdır. Səbəb? Səbəb isə çox sadədir. Çünki heç bir sənətkar hansı əsərinin şedevr olacağını əsla düşünə bilməz və heç bir əsəri də düşünmədən yarada bilməz. Heç bir şair, heç bir rəssam, heç bir bəstəkar eyni zamanda heç zaman da Allah deyildir.
Habil Yaşar

Daha yeni Türkiye’den Azerbaycan’a dönmüştüm (29.01.2023). Bir ömür boyu unutulmayacak anılarla dolu büyük bir sevinç ve coşku içindeydim. Ama bu sevincimin kederle yer değiştireceğini nereden bilebilirdim ki…
Takvimler 06.02.2023’ü gösterirken herkes gibi ben de sabahı büyük bir hüzünle açmak zorunda kaldım. Telefonumu elime aldığımda gördüklerimin sadece bir rüya olmasını diledim, dilim tutulmuş, yerimde donup kalmıştım. Yer yerinden oynamış, dağlar sarsılmıştı o gece… Acımasız bir deprem, saatler 04.17’yi gösterirken yüreğimize hançer saplamıştı. Kahramanmaraş, Hatay, Adana, Gaziantep, Malatya, Kilis, Adıyaman, Diyarbakır, Şanlıurfa ve Osmaniye sallanırken ruhumuz da sarsılmış, gözlerimiz kan ağlamıştı… On binlerce kardeşimiz canımızdan can almıştı. Her kalpte binlerce arzu yok olmuş, her hayalde binlerce umut…
Nereden bilebilirdik ki saatler sonra, tam olarak 13.24’te yer bir kez daha sarsılacak, şehitlerimizin sayısı yeniden artacaktı…
Kim diyor ki, aramızda yoklar,
Yok olur mu sonsuza dek kalbimizde yaşayanlar...Başın Sağ Olsun Türkiye’m!
Başın Sağ Olsun Türk Dünyası!
Biz vardık, biz varız, biz olacağız…
Habil Yaşar
Yenicə qayıtmışdım Qardaş Türkiyədən Azərbaycana (29.01.2023). Bir ömür unudulmayacaq xatirələrlə dolu böyük sevinc və coşqu içində. Amma bu sevincimin kədərlə əvəzlənəcəyini hardan bilə bilərdim ki…
Təqvimlər 06.02.2023 göstərərkən hər kəs kimi mən də səhəri böyük bir hüznlə açmalı oldum. Mobil telefonumu əlimə alarkən gördüklərimin sadəcə bir yuxu olmasını arzulamış, dilim söz tutmayacaq qədər yerimdə donub qalmışdım. Yer yerindən oynamış, dağlar silkələnmişdi o gecə…Amansızcasına zəlzələ bağrımıza xəncər vurmuşdu saatlar 04.17-ni göstərərkən. Kahramanmaraş, Hatay, Adana, Gaziantep, Malatya, Kilis, Adıyaman, Diyarbakır, Şanlıurfa ve Osmaniye titrəyərkən ruhumuz da sarsılmışdı, qan ağlamışdı gözlərimiz…Onminlərlə qardaşımız can almışdı canımızdan. Hər ürəkdə min arzu yox olmuşdu, hər arzuda min xəyal…
Nə biləydik saatlar sonra, daha dəqiq 13.24-də bir daha titrəyəcəkdi yer, yenidən artacaqdı şəhidlərimizin sayı…
Kim deyir ki, aramızda yoxdu onlar,
Yox olarmı Sonsuzadək qəlbimizdə yaşayanlar...Başın Sağ Olsun Türkiyəm!
Başın Sağ Olsun Türk Dünyası!
Biz vardıq, biz varıq, biz olacağıq…
Habil Yaşar

Herkes onun hakkında konuşuyordu – TV’den radyoya, tüm sosyal ağlara kadar… Yedi milyar yedi yüz milyon insanı, dili, dini, ırkı ne olursa olsun, tek bir şey birleştiriyordu: Korku.
Çin, İran, Avrupa ülkeleri – başta İtalya ve İspanya olmak üzere – Amerika Birleşik Devletleri, Afrika ve Avustralya… Tüm dünya, tarihte benzeri görülmemiş bir salgınla mücadele ediyordu. En güçlü uluslar bile artık bu virüse karşı yenilgiyi kabul ediyor ve eğer bu salgına karşı bir aşı yakın zamanda bulunmazsa, insanlığın büyük bir kısmının yok olacağı öngörülüyordu (en iyimser tahminlere göre milyonlarca insanın öleceği varsayılıyordu). Her geçen gün artan ölüm sayısı on binleri aşarken, enfekte olanların sayısı yüz binleri buluyordu. Doktorlar yedi gün yirmi dört saat ayakta durmasına rağmen, enfekte olanların sayısı o kadar hızlı artıyordu ki, herkesin hayatını kurtarmak imkânsız hâle geliyordu.
Yaşlı, genç, bebek… Virüs kimseyi görmezden gelmeyerek herkesi öldürmeye devam ediyordu. Hayatta kalanlar korku içinde; bir sonraki kurbanın kendileri olabileceğinden endişe duymaktaydı. Hatta devlet başkanları ve krallar bile bugün yaşayabildilerse şükretmeliydi. Virüs ayrım yapmıyordu. Bir zamanlar kalabalıklarla dolup taşan şehirler artık tıpkı korku filmlerindeki gibi ıssız kalmış, polis ve askerler insanların sokağa çıkmasını engellemek için gece gündüz demeden kontrol ediyorlardı. Google’da aratsalar, bu virüsün – daha doğrusu koronavirüsün – yaklaşık 6.000.000.000 kez arandığını görebiliyorlardı. Yahudi, Hristiyan, Müslüman… Kısacası, tüm dinlerin temsilcileri bir araya gelerek çözümü Allah’a dua etmekte görüyordu. Ah insan… Daha bir gün önce bilginle ve gelişiminle o kadar gurur duyuyor, o kadar kibirleniyordun ki… Hatta bazıları, kendi kendilerine “Ben Tanrıyım” diyecek kadar cesaretlenmişti.
Bazıları, koronavirüsün dünyaya yayılmasının karşıt devletlerin biyolojik silah olarak kullanmasından kaynaklandığını, bazıları Hz. İsa’nın, Hz. Mehdi’nin yeryüzüne dönüşünün alameti olduğunu, bazıları Tanrı’nın tüm dünyaya bela verdiğini, kimileri doğanın kendisini kötüye kullanan insanlardan intikam aldığını, bazıları tüm bu oyunların arkasında İlluminati’nin olduğunu ve onların “Yeni Dünya Düzeni” yaratma hedeflerinden bahsediyordu. Hatta bazılarına göre, başka bir gezegenden gelenler tarafından dünyanın işgalinin başlangıcıydı. Tüm bunlar, televizyondan sosyal ağlara kadar her yerde tartışılıyordu. İşyerleri kapatılmış, turizm mahvolmuş, ekonomi çökmüş, sadece ülkelerarası ulaşım değil, şehirlerarası yolculuklar da kaldırılmıştı. Sonuç olarak, dünya kaosa sürükleniyordu ve bir daha asla eskisi gibi olmayacaktı… En kötü senaryo, insanlığın yok oluşuna her geçen gün biraz daha yaklaşıyor olmasıydı.
Ölümün nefesini biraz daha yakından hissederek kan ve ter içinde uyandım. Yaşadığım şoku atlatmam kısmen de olsa dört-beş dakikamı aldı. Üzerimi giyinip yüzümü yıkadıktan sonra mutfağa yöneldim. Kahvaltıya oturduğumda, telefonumu elime alıp “Facebook” hesabıma yeni giriş yapmıştım ki daha büyük bir şokla karşılaştım. “Aman Tanrım!” dediğimde ellerim titremeye başladı. Birkaç saniye sonra bu haberin doğru olup olmadığını resmi haberlerden de öğrenmek için televizyonu açtım. “Aman Tanrım, bu ne anlama geliyor?” diye düşünmeye başladım. Balkona yaklaşıp bahçemizi izlerken, insanların telefonlarına baktığını fark ettim (büyük ihtimalle onlar da bu rüyayı izliyorlardı). Neredeyse gördüklerim ve duyduklarım karşısında dilim tutulacaktı.
Nasıl oluyordu da yedi milyar yedi yüz milyon insan aynı rüyanın korkunç etkilerinden dehşete düşerek uyanıyordu? (Elbette binlerce insan da bu rüyanın korkusundan ölümle karşı karşıya kalıyor ve belki de öldüğünü sandığımız insanlar gerçek hayata geçiş yapıyorlardı.) Televizyonlardan radyolara, sosyal ağlara kadar herkes bu konu hakkında konuşuyordu. Korku, dil, din, ırk ayrımı gözetmeksizin yedi milyar yedi yüz milyon insanı birleştirmişti. Birçoğu, “Belki de yaşadığımız hayat, hayallerin gerçekliğinden başka bir şey değildir. Ya da belki de hayallerimiz hayatın ta kendisidir. Paralel dünyalar var mı? Yoksa dünyamız da sonsuz sayıda paralel dünyalardan sadece biri mi?” gibi sorular sormaya başlamıştı. Herkes haklı görünebilirdi, ama kimse gerçeği bilmiyordu ya da birileri biliyor, ama kimseye açıklamıyordu. Belki de bir gün ortaya çıkacaktı. Televizyonlardan ve sosyal medyadan “Öyle hayallerimiz var ki, gerçekleştirme Allah’ım, âmin.” duaları aralıksız sürüyordu. Ben de onlarca kez önce yüksek sesle, sonra da içimden “Âmin.” diyerek gözyaşlarımı tutamadım.
Gözyaşlarımı silmek üzereydim ki…
Gözlerimi açıp heyecanla etrafıma bakmaya başladım… Hemen “Facebook” hesabıma girip her şeyin her zamanki gibi devam ettiğini görünce çok mutlu oldum ve Allah’a şükretmeyi unutmadım. Aslında her şey sadece bir rüyadan ibaretmiş. Bu sırada aklıma bir soru takıldı: Acaba, eğer biz bir rüyanın içinde başka bir rüya görüyorsak, olabilir mi ki hayatımızın kendisi de başka birisinin rüyasıdır? Ya da başka bir ihtimal… Rüya gördüğümüz zaman, rüyamızda başka bir rüya daha görüyorsak, farklı dünyaları mı ziyaret ediyoruz?
Rüyalar, hayatın içinde hayat,
Bazen endişeli, bazense sakin,
Bir günü kendine sevdirir bizi,
Bir günse o kırar yüreğimizi.
Habil Yaşar
Hər kəs ondan danışırdı—TV-lərdən, radiolardan tutmuş bütün sosial şəbəkələrə qədər. Yeddi milyard yeddi yüz milyon insanı dilindən, dinindən, irqindən asılı olmayaraq sadəcə bir şey birləşdirirdi: qorxu.
Çin, İran, Avropa ölkələri—xüsusən İtaliya və İspaniya, Amerika Birləşmiş Ştatları, Afrika, Avstraliya—bütün dünya tarixdə misli-bərabəri görünməyən bir pandemiyaya qarşı mübarizə aparırdı. Artıq ən güclü dövlətlər belə bu virusa məğlub olduqlarını etiraf edir və əgər tez bir zamanda bu pandemiyanın peyvəndi tapılmazsa, insanlığın böyük bir hissəsinin məhv olacağını proqnozlaşdırırdılar (ən nikbin öngörülərə görə milyonlarla insanın öləcəyi ehtimal edilirdi). Getdikcə artan ölü sayı on minləri keçir, yoluxmaların sayı yüz minlərlə hesablanırdı. Həkimlər yeddi gün, iyirmi dörd saat ayaqda dursa da, yoluxanların sayı o qədər sürətlə artırdı ki, hər kəsin həyatını xilas etmək mümkünsüzləşirdi.
Qoca, cavan, körpə—virus heç kimə məhəl qoymadan hər kəsin canına qıymağa davam edirdi. Sağ qalanlar qorxu içində—növbəti qurbanın özləri ola biləcəklərinin həyəcanında. Hətta dövlət başçıları, krallar belə bu gün yaşaya bildiklərinə şükür etməli idilər. Virus ayrı-seçkilik bilmirdi. Bir zamanlar izdihama şahidlik etmiş şəhərlər indi qorxu filmlərindəki kimi bomboş qalmış, polislər və hərbçilər əhalinin küçələrə çıxmasının qarşısını almaq üçün gecə-gündüz nəzarət edirdilər. Googleda axtarış versəydilər, bu virusun—yəni daha dəqiq desək, koronavirusun—təxminən 6 milyard dəfə axtarıldığının şahidi olardılar.
İstər iudaistlər, istər xristianlar, istər müsəlmanlar—bir sözlə, bütün dinlərin nümayəndələri qardaşlaşaraq çarəni Allaha dua etməkdə görürdülər. Ah insan! Sadəcə bir gün əvvəl öz elmin, öz inkişafın ilə o qədər öyünmüş, o qədər təkəbbürlənmişdin ki… Hətta bəziləri özünə “Mən Allaham” deyəcək qədər cəsarətlənmişdi.
Kimisi koronavirusun dünyaya yayılmasını bir-birinə müxalif olan dövlətlərin bioloji silah kimi istifadə etməsi ilə əlaqələndirir, kimisi Hz. İsanın və Hz. Mehdinin yer üzünə qayıtmasının işarəsi kimi görür, kimisi Allahın bütün dünyaya bəla yağdırmasından danışır, kimisi təbiətin onu pis günə qoyan insanlardan intiqam almasına inanır, kimisi bütün bu oyunların arxasında İlluminatinin dayandığını və onların “Yeni Dünya Nizamı” yaratmaq məqsədi güddüyünü iddia edir, hətta kimisi isə başqa planetdən gələnlərin yer üzünə istilasının başlanğıcı olduğunu düşünürdü. Bütün bu fikirlər TV-lərdən, sosial şəbəkələrdən tutmuş hər yerdə müzakirə olunurdu. İş yerləri bağlanmış, turizm məhv olmuş, iqtisadiyyat çökmüş, nəinki ölkələrarası nəqliyyat, hətta şəhərlərarası gedişlər də dayandırılmışdı. Nəticə etibarilə dünya bir xaosa sürüklənirdi—daha doğrusu, sürükləndirilirdi—və artıq əvvəlki kimi olmayacaqdı…
Və ən qorxulu ssenari—bəşəriyyət hər gün bir az da yox olmağa yaxınlaşırdı.
Ölümün nəfəsini bir az daha yaxın hiss edərək qan-tər içində yuxudan oyandım. Şok vəziyyətindən qismən də olsa çıxmağım dörd-beş dəqiqə çəkdi. Paltarlarımı geyinib, əl-üzümü yuyaraq mətbəxə yaxınlaşdım. Səhər yeməyinə oturan zaman telefonumu əlimə alıb Facebook hesabıma yenicə daxil olmuşdum ki, daha böyük bir şoka düşdüm. “Aman Allahım!” deyərkən əllərim əsməyə başladı. Bir neçə saniyə sonra bu xəbərin doğru olub-olmadığını rəsmi mənbələrdən öyrənmək üçün televizoru açdım. “İlahi, bu nə deməkdir?” deyə düşünməyə başladım. Eyvana yaxınlaşıb həyətimizi seyr edərkən insanların telefonda nəyəsə baxdıqlarının (çox güman ki, onlar da bu yuxunu izləyirdilər) şahidi oldum. Az qala gördüklərim və eşitdiklərim qarşısında dilim tutulacaqdı.
Necə ola bilər ki, yeddi milyard yeddi yüz milyon insanın hər biri eyni yuxunun dəhşətli təsirindən vahimələnərək oyanır? (Təbii ki, minlərlə insan bu yuxunun qorxusundan ölümlə üzləşir və bəlkə də öldüyünü düşündüyümüz insanlar gerçək həyata qədəm qoyacaqdılar.) TV-lərdən, radiolardan tutmuş bütün sosial şəbəkələrə qədər—hər kəs ondan danışırdı. Qorxu—yeddi milyard yeddi yüz milyon insanı dilindən, dinindən, irqindən asılı olmayaraq birləşdirmişdi.
Artıq çoxları, “Bəlkə də yaşadığımız həyat yuxuların həqiqətindən başqa bir şey deyildir? Və ya bəlkə də yuxularımız həyatın elə özüdür? Paralel aləmlər varmı? Bizim aləmimiz də sonsuz sayda paralel aləmdən sadəcə biridir?”—deyə düşünməyə başlamışdı. Hər kəs haqlı görünə bilərdi, amma heç kim həqiqəti bilmirdi. Və ya biriləri bilirdi, sadəcə heç kimə açıqlamırdı. Bəlkə də nə vaxtsa açıqlanacaqdı… TV-lərdən, sosial şəbəkələrdən “Elə yuxularımız var ki, onları reallaşdırma, Allahım. Amin.” dualarının ardı-arası kəsilmirdi. Mən də bir dəfə səsli, sonra isə ürəyimdə onlarla dəfə “Amin” deyərək göz yaşlarımı saxlaya bilmədim.
Göz yaşlarımı silməyə hazırlaşırdım ki…
Gözlərimi açıb həyəcanlı halda ətrafıma baxmağa başladım… Dərhal Facebook hesabıma daxil olub hər şeyin həmişəki kimi davam etdiyini görüb olduqca sevindim və Allaha şükür etməyi unutmadım. Sən demə, hər şey (dünyada baş verən koronavirus pandemiyası da, dünyadakı bütün insanların eyni yuxunu görməsi də) sadəcə yuxu imiş.
Bu zaman düşüncələrimdə belə bir sual yarandı: “Görəsən, əgər biz bir yuxunun içində başqa bir yuxu görürüksə, ola bilərmi ki, bizim həyatımızın özü də başqa birisinin yuxusudur? Və ya başqa bir iddia: Yuxu gördüyümüz zaman yuxumuzun içində də başqa bir yuxu görürüksə, fərqli aləmlərəmi ziyarət edirik?”
Yuxular həyatın özündə həyat,
Bəzən həyacansız, bəzən narahat.
Bir günü özünə sevdirir bizi,
Bir günsə sındırır ürəyimizi.
Habil Yaşar

“Qaranlığı” yazanın gecəsi…
Ax, o qədər yorulmuşam ki…Qələmi sındırıb, kağızı da cırmaq istəyirəm. Ax, deyəsən həqiqətən yorulmuşam, özü də lap çox. Yorulmaq nədir ki… Ondan da betər olmuşam. Usanmışam, bezmişəm, lap cana gəlmişəm.
Bir qədər köks ötürdükdən sonra:
İlahi, gör nə qədər havalanmışam ki, kompüter qarşımda dura-dura yazıq qələm-kağızı danlayıram. Axı çoxdandır kompüterlə yazdığımı da unutmuşam. Bunu bildiyim halda nədən qələm-kağızı günahlandırdım ki…Xeyr, onların zərrə qədər də günahı yoxdur. Günahkar, bəli, günahkar məhz kompüterdir. Ax səni kompüter, insan icadı olmağına baxmayaraq, deyəsən yavaş-yavaş insanı da üstələməkdəsən. Üstələ, üstələ görək axırda nə edəcəksən. Ya sonumuza çıxacaqsan, ya da sən də biz insanlar kimi, özün-özündən yorulacaqsan və günlərin birində kompüteri yaratdıqları üçün biz insanları danlayacaqsan, necə ki, biz də bəxtimizdən şikayət edib, bizi yaradanı, yəni Allahı müqəssir bilirik. Ax, qarışdırdım, hər şeyi bir-birinə o qədər dolaşdırdım ki, lap həftəbecər elədim. İndi mən yazmaq istəyərkən kompüterin nə günahı var ki…Ey qələm-kağız və ey kompüter, hər birinizdən dönə-dönə üzr istəyirəm. Günahkar, bəli, əsl günahkar elə mən özüməm. Bəli, mən günahkaram, özü də xalisindən. 1.4 kqlıq beynimi o qədər yükləmişəm ki, milyon, bəlkə də milyard kompüter ola bu yükü üzərinə götürə bilməz, error verərək fəaliyyətini dayandıra bilər. Ah, nə isə, yaman çox zəvzəklədim. Axı mən yazmalıyam. Gecənin bir aləmi (kompüterində saat 00:25 göstərir) yuxuma haram qatmağımın səbəbi yazmaq deyilmi… Elə isə yazmağı bir kənara qoyub nədən başqa şeylər haqqında düşünürəm… Nə isə, başladım yazmağa. Ya Allah.
Ya Allah demişkən, bir şey yadıma düşdü. Ah, yenə fikrimi dağıdacağam deyəsən. Hə harda qalmışdım?… Ya Allah demişkən, görəsən ateistlər yazarkən və ya hər hansı bir işə başlayarkən “Ya Allah” yerinə hansı ifadəni işlədirlər. Yəqin ki, “başladıq” deyərək başlayırlar işə. Amma… Amma nə? Yenə ağlıma bir şey gəldi. Ax mən bu cızmaqaramı nə zaman yazacağam görəsən… İllər qabaq bir ateistlə avtomobilə əyləşərkən onun “Ya Allah” deyərək sükana əyləşdiyinin özüm şahidiyəm axı. O zaman nə qədər təəccüblənmişdimsə hal-hazırda da onun təsirindən çıxa bilmirəm. Bu necə ola bilər və ya bu qədər ziddiyyət ola bilərmi? Bu dünyada hər hansı bir ateistdən “Ya Allah” sözünü eşitmək qədər qəribə nəsə ola bilərmi? Zənn etmirəm. Ax nə isə, digərlərinin nə düşünüb-düşünmədiyi nəyimə gərək. Mən öz yazımı yazmağa çalışmalıyam. Vaxt gedir, vədə gedir. Hələ istədiklərimə tam olaraq nail ola bilməmişəm. Hər saniyəmin qızıl dəyərində olduğunu bildiyim halda mümkünsüzləri mümkün etmək haqqında düşünməyimin mənə nə faydası. Onsuz dünya yaranan gündən yaxşı ya pis öz axarıyla getmirmi…Kim onu dəyişməyi bacarıb ki, mənmi onu dəyişə biləm… Əlbəttə, bu mənim başım üçün deyil. Onda nədən vaxtımın itirilməsinə yol verirəm. Ya Allah başladım.
Toparlanıb yazmağa başlayarkən:
Ax bu Nazim. Zəng etməyə vaxt tapdın da.
-Alo!
…
-Hə bildim, necəsən?
…
-Hal-hazırda yazmaqla məşğulam.
…
Yox, bu nə sözdü, xoşdu qardaş.
…
Hə, saat 5 üçün olacam “Aygün city” nin qarşısında.
…
Görüşərik, hələlik.
…
Ax, on dəqiqədir oturmuşam kompüterin qarşısında. Allahın bir cümləsini, nəinki cümləsini hətta bir sözünü də yaza bilməmişəm. Fikrim elə dağda, aranda. Üstəlik də bu zəng. Heç hənanın yeri idi. Mərdimazara lənət. Əstafurullah. Öz yaxın dostuma gör nə deyirəm da. Şeytana lənət. Hə lənət olsun şeytana. Odur mənim düşüncələrimi dolaşıq salaraq yazmağa qoymayan.
Azacıq sükutdan sonra:
Şeytan demişkən. Görəsən, o hal-hazırda məni görürmü? Hərəkətlərimi izləyə bilirmi?. Bəlkə də görməyinə görür. Yaxşı bəs, düşüncələrimi oxuya bilirmi? Ax, deyəsən dəli oluram. Əşi şeytanın məni görüb-görməməyi nəyimə lazım. Adama deyərlər ki, a bala otur yazını yaz da, sənin şeytanla nə işin. Yoxsa şeytanla alış verişin var. Beynimi vurub dağıtmaq istəyirəm, olmayan beynimi. Amma yazmaq üçün beyin lazımdır axı. Axı yazmaq mənim ən böyük ehtirasımdır. Offf…Yenə qatıb-qarışdırdım. Gah beynimi dağıtmaq istəyirəm, gah da yazmaq. Yox, yox qoy yazım. Beynimi sonra da dağıda bilərəm. Bir də ki, beynimi dağıtmaqla nə düzələcək ki… Zaman yenə su kimi axacaq, dünya da öz ətrafında həmişəki kimi fırlanacaq. Ara yerdə özümü məhv edəcəyəm. Onsuz da məhv olmuş kimiyəm. Amma indi bu müzakirələrin yeri deyil. Şeytana lənət. Yazmağa davam.
Bir qədər sükutdan sonra “Word” də ilk söz olaraq “Qaranlıqdayam” yazılmasına rəğmən…
Qaranlıq demişkən…Bir az qaranlıqdan qorxuram axı, bəlkə də bir az yox, normadan daha çox. Bəzən qışqıraraq yuxudan qan-tər içində oyanır və bəzən də yuxuyla-oyanıqlıq arasında iflic vəziyyətində qalıram. Hətta bir dəfə qapqara geyinmiş çarşablı qadın gecədən səhərə kimi qapının yanında dayanaraq düz gözlərimin içinə baxırdı. Qorxudan hərəkət etmək bir yana, heç səsimi də çıxara bilmədim ki, evdəkilər eşidərək məni bu gorbagordan xilas etsinlər. Çünki, işıqlar yandırılsa çox güman ki, bu zibildən qurtula bilərdim. Bu qarabasmalar məndən nə istəyir axı…Araşdırmalara görə, qarabasmalardan daha çox stress keçirən insanlar əziyyət çəkir. O ki, qaldı, mənim kimi biri ola.
Bir neçə saniyə keçmiş:
-Eşitdiyimə görə cinlər gecələr daha fəal olurlar, xüsusən də 2-4 arası. Gecələr yatarkən ayaqlarımı yorğandan çölə çıxara bilmirəm, daha çox da evdə tək olduğum zamanlar. Hətta, bəzən bütün otaqların işığını yandırıb yatmağa çalışsam da qara fikirləri beynimdən çıxara bilmirəm. Elə bilirəm, cin və ya kabus, xülasə siz nə düşünürsünüz düşünün, hər hansı bir şey bu dəqiqə ayaqlarımdan tutub məni evboyu sürüyəcək-sürüyəcək, axırda da məni götürüb doqquzuncu mərtəbədən yerə vıyıldadacaq. Hər şey bununla bitsə mənim üçün daha da rahat olardı. Çünki, daha dəhşətli şeylərə beynim ssenarilər qurur. Özü də daha betərindən. Cin və ya kabus, və bəlkə də hər hansı bir bədniyyətli ruh, məni saçımdan sürükləyərək hamama gətirib ayağa qaldıraraq başımı güzgüyə çırpır. Güzgünün sınması cəhənnəm, üzüm-gözüm qan içində və azacıq sonra başımı vannanın içinə salmağa başlayır. Vanna ağzına kimi qan içində. Boğsaydı öldürüb canımı qurtarardı və mənə yaxşılıq etmiş olardı. Amma nə boğmaq. O hələ bu mənzərəni daha da dramatikləşdirərək zövq almaq niyyətindədir. Sonra məni hamamdan çıxarıb tualetə apararaq başımı unitaza soxmaqdadır. Murdar sudan bir xeyli mənə içizdirərək başımı bir neçə dəfə divara çırpmaqdadır. Divarlara sıçramış qan qorxu filmlərindəki əcaib səhnələri xatırlatmaqdadır. Sanki, divarlarda qanla “ölüm” yazılmaqdadır. Səsi qonşular eşidə bilərdi, amma tərslikdən ən yaxın qonşular bir neçə gün öncə evdən getmişdilər. Sanki, olacaqlardan xəbərdar imişcəsinə. Bəs niyə mənə deməmişdilər? Ax sizi xainlər. Düşünmək qabiliyyətimin tamamilə itməməsindən bir anlıq haqsız yerə qonşuların günahını yumağımdan utandım. Axı onlar olacaqları haradan biləydilər və ya bilib nə edə biləcəkdilər ki…Kim bu ifritlə mübarizə aparmağa özündə güc tapa bilərdi… Əlbəttə, heç kim. Nə isə, harada qalmışdım. Bəlkə heç ardını davam etməyim və bəlkə davam edim. İki od arasında qalmışam vallah. Axı mən yazı yazmalıyam. Bu nə qaranlıq düşüncələrdir yenidən yaxaladı məni. Yox heç nəyə baxmayaraq davam edəcəyəm. Hə burda qalmışdım axı. Murdar sudan bir xeyli mənə içizdirərək başımı bir neçə dəfə divara çırpdıqdan sonra məni sürüyərək mətbəxə aparıb başımı yanmaqda olan qazın üzərinə yaxınlaşdırdı. Dərim əriyərək ətrafa süzülməkdə idi. Amma son nəfəsimi verməyənə kimi bu əzabları yaşamalı, baş verənləri müşahidə etməli idim. Çünki, Əzrayıl adlandırdığımız ölüm mələyi hələ gəlib çıxmamışdı. Deyəsən onun da bu mənzərəyə tamaşa etməkdən xoşu gəlirdi, özü də adını mələk qoyub. Həm də onu niyə qınayım ki, zatən adı üstündə “ölüm mələyi” deyilmi? Bu mənzərəyə şahid olan bir Əzrayıl olacaqdı. Yox unutdum, əstafurullah, bir də ki, Allah. Ax Allah, bu bəlanı sən mənə necə qıydın? Offffff deyəsən dindən-imandan çıxıram. Yavaş-yavaş mürtədə çevrilirəm. Allah bağışla məni! Bağışla məni Allah! Məni bağışla ki, mən də səni bağışlayım. Çəkdiyim bu əzabları taleyimə sən yazmamısanmı? Cinləri, şeytanları, ruhları, kabusları sən yaratmamısanmı? Yaratdıqlarından daha çox səndən inciyirəm Allah. Offff, gör mən nələr danışıram, nələr düşünürəm Allah. Xətasız qul olmaz. Allah bağışla məni! Bağışla məni Allah! İllər öncə yazdığım bir şeirdən bu misralar indi necə də yerinə düşür:
Nədir bu qaranlıq? nədir bu zülmət?
Varmı bu dəhşətin sonu ilahi?
Canı sən vermisən, sənə əmanət,
Qoru qaranlıqdan onu ilahi!
Ax, qaranlığı yazmaqdaykən haradan gəldi beynimə bu yarı sərsəm, yarı həqiqətin özü olan fikirlər. Bəlkə heç bu haqda yazmayım. Başqa maraqlı bir mövzu daha gözəl olmazmı… Yox. Elə əsas qorxduğum şeylərdən yazmaq arzusunda deyildimmi…Bu yaxşı mövzu ola bilər. Elə isə mövzunu əsla dəyişməyim.
Kompüterin enerjisi də bitmək üzrədir. 3 faiz qalıb. Görəsən adaptrı hara qoymuşam. Ax, bayaqdan hər şeyi fikirləşirəm, xəyallarımla kainatı fəth edirəm amma gözümün qarşısındakı adaptrı görməyəcək qədər kor olduğumundan xəbərsizəm.
Adaptr sayğaca qoşulduqdan bir az sonra “facebooka” ismarıc gəlir:
-“Qardaş hələ yatmamısan? Saat dördə işləyir”
-Bir buna deyən lazımdır ki, a zalım balası bəs özün neyçün yatmamısan…Deyən lazımdır deyəndə ki, niyə də özüm yazmayım ki…
O, da eyni sualla ismarıc yazaraq göndərir. Unutmayaq ki, o yazanda da, yazmayanda da həmişə facebook səhifəsi “online” olur.
-Nə isə yenə də mərdimazara…Bir az fikirləşdikdən sonra:
Dörd saatdan çoxdur ki, sadəcə bir söz yazmışam-“Qaranlıqdayam”. Belə getsə deyəsən heç nə yaza bilməyəcəyəm. Səhər açılmamış soruşacaqlar ki, nə oldu bir şey yaza bildin? “Hə” desəm onsuz da oxumayacaqlar. “Yox” desəm bəs niyə gecədən səhərə kimi dəli kimi otururdun? Heç olmasa başqa bir iş görəydin”-deyəcəklər. Daha nə bilsinlər yazmağın necə mürəkkəb bir proses olduğunu. Bir cümləni yazmaq üçün bir gecənin nə qədər qısa və bəlkə də, məsələn, bir romanı yazmağın bir ömrü yaşamaqdan daha çətin olduğunu, hardan bilsinlər. Onsuz da bilməyəcəklər. Bilməyəcəkləri, anlamayacaqları bir şeyi sübut etməyə çalışmağın nə faydası. Bohemada¹ yaşamağı o qədər arzulamışam ki…Şairlərin, rəssamların ümumiyyətlə sənət adamlarının məskunlaşdığı bir məkanda yaşamaq. Onlar da səni anlamasa o zaman kimlər anlayacaq ki… Bəlkə də ətrafımda məni anlayacaq biriləri vardır, amma o birilərini kəşf etmək üçün bəlkə də bir ömür kifayət etməyə bilər. Bu səbəbdəndir ki, Bohema arzularım arzu olaraq qalmaqdadır. Çox təəssüf… Amma saatlar gəlib keçməkdədir. Qarışıq düşüncələrin əlindən “Qaranlıqdayam” sözündən başqa heç nə yazılmamaqdadır. Amma nəzərə alsaq ki, bir tək “qaranlıqdayam” sözünün özü belə böyük bir məna kəsb edir. O zaman heç nə yaza bilməmişəm sözünün özü belə haqsızlıq sayılmazmı. Doğru olmağına doğrudur. Amma söhbət hansı qaranlıqdan gedir onu oxuculara əsaslandırmalı, bir səhifə də olsun nəsə bir şey yazmalıyam. Əks halda, “qaranlıqdayam” sözü nəinki oxuculara, hətta özümə belə həmişə qaranlıqda qalacaq. Bu qaranlığı yarmaq üçün kiçik bir hekayə belə yetər. Kiçik şeylərin çox zaman böyük iztirablardan doğduğunun fərqindəsinizmi?
Düşüncələrlə keçən bir saatdan sonra bayırdan sübh azanı eşidilməkdədir. O, da:
-Bəli, Allah böyükdür. Bizim dərk edə bilməyəcəyimiz qədər böyük. Elə isə nədən ikinci cümləni “Allah böyükdür” olaraq yazmayım. Bundan gözəl söz varmı…O zaman bu sözü mütləq yazmalıyam. Bax bu da iki cümlə…”Qaranlıqdayam. Allah böyükdür”. Bəs növbəti cümlə necə yazılmalıdır? Ah mən necə də səfehəm. Səfehin ta yekəsiyəm. Bax bu da növbəti, üçüncü cümlə: “Qaranlıqdan Allahın böyüklüyünə sığınıram”. Və beləcə “Qaranlıqdan Allaha sığınanlar” adlı altı səhifəlik bir hekayə günəş doğmaqda olarkən tamamlanmış oldu.
Habil Yaşar

Evet… Sanırım öldüm.
Ailemle birlikte akrabalar, arkadaşlar ve tanıdıklar da avlumuzdaki merasim evinde toplanıp yedi törenimi kutluyorlar. Bu toplantıya katılamadığım için çok üzgünüm. Belki hayatta olsaydım beni asla bu kadar hatırlamayacaklardı. Sevdiklerini öldükten sonra aramak kesinlikle çok geç. Gözyaşlarının benim için önemi yok. Ebeveynlerimin gözyaşlarını bile görmezden geliyorum. Çünkü ben ağırlıksızlık ve renksizlik içinde yaşayan, maddi dünyadan tamamen kopmuş, dünyanın tüm çirkinliklerinden uzak bir ruhum.
Bütün bunlar benim için oldukça uygun. Uygun çünkü artık tamamen özgürüm. Özgürüm çünkü artık ailevi kaygıları ya da işle ilgili sorunları düşünmüyorum. Artık o “önemli bir şey” dışında hiçbir şeyle ilgilenmiyorum. O geçici dünyadayken her an beni takip eden, bastırılamaz bir tutkuyla içimi yakan, o önemli şeyin adı yazmaktı.
Evet, yazmak, içimi boşaltmak… Elimden geldiğince içimdeki titremeleri, acıları dışarıya püskürtmek. Yazmak ruh hali ile ilgili olduğu için benim bozulmayan tek yeteneğimdi. Yalanlarla dolu bir dünyadan bana kalan tek şey oydu. Geri kalan her şey toprağa karışıyor ve yavaş yavaş çürümeye başlıyor.
Yedi gündür korkunç bir manzaraya tanık oluyorum. Böcekler ve solucanlar etimi yemekle meşgul. Onları da suçlamıyorum. Sonuçta onlar da canlıdır. Ayrıca yaşamak için insan eti de olsa bir şeyler yemeleri gerekiyor. Ancak bir tek ruhumdaki, doğamdaki bu nimet bana eşlik ediyor, sonsuza kadar benimle yaşayacak. Ey en sadık dostum, sen olmasaydın ruhumun anlamı ne olurdu…
Neyse, amacım yasımı ve ölümümü tarif etmek değil, ruhumun ölümden sonraki hâlini anlatmak. Yukarıda yazma tutkumun gücünden bahsetmiştim. Şimdi de ölümümün yedinci gününde ruhumun başına gelenlerden bahsetmek istiyorum.
Ruhum, ilk başta merasim evini dolaşıp, yaşayanların bensizliğini gözlemlemek istedi. Elbette kimse beni görmedi ve bilemedi çünkü ben orada değildim. Ben de orada değildim demek doğru değil ama onlar yüzünden orada değildim demek daha doğru olur.
Meclisteki insanların benim hakkımda söylediklerini dinlemeye başladım. Hakkımda iyi konuşanların yanı sıra kötü konuşanlar da oldu. Komşumuz Ali Amca, diğer tanıdıklarına:
“Rahmetli genç gitti, çok iyi bir insandı. Kimseye zarar vermez, kimsenin dedikodusunu yapmazdı. Kötülüğe iyilikle karşılık verirdi. Çok mütevazı idi, utangaçlığı bir yana.”
Bu sözleri duyan ruhum büyük bir tatmin duydu ve Ali Amca’ya sonsuz şükranlarını sundu. Ama ne yazık ki onları duymuyordu çünkü bu, Yaratıcı’nın sadece kendisinin bildiği bir sırdı ve kimseye, sevgili arkadaşı peygambere bile söylememişti.
Meclis devam ettikçe sohbet konusu yavaş yavaş değişiyordu. Herkes kendi sorunlarından, işleri ve güçlerinden bahsetmeye başlamıştı. Başta oturan molla da konuşuyordu. Çoğu zaman konuşmasını dinlemediler bile. Herkes kendi hâlindeydi.
On dakikadan kısa bir süre içinde tören evinden ayrılıp önceki geçici evime gitmek istedim. Yedi gün önce cesedimi alıp son durağa uğurladıkları evden. Aslında beni değil, bana ait olmayan bedenimi almışlardı; ruhum kendi yerindeydi.
Annem ve babam ağlarken ben bunun günah olduğunu düşünüyordum. Eğer çığlık atabilseydim, “Susun!” derdim. Evimizin kapısının hemen yanına vardığımda çığlıkların sesinden kulağımı demiyorum çünkü bedenim artık orada değildi, ama ruhum titriyordu.
Biricik çocuğunu kaybeden annem gökyüzüne sığmıyordu. Açıkçası en çok anneme üzüldüm. Onun için iki şekilde üzüldüm. Birincisi, ayrılıktan yandığı için. İkincisi ise benim şimdiki dünyamdaki mutluluğumdan habersiz olduğu için. Anneme, “Bu dünyada ne kadar mutluyum,” demek istedim ama çabalarım sonuçsuz kalacaktı. Sonuçta ben sadece bir ruhum. Dili ve ağzı olmayan ama zamansız ve mekânsız bir ruh…
O ruh ki insanı insan yapan gizemli bir varlıktır.
Yavaş yavaş koridordan mutfağa doğru yürürken ruhum bilgisayarımı gördü. Kullanmayı sevdiğim ve değer verdiğim o fiziksel cihazı. Yıllarca onun karşısında oturarak o kadar çok şey yazdım ki… Bilgisayarı açıp düşüncelerimi oraya yazmak istedim.
Sonra bunun imkânsız olacağını düşündüm ama tüm enerjimle imkânsızı mümkün kılabileceğimi de unutmadım. Tam o sırada evdekilerin aşağı ineceğini duydum. Bir fırsatım vardı ve eğer bu fırsatı değerlendiremezsem suçlanacak kişi ben olurdum.
Çok geçmeden ev tamamen boşaldı ve ben ruhumla baş başa kaldım. Bilgisayarı açmak için tüm enerjimi topladım. Birçok denemem başarısızlıkla sonuçlansa da asla geri adım atmadım. Sonunda hayalim gerçek oldu, dileğimi gerçekleştirdim.
Mutluluğumu doyasıya tattım. Sonuçta düşüncelerim ve şu anki dünyamda gözlemlediklerim kaybolmayacak, yayınlanıp okunacaktı. Yani bir yazar olarak “yaşayanlara” yazma yeteneğimi hâlâ kaybetmediğimi kanıtlayacaktım.
“Word” programını açtıktan sonra ilk işim düşüncelerimi toplamak oldu ve kısa sürede bunları yazmayı başardım. Yazdıklarım “Bir Ruhun Yazdıkları” adı altında dünyaya yayılacak. Belki milyonların ilgisini çeker ve bilimde yeni bir çağın başlangıcına vesile olur.
Ben ruhum.
Yedi gün önce ölen genç bir yazarın ruhu… Size göre ölmüşüm, ama bana gelince, ben sonsuza dek dirilmişim. Sizden bana geriye hiçbir şey kalmadı ve benden size geriye kalanlar ise ölümlüdür.
Size göre bensizlik ölüm kadar acıdır ama bana göre ölümün hiçbir acısı yoktur. Nasıl değiştiğimi görüyorsunuz. Ne annem, ne babam, ne de her gün saçlarını kıvırdığım tek sevgilim beni ölüm kadar kimse değiştiremezdi. Ne de bana tüm bunları veren hayat…
Hayattaki tüm sevinçler, üzüntüler, sorunlar, düşünceler… Hiçbir şey… Ben sizin dünyanızdakinden milyon kat daha samimiyim.
Bütün bunları sırf haberiniz olsun diye başlattım. Biliniz ki, sizin dünyanızda hiçbir şey ölüm kadar etkili değildir ve hiçbir şey benim şimdiki dünyam kadar da güzel değildir.
Ruhumun varlığını şimdi daha çok hissedebiliyorum. Şimdi hissedebiliyorum gerçeğin varlığını. Herkes ruhuna bağlı ama benden önceki dünyada hiç kimse bu bağı tam olarak deneyimleyemiyor. Milyonda bir yaşayabilir dersem belki yine de azdır. Er ya da geç hepiniz ruhun ne anlama geldiğini anlayacaksınız.
Ben sadece biraz bilgi vermek adına elimden geleni yazıyorum. Yazamadığım daha çok şey var. Zaman çok kısadır; sizlerin evde olmadığınız zamanı söylüyorum. Sık sık evdesiniz ve ben de her zaman yazamayacağım. Size ne düşündüğümü söyleyemeyeceğim. Bana verilen bu kısa süreyi en iyi şekilde değerlendirmeye çalışıyorum. Ne yazsam ganimettir.
Ben sizin dünyanızda bir an bile tam anlamıyla mutlu olamadım. Maskeli insanların, kaybolan değerlerin, ölü vicdanların, yapay gülümsemelerin arasında nasıl mutlu olabilirdim ki? İnternette ve televizyonda her gün duyduğum suç ve savaş haberleri beni nasıl mutlu edebilirdi? Ya da mutlu olmaya hakkım var mıydı benim?
Hayır, elbette değil. Mutluluğunu başkalarının mutsuzluğuna dayandıranların mutluluğunun vicdanları kadar olduğunu düşünüyorum.
Beni, beni, beni… Size bu “beni”lerin çoğunu anlatabilirim. Sonuçta bu “beni”ler tek bir noktada yoğunlaşıyor. Mutluluğunu inkâr edenlerin de toplandığı yerdir burası.
Sizler benim için üzülüyorsunuz, onun genç yaşta öldüğünü söylüyorsunuz. Aslında tam tersi, sorun ben değilim, sizsiniz. O sizler ki mutluluğu bulmak için koşuştunuz, koşuşturuyorsunuz ve koşuşturacaksınız. Ama ne kadar ararsanız araştırın, bulamazsınız. Çünkü gerçek mutluluğun yeri, yapay mutluluklarla kendinizi kandırıp etinizi yediğiniz o dünya değildir ve olmayacaktır da.
Sizlerse her an sizden uzaklaşan dünyaya giderek daha fazla bağlanıyorsunuz. Bir oyun gibidir dünya hayatı ama benim dünyamda her şey doğal ve harikadır.
Belki itiraflarıma şüpheyle yaklaşacaksınız. Ama tüm samimiyetimle bir kez daha belirtmek isterim ki, sizin dünyanıza bir daha asla dönmek istemeyeceğim. Çünkü bu saydıklarımı yeniden yaşamak kendime en büyük hakaret olurdu.
Nasıl düşünürsünüz, düşünün. Ben bir ruhum. Ruhlar yalan söylemez ya da ruhlar delirmez. Zaten hiçbir zaman deli olmadım… Ne sizin dünyanızda, ne de bu dünyada…
Nihayet ey o dünyanın geçici insanları… Hepinize sesleniyorum. Yazdıklarımı sonuna kadar okuyun ve benim için endişelenmeyin. Tam tersine, ruhunuzu kaybetmemeniz için ben sizler için oldukça endişeliyim. Eğer ruhunuzun geri kalanını da kaybederseniz tamamen yok olursunuz.
Yazma tutkumun sonsuza kadar benimle olacağını düşünmek beni daha da mutlu ediyor. Çünkü ruhumun varlığı yazmamın da varlığı demektir. Bütün bunları ruhuma borçluyum ve ben bir ruh yazarıyım.
Spiritüel bir yazar olarak da yazmaya devam edeceğim. Evde olmadığınızda ben bilgisayarımı açıp yazacağım, siz de yazılarımı bu isimle okuyup web sitelerinde ve sosyal ağlarda paylaşacaksınız: “Bir Ruhun Yazdıkları.”
Habil Yaşar
Hə… deyəsən mən ölmüşəm axı. Ailəmlə yanaşı qohumlar, dostlar, tanışlar yığışıb həyətimizdəki xeyir-şər evində yeddi mərasimimi keçirirlər. Bu məclisdə iştirak edə bilmədiyim üçün çox təəssüf edirəm. Bəlkə də sağ olsaydım məni heç zaman bu qədər yada salmaz, xatırlamazdılar. Yaxınlarını ölümündən sonra axtarmaq şübhəsiz ki, çox gecdir. Göz yaşlarının mənim üçün heç bir əhəmiyyəti yoxdur. Hətta valideynlərimin göz yaşlarına belə etinasızam. Çünki maddiyyatdan tamamilə ayrılaraq dünyanın bütün eybəcərliklərindən uzaqlaşmış, çəkisizlikdə, rəngsizlikdə yaşayan bir ruham. Bütün bunlar mənim üçün olduqca əlverişlidir. Ona görə əlverişlidir ki, indi mən tamamilə sərbəstəm. Ona görə sərbəstəm ki, daha nə ailə qayğıları, nə iş problemləri düşünürəm. Daha məni o mühüm olan bir şeydən savayı heç nə maraqlandırmır. Mühüm olan o bir şeyin adı hələ o müvəqqəti dünyada olarkən hər an məni izləyən, sönməz bir ehtirasla qəlbimi alovlandıran yazmaqdı. Hə yazmaq, daxilimi boşaltmaq. Bacara bildiyim qədər içimdəki sarsıntıları, acıları çölə püskürtmək. Yazmaq ruh halı ilə bağlı olduğu üçün çürüməyən yeganə nemətimdi. Yalan dolu dünyadan mənə qalan yalnız və yalnız o oldu, digər hər şeyim torpağa qarışıb, yavaş-yavaş çürüməyə başlayır. Artıq yeddi gündür müdhiş bir mənzərəyə şahid olmaqdayam. Ətimi böcəklər, qurdlar yeməklə məşğuldur. Onları da qınamıram. Axı onlar da canlıdır. Onlar da yaşamaq üçün nələri isə yeməlidirlər, insan əti olmağına rəğmən. Ancaq bir tək ruhumdakı, fitrətimdəki bu nemət mənimlə yoldaşlıq edir, o əbədi olaraq mənimlə yaşayacaqdır. Ey mənim ən vəfalı dostum, sənsizlikdə ruhum nə məna kəsb edərdi ki…
Nə isə, məqsədim yasım və ölümümü təsvir etmək yox, ruhumun ölümdən sonrakı halı ilə bağlıdır. Yuxarıda yazmaq ehtirasımın gücündən dedim, indi də ölümümün yeddisi günü ruhumun başına gələnlərindən danışmaq istəyirəm.
İlk olaraq ruhum xeyir-şər məclisini dolaşıb dirilərin mənsizliyini müşahidə etmək istədi. Təbii ki, heç kəs məni görmürdü, görə də bilməzdi axı mən var ola-ola yoxdum, yoxdum deyəndə də düz çıxmır vardım, amma onlara görə yoxdum desəm daha yerinə düşər. Məclisdəkilərin haqqımda nə danışdıqlarını dinləməyə başladım. Haqqımda yaxşı danışanlarla yanaşı pis danışanlar da oldu. Qonşumuz Əli dayı digər tanışlara: “Rəhmətlik cavan getdi, olduqca yaxşı insan idi. Heç kəsə pislik etməz, bir kimsədən də qeybət etməzdi. Pisliyə qarşılıq yaxşılıqla cavab verərdi. Qədərindən artıq sadə idi, hələ utancaqlığını demirəm”. Bu sözləri eşidən ruhum böyük bir məmnunluq hissi duyaraq Əli dayıya sonsuz minnətdarlığını bildirdi, amma təəssüf ki, o bunları eşitməyəcəkdi, çünki bu yaradanın yalnız özünün biləcəyi bir sirr olduğundan kimsəyə bildirməmişdi, hətta öz sevgili dostu peyğəmbərinə də. Məclis davam etdikcə yavaş-yavaş söhbətlərin mövzusu da dəyişirdi. Hərə öz dərdindən, işindən-gücündən danışmağa başlamışdı. Başda əyləşən molla da elə hey danışırdı. Çox zaman danışığını dinləmirdilər də. Hərə öz hayında idi. Heç on dəqidə olmazdı ki, mərasim evindən çıxıb öz əvvəlki müvəqqəti evimə getmək istədim. O evdən ki, yeddi gün öncə cənazəmi götürmüşdülər və məni son mənzilə yola salmışdılar. Əslində məni yox, mənə aid olmayan cismimi götürmüşdülər, ruhum öz yerində idi. Anam-atam ağlayarkən, mənsə bunun günah olduğunu düşünürdüm. Qışqıra bilsəydim susun deyərdim. Evimizə qapının düz yanına çatanda ağlaş səslərindən qulağımı demirəm, axı artıq cismim yox idi, ruhum titrədi. Bir balasını itirən anam yerə-göyə sığmırdı. Düzü ən çox anama acıdım. İki mənada acıdım ona. Birincisi ayrılıqdan yandığı üçün. İkincisi mənim indiki dünyada xoşbəxtliyimdən xəbərsiz olduğu üçün. “Mən indiki dünyada necə də xoşbəxtəm” demək istədim anama, ancaq nə fayda səylərim nəticəsiz qalacaqdı. Axı mən sadəcə ruhdum. Dili, ağızı olmayan, fəqət zamansızlığa, məkansızlığa malik olan bir ruh. O ruh ki, insanı insan edən sirli bir varlıq. Yavaş-yavaş dəhlizdən keçib mətbəxə daxil olarkən ruhum bilgisayarımı gördü. Sevə-sevə işlətdiyim, əzizlədiyim o cismani cihazı. İllərlə onun qarşısında əyləşib o qədər şeylər yazmışdım ki… Bilgisayarı açıb ora öz düşüncələrimi yazmaq istədim. Sonra bunun mümkünsüz olacağını düşündüm, amma bütün enerjimi yığıb mümkünsüzü mümkün edə biləcəyimi də unutmadım. Elə bu dəmdə evdəkilərin aşağı düşəcəklərini eşitdim. Əlimə fürsət düşmüşdü və bu fürsəti dəyərləndirə bilməsəm o zaman günahkar özüm olacaqdım. Az sonra ev dirilərdən tamamilə boşaldı və mən ruhumla tək qaldım. Bilgisayarı açmaq üçün bütün enerjimi topladım. Bir çox cəhdlərim uğursuzluqla nəticələnsə də əsla geri addım atmadım. Nəhayət xəyalım gerçəkləşmiş, istəyimə nail olmuşdum. Xoşbəxtliyimin dadını doya-doya çıxardım. Axı düşüncələrim, həmçinin mənim hal-hazırdakı dünyamda müşahidə etdiklərim itməyərək gün işığına çıxacaq, oxunacaqdı. Demək bir yazar olaraq hələ də yazmaq qabiliyyətimi itirmədiyimi “dirilərə” sübut edəcəkdim. ”Word” proqramını açdıqdan sonra ilk işim düşüncələrimi toparlamaq oldu və az bir zaman ərzində onları yazmağa nail oldum. Yazdıqlarım “Bir ruhun yazdıqları” adı altında dünyaya yayılacaq, bəlkə də milyonların marağına səbəb olacaq, elmdə yeni bir dönəmin başlanğıcına gətirib çıxaracaqdı.
…
Mən ruham. Yeddi gün öncə dünyasını dəyişmiş gənc yazarın ruhu. Sizə görə ölmüşəm, mənə görə isə mən əbədi olaraq dirilmişəm. Sizdən mənə heç nə qalmadı, məndən sizə qalacaqlar da fanidir. Sizə görə mənsizlik ölüm qədər acıdır, mənə görə isə ölümün heç bir acılığı yoxdur. Görürsünüz mən necə də dəyişmişəm. Məni heç kim nə anam, nə atam, nə də hər gün saçlarını tumarladığım biricik sevgilim ölümün bacardığı qədər dəyişə bilməzdi. Nə də bütün bunları mənə bəxş eləyən həyat. Həyatdakı bütün sevinclər, kədərlər, problemlər, düşüncələr. Heç nə. Mən sizin dünyanızda olduğundan milyon dəfə daha səmimiyəm. Bütün bunları belə başladım ki, biləsiniz. Biləsiniz ki, sizin dünyanızda heç nə ölüm qədər təsirli deyil və indiki dünyam qədər də gözəl deyil. Ruhumun varlığını daha çox indi duya bilirəm. İndi hiss edə bilirəm həqiqətin varlığını. Hər kəs ruhuna bağlıdır, amma heç kəs bu bağlılığı mənim öncəki dünyamda tam yaşaya bilmir. Milyonda birini yaşaya bilir desəm bəlkə yenə də azdır. Gec-tez hamınız anlayacaqsınız ruhun nə demək olduğunu. Mən sadəcə azacıq məlumat vermək üçün yazıram yaza bildiklərimi. Yaza bilmədiklərim daha çoxdur. Çünki zaman azdır, sizlərin evdə olmadığı zamanı deyirəm. Siz evdə çox olursunuz və mən də həmişə yaza bilməyəcəm. Düşündüklərimi də sizə çatdıra biıməyəcəm. Mənə verilən bu az zaman icazəsini dəyərləndirə bilmək üçün çalışıram. Hər nə yazacağamsa qənimətdir. Mən sizin dünyanızda bir an belə tamamilə xoşbəxt ola bilmədim. Maskalanmış insanlar, itirilmiş dəyərlər, ölmüş vicdanlar, süni təbəssümlər arasında necə xoşbəxt ola bilərdim axı? Hər gün internetdən, televiziyadan eşitdiyim cinayət və müharibə xəbərləri, necə xoşbəxt edə bilərdi məni və ya xoşbəxt olmağa haqqım vardımı mənim? Yox, əlbəttə ki, yox. Xoşbəxtliyini başqalarının bədbəxtliyi üzərində quranların xoşbəxtliyi də vicdanları qədərdir düşünürəm. Məni, məni, məni çoxlu deyə bilərəm sizə bu mənilərdən. Sonda bu “məni”lər bir nöqtədə cəmlənir. O da xoşbəxtliyini rədd eləyən adamların cəmləşdiyi məkandır. Sizlər mənə acıyırsınız, cavan öldü deyirsiniz. Əslində hər şey əksinədir, acınılası mən deyiləm, sizsiniz. O sizlər ki, xoşbəxtliyi tapmaq üçün çapalayırdınız, çapalayırsınız və çapalayacaqsınız. Ancaq hər nə qədər çapalasanız da tapa bilməyəsəksiniz. Çünki həqiqi xoşbəxtliyin məkanı süni xoşbəxtliklərlə başınızı aldatdığınız, ətinizi yediyiniz o dünya deyil, olmayacaq da. Sizlərsə hər gün sizdən hər an uzaqlaşmaqda olan dünyaya daha da bağlanırsınız. Oyun kimidir dünya həyatı, mənim dünyamda isə hər şey təbii və ecazkardır. Bəlkə də etiraflarıma şübhəylə yanaşacaqsınız. Amma bütün səmimiyyətimlə bir daha nəzərinizə çatdırmaq istəyirəm ki, mən sizin dünyanıza əsla qayıtmaq istəməzdim. Çünki sadaladıqlarımı yenidən yaşamaq özümə qarşı ən böyük təhqir olardı. Necə düşünürsünüz düşünün, mən ruham. Ruhlar yalan söyləməz və ya ruhun dəlisi olmaz. Mən heç zaman dəli olmadım zatən… Nə sizin dünyanızda, nə bu dünyada…
Sonda ey o dünyanın müvəqqəti adamları. Hamınıza səslənirəm. Yazdıqlarımı sona kimi oxuyun və məndən nigaran qalmayın. Əksinə mən sizlərdən ruhunuzu itirməyəsiniz deyə olduqca nigaranam. Əgər olan-qalan ruhunuzu da itirsəniz o zaman tamamilə məhv olacaqsınız. Yazmaq ehtirasımın sonsuza qədər mənimlə var olacağını düşünmək daha da sevindirir məni. Çünki ruhumun varlığı, yazmağımın da varlığı deməkdir. Bütün bunlara görə ruhuma borcluyam və mən ruh bir yazaram. Ruh bir yazar olaraq da yazmağa davam edəcəyəm. Siz evdə olmayan müddətlərdə bilgisayarımı açıb yazacağam və siz də oxuyaraq yazılarımı internet saytları, sosial şəbəkələrdə bu adla paylaşacaqsınız. “Bir ruhun yazdıqları”.
Habil Yaşar

Sekiz ya da dokuz yaşındaydım. Sıradan bir yaz gecesiydi ve her şey o gecenin sessizliğinde başlamıştı. Yatağıma girdikten birkaç dakika sonra, nedeni her zaman gizemli kalacak olan sesler duymaya başladım. Ve ne sesler… Kimsenin bir kez bile duymak istemeyeceği korkunç sesler…
Korkuma dayanamayıp babama sordum:
Bu sesler nedir baba?
Oğlum, ne sesi?
Duymuyor musun baba?
Yok oğlum.
Ben duyabiliyorum. Ayrıca oldukça korkunç sesler…
Örneğin ne? Hangi sesleri, oğlum?
“Yanıyorum yardım edin”, “Allah’ım bizi affet”, “Öldüm Allah’ım”,
“Offff bu düştüğümüz bela ne” ve yüzlerce farklı ses, bağırış, çığlık…
Babam ses duymadığını ısrarla söyleyince heyecanım daha da artıyordu…
Oğlum, ses falan yok, diyerek babam birkaç dakika saçlarımı kıvırıp beni uyutmaya çalışıyordu.
Ne kadar sağa sola vurursam vurayım, sesler giderek yükseliyordu…
Sesleri duyduğum ilk gün ne kadar şaşırsam da kendimi teselli edip her şeyin geçeceğini düşündüm, uykuya daldım. Ama ertesi gün yanıldığımı anladım, duyduklarım iki katına çıktı…
Anne, sen de duyuyor musun?
Ne, oğlum?
Ehhh, sahiden bir şey duymuyor musun?
Senden başka ne duymam gerekiyor ki?
Babama anlattıklarımı anneme de anlatmış, o da aynı tepkiyi vermiş ve narin parmaklarıyla beni okşayarak uyutmaya çalışmıştı…
Zorlukla uykuya dalıncaya kadar sesleri duymaya devam ettim…
İki gündür o korkunç sesleri duyuyordum ve bu şekilde beş-altı gün daha sürecekti. Ve her şey başladığı gibi aniden bitmişti…
Aradan otuz iki yıl geçmesine rağmen o seslerin ne olduğu, nereden geldiği hâlâ beni düşündürüyor ve muhtemelen mezara kadar da düşündürecek… Yaşadıklarımı birçok kişiye anlatsam da bir türlü sağlam bir cevap alamamak beni daha da üzüyor… Allah’tan başka kimsenin bilemeyeceği, milyarda birinin başına gelecek, belki de benden başka kimseye nasip olmayacak bir şeyle karşılaştım… (Kendimi başkalarından ayırmak gibi bir amacım yok, üstünlük söz konusu bile değil. Amacım sadece yaşadıklarımı yazmak, sizlerle paylaşmak ve sizden tavsiye almak…)
Acaba o sesler neydi?
Bir amaç için sadece benim kulağıma teknik bir alet mi doğrultmuşlardı? Bir deneye mi dönüşmüştüm? Reşit olmayan birinden ne isteyebilirler ki… Kim bilir, belki de istedikleri bir şey olmuştur ve amacına ulaştıktan birkaç gün sonra yakamdan vazgeçmişlerdir…
İhtimallerimin arasında gökyüzünün kapılarının bana açılması ve cehennem ehlinin çığlıklarının bana duyurulması da vardı. Çocuk olmama rağmen ilahi bir güç tarafından uyarıldığımı düşünüyorum… Hayatınızı doğru yaşayın ki, orada acı çekmeyiniz uyarısını… Ve en önemlisi insanları bu gerçeklerden haberdar edin. Kendi ebeveynlerim bile bana bu seslerin sadece tesadüf olduğunu, hiçbir şey olmadığını söylerken, bana kim inanır ki?
“Allah onların kalplerini ve kulaklarını mühürlemiştir, gözlerinde de perde vardır ve büyük azap onlar içindir.”
Bakara Suresi / Ayet 7
Ama bir gerçek var ki, duyduklarım gerçekti… Bunu inkâr etmek, güneşin varlığını inkâr etmek kadar kör olmayı gerektirir… Ve Allah şahittir ki, gerçekleri yaymaktan bir adım bile geri durmadım ve asla geri adım atmayacağım da…
Benim hakikatim birçoklarının cennetini cehenneme, birçoklarının cehennemini de cennete çevirecek…
Habil Yaşar
SƏSLƏRSəkkiz-doqquz yaşlarındaydım. Sıradan bir yay gecəsiydi və hər şey o gecənin səssizliyində başlamışdı. Yatağıma daxil olduqdan bir neçə dəqiqə sonra, baş vermə səbəbinin hər zaman sirli qalacağı səslər eşitməyə başlamışdım. Həm də necə səslər…Heç kəsin bircə dəfə də eşitmək istəməyəcəyi müdhiş səslər…
Qorxudan tab gətirə bilməyib atamdan soruşmuşdum:
-Bu nə səslərdir ata?
-Nə səsləri oğlum?
-Eşitmirsənmi ata?
-Xeyr, oğlum.
-Axı mən eşidirəm. Özü də olduqca dəhşətli səslər…
Məsələn nə? Hansı səsləri oğlum?
“Yanıram, kömək edin”, “İlahi bağışla bizi”, “Öldüm Allah”, “Offf bu nə bəladır biz düşmüşük” və yüzlərcə fərqli səslər, bağırtılar, fəryadlar… Atam heç bir səs eşitmədiyini israrla vurğuladıqca mən daha da həyacanlanmaqdaydım…
-Oğlum, heç bir səs falan yoxdur deyərək, bir neçə dəqiqə saçlarımı tumarlayan atam məni yatızdırmağa çalışırdı.
Hər nə qədər sağa-sola vurnuxsam da səslər getdikcə çoxalmaqda, fəryadlar daha da yüksəlməkdəydi… Səsləri eşitdiyim ilk gün hər nə qədər təəcüblənsəm də özümə təsəlli verərək hər şeyin keçib gedəcəyini düşünmüş, yuxulamışdım…Amma ertəsi gün yanıldığımı anlamış, eşitdiklərim ikiqat artmışdı…
Ana, sən də eşidirsənmi?
Nəyi oğlum?
Ehhh, doğrudan heç nə eşitmirsən?
Səndən başqa nə eşitməliyəm ki…
Atama dediklərimi anama da söyləmiş, o da eyni reaksiya verərək məni zərif barmaqları ilə sığallayaraq yatızdırmağa çalışmışdı…
Səsləri güc-bəla ilə yuxulayana kimi eşitməyə davam etmişdim…
Artıq iki gündür ki, o vahiməli səsləri eşitməkdəydim və bu minvalla beş-altı gün daha sürəcəkdi…Və hər şey anidən başladığı kimi bir andaca bitmişdi…
Aradan otuz iki il keçməsinə baxmayaraq o səslərin nə olduğu, haradan gəldiyi, məni hələ də düşündürməyə vadar edir və çox güman ki, məzara kimi də vadar edəcəkdir…Bir çoxlarına yaşadıqlarımı anlatsam da heç kəsdən tutarlı cavab ala bilməmək daha da üzməkdədir məni…Tanrıdan başqa kimsənin bilməyəcəyi, milyardda bir insana nəsib olacağı və bəlkə də məndən başqa heç kimsəyə qismət olmayacaq bir şeylə qarşılaşmışam mən…(Özümü digərlərindən fərqləndirmək niyyətim yoxdur, üstünlükdən söhbət belə gedə bilməz. Sadəcə və sadəcə yaşadıqlarımı qələmə almaq, sizlərlə paylaşmaq və sizlərdən hər hansı bir məsləhət almaqdır məqsədim…)
Görəsən nə idi o səslər?
Hər hansı bir texniki cihazı sadəcə mənim qulağıma yönləndirərək müəyyən məqsədlərlə istifadə edirdilərmi? Mən bir eksperiment obyektinəmi çevrilmişdim? Azyaşlıdan nə istəyə bilərdilər ki…Kim bilir bəlkə də bir istədikləri varmış və məqsədlərinə nail olduqdan bir neçə gün sonra yaxamdan əl çəkmişdilər…
Ehtimallarım içində səma qapılarının üzümə açıldığı və cəhənnəm sakinlərinin fəryadlarının mənə eşitdirilməsi də xüsusi mövqe tutmaqdadır. Hər nə qədər uşaq olsam da ilahi bir güc tərəfindən mənə xəbərdarlıq edildiyini zənn edirəm…Həyatını doğru yaşa ki, oradakı əzablara düçar olmayasan xəbərdarlığını… Və ən əsas da insanları bu həqiqətlərdən agah et. Kim mənə inanacaq ki, hətta öz valideynlərim belə bu səslərin sadəcə ötəri bir şey olduğunu, ümumiyyətlə heç olmadığını söyləməkdəykən…
“Allah onların ürəyinə və qulağına möhür vurmuşdur. Gözlərində də pərdə vardır. Onları böyük bir əzab gözləyir!”
Bəqərə surəsi/ayə 7Amma bir həqiqət var ki, eşitdiklərim bir həqiqət idi…Onu inkar etmək günəşin varlığını danmaq qədər kor olmamı gərəkdirir…Və Tanrı şahiddir ki, bu həqiqətləri yaymaqdan heç zaman bir addım da geri atmadım və atmayacağam da…
Mənim həqiqətim bir çoxlarının cənnətini cəhənnəmə çevirəcək və bir çoxlarının cəhənnəmini cənnətə…

Ölüm (Ecel çağrısı) Türkiye Türkcesinde
Ölüm… Her şeyin yıkılacağı bir süreç, ölümlülükten sonsuzluğa geçişin başlangıç noktası.
Her canlının kaderinde yazılı olan ve onu bozmanın mümkünsüz olduğu nokta.
Yaratılmışların her biri, yaratıldığı andan itibaren ona doğru gidiyor, yolun diğer tarafında ölüm bekliyor herkesi.
Ondan kurtulmak mümkün olmadığı gibi, onu düşünmemek de mümkün değildir.
“Ölüm” denilen bir sonun varlığını bilerek onun varlığını bir an bile düşünmeyen bir canlı, bir birey bulamazsınız.
Sonuçta bir insan nasıl olur da bu kara gücün varlığının farkına varıp da ona kayıtsız kalır, onu ömür boyu acıya çevirip kendine eziyet etmez, ister az, ister çok, ister üzücü, ister neşeli olsa da yaşamak ister, sadece yaşamak.
Ölüm kapımızı çaldığında, bir saniye bile yüzlerce yıl kadar kıymetli, hiçbir ölçüye gelmeyecek kadar tatlı ve ulaşılmazdır.
Bu karşıtlığın sırrı nedir merak ediyorum, neden ölümün bize her an, her saniye yaklaştığını hissederek yaşamak, yaratmak, kısacası bize verilen bu hayatın hiç sonunu istemeyerek yaşamak ilgisi, yaşamak arzusu?
İnsan bir kez doğar ve bu gün bir daha tekrarlanmayacak. Bugün yeri doldurulamaz.
Geriye kalan her şey tekrarlanacak. Doğum günleri, bayramlar, işler, özetler, aynı sevinç, aynı acılar. Ama tek bir şey tekrarlanmayacak, sadece bir şey: doğum günü.
Bugün bize hayatta verilen en büyük, en tatlı hediye. Acı ve üzgün olmasına rağmen kim doyabilir ki, ondan…
Bu güzellikten bahsederken bir kavramın hayal edilip, gözlerimizin önünde bir nebze canlanması bile yaratılışın kalbini sarsıyor, vücudunu kan, terle dolduruyor ve onu heyecanlandırıyor.
Bu kavram ölümdür. Ölmeden önce ecel çalar kapımızı , ecel çanının sesi gelir kulaklarımıza.
O bizlerden, kendimizden bağlı olmayarak, öyle zamanda bizi yakamızdan yakalayabilir ki, ne bileyim, en sevdiğimiz çağımızda, neşemizi burnumuzdan getirip bizi perişan edebilir.
Ruhumuzun derinliklerine işleyip umudumuzu yok edebilir. Ecel… Kaçınılmayacak tek kavram.
İster doğuda olun, ister batıda, ister dünyada olun, ister Mars’ta, yakalayacak o sizi, mutlaka yakalayacak ve yakaladığı zaman hayatınıza son verecek, bu son sizin ölümünüz olacaktır.
O ölüm ki, sen onu düşünürdün, korkuyordun ondan…
Ama yakaladı seni, buldu. Sana verilen ömür payı bozuldu.
Bu günün yarınları gelmeyecek, gölgen bile seni takip etmeyecek bir daha, sana en yakın olan, hayatının mekanizması olan kalp bile senden vazgeçecek, atmayacak bir daha ve sen sanki yokmuş gibi olacaksın.
Bu konuda endişelenmenize gerek yok çünkü bu yokluk size zarar vermeyecek.
Çünkü sen bir hiç olacaksın, dünyadaki en küçük moleküller ve iyonlar olacak ama sen, sadece sen olmayacaksın. İşte budur ölüm, işte budur ecel!
İnsanı yakan, üzen de budur. İnsan bunu kendi içinde sindiremez, bu konuda konuşmak istemez. Bazı nedenlerden dolayı kıskanıyor yaratılışın bu tür yıkımını.
Düşünende ki, ölümünüzden, evet, tam olarak senin ölümünden sonra hayat devam edecek, güneş her sabah dünyayı selamlayacak, yıldızlar pırıl pırıl parlayacak, dalgalar denizlerde kükreyecek, kuşlar ötecek, kısacası doğa, zarafetiyle insanları, genel olarak tüm canlıları büyüleyecek, nasıl kıskanmazsınız bu güzelliği?
İşte budur insanın zayıflığını gösteren! Bunun kanıtı ölümdür.
Ama tekrar ediyorum, ölümün var olduğunu bilerek yaşamak istiyoruz ve yaşayarak ta her an ona doğru ilerlediğimizi anlıyoruz.
Bu bir soruyu gündeme getiriyor. Ne için yaşıyoruz?
Bu gerçeği anladıktan sonra neden yaşamak istiyoruz? Çünkü yaşama arzusu, ölüm nefretinden daha büyük, daha güçlüdür. Öyleyse, yaşasın yaşama arzusuyla yaşayanların varlığı!
Habil Yaşar
Ölüm (əcəl zəngi) Azərbaycan Türkcəsində
Ölüm… hər bir şeyin süquta uğrayacağı bir proses, fanilikdən əbədiliyə qovuşmanın başlanğıç nöqtəsi.
O nöqtə ki, hər bir canlının taleyinə yazılan və pozulması qeyri-mümkün olan bir nöqtə.
Yaradılmışların hər biri elə yarandığı dövrdən etibarən ona doğru gedir, yolun o biri tərəfində ölüm gözləyir hər kəsi.
Ondan qurtulmaq mümkün olmadığı kimi, onun haqqında düşünməmək belə mümkün deyildir.
Elə bir canlı, hər hansı bir fərd tapa bilməzsən ki, ölümün varlığını bilə-bilə onun haqqında bir anlıq belə fikirləşməsin, düşünməsin “ölüm” adlı bir sonluğun mövcudluğunu.
Axı necə, necə ola bilir ki, insan oğlu bu qara qüvvənin varlığını dərk edə-edə ona biganə qalır, onu bir ömür boyu iztiraba döndərib özünə əzab vermir, istər az, istər çox, istər kədərli, istər sevincli yaşamaq istəyir, ancaq yaşamaq.
Əcəl qapımızı döydüyü zaman insan üçün bir saniyə belə yüz illər qədər qiymətli və heç bir ölçüyə gəlməyəcək qədər şirin və əlçatmazdır.
Nədəndir bu təzadın sirri görəsən, nədəndir ölümün bizə hər an, hər saniyə yaxınlaşdığını duya-duya, yaşamaq, yaratmaq, bir sözlə bizə verilən bu ömür payının heç bitməsini istəməyərək yaşamaq marağı, yaşamaq arzusu?
Bir dəfə gəlir dünyaya insan və bu gün bir daha heç bir zaman təkrarlanmayacaq. Əvəzedilməzdir bu gün.
Ondan başqa hər şey təkrarlanacaq. Ad günləri, bayramlar, işləmək, xülasə, eyni sevinc, eyni kədərlər. Ancaq bir şey təkrarlanmayacaq, yalnız bir şey… doğum günü.
Bu gün həyat yolunda bizə verilən ən böyük, ən şirin ərmağandır. Acısı, qəmi olmağına rəğmən, kim doyub ki ondan.
Bu gözəllikdən danışılan zaman bir məfhumun xəyala gətirilib, göz önündə azacıq canlanması belə yaradılışın qəlbini titrədir, onun cismini qan-tərə qərq edir, həyəcanlandırır.
Bu məfhum ölümdür. Ölümdən öncə əcəl döyür qapımızı, əcəl zənginin sədası gəlir qulaqlarımıza.
O, bizlərdən, özümüzdən asılı olmayaraq, elə zamanda yaxamızdan tuta bilər ki, nə bilim, ən sevimli çağımızda sevincimizi burnumuzdan gətirər, bizi bədbəxtliyə düçar edə bilər.
Ruhumuzun dərinliklərinə işləyib ümidimizi sındıra bilər. Əcəl…qaçılması mümkün olmayan yeganə məfhum.
İstər şərqdə ol, istər qərbdə, istər yerdə ol, istər marsda, haqlayacaq o səni, mütləq haqlayacaq və haqladığı zaman sənin yaşamına son qoyacaq, bu son sənin ölümün olacaq.
O ölüm ki,sən onu fikirləşirdin, qorxurdun ondan.
Ancaq haqladı səni, yaxaladı. Sənə verilən ömür payı qırıldı.
Bu günün sabahı gəlməyəcək, kölgən belə səni izləməyəcək bir daha, sənə hamıdan daha yaxın olan, sənin yaşama mexanizmin olan ürək belə səndən əl çəkəcək, döyməyəcək bir daha və sən olmamış kimi olacaqsan.
Bunu da dərd etməyə dəyməz ki, bu yoxluq sənə acı verməyəcək.
Çünki sən bir heç olacaqsan, yer üzündə ən xırda molekullar, ionlar olacaq, ancaq bir sən, yalnız sən olmayacaqsan. Bax budur ölüm, bax budur əcəl!
Elə budur insanı yandıran, qəmləndirən. Bunu öz-özündə həzm edə bilmir insan, danışmaq istəmir bu barədə. Nədənsə paxıllığı tutur yaradılışın bu cür məhv olmasına.
Düşünündə ki, ölümündən, bəli,məhz sənin ölümündən sonra həyat davam edəcək, günəş hər səhər yer üzünü salamlayacaq, ulduzlar parlaqlığı ilə sayrışacaq, dənizlərdə dalğalar coşub-çağlayacaq, quşlar ötəcək, bir sözlə təbiət öz əlvanlığı ilə insanları, ümumiyyətlə bütün canlıları məftun edəcək, necə qısqanmayasan bu gözəlliyi?
Bax budur insanın acizliyini göstərən! Bunun sübutu isə ölümdür.
Ancaq yenə təkrar edirəm, ölümün var olmasını anlaya-anlaya yaşamaq istəyirik və yaşaya-yaşaya da hər an ona doğru getdiyimizi anlayırıq.
Belə isə sual doğur. Nədən yaşayırıq?
Nədən bu həqiqəti dərk edə-edə yaşamaq istəyirik? Çünki yaşamaq arzusu, ölümə olan nifrət nisbətində daha böyükdür, daha qüvvətlidir. Belə isə yaşasın yaşamaq arzusu ilə yaşayanların varlığı!
Habil Yaşar

Roman yazmak korkunun ötesinde bir şey…
Roman yazmak korkunun ötesinde bir şey…Öncelikle hangi konu hakkında yazacağını düşünmek sadece aylar değil, yıllar alabiliyor. Zamanının ne zaman geleceği size bağlı olmadığı gibi, hangi konu hakkında yazacağınıza da siz karar veremezsiniz. O herhangi bir olayın veya kişinin üzerinizdeki etkisinden veya tamamen başka bir şeyden aniden ortaya çıkar. Doğumu o kadar tuhaf ki… Belki de bir insanın doğuşundan daha tuhaf, daha gizemli, daha esrarengiz… İnsanın doğuşu belli kurallara bağlıdır ama roman yazmanın herhangi bir kuralı ya da disiplini yoktur. Doğumu bu kadar tuhaf olan biri nasıl yazılır…
İlk cümleyi bitirdiğinizde, sonraki satırların gelmesini anlatılamaz bir heyecanla beklemek varken sayfaların, çarşafların eklenmesini ve nihayet tamamlanışını görmenin ne kadar muhteşem bir his olduğunun farkını bir düşünün… Yazdığınız her satır, düşündüğünüz her mısra belki de kanınız pahasına yazılır, mürekkep sadece bir araçtır. Bir yazar için yazarak geçirdiği geceler karanlığı hissettirmeyecek kadar aydınlık olabilir, yazarken aydınlanar, yazarken yaşar, ama aynı zamanda sabahları da karanlık kadar sarsılmış olabilir çünkü o her zaman yazmak arayışı içinde, sürekli düşünmektedir.
Yarattığınız her karakterin kaderini yazmak, nerede olursa olsun bir gölge gibi onu takip etmek sizin için bu kadar kolay olmasa gerek. Gerçekçi olmayan karakterlere o kadar hayat veriyorsunuz ki, kendi hayatınızı umursamıyorsunuz. Çünkü siz, evet siz yarattığınız her karakterin kaderinden sorumlusunuz ve onların başına gelen ve gelecek her şeyin büyük bir mesuliyetini taşıyorsunuz. Yazar olmayanlar ailelerinden ve genel olarak insanlıktan sorumluysa, yazarlar yarattıkları her karakterden sorumlu olmaları durumunda (aynı zamanda diğerleri gibi onlar da aileye ve insanlığa karşı sorumludular) taşıdıkları yükün ağırlığını bir düşünün. Sorumluluklarının yanı sıra onlar için sağlıklarını da feda ediyorlar. Ancak karşılığında bir yazar unvanını ve sonsuzluğu kazanarlar.
Karakterler ruha o kadar hakim oluyor ki… Sanki her zaman yanınızdalar, sizinle diyalog halindeler. Nerede ve ne zaman olursa olsun senden vazgeçmezler, seninle şakalaşırlar, hatta seni yargılayıp ağlatabilirler. Çünkü var olmayan karakterler sanki gerçekten varmış gibi gelir karşınıza ve bazen onları değil de kendinizi var olmayan bir varlık olarak düşünürsünüz ve su gibi akıp gidersiniz.
Belki de onlar sizin en yakın arkadaşlarınız, sırdaşlarınız, kahramanlarınızdır. Çünkü her birinde düşüncelerinizin ve enerjinizin kıvılcımları var. Ama tüm bunların yanı sıra onlara özgürlük de vermişsiniz ve her konuda tercih hakkını onlara bırakmışsınız. Aksi halde diktatör bir yazar ve karakterlere saygısız biri olarak hatırlanırsınız… Bir yazarın varlığı eserlerinin yanı sıra karakterlerinin mükemmelliğine de bağlı değil midir?
Yazmak korkunun ötesinde bir şey olduğu gibi yaşamın da ötesinde bir şey…
Habil Yaşar

Kitabevim’den Nizami Gencevi’nin Sırların Hazinesi kitabını almış, merdivenlerden inerken telefonuma bir SMS geldi. Numara Azerbaycan’a ait değildi. Önce önemsemedim. Dışarı çıkınca Google’da +19825467123659871 kodunun hangi ülkeye ait olduğunu araştırmaya başladım. Ancak korkutucu derecede sarsıcı bir gerçekle karşılaştım: Kod, hiçbir ülkeye ya da telefon şirketine ait değildi. Kendimi bir an fantastik bir filmin içinde gibi hissettim. Ardından mesajı okudum ve başka bir tuhaflıkla karşılaştım:
“Sevgili Ayhan Bey, 23 Kasım saat 23:00’te sizleri Nizami Sokak 83 numaradaki Koloritkafe restoranına davet ediyorum. Hürmetlerimle.
Nizami Gencevi”
Caddede yürüyen insanları engellediğimin farkında olmadan birkaç saniye boyunca olduğum yerde donup kaldım. Karşıdan, beklenmeyecek bir çeviklikle yürüyen yaşlı bir adam sertçe, “Lütfen kenara çekilir misiniz?” dedi. Bu uyarıyla kendime geldim. Mesajı taradım ve kanıt olarak telefonuma kaydettim.
Oğluma Sırların Hazinesi kitabını verdikten sonra Koloritkafe restoranına gitmek üzere ayrıldım. Bu gizemli SMS, düşüncelerimi darmadağın etmişti. Ellerin titrediğini fark ettiğimden arabayla gitmek yerine taksiyi tercih ettim. Evde her ne kadar dikkatli davranmaya çalışsam da eşimin “Sana ne oldu?” sorusunu engelleyemedim. Ona yolda olmuş, daha doğrusu olmamış bir trafik kazasına tanık olduğum yalanını söyledim.
Takside yol boyunca mesajın anlamını ve kimin, hangi amaçla yazmış olabileceğini düşündüm. Telefonumu anlamsızca kurcaladım. Arkadaşlarımın bir şakası olduğunu düşündüm ama esrarengiz, bilinmeyen numara beni ürkütüyordu. Mantıklı bir açıklama bulamıyor, seçeneklerimin hiçbiri beni ikna etmiyordu. Gizemli bir SMS karşısında çaresiz kalmıştım.
Bu durumu en yakın sırdaşıma bile anlatmadım. Ne yapabilirlerdi ki? En az benim kadar şaşırırlardı, hepsi bu. Aklıma suikast ihtimali bile geldi. Ancak kim bana suikast düzenleyebilir, neden düzenlesindi?
Dayanamadım. Saat 19:30’da Koloritkafe restoranına yaklaştım. Kapısında gezinerek Nizami Gencevi’yi beklemeye başladım. Zaman geçmek bilmezken her saniye bir yıl gibi geliyordu. Çok heyecanlıydım. Bu nasıl mümkün olabilirdi? Öleli neredeyse bin yıl olmuştu. Nizami Gencevi, nasıl yeniden ortaya çıkabilir, varlığını sadece ruhsal değil, fiziksel olarak da gösterebilirdi?
Saat tam 19:59:59’u gösterdiğinde, seyrekleşen kalabalık arasından bir adam belirdi. Yanıma yaklaştı ve derin, yumuşak bir sesle, “Merhaba Ayhan Bey” dedi.
Kekeleyerek, çatlak bir sesle, “Merhaba” diyebildim.
Ne resimlerdeki Nizami’ydi ne de hayalimdeki… Gerçek hayatta hayal edilemeyecek kadar parlak, yakışıklı ve görkemliydi. Dünyanın hiçbir lideri ya da Hollywood aktörü bile onunla rekabet edemezdi. Onu hep bin yıl önceki giysileriyle hayal etmiştim. Ancak modern giysiler içinde de bir o kadar çekici ve etkileyiciydi.
Restorana girdikten sonra beni bir masaya oturmaya davet etti ve buluşma teklifini kabul ettiğim için teşekkür etti. Sipariş verirken nazik tavrıyla şaşkınlığımı fark ediyor gibiydi. Son derece yumuşak bir dille konuşmaya başladı:
“Bu kadar heyecanlanmanıza gerek yok, Ayhan Bey…”
Bir süre sustuktan sonra ekledi:
“Evet, ben Nizami Gencevi’yim!”
Kekeleyerek sordum:
“XII. yüzyılda yaşamış ve sadece Azerbaycan’da değil, tüm dünyada tanınan Şeyh Nizami Gencevi mi?”
Gülümseyerek yanıtladı:
“Evet, ben oyum. Baştan ayağa ve tüm ruhumla ben Nizami Gencevi’yim.”
Şaşkınlığım biraz hafiflemişti. Yine de merakla sordum:
“Nasıl bu dünyaya döndünüz ve yeniden ortaya çıktınız?”
Sakin bir şekilde:
“Şairlerin ölümsüz olduğunu bilmiyor musunuz? Onlar her iki dünyada da sağ ve selamettedirler. Diğer insanlar onları görme ve hissetme yeteneğine sahip değildir.”
“Elbette, şairler ölümsüzdür,” dedim. Ardından heyecanla ekledim:
“Ama nasıl olur da yeryüzünde hiçbir ülkeye ya da tüzel kişiye ait olmayan bir numarayla bana mesaj gönderebildiniz?”
Cevabı, bir o kadar etkileyiciydi:
“Allah, şairlere hayal güçlerinin tüm derinliklerini kullanma yeteneği vermiştir. Aynı zamanda hayallerini gerçekleştirme gücünü de… Ben, Tanrı’nın sonsuz lütfunu kullanarak sizinle bağlantı kurmaya çalıştım.”
Bu yanıt beni tamamen büyülemişti. En çok merak ettiğim soruyu sordum:
“Dünyada milyarlarca insan varken neden beni seçtiniz? Bu onuru elde etmek için sıradan bir insan değil miyim?”
Kısa bir sessizliğin ardından, sesi değişti. Saygıyla yalnızca üç kelime söyledi:
“Siz buna layıksınız.”
Bu sözler karşısında ne hissettiğimi tarif etmek imkânsızdı. Sanki ruhumun derinliklerinde bir kıvılcım parladı. Yazma tutkum hiç olmadığı kadar alevlendi.
Tam o anda, “Gitme zamanım geldi,” dedi. Ayağa kalkmadan önce ekledi:
“Oğlum, ben bu dünyada 880 yaşındayım. Gün o gün olsun ki senin de 880. doğum günün kutlansın. Buna samimiyetle inanıyorum. Başka bir âlemde buluşmak ümidiyle, Allah’a emanet olun Ayhan Bey.”
Ardından, karanlıkta buharlaşarak gözden kayboldu. Telefonuma baktığımda, esrarengiz SMS ve ekran görüntüsünün silinmiş olduğunu gördüm.
Nizami’nin büyüklüğü karşısında şaşkınlığımı gizleyemeyerek gözyaşlarına boğuldum.
Habil Yaşar
(Azerbaycan Türkçesinden çeviren: Ahmet Yıldız)


Rahmetli annemin kabrini ziyaret etmek için Buca Yeni Mezarlığı’na gitmiştim. Dönüşte, Buca Eski Mezarlık’ta bulunan şehit kabri olan Ülkücü dava adamı Saffet Çelik abimizin mezarına da uğradım. Kabri başında dualarımı ettikten sonra mezar taşına baktım; her şey aslında orada yazılıydı. Allah (C.C.) razı olsun, büyüklerimiz mezarını yaptırmış ve taşını yenilemişler.
Böyle vatan kahramanlarını yad etmek, unutmamak lazım. Allah onlardan razı olsun. Onların bıraktığı yoldan ilerleyeceğiz; al bayrağı hep dik tutacağız, indirtmeyeceğiz; Ezan-ı Muhammediye’yi susturmayacağız. Her ülkücü bir neferdir.
Peki, Saffet Çelik abimiz kimdir? Kısaca anlatayım.

Ülkücü Şehit Saffet Çelik, Artvinlidir. İzmir Buca Eğitim Enstitüsü’nde okuyor, aynı zamanda İzmir Tariş İplik Fabrikası’nda çalışıyordu. İzmir Ülkücü Gençlik Derneği İkinci Başkanlığı görevini yürütüyordu.
14 Haziran 1980 günü, Buca Ufuk Mahallesi’nde saat 15.00 sıralarında, son durakta belediye otobüsüne binen 6-7 kişilik devrimci solcu militanlar, ülküdaşlarımız Saffet Çelik ve Nurettin Temiz’e kurşun yağdırdı. Çıkan kargaşadan faydalanarak kaçtılar. Ülküdaşlarımız orada şehit oldular.
Buradan sonrasını Alper Aksoy çok güzel anlatmış:
“Ramazan Bayramı’nın birinci ve ikinci günü sizin olsun Devlet’lüm, üçüncü günü bana verin, daha doğrusu benim söylediğim yanık türkünün güftesini yazan, bestesini yapan yiğitlere verin. Nasıl olacak bu iş? Anlatayım onu da: İzmir’de bir Saffet Çelik vardı, Devlet’lüm… Şehit olduğu gün hanımı hamileydi. Saffet’im, bağrına basamadı oğlunu. Akrebin kıskacında yüreğini kızıl kurşunlar dağladı. İzmirli ülküdaşları, cenaze taşımaktan nasırlaşmış omuzları ile girdiler salına. Saffet’im toprağa verildi.
Sonra, onun bedeni çürümeye yüz tuttuğunda bir oğlu dünyaya geldi. Ona da Saffet adı verildi!.. Yengem saçını süpürge etti, büyüttü ikinci Saffet’imizi. Meral yengemiz gençti, evlenmeyi düşünebilirdi ama düşünmedi… Geçenlerde, iş aramak için bir Saffet Çelik gelmiş Davut Haskırış’ın iş yerine… İkisi de birbirini tanımaz. Ama Yusufiye alpereni:
Bre! demiş, benim bir can gönüldaşım vardı, adı soyadı seninkinin aynısı. Nereden geldin? İş istemenin sırası mı şimdi? Acımı depreştirdin yıllar sonra!
Civan yiğidin gözlerinden yaşlar damlamış o an:
Amca, demiş, ben işte o Saffet Çelik’in oğluyum!.. Benim de adım Saffet Çelik!
Davut bir sarılmış o an, bir sarılmış sıcacık… Gözleri bir pınar olmuş, kolları bir kartal kanadı, göğsü bir Ergenekon olmuş, yüreği yanık bir volkan… Dili tutulmuş Davut yiğidin. ‘Vay be Saffet’im,’ dermiş de bir başka şey söyleyemezmiş…”
Saffetler ölmez, vatan bölünmez. Şehitlerimizin ruhuna el-Fatiha.
Murat GÜLŞAN

Kıymetli okurlarım, birincisini yazdığım köşe yazımın ikincisini yazarak konuyu noktalamak istiyorum. Aslında daha çok konu var ama ben bunları baz aldım. Acaba kararlar doğru mu, yanlış mı? Okuyalım, karar verelim.
FAİZ POLİTİKASI KARARI
Politika faizini en son Mart ayında %50’ye yükselten Merkez Bankası, son yedi aydır faizi bu oranda sabit tutuyor. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, 18 Kasım 2021 yılında Merkez Bankası toplantısı öncesi TBMM’de partisinin grup toplantısında yaptığı konuşmada, şu ifadeleri kullanmıştı:
“Faiz sebeptir, enflasyon neticedir. Beraber yürüdüğümüz arkadaşlarımızdan faizi savunanlar, kusura bakmasınlar. Bu yolda ben, faizi savunanla beraber olamam, olmam. Ben bu görevde olduğum sürece, faizle mücadelemi sonuna kadar sürdüreceğim ve enflasyonla mücadelemi sonuna kadar sürdüreceğim.”
Erdoğan ayrıca şunları söylemişti: “Enflasyon, yüksek faiz bilmeyen ülkelerin bozulan dengeler karşısında şaşkına döndüğü dönemde bizim bunun dışında kalmamız mümkün değil. Onlar giderek daha çok sıkıntıya girerken biz önümüzdeki yıldan itibaren ferahlamaya başlayacağız. Faiz belasını kaldıracağız. Bunu kabul edeceğiz, başka çıkışı olamaz. Hâlâ kalkıp da bu mücadelede beraber yürüdüğümüz arkadaşlarımızdan faizi savunanlar kusura bakmasınlar. Ben bu yolda faizi savunanlarla olamam. Bu konu sıradan bir konu değil.”
2021 yılında Merkez Bankası, politika faizini %19 seviyesinde sabit tutmuştu. Hükümetin vatandaşa vaatlerinde faiz belasından kurtulmak vardı. Ancak üç yıl sonra geldiğimiz nokta, %19 faiz oranından %50 seviyesine yükseldi. Yani ilerlemeyi bırakın, hızla batmışız. Allah sonumuzu hayırlı kılsın, bu gidişat iyi değil.
EMEKLİLER YILI 2024
Cumhurbaşkanı Erdoğan, “Kabinemizde bugün aldığımız bir diğer kararla 2024’ü emekliler yılı olarak ilan ediyoruz” açıklamasını yaptı. Ancak bu açıklamanın ardından sadece kamu kuruluşlarında emeklilere %15 indirim uygulanacağı duyuruldu.
Önceki dönemlerle bu dönemi kıyasladığımızda uygulanan politikalar doğru mu? Emekli hak ettiği değeri alabilmiş mi? Sosyal Güvenlik Kurumu (SGK) ile Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı verilerine göre Ocak 2002’de 4A en düşük emekli maaşı 216,4 lira idi. Bu dönemde net aylık asgari ücret ise 163,6 liraydı. Buna göre 4A en düşük emekli maaşı, asgari ücretten %32 fazlaydı. Bugünkü şartlara göre hesaplarsak, 17.000 TL’lik asgari ücretin %32 fazlası olan 22.440 TL olması gerekiyordu. Peki, şimdiki durum ne? 12.500 TL.
Geçmiş yıllarla altın bazında kıyas yaptığımızda ise şu durum ortaya çıkıyor: AK Parti iktidarının başladığı Kasım 2002’de asgari ücretle 1,6 Cumhuriyet altını alınabilirken, bu sayı Aralık 2022’de 0,76’ya düştü. Aynı dönemde çeyrek altın sayısı ise 6,4’ten 3’e geriledi.
ŞANS OYUNLARINDAN VERGİLERİN DÜŞÜRÜLMESİ
Şimdi sorarım size, bu verginin düşürülmesi kime yarar? Şans oyunlarını işletene yarar. Şans oyunu oynayan kişilerden alınan vergilerin düşürülmesi doğru bir karar mı? Yanlış bir karar mı? Siz karar verin.
ŞANS OYUNLARI VERGİSİ 1/1/2024 TARİHİNDEN İTİBAREN KANUNİ ORANLARA İNDİRİLDİ.
8003 sayılı Kararname’ye göre, 1/1/2024 tarihinden itibaren şans oyunları vergisi şu şekilde uygulanacaktır:
Alım gücünün düşürüldüğü, TÜİK verilerinin gerçeği yansıtmadığı, enflasyonun düşeceği vaatlerinin yerine getirilmediği, kamuda israfın arttığı ve liyakatin yok edildiği günlerden geçiyoruz. Ancak her mevsim kış olacak değil ya, mutlaka bahar da gelecektir. Kör kuyulara atılan mutlaka bir Yusuf olarak çıkacaktır elbet.
Saygıyla kalınız.
Murat Gülşan

Türkiye’de yaşayan bir bir Türk vatandaşı olarak kafamın almadığı bir türlü kabullenemediğim hükümetin uygulamış olduğu bazı kararları yazmak istedim. Sizlerde yazımı okuduktan sonra bir düşünün uygulanan bu kararlar ülkemiz adına hayırlı mı olmuş, hayırsız mı? Vatandaş istemiş mi, karşı mı çıkmış? Sizler karar veriniz.
TC. SİMGELERİNİN KALDIRILMASI
Mesela Türkiye Cumhuriyetinde neden tabelalardan Türkiye Cumhuriyetini simgeleyen baş harfleri olan TC. Kaldırıldı.
TC ibaresinin kaldırılması tek bir olay değildir ve farklı kurumlarda farklı zamanlarda farklı gerekçelerle gerçekleştirilmiştir. Bakın zaman içinde nasıl kaldırılmış. Adeta uyuta uyuta ağır ağır. Bazı önemli örnekler:
2012:
Halk Sağlığı Kurumu: “Tanıtıcı Bayrak ve Tabelalar” konulu yazıda, tabelalarda sadece Sağlık Bakanlığı logosu ve yazı dışında başka unsurlara yer verilmemesi talimatı verildi. Bu talimatla birlikte Halk Sağlığı Kurumuna bağlı kurumların tabelalarından T.C. ibaresi kaldırıldı.
2013:
Bazı valilikler: Bursa, Balıkesir ve Denizli valiliklerinin tabelalarından T.C. ibaresi kısa süreliğine kaldırıldı. Daha sonra bu durum tepkilere yol açtı ve T.C. ibaresi tekrar tabelalara eklendi.
2016:
Ziraat Bankası: Bankanın bazı şubelerinde tabelalardan T.C. ibaresi kaldırıldı. Banka, bunun “ticari unvanı kısaltma” gerekçesiyle yapıldığını açıkladı.
2022:
Diyanet İşleri Başkanlığı: Diyanet İşleri Başkanlığı, camilerin tabelalarından T.C. ibaresinin kaldırılması için genelge yayınladı. Bu genelge büyük tepkilere yol açtı ve iptal edildi.
2023:
Bazı üniversiteler: Kayseri Erciyes Üniversitesi’nin Sabancı Kültür Merkezi’nin girişindeki tabeladan T.C. ibaresi kaldırıldı. Bu durum da tepkilere yol açtı.
Yani onca sorun varken benim güzel ülkemden neden TC kaldırılır benim için muammadır. Soru işaretidir.
SINIRLARIMIZDAN MAYINLARIN TEMİZLENMESİ
Türkiye, 2010 yılında birden bire Suriye sınırındaki mayınları temizleme kararı aldı.
Söylenen, bir İsrail firması mayınları temizleyip burada 44 yıl boyunca “organik tarım” yapacaktı.
Az kalsın ihale İsrail’e veriliyordu. Ülkede kıyamet koptu ortalık karıştı.
Ülkemizin o dönem sigortası kaskosu olan Anayasa Mahkemesi ihaleyi iptal etti. Sonrası hükümet tarafından mayın temizleme işi Türk Silahlı Kuvvetlerine verildi.
Türkiye, Suriye sınırındaki mayınlarını temizledi, 900 kilometre sınırda giriş çıkış sorunu kalmadı.
Sonra ne oldu bir yıl sonra yani 2011 yılında Suriye’de iç savaş çıkartıldı ve O mayınları temizlenmiş sınırlarımızda halen bugünümüze kadar 10 milyon Suriyeli ellerini kollarını sallayarak ülkemize giriş yaptılar. Hiçbir kimlik kontrolleri yapılmadan ne olduğunu bilmediğimiz 10 milyon üzeri nüfus ülkemizin tüm şehirlerine sessizce yerleştiler.
Avrupa Birliği, sınırlarınızı mayınlardan temizleyin, faturası benden dedi. Hükümetimiz bu fırsatı kaçırmadı tabiki de.
Hiç vakit kaybetmeden Doğu Anadolu’daki sınırların mayınları temizlendi.
Yani Irak, İran, Azerbaycan ve Ermenistan sınırları…
Ne yazardı sınırlarımızda “Hudut namustur” hep bu sözle övünmedik mi? Maalesef mayınları kendi ellerimizle temizledik. Sonunu düşünmedik hele hele “namusun elden gideceğini” hiç düşünmedik.
Ya mayınları temizlerken verdiğimiz şehitler bunun vebali kimde.
Ülkemize teröristler sızmasın diye döşediğimiz o mayınlarda maalesef teröristler değil, bizim Mehmetçiğimiz can verdi.
İran sınırındaki mayınlar neden temizlendi? Peki buna gerek var’ mıydı? Vardı tabi buradan da Afganlı mültecilere yol açıldı onlarda patır, patır ülkemize giriş yaptı hepsi erkek kadın yok aile yok. Onlarda çeşitli şehirlerimize yerleştiler.
Sınırlarımızdaki mayınlar temizlenirken, ülkemizi yönetenler, Türk halkına iki yalan söylediler:
Mayından temizlenen arazide organik tarım yapılacak.
Mayınlar temizlendikten sonra, “insani ve güçlü bir sınır güvenliği” sağlanacak.
Peki ne oldu? Organik tarım yapıldı mı? İnsani ve güçlü sınır güvenliği sağlanabildi mi?
Kıymetli okurlarım sorarım sizlere Türk milleti olarak bu işin neresinde, kazançlıyız karlıyız. Yoksa kaybedenlerden’ miyiz?
VERGİ VERMEYEN FİRMALAR
Maliye bakanı aynen televizyonlar da bu ifadeleri kullandı.
Hazine ve Maliye Bakanı Mehmet Şimşek “Şimdiye kadar gelir elde etmesine rağmen beyanname vermeyen 400 binden fazla mükellef tespit ettik” dedi.
Şimdiye kadar gelir elde etmesine rağmen beyanname vermeyen 400 binden fazla mükellef tespit ettik. Beyanname vermeyen mükelleflerimizi ceza ödememeleri için pişmanlık hükmünden yararlanmaya davet ediyoruz.
Sen yetkili kurumsun kardeşim gerekirse cezanı keseceksin. Vergini zamanında alacaksın. Devlet Almazsa affederse hesap bize patlıyor. Sonra ne oluyor MTV vergisini hepimiz 2. Kez ödüyoruz.
Aşağıdaki yazıyı Doğruluk payı sitesinden aldım. Araştırabilirsiniz. Yani yazıda yazılanlar doğru.
Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin internet sitesinden soru önergelerine dair sorgulamalar yapılabiliyor. Bu yöntem ile CHP Mersin Milletvekili Ali Mahir Başarır’ın Ticaret Bakanı Ruhsar Pekcan’a yönelttiği soru önergeleri sorgulandığında 12/10/2020 tarihli önergesine verilen 18/12/2020 tarihli verilen cevapta paylaşımdaki verilerin cevap içerisinde yer aldığı görülüyor. Cevaba göre son 10 yılda Cengiz İnşaat’a 30 kez, Kolin İnşaat’a 36 kez, Makyol İnşaat’a 24 kez, Kalyon Holding’e 19 kez ve Limak İnşaat’a 19 kez vergi muafiyeti hakkı tanınmış.
Söz Konusu Şirketlere 2020 Yılından Sonra da Vergi Kolaylığı Tanınmış
2020 ile 2024 yılları arasında bazı söz konusu şirketler farklı türde vergi muafiyetleri almaya devam etmiş. Arama motorları üzerinden yapılan araştırmayla şirketlerin yatırım teşviği aldığına dair haberlere rastlamak mümkün. Haberlerdeki iddialar resmi kaynaklardan doğrulanabiliyor. Örneğin Kalyon Holding 2022 yılında Kalyon Electrical Vehicle Enerji Yatırım Anonim Şirketi üzerinden gümrük vergisi muafiyeti ve KDV istisnası alırken Cengiz Holding, 2023 yılında ETİ Alüminyum A.Ş ile Konya’da yapılacak bir proje için KDV istisnası ve gümrük vergisi muafiyeti almış.
Şimdi sorarım sizlere neden hep aynı şirketler neden vergi muafiyeti getiriliyor hep bunlara. Bunlara yapılan kıyaklar sonunda biz neden İkinci kez Motorlu taşıtlar vergisi ödüyoruz. Vergi konusunda millet olarak kazançlı’ mıyız? Yoksa kayıpta’ mıyız? Kıymetli okurlarım.
ANAYASININ İLK DÖRT MADDESİ
Anayasanın ilk dört maddesi değişsin diyenler bunlardır arkadaşlar bilin tanıyın.
En başta Dem parti değişsin diyor. Bu partinin istemesi normalde ya iktidar milletin vekilleri istemesi normal mi?
AKP Bursa Milletvekili ve TBMM Anayasa Komisyonu üyesi İsmail Aydın’ın “Anayasada değiştirilemez madde olmasını kabul etmek mümkün değil” sözleri üzerine anayasanın ilk dört maddesinin değiştirilemez olduğunu savunan CHP ve MHP’liler açıklamayı protesto etmişti.
Cumhurbaşkanlığı Yüksek İstişare Kurulu (YİK) Başkanvekili ve eski TBMM Başkanı İsmail Kahraman’ın, “Dindar anayasa yapalım, ilk dört madde değişebilir” sözleri Cumhur İttifakı’nda da tepkiyle karşılandı.
HÜDA PAR Genel Başkanı Zekeriya Yapıcıoğlu’nun, “ahmağa anlatır gibi anlatıyorum” diyerek “Anayasa’da değişmez madde olmamalı” açıklaması siyasette tartışmalara neden olmuştu.
Ali Babacan, şu an ‘uygun iklimin’ olmadığını, ileride “zemin ve şartlar daha uygun olduğunda” Anayasa’nın ilk dört maddesi üzerinde de konuşulabileceğini söyledi.
İlk dört madde neden değişilmek istenir sorarım size. Ülke bölünsün diye mi. Yoksa Kurucusu olan Mustafa Kemal ATATÜRK ‘ten mi rahatsızlar. İlk dört madde değişmesin diyor millet ama meclise giren bazı Türk düşmanları her yerde böyle konuşabiliyorlar demek ki.
ASKERİ LİSELERİN KAPATILMASI
09 Kasım 2016 tarihinde kabul edilen 6756 sayılı Kanun’un 104’üncü maddesi ile askeri liseler kapatılmıştır. Cumhurbaşkanımız yaptığı konuşmada aynen şu ifadeleri kullanmıştır.
Ankara’da Harp Okulu Mezuniyet töreninde konuşan Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, “Bazıları “askeri okullar kapatıldı” diye propaganda yapıyor. Sadece ihtiyaç kalmadığı için askeri liseler kaldırıldı” dedi.
Her Türk asker doğar şiarıyla yetişen Türk gencinin en büyük hayali olan Askeri liselerde okuyup Subay olmaktı. Maalesef bu hayalleri yok edildi. Askeri alanların imara açılması olayı. Aslında askeri alanların imara açılması süreci 2016’dan önce başladı. Yine Zeytinburnu’ndaki tank fabrikası da 2016 öncesi imara açılan alanlardan biriydi.
Burada, Büyükyalı İstanbul adlı, Ağaoğlu Maslak 1453 gibi yüksek fiyatlı konutları içeren bir konut projesi hayata geçirildi.
Ancak bu alandaki süreç asıl olarak 2016’dan sonra hızlandı. Mimarlar Odası İstanbul Şubesi’nin aktardığına göre kentte imara açılan askeri alanların önde gelenleri şunlar:
Bakırköy Şenlikköy Askeri Alanı
Başakşehir General Kani Akman Kışlası
Beşiktaş Barbaros Bulvarı Askeri Lojmanı
Beşiktaş Orhaniye Kışlası
Beşiktaş Jandarma Dikimevi
Şehit Onbaşı Azim Özdemir Kışlası (Çekmeköy)
Topkule ve Baştabya Kışlası (Esenler)
66. Mekanize Piyade Tugayı (Esenler)
Halkalı Askeri Alanı
General İsmail Hakkı Tunaboylu Kışlası (Sancaktepe)
Zekeriyaköy Füze Üssü (Sarıyer)
Çekmeköy 3. Kolordu Komutanlığı
Maslak Jandarma Genel Komutanlığı
Maltepe Kenan Evren Kışlası
Maltepe Nurettin Baransel Kışlası
Tuzla – İçmeler Piyade Okulu Askeri Alanı
Tuzla 3. Jandarma Komando Tabur Komutanlığı
Tuzla İstasyon Mahallesi Sahil Güvenlik Komutanlığı Alanı
Zeytinburnu Eski Tank Fabrikası
Zeytinburnu Askeri Lojman ve Hizmet Birimleri
Beşiktaş 1. Ordu Komutanlığı Silahhanesi ve Çevresi
Yerine bir daha zor koyacağımız Türk insanın kaskosu sigortası Askeriye tesislerimizin bu şekilde imara açılmasını ben kabul edemiyorum. Bunu önceki hükümetler çok kolay yaparlardı ama hiç biri dokunmadı bile. Dahada alınan konuları ikinci bölümde de anlatacağım saygılarımla.
(Yazımız devam edecek)
Murat Gülşan

Unutturulmaya çalışılan, Türk’ün büyük gücünü yazıyorum. Bu yazılar her birimize yol haritası olmalıdır. Tarih bilgimiz, atalarımıza bağlılığımızı ve mefkûremiz davamızı, İslam inancımız ile pekiştirmeli ve dolayısıyla geçmişimize her daim sahip çıkmalıyız. Aşağıdaki anekdotlar tarihimiz için oldukça önemlidir, dikkatle okuyunuz.
ALPARSLAN VE DİYOJEN
Alparslan, çadırına aldırdığı esir imparator Romen Diyojen’e sordu:
“Beni yakalasaydınız ne yapardınız?”
Romen Diyojen utana sıkıla cevap verdi:
“Atımın kuyruğuna bağlayıp sürüklerdim ya da demir bir kafese koyup ülke ülke gezdirirdim.”
Alparslan, “Peki, benim size ne yapacağımı düşünüyorsunuz?” diye sordu.
Diyojen:
“Ya beni hemen idam edeceksiniz ya da zaferinizi kutlamak için benim yapmayı düşündüğüm gibi demir kafese koyup ülke ülke gezdireceksiniz.” dedi.
Sultan Alparslan, yanındakilere Romen Diyojen’i işaret ederek, “İşte aramızdaki fark!” dedi.
Sonra tekrar imparatora döndü ve “Sizi serbest bırakacağım.” dedi.
Romen Diyojen aldığı cevap karşısında dondu kaldı. Söyleyecek hiçbir cevap bulamadı. Olduğu yere çökerek, “Size neden büyük Alparslan dendiğini şimdi anlıyorum.” diyebildi. Daha sonra serbest bırakılan Diyojen, kendi halkı tarafından tutuklanarak gözleri kör edildi. Romen Diyojen’in şu sözleri tarihe geçmiştir:
“Düşmanım olan Sultan Alparslan, sizin yaptığınız kötülüğü bana yapmamıştır. Türkler bana asla esir muamelesi yapmadılar. Barbar olan Türkler değil, sizlersiniz.”
ATİLLA (ATTİLA) VE PAPA
Papa’nın, Roma kapısına dayanan Attila’ya sızlayarak yönelttiği sözler, Attila’nın Türk gönlünü hedefliyordu:
“Ey yoksulların koruyucusu… Ey zalimlerin korkusu… Ey büyük Attila! İşte ben, bütün Hristiyanların temsilcisi, ben Papa I. Leo, önünüzde diz çökerek yalvarıyorum: Roma’ya girmeyiniz. Dünya Hristiyanları adına sesleniyorum, bize acıyınız…”
Attila’nın Papa’ya cevabı, Attila’yı daha da yüceltiyordu:
“Kalkınız Papa hazretleri! Bir din büyüğünün önümüzde diz çökmesine gönlümüz elvermez. Lütfen kalkınız! Roma’yı ve sizleri bağışlıyorum. Barış ve kardeşlik içerisinde yaşadığınız sürece, benden size zarar gelmeyeceğini biliniz. İmparatorunuz, Romalıları adalet üzere yönettiği sürece, ben uzaklardayım. Aksi halde çok yakınınızdayım! Selâm söyleyiniz, sizi bana gönderen imparatorunuza!”
Attila, Avrupa’da esen Asya’nın bozkır rüzgarıydı.
İSRAİL ASKERİNE MESCİD-İ AKSA’DA POSTA KOYAN TÜRK
1967 yılında, Kudüs’te Mescid-i Aksa’da İsrail askerleri, Kubbetü’s-Sahra’nın alemi üzerine İsrail bayrağını asar. Dönemin Kudüs Başkonsolosu (1967-1971) Ali Refik İleri’nin makam aracı Harem-i Şerif’in kapısı önünde durur.
Araçtan inen diplomatımız, Harem’de bulunan işgal ordusu komutanına kısa ve öz konuşur:
“Siz Arapları yendiniz; tüm Müslümanları değil. Burası sadece Araplara değil, tüm Müslümanlara aittir. O bayrağı hemen indirmezseniz, bunu İsrail ile Türkiye arasında savaş sebebi addederiz.”
İki saat sonra bayrak indirilir.
İşte böyle yüreğini ortaya koymuş cesur, diplomat ve yiğitlerle bileğimiz bükülmez. Allah rahmet eylesin, ruhu şad olsun…
İşte ecdat, küffarın karşısına çıkmış, hepsine dersini vermiştir. Cenab-ı Hak, Türk’ün yüreğine cesaret vermiş, küffarın karşısına her daim korkusuz cengaver olarak çıkarmıştır.
Gençler! Unutmayın, siz Türklüğünüzü unutsanız bile düşmanınız sizin Türk olduğunuzu asla unutmaz. Bu sebeple bile her daim kültürümüze sahip çıkmak zorundasınız.
Türk’ün büyük gücünü her daim anlatacağız, saygı ve sevgilerimle…
Murat Gülşan

Türk Milleti’nin en güvenilir kurumu olma birinciliğini binlerce yıldır devam ettiren Türk Ordusu’nu, lideriyle neferiyle gönülden sevmek; Türklük aidiyetinin adeta bir testi, bir genetik araştırmanın olumlu bir sonucu olageldi her daim bu topraklarda.
Tıpkı bir yanık bağlama, kaval, kemane, ney sesi; bir uzun hava, bir bozlak, bir türkü, köslere vurulan tokmağın yürekleri titrettiği ve gözlere yaş olup aktığı mehter ve bando dinleyenlerin ruh hâli gibi; Türk olduğuna genetik bir delil istemeyecek kadar…
Şifalı kaynak suyu misali, gönlümüzün, yüreğimizin derinlerinden kopup gelen rahmetli şairimiz Dilaver Cebeci’nin mısralarında ifadesini bulan duygular gibi:
“Ne kadar ürkek ceylan varsa Asya çöllerinde
Domaniç yaylasında ne kadar dizginsiz at
Başlıyorlar koşmaya kılcal damarlarımda
Sıcak solukları yalarken alnımı
Toynaklarını hissediyorum alyuvarlarımda…
Benim kalemimden kan değil süt damlıyor
Geceler boyu böyle geleceği emziriyorum
Kahrolayım sevmedim ülküden başkasını
Bir de seni çok seviyorum.”
Ve her onlu, yirmili seneler içinde yapılan darbelere, arakesitlere rağmen hiç bitmeyen bir güven ve sevgiyle…
Ve yine sevgi dolu ama üşümüş yüreklerden kopup gelen derin bir çığlık; sadece o şubat günlerine değil, bütün zamanlara verilen anlamlı bir mesaj, yiğit bir ses olup yükselmişti yıllar önce:
“Ordumuz gözbebeğimizdir ancak namlusunu millete çevirmiş tanka selam durmayız.”
Tam da 12 Eylül’ün arifesinde…
Yine o yılları ister istemez hatırlatan ve yine rutinin dışına çıkan fevri bir manevra yaşadık bu günlerde.
Bu vesileyle bilmeyenler bilsin ki; bütün Türkiye’yi, Türk Milliyetçileri, Ülkücüler, vatanseverler için işkencehaneye çevirenler, bize işkence yaparken de “Mustafa Kemal’in askerleriyiz.” diyorlardı.
Neremize geldiğine önem vermeden kıyasıya vurdukları coplarla “Andımız’a başla laan!” diyorlardı.
“Ey bu günleri bize armağan eden ulu önder…” diyorduk. “Burada Allah yok laan!” diyorlardı, şaka yapar gibi…
“Gençliğe Hitabe’nin ikinci veya üçüncü paragrafına başla!” diyorlardı.
Kroşe, aparkat, uçan tekmeler eşliğinde “Muhtaç olduğun kudret asil kanda mevcuttur.” diyorduk. “Irkçılık” iddiasıyla idam istemiyle dava açıyorlardı, alay eder gibi…
“İstiklal Marşı’nın üçüncü veya beşinci kıtasına başla laan!” diyorlardı. MHP davasının ilk mahkeme günü, İstiklal Marşı’nı, Mamak Hüseyin Gazi Dağı’nı titretecek kadar gür sesimizle inletirken ayrıca soruşturmaya tabi tutuluyor, kızılcık sopası ve Filistin askısıyla beraber falakaya yatırılıyorduk.
“Ben ezelden beridir hür yaşadım, hür yaşarım.
Hangi çılgın bana zincir vuracakmış, şaşarım.”
diyorduk. “Vatan kurtarmak size mi kaldı laan, memleketin polisi var, askeri var.” diyorlardı, maytap geçer gibi…
Her gece Atatürkçülük eğitimi vardı. “Atatürk’ün Türk Ordusuna Değişmeyen Mesajı”nı dahi ezberlemiştik, gördüğümüz insanlık dışı muameleler eşliğinde.
Maruz kaldığımız işkencelere, Atatürkçülük dersleri mazeret olabilir miydi?
Spor eğitiminde marşlar söyletiyorlardı:
“Yaşa var ol Harbiye, yıkılma satvetinle…” diye emir gereği koşar adım marş komutuyla bağırırken biz; şimdilerde CHP dahil sol partilerde kümelenmiş fraksiyonların militanları;
“Yaşa var ol Şaziye, yılışma Saffetinle” diyerek marşın sözlerini değiştiriyorlardı.
“Türk vatanı üstünde sönmez güneşsin sen” yerine “Kürt vatanı üstünde, sönmez güneşim ben.” diyorlardı.
Ve o günden bugüne değiştiler mi zannediyorsunuz?
Hedeflerinde milleti millet, devleti devlet yapan değerlerimizin en vazgeçilmezleri var.
“Rahat yaşamanın yollarını aramayı alışkanlık hâline getirmiş milletler; evvela haysiyetlerini…” ile başlayan Atatürk’ün sözü misali rahata alışmış eski dostlarımızı da görüyor ve dehşet içinde seyrediyoruz politik gayelerle bu güruha arka çıkarken…
Bu dostlarımız için “çuvala sığmayan mızrak” misali bir örneklik olsun; inceden inceye hesap edilerek söylenmiş sözler ve eylemler…
Vesselâm.
Metin Bozdemir

Üzerimize afiyet, her birimiz ayrı ayrı yerlerimizden ciddi ciddi hastayız son zamanlarda.
Kalbimiz ağrıyor,
Canımız acıyor,
Bir konuşma güçlüğü,
Bir yaşam iştahsızlığı,
Bir hazımsızlık.
Bir halsizlik ki sormayın gitsin.
Aslına bakarsanız bu halimiz, hal falan değil bizim.
Bir de kaygı bozukluğumuz var en âlâsından.
Birileri bir olay karşısında bizim kadar kaygılanmıyorsa, bu işe harbiden oldukça bozuluyoruz.
Karşımızdaki insanları eleştirip, yargılayıp, suçlayıp depresyona sokamayınca, birden bir uykusuzluk baş gösteriyor bedenimizde; bir türlü uyuyamıyoruz.
Trafikte küfür edip tehditler savurmuyorsak,
Evde öfke nöbeti geçirip çevremizdekileri kırıp dökmüyorsak,
İş yerinde çalışma arkadaşlarımızı bizimle çalıştıklarına neredeyse pişman etmiyorsak, normal değiliz ele güne karşı.
Sakinsek, ya hastayız, ya yastayız.
Diğer kadınların başarısı, güzelliği, kültürü ve yaşamı bizden farklı ve daha iyi konumdaysa, ezilen kadınlar olarak kalp atışlarımız aniden hızlanıyor; panik ataktayız.
Sinirlerimiz sıkışıyor, ağrı kesici niyetine kadın programları izliyoruz, ağzımıza gelen tüm bedduaları sayıp döküyoruz ama ekrandaki tüm konularla derin bağlantıdayız.
Ağrılarımız,
Sanrılarımız,
Sancılarımız,
Hezeyanlarımız.
Yorgunluğumuz,
Kırgınlığımız,
Vurgunluğumuz,
Durgunluğumuz.
İnsansızlığımız,
İnsafsızlığımız,
İnançsızlığımız,
İzansızlığımız.
Hem bedenimizde, hem dilimizde, hem psikolojimizde arızalar veriyor ardı sıra.
Oysa gönül doktorumuz diyor ki: Bütün bu hastalıklar için reçete çok basit aslında.
Bir ŞARKI,
Bir ŞİİR,
Bir SARILIŞ,
Bir DOKUNUŞ,
Bir GÜLÜŞ.
Saç okşayan bir el,
Ruh okşayan bir dil.
Bir doz NEY,
Bir doz MEY,
Bir doz “HEY seni seviyorum HEY!”
Bütün bunların maliyeti nedir ki?
Alırsak, içersek, yutarsak, egzersizleri denersek, hepsi şifa niyetine iyileştirecek bizi.
Hepsi birer doz sakinleştirici…
Gönül Aksoy Altun

Sümeyye daha on yedisinde adı aşk denilen bir duyguyu tattı. Daha bu duygunun başındaydı.Tatlı heyecanlar ile yüreğine kondu bir “Aşk kuşu “
kendine sakladı bu özel duyguyu..
Hem kendine bile “yabancı olan bu duyguları” saklamayıp da ne yapacaktı?
Baba katı kuralları olan biri , anne ise babanın gölgesinden çıkmayan mağdur kimliksiz biri iken..
Ne anne anlar kızın derdinden
Ne de baba önemser aşk derdini Sümeyye ‘nin namus belası var, töresi var, elalem var…
“Var da var iste..”
Bir de dert ortağı var kızın o da ikizi Rukiye, lakin o da zaten kendisi gibi baskının kıskacında.
Hikaye o ki; kızımız on yedi deli çağlar yaşında kendi benliğini bulma zamanı iste.
Uzun zamandır hoşlandığı ve aşık olduğu delikanlı ile bir gün okul çıkışı buluşur.
İlk kez de o gün tutar delikanlı kızın elini bir de koklayarak öper o uzun kahverengi saçlarını.
Kızın kalbi elinde yüzü “aşktan al al”
Aşkın kucağında titreyen bir melek sanki.
Derken; görür mahalleden elalemin biri, koşar gider gördüklerini yetiştirir babaya.
Ağzını köpürterek anlatır sözde kızının haltını.
Üstüne bire bin katmayı da unutmaz.Ne de olsa namus bekçiliğine soyunmuş bir kere. “Kızını dövmeyen dizini döver” demeyi de unutmaz.
Baba eve bir hışım ile gelir.
Kızına hiç konusma fırsatı vermez.
“Polis de o”
“Yargı da o “
“Savcı da o”
Keser cezayı kızına..
Ellerine belinden çıkardığı kemer ile vururken “bu ellerle mi tuttun” der o çocuğun elini “vur babam vur” kızına.
Döverek adam edecek ya!
Atasından gördüğü usulü uygularken hiç acımaz kızına.
Tabi öfkesi henüz geçmez adamın sonra da “saçlarına yabancı eller mi değdi, seni utanmaz arlanmaz namussuz” derken, yakalar avuçları ile Sümeyye’ nin uzun saçlarını ister karısından bir makas.
“Beyim etme eyleme, kıyma kızın saçlarına” der anne.
“Sıra sana da gelecek kızına terbiye verememişsin adımızı çıkartacak ” der erkek ya. Baba ya…Kaptığı gibi makası alır keser annesinin koklamaya kıyamadığı o uzun saçlarını.
Yerler saç,
Gözü yaş dolar kızın korku dolu gözler ile baba hariç ev ahalisinin hepsinin…
Üstüne de kendi kullandığı sac tıraş makinası ile de vurur sıfıra kızın saçlarını…
Ceza verilmiş, kızın gözü korkutulmuş, terbiyesi verilmistir ..
“Nur topu gibi bir travmayla” kızımız kalır başbaşa..
“Bir kadını kim döver kim öldürebilir di ki?..Ee babası olur, kocansı olur, sevgilisi olur, kardaşı olur, ille seni öldürecek dövecek bir erkek vardır bu dünyada.
Oysaki;
“Adam dediğin ise asla kadına el kaldırmazdı.Hele de onyedisi’nde bir genç kızken ruhunu öldürüp solgun bir çiçeğe ise asla dönüştürmezdi.”
Vesselam…
Nevin Aktekin Gülfırat

“Az çok doğru olmak tamamen yanlış olmaktan iyidir” diyor James Rickards. An itibarıyla algı oyunlarıyla siyahın beyaz gösterildiği günümüzde kendimizi ve çevremizi alıntıladığımız bu söze uyarlamak zor gelse de, hiç yoktan iyidir deyip doğru ve iyi olmaya bedeli ne olursa olsun devam edeceğiz nasını tüm tartışmaların üzerinde tutup yine geldim karşınıza…
Ekonomik sıkıntıların cayır cayır yaktığı halkın kafasını kaldırıp olana bitene vaziyet etme yetisi aynı sebepten elinden alındığından, gerek sosyal medya gerekse kitle iletişim araçları marifetiyle bu boşluğu doldurup toplumu asli unsurlarına döndürmek yöneticilerin göreviyken, bir de bakıyoruz KİMİN ELİ KİMİN CEBİNDE.
Elbette siyaset uzlaşma sanatıdır, bunu bilmekteyiz. Fakat bu uzlaşının uzlaşanların hanesine yansımasının ekonomik girdilerden kaynaklanması hususunu da önemle işaret ederiz. Bakar mısınız ilimiz Kütahya’ya? Çok uzun zamandır siyasi ve iktisadi anlamda nezaret eden koca koca şirket ve holding sahipleri iktidarda yöneticiliğe soyunurken, babaları sosyal işler kılıfıyla merkez ilçe belediyesini ziyaret edip fotoğraf verebiliyorsa; iktidar il başkanı muhalefet belediyesiyle gözlerden uzak görüşüyorsa; politikanın yenileri kurtlarıyla beraber Tavşanlı’da kahvaltılı çözümlere bakıyorsa, tabii ki bu olan bitende bir arıza vardır ve bu arıza durumuna birileri nezaret edip mesai harcayacak, birileri de biz gibi höyük kazısı niye devlet sırrı gibi?
Murat Dağı’nda neler oluyor? Orman arazilerinin durumu nedir? Ve her şeyden önemlisi, kimler perde önünde kavga ediyor, arkasına geçti mi ganimet bölüşüyor? Sorularını bildiği halde sorup, mümkünse sorgulamaya (yarınlar için) devam edecektir. Bu meyanda, Ali, siz Alevicilik yapanları mevzu din olunca daha dikkatli izlemek gerektiğini de önemle belirtirim.
Sevgili dostlar, takdir edersiniz ki ucundan bahsettiğim sıkıntılı mevzuların her biri birer sarı zarf sebebi olup, günümüzde böyle olumsuzluklara muhatap olmamak için isim yazmadan hadiseleri yüzeysel geçiyorum. Lakin bilinmesini isterim ki Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nde fizik kanunları gibi hiçbir şey yoktan var olmaz, var olan bir şey de kaybolmaz. Faturayı ödememek üzere yapılan ortak girişimler hem Allah’ın hem de biz kulların hesabıyla bozulacaktır. Hasılı ben de biliyorsam KİMİN ELİ KİMİN CEBİNDE, varın gerisini siz düşünün.
Lafın çoğu ahmağa söylenirmiş deyip, panayir hüviyetine büründürülen Kütahya fuarından sebeple yaşandığını düşündüğümüz kazada yiten canlara Allah’tan rahmetler dilerken, mutlu yarınlarda buluşmak ümidiyle hoşça kalın…
Murat Akalın

Tahta kılıç efsanesi, Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed (s.a.v.)’e kadar uzanıyor. Peygamber Efendimizin, 12 imama emanet ettiği, onlardan da Ahmet Yesevi’ye taşındığı belirtiliyor. Tahta kılıç, barışı simgeliyor. Masumlara “Bizim kılıcımız sizi kesmez” diyor. İşte Ahmet Yesevi, kusurlu insanın gönlünü tahta kılıcıyla fethediyor; zalimin zulmünü ise demir kılıcıyla önlüyor.
“Ecdadımız, bir memleketi fethetmeden önce oraya gönül erlerini, yani âlimlerini gönderirdi. Bu âlimler, fethedilecek topraklarda yaşayan halkın önce gönlünü fethederdi. Bu âlimler yanlarında tahta kılıç taşırlardı. Bu kılıcın anlamı ise ‘Adalet ve hâkimiyet bizde, fakat kılıcımız size zarar vermez; bize güvenebilirsiniz’ idi. Fakat aynı zamanda ‘Otoritemizi tanıyın’ mesajı da veriyordu. Türkler, Anadolu ve Rum topraklarındaki birçok yeri, Abdâl Murad, Sarı Saltuk, Gül Baba, Abdâl Mehmet gibi gönül sultanlarının halkın gönlünü fethetmesiyle kolayca fethetti.
Hacı Bektaş Velayetnamesi’nde, Hacı Bektaş-ı Veli’nin, Ahmed Yesevi’nin öğrencilerinden olduğu yazmaktadır. Yesevi, Bektaş-ı Veli’nin beline tahta kılıcı kuşatır ve Diyar-ı Rum’u yani Anadolu’yu irşad etmekle görevlendirilir.
Balkanların fethinde önemli hizmet gören Sarı Saltuk da bir Yesevi mensubudur. Sarı Saltuk, bir kahraman, bir din yayıcısıdır. Evliya Çelebi’ye göre Ahmet Yesevi ona da bir tahta kılıç vermiştir. Saltuk ve müritleri, tahta kılıçlarla nice kaleler zaptetmişlerdir.
Fuat Köprülü, “Tahta kılıçlarla kâfirlere karşı harp eden, maiyetindeki bir avuç mürid ile binlerce kişilik düşman ordularını ezen, kaleler alan, küfür diyarında İslamiyeti yayan mücahit Türk mutasavvıfları”ndan (İlk Mutasavvıflar) söz eder.
Çankırı’da Ağaç Kültüne Dair Bazı Efsane Örnekleri
Yapraklı’da Tahta Kılıç Efsanesi
Tahta Kılıç, Kullar Köyü’nde bulunmaktadır. Fakat Yapraklı ilçe merkezinde de “Tahta Kılıç Efsanesi” bilinmekte ve aynı isimle anlatılmaktadır. İstiklâl Harbi sırasında Yapraklı’nın Kullar köyünde bir deli varmış. Bir gün, elinde tahta kılıçla köy meydanında savaşırmış gibi saatlerce kılıç sallamış. Köy halkı bu deliyle alay etmişler. Ne var ki savaştan dönenler, kendilerini tahta kılıçlı bu delinin kurtardığını söylemişler. Neticede bu tahta kılıcı köy camiinde muhafaza etmeye karar vermişler. Bugün hâlâ cami kürsüsünde bulunan tahta kılıcın ucundan, Kore Harbi sırasında da kan damladığını görenler olmuş. Hâlen İslam ordularının mücadele ettiği savaşlarda bu kılıcın, ölmüş sahibi tarafından kullanıldığına inanılmaktadır.
Kara Dede ve Tahta Kılıç
Kullar Köyü’nde, Dedeyakası mevkiinde bir türbe vardır. Bu türbenin Kara Dede namında bir zata ait olduğu söylenir. Yanında iki mezar daha vardır, fakat kimlikleri bilinmemektedir. Köylülerle sık sık yaptığım yüz yüze sohbetlerin birinde, Bağdat’tan köye bir ailenin geldiği söylenmiştir. Efsanede adı geçen Kara Dede’nin ve Tahta Kılıç’ın esrarı, zannederim ki bu aile ile yakından ilgilidir.
Kullar Köyü’nde Kara Dede Mescidi adıyla yeni bir mescit yapılmıştır. Köye gelenler mutlaka bu mescidi ziyaret ederler. Bu mescidin bir özelliği de “Tahta Kılıç”ın bulunmasıdır. Bu tahta kılıcın, Kara Dede’nin kılıcı olduğu söylenmektedir. Fakat aynı köylü olan Kara Dede ve bu kılıç hakkındaki bilgiler sınırlıdır. Kılıcın Kara Dede’ye nasıl geldiği ya da kılıcı kendisinin yapıp yapmadığı hususlarıyla ilgili ayrıntılı bilgilere ulaşılamamaktadır. Ayrıca, eskiden Kayabaşı Çeşmesi’nde, suyun içinde ıslatılmış olarak beklemekte olan tahta kılıç, daha sonra çeşmenin köye taşınmasıyla mescide konulmuştur.
Tahta Kılıç ve Yağmur Duası
Köyde kuraklık olduğunda (yağmur yağmadığı zamanlar), tahta kılıç suya konularak ıslatılır. Daha sonra Dedeyakası’nda bulunan Kara Dede Türbesi’ne çıkılır. Yağmur duası yapılır. Tahta kılıç ıslatılıp da yağmur duasına çıkılırsa mutlaka yağmur yağacağına inanılır. Bu durumda kesin olarak yağmur yağdığı köylülerce söylenmektedir.
Tahta Kılıç ve Savaş
Memlekette bir savaş felaketi çıktığında, tahta kılıcın da bu savaşlara katıldığına inanılmaktadır. Halk içinde kulaktan kulağa anlatılagelen bir rivayete göre Birinci Dünya Savaşı’nda Tahta Kılıç ve Kara Dede’nin savaştığı söylenmektedir. Bu konuda anlatılanlara bakılırsa, Kullar Deresi’nde köyün altında bulunan Kuru Dere’de -tam savaş anında- Kara Dede, tahta kılıcı eline almış; bir ata binerek derede bir o yana, bir bu yana atı sürmüş ve bir yandan da kılıç sallamış. Daha sonra kılıçta kanlar belirmiş. Bir müddet böyle devam ettikten sonra Kara Dede köye dönmüş. Tahta kılıç ise kanlar içindeymiş.
Dizilere ve filmlere dahi konu olan tahta kılıç, TRT’de yayınlanan Ahmet Yesevi dizisinde, Show TV’de yayınlanan Aziz dizisinde ve Kosova’nın kurtuluşunu anlatan Tahta Kılıç sinema filminde de bahsedilmiştir. Özellikle Aziz dizisinde meczubun sahip çıktığı tahta kılıcın, meczup asıldıktan sonra Murat Yıldırım’a emanet edilmesi sahnesi beni ağlatmaya yetmiştir. Bizler için çok değerli olan ancak unutturulmaya çalışılan tarihimizi, kültürümüzü unutmamak ve unutturmamak üzere…
Saygılarımı, sevgilerimi yolluyorum.
Murat Gülşan

Yolu mu yolcudan öğreniriz,
Yolcuyu mu yoldan?
Doğduğu yer midir,
Doyduğu yer midir,
Yoksa kalbini sevgiyi doldurduğu yer midir
bir şehri, bir ülkeyi insana vatan yapan?
Evi neresidir, yuvası neresidir, yurdu neresidir insanın?
Adresi bellidir de nereli olduğu gerçekten kesin midir?
Neden bir yerde bedeni tutukluyken, ruhunun hep başka yerlere gidesi gelir?
En huzurlu yol, üzerinde yürüdüğüm
En güzel ev, köşesinde dinlendiğim
En güzel yuva, içinde güldüğüm, eğlendiğim
En güzel şehir, sokaklarında sevdiğim insanlarla el ele, kol kola gezdiğim
En güzel ülke, ait olduğum, kendimi güvende hissettiğim diyebilmektir
Adına mutluluk dediğimiz şey budur
Bunları diyemedikten sonra
Sevinç de yok
Umut da yok
Huzur da yok insana.
Sahibi olduğumuz kendi hayatımızı başkalarından ödünç alırız
İşte çoğumuzun çoğu zaman hissettiği, bir yere sürekli ait olamamanın içimizde bıraktığı bu yetimlik duygusudur bizi kendimizden uzaklaştıran
Bunu içsel olarak hepimiz biliriz de bu gerçekle öyle kolay kolay yüzleşemeyiz, gerçekleri söyleyemeyiz,bazen kendimize bile.
Mesafeyi sadece uzaklıklardan ibaret sanırız
Kendi anahtarımızla başkasının kapısını açarken, toplumun kararıyla kendimize eş ve meslek seçerken aslında hiç ait olmadığımız şehirlerin mesleklerimiz dolayısıyla maaş karşılığı misafiri olduğumuzu, bedeni yanımızda olsa da ruhu bize yıldızlar kadar uzak insanlarla eş, dost, akraba olduğumuzu anlarız.
“Nerelisin?” diye soranlara ise ya babalarımızın, ya da kadınsak kocalarımızın nüfusa kayıtlı olduğu şehirlerin isimlerini söyleriz. O bile bizim seçiminiz değil yani.
Anlaşılan o ki herkes benzer dertlerden yaralı ama kimse oralı değil.
Hepimiz buradayız ama hepimiz buralı değil
Sahi bizler neredeniz, neredeyiz bu kayıp adreslerde?
Belli ki bu atlasta ömrümüzün dağları ruhumuzun denizine sıralı değil.
“Coğrafya kaderdir “demişiz, buna sorgusuz inanmışız bir kere
Yol ne renk, yolcu kim önemli değil.
Yolcuyu yoldan sormuşuz bir kere
Öyle değil mi?
Gönül Aksoy Altun

Askerlik sonrası siyasete merhaba dediğim yıllar itibariyle yaptığımız organizasyonlarda, genel merkezimiz marifetiyle görevlendirilen gazeteci menşeili büyüklerimizin ziyaretleri sonrası ilk köşe yazısını, gittiği yörenin yöneticilerini isim isim yazarak hem satırlarını doldurur hem de bölgedeki ilgilileri onurlandırırlardı. Uzun süredir yazamayışımızın utancını tolere edebilmek için 22 Temmuz’da çıktığım izin sürecini sizlerle paylaşmak istedim, fakat müşahede ettiğim daha önemli mevzuları sütunlara taşımanın daha doğru ve öncelikli olduğunu gözlemleyip, zihnimizde kalanı hakaret etmeden usulünce arz etmenin sorumluluğu daha ağır bastı.
İzne çıktığım tarih itibarıyla her şeyden önce pahalılığın ve toplumun her katmanının birbirinin sırtına binme gayretini görünce “ne oluyoruz?” dedim, yanılmışım; turpun büyüğü heybede imiş, bilemedim: Gördüklerimi sıralamaya başlamadan Kütahya ölçeğinde gece 23.30’da gazeteci dostumuz Hasan Okçu’ya jest yapan sayın vali Musa Işın’ın iktidar partisi siyasi ve sosyal işler sorumlusu gibi algılandığını kendisine saygıyla arz ederim. Bırakınız icraatları, fotoğraflara bile bakılsa bu kanaate hemen herkes eşlik eder.
İktidar partisi deyince, paşa dayısının vasiyetini yok sayanların partisinin en kilit noktasında olmasına rağmen (M.K.Y.K.), seslerini duyamamak, icraatlarını görememek herhalde bizim eksikliğimiz deyip kabahati üstümüze alalım. Zira vekillere ve il yönetimine bakılınca, ekli oğlak misali neredeyse tuvalete bile beraber gidenler hastanelerdeki keşmekeşi önleyemediği gibi, trafikteki devasa boyutlara ulaşan ceza yazma alışkanlığını ve kazaları görmüyorsa; tüm bunlardan daha basit anlatımla Kütahya sevgi yolunda bir tur atıp hiç gülen yüz kalmadığını, toplumun burnundan soluduğunu hissetmiyorsa, ağaların dükkanı kapattığını, patronun gelip “hadi gidiyoruz” demesini beklediklerini görür gibiyim.
İktidar böyle de muhalefet çok mu iyi diyenlere söylenecek sözümüz ise, öyle her gün ayrı renk ceketle dişleri gösterip fotoğraf verenlerin yanında “kapatın altı oku basın mührü üstüme” diyenlerin, bizim mahallenin çocuklarını devşirip onları insanlardan uzaklaştırıp köpek sevdalısı yaparken, bir başkasını mahallenin en üst düzey yöneticiliğinden vazgeçirip şirketlerine müdür yapışını ve kendisinin “kahrolsun Amerika” deyip kısa kollu tişörtle giydiği kotların çok şey anlattığını; hatta belediyenin yönetim kademelerinin hangi şirketten devşirildiğini görmemek için kör olmak gerekir.
Ayrıca, bu belediye başkanlık makamı bazında bulunulan tasarrufların kahır ekseriyetinin mobbing koktuğu ve Kütahya’da aşağı çarşıdan bağırınca yukarı çarşıdan duyulduğunu söylersem, umarım sonraki günler için kendilerine çeki düzen vermelerinde faydalı olur. Merkezde mert kıpti uygulamaları tüm hızıyla devam ederken, Tavşanlı’da Göbel kaplıcaları ölçeğinde aylar öncesinden rezervasyon ve ödeme yapmama rağmen, gecelik oda başı ilave 500 TL istediklerini ve konaklama ücretlerinin 2.500 liradan başladığını söylesem, kanaatimce kendisine dahi sürpriz olan başkanlığı taşımak için sayın başkan Ali Kemal Derin’e yardım etmiş olurum.
Kütahya dışında başka bir ilde yaşadığım için çok rahat gözlemlediğim trafik cezası kesme oranındaki afaki farkın, isyan boyutuna gelmeden sayın vali Musa Işın tarafından değerlendirilmesi hususunu önemle aktarmayı bir borç bilirim. Zira bahse konu cezalar can yakıcı boyutlarda olup, haddi zatında garezle icrasının gerçekleştiği hissi de şahsen bende uyanmıştır. Pazardaki pahalılık ise herkesin gördüğü gerçek olup, sorarım size, 3 kg kavun 100 TL olursa, bir tampon boyamaya 4.500 TL denirse “ne oluyoruz?” demez misiniz?
Yaşadıklarımı yazarken gördüğüm ve özellikle ziyaret ettiğim dostlarımı da sizlerle paylaşmadan edemeyeceğim. İlk gün sevgili Faruk ve Elvan Soydan’la beraberdim. Sayın Faruk Soydan, geçtiğimiz dönemlerde CHP milletvekili adaylığı yapıp bugünün siyasetinde küstürülen bir kardeşim. Oysa ki kazanılsa, o duygu istismarcısı riyakar tavırlılara fark atar diyeyim, anlayan anlasın.
Bir başka gün, devletimizin halk ozanı unvanıyla onurlandırdığı Esat Anık ve geçtiğimiz dönemlerde MHP vekilliği yapan Profesör Doktor Seyfi Karakuş ile beraberdim ki, kendileriyle anıları tazelemek, moral depolamak; hele o Esat ağabeyin Kütahya şivesiyle yaşanılanları aktarması yok mu, doyumsuz bir sohbete sebep oldu. Mehmet Yeşik ağabeyin Benli Fırını’nın önünde Murat Bey deyip aldığım kiloları eleştirip sosyal düzeyde beni teyit eden sözleri ve tavırları, biraz daha cesaretle yazmama sebep oldu. Tavşanlı’da tüm dostları günde 15.000 adım atarak ayrı ayrı ziyaret ettim, terzi Mehmet ağabeyinin dükkanını karargah olarak kullandım desem, haksızlık etmemiş olurum.
Dönüş yolunda Türk Hareketi Derneği Genel Başkanı Kurmay Albay Atilla Şimşek Bey’i geçirdiği beyin kanaması sonrası ameliyatından sebeple sayın Sadettin Süreyya Özdemir Bey ve İmdat Deliömer nezaretinde ziyaret ettim ve onları iyi görmek inanın bana da iyi geldi.
Tüm bunları yazdıktan sonra köşeyi kapatırken, Kütahya ölçeğinde ulusala yansıyan Tahsin Sağlam Bey’in yanlış ve hatalı ameliyat neticesinde kötürüm kalışından dolayı AKP il başkanı ve vekillerden birisinin ziyareti bile, gören gözlere “biz bu işi beceremiyoruz, insanları kötürüm bırakıyoruz”un ifşası olarak algılandığını belirtirken, dikkatimizi çeken hususları zülfi yâre dokunmadan sizlerle paylaşıp İNŞALLAH MAKBULE GEÇER diyerek, daha müreffeh yarınlar arzuladığımızı beyan edip güzel günlerde buluşmak ümidiyle hoşça kalın diyorum.
İbrahim Murat Akalın

Kişisel gelişim ya da kişisel dönüşüm, adına her ne denilirse densin, konuyu çok yanlış anladığımızı, çok yanlış yansıttığımızı düşünüyorum.
Gerek negatifliğe, gerek pozitifliğe; hangi yöne olursa olsun, yadsınamaz bir abartma tozu kullanma becerimiz olduğu muhakkak. Yani bir bakıma, her şeyin suyunu çıkarmak bize özgü.
Kişisel gelişim konusunda birkaç kitap okuyan, birkaç video izleyen, birkaç meditasyon öğrenen, birkaç olumlama cümlesi ezberleyen herkes, kişisel gelişimini tamamlamış olmanın özgüveni içinde davranıyor; daha doğrusu özdeğer eksikliği içinde.
Olay hiç de sanıldığı, göründüğü, sunulduğu kadar basit değil…
Hemen her öğretide olduğu gibi, bu konuda da insan sözleriyle değil, eylemleriyle test ediliyor. Kendini gördüğü yerden daha fazlası, toplum içinde ya da ikili ilişkilerde diğerlerinin onu gördüğü yer oluyor.
Bu çalışmayı yaparken cümlelerden, öğretilerden kendine de olumlu bir pay çıkarmayı ihmal etmiyor tabii.
“Kendini sev” dediklerimiz, sadece kendini sevip kendinden başka hiç kimseyi sevmiyor, sevmek istemiyor.
“Herkese, her şeye karşı sevgi dolu, anlayışlı ol” ifadesini, kendini değersizleştirmek, hiçbir insana tepki göstermemek, bir arada yaşamaya mecbur kalmak zannediyor.
“Herkesi affet” denilince, “Herkesi affetmeliyim, tüm duygularımı sıfırlamalıyım, sevmesem de sever gibi görünmeliyim” diye oldukça yüksek basınçla hem kalbini, hem geçmişini, hem geleceğini yumrukluyor.
“Olumlama ve meditasyon yapıyorum” sanarak, bir dersin sınavına çalışır gibi cümleler ezberleyip Nirvana’yı bekliyor.
“Güçlü Kadın”, “Erkek Gibi Kadın” olmayı o kadar yücelttik ki ortalıkta kadın olarak yaratıldığını neredeyse unutmuş, cinsiyetli küfürlerle avaz avaz bağıran kadınlar dolanıyor. Ellerinde bir tespihleri eksik.
Erilliğin ve dişilliğin canına okuduk bildiğimiz, bulduğumuz her yöntemle.
Adamlığını soyunmuş bir sürü erkek, Saydamlığını soyunmuş bir sürü kadınla çılgınlar çağında yaşıyoruz. Çılgınlar gibi kişisel gelişerek.
Artık bütün davranışlarımızla tozunu dumana kattık zamanın, dünyanın ve insanın. Abartma tozumuzla yüksek dereceli bir fırında kabardıkça kabarıyoruz.
Sonra birisi, hiç ummadığımız anda gelip fırının kapağını açıyor; aniden içimize çöküyoruz, hamurlaşıyoruz, kimyamız da fiziğimiz de bozuluyor, hayatın sunum tabağında kendimize yer de bulamıyoruz, kendimizi de bulamıyoruz.
Hem de, Kendi ellerimizle, Kendi mikserimizle, Kendi malzememizle, Kendi evimizde, Kendi fırınımızda. “Kişisel Gelişim”e yetişememekten İşte böyle kekleniyoruz.
Galiba biz, abartma tozunu ne kadar kullanacağımızı ölçmeyi bilmiyoruz.
Tozunu da, dozunu da…
Gönül Aksoy Altun

Hatırlarsanız, geçtiğimiz haftalarda Elbab’da Suriyeliler Türk bayrağı yakmış ve Türk tırlarına saldırmışlardı. Neden ilk fırsatta bu Araplar bayrak yakıyor? Neden bayrak sevgileri yok? Yazalım.
En başta, ulus devlet değiller. Yani Amerika veya İngilizlerin öncülüğünde kurdurulan ülkelerinde, onların koydukları liderler ve soylarının devamı olan çocukları, torunlarıyla idare ediliyorlar. Bunlara çocukken vatan ve bayrak sevgisi aşılanmadığından, içlerinde öyle bir sevgi yeşermediğinden rahat bir hayat biçimi benimsediklerinden dolayı, sevgilerini keyiflerine düşkünlüklerine; ne bileyim, nargile, lüks araçlar, vahşi hayvan besleme gibi durumlardan dolayı bunlarda bayrak sevgisi oluşmamış. Bizlerin çocukluğu gibi “Andımızı” okuyarak, bayrak sevgisiyle yetişmediler. Başka ülkenin insanları benim bayrağıma düşman olabilir, anlarım da kendi içimizde yaşayan vatandaşımız olanlardan da bayrak düşmanı var maalesef. Bayrak düşmanı olan siyasi İslamcı diye adlandırılan bazı isimler de bunlardan biri; gazeteci Hilal Kaplan zaman zaman televizyonlara çıkarak bayrak aleyhtarlığı yapmıştı. Hatırlayalım, ne demişti: “Hilal Kaplan: ‘Türk bayrağı demeyi de artık tartışmamız lazım. Selahattin Demirtaş’ın da dediği gibi devlet bayrağı diyebiliriz…’” Yine aynı isim başka bir TV programında da “Türk Bayrağı’nın ismi değişsin” diyen, devleti “seri katil” olarak niteleyen Hilal Kaplan, belki de içimizde bazı siyasi İslamcıların bayrağa bakışını değiştirmiş olacak ki bayrağımız pek önemsenmiyor gibi geliyor bana.
İşte onlardan biri, Ayasofya Camii’nde Cuma namazı kıldığımda girdim, gördüm. Roma’dan, Bizans’tan, Osmanlı’dan tarihi yapıların eserlerin olduğu fethin simgesi Ayasofya Camii’nde neden benim ülkemde neden benim Türk bayrağım asılı değil? İkinci olay ise 2023 yılında İzmir’e gelen Teknofest alanında gördüm, bana kimse inanmaz belki diye de hemen hemen her kareyi resimledim. Lütfen yazıyı dikkatle okuyunuz, resimlere bakınız, durumun önemine dikkat buyurunuz. Milli şuurumuzun yüksek seciyelerde daimi durması için, milli sevgimizin devamiyeti için, şehitlerimizin bizlere emaneti bayrağımızın himmetinden, bereketinden, maneviyatından nasiplenmek için, benim şahsi fikrim olarak ülkemde güzel olan her şeyde camilerimizde, Teknofest gibi etkinliklerimizde hatta Togg marka aracı tanıtırken dahi Türk bayrağı asılmalıdır diyorum.
TEKNOFEST İZMİR, AY YILDIZLI BAYRAK VE GÖZLEMLERİM…
Teknofest İzmir’de de olmalı, hatta tüm şehirlerimizi gezmeli bu güzellikler, yapılan üretimler, Türk işçisinin, mühendisinin neler yapabildiğini görmeli diye diye nihayet Teknofest’i İzmirimize getirdik çok şükür. Derhal internetten randevu oluşturarak davetiyemi aldım ve üç arkadaş Aytekin, Levent ve ben Çiğli Havalimanı’ndaki Teknofest alanının yolunu tuttuk. Servis otobüslerinin ve özel otomobillerin park yerleri ayrı oluşu mükemmel düşünülmüş, bir nevi trafik kargaşasının önü kesilmiş. Alana üç ayrı noktadan girdik, gayet güvenlikli buldum; her taraf Jandarma ve Polis teşkilatından memurlarla doluydu. Mahşeri kalabalık eşliğinde çok şükür alana girebildik. İlk gözümüze çarpan zırhlı araçların yanına gitmek oldu; BMC yapımı Kirpi Ambulans ve yanında duran KATMERCİLER üretimi Hızır aracının yanına geldik, araçları inceledik. Oradan BMC standına giderek Jandarma teşkilatına yapılan Tulga aracını ziyaret ederek resimler çekildik. Daha sonra merakla beklediğimiz KIZILELMA, GÖKBÖRÜ, ANKA, TB2, AKINCI, ATAK gibi Türk mühendislerinin tek tek alın teri dökerek ürettikleri gurur kaynaklarımız araçlarımızı gördük. Solo Türk uçak gösterilerini izledik, helikopterlerin Zeybek oyununu seyrettik; bunlar hepsi gurur verici, yerli ve milli olması harika bir duygu, tüylerimiz diken diken oldu, onurlandık. Suların bedava dağıtılması, mescit ve tuvaletlerin yeterliliği iyi düşünülmüş güzel olanlardandı.
Şimdi gelelim işin püf noktasına. Teknofest alanında devletimizin tüm olanaklarıyla hazırlanan alanda, Teknofest yazılarında, armalarında bir tane TÜRK BAYRAĞI göremedim maalesef. Yayınladığım tüm resimlere bakınız, Cumhurbaşkanı’nın canlı yayın konuşmasına bakınız; orada da Türk bayrağı maalesef ki yok. Atatürk’ün bir tane resmi posterini bırakın, esamesi bile okunmuyor. Bir grup özel okul öğrencisinin başlarında kırmızı fes gördüm, şöyle yazıyordu feslerde “BİZ OSMANLI TORUNUYUZ”. Eyvallah, buna katiyen itirazımız yok, Osmanlı’yı ne kadar sevdiğimi herkes bilir. Ama sanki bana biraz maksatlı geldi; İzmire mahsus bir mesaj mı gönderilmek isteniyor birileri tarafından diye düşünmedim değil. Velhasıl kıymetli okurlarım, devletimizin milli ve yerli üretim yapılan festivallerinde biz Türk bayrağı görmek isteriz, biz Cumhuriyetimizin kurucusu Mustafa Kemal ATATÜRK’ün posterlerini görmek isteriz. Madem ki 100. yıl diyoruz, ona yakışan Ay Yıldızlı bayraklarımız alanın her tarafında dalgalansaydı keşke. Valilerimiz, komutanlarımız, üst düzey yetkililerimiz böyle büyük bir eksikliği benden önce fark etselerdi keşke. Biz Türk milliyetçisiyiz derken Kürt, Çerkes, Boşnak, Laz yani vatanını seven herkesi kastediyorum; bizim milliyetçiliğimiz Amerikalıya, Yunan’a, İngiliz’e, Türk’e düşman olan herkesedir, kendi içimde yaşadığımız milletime değildir. Biz içeride Kürt oluruz, Boşnak oluruz, Çerkes oluruz ama dışarıya tek vücut Türk milliyetçisi oluruz. Bu sebepten dolayı Ay Yıldız bayrak hepimizin şerefi, namusudur. Böyle festivaller çocuklarımızın milli damarlarını kabartması için, hafızalarda bayrağımızın önemini kazıtmak için, bayrağın kıymetini anlatmak için bayraksız olmaz, bayraksız olmaz diyerek daha da sağduyulu, daha da milli çizgisi üst perdeden festivaller bekliyorum. Gelecek nesiller adına çığır açan teknoloji açısından çocuklarımıza bin heves katan kıymetli milli mühendislerimize olanakları sağlayan devletimize binlerce teşekkür ederim. Milli üretilen teknolojilerimizle gurur duyduk, var olunuz. Son sözüm “Türk Bayraksız olmaz” diyerek hepinizden Allah razı olsun.
Saygılarımla,
Araştırmacı Yazar: Murat Gülşan





Son günlerde, daha önce yandaş kanallarda dillendirilen “Türkiyeliyim” lafı hükümet tarafından da destek görünce, ben “Türkiyeliyim” ifadesini kullanmaya başladılar. Yıllar önce katıldığı bir programda ‘Ben Türkiyeliyim. Türkiye milliyetçisiyim’ dediği ortaya çıkan Oktay Kaynarca ve geçmiş zamanda 30 Ağustos’u büyük Türk Milleti diyemeden “Türkiyelilerin bayramı” diye kutlayan İYİ Parti milletvekili Buğra Kavuncu gibi örnekler vardır. Hatırlarsanız, hükümet bakanları ve milletvekilleri Türklük hakkında her biri meydanlara ve ekranlara çıkarak Türk olmadıklarını, Türk diye bir ırk olmadığını bile söyleyen vekiller vardı. AKP Milletvekili Yasin Aktay, bir konuşmasında “Türk diye bir ırk yoktur” demiştir. “Türklüğümün bir faydasını göremedim” diyen başka bir vekil ve hatta gol kralı, şimdilerin FETÖ firarisi Hakan Şükür bile liderine yaranmak için “ben zaten Türk değilim” demişti. Ardından, TC’ler, Andımız, hatta Kızılay sodasından bile Türk ismi kaldırılmıştı. Şimdi ise “Türkiyeliyim” diyen yalakalar türemeye başladı. Galiba bu kavramı ortaya atanlar yine bir şeylerin hazırlığı içindeler. Halbuki anayasamızın 54. maddesinde, “Türk Devletine vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes Türktür” der.
Tanıl Bora’nın “Demirel” adlı son kitabında, Demirel’in 1970’lerde Ecevit’le ve 1990’larda da Çiller ile tutuştuğu Türkiyelilik kavgası şöyle anlatılıyor:
“1970’ler, Demirel’in milliyetçilik damarının kabardığı yıllardır. Bilhassa 1970’lerin ikinci yarısında ondaki ‘Türk’ vurgusunun arttığı, konuşmalarında pan-Türkist temalara daha fazla yer verdiği görülür. O dönemde Ecevit’in bir konuşmasında ‘Türkiyeliyim’ demesi üzerine Demirel, onun ‘Türküm demek varken Türkiyeliyim icadı yapmasına’ köpürür. 1977 yılında ise, bir başka vesileyle, Türkiyelilik kavramına ateş püskürür:
“Bu memleketin ekmeğini yiyeceksiniz, kendinizi mensup olduğunuz milletle değil, mensup olduğunuz coğrafya ile tayin edeceksiniz. O coğrafya da sizin değildir. ‘Türkiyeliyim’ diyenin Türkiye’de hakkı yoktur. ‘Türküm’ diyenin Türkiye’de hakkı vardır.” (s. 264)
Geçmişte Melih Aşık köşesinde şunları yazmıştır: “Gazeteci Banu Avar geçmişte Fransa’nın ünlü siyasetçilerinden Patrick Devedjian ile bir mülakat yapmış. Aralarında şöyle bir konuşma geçmiş:
‘Siz bir Ermeni olarak 1915 olayları hakkında ne düşünüyorsunuz?’
‘Ben Ermeni değil, Fransız’ım.’
‘Ama siz Ermeni kökenlisiniz.’
‘Burası bir ulus-devlet ve ben de Fransız yurttaşıyım. Yani Fransız’ım.’
Bugün Fransa milli takımına bakın, neredeyse tamamı siyahi oyuncu, yani Afrikalı. Ama onlar Fransız bayraklı formalarını öpüyorlar ve ‘Biz Fransızız’ diyorlar.
Tarihçimiz İlber Ortaylı da konu ile ilgili şu açıklamayı yapmıştır:
“İsteyen Türk olur, istemeyen olmaz. Memleketin adı Türkiye olur. Fransa’nın Fransa olması gibi. Basklar İspanya’da tabii ki çok milliyetçiler ama aynı Basklar Fransa’da hiç umurlarında değildir. Bu da Türkiye’dir. Üzerinde oynama hakkın yok. Beni zedelemeye hakkın yok. Senin yüzünden ‘Türkiyeli’ gibi bir tabire giremem. İstemiyorsan isteme. Senin beni kendi çamaşırın içine koyma hakkın yok. Bendeniz Türkiyeli değilim. Türkiye’yi çok seviyorum. Ecnebi olsaydım Türkolog olurdum. Şu anda ben Türk’üm. Bunu böyle biliyorum. Bu bir mirastır. Bunu benimsersin, devam ettirirsin, o şekilde ölürsün. Çok mükemmel Fransızca konuşabilirsin, olabilir dünyanın her yerinde ‘Mösyö Türk’sün’. Bir kavramı ortaya attığınız zaman tercüme etmelisiniz. Tercümeniz hiçbir şey ifade etmez. Tarih, coğrafya bilmezler. Çok zekidir, fizik okuyorlardır, yazılımcıdır. Giderler Amerika’ya. Amerika bir memleket. Keşfedenin bilgisi yoktu. Oraya gelenler WASP’tır. Koca memlekette ne kadar kalabalık bir İspanyol var. Biz hiç ‘İspanyol Amerikalıyız’ deniyor mu?”
Şair-yazar İsmet Özel de bir röportajda bu kavramı çok güzel açıklamıştır:
“Türkiye diye bir yerin olabilmesi için Türk’e ihtiyaç var. Yaşadığım, egemen olduğum topraklara ben Türk’sem Türkiye denir. ‘Ben Türkiyeliyim, ama Türk değilim.’ Bunu ancak gayrimüslimler söyleyebilir. Müslümanların ‘Türkiyeliyim’ demeleri saçma. Bir Müslüman’ın ‘Türkiyeliyim’ demesinin bu topraklarla kendisi arasına bir mesafe koymasından başka bir anlamı olamaz. Herkes ‘Türkiyeliyim’ dediğinde Türkleri nereye koyacaksın? Yok eğer burada Türkler zaten marjinal bir unsur ise niye Türkiye lafını, Türkiyeli lafını kullanalım? ‘Türkiyeli’ yerine pekala ‘Küçük Asyalı’ da denilebilir. ‘Türkiyelilik’, Türk’ü Türkiye’den kovmaya, silmeye yönelik bir anlayışın, söylemin önerisi.”
İşte bu sebeple Türkiyelilik kavramı bölünme kavramıdır. Sakın ha sakın “Türkiyeli” değil, Türküz. Dolayısıyla Kürdü, Lazı, Çerkezi, Boşnağı ile biz Türk milletiyiz. Ben ayırmıyorum; bayrağıma, vatanıma sahip çıkan ve benim gibi seven, etnik kökenine bakmaksızın herkes benim milletimdir. Bölünmeden ülkemizi tüm vatandaşlarımızla birlikte daha refah seviyelere götürmek ümidiyle: YAŞASIN TÜRKİYE CUMHURİYETİ, VAR OLSUN TÜRK MİLLETİ diyorum.
Saygılarımla,
Murat Gülşan

Yada taşının ismini ilk duyduğumda, tarih 2012 yılıydı. Bir sohbette dinlediğim “yağmur yağdıran taş” anlatımından çok etkilenmiştim. “Vay be, böyle bir taş mı var?” demiştim. Yağmur yağdıran bir taş olduğunu duyunca çok araştırdım; nasip bugüne yazmakmış. Hatta araştırırken Türkiye’de canlı olarak gözümle de gördüm Yada taşını.
Önce “Yada” sözcüğüne bakalım. “Yada” sözü, “yad” sözcüğünden türemiştir. Bu sözcük, dışsallık, erişilmezlik, uzaklık, dahası gizem anlamını taşır. Günümüz Türkçesinde kullanılan “yadsımak” sözü de buradan gelir. Ayrıca bizden olmayana da “yad” deriz. Tanıdık olmayan anlamına da gelen yad sözü Yada’nın köküdür. Bizden olmayan, tanıdık olmayan bilinmezdir. Bilinmezlik gizem yüklüdür. Yada taşı da bilinmezlik yüklüdür. Başka bir deyişle gizemlidir.
Yada taşı, Türklerin büyülü taşıdır. Bu taş ile yağmur, kar, dolu yağdırıldığına inanılır.
Yada taşı, yumruk büyüklüğünde ve koyu boyaçlıdır. Üzeri damar damar çizgilidir. Soğukturlar. İçinden sesler gelir ancak içi boş değildir. Kullanıldıkça gücü geçer. Özel bir yerde saklanır ve sık sık ele alınmaz. Yalnızca gerektiğinde kullanılır. Kurdun karnından çıktığı söylenir. Koruyucu olduğuna da inanılır. Çin kaynaklarına göre, Türk kamları savaşlarda kar ve yağmur yağdırarak büyük zaferler kazanmışlardır. Bu taş ile büyü yapan kişilere Yadaçı/Yatçı/Cadacı/Yayçı adı verilir.
Yada taşına ilişkin Çin kaynakları dışında Hıristiyan ve Arap kaynaklarında da türlü bilgiler ve savlar söz konusudur. Bu savların bir bölümü, taşın Yafes’in babası tarafından Türklere verildiği şeklindedir. “Babası Hz. Nuh’a ‘Bu topraklar çok kuraktır. Burada ne ot biter ne ekin biçilir’ diyerek yardım isteyen Yafes, Allah’ın Hz. Nuh’a öğrettiği duayı bir taşa yazar. Yada taşı ilk kez burada ortaya çıktığı söylenir.”
Oğuz Han’ın ise taşı Yafes’ten aldığı söylenir. Yada taşıyla yağmur yağdırabilen ve doğa olaylarını kontrol edebilen Yafes, böylelikle kurak toprakları yeşillendirmiştir. Yafes öldükten sonra oğlu Türk taşın sahibi olurken, taş Oğuz Kağan’ın eline geçer. Diğer Türk kavimleri ise bir zaman sonra taşta hak sahibi olduklarını iddia ederek Oğuz Kağan’dan taşı isterler. Bu sebeple Türkler yıllarca bu taş için kendi aralarında savaşır.
Bu taş yoluyla kurak Türkeli’nin yağmurlar yağdırılarak yağışlı duruma getirildiği inancı, kaynaklarda yer alan ilgi çekici bir söylencedir. Yada taşı bir tek değildir. Yada adı verilen taşlar vardır.
Türk mitolojisine ve kültürüne baktığımızda, Yada taşı olarak bilinen taşın kar ve yağmur yağdırdığına dair pek çok kaynakta adının geçtiği bilinir. Sadece Arap, Fars ve Osmanlı kaynakları değil, Çin, Rus ve dünyaca tanınan gezgin Marco Polo’nun da eserlerinde bahsedilir. Kaşgarlı Mahmud, Divan-ı Lügatit Türk’te, “Bir türlü kâhinliktir. Belli başlı taşlarla (Yada taşı ile) yapılır. Böylelikle yağmur ve kar yağdırılır; rüzgâr estirilir. Bu, Türkler arasında tanınmış bir şeydir. Ben bunu Yağma ülkesinde gözümle gördüm. Orada bir yangın olmuştu, mevsim yaz idi: Bu sürede kar yağdırıldı ve Ulu Tanrı’nın izniyle yangın söndürüldü.” ifadesi taşın varlığına bir kanıt olarak sunulabilir.
Yada taşı İslam kaynaklarında ‘hacerü’l-matar’, Farsça’da Seng-i matar, Yakutça’da Sata, Altayca’da ise Çata diye bahsedilir. Çin kaynaklarında da adı geçen Yada taşı, “Türklerin büyük ataları Hunların kuzeyinde bulunan Suo sülâlesinden idi. Oymağın başbuğu A-p’ang-pu idi. Bunlar yetmiş kardeş idi. Birincisi dişi kurttan türemiş olup adı İ-chih-ni-shih-tou idi. A-p’ang-pu ve kardeşleri doğuştan budala oldukları için onların bütün sülâlesi imha edildi. Ni-shih-tou tabiat üstü hususiyetlere malikti; yağmur yağdırıp, fırtına çıkarabilirdi…” diye bahsedilir.
Yada taşı güçlü ve sihirli bir taş olduğu için her sıradan insanın kullanamayacağı söylenir. Yadacı olarak bilinen bazı din adamları bu taşı kullanabilir. Ancak taş ne kadar çok kullanılırsa etkisi o kadar azalır.
Yada taşı son olarak 1700’lü yılların sonlarında Osmanlı-Rus savaşlarında kullanıldığı rivayet edilir.
Fransız Türkolog Joseph De Guignes, V. Asırda kuvvetlenen Avarların bir istilasını Yada taşının gücü sayesinde engellediklerini yazmaktadır. Bu konu ile ilgili en şaşırtıcı örneklerden biri ise Samanî hükümdarının yaşadığı olaydır. Samanî hükümdarı İsmail Bin Ahmed (892-907), esir Türklerin de içinde bulunduğu yirmi bin kişilik bir ordu ile Türklere saldırmak için hazırlığa girişir. Ordu içerisindeki Türkler, akrabalarından haber aldıklarını ve yarın Türklerin kamları vasıtasıyla yağmur ve kar yağdıracağını söylerler. Bunun mümkün olamayacağını savunan hükümdar, ertesi gün savaş alanında tepesinde biriken bulutlar ve çıkan gök gürültülerinden dolayı atından inerek Allah’a dua eder ve bir yolunu bulup oradan kaçar.
Yada taşı ilerleyen zamanlarda yazılı edebiyatın içine de girmeye başlamıştır. Bunun en güzel örnekleri, Altay-Türk masallarından birisi olan “Kara Atlı Masalı”, “Manas Destanı” ve Kazak-Kırgızların “Er Gökçe” destanıdır.
Sonuç olarak örneklerde de görüldüğü üzere, Türk savaş tarihinde kullanıldığına hem doğulu hem de batılı kaynaklarca inanılan bir Yada taşı mevcuttur. Bu taş sayesinde Türkler hem düşmanlarına karşı bir avantaj sağlamış hem de kuraklık zamanlarında susuzluğu gidermek için bu taşa başvurmuşlardır.
Yada taşını gördüğüm yer, Çankırı ili Hacı Muradi Veli Hazretleri’nin türbesinde cam fanus içinde. Evet, ilginç ve pek duyulmamış tarihimizi gün yüzüne çıkarmaya devam edeceğiz. Yazılarımızı okumaya devam ediniz. Saygılarımla.
Murat Gülşan


“Türk çocuğu ecdadını tanıdıkça daha büyük işler yapmak için kendinde kuvvet bulacaktır.”
M. Kemal ATATÜRK
Atatürk burada bizlere, tarihi öğrenmenin ve milli tarih bilincinin öneminden bahseder. Yani, bir kişinin geçmişini bilmeden başarılı olmasının zor olacağını, geçmişte atalarına ve atalarının başardıklarına bakarak buradan güç alacağını ifade eder.
“Kadınları okutunuz”
Hünkar Hacı Bektaşı Veli Hz.
‘Kadınları okutunuz’ başlığı, insanlık tarihi boyunca toplumların kadınlara verdiği değer nispetinde geliştiğini veya ilkelleştiğini belirtir. Kadınlarını eğitemeyen toplumların durumunu Tevfik Fikret’in “Elbet sefil olursa kadın, alçalır beşer” mısrası ile özetler. Hacı Bektaş-ı Veli’nin kadınları okutunuz sözünün genel anlamı, kadınlara toplumda birey olarak kendini temsil edebilme, hakkını arayabilme, yaşayabilme bilgi ve birikimine sahip olmasını sağlayacak her türlü imkanı sunmaktır. Bektaşi inancında kadınlar üzerinde baskı yoktur. Bektaşi kadını, yerine göre ana, sevgili, eş, bacıdır. Hacı Bektaş-ı Veli’nin felsefesinde kadın Allah’ın Cemal (yüz güzelliği) isminin, erkek ise Celâl (hiddet-sertlik) isminin bir tecellisidir. Kadınların sosyal hayatın içerisinde yer almaları, toplumların gelişmişlik düzeyini artırır. Okuyan kadını kandıramazsınız, eleştiremezsiniz, kullanamazsınız; aydın kadın bileği bükülmez, yüreği sevgi doludur ve vatanına hizmet eder.
“Onlara Allah Türk adını verdi ve onları yeryüzüne hâkim kıldı.”
Kaşgarlı Mahmud
Kaşgarlı Mahmud bu sözü öylesine laf olsun diye söylememiştir. Bu sözün altyapısı vardır, yaşadıkları vardır. Dolayısıyla bu sözü tarihe önemli bir not olarak düşmüştür. Şimdi bu sözü inceleyelim: Neden Allah Türkleri yeryüzüne hakim kıldı?
“Eğer topyekün seferber olmazsanız, Allah sizi acı bir azaba uğratır ve sizin yerinize başka bir topluluk getirir de siz savaşa çıkmamakla onun dinine zerrece zarar veremezsiniz. Çünkü Allah her şeye kadirdir.” (Tevbe, 9/39)
“Eğer haktan yüz çevirirseniz, ben müsterihim, zira size ulaştırmakla görevli olduğum buyrukları size tebliğ ettim. Rabbim dilerse, sizi gönderip yerinize başka bir topluluk getirir. Ama siz ona hiçbir şekilde zarar veremezsiniz. Muhakkak ki Rabbim her şeyi denetlemektedir.” (Hud, 11/57)
“Zulme batmış nice beldelerin bellerini kırdık, onlardan sonra da başka toplumlar yarattık.” (Enbiya, 21/11)
Türk Töresi’ne göre, “Bütün insanlık Türklere Yüce Allah’ın bir emanetiydi. Yüce Allah, Türk Töresine göre hareket eden, halka ve insanlığa hizmeti ilke edinen kişilere kut (bağış, cihanı idare etme yetkisi) verir ve onu hakanlık görevine getirirdi. Töreye uymayan ve görevlerini yerine getiremeyen idarecilerden Yüce Allah kutunu geri alır ve onları hakanlık makamından düşürürdü. Türklere göre devlet ‘Baba’ idi. Devlet halk içindi. Esas görevi, halka ve insanlığa hizmetti. Bu anlayış sayesinde Türkler tarih boyunca büyük devletler ve medeniyetler kurarak insanlığa büyük katkılarda bulunmuşlardır.”
Kaşgarlı Mahmud, eserinde şöyle der:
“Allah onlara Türk adını verdi ve onları yeryüzünde ilbay kıldı. Zamanımızın hakanlarını onlardan çıkardı, dünya milletlerinin idare yularını onların eline verdi. Onları herkese üstün eyledi, kendilerini hak üzerine kuvvetlendirdi.” (Kaşgarlı, 1333, 1: 3)
Türk insanının mücadeleci ruhu ve Cihan Hâkimiyeti Ülküsü İslâmî inanışa da uygundu. İslamiyet’ten önce kahramanlara verilen Alplık unvanı, İslamiyet’ten sonra Alperen şeklini almıştır. “Benim Türk adını verdiğim ve şarkta yerleştirdiğim bir ordum vardır. Bir kavme gazaplandığım zaman onları o kavmin üzerine saldırtırım” mealindeki hadis-i kutsi, İslam dünyasında Türkler hakkında söylenen rivayet ve kehanetlere (Turan, 1969, s. 179) örnektir.
Kendimce şöyle geriye yaslanarak düşünüyorum: Türk nerede bir adaletsizlik, haksızlık varsa din, mezhep, ırk fark etmeksizin zulmün karşısına dikilmiş; Metehan olmuş, Kürşad olmuş, Atilla olmuş, Ertuğrul olmuş, Osman olmuş, Fatih olmuş, Yıldırım olmuş, Timur olmuş, Barbaros olmuş, ATATÜRK olmuş. Her dönem mutlaka birileri çıkmış, küffarın karşısına dikilmiş, hesap sormuş, cenk etmiş.
“Türk bir vazife için yaratılmıştır. O vazife kainat güzelleştiği zaman biter.”
Hüseyin Nihal ATSIZ
Mitolojik çağlardan beri Türklerde var olan “Cihan Hâkimiyeti Düşüncesi ve Dünya Devleti Olma Ülküsü”nün hedefi “Türk töresi ile dünyaya nizam verme ve barışı tesis etmek”ten ibaretti. Türklerin Müslüman oluşlarıyla birlikte bu düşünce “Nizam-ı Âlem Ülküsü” şeklini almıştı. Nizam-ı Âlem’in hedefi “Allah’ın dini ile Âleme nizam vermek”ti. Nasıl ki eski Türkler Yüce Tanrı’nın rızasını kazanmak amacıyla savaşlar yapıyorlarsa, Müslüman Türklerin de en önemli hedefleri “İ’lâ-yı Kelimetullah”tı. Yani Yüce Allah’ın adını ve dinini yüceltmek ve yeryüzüne hâkim kılmaktı. İşte Türk’ün vazifesi, Nizam-ı Âlem’e düzen vermektir. Dünya üzerinde adaletsizliğe, ahlaksızlığa, zulme dur diyen Türklerdir. Atsız hoca da Türk’ün vazifeli olduğunu böylelikle belirtmiştir. Unutmayalım ki gençler, vazifemiz henüz bitmemiştir çünkü kainat daha güzelleşmemiştir, zulüm bitmemiştir.
Saygılarımla,
Murat Gülşan

Sevgili Tercüman okurları, Kıbrıs Cumhuriyeti Lefkoşa’da, Hayvan Üreticileri ve Yetiştiricileri Birliği, süresiz araçlı eylem başlattılar.
Birlik Başkanı Mustafa Naimoğulları, çiğ süt fiyatının belirlenmesini, girdi maliyetlerine indirim yapılmasını ve ithal et kararının kaldırılmasını talep etmişti.
Ancak hükümet tarafından bu talep henüz yerine getirilmiş değil.
Hayvan üreticileri, eylemlerini Lefkoşa’da devam ettiriyor.
Mustafa Naimoğulları ile birlikte, Başbakanlık önünde, eylemin dördüncü gününde balya yakmaya devam eden üreticiler, Başbakanlık önüne sembolik olarak canlı oğlak getirdiler.
Daha sonra, Bayındırlık ve Ulaştırma Bakanlığı binasına yumurta ve karpuz attılar.
Hayvan üreticileri, hayat pahalılığından şikayet ediyor.
Üretimlerini devam ettiremediklerini dile getiriyorlar.
Üreticiler, girdi maliyetleri altında ezildiklerinden dolayı, çok kötü durumdalar.
Lefkoşa’da, yem fiyatlarına yüzde 15, elektriğe ise yüzde 23 zam bekleniyor.
Günübirlik politikalarla iş yapamayan üreticiler, en ağır girdiler olan akaryakıt ve elektrik fiyatlarından dolayı üretim yapamıyorlar ve günlük hayatlarını idame edemiyorlar.
Hayvan üreticileri, çiğ süt fiyatının maliyetle dengelenmesini ve fiyatın tüketiciyi fazla etkilememesi içinse, devletten 3 TL daha teşvik istiyorlar.
Üretim planlamasının yapılmadığı Lefkoşa’da, maalesef alım garantili üretim modeli yok.
Bu nedenle üreticiler talebe göre üretim yapamıyorlar.
Hayvan üreticileri, gerekli iyileştirmeler henüz yapılmadığı için eylemlerini sınırsız olarak sürdürmede kararlılar.
Eylemler hükümet kapısına kadar dayandı.
Meclise yürüyen emekçiler, Meclis kapısını kırıp, Başbakanlık önünde bekliyorlar.
Traktörlerin ve iş araçlarının üzerlerine pankartlar asarak, kornalar eşliğinde Meclis’in kapısına dayanan üreticiler, araçlarıyla Meclis kapısını yere indirdiler.
Üreticiler, istekleri karşılanmadığı takdirde, Meclis binasına da zarar vereceklerini söylüyorlar.
Polis ve eylemciler arasında arbede yaşanırken; birkaç eylemci gözaltına altına alındı.
Başbakanlık önünü traktörler ve iş araçlarıyla kapatan eylemciler, bu mücadelenin bitmeyeceğini belirtirken; Başbakanlık ise, ülke tarihinin en sıkı güvenlik önlemlerini almaya devam ediyor.
Heybet AKDOĞAN

Sevgili Tercüman okurları, 18 Ocak’ta İsviçre’nin Davos kasabasında düzenlenen Dünya Ekonomik Forumu’nda (WEF), uluslararası basın mensuplarıyla bir araya gelen Ukrayna Devlet Başkanı Volodimir Zelenski, dünya bankaları tarafından el konulan Rus milyarlarının bir kısmının, Ukrayna’nın yeniden inşası için kullanılmasını talep etmişti.
Fakat G7 grubu, Rus varlıklarının 2020’de dondurulmasından bu yana, sadece değer artışını ve ödenmesi gereken faizi almayı düşünüyordu.
Ama Zelenski, paranın tamamının kullanılması gerektiğini söylemişti.
Zelenski bu konuyla ilgili, Batı yardımlarına ülkesinin ihtiyacı olduğunu ve Batı yardımları olmadan ülkesinin, Rusya karşısında savaşta zayıf düşeceğini buna mukabil, bu yardımların esirgenmesiyle insan kaybının artacağını belirtmişti.
Dış yardım almadan ciddi sıkıntılar yaşayacaklarını söyleyen Zelenski, savaşta mühimmatın yeterli olmadığını vurgulayarak, Ukrayna’nın fonlanması gerektiğinin altını çizmişti.
Zelenski açıklamalarının devamında, Batı’ya teşekkür etmişti:
Ukrayna lideri, Batılı ülkelerin verdiği hava savunma sistemleri sayesinde kış mevsiminde, ülkesinde enerji krizi yaşanmadığına işaret etmişti.
Ancak, yardımların kesilmesi halinde, Avrupa’nın büyük bir krize kapı aralayacağını belirten Zelenski, bu nedenle Rusya’nın, Ukrayna’yı ele geçirme ihtimalinin büyük olacağını vurgulamıştı.
Zelenski’nin düşündüğü bu olasılık şayet gerçekleşirse, doğal olarak Avrupa’da güvenlik riskinin artması ve Rusya ile NATO’nun savaşması kaçınılmaz olur.
Bundan dolayı Zelenski, Ukrayna savaşı başladıktan sonra, Batılı ülkelerce el konulan Rus varlıklarının, ülkesine verilmesi gerektiğini tekrar hatırlattı.
Zelenski, Rus varlıklarının ülkesine ve AB’ye çok katkı sağlayacağını düşünüyor.
18 Ocak’ta dile getirilen bu öneri, AB ülkeleri tarafından onaylandı ve karar kesinleşti.
Artık Rus varlıklarından elde edilen gelir, Ukrayna’nın savunması için kullanılacak.
Üye ülkelerden alınan onayla, Rus varlıklarından elde edilen kâr, Ukrayna’nın yeniden inşası için harcanacak.
Belçika hükümetinin salı günü yaptığı açıklamaya göre, Avrupa Birliği (AB) ülkeleri, dondurulan Rus Merkez Bankası varlıklarından elde edilen gelirin, Ukrayna’nın savunması için kullanılmasını öngören planı resmen kabul etti.
AB büyükelçilerinin mayıs ayı başında anlaşmaya varmasının ardından, metnin yalnızca bakanlar tarafından onaylanması gerekiyordu.
Bu süreç zarfında Rusya, Batı’yı varlıklarına dokunması halinde doğacak sonuçlar için uyarmıştı.
Bununla birlikte Putin, Washington’u, Avrupa konusunda radikal adımlar atması için zorlamıştı.
Geldiğimiz her iki noktada ABD ve AB, Rusya’nın gelirlerinin yüzde 90’ını, Ukrayna’ya her konuda yardım için, AB tarafından kontrol edilen bir fona aktaracak.
Geriye kalan yüzde 10 ise, Kiev’i başka sorunlarda desteklemek için kullanılacak.
2027 yılına kadar Rus gelirlerinin artarak büyüyeceği gözlemleniyor.
Bu konuyla ilgilenen yetkililer, varlıkların belirlenen tarihe kadar, 15 ile 20 milyar avro arasında yükselen bir kâr getirmesini tahmin ediyorlar.
AB ülkeleri savaş nedeniyle şimdilik, Rusya Merkez Bankası’nın yaklaşık 200 milyar avrosunu dondu.
Varlıkları elinde tutan finansal kurumlar, varlıkları vadesi geldikçe yeniden yatırıma dönüştürerek, Ukrayna için ciddi bir kazanç sağlamayı hedefliyorlar.
Kremlin Sözcüsü Dmitriy Peskov, AB’nin dondurulan Rus varlıklarını, Ukrayna yararına kullanma planına tepki gösterse de; AB ülkeleri, Ukrayna’ya bu yardımı sürdürmeye devam edecekler.
Heybet AKDOĞAN

Sevgili Tercüman okurları, Japonya’nın kültürünü ve sanatını kullanarak sempatizanlarını artırmayı hedefleyen PKK, ülkede büyük bir probleme dönüşmüş vaziyette.
2023 yılında Japonya’nın terör listesinden silinen PKK, Japonya’da yarattığı tehditle tekrar terör listesine alındı.
Etkinlikler adı altında PKK, kendi örgütsel faaliyetleri yanında; Suriye’deki uzantısı olan YPG’nin de propagandasını kültürel çalışmalar örtüsüyle Japonya’da sürdürüyor.
Geçtiğimiz yıl, PKK Japonya tarafından tekrar terör listesine alınmamışken Tokyo metrosunda bir adet bomba yüklü bavul patlamıştı. İki ayrı canlı bomba intihar saldırıları düzenlemişti.
Olaylar sonucunda 30 kişi ölürken, 175 kişi yaralanmıştı.
Olayı ise PKK üstlenmişti.
Özellikle o günden itibaren Japon devlet yetkililerinin PKK’ya karşı olan terörist örgüt inancı kesinleşmişti.
Japonlar, ülkelerinde yapılanma organizasyonu içinde bulunan PKK’lılara karşı mitingler düzenliyorlar.
Japonya’da PKK terör örgütüne yönelik ilk miting 20 Şubat 2024 tarihinde yapılmıştı.
Ve bu mitingler belirli aralıklarla devam ediyor.
Ancak PKK taraftarları, Japonların yaptıkları mitinglere misilleme olarak Japon toplumunu hedef alan sloganlar atıyorlar.
Japonya’da toplumsal huzuru gerginleştiren PKK’lılar, Japonya’da büyüyen bir soruna dönüştü.
“Kürt-Japon Kültür Derneği” adıyla faaliyet yürüten PKK, Japonya istihbaratı tarafından sıkı bir şekilde takip ediliyor.
PKK sempatizanlarının “Japonlara ölüm” sloganlarıyla yaptıkları eylemler, Japon halkını tehdit ediyor!
2023 yılında da PKK’lı Kürtlerin Japonya’da, Saitama bölgesindeki bir parkta Nevruz’u kutlayarak Öcalan’ın posterlerini taşımaları, Japon yetkilileri ve ülke sakinlerini rahatsız etmişti.
Nevruz Bayramı’nda PKK sempatizanı Kürtlerin PKK’ya övgü dolu sözler söylemesi ve PKK bayraklarını sallamaları, Japonya’da yaşayan Türk insanlarımızın da büyük tepkisiyle karşılaşmıştı.
Bu gösteri aynı zamanda Japonya’nın da dikkatinden kaçmamıştı. Bunun üzerine Japonya Dışişleri Bakanı Yoko Kamikawa, ülkede PKK’nın takip edilmesi gerektiğini belirtmişti.
PKK, Japonya’da hızlı bir şekilde örgütlenirken, PKK yandaşlarının örgütsel amaçları deşifre ediliyor.
Japon gazeteci Ishii Takaaki’nin son paylaştığı bilgiye göre, Japon meclisinde PKK meselesi görüşülüyormuş.
Takaaki, Japon hükümetinin terör örgütü PKK varlıklarının dondurulmasına ilişkin yasayı onayladığını duyurdu.
Son zamanlarda terör örgütü PKK’nın Japonya’da “kültür kurumu” ismiyle faaliyet yürüttüğüne dair sosyal medyada artan paylaşımlar nedeniyle, Japon gazeteciler ve ülkede yaşayan Türkler konuyu gündeme getirmişti.
Bunun üzerine Japon gazeteci Ishii Takaaki, ülkede PKK yandaşlarının örgütlenme faaliyetlerini gazeteci perspektifiyle araştırdı ve yazdı.
Ishii Takaaki buna mukabil, 12 Mayıs’ta da bir açıklama yapmıştı.
İfadesinde, Japon meclisinin PKK’yı gündemine aldığını belirtmişti.
PKK sorunu, 8 Mayıs’tan itibaren daha kapsamlı bir şekilde meclis tarafından ele alınmaya başlandı.
Japonya artık PKK’lıların Japonya’nın kültürel kodlarını kullanarak dernek ve örgütlenme çalışmaları yapmalarına müsaade etmiyor.
Japonya tarafından bir kez daha terör listesine alınan PKK’nın Japonya’da nefes alması bundan böyle, ne sosyal olarak mümkün ne de yasal olarak meşru değil.
Heybet AKDOĞAN

Sevgili Tercüman okurları, Fransız Devrimi dönemine kadar geriye götürebileceğimiz zorunlu askerlik hizmeti, özellikle ulus devletlerin ortaya çıkışıyla ve iki dünya savaşlarıyla birlikte küresel boyutta yasallaştı.
Şu an bazı ülkelerde olan, bazı ülkelerde olmayan zorunlu askerlik sistemi, Almanya’da bir süredir yoktu.
Lâkin son zamanlarda Almanya’da zorunlu askerlik yasası gündemi meşgul ediyor.
Almanya, Rusya’nın NATO tehdidine yanıt olarak, zorunlu askerlik hizmetini tekrar yürürlüğe koymak istiyor.
Kadınların dahi askerlik yapması gündeme geldi.
Rusya’nın yakın zamanda NATO’ya savaş açabileceği endişesi nedeniyle Almanya, vatandaşları için zorunlu askerlik hizmetini yeniden başlatmayı konuşuyor.
Bu konuyla alakalı haber, The Telegraph’ın ele geçirdiği “sızdırılan askeri belgelerde” görüldü ve ülkenin savunma bakanlığının konuyla ilgili görüşmelere başladığını ortaya koydu.
Gelişmelere göre, tüm erkek ve kadınların 18 yaşına geldiklerinde askeri eğitim almaları zorunlu olacak.
Almanya’nın bu planı, Berlin’in sadece Alman erkeklerinin askerlik yapmasının zorunlu olduğu önceki askerlik politikasından farklı.
Almanya, 2011 yılında zorunlu askerlik hizmetini askıya almıştı.
Ancak zorunlu askerlik raporuna göre, kadınların politikaya dahil olması bir anayasa değişikliğini mecburi kılıyor.
Bunun da beklenenden çok daha kolay olacağı ifade ediliyor.
Çünkü değişikliğin, kamuoyunun onayını alması muhtemel bir beklenti.
Düşünülen zorunlu askerliğe ilişkin tartışmaların son aşamalara geldiği kamuoyuna duyuruldu.
Ayrıntılı bilgilerin önümüzdeki ayda resmi olarak açıklanacağı deklare edildi.
Sızan belgeler içinde, zorunlu askerlik hizmetine alınacak erkeklere yönelik başka bir öneri de masada.
Masadaki öneriye göre, 18 yaşındaki tüm erkeklerin çevrimiçi bir form doldurması gerekecek.
Bu kuralın, Almanya Savunma Bakanlığının hem müttefiklerine hem de düşmanlarına bir güç sinyali niteliğinde olduğu belirtiliyor.
Bu yılın başında sızdırılan bir Alman askeri belgesinde, Rusya’nın, Ukrayna’daki savaşı kazanması halinde, bir NATO ülkesine saldırabileceğinin yazıldığı iddia ediliyordu.
Bu tehdit, bazı NATO üyesi devletleri, savunmaya daha fazla fon ayırmaya yöneltti.
Aynı zamanda halkı her an savaşa çağırma fikrini güçlendirdi.
Zorunlu askerlik hizmeti, Almanya’da son haftaların en çok konuşulan konularının başında geliyor.
Rusya-Ukrayna savaşı büyürken, Moskova yönetiminin dolaylı ya da doğrudan NATO’ya savaş açma ihtimali kaygıları artırıyor.
Berlin’de, Rusya ile NATO arasında bir çatışma çıkması durumunda, Almanya’nın mecburi olarak savaşa katılması gerektiği öne sürülüyor.
Almanya Savunma Bakanı Boris Pistorius, kısa vadede olsa zorunlu askerliğin tekrar tartışılmasını hedefliyor.
Savunma Bakanlığı, genç kadınların zorunlu askerlik yapması için anayasa değişikliğinin gerekli olduğunu vurguladı.
Ve bu değişiklik için parlamentodan onay bekleniyor.
Planda ayrıca, Alman vatandaşlığına sahip olmayan fakat Almanya’da ikamet edenlerin de silahlı kuvvetlere katılmasına izin verilmesi önerisinin yer aldığı da belirtiliyor.
Almanya’da birçok fikir insanı ve birey, Alman ordusunun vakit kaybetmeksizin en iyi şekilde donatılmasını talep ediyor.
Almanya’nın yanı sıra, zorunlu askerlik hizmeti kadınların da askere alınmasını planlayan yasa tasarısıyla başka Avrupa ülkelerinde de tartışılıyor.
Topyekûn savaşlar dönemine hazırlanan dünyamızda, zorunlu askerlik hizmeti, Almanya haricinde bu gidişatla farklı ülkelerin anayasal çalışmalarını da etkileyecek.
Bu bakımdan hayat, her geçen gün militarizmle şekilleniyor.
Heybet AKDOĞAN

Sevgili Tercüman okurları, Donal Trump yönetimi döneminde Amerikan toplumu, kendi ülkesine karşı güven kaybı yaşıyordu.
Eski Başkan Trump, gerçeklerle bağlarını koparmış bir halde liderliğini sürdürüyordu.
Uluslararası anket şirketleri dahi Trump’ın, Amerika’nın “muazzam” gücünü düşürdüğü yönünde sonuçlar bildiriyordu.
İçe kapalı siyasi iletişimi tercih etmiş Trump, kişisel, politik ve mali çıkarlarıyla, dünya kamuoyunda adından en çok söz ettiren bir siyasetçi.
Kendi halkına tepeden bakan Trump, medya ile olan savaşında ve demokrasi konusunda hiç de iyi sayılabilecek bir tutum sergileyemedi.
Toplumsal kutuplaşmayı büyüterek, demokratik ortamın daralmasına neden olan Trump, biz ve öteki kavramları üzerinden milliyetçilik algısını güçlendirmişti.
Beyaz Amerikan ırkını yüceltmeyi sevmekle bildiğimiz Trump, seçmenini bu taktikle konsolite eden bir Başkandı.
Amerika’nın yeni Başkanı Jo Biden ise, toplumsal birliği savunmaya dair açıklamalar yapıyor.
Trump’ın kendi döneminde engellemeye çalıştığı demokratik ortamı, yeniden tesis etmenin gerekliliği üzerine söylemlerde bulunuyor.
Amerika’da hem demokratlar hem Cumhuriyetçileri bir araya getirmeyi düşünen Biden, toplumsal kutuplaşmada yaşanılmakta olan harareti, düşürmek istediğini ifade ederek yeniden seçime hazırlanıyor.
5 Kasım’da gerçekleşecek seçime henüz uzun zaman varken, her iki lider en kısa zamanda kamuoyunun karşısında tartışmak için kılıçlarını erkenden çektiler.
ABD Başkanlık Seçimleri öncesi, 27 Haziran tarihinde iki zorlu rakip, CNN’de başkanlık tartışması yapmak için ekranlarda olacaklar.
Biden ve Trump, CNN’in kendilerine yaptığı yayın teklifini kabul ederek; ABD’nin en çok izlenen televizyonu CNN’in Atlanta’daki stüdyosunda karşı karşıya gelecekler.
Seyircisiz yapılacak tartışma için, Biden şimdiden ilk düelloyu başlattı.
Biden, X üzerinden yayınladığı mesajında ” Sana sesleniyorum Donald” diyerek, Trump’la her zaman her yerde karşılaşmaya hazır olduğunu belirtti.
Biden’in bu mesajı üzerine Trump, ” Sahtekâr Joe ile karşılaşmaya hazırım” yazısını X hesabından paylaşarak, düelloya karşılık verdi.
ABD’nin klasik Başkanlık tartışmalarına göre, 27 Haziran tarihi oldukça erken.
ABD’de geleneksel Başkanlık tartışmaları genelde eylül ve ekim aylarında yapılır.
Ancak her iki lider anlaşıldığı kadarıyla kozlarını paylaşmakta sabırsızlanıyor.
2024 yılı ABD Başkanlık Seçimlerine Cumhuriyetçi Partiden Trump’ın; Demokrat Parti’den ise, Biden’ın aday olmasına kesin gözüyle bakılıyor.
Bununla birlikte iki adayın yaşları, kamuoyunda endişeye neden oluyor.
Mevcut Başkan Biden’ın yaşının 81 olması, Trump’ın yaşının 77 olması, toplumda iki lidere olan güveni zedeleyen temel faktörler arasında.
ABD’de yapılan son anketlere göre, kasım ayında yapılacak seçimlerde Trump şimdiden, Biden’a göre 5 puan önde.
Trump, anketlerde turu, Biden’ın 5 puan önünde tamamlamasına rağmen, önemli bir seçmen kesimi her iki adayı da istemiyor.
Ama Biden ve Trump seçimleri kazanmak için yoğun mesaiye başlamışlar bile!
CNN’de yapılacak tartışma programına, Biden ve Trump’ın hazır oldukları, medyaya yansıyan kulis bilgileri dahilinde.
Biden, televizyon programı için, bilhassa Trump’ın geçmişi hakkında çalışmalar yapıyormuş.
Trump, Amerika’yı en çok ekonomik bakımdan kötüleştiren Biden’ı, fakirleşen Amerikan halkı üzerinden köşeye sıkıştıracakmış.
Siyasi geçmişe, ekonomiye ve yerel konulara ağırlık verecekleri iddia edilen başkanların katılacakları program, Amerikan toplumu tarafından ilgiyle bekleniyor.
Ülke halkına güvensizlik aşılayan Trump ve toplumsal kutuplaşmayı, tekrar seçilmesi halinde (bu defa) ortadan kaldıracağını söyleyerek, ABD toplumuna vaatlerde bulunan iki hırslı lider, 27 Haziran’da kozlarını paylaşmak için; yalnızca Amerikalıların ekranlarında değil, dünyanın birçok ülkesinde, ekranlardan dikkatle izlenecekler.
Heybet AKDOĞAN

Unutulan ya da unutturulan delikanlılık raconu aslında hepimiz için uygulanması gereken bir halk kanunudur. Peki, nedir bu delikanlılık raconu? Hemen anlatmaya başlayalım.
Racon gereği, eşi veya çocukları yanında olan bir erkeğe, hasmı olan bir kişi saygısızlık yapmaz, tuzak kurmaz, yol kesmez. Çünkü aile, eşler ve çocuklar bu durumdan muaftırlar. Hesap, iki kişi arasındaki kavga ya da husumettir. Delikanlı adam, racon gereği görmezden gelir ya da müdahalede bulunmaz. Şimdi ise, özellikle trafikte arabada çocuk ya da eşi varmış fark etmeden küfürler, sopayla saldırmalar görüyoruz. Delikanlılık raconuna göre, hem ailesi varken saldırmış hem de sopasız birine sopayla saldırmış kişi raconu çiğnemiştir.
Arkadaşının eşine, sözlüsüne, nişanlısına yan gözle bakmak bir yana, mahallede komşu kızına bile yan gözle bakılmaz, aileden biri olarak görülür ve sahip çıkılırdı. Şimdi ise TikTok’ta tanışıp buluşanlar, evliyken birbirlerine kaçıyorlar. Vah ki vah!
Delikanlılık raconunda otobüste, dolmuşta, trende, metroda kendimizden büyük olan herkese, yaşlı olup olmaması önemli değil, rahatsız olan veya engelli olan herkese yer verilirdi. Bu terbiye ile büyüdük ve yetiştik. Şimdi bakıyorum da, herkes elindeki cep telefonlarına dalmış; ya oyun oynuyorlar, ya film izliyorlar, ya da müzik dinleyip kulaklık takıyorlar ve oralı bile olmuyorlar. Bu yer verme durumu hepimize lazım olan bir durum.
Birçok kişi bilmez, İslam’da dinimizde nikah üstünlüğü diye bir kavram vardır. Aynı yaşta olsak da bizden önce nikahlanan arkadaşımıza, racon gereği, nikah üstünlüğü olduğundan saygı duyulur ve abi-abla büyüklüğünde değerlendirilirdi. Maalesef bu durum da zaman içinde yok olup gitmiş.
Racon gereği, devletin kolluk kuvvetlerine el kaldırılmaz, el pençe huzurda durulur ve hüküm neyse herkes razı olurdu. Şimdi ise tehditler, “seni sürdüreceğim, vuracağım” gibi ifadeler, hatta taş atanlar, silahla ateş edenler, arabayı polisin veya jandarmanın üzerine sürenler var. Suç işlemenin bile bir raconu, adabı ve edebi vardı; ama bu aymazlar yüzünden bu racon da yok olup gitti.
Bir esnafın dükkanına gittiğimizde, içeride kimse yoksa içeri girilmez, dışarıda beklenirdi. Hatta esnaf o dükkandan çıksa, dükkan sahibiyle çıkılır ve racon gereği dışarıda beklenirdi. Aynı şekilde, toplum içinde kalabalık bir ortama selam vererek gelen biri olduğunda, ayağa kalkılır, kişi karşılanır, onunla tokalaşılır ve yer göstererek oturması beklenirdi. Maalesef bu racon da yok olmaya yüz tutmuş durumda.
Velhasıl, sosyal medya, TikTok gibi platformlar, kabalaşan toplum, bananecilik, vurdumduymazlık ve başka toplumlara özenti, bizleri delikanlılık racon maddelerinden koparmış ve toplum bu güzel değerlerinden uzaklaşarak bu şekli almıştır. Eski Yeşilçam filmlerinde, özellikle Sadri Alışık filmlerinde, bu raconlar tam anlamıyla uygulanmış ve topluma da ince mesajlar verilmiştir. Özlediğimiz ve kaybolmaya yüz tutmuş adetlerimizin geri gelmesi dileğiyle saygılarımı sunuyorum.
Murat Gülşan

Sevgili Tercüman okurları, teolojik, sosyolojik, psikolojik ve politik boyutları olan antisemitizm, Yahudi nefreti üzerinden canlı kalmaya devam ediyor.
Özellikle Netanyahu’nun, Filistin’de uyguladığı soykırımla birlikte, son zamanlarda artan antisemitik düşünce ve davranışlar, dünyada önemli bir sorun olarak büyüyor.
Daha kapsamlı haliyle milliyetçilik üzerinden hissedilen antisemitik düşünce, ulus devletler nezdinde ideolojik bir tercih haline geldiği gibi, ideolojik bir mücadele olarak da demokrasi ve temel haklar konularını etkiliyor.
İsrail’e görece bir meşruiyet sağlayan antisemitizm, dünyanın dört bir yanında Yahudilerin bir kısmını ırkçılık bağlamında domine ediyor.
Bu yüzden vicdanlı Yahudi insanları, bu algının kullanılarak, dünyadaki barış ortamının zarar görmesinden rahatsızlık duyuyorlar.
Antisemitizmin yol açtığı bir olaya dün Fransa’da tanık olduk.
Fransız polisi dün sabah saatinde, Rouen şehrinde bir sinagogu ateşe vermeye çalışan bir kişiyi vurarak öldürdü.
Bıçak ve levye ile güvenlik güçlerinin üzerine yürüyen şahıs vuruldu.
Olay, Fransa’nın kuzeyinde bulunan Rouen’da, polis ekiplerinin yangın ihbarı üzerine olay yerine gelmesiyle gerçekleşti.
Rouen savcıları öldürülen adamın ölümüyle ilgili iki ayrı soruşturma başlattı.
Fransa, İsrail ve ABD’den sonra en büyük Yahudi cemaatine sahip.
Hafta başında sinagog olayından önce, Fransa’nın Holokost Anıtı’na grafiti çizilmişti.
Antisemitizmi kınayanlar buna tepki duyarken, Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron’da bu hadiseye öfkelenmişti.
Bu tür meseleler nedeniyle ülke içinde yer yer gerilimler yaşanıyor.
2024 yılının yalnızca ilk çeyreğinde, Fransa’da antisemitik olay yaşandığı kayda geçen bilgiler arasında.
2023 yılına ilk üç ayına kıyasla, yüzde 300’lük bir artış olduğunu söyleyen yetkililer; antisemitik olayların devam edeceğinden endişeli.
Fransa alarmda!
Consistoire Central Yahudi İbadet Kurumu Başkanı Elie Korchia, polisin bir başka antisemitik faciayı önlediğini bildirdi.
İki ay sonra Yaz Olimpiyat Oyunları’na ev sahipliği yapacak olan Fransa adına, yaşanılan bu olaylar, hiç de iyi bir izlenim bırakmıyor.
Bu nedenle Fransa alarm durumunu en üst seviyeye çıkardı.
Çıkış tarihi oldukça eskiye dayanan antisemitizm, tarih boyunca Yahudi halkının göç ve soykırımı üzerine şekillenmiş bir düşünce.
Ancak günümüzde Yahudi lobilerinin, egemenlik aracına dönüşen antisemitizm, dünyada uluslararası devletler arasında büyük sorunların doğmasına yol açıyor.
Bugün İsrail ve Filistin arasında yaşanılan antisemitizm kökenli siyonist savaş; her iki ülkenin masum insanlarını öldüren bir problem.
Ve bu sorun dünyada evrensel insanlık anlayışını tehdit ediyor.
Yahudilere yönelik saldırganlığı ifade etmek için kullanılan antisemitizm; ölmeden, öldürmeden yaşamak isteyen Yahudi bireylerin, özgürlük ortamını kısıtlayan bir uygulamaya dönüşmüş durumda.
Yaşadığımız çağ içinde, üçüncü dünya savaşına sebep teşkil edecek kadar gelişen antisemitizm, Siyonizmin için önemli bir aparat.
Bir madalyonun iki yüzü gibi olan antisemitizm ve Siyonizm, bir hayalet gibi gündelik hayatımızın neredeyse her alanını etkileyen pozisyonda.
Dün erken saatlerde Fransa’da meydana gelen sinagog yakma olayı, erkenden farkına varılmasaydı; toplumsal bir faciaya dönüşebilirdi.
Aynı vuku, bir bombalı saldırı biçiminde de cereyan edebilirdi.
Her koşulda antisemitizm ve türevi anlayışlar, geleceğimizi yönlendiren insanlık problemi olarak devam ediyor.
Umarım bu tür anlayışlar ve hadiseler en kısa zamanda son bulur.
Heybet AKDOĞAN

Sevgili Tercüman okurları, Fransa’nın Hint-Pasifik’teki özerk bölgesi olan Yeni Kaledonya’da bağımsızlık yanlıları, seçimlerdeki etkilerini azaltacağı için, Fransız hükümetinin anayasal reform girişimine karşı çıktılar.
Fransız yönetimi altındaki takımadalarda isyan eden halk, Paris’teki Fransa Ulusal Meclisi’nin, oylamaya hazırladığı; Yeni Kaledonya’daki yerel seçimlerde seçmen sayısını artıracak olan anayasa reformuna karşı harekete geçtiler.
Anayasa reformuyla yapılması planan değişiklikte, daha fazla Fransızın oy kullanması yürürlüğe konulmak isteniyordu.
Bu duruma tepki olarak, yerli Kanak toplumu, kendi oylarının azalacağı gerçeğini savunarak protestolara başladılar.
Ada’da son birkaç gündür artan şiddet olayları, yüzlerce işyeri ve 50’den fazla aracın yanmasına sebep oldu.
Ölenlerin sayıları ise, en son 4 kişi olarak basına yansıdı.
Yaşanan şiddet eyleminde 130 kişi gözaltına alınırken, 50’den fazla güvenlik görevlisi ağır yaralandı.
Yeni Kaledonya’daki kanlı isyanın ardından Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron, Ada’da olağanüstü hal(OHAL) ilan edilmesini istedi.
Şiddet olaylarının sürekli artması nedeniyle, olağanüstü hal yürürlüğe girdi.
Fransa Hükümet Sözcüsü Prisca Thevenot; Başbakan Gabriel Attal’ın, Bakanlar Kurulu Toplantısı’nda yaptığı açıklamalardan yola çıkarak, Yeni Kaledonya’da olağanüstü halin ilan edildiğini basın aracılığıyla kamuoyuna duyurdu.
OHAL’e gerekçe olarak, kamu düzeninin ihlali ve bununla mücadele hedef gösterildi.
Thevenot, devletin Yeni Kaledonya’da yetkilerini güçlendireceğini belirterek, resmi makamların bölgede av yasağı, ev aramaları veya ev hapsini uygulayacağını ifade etti.
Thevenot, olağanüstü halin 12 gün süreceğini söyledi.
Fransa Başbakanı Gabriel Attal ise, şiddet olaylarının yaşandığı Yeni Kaledonya’ya, asker sevketti.
Bakanlar Arası Kriz Masası’na katılan Attal, havalimanı ve limanların güvenliğini sağlamak için, bölgenin askeri güçle güvence altına alınacağını, bununla birlikte bölgede sosyal medya platformu Tik Tok’un yasaklanacağını açıkladı.
Çünkü yapılan eylemlerde toplumu şiddete teşvik eden olaylar yaşandı.
Pazartesi gecesinden itibaren, maskeli- kukelatalı gençlerden oluşan gruplar, başkent Noumea’da yolları ablukaya alıp, kavşakları kuşattılar.
Alevler ve duman bulutları arasında protestocular durmak bilmeden, emniyet güçlerine saldırdılar.
Cumhuriyet Yüksek Komiseri Louis Le Franc, kolluk güçlerine av silahlarıyla ve yüksek kalibreli silahlarla ateş açıldığını söyledi.
Yaşanan asayiş bozuklukları nedeniyle okullar tatil edildi.
Noumea’da sokağa çıkma yasağı ilan edildi.
Fransız hükümeti, 10 yıldır Yeni Kaledonya’da yaşayan göçmenlere oy hakkı vermek istiyor ama yerli hak oy verme hakkını tanımak istemiyor.
Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron için, Yeni Kaledonya önemli bir bölge.
Macron, Pasifikte’ki bu bölgede nüfuzu artırmayı hedefliyor.
Ancak 1998’den bu yana, yerli toprağına yerleşen Fransız kökenli insanların sayısındaki artış, Kanak halkının yerel yönetimdeki ağırlığını azaltıyor.
Kanak halkının yerel yönetimde ağırlıklı güç olmasın engelleyen bu yaptırım, seçmen listelerini Kanak halkının aleyhine genişletiyor.
Bu yüzden şimdilik OHAL kararıyla sakinleşen bölgede, Fransa anayasa reformu kararında ısrarlı olmaya devam ederse, Yeni Kaledonya’da ilerde tekrar şiddet eylemlerinin yaşanması ihtimal dahilinde.
Kanak halkı, ” Kanaklı olmanın gururunun, Genel Kurul tarafından duyulmasını istiyoruz.” sözlerini paylaşmaya devam ediyor.
Heybet AKDOĞAN

Sevgili Tercüman okurları, sınıflandırma, tahmin etme ve karar alma gibi bilişsel fonksiyonlarını yapabilmek için, insan zekâsını taklit eden ve tecrübelerle kendini geliştirebilen yapay zekâ (YZ) yazılımları, dünyanın her tarafında, gün geçtikçe gelişen ve yaygınlaşan bir teknoloji.
Mevcut veri bankaları kullanılarak gelişimleri ve zamanla yeni veriler yüklenerek tecrübeleri oluşan YZ sistemi, dünya çapında büyük bir merak ve ilgi odağı olmaya devam ediyor.
İnsan zekâsının bilişsel fonksiyonlarını icra edebilecek aşamaya kadar ilerleyen ve adına “Yapay Genel Zekâ” denilen YZ sistemi, her geçen gün farklı durumlar ve görevler karşısında çok fonksiyonlu kararlar alarak, hayatımızın her alanını kuşatıyor.
YZ teknolojisi yaşamımızın her alanına müdahil olduğunda; bir doktor gibi hastalığımıza teşhis koyabiliyor.
Bir Tercüman gibi istediğimiz dili bizlere tercüme edebiliyor.
Bir danışman gibi herhangi bir şirkette danışmanlık hizmeti verebiliyor.
Sanat ve kültür alanına kadar kullanılabilen YZ sistemlerinin, sanatsal eser üretebilme yetenekleri dahi olumlu sonuçlar alınarak deneniyor.
Tüm bu gelişmelerle birlikte, YZ’nin olumlu ve olumsuz yönleri de tartışılıyor.
Yapay zekânın avantajları ve dezavantajları devletler arasında konuşuluyor.
ABD Başkanı Joe Biden ve Çinli mevkidaşı Şi Cinping, yapay zekâ konusunu konuşmak için 14 Mayıs’ta Cenevre’de bir araya geldiler.
Çin’in ve ABD’nin yapay zekâyı ulusal öncelik haline getirmesi; hem sivil hem askeri alanda ABD ve Çin’in YZ konusunda bir araya gelmelerini zorunlu kıldı.
Cenevre diyaloğunda ABD, Çin’in yapay zekâ kullanımına ilişkin kaygılarını dile getirdi.
Rakip gördüğü Çin ile arasındaki YZ iletişimsizliğini gidermek için, Şi Cinping’le bir araya gelen Biden; Beyaz Saray, Dış İşleri ve Ticaret Bakanlıklarından da yetkilileri yanında bulundurdu.
Biden yönetimi, yapay zekâ teknolojisini, Çin ve Rusya gibi ülkelerden korumak için; ChatGPT gibi popüler sohbet robotlarına güç veren ve ABD tarafından geliştirilen tescilli yapay zekâ modellerine güvenlik duvarları koymayı planlıyor.
Bu nedenle iki rakip ülke, yapay zekâ kurallarını şekillendirmek için kıyasıya bir mücadele halindeler.
Yapılan toplantıda iki ülkenin liderlerinin yanı sıra, temsilciler de söz haklarını kullandılar.
Cenevre’de yapılan görüşmede Çin’li yetkililer, ABD’de dahil olmak üzere, uluslararası toplumla iletişimi güçlendirmeye hazır olduklarını, fakat ABD’nin YZ alanında, Çin’e uyguladığı kısıtlamalara ve baskılara karşı, ciddi karşılık vereceklerini vurguladılar.
Yapay zekâ teknolojisi, Çin’li yetkililerin altını çizdikleri sözlerden de anlaşıldığı gibi; ülkeler arası diyalog konularının ve karşılıklı konumlanmaların gelişen belirleyicisi…
Özellikle dünyada, kendinden üstün bir devleti hazmedemeyen ABD için YZ, egemenliğin yeni bir güç kaynağı durumunda.
Çin açısından da YZ, aynı niceliğe ve niteliğe sahip.
Bu bakımdan yapay zekâ teknolojisi, gelecek yüzyılın, ülkelerin kaderlerini tayin edecek kadar çok boyutlu bir mesele olarak, dünya gündemini şekillendirecek.
Heybet AKDOĞAN

Sevgili Tercüman okurları, Almanya’da aşırı sağ siyaset bir süredir yükselişte.
Ülkede doğal olarak en çok göçmenleri rahatsız ve tedirgin eden aşırı sağın yükselişi, kamuoyunda tehdit algılarının oluşmasına neden oluyor.
Almanya’ya değişik ülkelerden gelen göç akışları, Ukrayna savaşının ardından artan nüfus ve enerji fiyatlarındaki yükseliş, aşırı sağ siyasetin büyümesine neden oldu.
Almanya’da son zamanlarda yapılan anketleri incelediğimizde, sağ ve aşırı sağ partilerin popülerliğinin dikkatleri çektiği görülmekteydi.
Hatta mevcut koalisyon partilerinin dahi oy kaybettiğine şahit olundu.
Geçen yıldan itibaren aşırı sağı temsil eden Almanya için Alternatif Partisi’nin (AfD) oy oranı yüzde 20’nin üzerine çıktı.
Sosyal Demokrat Partisi’ni (SPD) oy oranı bakımından geride bırakarak, ülkenin en güçlü ikinci partisi olan AfD, siyasi partiler arasında önemli bir konum elde etti.
Henüz 2013 yılında kurulmuş olan AfD partisi, çok yeni bir parti olmasına rağmen; ülke çapında kısa sürede önemli bir kitleye sahip oldu.
Irkçı, popülist, AB ve İslam karşıtı olan AfD partisi, Alman toplumunda üçte ikilik seçmen kazandı.
Fakat uzun süredir hem Almanya’da hem de AB ülkelerinde, AfD partisi eleştirilerin odağındaydı.
En sonunda Kuzey Ren Vestfalya (KRV) Yüksek İdare Mahkemesi, AfD’nin aşırılık yanlısı olduğunu karara bağladı.
Bu kararla birlikte, Almanya istihbarat teşkilatı aşırı sağcı olarak kabul edilen parti üyelerini gözetlemeye ve soruşturmaya devam edecek.
Yüksek idare mahkemesi, demokrasi ilkelerine aykırı açıklamalarından dolayı AfD’yi, aşırılık yanlısı bir örgüt olarak sınıflandırdı.
AfD partisi, yapılan sınıflandırmaya karşı çıksa da, yüksek idare mahkemesi tarafından bu itiraz reddedildi.
AfD, Almanya tarafından insanlık onuruna ve demokrasiye aykırı hedefler güden siyasi bir organ olarak tanımlanıyor.
Göçmen kökenli insanlara, ikinci sınıf muamele edilmesini savunan AfD Partisi, anayasal düzene karşı gelmekle suçlanıyor.
Parti yetkilileri, mahkeme kararına avukatlar eşliğinde itiraz etmeye devam edeceklerini söylüyorlar.
İtiraz konusunda AfD milletvekili Roman Reusch, bir üst mahkemeye başvuracaklarını açıkladı.
AfD milletvekilinin bu tavrına karşılık, Almanya İçişleri Bakanı Nancy Faeser, “Anayasal tehditlere, demokrasiye ve içeriden gelen tehlikelere yönelik, Alman devletinin yeterli araçlara sahip olduğunu” söyledi.
Aşırı sağın yükselişi uzun zamandır, AB ülkelerinde tartışılan bir konu.
Popülist dalgayla birlikte gittikçe büyüyen Avrupa’daki aşırı sağ örgütler, son yıllarda özellikle; AfD ile birlikte daha fazla hissedilir oldu.
Avrupa Parlamentosu’nun varlığına karşı gelen aşırı sağ partiler, en çok bu nedenle, AB ülkeleri tarafından bir tehdit olarak görülüyor.
Yasaların yalnızca milli parlamentolar tarafından icra edilmesini savunan aşırı sağ örgütlenmeler ve AfD Partisi, bu tutumları nedeniyle AB ülkeleri nezdinde, ırkçı bir parti olmak için yeterli görülüyorlar.
Irkçılık konusuna damga vuran eylem ise, yakın zamanda bizzat AfD tarafından yapılmıştı.
25 Kasım 2023’te; Postdam yakınlarında bir araya gelerek, milyonlarca göçmenin sınır dışı edilmesi için eylem yapan AfD’liler, Federal Almanya tarihinde en propagandist kitlesel gösteriyi gerçekleştirerek âdeta tarihe geçtiler.
Almanya’da bulundukları her yerde ultra-milliyetçi davranışlar sergileyen AfD’liler, demokrasiyi tercih eden Almanya’daki bütün insanların nefretini üzerinde topluyor.
AfD partisi, Almanya’da hukuksal ve siyasal süreci bir müddet daha meşgul edecek.
Çünkü, olası bir temyiz durumunda, federal idare mahkemesi; yüksek idare mahkemesinin kararını tekrar inceleyebilme yetkisine sahip.
Ülkede, AfD hakkında ortaya çıkan bu gelişmeler, AfD’nin siyasal yasağına kadar uzanabilecek bir hattı oluşturuyor.
Almanya’da göçmenleri, azınlıkları, Müslümanları ve demokrasi yanlılarını sevindiren bu karar, toplumsal yaşamdaki güven ortamına destek oluyor.
Heybet AKDOĞAN

Sevgili Tercüman okurları, Rusya-Ukrayna savaşında gerilimi yükselten olaylar devam ediyor.
Ukrayna-Rusya arasında şiddetli çatışmalar devam ederken, Rusya; Ukrayna’nın Kharkiv bölgesinde çok sayıda köyü ele geçirdiğini iddia ediyor.
Kharkiv bölgesinde durumun önemli oranda kötüleştiğine dair uyarılar yapılıyor.
Ukrayna bu gelişme üzerine saldırıları püskürttüğünü ve sivil cephe hattı yakınlarında tahliyeleri başlattığını kamuoyuna duyurdu.
Kharkiv bölgesi 18 aydan uzun bir süredir Rus işgalinden kurtarılmıştı.
Fakat geçtiğimiz Cuma günü, bölge halkı yoğun bombardıman saldırılarıyla güne uyanmıştı.
Zelensky ve yetkilileri, Rusya’nın bölgeye doğru ilerleme girişimlerini engellediklerini söylüyorlar.
Ancak, Cumartesi gününden bu yana, Ruslar hâlâ Ukrayna’nın, az da olsa sınır köylerini ellerinde tutuyorlar.
Havadan yoğun bombardımanlar ise devam ediyor.
Savaşın gelişen koşullarına baktığımızda, Rusların sınır saldırılarını batıya doğru genişleteceği görülüyor.
Rus özel kuvvetleri aylardır, Sumy bölgesine baskınlar yapıyor.
Saldırıların artan etkisiyle Ukrayna’da, yetersiz insan gücü ve sınırlı hava savunması daha fazla belirginleşiyor.
Bu nedenle Ukrayna’nın insan gücüyle birlikte hava savunmasını da güçlendirmesi gerekiyor.
Ukrayna’nın hava savunmasına acil ihtiyaç duymasından dolayı, Batı ülkelerinden Ukrayna’ya F-16 savaş uçağı teslimatı yapılacağı yönünde duyumlar geliyor.
Ukraynalı üst düzey bir askeri yetkilinin yaptığı açıklamaya göre, ilk F-16 savaş uçağı teslimatı, Haziran ya da Temmuz ayında gerçekleştirilecekmiş.
Reuters Haber Ajansı’na konuşan askeri yetkili, F-16 savaş uçağının hangi Batı ülkesinden geleceğini belirtmedi, ama savaş uçağı ile ilgili iddiasında da herhangi bir kuşku duymadığını, açıklamasındaki tereddütsüz cümleleriyle kesinleştirmiş oldu.
Ukraynalı üst düzey askeri yetkilinin yapmış olduğu açıklamanın yanında; Danimarka, Hollanda, Norveç ve Belçika’nın; Ukrayna’ya F-16 sevkiyatı yapma sözünü verdiklerini biliyoruz.
Ama askeri yetkilinin konuşmasından anlaşılıyor ki, başka Batılı ülkeler de Ukrayna’ya hava savunması konusunda destek verecekler.
Bununla birlikte, Ukrayna Hava Kuvvetleri Sözcüsü İlya Yevlash, bazı Ukraynalı pilotların savaş uçağı talimatlarını bitirdiklerini söyledi.
Yevlash aynı zamanda Ukraynalı pilotların ve yer personellerinin, aylardır Kiev’in Batılı ortakları tarafından eğitildiğini ifade etti.
Ukrayna’ya savaş konusundaki destek için başka bir açıklamada ABD’den geldi.
ABD Dışişleri Bakanlığı, Ukrayna’ya 400 milyon dolarlık yeni silah ve teçhizat yapacaklarını duyurdu.
Yapılacak yardımlar içerisinde Patriot hava savunma sistemleri, karadan havaya füze sistemleri, Stinger uçaksavar sistemleri, yüksek mobilite topçu roket sistemleri, zırhlı araçlar, tank ve silah mühimmatı ile çok sayıda askeri teçhizatın yer aldığı belirtildi.
ABD Dışişleri Bakanı Antony Blinken, “ABD’nin, Ukrayna’nın cesur halkını desteklemek için, Rusya’nın saldırganlığına karşı Ukrayna ile birlikte mücadele edeceklerini ve her zaman Ukrayna’nın yanında olmaya devam edeceklerini” vurguladı.
Ukrayna Devlet Başkanı Volodimir Zelensky, ABD’ye yardımları dolayısıyla teşekkürlerini ileterek, Joe Biden’a minnettar olduğunu söyledi.
Zelensky konuşmasının devamında, “ABD’nin sivil hayatları kurtarmak için yaptığı yardımların çok önemli olduğunu ve ABD’nin yardımları sayesinde, Ukrayna’nın kritik altyapı ve enerji tesislerini daha iyi koruyacaklarını” açıkladı.
ABD’nin Ukrayna’yı desteklemesiyle, ABD’yi lider konumda tanımlayan Zelensky, ABD’nin tarihi bir görevi sürdürdüğünün altını çizdi.
Heybet AKDOĞAN

Sevgili Tercüman okurları, 13 Mayıs’ta Yunanistan Başbakanı Kiryakos Miçotakis Türkiye’ye geliyor.
Yunanistan Dışişleri Bakanı Yorgos Yerapetritis, bu konuyla ilgili bir açıklama yaptı.
Yerapetritis, SKAI FM radyosuna verdiği röportajda, “Türk-Yunan liderlerinin yapacakları buluşmanın, diğer tüm ülke liderlerinin yaptıkları ikili görüşmeler gibi olağan değerlendirilmesi gerektiğini” söyledi.
Miçotakis ve Erdoğan buluşmasının, krizleri bertaraf etmek için ve sonraki adımları atmak için önemli olduğunu ifade eden Yerapetritis, her iki liderin yapacağı görüşmenin dramatize edilmemesi yönünde bir temennide bulundu.
Türk-Yunan ilişkilerine kısa bir süre önce Kariye Camii’nin ibadete açılması damga vurmuştu.
İki ülke ilişkilerini kritik yönde etkileyen bu gelişme, Yunan muhalif siyaseti tarafından eleştirilmişti.
Fakat Yerapetritis, özellikle bu konuyu tekrar hatırlatarak, Yunanistan halkının memnuniyetsizliğinin olduğunu ancak bu kararın yeni değil, 2020’de alınmış bir karar olduğuna dair diplomatik bir gönderme bulundu.
Dışişleri Bakanı konuşmasının sonunda, “Türk-Yunan yakınlaşmasından beklentimiz sükûnet dolu bir dönemdir.” diyerek ülkesi adına beklentisini ifade etti.
Türkiye ile Yunanistan arasındaki anlaşmazlığın en büyüğü, 2021’de süren Doğu Akdeniz gerilimiydi.
Bununla birlikte 2022 Şubat’ında Rusya-Ukrayna savaşının başlamasıyla beraber, Ege sorunu üzerinden merkezi gerilimler yaşanmaya başlamıştı.
Yunanistan’ın, Doğu Ege adalarını silahlandırmadaki tutumu, iki ülke arasında yaşanan tansiyonu daha fazla yükseltmişti.
Bu olumsuz durumların devam ettiği bir dönemde, Türkiye’de meydana gelen 6 Şubat depremleri sonrasında, ikili ilişkilerde doğal olarak bir yumuşama oluşmuştu.
Yunanistan, Türkiye’ye yardımlarda bulunarak, arama-kurtarma ekiplerini, komşu ülkesine yollamıştı.
Depremden sonra yapılan yardımlaşma nedeniyle, iki tarafın beyanlarında oldukça ılımlı mesajlar yer alıyordu.
Daha sonra, 11-12 Temmuz 2023’te, Litvanya’nın başkenti Vilnius’ta düzenlenen NATO Liderler Zirvesi’nde, Cumhurbaşkanı Erdoğan ve Yunanistan Başbakanı Miçotakis, iyimser bir ruh haliyle görüşmüşlerdi.
İki ülke arasında çoklu iletişim kanallarının açılmasına katkı sunan bu görüşme, Yüksek Düzeyli İşbirliği Konseyi diye ifade edilen bir mutabakatın uygulamaya konulmasını sağlamıştı.
Bugüne kadar, iki ülke arasındaki diplomatik birliktelik devamlılığını korudu.
Görüldüğü kadarıyla, Türkiye ve Yunanistan ilişkileri, her iki ülke lideri nezdinde bir istikrara kavuşturulmak isteniyor.
Miçotakis’in, Türkiye’ye gelmeden önce yaptığı açıklamalar bu minvalde.
Türkiye ile Yunanistan arasındaki ilişkiler, 13 Mayıs’ta Miçotakis’in, Türkiye’ye gelmesiyle ileri bir nokta olarak okunuyor.
Miçotakis, yaklaşan Türkiye ziyareti öncesi, Yunan medyasına bu bağlamda bir açıklamada bulunarak, “Türk-Yunan yakınlaşmasıyla ileriye doğru bir adım atmak” cümlesini kurdu.
Miçotakis’in değerlendirmesini esas olarak kabul ettiğimizde, Türk-Yunan ilişkileri ileriye dönük büyük bir potansiyele sahip gözüküyor.
SKAI televizyonuna konuşan Miçotakis, Ege Denizi konusuna atfen, istikrarlı ve sakin bir dönemin yaşandığını söylüyor.
Yasa dışı göç meselesinde de kayda değer bir azalma olduğunu aktaran Miçotakis, kapıda vize uygulamasının yerel ekonomiye katkı sağladığını vurguladı.
Miçotakis’in yapmış olduğu açıklamaları düşündüğümüzde, iki ülke arasında imzalanan anlaşmalar ve karşılıklı hoşgörü siyaseti, iki taraf için de getirisi yüksek olan stratejik hedefleri çağrıştırıyor.
Bu bakımdan Türkiye-Yunanistan arasındaki jeopolitik sorunlar, ticaret, turizm ve güven artırıcı önlemler, her iki ülkenin şimdilik özen gösterdiği mevzulardır.
Özet şeklinde açıklanan ve ön bilgileri verilen Miçotakis’in 13 Mayıs Türkiye ziyaretinin detaylarını, şimdilik bu kadarıyla yorumlayabilsek de; iki liderin buluşmasından sonra daha net ve daha detaylı değerlendirebilme olanağına sahip olacağız.
Heybet AKDOĞAN

Sevgili Tercüman okurları, Kolombiya Devlet Başkanı Gustavo Petro, Netanyahu’yu soykırımcı olarak niteledi.
İsrail ile diplomatik ilişkileri keseceğini söyledi.
Bogota’da düzenlenen 1 Mayıs mitinginde konuşan Petro, Netanyahu ile ilişkilerin kesilmesi gerektiğini söyleyerek, İsrail devletinin soykırımcı bir başbakana sahip olduğunu belirtti.
Etrafına toplanan destekçilerine, bütün bir halkın yok edilmesine sessiz kalmayacağını ifade eden Petro, Filistin’deki ölümleri, insanlığın ölümüyle bir tuttu.
Buna karşılık İsrail, Gustavo Petro’yu antisemitist ilan etti ve Petro’nun bu konuşmasını Hamas’a ödül vermek olarak yorumladı.
İsrail Dışişleri Bakanı, ‘Israel Katz X’te yaptığı paylaşımda, ” Kolombiya Devlet Başkanı’nın, Hamas katillerini ve tecavüzcülerini ödüllendireceğine söz verdiğini ve bugün bunu yerine getirdiğini” yazarak, düşüncelerini dünya kamuoyuna aktardı.
İsrail Dışişleri Bakanı bu yönde bir iletimde bulunsa da; dünyanın birçok bölgesinde İsrail’in, Filistin’e yaptığı zulüm, soykırım olarak kabul görüyor ve yürekler Filistin için haykırıyor!
Her geçen gün insanların Netanyahu’ya olan nefreti ve tepkisi artıyor.
Son günlerde akademik sahada; ABD Üniversitelerinde, Netanyahu’ya karşı artan protestolar, İsrail’le karşı gösterilen tepkilerin en çok konuşulanları arasında.
George Washington Üniversitesi’nde öğrenciler çadır ve stant kurarak, İsrail’i protesto ediyorlar.
Çadırların ve stantların kurulduğu mekân ise, çok kritik bir noktada.
Beyaz Saray ve Dışişleri Bakanlığı, çadırların ve stantların kurulduğu alana çok kısa mesafede.
Bu sayede devlet yetkililerinin protestoları görmemesine imkân yok.
Eylemlerini sürdüren öğrenciler, Amerika Birleşik Devletleri tarafından antisemitik ve Hamas yanlısı olmakla suçlanıyorlar.
Ancak kampüsteki eylemleri izlediğimizde, antisemitik ve Hamas yanlısı sloganlara rastlamıyoruz.
Bilakis, üniversite öğrencileri; “Gazze’de soykırım dursun, silahlar sussun ve Filistin’e özgürlük” sloganlarından başka bir şey haykırmıyorlar!
Çadır ve stant kuran öğrenciler içinde çok azı Müslüman olmakla beraber; siyahlar, Asyalılar, İngilizler, beyaz Amerikalılar ve daha birçok etnik kökenden öğrenci var.
Öğrenciler aynı zamanda üniversitelerin, İsrail hükümeti ve şirketleriyle ticari iş yapılmasının sonlandırılmasını da istiyorlar.
George Washington Üniversitesi’nin adıyla müsemma anıtı; Filistin bayrakları ve ateşkes çağrıları yazılı pankartlarla öğrenciler tarafından donatılmış.
ABD’de öğrenci eylemleri günlerdir sürmekte.
Bu arada insanı sevindiren bir şey var ki, o da; çadır ve stant kurup, eylem yapan öğrencilere polis müdahale etmiyor.
Öğrenciler herhangi bir şiddet eylemine başvurmadıkları için protestolar olaysız geçiyor.
Üniversite yönetimi eylemcilerin dağılması için, polisi devreye sokmak isterken, polis; ifade özgürlüğünü kullanan öğrencilere müdahale etmeyeceklerini açıklamış.
Polisin bu tavrı demokrasi gönüllülerini sevindiriyor.
Ancak ABD’nin tüm bölgelerinde polisin aynı tutumu sergilemediğini belirtmek gerekiyor.
Amerika’da, anayasanın birinci maddesi, ifade ve fikir özgürlüğü olmasına rağmen, bunu çok iyi bilen üniversite yetkilileri, buna rağmen polisi göreve çağırıyorlar.
Mesele İsrail katliamı olunca, akademik akıl dahi ifade özgürlüğüne saygı duymayabiliyor.
Çünkü, Amerika’da üniversitelerin önemli bir kısmı, Yahudi asıllı iş adamlarının desteğiyle fonlanıyor.
Örneğin:
Pensilya Üniversitesi’ne, 100 milyon dolar bağış yapan Yahudi bir iş insanı, İsrail’i kınayan rektörün derhal istifa etmesinin gerektiğini, aksi halde bağış parasını geri çekeceğini söyleyerek, üniversiteyi tehdit etmişti.
En sonunda rektör istifa etmek zorunda kalmıştı.
Aynı günlerde benzeri bir hadise, Harvard’ta yaşandı.
Akademik kadrolar korku duyuyorlar ve kaygılılar; ne yazık ki, bir o kadar da çaresizler!
Amerika’da, Filistin için eylem yapan öğrenciler, seslerini duyurmak için sokaklara indiğinde, eylemleri şiddetsiz olmasına rağmen; kalabalıklaşan gösterilerden rahatsız olan ABD yönetimi, polis zoruyla öğrencileri gözaltına alıyor.
Son günlerde gözaltına alınan öğrenci sayısı 1000’i geçti.
ABD’nin, Los Angeles kentindeki, Kalifornya Üniversitesi kampüsüne, gece yarısı sevk edilen polisler, protesto yapan bir grup öğrencinin kampını dağıttı.
Aynı üniversitenin kampüsünde, polislerin sevkinden bir önceki gün, maskeli bir grup, Filistin yanlısı öğrencilere saldırdı ve bazı öğrenciler yaralandı.
Fakat, dünya çapında İsrail’i kınama eylemleri; öğrenciler, ülke halkları tarafından her geçen gün artarak devam ediyor.
Mozambik, protesto eylemini Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nde; tüm şiddeti kınayan karar tasarısını oylayarak ortaya koydu.
Bolivya, İsrail ile dış ilişkilerini sürdürmeme konusundaki kararında ısrar ediyor.
Amerika’da ve dünyanın birçok yerinde Netanyahu’ya ve İsrail devletine yönelik eylemler; bürokratik ve akademik olarak devam ediyor.
Büyüyen protestolar hepimizin umut ettiği gibi; en kısa zamanda militarist rüzgarı durdurmak için başarılı olur.
Heybet AKDOĞAN

Sevgili Tercüman okurları, İsmailağa Cemaati olarak bildiğimiz tarikat grubu, kapılarını ilk defa basına açarak, kendi tarihinde bir ilke imza attı.
Hasan Kılıç’ın ölmesinden sonra, İsmailağa Cemaati’nin yeni lideri Ahmet Fikri Doğan, davet ettiği basın mensupları tarafından ziyaret edildi.
Bir süredir İsmailağa Cemaati’nin bölünmesinin kamuya yansıması üzerine, tedirginlik yaşayan ve itibar kaybına uğrayacağını düşünen cemaat, basın mensuplarına savunma yapmak maksadıyla kapılarını açıp; “Cemaatin bölünmediğini, sadece ‘sterilize’ hale geldiğini” basın çalışanlarına aktardı.
Basını bilgilendirme, İsmailağa Camii Külliyesi’nde yapıldı.
İsmailağa Cemaati, basın mensuplarıyla yaptığı konuşmasının devamında, ” İsmailağa Cemaati’nin bugüne kadar devlete karşı hiçbir faaliyette bulunmadığını, toplumun çimentosu olma görevini üstlendiklerini, Mâverâünnehir geleneğinden geldiklerini ve anarşist yaklaşımları kabul etmediklerini” söyledi.
Cemaatin sözcüsü Salih Topçu, ” Cemaatlerinin devlet geleneğine sahip olduğunu ve devlet tarafından, cemaatlerinin takibe ve kontrole açık olduklarını” dile getirdi.
Basına verilen demeçler oldukça dikkat çekici ve düşündürücüydü.
Öyle ki, İsmailağa Cemaati; “İsmailağa’nın devlet tarafından akredite olmuş, güvenliği ve eminliği kabul edilen” bir cemaat yapısı olduğunu vurguladı.
İsmailağa Cemaati özellikle, “Devletsizlik kadar kötü bir şey yoktur.” görüşünü benimsiyormuş.
İsmailağa Cemaati’nin bu açıklamalarını okuduğum zaman aklıma Gülen Cemaati geldi.
Yıllarca Fethullah Gülen Cemaati, İsmailağa Cemaati ile aynı argümanları paylaşarak, devlet içinde paralel bir devlet olma gücüne sahip olmuştu.
Devletin bütün kadrolarına kadar sızmıştı.
Bugün, İsmailağa Cemaati’nin henüz bu güce ulaşamamasından dolayı, yapmış olduğum eleştiriyi abartı olarak algılayanlar olabilir.
Ancak, tarihin her döneminde cemaatlerin güçlenmeleri ve devlet karşısında paralel bir güç olarak konumlanmaları, her zaman aşama aşama olmuştur.
İktidar güç olduğu için, bir devlet içinde yurttaş olmayı yeterli görmeyen bireyler, devletin sosyal yapısı içinde ayrı örgütlenmeleri tercih ederler.
Laik ve sosyal devletin yapısına rağmen farklı örgütlenmeler içerisine girenler; ideolojileri her ne olursa olsun, iktidar olmak için büyümek isterler.
Bu tür örgütsel yapıların nihai hedefleri her zaman alternatif bir iktidar anlayışı üretmektir.
Yurttaşlık ve vatandaşlık sınırlarını aşıp, kendi örgütünün amaçları doğrultusunda, sosyal devlete karşı kendi vatandaşını ve yurttaşını yaratmaktır.
FETÖ Terör Örgütü, 15 Temmuz Darbe Girişimi’ni yıllara yayılan çalışmalarıyla adım adım planlanmıştı.
Hatırlarsanız FETÖ, bir konuşmasında, ” Benim amacım iktidar olmak değil, devleti yönetmektir.” demişti.
Bu nedenle laik devlet anlayışına rağmen, laik bir devlette dini gruplar şeklinde örgütlenen bütün cemaatlerin bilinçaltında, bir gün devleti yönetmek vardır.
Bu konuda en çok hata yapan iktidar AK Parti’dir.
15 Temmuz Darbe Girişimi’nden, yeterli dersi almayan AK Parti, maalesef cemaatlerle arasına yeterli mesafeyi koyamıyor.
Oysa devleti temsil eden bütün iktidarlar, bütün cemaatlere ve legal örgütlere karşı eşit mesafede olmalıdırlar.
Çünkü, Türkiye Cumhuriyeti’nin devlet yapısı laiklik ilkesiyle temellendirilmiştir.
Buna rağmen geçtiğimiz günlerde Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın, İsmailağa Cemaati Lideri Hasan Kılıç’ın cenaze törenine katılması ve 23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı’nda, Erdoğan’ın, TBMM’deki 23 Nisan Özel Oturumu’na katılmak yerine, İsmailağa Cemaati Şeyhi’nin cenazesi için İstanbul’a gitmesi; Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni temsil eden bir Cumhurbaşkanının konumuna tamamen ters düşen bir davranıştı.
İsmailağa Cemaati’nin basın mensuplarıyla yaptığı söyleşide, “…toplumun çimentosu olma görevini üstlendiklerini” vurgulaması bizzat Türkiye Cumhuriyeti’ni temsil eden, Cumhurbaşkanı R. Tayyip Erdoğan tarafından dikkate alınmalıdır.
Toplumun çimentosu olmak demek, Türkiye’de yaşayan bütün insanları, kendi cemaatine katmayı hedef alan bir yaklaşımdır.
Oysa Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu Atatürk şöyle diyor:
“Efendiler ve ey millet! İyi biliniz ki Türkiye Cumhuriyeti; şeyhler, dervişler, müritler, mensuplar memleketi olamaz. En doğru ve en hakiki tarikat, tarikat-ı medeniyedir. Medeniyetin emrettiğini ve talep ettiğini yapmak, insan olmak için kâfidir.
Bu bakımdan Türkiye’de yaşayan insanların çimentosu cumhuriyet iken, bu görevi medeni Türkiye Cumhuriyeti’ne rağmen üstlenmek isteyen bir cemaatin asıl hedefinin ne olduğu, artık gizlenemeyecek kadar açık ve net bir şekilde İsmailağa Cemaati tarafından itiraf edilmiştir.
İsmailağa Cemaati, anarşizme karşı olduğunu da söylüyor.
Peki, devletin yurttaşlarını, devlet-vatandaş birlikteliğinden soyutlayarak, başka bir örgütsel yapı içerisinde ötekileştirerek, yurttaşları cemaat bireyleri haline getirmek, anarşist bir tutum değil de nedir?
İsmailağa Cemaati, güvenliği ve eminliği kabul edilen bir yapı olduğunu iddia ediyor.
O halde şunu sormak lazım İsmailağa Cemaati’ne:
İsmailağa Cemaati’ne devletin güvenliği ve eminliği neden yeterli gelmiyor?
Dikkat ettiyseniz, İsmailağa Cemaati bu cümlesinden sonra, “Devletsizlik kadar kötü bir şey yoktur.” diyor.
Madem öyleyse, devletin varlığını neden yeterli görmeyip, var olan bir devlet içinde; farklı yaptırımları ve hukuku olan bir varoluş tercihinde bulunuyorlar?
Devlet insan demektir, toplum demektir.
O halde İsmailağa Cemaati, devlet olan insanı ve toplumu neden doğal haliyle kabullenmeyip, devletin normal bireyi ile ve toplumsal yapısıyla bütünleşemiyor?
Soruları çoğaltmak; cemaatlerin teorik ve pratik tanımları içerisinde gayet mümkün.
Ama şu an yoğunlaşmamız gereken en önemli soru, İsmailağa Cemaati neden basına kapılarını açarak bir ilki başlattı?
Bu soruya yoğunlaşmak, İsmailağa Cemaati’nin geleceğe yönelik, Türkiye Cumhuriyeti’nde nasıl konumlanmak istediğinin, neden devlete akredite bir cemaat olmak için çabaladıklarının ve hedeflerinin ne olduğuna dair bütün sorulara tafsilatlı cevaplar sunacaktır.
Heybet AKDOĞAN

Sevgili Tercüman okurları, basın ve düşünce özgürlüğü yasaklarına her gün bir yenisi eklenirken, gazetecilerin özgürce konuşmasını engelleyen bir yasağa tekrar şahit olduk.
Bu defa hedefte gazeteci-yazar Barış Terkoğlu vardı.
Cumhuriyet gazetesi yazarı Barış Terkoğlu, Adalet Bakan Yardımcısı Akın Gürlek’in şikayetçisi olması üzerine yargılandı ve 2 yıl hapse mahkum edildi.
Barış Terkoğlu’nun, Odatv’de yayımlanan “Türkiye’nin gündemindeki kararları hep aynı hakim veriyor” başlıklı haberi ve Cumhuriyet Gazetesi’nde yayımlanan “Türkiye’yi karıştıran hakimi nereden hatırlıyorum” yazısı, terörle mücadelede görev almış kişileri hedef göstermek suçlamasıyla açılan davaya gerekçe gösterildi.
Barış Terkoğlu’nun karar duruşması, 13. Ağır Ceza Mahkemesi’nde görüldü.
Gazeteci-yazar Terkoğlu, avukatlarıyla birlikte mahkemeye katıldı.
Barış Terkoğlu’nun mahkemedeki savunmasının bir kısmı Medya ve Hukuk Çalışmaları Derneği’nin (MLSA) sosyal medya hesabında paylaşıldı.
Yapılan paylaşıma göre, Cumhuriyet gazetesi yazarı Barış Terkoğlu, “Hakimler, savcılar ve polislerin birer yurttaş olduğunu, bu nedenle yaptıkları eylemler nedeniyle bu mevkilerdeki kişilerin eleştirilebileceği ve bu makamdaki yetkililere, yurttaşlardan ayrı koruma zırhı getirmenin Anayasa’ya aykırı olduğu” yönünde bir savunmada bulunmuş.
Ancak, mahkeme Barış Terkoğlu’na, terörle mücadeledeki kişileri hedef göstermek suçlamasıyla iki yıl hapis cezası vermekten vazgeçmemiş.
Barış Terkoğlu’na verilen bu cezaya, sosyal medyadan tepkiler yağdı.
Sağduyulu ve özgür basın yanlıları, Barış Terkoğlu’na yapılan bu haksızlığı doğru bulmuyorlar.
Çünkü gazetecilik; sorgulamaktır ve eleştirmektir.
Gazeteci, toplum adına doğruları haber yapmakla ve paylaşmakla yükümlüdür.
Barış Terkoğlu’na verilen bu ceza çok hızlı bir şekilde karara bağlanmıştır.
Ama Barış Terkoğlu’nun yazılarını okuyanlar az da olsa, Terkoğlu’nun boyun eğmeyeceğini bilirler.
Barış Terkoğlu ve onun gibi gazetecilik mesleğini sürdürenler, Türkiye’nin aydınlığa giden yoludurlar.
Aydınlığa yürüyenlerle birlikte, seninleyiz Barış!
Heybet AKDOĞAN

Sevgili Tercüman okurları, günlerdir merakla beklenen Erdoğan-Özel görüşmesi gerçekleşti.
R.Tayyip Erdoğan ve Özgür Özel, Ankara Söğütözü’nde, AKP Genel Merkezi’nde bir araya geldiler.
AK Parti Genel Merkezi’nde planlanmış görüşme basına kapalı olarak yapıldı.
Ziyarette iki parti liderinin yanısıra; AK Parti Genel Başkanvekili Mustafa Elitaş ile TBMM Dışişleri Komisyonu Üyesi Namık Tan da vardı.
Erdoğan-Özel görüşmesi 8 yıl sonra ilk olma niteliğine sahipti.
Erdoğan-Özel buluşması aynı zamanda, 31 Mart yerel seçimlerinden sonra gündemin merkez konusuydu.
Dikkat ettiyseniz, yerel seçimler bittikten sonra siyasetin, medyanın ve kamuoyunun gündeminde devamlı, yapılacak bu müzakerenin heyecanı vardı.
Neredeyse, Erdoğan’ın yerel seçim hezimetini örtecek kadar önemli bir zirveydi.
Zaten öyle de oldu.
Özgür Özel’le görüşme düzenleyerek, yerel seçim mağlubiyetini unutturmaya çalışan Erdoğan, bu konuda başarılı oldu.
Erdoğan, Cumhurbaşkanı sıfatıyla ve AK Parti Genel Başkanı kimliğiyle, Özgür Özel’e hem partisinde hem de devlet yönetiminde tek söz sahibi olduğunu hatırlattı.
Erdoğan bu hatırlatmaya ihtiyaç duysa da, kamuoyu şunun farkında:
14-28 Mayıs genel seçimler başarısını Erdoğan, yerel seçimlerde de elde etmiş olsaydı, şimdiye kadar muhalefete açmadığı kapısını, aralamak zorunda kalmazdı.
Halkın da gördüğü gibi, siyasette dengelerin değiştiğini gösteren bu zirve görüşmesi, artık belirgin hale gelen güç dağılımının, Erdoğan tarafından kabullenildiğini anlatmaktadır.
Görüşmenin 1 saat 35 dakika kadar sürmesi ise, Özel’in listesinin bayağı kabarık olduğuna işaret ediyordu.
Fakat, ikili görüşmenin AKP Genel Merkezi’nde yapılması dikkat çekiciydi.
Belirlenen mekân, Özgür Özel için önemli olmasa da, R.Tayyip Erdoğan’ın genel merkezi yer olarak belirlemesi, konuşulacak konuların iktidar partisiyle, ana muhalefet partisi sınırlarınca konuşulması gerektiğinin belirlenmiş olmasını ima eder gibiydi.
Lakin mekânı aşan en önemli husus, yıllar sonra Erdoğan’ın, ana muhalefet partisiyle bir araya gelmesiydi.
Erdoğan’ın toplum karşısında sıkıştığını ortaya koyan bu ikili buluşma, Erdoğan’ın 2028 seçimlerine yönelik yapmış olduğu planın bir parçasıydı.
2028 seçimlerinde Erdoğan’ın, iki rakibi olacağını şimdiden biliyoruz.
Bu rakiplerden ilki Ekrem İmamoğlu, ikincisi ise Mansur Yavaş.
Erdoğan, Özgür Özel’in görüşme teklifini kabul ederek, CHP Genel Başkanı Özgür Özel’i, şimdiden rakibi olmaya teşvik etti.
Erdoğan’ın, Özgür Özel’i inşa projesi olarak tanımlayabileceğimiz bu niyet, Erdoğan’ın, ana muhalefet partisi olan CHP içine, adım adım sızmasının başlangıcıdır.
CHP’yi böl, parçala, yönet taktiğinin, Erdoğan tarafından hesaplanmasına, Özgür Özel’in fırsat vereceğini zannetmiyorum.
Çünkü Özgür Özel yıllardır, Erdoğan’la mücadele eden ve rakibini iyi tanıyan bir politikacı.
Ama siyasetin bizlere neler göstereceğini zaman daha net bir şekilde deşifre edecektir.
Buna bağlı olarak, geçenlerde 22. Dönem TBMM Başkanı Bülent Arınç’ın, “Özgür Özel benim kahramanımdır.” çıkışı, Erdoğan’ın, Özgür Özel’le neden görüştüğünü ispatlayan önemli bir ayrıntı olduğunu düşünüyorum.
En basitinden, Bülent Arınç neden kameralar karşısına geçip, Özgür Özel’i hiç beklemediğimiz bir şekilde “kahramanım” olarak tarif etti?
Bu yöntemi, AKP’nin ilk önce İmamoğlu’nu devreden çıkarmanın bir başlangıcı olarak görüyorum.
Bu maksadın devamında Mansur Yavaş’ın hedefte olduğundan hiç şüphem yok!
Erdoğan’ın bundan sonraki planı, CHP’nin 2028 seçimlerindeki adayını, kendi belirleme stratejisidir.
Erdoğan şayet bu amacını gerçekleştirebilirse, CHP içindeki güç dengesinide kontrolü altına alacaktır.
Umarım CHP, genel başkanı ve tüm kadrosuyla birlikte, bu hataya düşmemek için; bölünmeden ve parçalanmadan mücadele edebilir.
Aksi halde, CHP yerel seçimlerde kazandığı zaferi, iktidarla taçlandıramaz!
2028’e doğru iktidar ve ana muhalefet partisi arasında sürprizler, çekişmeler ve siyasi rekabetler oldukça yoğun olacak.
Daha bu konuyla ilgili çok konuşacağız.
Heybet AKDOĞAN

Bazı kitaplar, yazılar, şiirler vardır. Anlamını gerçekten bilenler için her daim burçlara asılası bir sancak, bir bayraktır.
İstiklâl Marşı, Gençliğe Hitabe, Orhun Kitabeleri, eski, yeni daha niceleri..
Bu Vatan Kimin diyerek kendi sorduğu soruya, gani gani rahmet olası Orhan Şaik Gökyay’ın cevap olarak verdiği şiir gibi;
“Bu vatan toprağın kara bağrında
Sıradağlar gibi duranlarındır,
Bir tarih boyunca onun uğrunda
Kendini tarihe verenlerindir.”
Bakınız, bu aşağıdaki mısralar da Gökyay’ındır!..
“Bir gemi açılır engine,
Bu tek gemi, bu küçük tekne
Bir yenilmez donanma heybetinde
Tek başına yarar Karadeniz’i…
İçinde bir asker var, bin asker gibi;
Bir kılıç var belinde, gücü bin kılıç…
Bir ordu gibi çıkar o tek asker
Samsun’a…
Kuşanır bir kılıç gibi Anadolu’yu,
Anadolu kuşanır onu bir kılıç gibi,
Erzurum yaylasında bir şafak söker,
Bir bayrağın dinç kızıllığı vurur
Yurdun üstüne.”
Ve aynı Orhan Şaik Gökyay’ın 3 mayıs için söylediğini de unutmamak gerekir; “1944 yılında, biz suç işlediğimiz, suçlu olduğumuz için tevkif edilmedik. Biz Türk olduğumuz, Türkçü olduğumuz için zindanlara atıldık.”
Ve muhtemelen ettiği sitemler onun içindir; “Yarı Çekilen Bayrak” başlıklı şiirinde..
“Dökün yaprağınızı dallarım dökün,
Akın yaslı yaslı sularım akın,
Bükün boynunuzu bayraklar, bükün
Bir alınmaz kal’am vardı, yıkıldı
Durmadan çalkanan bir kızıl deniz,
Bir damla yaş gibi duruyor sessiz,
Vatan ufkundaki en güzel çeyiz,
En şanlı süs, baktım yarı çekildi..”
Ve bazı sevdiğimiz dostlarımızın, bugünlerde bize yaşattıkları kırık duygular, Gökyay hocamızın 44’lerde yaşadıkları zulümden dolayı dile gelen “Sitem”inden çok farklı değil;
“Hülâsa bu işler böyle değildi…” der iken;
“Ay geçti, yıl döndü unuttu beni
Üstüne adımı yazdığım ağaç
Açtın dertlerimi kanattın beni
Altında türküler düzdüğüm ağaç
Sendeki yemişler böyle değildi.
Dört bir yana haber saldığım kuşlar
Yarı yolda unuttular haberi,
Kırık kanatlarla döndüler geri
Artlarından bakıp kaldığım kuşlar,
Benim bildiğim kuşlar böyle değildi.
Dilimce öterdi kuşlar dallarda
Lugatta geçmezdi senin sözlerin
Su gibi akardı adın dillerde
Dediğini anlardım bütün gözlerin,
Gözlerde bakışlar böyle değildi.
Soran olmaz bizi yardan ağyardan
Ne çare nâmımız çoktan yitmiştir
Yol üstü çeşmeler bakar kenardan
Bizi bilen sular akıp gitmiştir,
Mermerde nakışlar böyle değildi.
Meyveden kırılan dallar nasılsa
Arzular içimde öyle kurudu
Bir dalda bin türlü meyve verirdi
Takvimde bahardı, ne gün bakılsa,
Hülâsa bu işler böyle değildi.”
Bu aralar bazı dostlarımıza göz/kulak kesiliyorum;
Evin, hiç memnun olamayan şımarık ve mızmız çocukları gibi Türk Milliyetçiliği hareketimizin geçmişine ve bugününe kem laf eden, adeta ergenlikten kurtulamayan dostlarımızın, beşi, altısı, yedisi bir lider edemeyen “kartvizit genel başkanları” için siyasi, tarihi ve kültürel birikimini bu kadar ucuza harcamak için değil de, öz eleştiri, öz güven ve dinamizm kazanmak için samimi duygularla hareket ediyorlardır ümidindeyim.
Egolarını tatmin için mazilerini harcayanlar, bu vatan ve inançları için ömrünü feda edenlerin sıçrama taşı olan 3 Mayıs’la beraber apoletli ve sivil Jakobenlerin darbelerini enine boyuna araştırıp incelesinler ve duruşlarını tekrar gözden geçirsinler!
Din, dil, kültür ne varsa, ‘yaşatılan değerlerimiz’e al görmüş boğalar gibi saldıran, gençliğimizin kızılcıklarını aratmayıp demlenenlerimiz de olsun ki, topraklarımızın kompost gübreye de ihtiyacı var.
3 mayıs Jakobenler bayramı, milli jakobenlerimize ihtar;
3 Mayıs Türkçüler Günü, dostlarımıza ibret ve ivme olsun.
Bu vesileyle en başta Hüseyin Nihal Atsız ve yakın dostu Başbuğ Alparslan Türkeş olmak üzere bu günü, bu davanın unutulmazlarına ser levha yapanların aziz ruhları şad olsun.
“İçim yine sevinçle dolup yanıyor;
Sanki deniz olmuş, dalgalanıyor.
Uzak uzak ülkelerden döndüm seferden;
Yaralarım ağır, fakat mestim zaferden;
Zafer, ümit kaynağının bir çeşmesidir.
Zafer birçok gönüllerin birleşmesidir.
Gönülleri birleşenler ölse de bir gün,
Gök kubbede kalacaktır seslerinden ün.
Gönülleri birleşenler! Selam sizlere!
Uzaklarda dertleşenler! Selam sizlere!
Selam sana hücrelerde benzi solan genç!
Selam sana ey yılları heba olan genç!
İstikbalim gitti diye yaslanma sakın!
İstikbalin değil, ruhun Tanrı’ya yakın!
O yalancı istikbale bir perde indir!
“Gerçek yarın” unutma ki bir gün senindir!”
Vesselâm
Metin Bozdemir

Sevgili Tercüman okurları, konumuzun mahiyeti açısından yazıya ilk önce Nisa Sûresi 58. ayetle başlamanın daha doğru olduğunu düşünüyorum.
İlgili ayet: “Allah size kesinlikle görevleri ehil ve layık olanlara vermenizi…” uyarısında bulunarak, liyakatın öneminden bahsediyor.
Geçtiğimiz günlerde Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın, Irak ziyaretine eşlik eden Diyanet İşleri Başkanı Ali Erbaş’ın, Rudaw muhabirinin kendisine yönelttiği Arapça soruyu anlamadığına şahit olduk.
Ali Erbaş Arapça sorunun, Türkçe olarak tercüme edilmesine ihtiyaç duydu.
Diyanet İşleri Başkanı, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın Irak’ta, Abdulkadir Geylani Külliyesi ve İmam-ı Azam külliyesi ziyaretine eşlik etmişti.
Bu ziyaret sırasında, Ali Erbaş’ın utanç veren gerçeği ortaya çıktı.
Oysa, Diyanet’in resmi sitesinde, Ali Erbaş’ın özgeçmiş bilgisinde, iyi derecede Arapça ve Fransızca bildiği yazılı.
Fakat, Rudaw muhabirinin, Selahaddin-i Eyyubi ve Şeyh Abdulkadir Geylani gibi din önderlerinin, İslam’a hizmetleri hakkında Arapça bir soruyu Erbaş’a sorması üzerine; Diyanet İşleri Başkanının, yanındaki tercümana sorulan soruyu tercüme ettirmesi, özgeçmişinde yazılı olan bir yalanı ortaya çıkardı.
Erbaş’ın, Arapça soruyu Türkçe’ye tercüme ettirmesi, sosyal medyada son günlerin en büyük gündem konusu oldu.
Öyle ki, yandaş yazar Ahmet Hakan Coşkun dahi, Ali Erbaş’ın bu yalanına sessiz kalamadı.
Diyanet İşleri Başkanının CV’sinde, iyi derecede Arapça bildiği yazılı olduğu halde; artık buna iletişim kazasına mı kurban gitti diyelim, ya da gerçeklerin elbet bir gün ortaya çıkma gibi kötü bir huyu var mı diyelim; neticede Ali Erbaş’ın yıllardır bu yalanı saklayarak, Diyanet İşleri Başkanlığı yaptığı aşikâr oldu.
Ne acı değil mi..!
Kur’an- Kerim’den anlamayan ve okuduğu duaların anlamını bilmeyen bir Diyanet İşleri Başkanımız var!
Bu konu siyasi partiler arasında bile, haklı olarak alay konusu oldu.
Hatta bunun üzerine Zafer Partisi İstanbul İl Başkanlığı, sosyal medya hesabından yaptığı paylaşımda, Diyanet İşleri Başkanı Ali Erbaş’a, Kur’an’ın Türkçe mealini gönderdiklerini duyurdu.
Peki, utanç verici bu gerçek karşısında Ali Erbaş utandı mı?
Ne yazık ki hayır!
İstifa etmesi gerekirken, üstelik hiçbir şey olmamamış gibi bir de makam aracını değiştirdi.
Audi A6 marka, makam aracını yetersiz gören Ali Erbaş, daha üst segmentte olan Audi A8 aracı, makam arabası olarak yeniledi.
Makam arabasını daha üst model bir araçla değiştiren Erbaş, bu konu hakkında sorulan soruya; ihtiyaca binaen yeni aracın kiralandığını, yoğun şehir dışı programlardan ötürü böylesi bir makam arabasının uygun görüldüğünü ve eski makam arabasının sürekli arıza yapmasından dolayı, yeni bir makam arabasının gerekli olduğuna dair cevaplar verdi.
İyi-güzel de, Ali Erbaş, Audi A6 arabasının biraz daha iyisini bulup, kiralamakla yetinemez miydi?
Yoğun şehir dışı programları için, bırakalım eski Audi A6 arabasını, vatandaşların kullandığı normal binek arabalar, gezilecek programlar için kâfi gelmez miydi?
Bunun yanında, Ali Erbaş’ın yerli aracımız diyerek, tanıtımına katılıp, dualar ettiği 1.5 milyon TL’lik TOGG yerine, 15 milyon TL’lik Audi A8’e binmesine ne demeli?
Duayı TOGG için okuyan Erbaş, sefasına Audi A8’le devam ediyor.
Anladık!
Erdoğan: “İtibardan tasarruf olmaz demişti.”
Galiba, Diyanet İşleri Başkanı Ali Erbaş’ın, yerli ve milli otomobil olan TOGG’a binmesi, itibardan tasarruf yapmasına neden olacaktı.
Hazine ve Maliye Bakanı Mehmet Şimşek’in neredeyse her gün tasarruf… tasarruf diyerek, kamuya yönelik kısıtlamalara gitmesini ve ilk etapta 500 adet makam aracını satışa çıkarmasını, ardından 1.000 araçlık makam aracının tasfiye listesini hazırlamasını, Ali Erbaş için kiralanan Audi A8 marka makam aracıyla kıyasladığımızda; Şimşek’in yapmak istediği tasarruf politikasını, halkın inandırıcı bulması bu saatten sonra mümkün mü?
Bunların yanısıra makam araçlarına yönelik kiralama usûlünün fiyat listesi henüz yurttaşla paylaşılmış değil.
Audi A8 makam aracı ve kiralanarak gerekli makamlar için kira ödemesi yapılan tüm araçların parası neticede, halkın ödediği vergiler sayesinde finanse ediliyor.
Tüm bu gerçeklere İslam dini mantığıyla bakarsak:
Kur’an’ı Kerim’de yer alan A’raf Sûresi 31. ayette, “Şüphe yok ki Allah israf edenleri sevmez.” yazılıyor.
Diyanet İşleri Başkanının Arapça bilmediğini öğrendik ama bu ayetin Türkçe meali olmasaydı, Ali Erbaş’ı suçlama şansımız olmazdı.
Partililerine bir seslenişinde “İsraf haramdır.” cümlesini hatırlatan Erdoğan’ın bu cümlesini duymasaydık, belki AKP iktidarının şatafatınıda aksi bir sedamız çıkmayabilirdi.
Fakat yapılan israflara baktığımızda, karşımıza ilk önce İslam’ın esas ilkelerine uymayan bir Diyanet İşleri Başkanını görüyoruz.
Sonrasında ise, “İtibardan tasarruf olmaz.” diyerek, israfı bizzat yaşam felsefesi haline getirmiş bir iktidarla karşı karşıyayız.
Düşünüyorum da; Diyanet İşleri Başkanı Ali Erbaş’ın bu haline Abdulkadir Geylani, İmam-ı Azam ve Selahadin-i Eyyubi İslam mücahitleri, acaba sağ olsaydılar nasıl bir tepki gösterirlerdi.
İsmini zikretmiş olduğum İslam önderleri, zannımca ilk tepki olarak, Ali Erbaş’a, Mü’min Sûresi 28. ayeti okuyarak; “Şüphesiz Allah, müsrif ve yalancıları sevmez.” i’lâ’yi kelimetullahını hatırlatırlardı.
Heybet AKDOĞAN

Türk askerine, polisine veya Türk milletine bir hakaret söz konusu olsa, onunla resim çekilen mutlaka bir CHP’li oluyor. 1 Mayıs İşçi Bayramı’nda polise saldıran, taş atan birkaç grubun temsilciliğine çanak tutan, onları her daim savunan ve o gün orada bulunan eski Türk Tabipler Birliği Başkanı Rasime Şebnem Korur Fincancı’nın koluna girerek poz veren hatıra fotoğrafı çekilen iki CHP’li isim Özgür Özel ve Ekrem İmamoğlu. Bunlardan biri Atatürk’ün partisinin başında, biri de İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı. Peki bu ŞEBNEM KORUR FİNCANCI kim ve ne yapmış ki bununla fotoğraf çekilmemesi gerekir? Bunları tek tek yazalım, konu hakkında siz değerli okuyucularımızı bilgilendirelim.

“Türk askerinin hendek kazan teröristlere yönelik operasyonlar düzenlediği dönemde imza toplayan isimlerden biri olan Rasime, Türk askerini Cizre’de katliam yapmakla suçlamıştı.” 1995 yılında Avrupa’nın ortasında binlerce Boşnak katledildi, Irak, Filistin, Libya yok edildi. Bu olaylara gıkını çıkarmayan Rasime, Türk düşmanlığında en önde gidiyor.
Ermenistan’ın soykırım yalanlarını da savunan Rasime Şebnem Korur Fincancı, verdiği bir röportajda “Bahattin Şakir, Teşkilatı Mahsusa’nın siyasi masa şefi. Özellikle de Ermenilerin katledilmesinde, soykırım sürecinden birinci derecede sorumlu olan kişilerden biri olarak adı geçen insan. Tabii bir hekimin, özellikle de insanların katledilmesin de oynadığı rol hepimiz için çok ağır. Hep beraber, özellikle meslektaşları olarak utanç duymamak elde değil elbette.” ifadelerini kullanmıştı. (Bahattin Şakir, Teşkilat-ı Mahsusanın kurucularından ve Türkçü ve Turancı olduğundan dolayı kahramanaca Ermenilerle mücadele etmiş birine hatta Ermenilerce şehit edilen Türk hekimine ağır ithamlarda bulunan Rasime iyi bir Ermeni savunucusudur.) Bu Rasime, İmralı’da tutuklu bulunan PKK elebaşı Abdullah Öcalan için kurulan “Öcalan’a Özgürlük Platformu’nun da kurucuları arasında yer aldı. Rasime, PKK’nın gazetesi olarak bilinen ve daha sonra kapatılan Özgür Gündem’in de bir dönem nöbetçi genel yayın yönetmenliği görevini yapmıştır. ABD’de “Türkiye Demokrasi Projesi” (TDP) adıyla kurulan oluşum, Libya’dan Suriye’ye, S-400’lerden Mavi Vatan’a, PKK ve FETÖ ile mücadeleye kadar birçok konuda Türkiye’yi hedef alan bir kuruluş bildirisi yayınladı. (Bu bildiyi çağırıcılık yapanlar arasında bakın kimler varmış: AHMET TÜRK, MURATHAN MUNGAN, ZÜLFÜ LİVANELİ, İHSAN ELİAÇIK eski CHP milletvekili RIZA TÜRMEN ve şaşırmayın tabii ki RASİME ŞEBNEM KORUR FİNCANCI.)
Terör örgütlerine desteğini her konuşmasında dile getiren Fincancı, 13 Ocak’ta da CHP’li Ali Şeker sayesinde Meclis’e girerek basın toplantısı düzenlemiş, Kovid-19’a karşı geliştirilen milli aşı TURKOVAC’ı “solüsyon sıvı”ya benzeterek itibarsızlaştırmaya çalışmıştı. İzin almadan basın toplantısı yaptığı için Fincancı’nın TBMM’ye girişi yasaklanmıştı.
Milletvekillerinin aracı aranmadığı için Fincacı’nın bir milletvekilinin aracıyla Meclis’e sokulduğu tespit edilmişti. Gözler CHP ve HDP’li vekillere çevrildi. Fincancı’nın HDP Iğdır Milletvekili Habip Eksik’in aracıyla Meclis’e girdiği belirlenmişti.
CHP hatırlarsanız bir oy Kılıçdaroğlu’na, bir oy HDP’ye diyerek büyük kampanya başlatılmış, bölücülük yapan partiyi adeta Türk milletine sevdirmeye çalışmışlardı. O ekipte daima yer alan başkanın her dediğine evet diyen, şehit cenazesinde camide cenaze safında kahkahalarla gülen Özgür Özel, sözde değişim geçiren CHP’nin yeni başkanı olmuştu.
Koskoca CHP Genel Başkanının başka işi gücü yok, bu bölücülere selam gönderecek, Atatürkçü geçinen kesim bunu görmezden gelecek, yutacak ve çılgınca alkışlayacak. Sonra bu başkan durmayacak, HDP’li milletvekilleriyle birlikte bölücülük yapan Pervin Chakar isimli opera sanatçısının konserine giderek Türk milletinin gözünün içine baka baka elini öpecekti. Şimdi size soruyorum, Demirtaş’a, Kavala’ya selam yollayan, şehit cenazesinde gülen, Türk düşmanı Şebnem Korur Fincancı ile poz veren genel başkan sıfatı taşıyan Özgür Özel öylesine gel, bir resim çekilelim, hatıra kalsın, dememiştir. Özgür Özel bu pozu kime karşı vermiştir? Mardin Büyükşehir Meclisinin DEM Partili belediyesi İstiklal Marşı okunulmaması ve saygı duruşunda bulunulmaması hakkında Özgür Özel tek kelime etmemiştir. Şehitlerimizin, onların geride bıraktıkları masum çocuklarının, gazilerimizin bu vatan için can verenlerin savunucusu olarak bu olanları görmezden gelemem. Sizler de bilin istedim ve yazıya döktüm. Durum bu diyerek gerçek alınteri döken tüm emekçi işçi arkadaşlarımın 1 Mayıs’ını kutlar, saygılarımı sunarım.
Murat Gülşan

Sevgili Tercüman okurları, Meral Akşener 27 Nisan Cumartesi günü, Ankara Ticaret Odası’nın Congresium Salonu’nda düzenlenen olağanüstü kurultayındaydı.
Salonda bir konuşma yaparak, “Türkiye’nin alıştırılmış normallerinin dışında, sadece söz söyleme sırasında değil, bedel ödeme sırasında da en önde durduğunu, bugüne kadar bedel ödemeyi bildiğini, asla pişman olmadığını, bugün de pişman olmadığını, çünkü haklılığımızın elbet bir gün anlaşılacağını biliyorum.” dedi.
Kongrede, “Bu kürsüden son kez konuşuyorum.” diyen Meral Akşener bir veda konuşması yaptı!
İYİ Parti’nin olağanüstü kongresi, Meral Akşener’in veda konuşmasıyla birlikte nihayete erdi.
İYİ Parti Genel başkanını seçti.
Seçim üç turlu aşamayla sonuçlandı.
Üçüncü turun sonunda, teşkilatçı kimliğiyle bilinen Koray Aydın kaybederken; Müsavat Dervişoğlu seçimi önde bitirdi.
Seçim sonrasında Müsavat Dervişoğlu, “Başbuğ Müsavat” sesleriyle tebrik edildi.
İYİ Parti’de, Akşener dönemi kapandı görünürken, Dervişoğlu ile birlikte yeni bir dönem açıldı.
Bana göre, Akşener dönemi kapanmadı.
Geri döneceği zamana kadar Akşener’in, Müsavat Dervişoğlu’na emaneten başkanlığı bıraktığını düşünüyorum.
İYİ Parti’de Akşener döneminin kapandığını söylemek, Meral Akşener’in siyasi misyonunu bilenler için zor.
Dikkat ettiyseniz, Akşener bir süre partiden ayrılmamak için nabız yokladı.
Lâkin teşkilatkardan gerekli ilgiyi göremedi.
Meral Akşener’in en sonunda, kendisine en sadık isim olan Müsavat Dervişoğlu’nu işaret etmesi boşuna değildi.
Ve en sonunda delegeleri yönlendiren Akşener, belirlemiş olduğu emanetçi başkanını seçtirdi.
Ne de olsa; emanetçi başkan tercihi, Türk siyasetinin yabancısı olduğu bir yöntem değil.
Tansu Çiller bunun en bilindik örneğidir.
Çiller, en sonunda, Süleyman Demirel’den, DYP’yi tamamen almayı başarmıştı.
Müsavat Dervişoğlu verdiği ilk mesajda, “Bundan sonra hiçbir şey eskisi gibi olmayacak!” dedi.
Bu söz ilk duyuşta, hani emanetçiydi itirazını akla getirebilir.
Fakat bu sözü duyduğumda, Dervişoğlu’nun bu mesajını, yarışı önde bitirmenin heyecanıyla söylenmiş, sloganik bir cümle olarak algıladım.
Belki de yanılıyorum!
Gerçekleri elbette zaman daha iyi gösterecek.
Şu an en belirgin gerçek, Müsavat Dervişoğlu’nun, İYİ Parti genel başkanı olmakla birlikte, koca bir enkazı da sırtlanmış olmasıdır.
Kadro zenginliği kaybolmuş, milletvekillerinin ve teşkilat kadrolarının birçoğunu kaybetmiş olan İYİ Parti’ye genel başkan seçilen Dervişoğlu, bilincinde olarak İYİ Parti yönetimini devraldı.
İYİ Parti’deki kan kaybını durdurma ve mevcudu muhafaza etme sınavıyla karşı karşıya olan Dervişoğlu’nu, meşakkatli bir siyasi süreç bekliyor.
Kongrede, 611 oy alarak ipi göğüsleyen Müsavat Dervişoğlu, aslında deneyimli bir siyasetçi.
Ülkücü hareketin içerisinde geçmişi oldukça aktif anılarla dolu.
Fakat geçmişin politik konjonktürüyle, bugünün konjonktürü arasında önemli farklar var.
Üstelik Türk siyasetinde, milliyetçi kulvarda merkezi dolduran, başta MHP olmak üzere; iddialı bir şekilde yolunda ilerleyen Zafer Partisi var.
Müsavat Dervişoğlu, partisindeki sorunları çözmekle birlikte, özellikle bu iki partiyle de kıyasıya bir şekilde yarışmak zorunda.
Dervişoğlu, olağanüstü kongredeki konuşmasında, şimdilik siyasi rekabete fazla değinmedi ama birleşmekten ve iktidara karşı mücadele etmekten bahsetti.
Son tahlilde, İYİ Parti’deki tablo, Dervişoğlu’na, partideki dağılma problemiyle ilgilenmeyi öncelikli kılıyor.
Hakeza, Akşener’in davetiyle İYİ Parti’ye katılan merkezdeki sağcıların, liberallerin ve sosyal demokratların partiden hâlâ ayrılma riski var.
Dervişoğlu, zaman konusunda da bir risk taşıyor.
Çünkü 14 ay sonra İYİ Parti’nin olağan kongresi olacak.
Gelecek kongrede yeni adaylar çıkabilir.
Şayet Müsavat Dervişoğlu, emanetçi başkan değilse sorun doğmayabilir.
Halen bundan emin olmadığımız için, gelecek kongrede belki Akşener’de partiye geri dönebilir.
Mamafih, yeni isimlerden, ipi göğüsleyecek yeni başkan adayları da gündeme gelebilir.
İhtimalleri, istikametini çizememiş olan İYİ Parti için sıralamak abartı olmayacaktır.
Gördüğüm kadarıyla İYİ Parti, kongreye rağmen yönünü kolay kolay bulacağa benzemiyor.
Sabık lider Meral Akşener’in salon konuşmasındaki, “…haklılığımızın elbet bir gün anlaşılacağını biliyorum” cümlesi ise, gelecek olağan kongre adına beni düşündürüyor!
Heybet AKDOĞAN

Sevgili Tercüman okurları, 1921 Anayasası Milli Mücadele devam ederken Anadolu’da yazılmış ve milli devlet kurumuyla ilgili bir konudur.
Sadece bu konuyla alakalı bir meseledir.
O yüzden de 1921 Anayasası’nın adı, normalde anayasa terimini karşılamamaktadır.
Anayasa olarak bildiğimiz bu yönetim şeklinin adı Kanuni Esasi’dir.
Tam kelimesiyle ifade edecek olursak, yeni devletin esas teşkilatını düzenleyen temel yasa, yani Teşkilat-ı Esasiye Kanunu’dur.
Yeni anayasa teklifi, 2017-2022 yıllarında Adalet Bakanlığı yapmış olan Abdülhamid Gül tarafından da dile getirilmişti.
Gül, yeni anayasayı “1921 Anayasası ruhuyla hazırlayacaklarını ve Cumhuriyeti 1921 Anayasası ruhuyla taçlandıracaklarını” söylemişti.
Uzun bir zaman sonra anayasa gibi bir konu, bir ülkenin kalbi ve aklı olan böylesi bir mesele tekrar konuşulmaya başlandı.
Yeni anayasanın şimdiki sözcülüğünü ise, TBMM Başkanı Numan Kurtulmuş üstlenmiş durumda.
Tamamen siyasi bir kaygıyla tekrar gündeme getirilen 1921 Anayasası, iktidarın bu anayasa üzerinden yeni bir siyasi kampanya yürüteceğini gösteriyor.
Türkiye’nin demokrasi standardının yükselmesi için yeni anayasayı Numan Kurtulmuş sözcülüğüyle bir zorunluluk olarak gören AK Parti, 1921 Anayasası’nın kuvvetler ayrılığı ilkesinin yerine kuvvetler birliğini esas alan ilkesini topluma fark ettirmeden kabul ettirmeye çalışıyor.
Kuvvetler ayrılığı olmayan bir anayasadan nasıl bir demokrasi anlayışı ortaya çıkar sorusunu, şimdiki Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’ne bakarak anlamak zaten zor değil.
Bu gerçeği göz önüne alarak, AK Parti’nin 1921 Anayasası ile yapmak istediğinin Meclis’e verilen “Ahkâm-ı şer’iyenin tenfizi görevini yeniden anayasaya koyma çabası olduğunu söyleyebiliriz.
Zira, 1921 Anayasası’nda bütün erklerin toplanmasında Meclis adres gösterilmiştir.
Bu bakımdan Meclis’in yetkileri modern anayasalardaki gibi birer birer sınırlayıcı olmayıp, genel tanımlarla sınırlanmış siyasi bir güç olarak belirlenmiştir.
Az önce bahsettiğim Ahkâm-ı şer’iyenin tenfizi uygulaması, bununla birlikte göz önüne alınmaktadır.
1921 Anayasası’nda başka bir dikkat çekici madde: 11. maddedir.
Bu madde prensibince illere muhtariyet verilmelidir.
Fakat AK Parti’nin böyle bir uygulamayı yapacağına ihtimal vermiyorum.
Bu niyetle, AK Parti’nin 1921 Anayasası’nı tercih etmesi, bir önceki yazımda sıralamış olduğum nedenler dolayısıyla dır.
Bunun yanı sıra, az önce de bahsettiğim gibi, 1921 Anayasası önerisi, Meclis’in denetim yetkilerinin, yargı erkinin, yargının bağımsızlığının ve yargı kurumlarının bu anayasada yer almayışı nedeniyledir.
Hak ve özgürlüklerle ilgili düzenlemelerin eksikliği, iktisadi ve mali hükümlerle ilgili muhteviyatların olmaması, AK Parti’nin 1921 Anayasası ile geleceğe yönelik nasıl bir vizyon belirlediğini artık, az çok bizlere tahmin ettiriyor.
1921 Anayasası’nda hilafet ve saltanat makamının varlığını koruması ise, doğal olarak birçoğumuzun aklına, Erdoğan’ın bu makamlara olan zafiyetini hatırlatıyor.
Konuya hangi açıdan bakarsak bakalım, 1921 Anayasası, 103 yıl önce savaş koşullarında hazırlanmış; 23+1 maddelik Teşkilat-ı Esasiye Kanunu’dur.
Bu anayasayı bir asırdan fazla bir süre sonra, kapsayıcı ve demokratik bir anayasa olarak takdim etmek, 1920 model bir aracı, 2024 yılında üretilen bir araçla özdeşleştirmektir.
Tüm bunları dikkate aldığımızda, “Yeni Türkiye” denilen yapının, 1921 Anayasası’nın eksiklikleri üzerine kurgulanmak istediği apaçık bir gerçektir.
Dolayısıyla, Eski Adalet Bakanı Abdülhamid Gül’ün söylemiş olduğu, “1921 Anayasası ruhu”, 1924 Anayasası’ndan sonra laik ve üniter devlet yapısına ulaşmış Türkiye ruhuna uymuyor.
Heybet AKDOĞAN

Sevgili Tercüman okurları, iktidar Türkiye’nin yeni bir anayasaya ihtiyacı olduğunu tekrar hatırlattı.
Yerel seçimler sonrası iktidarın beklenen talebi tekrar gündem oldu.
14-28 Mayıs genel seçimlerinden sonra bizzat Erdoğan tarafından dile getirilen yeni anayasa teklifi, anayasa değişikliğini değil, aslında sil baştan yeni bir anayasa yapılmasını amaçlıyor.
Erdoğan’ın bu açıklamasından sonra, MHP’nin de bu çalışmada yer alacağı daha önce kamuoyuna yansımıştı.
31 Mart yerel seçimlerinden sonra, TBMM Başkanı Sayın Numan Kurtulmuş tarafından yeni anayasanın tekrar gündeme gelmesi, anayasa tartışmalarını tekrar canlandırdı.
Yeni anayasa teklifi ile, Nisan ayının başında (geçtiğimiz Ramazan Ayı’nda) bir iftar yemeğinde, “Şimdi tekrar, aynen 1921 Anayasası’nda olduğu gibi, Türkiye’nin katılımcı, güçlü bir anayasa yapma imkânı bu Meclis’te vardır. Yeter ki, iyi niyetle, samimi olarak bu meselenin takipçisi olalım.” diyen Kurtulmuş, Türkiye’nin bundan sonraki süreçte sivil bir anayasaya ihtiyacı olduğunu vurgulayarak, darbenin ürünü olan fikirlerden kurtulmanın zamanının geldiğini ve Türkiye’nin yeni bir anayasa yapmasının, boynunun borcu olduğunu ifade etti.
23 Nisan Meclis Özel Oturumu’nun açılışında yeni anayasa ile ilgili düşüncelerini tekrar dile getiren Kurtulmuş, “yeni anayasa için fikri olan her türlü kurum ve kuruluşun bu sürece açık ve şeffaf bir şekilde katkı vermeleri gerektiğini” açıkladı.
Numan Kurtulmuş’un yeni anayasa ile ilgili temennilerini dinlerken, anayasanın ne olduğu konusunda teorik bilgisi olmayan insanların, bu konuda Numan Kurtulmuş’u takdir edecekleri aklıma geldi.
Fakat, anayasanın ne olduğunu teorik, tarihsel ve yapısal olarak azıcık bilenlerin, yeni anayasa düşüncesinin arkasında neler olduğunu fark edecekleri ise, beni rahatlattı!
Çünkü 1921 Anayasası, Kurtuluş Savaşı’nın koşullarının ortaya koyduğu bir anayasa biçimidir.
Bu bakımdan, teorik ve pratik olarak modern bir anayasa muhtevası taşımamaktadır.
Bu konu biraz detaylı olduğu için, ilerleyen zamanlarda hep birlikte irdeleyeceğiz!
1921 Anayasası’nın gerçek amacı, Saray egemenliğine son vermekti.
Özellikle Kurtuluş Savaşı’nın Millet Meclisi eliyle yönetilmesine, hukuki bir zemin inşa etmek için tasarlanmıştı.
Yani 1921 Anayasası, Cumhuriyete hazırlık metniydi.
Geçiş dönemi olarak da tanımlanabileceğimiz 1921 Anayasası’nı araştıranlar dikkat ederlerse, bu anayasada laiklik yoktur.
Ulus tanımı netlik kazanmamıştır.
Demokrasi ise hiç yoktur!
Kadın-erkek eşitliği bahis konusu bile değildir.
Dolayısıyla, Atatürk’ün devrim ve ilkelerinden bu anayasaya dayanarak söz edemeyiz.
Zaten siyasal islamcıların 1921 Anayasası’nı istemelerinin asıl nedenleri, saymış olduğum prensiplerin olmamasından kaynaklanmaktadır.
Devlet rejiminin ve bununla birlikte başkent Ankara’nın, 1921 Anayasası’nda henüz yer almaması, Cumhur İttifakı’nın bu anayasayı tercih etmesindeki maksadı, bizlere daha açık bir şekilde göstermektedir.
Tamamıyla Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’ni güçlendirmek için referans olarak kabul ettirilmeye çalışılan 1921 Anayasası, parlementer sistemin devre dışı kalması için, laik devlet anlayışını geri plana itmek için, uzun zamandır gündemde tutulduğu gibi; şimdi de Numan Kurtulmuş tarafından gündemin ana konusu yapılmak istenmektedir.
Devletin resmi dilinin dahi yer almadığı 1921 Anayasası, Türkiye devletinin kuruluş dönemindeki savaş koşullarının mecburi olan hükümleridir.
Oysa, Türkiye şu anda savaş koşulları içinde olmamakla birlikte, kuruluşunu yıllar önce tamamlamış bir devlettir.
Bu yüzden 14-28 Mayıs genel seçimlerinden sonra, Cumhurbaşkanı Sayın Erdoğan’ın ve 31 Mart yerel seçimlerinden sonra, TBMM Meclis Başkanı Sayın Numan Kurtulmuş’un, yeni anayasa teklifini, teorik olarak; tarihsel arka planıyla sorgulamamız gerekiyor.
Heybet AKDOĞAN

Sevgili Tercüman okurları, yerel seçimlere “hür ve müstakil” giren İYİ Parti, 31 Mart tarihinde kendine ayna olabilecek bir sonuçla yüz yüze geldi. Zira, daha önce girdiği seçimlerde yeni bir parti olmasına rağmen, başarı olarak nitelendirebilecek neticeler alan İYİ Parti, son yerel seçimlerde içinde bulunduğu krizlerin bedelini ödedi.
Tabii bunlar İYİ Parti’de yaşanan problemlerin sadece birkaçı. Parti teşkilatlarıyla, merkez arasında yaşanan kopukluklar, yetkili kurulların almış oldukları kararların sorgulanması, partide yaşanılan aidiyet zayıflığı, liderlik meselesiyle birlikte, İYİ Parti’yi her gün yıpratıyor.
İYİ Parti’de şimdiye kadar bir lider olsa da, ortada olan yönetim zafiyeti, partiyi varlık-yokluk arasında bir savaşa itmiş durumda.
Şimdi ise, yaşadığı hezimet sonrası büyük bir muhasebeye girişmiş olan İYİ Parti, seçmen bağını pekiştirmek için ve yaşadığı siyasî kadüklüğü aşabilmek için olağanüstü kongreye hazırlanıyor. Kongreye hazırlık süreci oldukça yoğun gündemlerle dolu.
Son olarak, İYİ Parti Grup Başkanı Koray Aydın, “partinin sahiplerinin üst kurul delegeleri olduğunu ve kongreyi ilk turda kazanacaklarını iddia” etti. “Partinin merkez parti haline dönüşeceğini söyleyen Aydın, yeni bir yapılanmanın kaçınılmaz olduğunu” belirtti.
Olağanüstü kongrede aday olan Koray Aydın’ın iddialı sözleri, yapılacak seçimden sonra; gidişatla birlikte daha çok netlik kazanacak.
Bir siyasi partinin siyasi yapısının can damarları olan gençlik ve kadın kolları nihayetinde İYİ Parti’de yok denecek kadar azaldı. Özellikle gençliğe dair çalışmalarda verimli olmayan bir partinin geleceğinden söz etmek imkânsız. Koray Aydın’da tam olarak bu eksikliklere vurgu yapıyor.
Bunların yanısıra, son günlerde Devlet Bahçeli’nin, Meral Akşener’e, partine geri dön çağrısı yapması, İYİ Parti teşkilatlarında farklı seslerin duyulmasına neden oldu. Biliyorsunuz!
Cumhur İttifakı yeni anayasa hazırlığı için çalışmaya başladı. Ve yeni anayasanın kabulü için, Cumhur İttifakı’nın, mecliste çoğunluğu sağlaması gerekiyor. Bu durumda, devlete son görevlerini yapmakla tanınan Meral Akşener’e doğal olarak ihtiyaç duyuluyor.
Dolayısıyla daha önce Akşener’e defalarca hakaretler yağdıran Bahçeli’nin, bu çağrısını başka türlü yorumlamak kabil değil.
Fakat şu ana kadar Meral Akşener’in, İYİ Parti’ye tekrar döneceğine dair herhangi bir açıklama veya kulis bilgisi yok. Lâkin İYİ Parti kurucusu ve GİK Üyesi Ahmet Çelik’in yapmış olduğu bir açıklama, İYİ Parti’de farklı hesapların döndüğünü gösteriyor.
Ahmet Çelik: “Akşener’in niyeti, Dervişoğlu’nu olağan kurultaya kadar ‘emanetçi genel başkan’ seçtirmek ve olağan kurultayda yeniden partinin başına geçmektir. Dervişoğlu’na oy vermeyenler de Akşener’e karşı olanlar da partiden tasfiye edilecekler.”
Çelik’in bu açıklaması olağanüstü kongreye doğru, Meral Akşener’in neden aday olmayacağının kesinleşmesine dair perde arkası bilgisi niteliğinde. Üstelik, Akşener’in sürpriz bir geri dönüş neden yapmadığına dair kuşkuları gideren bu açıklamaya dair, Akşener’den herhangi bir tekzip yapılmadı.
Ahmet Çelik, Meral Akşener hakkında sadece bu söylemlerle yetinmedi! Akşener’in aynı zamanda sarayın kontrolünde olduğunuda iddia etti.
İYİ Parti’de her zaman görüldüğü gibi; çözülmeler, itiraflar, ve istifalar devam ediyor. Son olarak Bilge Yılmaz’da İYİ Parti’den istifa etti! Partisinin kurumsal yapısının kişilerin çıkar eğilimi ve beklentileri karşısında çöktüğünü söyleyen Yılmaz, yeni bir oluşum sinyali vererek, yeni bir siyasi yapının çatısı altında çalışacağını açıkladı.
Büyük bir cenderenin içinde bulunan İYİ Parti, olağanüstü kongrede, yaşadığı krizi aşmaya dönük bir çaba içinde gibi görünüyor. Ancak, mevcut genel başkan adaylarının kendi aralarında yarattığı rekabet atmosferi, kritik eleştiriler ve istifalar, İYİ Parti’nin iyileşme sürecini olumsuz yönde etkilemeye devam ediyor. Hâlihazırda, İYİ Parti istikametini henüz bulabilmiş değil.
Görünen o ki; İYİ Parti’nin toparlanabilmesi için, yeni bir vizyon çizmesi kolay olmayacak!
Heybet AKDOĞAN

Hükümet içinde Türk düşmanları kamufle olmuş, ince ince icraatlarını yaptırıyorlar. Bu Türk düşmanları, son 22 yılda neler kaybettirmiş, bir bakalım.
TC ibaresinin ve Atatürk silüetinin kaldırıldığı devlet nişanı ile ilgili sorulan soruya AK Parti Sözcüsü ve Genel Başkan Yardımcısı Hüseyin Çelik, “daha önce yapılan bir şey ömür boyu kalmak zorunda mı” dedi. Ve böylelikle Devlet nişanelerinden T.C ve Atatürk silüeti kaldırıldı.
Bankalardan, Üniversitelerden, Bakanlıklardan Askeri birliklerinden T.C ibaresi kaldırıldı. Bunlarla yetinilmedi, Kızılay sodalarında Türk Kızılayı yazarken, yine onların rahatsızlıkları yüzünden Türk ismi kaldırıldı. Soda sadece Kızılay olarak yoluna devam ediyor.
Andımızın kaldırılması. “Türküm doğruyum çalışkanım” demek yine birilerini rahatsız etmiş. Oysa Gazi Mustafa Kemal Atatürk, etnik kökeni ne olursa olsun bu topraklarda yaşayan herkesin Türk olduğunu belirtmiştir. Bugün Amerika’da spor başta olmak üzere hemen hemen tüm film sektörü kendi ülkesinin ırkı değil, ama kendi vatandaşı olduklarını kabullenmişlerdir. Bizde ise bölücü kafalar birbirimizi bölerler. Bugün topraklarımızda kardeşçe yaşadığımız, aynı bayrak altında yaşadığımız, aynı kimlikleri taşıdığımız Kürt, Boşnak, Çerkes, Arap hatta Ermeni olsun, hepimiz Türk vatandaşıyız. Öncelik her daim vatanın birlik ve beraberliği dir. Yani Andımız hepimiz içindi. Ama bunu çarptırıp okullardan kaldırdılar.
Mülteci akını: Avrupa Birliği ile nasıl bir anlaşma yapılmışsa, ülkemize 13 milyon mülteci ellerini kollarını sallayarak istedikleri gibi girip çıkıyor. Ülkemizde Başbakanlık yapmış, Meclis Başkanlığı yapmış Binali Yıldırım, mülteciler için şöyle talihsiz bir açıklama yapmıştır: “3,5 milyon mülteciyi ağırlıyor, her türlü ihtiyaçlarını karşılıyoruz ve onların Avrupa’ya gelmesinin bir anlamda önüne geçiyoruz. Bunu yaparken terör örgütlerinin Avrupa’ya yayılmasının da önüne geçiyoruz.” Yani adama sormazlar mı sen Avrupanın koruyucumususun? Bizene onlardan, yani terör örgütü mensupları ülkemizde mi kalsın? Bu mülteciler gelirken ne demişlerdi: ensar, din kardeşlerimiz ve ümmet birliği. Savundukları o mültecilerden birçoğu ya milletimizin canına ya da namusuna kast etmişti. Onlara hastanelerde öncelik verilmesi, hesaplarına maaş yatırılmaları hatta dokunulmazlık verilmesi, dükkan açtırarak vergi alınmaması Türk milletini çıldırmıştır. Arapların ve Afganların ülkemizi bu şekilde istilası Türk milletinin kültürünü ve demografik yapısını bozma niyetini gösterir. Hükümet kanadından sessiz bir izin verilme söz konusu oluşturulmuştur, vatandaşa başınızın çaresine bakın, bunlarla yaşayın diktasıyla karşı karşıya kalmışızdır.
Başkanlık sistemine geçiş. “Ne diyordu Sayın Erdoğan, ‘Bu kardeşinize yetkiyi verin. Ha ondan sonra şu faizle, dövizle, bunla şunla nasıl uğraşılır göreceksiniz.’ Yetkiyi aldı ve Türkiye Cumhuriyeti’nde tarihi çöküş başladı. 2018’de 5.29 olan dolar kuru bugün 32.50 TL. 31 Mayıs 2018’de aldığı kararla politika faizini yüzde 8’den yüzde 16,5’e çıkarmıştı. Şimdi ise yüzde 50 seviyesinde. ‘Benim alanım ekonomi, ben ekonomistim’ diyerek Türkiye’yi 2022 yılına yeni bir ekonomi modeliyle sokan Cumhurbaşkanı ve AKP Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın “faiz sebep, enflasyon neticedir” teziyle 1,5 yıldır uyguladığı politikadan vazgeçti.
Erdoğan, ekonomistlerden “faiz sebep, enflasyon neticedir” tezine gelen eleştirilere o dönem “Bu görevde olduğum sürece faizle mücadelemi sonuna kadar sürdüreceğim. Bu konuda nas ortada. Nas ortada olduğuna göre sana, bana ne oluyor?” diye cevaplamıştı.
Eleştirilerin devam etmesi üzerine Erdoğan bir kez daha dini referanslar vererek şöyle demişti: “Neymiş efendim? Faizleri düşürüyormuşuz. Benden başka bir şey beklemeyin. Bir Müslüman olarak naslar neyi gerektiriyorsa onu yapmaya devam edeceğim. Elhamdülillah biz doğru yoldayız. Çünkü faiz, zengini daha zengin, fakiri daha fakir yapar hükmü bize öyle sıradan gelen bir hüküm değil.” Netice itibariyle faiz yüzde 50 bandında.
Türkiye’de halen kullanımdaki en yüksek banknot olan 200 TL, 1 Ocak 2009’da kullanılmaya başlandı. 200 TL kullanıma girdiğinde Merkez Bankası kuruna göre 2 Ocak 2009’da 132 dolar (tam olarak 131,6) yapıyordu. Bugün günümüzde 6 dolar yapıyor.
Yabancılara toprak satışı ve emlak karşılığında vatandaşlık verilmesi. Kişi başına 2,5 hektardan 30 hektara çıkarılmış, “ülke menfaatlerinin gerektirdiği hallerde” Bakanlar Kurulu bu miktarı 60 hektara çıkarabilmeye yetkili kılınmıştır. Yabancıya toprak satmak ülke menfaatine nasıl faydalı olabilir böyle bir madde nasıl olur?
El değişen belediyeliklerde inanılmaz borçlar ve müsriflikler. Yani Hükümetin bu belediyeleri kontrol etmemeleri, laçka bir yönetim sunmaları, vatandaşın hak ettiği hizmeti alamaması, partili ve yandaşların hep kazanmasını, lüks ciplere binmelerini, ultra lüks villalarda oturmalarını açıkça göstermiştir. Hükümet partisinin Belediyelerinde yasal izinsiz vergisiz mültecilere verilen dükkan açma izniyle de Türk esnafı zor durumu düşürülmüştür. Nasıl geçineceksen geçin, bizene anlayışı sergilenmiştir.
Emekli maaşlarını düşük tutma sebepleri. Türk halkını yoksullaştırarak alım gücünü düşürmüşlerdir. Dünya tarihinde belki de ilk kez, ev kiraları emekli maaşlarının üzerindedir. Yalancı TÜİK verileriyle yalan enflasyon açıklanmış, market, kasap ve ekmek fiyatları aşırı şekilde zamlanarak fahiş fiyatlara satılmaktadır. Kendi atadıkları memur kısmına hem altı aylık enflasyon zammı hem de seyyanen zam yaparak ülke içinde ayrımcılık yapmışlardır.
Benzin fiyatlarını brent petrol varili 90 dolar seviyelerinde olmasına rağmen (Yani 2021 yılındaki fiyatıyla aynı o zaman benzin mazot 8-8,5 TL civarlarındaydı) Şimdi ise benzin 44, mazot ise 42 TL’den satılmaktadır. Peki ne değişti de bu kadar zamlandı? Ya et fiyatları yurt dışından 3 dolara gelen et burada 600 TL’den başlıyor. Peki bu aradaki farkı hangi yandaş kazanıyor, bilen yok mu? İşte Türk halkına nasıl ki incir, Antep fıstığı, fındık kaliteli baklava fiyatlarından dolayı yedirtmiyorlarsa şimdi de et kıyma yedirmeme peşindeler.
Daha çok yazılacak var ama dostlar, Hükümet içinde Türk halkının aleyhine çalışanların gün yüzüne çıkması gerekli olduğu kanısındayım. Ve bize ait olmayan kanun maddeleri geçirilmemesi taraftarıyım. Milletvekilleri 140 bin maaş alırken aylık vatandaş yıllık 120 bin alıyor. Dünyada böyle bir sistem yok. Kantinde yavrularımıza 35 TL’ye tost satılırken 28 TL’ye milletvekillerimiz pirzola yiyorlar. Milletvekillerinin yedi sülalesine yeşil pasaport verilirken bizler vize alabilmek için binlerce lira ödüyoruz. Yine Milletvekillerinin yedi sülalesine yeşil kart dağıtılmış, hastanelerde istedikleri gibi tedavi olurken vatandaşımız randevu alamıyor. İşte bu ayrımcılıklar, Hükümet tarafından Türk halkına verilen değeri gösteriyor aslında. Velhasıl, Milli bayramları coşkusuz kutlayan, Camileri de siyaset alanına çeviren bu iki kavramdan da halkımız soğutan Anayasa maddelerinden ilk 4 madde değişir diyenlere, İslamı Şeyhler, Şıhlar yönetimi zannedenlere, Atatürk düşmanı kamufle olmuş, yani Hükümet içine gizlenmiş Türk ve İslam düşmanları olduğunu görüyorum. Dahada uyanık olalım, yani UYAN TÜRK diyerek yazımı noktalıyorum, saygılarımla…
Murat GÜLŞAN

Sevgili Tercüman okurları, dünyanın yüreğini sızlatan Gazze katliamı devam ederken, Netanyahu’ya yönelik kınamalar her geçen gün artıyor.
Özellikle Türkiye insanının Gazze konusundaki hassasiyeti, 31 Mart yerel seçimlerinde de etkisini göstermişti.
Yerel seçimler öncesi, iktidarın İsrail’le yaptığı ticaret gündemi sarsarken, iktidar kanadından ve iktidara mensup basın-medya organlarından bu konuya yönelik yalanlamalar gündeme getirilmişti.
İktidarın “toprak kokan” savunucusu olan Yeni Akit Gazetesi, bu konunun kamuoyunda tepkiyle karşılanmasından hemen bir gün sonra manşet atarak, devletin İsrail’le herhangi bir ticaretinin olmadığını yalanlamıştı.
Fakat, bağımsız gazeteci Metin Cihan’ın belgeleriyle bu meseleyi ispat etmesi, iktidar tarafında tansiyonu daha çok yükseltti.
Bizzat Erdoğan’ın, İsrail’le ticaret konusunda sesini yükselterek yaptığı açıklamalar, az da olsa toplumda bir sessizliğe neden oldu.
İsrail’le ticaret konusu biraz gündem dışı bir konu olmaya başlamışken, AK Parti Genel Başkan Yardımcısı Nihat Zeybekçi’nin, İsrail ile ticaret ilişkilerini değerlendirmesi, kamuoyunda ticaret mevzusunu tekrar gündemin merkezi yaptı.
Nihat Zeybekçi, İzmir’de mermer ve doğaltaş fuarında yaptığı konuşmada, ‘katliamı şiddetle kınarken, Türkiye’nin İsrail’le, serbest ticaret anlaşmasına göndermede bulundu.’
‘İsrail’le ticaretin ayrı değerlendirilmesi gerektiğini söyleyen Zeybekçi, İsrail’in müslümanlara yaptığı katliamı şiddetle kınadığını ve İsrail’le ticaretin kimseye zarar vermediği bölümlere dikkat çekerek, İsrail’le ticarette, 6 satıp, 1 aldığımız ülke’ ifadesini kullandı.
AK Parti Genel Başkan Yardımcısı Nihat Zeybekçi’nin bu açıklamaları üzerine, iktidara yakın Yeni Şafak Gazetesi Yazarı İsmail Kılıçarslan, Nihat Zeybekçi’nin savunmasına sosyal medya hesabından tepki göstererek;
“Gazze süreci boyunca bundan daha gerzekçe, bundan daha gerizekalıca bir açıklama duymadım.” diyerek, Nihat Zeybekçi’yi eleştirdi.
Bir yandan Nihat Zeybekçi’nin açıklamaları diğer muhafazakâr medya organlarınca eleştirilirken, daha birkaç gün öncesine kadar, İsrail’le ticaretin yalanlanması, daha sonra Ticaret Bakanlığı’nın, İsrail’le ticarete kısıtlama getirmesi ve en sonunda İsmail Kılıçarslan’ın, Nihat Zeybekçi’ye hakaret içeren cümleler yazması, “hanginize inanalım” sorusunu sormamızı elzem kılıyor.
HARUN GİBİ GELDİ, KARUN GİBİ MARDİN’E UÇTU
Yerel seçimlerde iktidar sonucuna katlanmak zorunda kalarak emekliye zam yapamadı.
Asgari ücret konusunda da herhangi bir gelişme yok.
Cumhurbaşkanı Yardımcısı Cevdet Yılmaz, “Kamuda tasarruf için ciddi çalışmalar yürütülüyor.” dedi.
Diğer taraftan Milli Eğitim Bakanı, öğretmen atamalarında dahi tasarruf yapılacağını ifade etti.
Ekonomi kötü.
Merkez Bankası’nın dudak uçuklatan zararı açıklandı.
Devlet tasarruf diyor; başka yol yok, halk tasarruf yapmalıymış!
Ama her ne hikmetse, devlet tasarruf yaparken TBMM Başkanı Numan Kurtulmuş, devletin özel uçağıyla Mardin’e aile ziyaretine gidiyor.
Bir zamanlar iktidara, “Harun gibi geldiler, Karun gibi oldular.” diyen Kurtulmuş, şimdi kendisi verdiği örneğe lâyık bir tutum sergiledi.
Numan Kurtulmuş, kurmuş olduğu HAS Parti’yi kapatarak, Harun gibi AK Parti’ye gelmişti.
Yıllar sonra ise, devletin özel uçağıyla, Karun gibi Mardin’e uçtu.
Oysa Mardin’e tarifeli uçaklar devamlı seferler yaparken ve bu şekilde Mardin’e ulaşmanın maliyeti daha tasarrufluyken, Numan Kurtulmuş devletin özel uçağıyla sadece gezmek için; maliyeti binlerce dolara mal olan bir seyahati daha tasarruflu buluyor.
Numan Kurtulmuş’un devlete ödettiği bu maliyetle, kaç asgari ücretliye ve kaç emekliye destek verilebilinirdi, varın siz düşünün!
SKANDAL SAAT
Istakoz olayını tekrar konuşmaya gerek yok.
Çünkü, özeleştiri sürecine giren AK Parti’de sürprizler bitmiyor.
Sayın Cumhurbaşkanı Erdoğan, ‘kan ve ruh’ kaybından bahsederken, AK Parti’de lüks içinde yaşayan ve bunu kimi zaman bilinçli kimi zaman farkında olmadan, ekonomik sıkıntı çeken halka yansıtan AK Parti milletvekilleri, hiç sıkılmadan, lüks içindeki hayatlarının tadını çıkarmaya devam ediyorlar.
Lüks yaşamın sembol isimleri haline gelen AK Parti’li milletvekillerinden birisi olan, AK Parti Manisa Milletvekili ve AK Parti Grup Başkanı Bahadır Yenişehirlioğlu, yarım milyonluk Rolex marka saatiyle, ekonomik kriz yaşayan Türkiye halkının gündemi oldu.
Yenişehirlioğlu, TBMM’de misafir ettiği kişilerle selfie çekip, “Biz bu milletin ta kendisiyiz.” diye bir yazı yazarak sosyal medyada paylaştı.
Ancak, Rolex marka saatiyle özdeşleşen Bahadır Yenişehirlioğlu, skandal olan saatinin kadraja girdiğinin doğal olarak farkında olmadı.
Sosyal medya kullanıcılarının tepkisi üzerine paylaşımını silen Yenişehirlioğlu, saatini helal yoldan çalışıp, aldığını söyleyerek, kendisini savundu.
Bahadır Yenişehirlioğlu, helal yoldan satın aldığı, 16 bin avro tutarındaki Rolex marka saatini savunuyor.
Peki, helal yoldan ve alın teriyle çalışmalarına rağmen, etin kokusunu dahi unutmuş insanlarımızın, hakkını savunmayı da acaba bir gün akıl edecek mi? İnşallah diyelim!
Heybet AKDOĞAN

Dünyayı kasıp kavuran ve emperyalizmin piyonlarıyla Türkiye’mizde de moda haline gelen yabancı ideolojilerin yaygınlaştığı altmışlı, yetmişli yılların en çok tenkit alan idealist gençleriydik.
Devlet yetkililerinin çoğu için gençliğimizde hazır asker, sonraki yıllarda vergi kaynağı idik. Kimi anne, baba ve yakınlarımız için “sallabaşı, al maaşı“n adayları olmalıydık. Kimileri için de “Devlet malı denizdi, yemezsek keriz“dik.
İmparatorluklar kurmuş, dünyanın haritasını defalarca değiştirmiş büyük bir milletin torunları olarak, ebette pırlanta misali çok değerli insanlarımız vardı. Ancak, altının, mücevherin değerini, eskilerde sarraf denilen kuyumcular bilirdi. Ve nasıl ki, askerlik yapmayan sadece vergi -onu da eksilterek- veren etnik halkların içimizde bir ur gibi kamufle olmuş çocukları sarraflık, tüccarlık gibi mesleklerde semirerek, Anadolu çocuklarına fırsat tanımamışlarsa, fukara milletimizin çoğunlukla derdi değerler değil, hırka ve lokma olmuştu.
Yerkürenin her neresinde zulüm filizlense, orada yıllarca ot bile bitirmeyecek kudretteki atlıların milleti, ne yazık ki her canlının yaşadığı üzere ihtiyarlık hastalığıyla kuvvetten düşerek, akıbetine teslim oluyordu. Bu zorunlu akıbetin sebep ve sonuçlarına, arayan için elbet yüzlerce bahane bulunurdu.
Tam bu noktada değerli tarihçi İlber Ortaylı’nın şu manidar sözünü hatırlatmak isterim; “Tarihin yakasına sarılıp hesap sormak, çulsuz ve tembel adamın kendi halinden babasını ve dedesini suçlaması kadar zavallılıktır.“
Ve yine bu çerçevede çok değerli Atsız hocamızın sözlerine kulak vermemek olmaz; “..Mazide yaşayanların fikir ve mefküreleri bize aykırı gelse bile, onları zaman ve mekân şartları içinde mütalaa ettiğimiz zaman haklarını teslim etmemek küçüklüğüne düşmemeliyiz…” Nihal Atsız (Kızılelma,1947,sayı:9)
O zor yılların bizim için en ilginç olanı ise, sözde ve görünüşte Mustafa Kemal Atatürk’ü, gerçekte ise Sosyalist Sovyet’in Stalin’inine, Komünist Çin’in, Mao’suna, Küba’nın Castro’suna, Arnavutluk’un Tito’suna kadar Türk düşmanlarını kendilerine lider bellemiş ve Cumhuriyet’i kuran partiyi ele geçirmişlerle; gerçekte milli olan her şeye düşmanlık eden, sözde ise Milli Görüş iddiasıyla ortaya çıkanların, bize karşı birleşerek Irkçılık suçlamasıyla yaptıkları düşmanlıklardı.
“Yurtta Sulh, Cihanda Sulh” vecizesi, “Yurtta sus, Cihanda Sus” olarak algılanıyor ve uygulanıyordu.
Türkiye dışında yaşayan ve Türkiye’nin en az üç katından fazla nüfuza sahip olan “Esir Türkler”den söz etmemeliydik. Eli kılıçlı barbar! Atalarımızla öğünmemeli, tek bir isimle yetinmeliydik.
Anlaşamadıkları tek isim meselesini; bir taraf maskeyle gizleyerek, diğer taraf “füruat” diyerek zamana bıraķıyorlardı. Önlerinde İran örneği vardı. Marksistlerle Meleler, pek tabi birlikte devrimi gerçekleştirmişlerdi. Siyaset dilimiz yeni bir kavram kazanmıştı. Milli kültürümüzde asla olmayan “Takiyye” kavramıyla, Fransız ve yerli Jakobenlerimizin de kabul buyurduğu üzre “Devrim için her şey mübah“tı.
Elbette “yari güzel olanın, gözüne uyku girmez” duygusuyla vatanını seven bir tek bizler değildik. Arayış içerisinde olan, samimi sol görüşlü değerli insanlarımız da vardı.
O isimlerden birisi olan Atilla İlhan, Hangi Batı kitabında şöyle yazar;
“Eğer bana ilkokuldan başlayarak emperyalistlere karşı doğu ülkelerinin ilk kurtuluş savaşlarından birini verdiğimiz, öteki “mazlum milletlerin kurtuluşu için de savaştığımız” öğretilse, ülkemiz geleceğinin “gerçek üretici olan köylünün” elinde olduğu, endüstrileşmenin “bizi mahvetmek isteyen emperyalizme ve bizi yutmak isteyen kapitalizme” karşı tek kurtuluş dayanağımız olduğu belirtilse, acaba sosyalizm babalarına o kadar heyecanla sarılır mıydım?
Hayır, bize bunları öğretmediler; Lisede Sophokles okuduk, Klâsik Türk Sanat Musikisine sövmeyi, divan şiirini hor görmeyi, buna karşılık devletin yayınladığı kötü çevrilmiş batı klasiklerine körü körüne hayranlık göstermeyi öğrendik. Sanki Sinan, Leonardo’dan önemsiz; Mevlâna, Dante’den küçüktü; Itrî ise Bach’ın eline su dökemezdi.
Aslında kültür emperyalizminin ilmiğini kendi elimizle boynumuza geçiriyorduk. Ulusal bileşim arama yerine hazır bileşimleri aktarmak hastalığımız depreşmişti. O kadar ki ikinci dünya savaşı sonrasında, batılı emperyalizmin örgütlü politikasını uygulamaya kendiliğimizden talip olduk. Stalin ve Beria da, haksız ve ahmakça istekleriyle bunu kolaylaştırdılar. Oysa bir kere yaptığımız batılılaşmak değildi, ikincisi batı bizim sandığımız gibi değildi, üçüncüsü batının ulaştığı yer özenilecek bir yer değildi.”
Ve yine aynı Atilla İlhan; bugün de geçerliliğini koruyan müthiş bir tespitte bulunuyordu;
“…Kendimizi tanıtmıyoruz değil, tanıtamıyoruz da değil, kendimizi tanıtamayız.. Tepeden tırnağa haklı olsak da, hakkımızı teslim ettiremeyiz. Ancak ne zaman bir Türk’e hak verir, o’ndan yana çıkarlar bilir misiniz? O Türk kendi ülkesine söverse!.. Evet, acıdır, ama gerçek budur…”
“Tecrübeler, en iyi öğretmenlerdir; yalnız, okul masrafları biraz çoktur” der bir düşünür. Ve bahsimize konu okulu bitirmek, kimi insanlar ve fikir akımları için çok uzun yıllar alır. Hatta Türkiye şartlarında bir türlü mezun olamayanları da, bozuk plak gibi bir yerlerde takılı kalanları da hayretler içerisinde görebilirsiniz.
Ve ders alamayanlar, amnezi hastalığına tutulanlar, maziyi unutup “celladına aşık” olanlar, yönlerini şaşıranlar için “Tarih tekerrürden –hataları tekrar yaşamaktan– ibarettir”
Bir zamanlar bizi haksız yere suçladıkları ırkçılık, asabiyecilik, kabilecilik hastalığına yakalanıp, dar alandaki paslaşmalarla ihanetleri tekrar tekrar Demleyenlere karşılık, siyasi bir partinin ve iktidarının değil, Türk Devlet’inin son hamlelerini görmeyenlere, erdemli mazimizi tekrar hatırlatmak isterim.
Erdemli bir geçmişten, muhteşem bir geleceğe yürüyen Ülkücülerdik biz..
Destan şairimizin şiirinde ifadesini bulan değişik bir nesildik.
“Onsekiz, ondokuz, yirmi, yirmibeş…
Yaşlarımızdır.
Deli rüzgârların estiği dağlar..
Başlarımızdır.
………
Vakta ki, dil sustu: Namlu konuştu…
Kurşunlara hedef döşlerimizdir.
Gelişleri akıl almaz efsâneler gibiydi,
Destanları kıskandırdı bu dünyadan göçleri
Şehid, gazi, cümle ecdâd, vatân, bayrak, din, devlet…
Dâvacıdır kıyamette, alınmazsa öçleri.
Genç göğüsler “vatan” diye düşerlerken toprağa
Şom ağızlar, hayretlerde, gümanlarda kaldılar.
Can verenler cennet içre kanatlanıp uçtular…
Sağ kalanlar, çakallarla ormanlarda kaldılar.
Haykırdılar… can bölünmez, et tırnaktan ayrılmaz!..
Bozkurt olup, çakalları inlerinde bastılar.
En kudurgan namlulardan boşaltılan ölümü
Döşleriyle göğüsleyip, başlarıyla süstüler.
İtildiler, kakıldılar, dövüldüler, öldüler…
Lâkin düşen bayrakları burçlarına astılar.
Yaz yağmuru sağnaklardan kırk ikindi gürleyip .
Şom ağızlı baykuşların seslerini kıstılar.
Ne dünyalık istediler, ne aferin umdular,
Ne kavgadan vaz geçtiler, ne gücenip küstüler. .
Vatan, millet, din ve devlet, alsancaklar hakkına
Dar günlerin erkek arslan sesiydiler… sustular!”
Büyük bedeller ödeyen ‘Asım’ın Nesli’ne ille de ‘Molla Kasım’lık yapmak derdine düşenler, gerçekten bir şekilde susturulan, ancak “Âvâzeyi bu ‘âleme Dâvûd gibi salan güzel insanların bıraktığı hoş sadaları silmek ise gayeleri, bilinsin ki; sosyal hayat, hele siyaset matematik kadar kat”i değildir. İki kere iki her zaman dört etmez. Toplar, böler, çarparsın; sıfır çıkar.
O yüzden hiç kimse pazarda mal satar tarzı siyaset yapmasın, politik sahayı sebze pazarına çevirip haysiyet fukaralığı, kul hakkı vebaline düşmesin. Herkes başkasını değil kendi nefsini hesaba çeksin.
Hiç bir ideoloji akımı veya fikir meclisinin insanları, yüzde yüz aynı düşünemez. Aynı düşünülürse o fikir değil, despotizm veya fanatizmin askerliği olur zaten.
Beraber yola çıktığımız dostlarımızın fikirlerine tamamına katılmasak da, söz veya satır aralarındaki samimiyettir önemli olan. Takdir edersiniz ki devleti yönetmeye talip insanların, yazıp çizilenlerden çok daha fazla artılara ihtiyacı var.
Türkiye’nin geleceğine yeni cümleler kuranlar, bir taraftan hararetle seküler olmanın faziletlerinden dem vururken, öte taraftan mizanı kuruyorlar şimdiden..
Fiziki veya zoom türü sanal toplantılarda, konferanslarda veya ‘nereden nereye’ türü yazılarda, değerli isimlerimiz üzerinden “Kanımız Aksa da Zafer İslam’ın”, “Çağrımız İslam’da Dirilişedir” sloganlarına atıfla bir dönemi eleştirme adı altında kınayan ve belki birilerine selam gönderenlere, ağzımızdan çıkacak lafı kırk kere düşündüğümüz ve fitne ateşine odun taşımanın vebaline girmemek için, konuşmaktan ziyade yazmayı tercih ettiğimizi bilsinler.
Hareketin Lideri, Başbuğu Alparslan Türkeş’in, Büyük Hedef başlığıyla; “Ben Türk Milletini, sokaklarda ıspanak fiyatına satılan demokrasiye, tefeciliğe, karaborsaya yer veren bir iktisadi yapıya çağırmıyorum. Türklük şuur ve gururuna, İslam ahlak ve faziletine, yoksullukla savaşa, adalette yarışa, birliğe, kardeşliğe, kısacası hak yolu, hakikat yolu, Allah yoluna çağırıyorum. Hareketin adını açıkça ilan ediyorum. Yeniden Maneviyata Dönüş..” satırlarının yazılı olduğu TEMEL GÖRÜŞLER kitabının Ekim 1975 tarihli Dergah yayınlarının ben de mevcut olan orijinal baskısındandır bu satırlar..
“Bu ülkede teknik üniversitelerin, fen fakültelerinin laboratuvarları ile yüksek ilahiyat akademilerinin koridorları birleştirilmelidir. Bugün madde ve mana felsefesi, insanlığı bir çıkmaza doğru sürüklemektedir. Oysa madde ve mana ne birbirinin aynı, ne de birbirlerinden gayridir” satırları yine aynı kitaptandır.
Bir hareketin davası, daha açık, daha veciz nasıl ifade edilebilirdi ki sizce..
Alparslan Türkeş’in dostu Seyid Ahmet Arvasi’nin ”İleri Türk Milliyetçiliğinin İlkeleri” başlıklı 18 sayfalık bir kitabı 1965 yılında bastırdığını, Öğretmen Okulları ve Eğitim Enstitülerinde Ülkücü öğrenciler yetiştirdiğini, yetmişli yıllarda Milliyetçi Yayınlardan Hergün ve Devlet gazeteleri ve dergilerde yazarlık yaptığını, 1979 yılında Başbuğ’un ricasıyla emekliye ayrılıp, MHP Genel İdare Kuruluna katıldığını, MHP davasından yargılandığını, Mamak cezaevinde kalp krizi geçirdiğini bilip bilmeden bühtan edenlerin, kime selam ve bize turnusol kağıdı gönderdiklerini daha net görebiliyoruz artık.
Ülkücü, Milliyetçi Hareket, hem fikir hareketi, hem siyasi hareket olarak, lideriyle, neferiyle kutsallar üzerinden siyaset yapılmaması gerektiğini savunageldi öteden beri her daim..Keza ortak değerlerimizin örselenmemesi gerekirdi.
Ancak, MHP’nin çok değerli bakanı, rahmetli Gün Sazak dahil her gün en az beş-on ülkücünün şehit edildiği ve devletin “12 eylül ihtilalini olgunlaştırmak adına” sessiz kaldığı, emperyalizmin kızıl kanadının “Atatürkçülük ve Kemalizm” maskesiyle devleti ele geçirmeye başladığı o zor yıllarda Ülkücünün tek sığınağının, politik değil, samimi olarak atalarının bin yıllık inancı İslâm olmasından daha tabii ne olabilirdi.
İman ve inacımızın siyaset malzemesi olarak değil, soyumuz kadar milli kimliğimizin bir parçası olduğundan hala şüphe duyanlar varsa bu bizlerin değil, bühtan edenlerin problemidir. Ve bu kimlik, farklı inançlara saygısızlık yapmayı gerektirmez. Kırmızı çizgilerimize saygısızlık edilmediği sürece..
“Kanımız aksa da zafer İslam’ın” vb. sloganların haykırıldığı dönem, asker, polis, memur, işçi, sivil vatandaşımızın, ülkücü kanının oluk oluk akıtıldığı dönemdir. Sadece orak çekiçli kızıl Rusya’nın değil, Çin emperyalizminin yayın organı ‘Aydınlık’ın hedef gösterip, piyonlarıyla döktükleri şehid kanlarının arşa yükseldiği zamanlardır. Daha fazla kan akması için değil, akan kanların durması ve gözyaşların dinmesi içindir.
Oyun kurucuların çok yönlü tezgahlar kurduğu o zaman diliminde, Muhsin Yazıcıoğlu’nun genel başkan seçildiği ve delege olarak benim de katıldığım, Ülkü Ocakları’nın kurultayında yükselmiştir, bahse konu sloganlar ilk defa.. “Kavgamız, vurguncu düzenedir” “Eller silah değil kalem tutmalı” sloganlarıyla beraber..
Diğer 7 slogan gibi “Eller silah değil, kalem tutmalı” sadece bir slogan değildi Alparslan Türkeş’in emrindeki Muhsin Yazıcıoğlu ve ülküdaşları için.. Bir hayat tarzı, bir temenni, bir medeniyeti ayaklandırma, sınırları da aşan, çağı yeniden kurma anaforu, beyin fırtınasıydı.
“Kürşad’ın narasıyla indik tanrıdağından,
Ruhumuzu kandırdık Orhun’un kaynağından” marşı kadar
“Allah yoluna cenk edelim, şan alalım şan
Kur’an’da zafer vâdediyor Hazret-i Yezdân” gibi mehter marşları da söylüyorduk yetmişli yıllarda.. hem de kıllarımız dimdik olana, hislerimizin coşkusuyla tir tir titreyene kadar.. Sonradan olma bir yöneliş değildi ki manevi derinliğimiz.. Özümüz kadar sözümüzdü.
Bu özü farkeden şairin meşhur “İçi alev alev müslüman, dışı pırıl pırıl Türk ve içi dışına hâkim, dışı içine köle” ifadeleriyle ülkücüyü tarif ettiği “Rapor”ların ilk sayısı 76 tarihlidir. “Kanımız aksa da zafer islam’ın sloganının ve kasedinin tarihi 1977 dir. Kenan Rifai’nin, Mevlâna Mesnevisinin Genel Merkez tarafından basılıp satışa sunulduğu tarihle aynıdır. Hepsi arşivimde mevcut.. Keza Seyid Ahmet Arvasi’nin Türk-İslam Ülküsü eseri…
Hepsi bir tarafa, güneydoğumuzdaki kurtarılmış bölgeleri o günlerde neredeyse Türkiye’nin her yerine yayan azgınlaşmış örgütlerin militanlarınca her an ölümle burun buruna getirilen Anadolu insanının refleksi olmuş Ülkücü, kurşunların üzerine giderken Allah’tan başka kime sığınacaktı?
Emperyal güçlerin tetikçi örgütlerini, çok yüzlü dış dünyanın tepkisini çekmemek adına ancak denge politikasıyla gerileteceğini hesaplayan ABD destekli sistem tarafından hedef tahtasına konulan Ülkücü, üç ayaklı sehpalara yürürken “la ilahe illallah” nidalarıyla değil de Beethoven’in ölüm marşını mı mırıldanacaktı?
Bu manevi yöneliş anokranik bir dayatma değil, metaforik bir düşünce, bir haldir. Sonraki gelişmeler, savrulmalar, sebep/sonuç ilişkisi değil, yarım kalmış bir yaşanmışlığın yazılmamış bir hikayesidir.
Ve o dönemde kutsallar üzerinden siyaset yapan ve istismar edenler, pembesinden kızılına, sosyalist ideolojinin sempatizanlarıdır. Yetmişli yıllarda sosyalist ideoloji, jakoben ve seküler sol bürokratların da yol açmasıyla, ortalama her Türk insanının kutsalı olan Atatürk’ü, her fırsatta alabildiğine istismar etti.
Bülent Ecevit’in “Atatürkçülük ve Devrimcilik” isimli kitabında ki; “Mao’nun önünde kilitli kapılar vardı, Lenin’in önünde kilitli kapılar vardı. O kapılardan geçmek için kırmak zorundaydılar. Biz kapının tokmağını çevirip gireceğiz” cümlesinin anlamını, çocuklara sorsanız anlatırdı.
Proleterya devrimini kır gerillası mı, şehir gerillası mı olarak yapacaklarını tartışan fraksiyonların sayısını 120 olarak hesaplanıyordu. Önlerindeki en büyük engel ülkücülerdi.
Ve Marksistlerin bugün olduğu gibi o günde işbirliği yaptıkları yine Milli Görüş’ün ileri gelenleriydi. İran-İslam devrimini yapanların, marksistlerle beraber ihtilali gerçekleştirmeleri gibi..
Hem kendileri, hem devlet ve millet için çok pahalıya patlayan tecrübelerle geç te olsa uyanan iktidara, her istediklerini yaptıramayacaklarını anlayan bu kirli ittifakın son seçimlerde kazandıkları mevzîlerle, en büyük mutabakatımız olan İstiklal Marşımızı hedef almaları boşuna değildir. “Yağmurdan kaçarken doluya tutulmamak” için eskisinden daha zinde ve uyanık olmamızın da herşeyden daha önemli bir gereğidir.
Değerli isminden ziyade, bugünlerde çok daha fazla anlam kazanan ifadelerine dikkat çekmek adına rahmetli ülküdaşımızın sözleriyle ve rahmet duasıyla bitirmek istiyorum yürek yangınımı;
“Kendimi çok yürekli insan olarak dayanıklı, dirençli olarak bilirim, ama ülkücünün ülkücüyle kavga etmesine hiçbir zaman rıza göstermedim. Bu bir dayanıksızlık veya acziyet değildir. Tarihi olayları o tarihin şartları içerisinde değerlendirirsek doğru yaparız. Ülkücüler, farklı partilerde, farklı siyasal yöntemler izleseler, hatta farklı organizasyonlara sahip olsalar da, önce birbirinin hukukuna saygı göstermelidirler. Arkadaşlık, mazi birliği ve ülküdaşlık bunu gerektirir. Bugün de beklentimiz odur.
Ve yine unutmayalım ki, partiler, dernekler, kuruluşlar amaç değil, araçtır.”
Vesselam…
Metin Bozdemir

Sevgili Tercüman okurları, CHP Genel Başkanı Özgür Özel, geçtiğimiz Ramazan Bayramı’nda, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ı arayarak bayramını tebrik etmiş ve ardından randevu isteyeceğini söylemişti.
Özgür Özel’in bu açıklamasından sonra Beştepe ile CHP arasında ilk diyalog sağlanarak, karşılıklı görüşmelerin somut adımları atılmış oldu.
Randevu talebinden önce Özel, parti içi zamanlamanın düzenlenmesi gerektiğini ifade etti.
Özgür Özel, seçim sonuçlarının değerlendirilmesinin ve bir yol haritası çizilmesinin artık ihtiyaç olduğunu hatırlattı.
MYK ve PM’nin toplanmasından sonra, Cumhurbaşkanı ile yapacağı toplantının gündemini oluşturup, randevu talebinde bulunacağını kamuoyuna duyuran Özgür Özel’in, bu konu üzerine sarf ettiği bir cümle oldukça dikkat çekiciydi.
Özgür Özel;
“Bu görüşme nezaket ziyareti değil.” dedi.
Özel, konuşmasının devamında şunları vurguladı:
“Kısa bir görüş için değil, belki gündemleri önceden müzakere ettiğimiz, uzun yapıcı olmasını ümit ettiğim sonuçlar alacağımızı düşünüyorum. Bundan sonra, Türkiye açısından anlamlı olacak bir sürece gireceğiz. Ama bu görüşme için önce parti içi kurullarla tüm temasları tamamlamam gerekiyor. Önceki genel başkanların da fikirlerini alarak gideceğim.”
Bununla birlikte Özgür Özel, son günlerde TBMM Başkanı Numan Kurtulmuş tarafından gündeme getirilen, yeni anayasa konusu hakkında da şunları deklare etti:
“Yeni Anayasa konusunda, CHP’nin kapıları Numan Kurtulmuş’a her zaman açıktır. Anayasa meselesinde çerçeveyi millet çizecektir. Söz konusu anayasaya, özel bir gündem perspektifiyle bakmak gerekiyor.”
Özel, Türkiye’de bir anda anayasa değiştirmenin artık zor olduğunu ve özellikle anayasa meselesinde CHP olarak, çok titiz davranacaklarına dikkat çekti.
Meclis’te, partisinin kapalı grup toplantısının ardından, parlemento muhabirlerinin sorularını yanıtlayan CHP Genel Başkanı Özgür Özel, “…birilerinin parlementer sistemi yıpratmasına rağmen parti olarak, siyasetin odağında olduklarına” işaret etti.
Özgür Özel, parlemento muhabirlerinin sıklıkla sordukları Erdoğan ile beklenen görüşme konusuna devamla;
“Yerel seçimlerin birinci partisi olarak, Erdoğan’la konuşmam gereken konular var. Bu görüşmem kısa olmayacak, uzun ve yapıcı görüşmeler olacak. Aynı zamanda sonuç alıcı konuşmalar olacak.” cümlelerini ekledi.
Ancak, Özgür Özel’in, Sayın Cumhurbaşkanı Erdoğan ile görüşmeden önce, parti içi kurullarla tüm temaslarını sağlaması gerekiyor.
Bununla ilgili, önceki dönem genel başkanların, her birinin önerilerini almak isteyen Özel, konuyla ilgili yaşanan gelişmeleri, kamuoyuyla şeffaf bir şekilde paylaşacağını söyledi.
Heybet AKDOĞAN

Kuruluşundan itibaren parti tavan ve tabanında sürekli istifaların yaşandığı İYİ Parti, ideolojik kimlik konusunda belirsizliklere sahip olduğu gibi, kendini muhalefette diğer partilerden ayrıştıracak özgün bir siyaset anlayışı da geliştiremedi.
Söylemde ve eylemde somut politikalar üretemeyen İYİ Parti, ertelenemeyen krizleriyle yüzleşmeye devam ediyor.
Kurumsal, fikri ve liderlik sorunu yaşamaya devam eden İYİ Parti, kurucular kurulundan, milletvekillerinden, teşkilatlarından ve kitlesinden kayıplar vererek, kan kaybediyor.
İYİ Parti’ye ve genel başkanına parti içinden ve dışından yapılan eleştirilerin önemli bir bölümünü, partinin başında tutarlı bir liderin olmayışı ve siyasette stratejik bir yolunun olmayışı oluşturuyor.
Merkez sağ partisi olma yönünde yola çıkan İYİ Parti, kuruluşundan itibaren milliyetçi ve liberal siyasetçilerin güç mücadelesine dönüşen bir parti oldu.
Bu sebepten dolayı İYİ Parti, bir yandan milliyetçi olmamakla suçlanırken, diğer yandan da liberal tutumundan dolayı HDP’ye yanaşan bir parti olmakla itham edilmişti.
İYİ Parti’de tüm bu sorunların bir kısmı geride kalsa da; partinin liderlik sorunu hâlâ devam eden bir problem.
MHP’den ayrılan önemli isimlerin Meral Akşener’le birlikte İYİ Parti’yi kurmaları, daha sonra bu isimlerin kendi aralarında yaşadıkları güç çekişmelerine evrildi.
Özellikle 24 Haziran seçimlerinden sonra Akşener’e yönelik yükselen eleştiriler, Akşener’in istifasına kadar süren bir zaman dilimine uzandı.
Akşener, 31 Mart yerel seçimlerinden sonra yaşamış olduğu ağır yenilgiyle birlikte genel başkanlıktan ayrıldı.
İYİ Parti bu nedenle olağanüstü kongre sürecine hazırlanıyor.
Olağanüstü kongreye hazırlanan İYİ Parti’de; yönlendirmeler, çekişmeler, çelişkiler ve iddialar oldukça fazla.
Meral Akşener’in istifası üzerine, şimdiye kadar kavgalı olduğu Devlet Bahçeli, Akşener’in partisinin başında olmasını tavsiye etti.
Erdoğan’ın da Akşener’e aynı telkinde bulunduğu, kulis bilgileri arasında yer alıyor.
Cumhur İttifakı’nın Akşener’e duyduğu hassasiyet, siyasetle ilgilenen herkesin dikkat kesildiği bir mesele.
Çünkü Akşener’in Cumhur İttifakı’na dolaylı yaklaşımı, Akşener’le Cumhur İttifakı arasında gizli bir diyaloğun olduğu yönünde kamuoyunda bir his yaratmıştı.
Nitekim Meral Akşener’in altılı masayı dağıtmasından sonra, söz ve eylemleriyle “muhalefetin muhalefeti” olarak davranmaya başlamasıyla birlikte, Akşener’in Cumhur İttifakı’na hizmet ettiğinden artık herkes emin olmuştu.
Bilhassa İYİ Parti’de üst düzey görevlerde bulunmuş Aytun Çıray’ın, Akşener’in “Ben devlete son görevimi yaptım.” demesine bizzat tanıklık etmesi; Meral Akşener’in altılı masayı neden dağıttığını ve Cumhur İttifakı’na nasıl hizmet ettiğini çok açık bir şekilde ortaya koymuştu.
Akşener’in istifasından sonra Cumhur İttifakı’nın, Akşener’e partisine geri dönmesi gerektiği yönündeki çağrıları, Akşener’in aslında niçin siyaset yaptığını da ispatlayan gelişmeler oldu.
Ancak Akşener olağanüstü kongrede yeniden aday olmak istese de; kongre için adaylığını ilan eden Müsavat Dervişoğlu:
Akşener’in geri dönmesinin doğru olmayacağını ifade etti.
Bu konuda son tavrını gösteren ise, Tolga Akalın oldu.
Akşener’in adaylığından ziyade, Akşener’e geri dön çağrısı yapan Cumhur İttifakı’na seslenen Akalın:
“İYİ Parti’yi, Erdoğan’ın politik hırslarının arka bahçesi yapmayacağız. Elinizi partimizden çekin.” dedi.
Bu ikaz, daha önce Cumhur İttifakı’nın, Akşener’i yönlendirdiğinin çarpıcı bir ispatı olduğu kadar, adaylık konusunda da Tolga Akalın’ın ne kadar kararlı olduğunu gösterdi.
Bunun yanı sıra olağanüstü kongreye günler kala da İYİ Parti’de istifalar yaşanmaya devam ediyor.
Son olarak, İYİ Parti Genel Başkan Yardımcısı Taner Demirer, yerel seçimlerde İYİ Parti’nin tutumunu eleştirerek istifasını duyurdu.
Şimdiye kadar diğer muhalif partilerin yanında, kendine özgün bir politika belirlemeyen İYİ Parti’nin, bundan sonraki sürecini olağanüstü kongreden sonra takip etmeye devam edeceğiz.
Ve bakıp, göreceğiz!
Olağanüstü kongreden sonra, İYİ Parti seçilecek yeni genel başkanla birlikte, acaba kendine özgün bir politika anlayışının temsilcisi olabilecek mi?
Heybet AKDOĞAN

İnsan fıtratı gereği sosyalleşme ihtiyacı duyan bir varlıktır. Tek başına var olamaz. Doğduğu anda bilinci dışardan aldıklarıyla şekillenir. Örneğin, ormanda kurt veya köpek sürüleriyle büyüyen çocuklar, bulunduklarında ıslah edilmeye çalışılmış olsa da, hayvanlarla benzer davranışlar sergilemeye devam etmişlerdir. Hindistan’da 1876 yılında ormanda kurtlar tarafından büyütülen 6 yaşındaki Dino Sanichar, avcılar tarafından fark edilip kurtarılmıştır. Yetimhaneye yerleştirilen Dino, dört ayak üzerinde yürümekte ve geceleri ulumaktadır. Zorlukla iki ayak üzerinde yürümeyi öğrenmiş, ancak konuşma veya işaret dili öğretilmemiştir. Çıplak gezmekten vazgeçmemiş ve çiğ etle beslenmeyi tercih etmiştir. Yetimhanede, kendisi gibi vahşi hayvanlar tarafından yetiştirilen bir çocuk dışında arkadaş edinmemiştir.
Sosyal düzen sadece insanlar için geçerli değildir. Şempanze sürüleri hiyerarşiye, karıncalar monarşiye, arılar ise demokrasiye dayalı bir yönetimle yönetilir. Şempanzeler de yaşadıkları sürüde üstün olanlar ve alt tabakalar olarak hiyerarşik bir şekilde sınıflandırılmıştır. Hatta sürüdeki güçlü şempanzelerin zayıf olanları seçtiği ve rakiplerine düşmanca davrandığı gözlenmiştir. Karıncaların işçi sınıfı ile kraliçe arısı belirli olduğu için koloni, kraliçenin soyundan gelen bir veliaht monarşi ile yönetilir. Arılarda ise koloni yeterince büyüdüğünde kraliçe arı kovanın dışına çıkar ve 16 saatlik bir arı dansı yapar. Bu dans, yeni bir koloni kurmak için katılan işçi arılarla demokratik bir şekilde seçim yapılmasını sağlar.
İnsanlık tarihine bakıldığında, ilkel komün sürecinde hiyerarşi bulunmaz. Bu toplumsal oluşumda avlanma, meyve toplama, barınma gibi alanlarda ortaklaşa çalışma yürütülür. İlkel komünde ilk hiyerarşi kavramı aile ile başlar. Toplumun başlangıç birimi ailedir. Ailede fiziksel veya ekonomik açıdan güçlü olanlar lider olurken, güçsüz olanlar ise düzeni takip eder.
Hiyerarşinin ikinci aşamasında yerleşik düzene geçiş, ekim, dikim ile sağlanan ürünlerin ve avcılığın gelişmesiyle gelirlerin artmasıyla gerçekleşir. Zamanla evcilleştirilen hayvanlar ve onların bakımı, bu ekonomik düzene eklenir ve kas kuvveti fazla olan erkeğin egemenliğiyle ataerkil bir hiyerarşiye geçilir.
Son gelişmelerle birlikte, artan malların değiş tokuşu başlar ve zengin fakir ayrımı ile ekonomik hiyerarşi ortaya çıkar. Yeni tarım ve zanaat çalışmalarıyla yeni iş kolları ve sınıflandırmaları oluşur. Zenginler daha üst sınıflara geçerken, fakirler arasındaki uçurum artar.
Yapılan savaşlar sonrası iş gücüne erişmek için savaş esirleri çalıştırılmış ve bu, kölelik ve sömürü hiyerarşisinin başlangıcını oluşturmuştur. Köleden elde edilen gelirler efendilerine ait olmuş, bu da özel mülkiyet kavramının doğmasına yol açmıştır. Sonrasında, aşamalı olarak hiyerarşik bir topluma geçilmiştir.
Bugün, çoğu devlet demokrasiyle yönetilirken, azınlığı monarşi ile yönetilmektedir. Demokrasi, dünyadaki tüm üyelerin ve vatandaşların organizasyon ve devlet politikasını eşit olarak şekillendirdiği bir yönetim biçimidir.
Demokrasi kavramı, her ülkenin yönetim şekline göre değişiklik gösterir. Demokrasi türleri, halkın doğrudan veya temsilî olarak eşit katılımını sağlayan hükümet biçimi veya toplumsal yapılarıdır.
Türkiye’deki demokrasi türlerini sorgulayan bir eğitimli, araştırmacı, kutuplaşmayan ve aydınlanmış bir halk, seçimlerle siyasi partileri ve devlet başkanını değil, sistemi değiştirir veya geliştirir.
Fillerin tepişerek çimenleri ezmeleri yerine; çimenlerin tepişerek filleri dize getirdiği yarınlar görmek umuduyla vesselam.
Hüsna ŞAHİN

Kürt kimliğini merkeze alan oluşumların legal siyasetteki sürecine baktığımızda, muhakkak arkasında terörle bağlantılı yapıların varlığını görüyoruz.
Aslında buna, Kürt kimliği üzerinden, legal görünümlü siyasal partilerin, görünmeyen illegal yüzü de diyebiliriz.
Elbette bu bir zamanlar daha kullanışlı olan bir yöntemdi.
Ama zamanla gördüğümüz gerçek, legal alanda Kürtleri temsil eden bir yapılanmanın olmayışıdır.
Sözünü etmek istediğim, legal görünümlü Kürt siyasi partileri olan HEP, DEP, HDP, Yeşil Sol Parti ve güncellenen adıyla DEM Parti’dir.
Yıllardır bu partiler legal alanda barış, kardeşlik ve demokrasi için siyaset yaptıklarını söylediler/söylüyorlar.
Kürt etnik kimliği üzerinden temel hak ve özgürlükleri savunduklarını iddia ettiler/ediyorlar.
Oysa savundukları değerlerle birlikte; kan, gözyaşı ve dağlara kaçırılan çocuklar her zaman hayatımızın kanayan yaraları oldu.
Bugün dahi Diyarbakır’da eski adıyla HDP, yeni ismiyle DEM Parti binasının önünde, yaz-kış demeden evlatlarını geri isteyen annelerin nöbet tuttuklarını görüyoruz.
Ve bu anneler üstelik Kürt anaları!
Ne tuhaf değil mi?
Anneler evlatlarını hem PKK’dan hem de DEM Partililerden istiyorlar.
Doğrudan legal siyaset yaptığını iddia eden DEM Partililerden istiyorlar.
Bu örnek bile meşru siyaset yaptığını ileri süren bir partinin, PKK’yla direkt bağlantısı olduğunu gösteriyor.
Sizce, DEM Parti’nin, PKK’nın sözcüsü olduğunu söylemek doğru değil mi?
Vatandaş olan Kürt, vatandaşlığı kabul etmeyen, kendi insanından evladını geri istiyor.
Halkım adına demokratik siyaset yapıyorum diyenlerin, bu sloganla siyasete adım atanların, siyasetçi görüntüsü sergileyerek, dağlara insan göndermesi; çocuk katili PKK’ya adam devşirmeleri… hangi vicdana sığabilir ki?
Bu da yetmezmiş gibi, yönettikleri belediyelerin araçlarıyla Kürt gençlerine hendekler kazdırtıp, onları ölmeleri için sahaya sürmeleri…
Hangi birini sayayım..!
Sayfalar yetmez örnekleri sıralamaya…
Haber sayfalarını karıştırıyordum.
Gözümden kaçmış olan bir habere takıldı gözlerim.
Bunun için yazmak istedim.
Düşüncemi anlatayım derken, efkârıma engel olamayıp, konuyu biraz uzattığımın farkındayım!
Basına yansıyan habere göre, Diyarbakır’ı kazanan DEM Parti yönetimi, Kürtçe tabela kullanmak isteyen esnafa vergi indirimi yapmaya hazırlanıyormuş.
DEM Partili belediye eş başkanları Ayşe Serra ve Bucak Küçük, “İş yerlerinde Kürtçe isimleri tercih edecek olan işletme sahiplerine, vergi indirimi uygulayacaklarmış. Bu coğrafyanın zenginliği olan Kürtçenin yaşaması için bu uygulamayı pozitif bir ayrımcılık olarak görüyorlarmış.”
Eş başkanların bu sözlerinde ve düşüncelerinde dikkatimi çeken iki mesele oldu.
Birincisi, bu coğrafya demekle acaba neyi ima etmeye çalışıyorlar?
Benim bildiğim kadarıyla Diyarbakır, Türkiye coğrafyasının bir parçası.
İkincisi, pozitif ayrımcılık vurgusu.
İyi de; Türkiye’nin Diyarbakır ili dahil olmak üzere diğer tüm illerinde Türkçe tabela kullanan esnaflar, sözüm ona negatif ayrımcılığa mı tabi tutuluyorlar?
Şimdiye kadar, diğer politikacıların ve Türkiye’nin her bölgesinde yaşayan esnafların aklına bu düşüncenin gelmeyişi acaba sizler kadar öngörülü olmadıklarından mı kaynaklanıyor?
DEM Parti’nin bu düşüncesine güleyim mi, ağlayayım mı…?
Her şeyden önce bir dilin yaşatılmasıyla, vergi indirimi arasındaki bağlantıyı kuramıyorum.
Bir esnaf acaba tabela vergisine göre mi bir şeyi tercih eder?
Bunların hepsi bahane.
DEM Parti’nin yapmak istediği şey, toplumsal kutuplaşmayı yaygınlaştırmaktır.
Bunun için her yolu deniyor.
Her iki eş başkanın aktarmış olduğu sözlerin satır aralarında, bu maksat ve mesaj çok açık bir şekilde anlaşılabiliyor.
DEM Parti yetkilileri eğer gerçekten Kürtleri bu kadar düşünüyorlarsa, ilk önce Kürt insanlarının tümüyle yüzleşebilme cesaretini göstersinler.
Zaten bunu yapmadıkları için, Kürt halkının içinde marjinal bir partiye dönüştüler.
Lafı fazla uzatmadan, son olarak şunu söylemek istiyorum:
Bugün herkesin şahit olduğu gibi, Kürtler her insanın doğal olarak arzuladığı gibi, huzur istiyor!
Kürtler, Türkiye Cumhuriyeti’nin birer yurttaşı olarak, sağlıklı ve mutlu bir hayat yaşamak istiyor.
Artık, Kürtler silahla, demokrasinin bir arada olamayacağını biliyorlar.
Bu nedenle Kürtler, Türkiye’de; Türkiyeli olarak, ölmeden, evlat nöbeti beklemeden, terör tehdidinden uzak bir şekilde, Türkiyeli olarak yaşamak istiyor!
Heybet AKDOĞAN

Toplumsal travmalar, kayıp, fiziksel ve psikolojik hasar ve acıya neden olan çok kötü bir olayla başlayan, bir sürece bağlı olarak gelişen ve belli bir topluluk ve o topluluğu oluşturan bireyler üzerinde etkisi olan olaylardır. Savaşlar, depremler, göçler, salgınlar, inançsal dışlanmalar vs. bir takım toplumsal travma başlıklarıdır.
Maalesef geçmişe dair bakışın travmatik olmasının ana nedeni, çoğunlukla geçmişin acı, hüzün ve ızdırapla dolu taraflarına bakmak. Geçmişin acılarını hissedenler, unutmayanlar olduğu gibi, bu acılar üzerinden toplumsal mühendislik yapanlarda vardır. Tarih dediğimiz, geçmiş dediğimiz birileri için hafıza ise, bir başkaları içinde kullanışlı bir malzeme olabilir. Acılarını safiyane yaşayanlar olduğu gibi, bir yerlerde mağduriyetlerden, öfkelerden beslenenler de olacaktır.
Şu bir gerçek ki, travmatik bakış açısı yani hasarlı bir toplum yapısına sahip iseniz, ilerlemeniz zor olacaktır. Geçmişin acılarını bizzat yaşayanlar için yaşanılan travmalardan kaçmaları mümkün değil. Peki travmaların nesiller boyu devam etmesi, acılarla yaşamaya devam etmesi sağlıklı bir toplum refleksi midir?
Toplumsal hafızaya reset atamayız belki ama toplumsal hafızanızdaki güvenlik açıklarını tespit edip güncel bir yazılım ile koruma kalkanı oluşturabilirsiniz.
Elbette yumuşak karnımız, zaaflarımız, yaralarımız, acılarımız var. Geçmişte yaşanmış kötü hadiselerden yeterince derslerde çıkarılamadığı için de, bu hadiseler yeni toplumsal zaaflara da, kırılganlıklara da sebep olabiliyor.
En acı travmatik olaylar, savaşlar ve inanç temelli baskı ve zulümler denebilir. Bunların izleri nesiller boyu devam edebiliyor.
Acıları travmaya dönüştürmeden, tecrübe diye bakmayı yola devam etmeyi öğrenmemiz lazım.
Şair şöyle demiş:
“Ati müphem, hal yalan, mazi ise yaradır Geriye kalan sadece hatıradır.”
Acıları deşmek bir yerde, travmaya davetiyedir. Acılar, tecrübe edebilen, ders çıkarabilen toplumlar için bir fırsat olabilir. Ancak, bazı acılar bir kesim için de tutundukları bir dal, varlık nedeni olabilir.
Tabi ki geçmişi unutmaktan bahsetmiyoruz. Geçmişte kalmaktan bahsediyoruz. Bugüne bir türlü gelememeden bahsediyoruz.
Mevlana ne güzel dile getirmiş.
Her gün bir yerden göçmek ne iyi,
Her gün bir yere konmak ne güzel,
Bulanmadan, donmadan akmak ne hoş.
Dünle beraber gitti cancağızım,
Ne kadar söz varsa düne ait…
Şimdi yeni şeyler söylemek lazım…
Evet “Şimdi yeni şeyler söylemek lazım.”
Belki de travmalarımızın merhemi budur.
Saygılarımla….
Süleyman ORHUN

Sevgili Tercüman okurları, maalesef bir süredir bizlerin ve dünya kamuoyunun istemediği ama hep tedirgin olduğu İran-İsrail çatışması geçtiğimiz cumartesi gecesi yaşandı.
Hatırlarsanız İran’ın Şam Büyükelçiliği’nin 1 Nisan’da İsrail ordusu tarafından vurulması yeni bir krizin başlangıcı olmuştu.
Devrim Muhafızları Ordusu, Kudüs Gücü Lübnan Sorumlusu Tuğgeneral Muhammed Rıza Zahidi ile Tuğgeneral Muhammed Hadi Hac Rahimi’yle birlikte yedi yetkili hayatını kaybetmişti.
Sonrasında İran rejiminin en önemli ismi Ayetullahuzma Ali Hamaney, 2 Nisan’da intikam alacaklarını söylemişti.
Karşılıklı tehditler sürerken, Hamaney 10 Nisan’da Bayram Hutbesi için kürsüye makineli bir tüfekle çıkarak, şeytani rejimi cezalandıracaklarını ilan etmişti.
Bu esnada ABD, İran yönetimini İsrail’e saldırmaması konusunda uyarırken, olabilecek her türlü gelişmeye karşı hazır vaziyette olduklarını belirtiyordu.
Ve sonunda beklenen tehlike gerçekleştirildi.
Cumartesi gecesi İran yaklaşık olarak 300 drone ve füzeyle İsrail’e misilleme yaptı.
Böylece 1 Nisan’da İsrail’in İran’daki Şam konsolosluğunu vurmasıyla başlayan intikam fitili ateşlenmiş oldu.
İran ilk defa kendi topraklarından İsrail’e havadan silahlı müdahelede bulundu.
Fakat tüm bunlar yaşanırken dikkat çekici bir durum vardı!
Tahran bu saldırıyı 72 saat öncesinden komşu ülkelere ve ABD’ye bildirmişti.
Bu bilgi, bizlere saldırının kontrollü olduğunu gösteriyor.
Misillemede neredeyse hiçbir hasar meydana gelmedi.
Böylelikle kamikaze, drone ve füze saldırılarıyla birlikte İran, Netanyahu’ya bir manevra alanı açtı.
Gazze’de gerçekleştirdiği katliamlar sebebiyle uluslararası kamuoyunda tepkiler gören Netanyahu, İran’ın bu hamlesiyle katliamlarına meşruiyet kazandırarak Batı’nın emperyalist desteğini almaya devam edecek.
Netanyahu bundan sonra Gazze katliamını İran-İsrail çatışması gibi göstererek toplumsal algıyı yönlendirecek, bununla birlikte İran’ın parçalanması planına emperyalistlerle birlikte hız kazandıracak.
ABD ve Batı ülkeleri bu olay üzerine İsrail’e açıktan desteklerini sunmaya başladılar bile!
Ancak ABD Başkanı Biden, Kasım seçimlerine doğru yaklaşırken topyekün bir İran-İsrail savaşını şimdilik istemiyor.
Ama Netanyahu’nun elinde Kasım seçimleri için bir koz olarak bulunan bu fırsat, Netanyahu’nun Biden’ı istediği gibi yönlendirebilmesini kolaylaştırabilir.
Biden en çok bu nedenle şimdilik bir itidal çağrısı yaptı.
Fakat bu açıklama Netanyahu’nun İran’ın askeri ve nükleer hedeflerine saldırmasını engelleyen bir çağrı değil.
Tel Aviv’den yapılan açıklamalara baktığımızda “doğru zamanda bedel ödetmek” cümlesi saldırı ihtimalinin her an olabileceğini çağrıştırıyor.
Üstelik Tel Aviv’den gelen açıklamalar içerisinde “İran’a karşı bölgesel koalisyon kurmak” yönünde bir ifade yer alıyor.
Bu ise İsrail’in hem bölgesel hem de küresel düzeyde İran’a karşı tehdit oluşturabilecek bir diplomasi kanalı kurulacağını ima ediyor.
Sonuç da İsrail’in uzun süredir aradığı fırsat emperyalist güçlerin maşası olan İran tarafından sağlanmış oldu.
7 Ekim’den bu yana dünya sivil kamuoyu tarafından tepkiler gören Netanyahu için İran’ın yapmış olduğu bu sembolik harekat Netanyahu’ya hem İsrail’de hem de dünyada kaybettiği prestijini yeniden kazandıracak.
1979 devriminden bu yana geçen 45 yılın sonunda İsrail tarafından beklenen bu müdahele artık İran’ın doğrudan savaş ilanı olarak okundu ve Netanyahu’ya bu hamle bir can simidi oldu.
Heybet AKDOĞAN

Milli Görüş Hareketi’nin tekrar siyasete katılım kararıyla gündeme gelen Yeniden Refah Partisi (YRP), Necmettin Erbakan’ın oğlu Fatih Erbakan başkanlığınca Türkiye siyasetinde ilerlemeye devam ediyor.
2018 yılında kurulan YRP, Millî Görüş siyasetinin şu anda son temsilcisi.
Gittikçe kitleselleşen ve örgütlenen YRP, AK Parti’ye karşı cepheden bir siyaset geliştirerek siyaset arenasında adından her geçen gün daha çok söz ettiriyor.
Erdoğan karşısında toplumu ikna etmek için çaba harcayan YRP, 31 Mart yerel seçimlerinde gösterdiği başarıdan yola çıkarak iktidara doğru yürürken toplum tarafından ilgiyle takip ediliyor.
Erdoğan’a rağmen toplumu ikna edici siyasetiyle Türkiye siyasetinin sağ kanadında güçlenmeye devam eden YRP; Erdoğan iktidarının pejoratif yükünü sırtlanmaktan kaçınan siyasi müzakereleriyle kabulleri üzerinde toplayan Milli Görüş siyasetinin günümüzdeki temsilcisi.
Milli Görüş siyasetinin yaşadığı krizi çözmek için yola çıkan Yeniden Refah Partisi, savunduğu iddiaları korumaya devam edeceğini söylerken; yerel seçimler sonrasında Kahramanmaraş’ın Dulkadiroğlu ilçesinde kazanmış olduğu belediyede sergilemiş olduğu bir tutum nedeniyle dile getirmiş olduğu “ahlaklı belediyecilik” ilkesini lekeledi.
Ahlaklı belediyecilik sloganıyla yerel seçimlerde kampanya yürüten YRP, Dulkadiroğlu ilçesinde yönetimi ele geçirdikten sonra ilk iş olarak akraba kayırmacılığı yaptı.
K. Maraş’ın Dulkadiroğlu ilçesinde görevi devralan YRP’li Belediye Başkanı Mehmet Akpınar, adaletli belediyecilik anlayışı diyerek kayınbiraderini başkan yardımcısı olarak göreve atadı.
İlk faaliyetiyle herkesi şaşırtan Mehmet Akpınar, Dulkadiroğlu Belediyesi’ndeki ilk görevine kayınbiraderini başkan yardımcısı olarak işe almakla başladı.
Mazbatasını alıp göreve geldikten sonra belediyenin kapısına Hz. Muhammed’in “Rüşvet alan da veren de mel’undur.” hadis-i şerif’ini yazdıran YRP’li Akpınar, bu yazının hemen ardından kayınbiraderi Fatih Yıldız’ı başkan yardımcısı olarak göreve aldı.
Söz konusu tabelaların asıldığı belediye binalarından birisini sosyal medya üzerinden paylaşarak “Elhamdülillah… Yeniden Refahlı Belediye Başkanlarımız söz verdiğimiz üzere tabelalarını asmaya başladılar. Ahlaklı belediyecilik dönemi başladı.” diye açıklamada bulunan YRP Genel Başkanı Fatih Erbakan, nepotizm olarak bilinen Dulkadiroğlu Belediyesi’ndeki icraata dair bugüne kadar herhangi bir itirazda bulunmadı.
YRP yönetiminden de bu konu hakkında şimdiye kadar herhangi eleştiri duymayışımız ahlak kavramını tekrar sorgulamamızı YRP nezdinde zorunlu kılıyor.
Oysa Fatih Erbakan yerel seçimler öncesi yaptığı konuşmalarda ‘1 Nisan’dan itibaren birbirinden temiz, dürüst ve örnek olacak belediye başkanlarıyla topluma hizmet sunacaklarını belirtmişti.
Adaletli ve ahlaklı belediyecilik anlayışlarında “adam kayırma”nın olmayacağının sözünü veren Erbakan, “torpil ve çifte standarda” asla taviz vermeyeceklerini defaatle vurgulamıştı.’
Fakat şahit olduğumuz olay, din ve ahlak referanslarıyla yola çıkan İslamcı bir partinin toplumun manevi duygularını istismar eden bir hadisesi olarak ortada duruyor.
Bu bakımdan ‘mel’un, ahlak ve adalet’ kavramlarına Milli Görüş çizgisinin nasıl baktığı da açıkça görülüyor.
YRP’nin Dulkadiroğlu Belediyesi’nde yapmış olduğu bu nepotist icraat aynı zamanda laikliği de zarar veriyor.
Çünkü dini kullanarak toplumun rızasını almak ama daha sonra hiçbir vicdanın kabul etmeyeceği bir şekilde kayınbiraderini; üstelik başkan yardımcısı olarak işe atama, hem ahlak bakımından hem de liyakat bakımından doğru bir davranış değildir.
Devletin bir kamu kurumu olan belediyelerin kapılarına hadis sözleri yazmak ise Türkiye’nin laik devlet olgusunu zedeleyen bir yaptırımdır.
Yeniden Refah Partisi’nin yerel yönetimlerde ilk eylemi buysa bundan sonrasını düşünmek bile insanı endişelendiriyor!
Milli Görüş Hareketi’nin geçmiş yıllardaki tutumlarına benzer bir davranış sergileyen Fatih Erbakan, yeniden Milli Görüş ruhunu canlandırmak için siyasete atıldığını söylemişti.
Eğer Milli Görüş Hareketi’nin diriliş belirtisi buysa vücûd bulmuş hali, galiba YRP’li belediyelerin ‘adam kayırmacılık’la çoğalan personel haberleri olacak.
Yerelde küçük bir yerin iktidarı olmak adam kayırmacılıksa; iktidara talip olmak isteyen YRP’nin amacına ulaştığı zaman bürokrasinin her alanında yaşanılacak akraba, eş, dost kadrolaşmasını şimdiden tahmin etmek zor değil.
Heybet AKDOĞAN

31 Mart yerel seçimlerinden sonra CHP’li belediyelerde mutluluk yaşanırken, iktidarın kazandığı belediyelerde sorunlar yaşanmaya başladı.
Yerel seçimlerin hemen ardından Altındağ belediye başkanı seçilen Veysel Tiryaki, bir gece yarısı SMS’le belediye işçilerini işten çıkardı.
Gecenin bir yarısı işten çıkarıldıklarını öğrenen işçiler şaşkınlık ve öfke içindeler.
Yeni seçilen Altındağ belediye başkanı, ek zamları geri çekince işçiler bu haksızlığı protesto ettiler.
Bunun üzerine yeni belediye başkanı, protesto eden belediye emekçilerinin işine son verdi.
SMS yoluyla işten çıkarıldığını öğrenen işçilerden sendika temsilcisi Can Tekin, basına yaptığı açıklamada, daha önce temizlik işlerinde çalıştığını, sonrasında bu işlere bulaşmaması için Fen İşleri’ne sürüldüğünü ifade etti.
Haksızlıklara karşı mücadele ettiği için vatan hainliğine kadar suçlandığını ifade eden Tekin, yeni başkan gelmeden önce, arkadaşlarıyla birlikte araştırıldıklarını ve fişlendiklerini söyledi.
Altındağ Belediyesi’nde olup da, söz konusu belediye başkanına oy verenlere hakkını helal etmediğini söyleyen sendika temsilcisi Can Tekin, oy verenlerin vebali boyunlarına olsun yönünde sitemde bulundu.
Belediyeden bir SMS ile ekmeğinden olup, işten atılan işçiler; işçiye gelince hemen işlem uygulandığını fakat işçinin parasını ödemek mevzu bahis olunca, belediye yönetiminin sonuna kadar direndiğine dikkat çektiler.
Her ay alacakları paranın ödenip ödenmemesi veya eksik ödenmesinden dolayı hep kaygı içinde olduklarını belirten işçiler, Ramazan Bayramı için evlerine şeker dahi alamadıklarını, çocuklarına karşı çok mahcup olduklarından yakındılar.
Yaşadıkları sorun karşısında sadece CHP’li meclis üyelerinden destek gördüklerini söyleyen kamu emekçileri, tek adam sistemine güvenip, sırtını dayayanların mağduru olduklarının altını çizdiler.
Kanun var, nizam var, adalet var(!) diye haykıran işçiler; her sabah kış demeden, yaz demeden saat 5’te işbaşı yaptıklarını fakat yeni belediye başkanıyla birlikte, insan yerine konulmadıklarını belirttiler.
Konuşma esnasında işten atılan bir işçi, 2013 yılından beri AK Parti üyesi olduğunu ama bundan çok pişmanlık duyduğunu dile getirdi.
İşten kovulan işçiler son olarak, Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı Mansur Yavaş’a, kendilerine verdikleri destekten dolayı minnettar olduklarını hatırlattılar.
Yerel yönetimler herkesin takdir ettiği gibi, halkın sorunlarının muhatap alındığı öncelikli kurumlardır.
Bu durumda belediyeler toplumsal birçok sorunun giderildiği kamusal kuruluşlardır.
Belediyelerde kamuya hizmet veren belediye işçileri ise, yerel yönetimlerde emek harcayan kamu emekçileridirler.
Dolayısıyla herhangi bir belediyede, kamu emekçileri haksızlığa maruz kalıyorsa, o bölgede toplumla belediye arasındaki mesafe büyür.
Özellikle yerel seçimlerden sonra, siyasi nedenlerle ya da hak talebinden ötürü, kamu emekçilerine haksızlık yapılıyorsa, bu problem ne siyaseten ne de adalet bakımından tasvip edilemez bir konudur.
Heybet AKDOĞAN

Belediyeler kamu yararının gözetildiği hizmet alanlarıdır.
Belediyeler kamuya hizmet eden işçilerin en önemli faaliyet alanlarıdır.
Toplumun genel olarak refah standartlarını büyütmeye yönelik hizmetler sunan belediyeler, çalıştırdıkları işçilerle birlikte, toplumun memnuniyetini kazanmak için hareket ederler.
Yerel yönetimlerde ait olduğu bölgeye hizmet eden belediye çalışanları, belediye yönetimi tarafından haksızlığa maruz kalıyorsa, o belediye toplumun güvenini kaybeder ve bu güvensizlik belediye işçilerinin, daima endişe içinde olmalarına sebep olur.
Öyle ki kamu yararının zedelenmesi, belediyeleri temsil eden partilerin toplumsal bakımdan irtifasıyla sonuçlanır.
Bu açıklamaları yapmamın sebebi, yerel seçimlerden sonra, CHP aleyhine gelişen bir takım gelişmelerdir.
Esenyurt Belediyesi’nde “Bu ne perhiz bu ne lahana turşusu” deyimini aratmayan bir icraat yaşandı.
İstanbul Esenyurt’ta, CHP ile DEM Parti’nin yapmış olduğu ” Kent uzlaşısı” sonucu, DEM Parti’den CHP’ye geçerek belediye başkanı olan Ahmet Özer, yerel seçimden önce adaylığını ilan ederken, belediye başkanı seçildiği takdirde kimseyi işten çıkarmayacağını söylemişti.
Bu konuşma basın ve medya aracılığıyla topluma duyurulmuştu.
Fakat daha seçildikten kısa bir süre sonra Esenyurt Belediye Başkanı Ahmet Özer’in ilk icraatı, birçok işçiyi SMS bildirme yöntemiyle işten çıkarmak oldu.
Ahmet Özer bununla da sınırlı kalmadı.
İşçileri belediyeden çıkarmasının faturasını CHP’ye kesti.
Ahmet Özer:
Kendisinden önceki CHP’li belediye başkanının, ihtiyaç dışı işçi alımları yaptığını öne sürdü.
Bu savunmayı yaparak işinden ettiği işçilerin ekmeğine sebep oldu.
Eski CHP’li belediye başkanın kasayı boşalttığını söyleyen Özer, bu girişimin iyi niyetten uzak olduğunu vurguladı.
Ancak, Ahmet Özer’in bu yanlışına, görevi devreden eski belediye başkanı Kemal Deniz Bozkurt tarafından verilen tepki gecikmedi.
Eski CHP’li Belediye Başkanı Bozkurt:
” Bayrama üzgün girdiğini, sorunlu ve zorlu bir beş yılı geride bırakırken, kendisine yönelik yapılan ithamlara ve 270 kıymetli arkadaşının işten çıkarılmasına çok üzüldüğünü” söyledi.
Kemal Deniz Bozkurt konuşmasının devamında;
” Yeni belediye başkanının bu davranışına, partisi CHP’ye olan gönül bağından dolayı bir süre susmayı tercih ettiğini ama sustukça ithamların devam etmesinden dolayı, konuşmak zorunda kaldığını; belediyeyi devraldığı 2019’daki personel sayısı ile 2024’teki personel sayısının birbirine çok yakın olduğunu, dolayısıyla ihtiyaç fazlası tek bir işçinin olmadığını” özellikle belirtti.
Mazbatasını alır almaz böyle bir girişimde bulunan ve bu cümleleri sarf eden belediye başkanına ne kadar hak verilir bilmem..!
Lâkin dikkatimi çeken hususlar şunlar:
Ahmet Özer, seçim çalışmaları sırasında, Esenyurt Belediyesi’nde ihtiyaç dışı işçilerin olduğunu bilmiyor muydu?
Bununla birlikte belediyenin kasasının boş olduğundan haberi yok muydu?
Son olarak, Ahmet Özer bu konu unutulduktan sonra, acaba DEM Parti’li insanları belediyeye personel olarak işe alır mı?
Şayet söz konusu belediye başkanı bu sorulara hayır diyorsa, bu cevabın ne işten atılan işçiler nezdinde, ne kasayı boşalttığı iddia edilen belediye başkanı nezdinde ne de Esenyurt’taki sağduyulu insanlar tarafından hiçbir inandırıcılığının olmayacağına inanıyorum.
Çünkü her belediye başkanı adaylığını ilan ettiği belediye hakkında önceden bilgi sahibi olur.
Ve genellikle seçim kampanyasını elde ettiği bilgiler üzerinden yürütür.
Zira devir teslim töreninde, yeni seçilen yönetime ve kamuoyuna, Esenyurt Belediyesi’nin durumu ifade edilmekle birlikte, aynı zamanda bu konuyla ilgili bir kitapçıkta verilmişti.
Bunun aksini düşündüğümüzde dahi, Ahmet Özer’e hak vermemiz mümkün değil!
Çünkü kimseyi işten çıkarmayacağına dair Esenyurt seçmenlerine ve belediye personellerine söz vermişti.
Her şeyden önce Ahmet Özer’in aldığı karardan önce, kendisine adaylık imkânı sunan CHP’yi düşünmesi gerekiyordu.
Bu tutumunun her halükârda CHP’ye yansıyacağını, Ahmet Özer gibi siyaset tecrübesine sahip olan birinin bilmemesi mantıken doğru değil.
Bayram öncesi yüzlerce kişinin işine son veren yeni belediye başkanının, tepkileri azaltmak için, CHP’ye yüklenmesi, iktidara yürümek isteyen CHP açısından hiç de iyi bir gelişme değil.
CHP’nin bu konuda sessiz kalması, mutlaka Türkiye kamuoyunun dikkatinden kaçmayacaktır.
Nasıl ki, Altındağ Belediyesi’nde, AK Parti’li belediye başkanı tarafından işten çıkarılan personeller için, Mansur Yavaş tepki gösterdiyse; İBB Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu’nun da aynı tepkiyi Ahmet Özer’e göstermesi gerekir.
31 Mart yerel seçim sonuçları, CHP’nin 2028’e doğru iktidara yürümesine yol açacak önemli bir fırsat.
Bu nedenle belediye yönetimlerinde yaşanılan haksızlıklar, CHP’nin hanesine yazılıyor.
CHP’nin yerel seçimlerde ” HER ŞEY ÇOK GÜZEL OLACAK!” sloganına gölge düşüren bu gelişme, kamu yararını gözeten belediyecilik anlayışına zarar vermiştir.
Bu zararın telafisi, CHP’li belediyelerde kamu yararının, kamu emekçilerinin haklarıyla birlikte sürdürülmesiyle giderilebilir.
CHP’nin 2028’de iktidara ulaşmasındaki referanslarından biri bu olmalıdır.
Heybet AKDOĞAN

Türkiye’nin yaşadığı enflasyonist krizin ve hayat pahalılığının her geçen gün artması, emekçi kesimleri derin bir yoksulluk içine itmeye devam ediyor.
Yaşanılan hızlı yoksullaşma nedeniyle insanlar; huzursuz, umutsuz ve kaygılı.
Enflasyonist kriz sarmalında işsizlik oranları artarken, çalışanlar ücret almalarına rağmen geçinemiyor.
Türkiye’de çalışanların yarısından fazlası asgari ücretle emek sürecine katkıda bulunuyorlar.
Asgari ücret üzerinden uygulanan politikalar, Türkiye’de alın teriyle yaşam kavgası veren insanları gittikçe zorluyor.
Boğaz tokluğuna yaşayan insanların asgari yaşamları, asgari ücretlerini aşmaya devam ediyor.
Türkiye’de binlerce insan birçok özel ve kamu kuruluşlarında, asgari ücretle çalışmaya mahkûm olmuş durumda.
Her gün uykudan henüz uyanmadan, akın akın zamlar geliyor.
Başka bir yerden geliri olmayanlar; asgari ücretle ev kiralarını ödeyemiyorlar, kışın ısınamıyorlar, mutfak masraflarını karşılayamıyorlar ve çocuklarının eğitim masraflarını karşılayamıyorlar.
Bu yılki şeker bayramında, bayram sevincini bile yaşayamıyorlar.
Her bayramda çocuklarına bayramlık almak isteyen veliler, bu bayramda evlatlarının yüzlerini güldüremediler.
Bayramlaşmak için seyahate çıkmak isteyenler, ekonomik sıkıntıdan dolayı istedikleri yere gidemiyorlar.
Türkiye’de yerli nüfusun önemli bir bölümünün hizmet sektöründe veya küçük-orta sanayide cüzî ücretler karşılığında çalışması, işçi sınıfı içinde mesleksiz ve güvencesiz yığınları biriktiriyor.
Bununla birlikte diplomalı meslekli gençlerde, piyasaya ilk adımlarını aynı koşullarda atıyorlar.
Aynı zamanda enflasyonist sistemle birlikte iktidarın asgari ücrete zam yapmasıyla, çalışanların yarıya yakını asgari ücretli oluyor.
Öte yandan iş verenlerin kabullenmediği asgari ücret artırımı, kayıt dışı göçmenleri çalıştırmalarına fırsat sunuyor.
KOBİ’lerin kârlı çıktığı bu süreçte, yapısal sorunlar da birikmeye devam ediyor.
Doğal olarak bu problem, ülke halkının en önemli günlerinden biri olan Ramazan Bayramı’nı buruk bir şekilde karşılamasına neden oluyor.
Çocuklarına bayram harçlığı veremeyen büyükler, özellikle bu konuda en çok sitem eden emekliler, torunlarını bayramda sevindiremeyenin acısını yaşıyorlar.
Bayramın geleneksel ikramı olan tatlı çeşitlerinin el yakan pahalılığı ise, insanların bayram ziyaretlerini azaltan bir soruna dönüştü.
Arife günü, İstanbul’un Bahçelievler ilçesinde, ucuz baklava satışı yapan bir dükkânın önünde, metrelerce kuyruğun oluşması, içinde bulunduğumuz ekonomik krize çarpıcı bir örnek sunuyor.
Hükümetin bayram için verdiği ikramiyeler ve ulaşım konusunda sağlamaya çalıştığı kolaylıklar, yaşanılan ekonomik kriz karşısında, insanları hiç de memnun etmiyor.
Dolayısıyla bu bayram, çalışan nüfusun büyük bir oranını kapsayan asgari ücretliler için, asgari düzeyde yaşanılan bir bayram oldu.
Toplu pazarlık kapsamında ücretlerin iyileştirilmeyişi, sendikal hakların kullanımının önündeki engeller, asgari ücretin ülkede ortalama yaşam standardı ücreti olarak tespit edilmemesi ve gıda enflasyonu ile kişi başına ekonomik büyümenin esas alınmaması, çalışan asgari ücretli emekçileri her geçen gün çaresiz bırakıyor.
Ekonominin ve refahın gerileyişi, toplumun sağlıklı düşünmesini engellediği gibi, siyasi seçimlerinde de farklı arayışlara girmesine neden oluyor.
Öyle ki, 31 Mart yerel seçimlerinde bu gerçeği sandıklara gitmeyerek, iktidara anlatan seçmenlerin birçoğu, ekonomi ve refah seviyesinin yükselmesi için uyarıda bulundu.
Türkiye’nin giderek döviz endeksli iç borçlanma çıtasının yükselmesi, Hazine yükünün artması ve dış kaynak ihtiyacının artması, toplumun satın alma gücünü oldukça sınırlıyor.
Bu nedenle insanların kemer sıkacak hali kalmadı!
Gidişat bu şekilde devam ettiği müddetçe, ülke çapında yatırımların ve istihdamın azalışı daha çok hızlanacaktır.
İflaslar ve işsizlik daha fazla yaşanacaktır.
Tüm bunlar ise, gelir-servet dağılımının bozulması demektir.
Türkiye’nin içinde bulunduğu enflasyonist krizin düzelmesi ne kadar gecikirse, genişleyen yoksullaşmayla birlikte, insanların politik dönüşümü, 2028 genel seçimlerinde daha kararlı olacaktır.
Heybet AKDOĞAN

Siyasette merkez sağdaki boşluğu doldurmak için yola çıkan İYİ Parti, 2017’den beri iddiasında başarılı olamadı.
Partinin toplumla olan ilişkisi, Meral Akşener’in tutarsız tavır ve tutumları, İYİ Parti’yi hedeflediği çizgiden gün geçtikçe uzaklaştırıyor.
Parti içi hesaplaşmalar ve art arda gelen istifalar, politikada İYİ Parti imajının her geçen gün çizilmesine neden oluyor.
İYİ Parti’de yaşanan gelişmelere baktığımızda, İYİ Parti’nin sonunu hazırlaması için herhangi bir düşmana ihtiyaç kalmadığını görüyoruz.
Siyasi arenada yıllardır yok sayılmak istenen, çeşitli karalama kampanyalarıyla lekelenmeye çalışılan İYİ Parti, tüm bunlarla mücadele etmesi gereken enerjisini, kendi içinde yaşadığı çelişkilerle tüketmeye devam ediyor.
CHP’ye yakınlaşmasıyla; “terörsever” yaftalanmalarına kadar farklı hakaretlere maruz kalan İYİ Parti, kadrosundaki önemli siyasetçileri kaybetmeye devam ederek; Türk siyasetinde uzun soluklu olması gereken ömrünü kendi elleriyle kısaltıyor.
Bütün bu süreçlerle birlikte İYİ Parti’deki dağınıklık, yerel seçimler öncesinde yaşanırken, yerel seçimler sonrasında daha da artmaya başladı.
Akşener’le birlikte yola çıkanların önemli bir bölümü, bugün Akşener’in yanında değiller.
Son birkaç gündür, İBB Belediye Başkan Adayı Buğra Kavuncu’nun parti teşkilat başkanlığından istifa etmesi ve İYİ Parti Yerel Yönetimler Başkanı Burak Akburak’ın partiden ayrılışı, İYİ Parti’deki çatlakları büyüten gelişmeler oldu.
Yerel seçimlerden sonra parti içinde büyüyen kavgalar, İYİ Parti’nin olağanüstü kongre yapmasını zorunlu kılarken; arkası kesilmeyen eleştiriler, İYİ Parti’nin olağanüstü kongre sürecini hızla kesinleştiren gelişmelere neden oldu.
31 Mart 2024 Mahalli İdareler Genel Seçimleri’ne ilişkin bir basın toplantısı düzenleyen İYİ Parti Genel Başkanı Meral Akşener, “Sandıklardan çıkan mesajı duymak hepimizin görevidir.” diyerek, partisinin olağanüstü kongreye doğru gidişatını hızlandıracağını birkaç gün önceden duyurmuştu.
Nihayetinde Akşener’in açıklamasıyla, İYİ Parti’nin olağanüstü kongre tarihi, 27 Nisan 2024 olarak netleşti.
İYİ Parti Grup Başkanvekili Müsavat Dervişoğlu ve İYİ Parti Grup Başkanı Koray Aydın genel başkanlık için adaylıklarını ilan ettiler.
27 Nisan’da yapılacak olağanüstü kongreyle ilgili kamuoyunu en çok merak ettiren konu ise, Meral Akşener’in genel başkanlık için aday olmayacağım demişken, tekrar geri dönmesi ihtimali.
Bu konu aynı zamanda siyaset kulislerinde konuşulurken; İYİ Parti Göç Politikalarından Sorumlu Genel Başkan Yardımcısı Mehmet Tolga Akalın adaylığını ilan etmişti.
Akalın, “Yarışın içinde ben de varım.” dedi.
Olağanüstü kongreye günler kalırken, parti içinde sesler yükselmeye devam ediyor.
İYİ Parti GİK üyesi Ahmet Zeki Üçok yerel seçimlerdeki başarısızlığın, Akşener’den kaynaklandığını vurguladı.
Bununla birlikte İYİ Parti Antalya Milletvekili Uğur Poyraz ise, Akşener’in seçim öncesinde ” Başarısız olursam gereğini yapacağım.” sözünü hatırlatarak, Akşener’i üstü kapalı bir şekilde istifaya davet etmişti.
Fakat Uğur Poyraz’ın iddiasındaki eksiklik, Meral Akşener’in ‘gereğini yaparım’ sözlerinin farklı anlamlar içerebileceğini dikkate almamasından kaynaklanıyor.
Çünkü, siyaset dilinde bir cümlenin sonunda, öznenin dolaylı anlatımı varsa; bu cümle, hatırlatan kişinin kendi niyetinden bağımsız mesajlar içerdiğini de ima etmektedir.
Meral Akşener hakkındaki son gelişmeleri okuduğumuzda, okunabilen imanın ne olduğu ortaya çıkıyor.
Zira, parti kulislerinden yansıyan bilgilere kulak kabarttığımızda, Meral Akşener’in, aslında İYİ Parti’nin olağanüstü hali olarak nitelendirebilecek kongrede, yeniden aday olabileceğine dair ön bilgileri işitiyoruz.
Kulislerde, Akşener’in aday olmayacağını kesin olarak ifade edişi; zaman kazanmaya yönelik bir taktik olarak değerlendiriliyor.
Şayet, Akşener’in kurmayları tarafından kendisine ısrarlı teklifler gittiğinde – giden teklifler var – Akşener’in yeniden aday olabileceği ön görülüyor.
İYİ Parti’de kongre takvimiyle birlikte çalışmalar başladı.
Bakıp göreceğiz…
Meral Akşener acaba siyasete devam mı edecek yoksa, kendi ifadesiyle “Siyasette başarılı olamazsam siyaseti bırakıp torun severim.” mi diyecek?
İYİ Parti, merkez sağda bir dönem siyasetçi söyleminin ve başarısız liderliğin yaşandığı dönemde, merkez sağ içinde, bir tepki partisi olarak kurulmuştu.
Ama şimdiye kadar gelinen noktada İYİ Parti, merkez sağdakilerin tümünden tepki görmeye başladı.
Muhalefete muhalefet eden; toplumsal ve kurumsal muhalefete ayak uyduramayan Akşener’in, partisiyle birlikte, bundan sonraki süreci öyle görünüyor ki, yeni çıkmazlarla dolu.
Heybet AKDOĞAN

31 Mart yerel seçim yenilgisinin ardından Erdoğan, otokritik yapmakta gecikmedi.
Yenilgiyi yaşayan ve gelecek felaketi gören Erdoğan, “…kan ve ruh kaybı” vurgusuyla iktidarını sorgulamaya başladı.
Geçtiğimiz salı günü, AKP Merkez Yürütme Kurulu (MYK) toplantısında konuşan Cumhurbaşkanı, AKP’nin yüzde 9 ve yüzde 11 oranında oy kaybına uğradığını ifade etti.
Milletin, Cumhur İttifakı’nı, Mart yerel seçimlerinde CHP’nin gerisine neden ittiğinin düşünülmesi gerektiğini belirten Erdoğan, yenilginin temel sebeplerinden birini, 10 ay önce sandığa giden AKP seçmeninin bu defa sandığa gitmemesine bağlamasıydı.
6 puanlık düşüşün ezici çoğunluğunun AKP seçmeni olduğunu dile getiren Erdoğan; bununla birlikte, AKP Genel Merkezi ile birlikte aday belirleme süreçlerindeki yanlışları da gördüğünü belirtti.
Erdoğan’ın yapmış olduğu özeleştiriler arasında en dikkat çekici olanı, AKP olarak kibir hastalığına yakalanmalarını teşhis edişiydi.
Sırasıyla MYK, il, ilçe ve belde teşkilatları olmak üzere belediye başkanlarından, milletvekillerine kadar, bunların da ötesinde bürokrasiye birlikte kibir psikolojisine yakalanmış olduklarının altını çizdi.
Her konuda, partideki hiç kimsenin ‘layüsel’ olmadığını halka ispatlayacaklarını söyleyen Erdoğan; partideki herkesin sorumluluktan kaçamayacağını kararlı bir dille telaffuz etti.
Elbette Erdoğan’ın parti bünyesinde yapmış olduğu otokritiğin ne kadar gerçekçi olduğu zamanla ispatlanabilecek yargılar.
Ekonomik faktörler, toplumun psikososyal durumu, her şeyin bir anda unutulmasını imkânsız kılacak olgular.
AKP teşkilatlarının yıllardır devlet gücüne sırtını dayaması, yerel güçlerin kendilerini merkezi güç konumunda hissetmeleri, uzun zamandır Erdoğan iktidarından cesaret alarak hantallaşan Cumhur İttifakı bürokrasisi, gerileyen bir ülkenin ve iktidara küskün bir toplumun oluşmasına neden oldu.
Yerel seçim çalışmaları da AKP’nin önceki deneyimlerine bakarak yeterli olmadı.
Kampanya organizasyonun seçmene samimi gelmeyişi, ortak karar almada yaşanılan diyalog aksaklığı, yeni bir dil üretmedeki zayıflıklar ve seçmen kitlesine odaklanmayan politik performans düşüklüğü, Cumhur İttifakı’nın, özelinde ise Erdoğan’ın yerel seçimlerde mağlubiyet yaşamasına neden olan sebepler arasında.
Ancak geçtiğimiz yerel seçim atmosferi sadece Erdoğan’ın eleştirileriyle ele alınacak bir konu değil.
31 Mart yerel seçimleri, seçmenin özgür düşünme ve serbest hareket etme havası içinde geçti.
Bu seçimde insanlar kendilerine verilmiş seçmen kimliğini bir kenara bırakarak, bireysel tercihlerinde özgün bir farkındalık yarattı.
Yıllar sonra Türk siyaseti için önemli bir aşama olan bu özgün farkındalık, toplumun siyaseti yönlendirebilme gücünü ortaya koydu.
Yapılandırılmış kitle tercihi yerine, bağımsız ve artık kritik yapan bir seçmen çoğunluğunun oluşması, 31 Mart yerel seçimlerinde, esnemenin ve kırılma noktalarının belirginleştiğini gösteren olumlu gelişmelerdi.
AKP’nin yaşadığı zemin kaybı, toplumsal alanda siyasi bilincin değişimini ve Türkiye dinamiklerinin artık farklı bir şekilde geliştiğinin habercisidir.
AKP’nin Türkiye’de büyüyen yeni sosyolojiyi takip edememesi özellikle büyük şehirleri kaybetmesindeki en büyük etkendir.
Erdoğan’ın, milletin mesajının oldukça net olduğunu söylemesi, bir bakıma AKP’nin ve Cumhur İttifakı’nın büyüyen sosyolojiyi anlayamamasının itirafıdır.
Bilhassa İstanbul’un, Cumhur İttifakı tarafından kaybedilmesi, gelişmekte olan sosyolojinin bir neticesidir.
Anlaşılan o ki, Erdoğan uzun bir süre özeleştiri sürecini sürdürecek.
Bu süreç Cumhur İttifakı’nın kabine değişikliğini ve kurmay kadrodaki bir takım yenilenmeleri de beraberinde doğurabilir.
Geçtiğimiz salı günü, Erdoğan’ın MYK toplantısında “Güneşi gören buz gibi erimeye devam ederiz.” den kastı, 2028’e kadar, iktidar olarak daha fazla erimemek için, konjonktürel değişimlerin yapılmasına yönelik ipuçları olabilir.
Heybet AKDOĞAN

Meramımızı anlatmak adına dünyayla iletişime geçiren penceremizi açıp sebep olanlara bin şükran edip yine yeniden vira bismillah demenin büyük hazzıyla tüm dostlara hürmeten selamlar merhabalar.
İşin aslına bakarsanız, yerel ölçekte yeni yapılan mahalli idareler seçim sonuçlarını değerlendirmek üzere ortadaki toz bulutunun dağılmasını beklerken acı gülümsememize DEMEDİM mi? demenin hazzını yaşayıp olana bitene vaziyet etmeye çalışıyordum. Birden bir devlet kurumunun yaşattığı aksiyon ile vatandaşın elinde gurur abideleri ne karşı kullanacağı son argüman satırlarımız marifetiyle hadiseyi sizlerle paylaşmak istedim.
Bahse konu olan TÜİK uygulamaları çalışanlarının toplumu cezai müeyyide ile tehdit eden üstenci davranış sahibi mensupları olup yaşattıkları olayların sonunda muhataplarına özür dileyin kapatalım teklifini yapabilecek kibre sahip yöneticileridir. Hadiseye gelirsek, bağlı oldukları bakanlık olması hesabıyla tercihen hemşerim o olduğu için Hazine ve Maliye Bakan Yardımcısı unvanıyla ilgilenmeleri umuduyla, sayın Abdullah Erdem Cantimur Bey’in şahsında tüm kamuoyunun dikkatine sunacağım hadise detaylarını isteyene anlatmak kaydıyla kısaca şöyledir: Ortalama son bir haftadır Manisa menşeili bir numaradan TÜİK adına yaşlı anam aranıp, kaç para maaşın var, yetiyor mu, alışverişinizi kendiniz mi yoksa başkaları mı yapıyor, 2022 ve 2023 yıllarında beklentilerimiz karşılandı mı, 2024’ten umutlarınız nelerdir, kendinizden mi yoksa eşinizden mi maaş alıyorsunuz tarzında aslına bakarsanız dolandırıcıların sorabileceği ölçekte absürt sorulara muhatap oluyor. O da cevap vermek istemediğini beyan edip telefonu kapatıyor. Lakin kurum durmayıp mesajla bilgi verme zorunluluğumuz olduğunu, aksi takdirde ilgili kanun gereği cezai müeyyideye muhatap olunacağı ikazını yapıyor. İşte tam burada ben devreye girdim, mevzu anlatıldı. Ben de muhtemelen dolandırıcı olabileceğini söyleyip, anamı arayan numarayı aradım. Sonradan anladığım üzere, arama saatim mesai saatleri dışında olduğundan cevap verilmedi. Bunun üzerine bir gün sonraya tehir ettim. Bir de ne görelim, ilgililer hızını alamayıp görevlilerini gönderip cümle kapısını, nasıl çatılarda bilemediğim halde, beşinci katta yaşayan anamın Ramazan olmasından hareketle uyuduğu bir saatte kapısına dayanmışlar.
Biz devletten korkarız, öyle yetiştik. Biricik anam korkmuş bir vaziyette o saatte telefonla beni aradı ve “oğlum, TÜİKçilermiş, kapıya dayandılar, ne yapayım?” dedi. Ben de “aç ana, benimle görüntülü görüştür” dedim. Lakin beceremeyince, herhangi bir yere imza atma sorduklarına cevap ver, ben birisini gönderiyorum dedim. İlk olarak polis merkezini aradım, açan memur ilgilisine bağlıyorum dedi. 5 dakika geçti, bağlanan olmayınca, nedendir bilmiyorum, hat kesildi. Ben de meslektaşım olan bir dostumu arayıp, anamın evine gitmesini, muhtemelen dolandırıcı birilerinin birtakım garip davranışlarla kapıya dayandığını, bu hususu tetkik edip yardımcı olmasını istedim. Sağ olsun gitti. O arada gelenler işlerini bitirmiş, gidiyorlarmış. Ben de tam olarak ne yaptığını anlamak ve hadiseyi bilahare tetkik etmek için kimlik ibrazı istediğimde “hayır” cevabıyla karşılaşınca “ne yani şimdi, ekran görüntüsü mü alayım?” dedim. “Vay sen misin bunu diyen, bizim ekran görüntümüzü aldı” deyip hakkımda şikayetler ve akşama kadar geçen lüzumsuz saatler…
Tüm burada anlatmak istediğim, bu tarz vatandaşı zorlayan anket usulünün günümüz şartları göz önüne alındığında, devlet aygıtını kumanda edenler tarafından nasıl kullanıldığına çarpıcı bir örnek olup, eve gelen arkadaşlar giderken hâlâ daha “size ceza yazmalıymışız”, yardıma giden dostuma da “camcıymış” gibi küçümser tavırları işin tuzu biberi, daha Cimer’e olan başvuru mu, gelen cevabı mübalağasız kendileri hariç kimsenin bu yöntemlerden haberdar olmadığını yazmıyorum. Tüm bu yazdıklarım sayesinde muhatabına TÜİK fotoğrafı çekip ilgili keyfiyetin düzeltilmesi hususunu hasleten rica ediyorum. En kısa h
aliyle anlatmaya çalıştığım bu yersiz çalışma hakkında bilgi edinmek isteyen bir bakanlık yetkilisi olduğu takdirde, ömrünü TÜRK varlığına feda eden bir vatandaş olarak, her türlü iletişime hazır olduğumu saygıyla beyan ediyorum.
Sonuçlarını bekleyeceğim ve sizleri bilgilendireceğim, bu sevimsiz durumu şimdilik kamuoyunun dikkatine sunarken, bir sonraki buluşmamızın Kütahya merkez İlçe seçimleri ile ilgili olanlar ve yaşadıklarımı içeren bir konuyla tekrar buluşmak ümidiyle, yaklaşan Ramazan Bayramınızı en içten dileklerimle kutlarım, hoşça kalın…

AKP’ye oy verenler gibi, AK Parti yetkilileri de yerel seçimin şoke eden sonuçlarını henüz üzerlerinden atamadılar.
AKP’nin oy oranları yüzde 44.3’ten yüzde 35.5’e düşerken, Cumhur İttifakı’na katılımı ise yüzde 51.6’dan yüzde 40.5’e kadar geriledi.
2019 yerel seçimlerini, 2024 yerel seçimleriyle kıyasladığımızda ortalama olarak 6 puanlık bir gerilemeden söz edebiliriz.
Erdoğan’ın yıllardır yarattığı yenilmez adam profili, 31 Mart yerel seçimlerinde bir ezberi bozdu.
Cumhur İttifakı, Türkiye genelinde ikinci oldu.
22 yıldır Türkiye’nin her seçimde galibiyetle ödüllendirdiği AK Parti, siyaset sahnesinde olduğundan beri ilk defa bir yenilgiyle karşılaştı.
Yaklaşık 10 ay önce Erdoğan’a başkanlık ve milletvekili seçimlerinde teveccüh gösteren seçmen sadece birkaç ay sonra, Erdoğan’a küskün ve kızgın olduğunu sandıkta dile getirdi.
Başkanlık seçiminde ülke insanı güvenlik ve beka kaygısı nedeniyle Erdoğan’ın yanında olmuştu.
Ancak yerel seçimlerin dinamikleri farklı olduğu için bu kez seçmen Erdoğan’ı verdiği siyasi ve ekonomik kararlarla cezalandırdı.
Yerel seçimlerde dış dünyaya karşı pozisyon alacak bir vaziyet olmadığı için, Türkiye seçmeni Erdoğan’a başta ekonomi olmak üzere diğer birçok konuda; kimilerince uyarı olarak algılanan, bir başka kesim tarafından, bu yerel seçimle birlikte artık Erdoğan’ı istemiyoruz diye nitelendirebilecek kararlarla dolu cevaplarla, Erdoğan’a fazlasıyla uyarılarda bulundu.
Ana muhalefet partisi ise, beklenenin ötesinde bir zafer sevincini yaşamaya devam ediyor.
CHP, Özgür Özel genel başkanlığıyla girdiği yerel seçimde, oyunu 5 milyon artırarak yerel seçimlerin birincisi oldu.
Cumhur İttifakı bu seçimde başta ekonomik yıkımın enkazı altında kalırken, CHP, 1977’de yaşamış olduğu zaferi, 2024 yerel seçimleriyle ikinci kez yaşamış oldu.
Erdoğan için bu yenilgi her ne kadar bir dönüm noktası olarak ifade edilse de, deprem konutlarının henüz tamamlanmamış olması, açlık sınırının altında çalışan asgari ücretlilerin yaşam koşulları ve kur korumalı mevduat ile hazine garantili ödemeler; aslında Erdoğan’a bir dönüm noktasından daha fazlasını gösteren tablolar…
Bu seçim sonrasında Erdoğan, başlıca bu konularla yüzleşmek zorunda.
“Faiz sebep, enflasyon sonuç” denilerek, Türkiye’nin geldiği son nokta, Erdoğan’ı, pazar torbası boş olan toplumla karşı karşıya getirdi.
ABD’nin tabiriyle bu defa “Topal ördek” Erdoğan oldu.
Murat Kurum ise, Türkiye yerel seçimlerinin kalbi olan İstanbul’da, aşağıladığı köftecilerden gereken cevabı aldı.
Bu defa ki yerel seçimler, bir yerel seçim kimliğini aştı.
Bir bakıma 31 Mart yerel seçimlerini erkene alınmış 2028 genel seçimi olarak da okuyabiliriz.
Cumhur İttifakı tarafından gidişat bu şekilde devam ederse, 2028’deki genel seçimin, Erdoğan’ın son seçimi olduğunu söylemek abartı olmaz.
31 Mart seçim akşamı, Türkiye haritasının rengi kırmızıya boyanarak, zaten Cumhur İttifakı adına ciddi bir renk değişikliğini çarpıcı bir şekilde ortaya koymuştu.
CHP, 35 yıl sonra kırmızı renklerle Türkiye’de birinci parti olurken, AK Parti, sarı rengiyle, kurulduğu günden beri ilk defa ikinci parti oldu!
El değiştiren belediye sayılarının fazlalığı, toplamda AKP’nin bakiyesini oldukça eritti.
Erdoğan seçmenlerden son bir kez daha şans isterken, Cumhur İttifakı’nın yorgunluğunu yaşayarak gören insanlar, CHP’nin de vermiş olduğu sinerjiyle yeni bir umudun arayışına girdiler.
Muhafazakâr cephede yeni bir umut olan YRP ve toplumsal mutabakatın genelinde değişimin öncü umudu olan CHP, toplum ve politika arasındaki sinerjinin pekişmesini sağladı.
AKP, tahminlerin ilerisinde bir cezalandırmaya tabi tutulurken, CHP ise, sanılandan ileri bir aşama kaydederek, seçmen tarafından yoğun bir ilgiye mazhar oldu.
CHP için bu seçim büyük bir sınavdı.
Ve CHP bu sınavı başarıyla atlattı.
Seçmenin gördüğünü yurt çapında görmeyi başaran CHP, hitap ettiği kitlelerle birlikte nihayet nefes alabildi.
Kılıçdaroğlu’ndan sonra rotayı değişim yönüne çeviren ana muhalefet partisi, İmamoğlu ve Özel’in stratejik siyasal ataklarıyla, 2028’e doğru yol almaya başladı.
Henüz AK Parti’nin yanında olan seçmen kitlesi ve parti kurmayları, şaşkınlıkla karışık bir travma yaşarlarken; CHP, elde ettiği gücü konsolide etmenin rasyonel hesaplarını yapıyor.
Heybet AKDOĞAN

24 Mart Pazar günü Sayın Cumhurbaşkanı Erdoğan, Atatürk Havalimanı’ndaydı.
AK Parti’nin
“Yeniden Büyük İstanbul Mitingi” için İstanbullularla buluşmuştu.
Miting içinde Murat Kurum sahneye çıktığında, her ne kadar “Maşallah, maşallah” dediyse de, Erdoğan gördüğü tablodan hiç memnun değildi.
“Şu an karşımda 650(?) bin kişi var. Biz bu meydanda 1.5 milyona alıştık.” diyen Erdoğan, yarıdan fazla seçmen düşüşünün üzüntüsünü yaşıyordu.
1.5 milyonluk bir miting katılımı yerine 650 bin kişilik (?) bir katılımla yüz yüze gelen Erdoğan’ı bu miting tedirgin etmişti.
Daha 2019 yenilgisinin travmasını üzerinden atamayan Cumhurbaşkanı için bu buluşma, yeni bir yenilginin habercisiydi.
Çünkü bu miting, yıllar sonra Erdoğan’ın İstanbul’da yaptığı en kötü mitingdi.
Katılım az; dolayısıyla heyecan ve coşku, o eski günlerdeki gibi değildi.
Geçmiş yıllara dönüp hatırladığımızda, 2007 Kazlıçeşme mitingi ve 2011 mitingi, bu defaki mitinge rahmet okutuyordu.
Evet, belki Ramazan Ayı katılıma etki etmiş olabilir; ama bu kadar da olamazdı!
Araştırma anketlerinin İmamoğlu’nun birkaç puan önde olduğunu göstermesi, zaten mitingdeki az katılım sayısına açıklama sunar nitelikteydi.
Erdoğan miting konuşmasını, İmamoğlu ve Erbakan üzerine kurgulamış olmasına rağmen, İstanbul halkının, gördüğüm kadarıyla buna pek de itibar ettiği yoktu.
Mitingde dikkat çeken başka bir sahne, Milli Görüş siyasetinin önemli isimlerinden biri olan ve YRP’den istifa etmiş olan Suat Pamukçu’nun, Erdoğan’ın elinden takılan AK Parti rozetini miting meydanında bir şov gibi göstermiş olmasıydı.
YRP’ye, Erdoğan nezdinde bu rozet bir mesaj verme niteliği taşısa da, YRP’nin her geçen gün artan üye sayısı, Suat Pamukçu’nun, AK Parti’ye katılımını gölgede bırakmıştı.
Erdoğan’ın İstanbul mitingi konuşması tam bir manifesto içeriğindeydi.
Ama vaat yoktu.
Özellikle Erdoğan’ın, İmamoğlu dönemini İstanbul için bir fetret zamanı olarak izah edişi, İstanbul yerel seçim konuşmasının önemli vurguları arasındaydı.
Ancak İmamoğlu’na oy vermeyi düşünen vatandaşlar nezdinde durum çok farklıydı.
Çünkü, Murat Kurum’a destek vermek için, devletin bakanlarının sahada olduklarını İstanbul halkı görüyordu.
Bilhassa seçim güvenliğinden sorumlu İçişleri Bakanı’nın, İstanbul’da Murat Kurum için oy toplaması ve Dışişleri Bakanı Hakan Fidan’ın yerel seçimlerle hiç alakası olmaması gerekirken, İBB Başkan Adayı Murat Kurum için seçim kampanyasına katılması, seçmenlerin ilk defa şahit oldukları gelişmelerdi.
Öyle ki, İstanbul mitinginde, İBB Başkan Adayı Murat Kurum’un ne kadar düşük bir profil olduğu, konuşurken ilk defa yüzünün gülmesinden anlaşılıyordu.
Erdoğan’ın, Kurum’a destek olmak için İstanbul’a gelmesi, Murat Kurum’da ilk defa bir özgüven oluşmasını sağlamıştı.
Murat Kurum’un şimdiye kadar İstanbul’da yaptığı seçim kampanyasında; gerçek rakamı doğru olmasa da, Erdoğan sayesinde çoğunluğun karşısına çıkması, az da olsa Kurum’un bir aday havasına girmesine katkı sunmuştu.
Erdoğan, İstanbul yerel seçimini tayin etmiş olduğu adayın kazanabilmesi için, 2023 Genel Seçimleri’ndeki taktiklerini tekrarladı.
Tüm bunlara rağmen ve 17 bakanın seçim kampanyasında görevlendirilmesine karşılık, Murat Kurum, Ekrem İmamoğlu karşısında, İstanbul yerel seçimini kazanamadı.
Erdoğan, örgütlülük bilincini çok iyi yöneten bir siyasetçi.
Bununla birlikte seçimlerde stratejik ataklar yapmasını da çok iyi beceren bir lider.
Fakat “Yeniden Büyük İstanbul Mitingi”nde gördüğümüz gerçeklik, Erdoğan’ın yıllardır konsolide etmeye çalıştığı örgütsel sinerjinin ve siyasi ataklarının gittikçe zayıflamış olduğu yönündeydi.
Halihazırda Murat Kurum’un, siyasetteki kabiliyetsizliği, İstanbul seçimlerinin AK Parti aleyhine işlediğini ortaya koydu.
Heybet AKDOĞAN

2024 yerel seçimleri sonrasında, gerginlik biraz azaldı. CHP’nin %37’lik dilimle zaferine şahit olduk.
AK Parti ve MHP’nin düşüş nedenlerini sorgulamaya gerek görmüyorum, çünkü sebeplerini biliyoruz.
Beni ilgilendiren gelecek. Muhalefet partileri zafer sonrası rehavete kapılır mı?
Dr. Agah Aydın diyor ki: “Muhalefet hakikat arayışıdır, iktidar arayışı değildir. İktidar arayışındaki muhalefet, hakikati es geçmemize neden olur.”
Ülkemizdeki seçmenin çoğu adaylarında din, ırk, kültür gibi benzerlikler arıyor. Adayın potansiyelini ve vereceği hizmeti geri plana atıyorlar.
Bize bizden olan, bizi anlayan diyenler yüzünden siyasiler, her kesime hitap edebilmek için kırk takla atıyorlar.
Bize çalışan, üreten, aldığı maaşı hak eden, kul hakkı yemeyen, yakınını kayırmayan, yolsuzluk yapmayan, fikir özgürlüğüne saygı duyan yöneticiler lazım. Bu şartları karşılayan birini başa getirirsem razıyım.
Seçtiğiniz liderleri takip edin efendiler… Siz efendisiniz, onlar memur; çalışmayanın gözünün yaşına bakmayın.
Siz en iyi şekilde yönetilmeyi, maddi manevi refahı, huzuru hak ediyorsunuz. Bu cennet vatanın çalışkan mert insanları, hakkınızı alın.
Sağ sol fark etmeksizin, hiçbir siyasi unsurun kutsallarınızı kullanmasına izin vermeyin. Rey kimdeyse güç ondadır. Çalışanı tutun, kendi çıkarını düşüneni, nasıl olsa seçilirim diyenleri tarihin karanlık çöplüğüne atın.
Vesselam.
Hüsna ŞAHİN

Geçtiğimiz pazar günü seçmen, iktidara mesaj niteliğinde bir cevap verdi. İktidarın hiç ummadığı bir sonuçtu seçim sonucunda yaşanan. Seçimden bir gün önce dahi aklımıza hiç gelmeyecek bir şekilde, Türkiye’nin birçok bölgesini muhalefet kazandı. Daha önce AK Parti ve Cumhur İttifakı’nın kaleleri olarak bilinen yerler, CHP’ye seçmen isteğiyle teslim edildi. CHP’nin yerel siyaseti dizaynı olarak okuyabileceğimiz yerel seçim sonuçlarının tablosu, iktidarı altüst etti. Bu bakımdan 31 Mart yerel seçimlerine; adıyla sınırlı bir seçim diyemeyiz. Genel bir seçim havasında geçen yerel seçim, genel seçimlerden büyük bir zaferle çıktığını zanneden Erdoğan için, balkon konuşmasında da yüzünden okuduğumuz gibi; şaşkınlıklar uyandıran bir neticeydi. Erdoğan için bu yenilgi, kabullenilmesi demokrasi takiyesiyle örtülen bir düşüşün dışa vurumuydu. Erdoğan’ın “Milletin kararına saygı duymalıyız” derken, gözlerindeki hüsran, kameralara tarafsız bakabilen gözler için çok açık bir şekilde fark edilebilecek sahneydi.
28 Mayıs 2023 akşamında Erdoğan’ın, Cumhurbaşkanlığı seçiminin ardından acilen İstanbul’u tekrar kazanmayı ifade eden konuşması, o günden sonra Erdoğan’ın asıl hedefinin İstanbul’u tekrar CHP’den geri almak üzerine programlandığının bariz izahıydı. Ancak Erdoğan hedefine ulaşamadı. 17 bakanla birlikte devletin bütün olanaklarını yerel seçimlere, özelinde İstanbul için seferber eden Cumhurbaşkanı, İmamoğlu’nu koltuğundan devirememenin mağlubiyetini yaşıyor. Dahası, Türkiye genelinde başkent Ankara’da dahil olmak üzere il ve ilçe kapsamında fazlasıyla belediyeyi kaybetmenin hezimetini kabullenmeye çalışıyor. Yerel seçimleri bilhassa İmamoğlu’yla rekabet üzerine kurgulayan Erdoğan, Türkiye genelinde yaptığı seçim kampanyasında, başka illerden Murat Kurum için oy istiyordu. Son olarak yapmış olduğu “Yeniden Büyük İstanbul Mitingi” aslında o gün Erdoğan için, İstanbul yenilgisinin habercisiydi. Öyle ki, Murat Kurum sahneye çıktığında, özgüvenini halktan değil, bizzat Erdoğan’dan aldığını ilk defa gülümseyen çehresiyle kameralara yansıtmıştı. Erdoğan’ın ise miting meydanındaki, sayısı önceki seçimlere göre az olan kalabalığa âdeta bir sitem niteliğindeki seslenişi, beklenen yenilginin serzenişiydi.
İBB Başkan Adayı Murat Kurum tarafından İstanbullulara takdim edilen seçim propagandası, İstanbul’da geçim savaşı veren işsizlerin, emeklilerin, açlık sınırı altında yaşayan asgari ücretlilerin ve okumakta zorlanan üniversiteli öğrencilerin yoğun dikkatiyle sorgulandı. Geçinemeyen İstanbul halkı, ocaktaki boş tencerenin kazandırmış olduğu bilinçle, bu defa popülist ve ekonomide çözüm sunmayan Cumhur İttifakı adayına evet demedi. İstanbul ve Türkiye genelinde muhafazakâr kesim, Cumhur İttifakı tarafından işlenen Gazze edebiyatını bile ciddiye almadı. Zira, İsrail’le yapılan ticaret, özgür basın emekçileri tarafından yeterince kamuoyuna aktarılmıştı.
Yerel seçimlere katılan insanlar, verecekleri kararın bir bumerang gibi dönüp dolaşıp kendilerine yansıyacağını; kemiklerine kadar dayanan bıçağın keskinliğiyle farkındaydılar. Ekonominin çöküşü, toplumsal kutuplaşma ve hamaset siyaseti, artık Türkiye toplumunu nefes alamaz duruma getirmişti. İnsanlar içinde bulundukları sosyo-politik çıkmazdan kurtulmak için bu defa muhalif partilere birer kredi sundu. Bu krediden en büyük payı alan CHP oldu. Görebildiğim kadarıyla iktidardan soğuyan insanlar, CHP’yi bir sığınak olarak görmediler. Dipten gelen dalga olarak algılayabileceğimiz bir tutumla, başta CHP’ye ve diğer muhalif partilere, iktidarın yarattığı enkazı kaldırmak için görev verdiler. Bu yerel seçimin başat galibi CHP için, elde edilen siyasi kazanım; seçmenin sandıktaki devrimi olarak sahiplenilmeli. Aksi hâlde, Süleyman Demirel’in vurguladığı gibi; “Siyasette 24 saat çok uzun bir süredir.” Yerel seçimlerin sonucu herkese hayırlı olsun!
Heybet AKDOĞAN

Zaman, çok karışık bir kavramdır. Pek çok farklı biçimde ele alınmış olsa da biz Miladi takvimi 1 yıl 365 gün ve 6 saat 9 dakika olarak kabul eder ve hayatımızın akışını bu zaman dilimine uygun olarak yürütürüz. 365 günü aylara ve haftalara ardından da günlere böleriz. Ancak şunu belirtmek gerekir ki mesela “Ben Türk’üm” diyen tüm yürekler, 10 Kasım’ı hiç sevmezler. 29 Ekim’e bayılırlar.
İnsanlığın ve sosyal yapının varlığı, ister istemez bazı günlere öyle olaylar denk getirir ki o gün ve tarihleri ölümsüz kılar; sıradanlıktan uzaklaştırır. Mesela 31 Mart Vakası, İttihat ve Terakkî Fırkası’nın hâkimiyetine karşı bir tepki olarak başlayan hareketi anlatır hepimize. İttihat ve Terakki Fırkası, kendinden olmayanlara baskıcı bir tutum izleyerek siyasi bir istikrarsızlığa yol açmıştır. İttihatçıların eski hesapları unutmayan intikamcı yaklaşımları ve sorumsuzluğu, kitlelerin hoşnutsuzluğuna neden olmuştur. Bu şartlar içerisinde ülke seçimlere hazırlanırken gerek 5 Ekim’de Avusturya’nın Bosna-Hersek’i ilhak ettiğini bildirmesi ve Bulgaristan’ın bağımsızlığını, 6 Ekim’de de Girit’in Yunanistan’a katıldığını ilân etmesi gibi gelişmeler ve merkezdeki siyasî istikrarsızlık, muhalefetin özellikle basın yoluyla şiddetini arttırmasına sebep olduğu gibi İttihatçıların itibarını da zedelemiş, 1908’den sonra yaşanan kısa süreli hürriyet havası sona ermiştir.
Olaylar hakkında gerek bizzat görgü tanıklarının yazıları ve hâtıratları gerekse dönemin diğer kaynakları değerlendirildiğinde ayaklanmaya pek çok sebebin yol açmış olduğu ortaya çıkar. Genel olarak bunlar orduda baş gösteren aşırı siyasallaşma, subaylar arasında yaşanan alaylı-mektepli çatışması ve alaylıların tasfiye edilmesi, II. Abdülhamid döneminin kadrolarının eski imtiyaz ve itibarlarını kaybetmeleri, bürokraside geniş çaplı bir tensîkat ve tasfiyeye gidilerek İttihatçılar’ın kendi kadrolarını iş başına getirmeleri, ilmiye mensuplarının tayin ve terfilerinde imtihan usulünün gündeme getirilmesi, İttihat ve Terakkî ile Ahrar Fırkası mensuplarının iktidarı ele geçirme mücadeleleri, İttihatçılar’ın, muhaliflerine hayat hakkı tanımayan baskıcı davranışları ve suikastlar, İttihatçılar’ın kozmopolit yapıları, masonlukla suçlanmaları, dine ve dinî geleneğe karşı tavırlarından duyulan rahatsızlıklar gibi gelişmelerdir.
Tüm bu gelişmeler, sonuçta tarihe “31 Mart Vakası” olarak düşmüştür. Tarih de, denilen odur ki tekerrürden ibarettir. Geçmişte bir yerlerde isyana dönüşen liyakatsizliğin denk geldiği tam da bugün, bizim sandık başına gittiğimiz gündür.
Siyasetten anlamak gerekmiyor sonuçları okuyabilmek için. Anlamam ben siyasetten. Ama yaşamaktan anlarım, fatura ödemekten, çocuk okutmaktan, geçinmekten anlarım. Daha konforlu bir yaşamın varlığından haberdar olmayı da anlarım. O konfora ulaşanların bunu nasıl yaptığını, yönetici kadronun nerede ise tamamının mı anadan babadan zengin olduğunu sorgularım. Sorgularım; çünkü halk benim. Gittikçe küçülen dünyamdan evreni görürüm ve sorgularım. Bunu çoğumuz yapıyoruz. O çoğumuzun dizi dizi diplomaları var ve o diplomaların hakkını verdiğimiz bilginin mütevazı ağırlığı bizi suskunlaştırır. Sadece bilgi değil, akıllı bir düşünce dünyasının üstü kapalı İttihatçı yaklaşımı da susturur bizi…
Ama… Türk insanı, insan sever. Bu seçimlerde de insan sevdik biz aslında. Partisi ne olursa olsun bizi rahatlatan, anlayanlara evet dedik. İzmir dedi ki ben yeni bir marş istemiyorum; benim marşımda “İzmir’in dağlarında çiçekler” açar zaten. İstanbul dedi ki güçlü bir karakter dursun şöyle köşe başımda. Ankara dedi ki; “güven” benim tek limanım. Afyonkarahisar; kendi kabuğunu kırdı geçti; alkışın en büyüğü vatan sevdalısı Burcu KÖKSAL’a gitsin. Bir de hayatımıza giren isyankâr Tanju ÖZCAN; yolun çok açık olsun. Bu insanlar kendi kabuklarına muhtaç olmadıklarını ama varlıklarının o kabuğu güçlendireceğini kanıtladılar. Kendilerine yapılanlara karşılık şu ana tarih attılar 1 Nisannn!
Dediğim gibi; parti değil asıl olan; o yüzden üstü kapalı tehditler korkutmaz Türk insanını. Su akar yolunu bulur misali dikiş tutmaz yamalı nakiller. Halkız biz; küçük yaşar; büyük anlar ve sessizce fısıldarız:
Türk’üm, doğruyum, çalışkanım,
İlkem: küçüklerimi korumak, büyüklerimi saymak, yurdumu, milletimi özümden çok sevmektir.
Ülküm: yükselmek, ileri gitmektir.
Ey Büyük Atatürk!
Açtığın yolda, gösterdiğin hedefe durmadan yürüyeceğime ant içerim.
Varlığım Türk varlığına armağan olsun.
Ne mutlu Türk’üm diyene!
Saygılarımla.
Itır EKİCİ

İnsanlık tarihinin pek çok dönüm noktası vardır. İçinde bulunduğumuz baş döndürücü teknolojileri bir yana bırakırsak ve geçmişin derinliklerine gidersek, en önemli keşiflerden birinin kâğıdın icadı olduğunu söyleyebiliriz. En eski kâğıdın M.Ö. 2. yüzyılda Tibet’te icat edildiği düşünülür; ancak bu kâğıdın kimin tarafından bulunduğu belirlenememiştir. Bilinen tarih akışında, M.S. 105 yılında Çinli Cai Lun’un selüloz kâğıdı keşfettiği tüm kaynaklarda aşikârdır. 751 yılında yapılan Talas Savaşı ile bu dehşet verici keşif, Araplara kâğıt üretimini öğretmiştir. Önce Semerkant ve ardından Bağdat’ta ilk kâğıt fabrikaları açıldığında tarih 754’tür. Kâğıdın Çin’de başlayan yolculuğu Avrupa’ya 1000 yıllık bir gecikme ile girmiştir. 1453 yılında Almanya’da Johannes Gutenberg’ın matbaayı icat etmesi ve ilk İncil’i basması ile kâğıt, halka inen yolculuğuna başlamıştır.
Toplumların akli melekeleri, ulaşabildikleri bilgi ve teknoloji ile doğru orantılıdır. Amerika’nın keşfi sırasında Vespucci’nin kadırgaları sahile çok yakın bir noktaya geldiğinde yerliler sahilde günlük hayatları sürdürmekteydiler. Fakat ne yazık ki algıları, burunlarının ucuna kadar gelen kadırgaları görmelerine imkân tanımıyordu. Ne zaman ki Vespucci’nin denizcileri sahile çıkmak için kadırgalardan kayıklarına bindiler; işte o zaman yerli halk, denizin açıklarından kendilerine yanaşan kanoları gördü. Çünkü bilinçlerinde kanolar vardı. Açık denizde kanoların ne aradığını anlamaları ve kadırgayı beyinlerinin algılaması zaman aldı. Bu, kuantum ile ilgili bir konudur. Değinmek istediğim önemli nokta, bilgiye ulaşabilmek ve bunu algılayabilmek meselesidir.
Hadi tüm şartlar yerine geldi ve bilgiye ulaştık. Tam da bu noktada düşünme yeteneği işin içine girer. Bu bilgiyi nasıl kullanacağız? Bilgi ve teknolojiyi geniş insan kitlelerinin neredeyse tamamının anlayabileceği düzeye nasıl getireceğiz ve kullanıma sunacağız? Avrupa’ya 1000 yıl gecikme ile giren kâğıt kavramı, 1696 yılında zarf ile buluşmayı başarmıştır. Sir James Ogilvie, kâğıdı zarf ile tanıştıran adamdır. Sonrası çorap söküğü gibi gelmiş; zarf ile kâğıt ayrılmaz bir ikili olmuştur.
Buraya kadar size daldan dala atlayarak tarihten bahsediyorum ama tarihi severim ben. Her şeyin bir tarihi var. Çokça çalışılarak keşfedilen ve insanı biraz daha rahata sürükleyen türlü türlü icatlar, ateşin bulunuşundan beri hayatımızı kolaylaştırıyor. Kolaylaşan hayatlarımızda bizler biraz daha rehavet içinde, biraz daha umursamaz ve biraz daha cahil kalıyoruz. Özellikle içinde bulunduğumuz çağ bile değil dönemlerde hızla değişiyoruz. Artık düşünmemiz gerekmiyor. 16. yüzyılda Divan şairleri artık yazacak gazel kalmadığından yakınıyorlardı. Çünkü kendilerinden önceki şairler tüketmişti tüm şiirleri. Tıpkı onun gibi bir düşünce içindeyiz ve çok ama çok yazık ki gittikçe cahilleşiyoruz.
Artık o benim çocukluğumdaki mektup arkadaşlıkları bitti. Şimdilerde kalem ele sadece zorunlu hallerde alınıyor çünkü klavye var; bunu da kullanmak istemiyorsanız telefonunuzun tuşuna dokunup konuşuyorsunuz ve telefondaki akıl da bunu yazıya döküyor. Tüm bu şartlar içinde ben de diyorum ki, hani yaklaşan bir seçimimiz var ve ülkecek gece gündüz her yerde bu seçim bombardımanının etkisi altındayız ya; şimdi biz 1696 yılında icat edilen o zarfa, o oy pusulasını doğru biçimde nasıl yerleştireceğiz? Yok muydu A5 yerine A4 boyutunda bir zarf? İcat edilmiş zaten, kimsenin aklına bir büyük boy zarf gelmiyor mu? Çünkü sanatsal açıdan el becerimiz o kadar da hassas değil ve demokrasinin temelindeki seçim, beceriksizliğimiz yüzünden fazlaya sekteye uğrayacak gibi görünüyor. Bir dünya vaatte bulunan tüm siyaset dünyası, yok muydu içinizde bir cengâver zarfları büyütelim diyecek? Öyle ya, halkız biz; zarf göreni var görmeyeni var!
Itir EKİCİ

İlâhî buyruk çerçevesinde “Gizli Bir Hazinenin Bilinmekliğini İstemesi” ve insanı yaratmasıyla birlikte, yaşadığımız ve yaşayacağımız bütün problemlerin çözümü için gönderilen ve kâinatın efendisi Hz. Muhammed (s.a.v.) ile tamamlanan reçete ve yol haritası yüce Hitap ve Kitap’ın özü; “Güzel Ahlak”tır.
Kısaca EDEB terimiyle edebiyat olarak ilim dalı haline getirilmiş, içi doldurulduğunda, muhteşem bir medeniyetin ihtişamıyla yüzyıllarca insanlığı kavrayan, dünyadaki bütün sistemlerin, bilimin, fiziğin, felsefenin ve her düşüncenin, egoizmden, bencillikten sıyrıldığında varacağı en güzel ve son nokta; yine “Güzel Ahlak”tır.
Evrendeki bütün güzelliklerin – sevgi, saygı, dostluk, yardımlaşma, başkalarının iyiliğini isteme, diğergamlık, adalet gibi -sayılamayacak kadar çok- erdemlerin odağı, ana merkezidir “Güzel Ahlak”.
Sahip olduğumuz ve yaşadığımız oranda zirvelere tırmandığımız, kaybettiğimizde dibe çakıldığımız kavram…
Ve bu muhteşem kavramın, adeta mahşer günü misalince anlatılmaz bir vahşet zemininde, bir insanın karşılaşabileceği en olumsuz şartlarda yaşandığı ve en muhteşem şekilde yaşatıldığı yer; Çanakkale…
Conkbayırı’nda Mustafa Kemallerin, Ertuğrul koyunda Yahya Çavuşların, Gelibolu yarımadasında o kınalı kuzuların, canına kasteden Anzak yaralısını sırtında taşıyan, düşmanına bile yardım elini uzatan Mehmetçiklerin -belki dünya üzerinde yazılabilecek- en muhteşem destanı yaşayarak yazdığı ve taşıdığı ruh…
Fikrimizin süt annelerinden rahmetli Bahaettin Özkişi, Köse Kadı romanında şu muhteşem ifadesiyle, o ölümsüz “ruh”u ne de güzel anlatır;
“Kan ancak inançla devrederse, iklimini bulur. Yoksa toprağın ta derinliklerindeki gizli madenler gibi faydasızdır. Kan, kılıcın yapıldığı maden ise iman, onu çeliğe dönüştüren su ve onu faydalı kılan bilenmedir.
Su verilmemiş ve bilenmemiş bir kılıcın yapacağı iş, ancak sağlam bir odunun yapacağı işten öteye gidemez.”
Koca Seyid Onbaşı’nın, koskoca bir tarihin seyrini değiştirecek o meşhur, o inanılmaz başarısı neticesinde, madalyası takılıp bir isteği olup olmadığı sorulduğunda, verilen ekmeğin yetmediğini söyleyecek kadar mütevazi ve artırılan öğünü boğazından geçiremeyip yine arkadaşlarıyla paylaşacak kadar yüce ruh zenginliğine sahip, alçakgönüllülüğü oranında kelimelerin aciz kalacağı bir yüksek ahlak ve ruh karşısında ezilip, yerin dibine girmemek mümkün mü?
Duygu seline kapıldığımız bu destanı anlatmaya kelimeler kifayetsiz kalıyor. Aziz Ruhları şad, makamları âlî olsun.
Dünyanın en seçkin, en stratejik, en güzel veya güzelliğe müsait coğrafyasında, yanaşma veya hain sıfatıyla yaşamak istemeyenlerin, bu coğrafyayı vatan ve vatanı da yâr bilip, “yâri güzel olanın gözüne uyku girmez” hissiyatıyla korumaya ahdedenlere, Çanakkale’de abideleşen o güzel ruhu ve kanı taşıyanlara, selâmların en güzeliyle SELÂM olsun.
Metin Bozdemir

Konfor kelimesini Google’a yazınca karşınıza ilk olarak mobilya ve yatak reklamları çıkıyor. Kapitalizmin insanların rahat uyuyup uyumadıklarını umursadığını sanıyorsanız, yanılıyorsunuz. Gerçekte kapitalizm, parası olanların nasıl uyuduğuyla ilgileniyor ve onlara seçenekler sunuyor. Diğerlerine de ötelenmiş hayaller satıyor. İşinize gelirse…
İyi bir yatakta uyumak, iyi bir mobilyanın sunduğu konforu hissetmek önemlidir. Ancak, bu konfora sahip olmanın bir bedeli olduğunu bilerek hareket etmek gereklidir. Konfor alanlarını çeşitlendirebiliriz. Yürüyerek bir yere uzun bir sürede gitmek yerine, gideceğiniz yere bisikletle gitmek daha rahat bir imkân sunar. Toplu taşıma kullanırsanız, bisikletteki fiziksel zahmete de katlanmazsınız. Eğer hususi araç tercih ederseniz, toplu taşımadan daha da rahat bir imkân bulabilirsiniz. Uçağın, trenin bile belli kişilere hizmet eden daha konforlu bölümleri mevcuttur. Peki, bu konfora sahip olmak kötü mü? Elbette değil. İmkânınız varsa ulaşabilirsiniz. Ancak sizin sahip olduğunuz imkân ve rahata hiçbir zaman ulaşamayacak insanların ne yapacağı konusunun umursandığını da açıkçası pek düşünmüyorum.
Bu durum bana devrim öncesi Fransa’nın son kraliçesi Marie Antoinette’nin, Paris halkının ekmek dahi alamayacak kadar sefil durumda oldukları haberini aldığında, “Ekmek bulamıyorlarsa pasta yesinler.” sözünü hatırlatıyor. Konforunuz iyiyse kendi rahatını düşünen, empati yeteneğini kaybetmiş bencil insanlar olmanız işten bile değil.
Konfor alanları sadece hayatımızın görünen yüzüyle ilgili değildir elbette. Dikkat çekmek istediğim bir diğer konfor alanı da zihinsel, düşünsel, ideolojik konfordur.
Bu konfor alanı da müthiş imkanlar sunmaktadır. Türkiye ölçeğinde en konforlu ideolojik düşünsel alanlar milliyetçilik, İslamcılık ve solculuktur. Hiç kimse ideolojik konfor alanından çıkmadığı için, meselelerin çözümü noktasında da mutabık değiller. Belli bir düşünce ikliminin, ideolojik pazarın içine doğmuşsanız zahmetsiz bir zihinsel iklimin sunduğu konfor sizi bekliyor demektir. Şimdi sıra, bu söylemleri hayata geçirecek temsil makamını bulmanızda. Orada da pazar çok geniştir. Bahsettiğim kavramları Google’a yazıp, arattığınız zaman karşınızda bu fikirleri küfesine doldurmuş yapıları rahatlıkla görebilirsiniz.
Siyasal ya da dinsel ideolojiler, hayatın sosyal, toplumsal, ekonomik birçok girift meselelerinin çözümünü paket olarak sunarlar. Hatta bu o derece konfor paketi ki, bırakın ideolojinin gücünü, temsil makamındakilerin gücü bile tek başına size rahatlık ve güven sunabilir. Risksiz, zahmetsiz. Ama konfor alanınızın biraz dışına çıkıp şu sorulara cevap aramaya başladığınız andan itibaren birilerinin ve bir yerlerin rahatının bozulması kaçınılmazdır.
Mesela bir takım siyasal milliyetçiler, vatan için ölmeyi milliyetçiliğin kemali olarak sunup sadece savunma refleksi ile hareket ederler de vatan için yaşamayı niye öne çıkarıp övmezler?
Mesela bir takım siyasal İslamcılar Fırat’ın kenarında bir kurt kuzuyu kaparsa diye başlayan, adalete, hakka vurgu yapan tarihsel ve dinsel birçok retoriğe çokça yaslanırlar da ahlakı, adaleti, hakkı geçmişin sayfalarından bugüne niye taşıyamazlar?
Mesela bir takım sosyal demokrat geçinenler sürekli eşitlik, özgürlük derler de bu özgürlük ve eşitliği kendileri gibi düşünmeyenlere niye lüks görürler?
İşte ideolojik konforunuz ve bu konforunuzun temsil edildiği bir makam varsa yukarıda sıraladığım birtakım eleştirileri dile getirmeniz zordur. Eleştiri getirseniz bile bu durumdan pek hoşnut olacaklarını zannetmiyorum. Çünkü eleştiri, farklı düşünceyi zenginlik olarak değil, fitne ve ihanet kültürünün bir parçası olarak görülür. Farklı bir düşünce ve iş tutanlar için söylenmiş beylik bir söz de denildiği gibi, “Başıma icat çıkarma.”
Eğer hayata dair, geleceğe dair birtakım teklifleriniz varsa hiç zahmete girmeye, farklı düşüncelere kapılıp da zihninizi bulandırmaya, harddiskinize virüs bulaştırmanıza lüzum yok. Paket çözümler sunan zihin konforuna sahip yapıların peşine takılın, aynı iyi mobilyanın yatağın sunduğu rahatlığa sahip olursunuz. Konforun biri bedeninizi rahatlatırken, diğeri zihninizi rahatlatır. Gerçi maddi konforun sunduğu gerçekliği sorgulayabilir, test edebilirsiniz. Zihinsel ve düşünsel konforun hakikatliğini kim nasıl ortaya koyabilir, test edebilir? Konforunuzu bozma riskini göze almışsanız buyurun deneyin. Aforoz mekanizmasının nasıl işlediğini hemen görebilirsiniz.
Maddi refaha ve konfora sahip olmak için para yeterli bir araç iken, düşünsel ve zihni konfora sahip olmanız için duygusal olmanız ve o ideolojiye ve temsilcilerinize sadakatle inanmanız yeterlidir. İşte o zaman sadakatinizle orantılı olarak dünyevi nimetler ve uhrevi vaatler önünüze serilecektir. Takıl bir şeylerin peşine, rahatına bak. Mahallenden çıkıp, dolaşıp da ne bulacaksın? Tercih sizin…
Saygılarımla
Süleyman ORHUN


Bir şarkı tutturdum dilimde, Yalnız Kurt yenilmemeli diye söyleye söyleye gidiyorum işte. Bu yalnızlık ne yalnızlığıdır acaba? Ahvalin durumu bizi içten içe çürütür, ey kardeşlerim. Ne desek anlatamaz olduk. Şeytaniler her yeri kuşatmış, üç beş yiğit çıkmış, bunlarla mücadele ediyor görün. Artık görün ki vatanımızı, kutsiyetlerimizi hep birlikte savunalım. Açın gözlerinizdeki perdeleri, artık görün yalanlarla, işgallerle kuşatıldığımızı. Manevi değerlerimizden hızla uzaklaştırıldığımızın varın farkına artık.
Yolumuz zorlu, pusular her tarafta, televizyonda, sosyal medyada, siyasetin içinde. İyi niyetli olana kırılmayız. Biz gönül ehliyiz. Biliriz ki herkesin ahvali çetrefilli. İntikam almak gibi bir kastımız olmaz kimseden. Sonuçta biz de eksik, günahkarız, Evliya değiliz ki. Düşe kalka geçilir bu imtihan dünyası. Ne yazık ki belirsizlik, acabalar insanı tüketiyor. Bir kurt gibi, içimdeki karanlıkla savaşırken, umudu yeşertmeye çalışıyorum.
Zorlu yolun şarkısını söylüyorum, yüreğimdeki sevdayla. Belki yorgunum, belki bitkin, ama asla vazgeçmiyorum. Gözlerimde yıldızlar, yüreğimde sevda. Her tarafımız düşmanla çevrilmiş olsa da, bu yolda yürümeye devam ediyorum. Zamanın akışına karşı direnirken, bir umut ışığı arıyorum.
Belki de hayatın anlamı bu, Şeytanilerle savaşırken düşe kalka, yara bere içinde ilerlemek. Her adımda bir hikaye yazmak, ve sonunda yorgun ama umutlu bir şekilde varmak.
İlay-ı kelimetullah yolunda, pusulara karşı tetikteyim. İyi niyetimi koruyarak ilerliyorum. Çünkü biliriz ki herkesin ahvali çetrefilli, ve intikam almak değil, sevgiyle dolmak istiyorum. Belirsizliklerle dans ederken, acabaların gölgesinde yürüyorum. Ama içimde bir umut ışığı yanıyor. Ecdadın dünyayı titrettiği geliyor hep aklıma, ümit var oluyorum kendimce. Ve ezanlar okunurken, ay yıldız bayrak altında, bu kutlu yolda yürümeye devam ediyorum. Düşe kalka, yılmadan, umutla…
Murat GÜLŞAN

Geliniz bir konuda anlaşalım.
Kaybettiğimiz çok değerli şeylerin kıymetini, ancak kaybettikten sonra anlarız ya; Sağlığımız gibi.. Saygınlığımız gibi.. Ve en önemlisi, yurdumuz, vatanımız gibi…
Yine ancak yitirdiğimizden sonra değerini anladığımız rahmetli Muhsin Yazıcıoğlu’nun dediği gibi “Türk Milletinin en büyük mutabakatı İstiklâl Marşı’mızdır.”
Söylerken; “Ben ezelden beridir hür yaşadım, hür yaşarım. Hangi çılgın bana zincir vuracakmış şaşarım.” derken kükremiş sele dönmez miyiz?
“Canı, cananı, bütün varımı alsın da hüda, / Etmesin tek vatanımdan beni dünyada cüda.” mısralarıyla kanımız deli deli akmaz mı?
Şairimiz Atsız Hoca der ya; “Siyasette muhabbet… Hepsi yalan, palavra… Doğru sözü “Kül Tegin” kitabesinde ara…”
Çocukluğumuzu düşünüyorum; İlkokuldan itibaren her sabah okuduğumuz “Andımız”, anlam olarak çok da farkında olmadığımız bir tören, bir ritüelden öte bir mânâ taşımıyordu. İstiklal Marşı ve Gençliğe Hitabe’yle beraber, alışılagelen birçok şey gibi sıradanlaşmıştı.
Şekillenmemiş bir hamur veya çamur gibi; eğitimci ve öğreticilerimizin emeğine, vicdanına ve saatine sık sık bakan meslek mensubunun, maaşlı mesaisine teslim edilmiştik.
Adı gibi milli olamayan bu sistem, uzun yıllar boyunca, çoğunlukla büyük ideallerden yoksun, fikir ve sosyal hayatında asgariye rıza gösteren, vasatla yetinen insan tipleri yetiştirdi. Genlerinde savaş ateşi sönmeyen topluma, barış nutukları çeke çeke..
Oysa barışın yolu savaştan ve savaşa hazır olmaktan geçiyordu. Ve savaş sadece kılıçla, topla tüfekle ve cana kıyarak yapılmıyordu. Evrensel ideolojiler de, kültür, sanat, edebiyat, ekonomi, sanayi, iktisadi, teknoloji etkinlikleri de savaşın bir başka çeşidi ve yoluydu.
Ve bu savaşı ancak öncü olanlar kazanabilirdi. Öncülük yapanların kuyruğuna takılmak, yenilgiyi baştan kabul etmek, enerjiyi boşa tüketmekti.
Millî denilen “Öz Değerler” Sisteminin öğretileri, hiç bir zaman “Öz”ümüze sadık kalmadı.
Ve o sistem, enternasyonal ideolojilere hem entegre hem içimizde devlet olmuşlarla ortak hareket eden emperyal güçlerin, bazan kültür ve sanatın her alanıyla sempatik hale getirerek dayattığı, moda akımına dönüştürdüğü, subliminal hafıza teknikleriyle işlediği, aslında zenginliğimiz olması gereken içimizdeki farklı etnik ve inançları tahrik ederek “yumuşak karnımıza” çalıştığı, “silah, uyuşturucu kaçakçılığı, beyaz kadın ticareti” gibi kolay para kazanma zaafiyetlerinden istifade edip örgütleştirdiği, mezhep ve meşrep tahriki, sahte tarikat ve sapık fikirler vb. gibi kanallardan sızarak nüfus edip, zararlı haşere ve keneler gibi kanımızı, özümüzü emen silahlı ve provokatör eylemcilere, yüzlerce fraksiyon haline getirip semirmelerine izin verdi.
Yetmedi; tehlikeyi farkedip “Ben ezelden beridir, hür yaşadım, Enginlere sığmam taşarım” diyenlere de, ya; “Bu memlekete ne lazımsa biz yaparız, siz verginizi verin, askerliğinizi yapın, ötesine karışmayın..”
Ya da; “Memleketin amiri var, memuru var, jendermesi var, polisi var, siz kim oluyorsunuz?” diyerek dipçik veya jop gösterildi. Okumalarına engel çıkarıldı. Önce taşla, sopayla, her türlü çile ve işkenceyle, o da yetmeyince, silahla, bombayla, yaralanmalarına, ölmelerine, şehadetlerine adeta yol açıldı.
Ve emperyal güçlerin kendilerince “işgal planlarının” son parçası olarak emrettikleri 12 Eylül harekatının zindanlarında, işkence ve joplar eşliğinde zorla okutturulan yine “Andımız” karşıladı, Gençliğe Hitabe ve İstiklâl Marşı’yla beraber..
Bizim slogan olarak bağır(tıl)mamıza gerek yoktu ki, daha da derunî bir sevdayla, İstiklal Marşımızın anlam ve öneminin farkındalığıyla geçmişti ömrümüz.
“Andımız” edebiyatını yapanların, kamuflaja bürünmüş ihanetlerini de gördük, yaşadığımız yıllarca…
İşte bütün bu cenderelerden geçen bizlere, siyaseti, oyumuzun rengini ve benzer basit şeyleri sormayın.
Yarım asrı aşan ömrümüzde kendi adıma, Ülkücü adayı bir Türk Milliyetçisi olarak, hiç bir zaman seçime ve geçime odaklanmadık. Varlığımızı -lafla değil, gerçekten- Türk varlığına armağan ettik.
Ve gerektiğinde yine edeceğiz. Umudumuzu asla kaybetmeden..
İnandığımız değerler uğruna.. Ve o değerlere inanan, mensubiyet duyanlarla.. Sevdalı, saygılı, sevgili olanlarla…
Bu duygularla Mübarek Ramazan ayımız kutlu ve hayırlara vesile olsun.
Metin BOZDEMİR

Zaman ilerledikçe, yegane gaye haline gelen, daha rahat yaşama yollarını aramak, insanın doğasında, yaratılışında var.
Gerçekleştirmenin yolu da belli: Savaşmak… Dün başka, şimdi başka metodlarla…
Yüksek sesle düşünüyorum:
Doğal olan insanoğlundaki “hırs” genellemesinde, tarihi mecrası içerisinde Türk’ü özel kılan nedir?
“Özel” olmasını sadece duygularımıza göre değil, diğer ırk veya milletlerin, “Türk”e bakış açılarını da dikkate alarak düşünüyorum. İnsanlık tarihindeki muhteşem seyri incelendiğinde, Türk mührüyle yapılanların dost/düşman her makul insan ve milletten takdir gördüğü, tarihi bir gerçektir.
Sadece şimdiki emperyalistlerin değil, tarihte Hitler, Napolyon gibi diktatörlerin, firavunların da “Cihan Hakimiyeti” düşüncesi vardı mutlaka… Sahip olma içgüdüsünün, dürtülerin, doymak bilmeyen ihtirasların, dur-durak bilmeyen çılgınlığını güzel bir meziyet olarak anlatmak, mantıklı olmasa gerek…
“Selçuklu, Osmanlı ve Türkiye Cumhuriyeti birbirinin devamı olan tek devlettir” gerçeğini gözardı edip her birini müstakil birer devlet olarak değerlendirsek dahi 600 küsur yıl dimdik ayakta kalabilmiş başka bir emsalini gösteremezsiniz.
Türk denilince sadece savaşmayı sanat haline getirmiş bir milleti akla getiren değil; aşkı, sevdayı, zerafeti, iyilikleri ve güzellikleri en içten duygularıyla yaşayan ve yaşadıklarını dağa, taşa, çamura toprağa, mermere, kitreli suya, ahşaba, demire, gümüşe, bakıra, bronza, yüne, kumaşa, kilime, halıya, duvara, yaprağa, kağıda, tuvale, kamışa, eline geçirdiği her materyale ince ince, ilmek ilmek, yonta, kazıya, çize, yaza işleyen bir güzel milletin; kaybettiklerini nerede bulacağının işaret taşlarıdır mazimiz, sanatımız, kültürümüz, geleneğimiz…
Ömrü sınırlı olan her canlının ergeç yaşadığı ve yaşayacağı akibet üzre, zirvelere tırmandıktan sonra, zaafiyetleriyle beraber ihtiyarlık denilen aczin sonuçları ve nekahatiyle beraber; o güzel mazimizden bugünümüze köprü, kilit, anahtar, kapı, pencere, ufuk ve umut olan yüreği sevgi dolu ustalarımız, gönlü güzel üstadlarımız, gözü yaşlı ozanlarımız, kalbi yufka şairlerimiz, dimağı ve bileği kavî demirci, bakırcı, memur, işçi, kuyumcu, zerger, nakkaş, hattat, hakkâk, ebruzen, neyzen, bestekar, müzisyen, ressam, tasarımcı, mimar, sanatkarlar, mühendisler, ilim adamları, doktorlar, öğretmenler, akedemisyenlerimiz ve hocalarımız;
Geleceğimizi yeniden ve daha da güzel imar edecek deli fişeklerimizin ateşleyicisi ve teminatıdırlar.
Şair misali “Ne harabiyim ne harabatiyim, Kökü mazide olan atiyim.” duygusuyla, “muhtaç olduğu kudretin damarındaki asil kan” olduğunun şuuruyla, en az geçmişimizin derinliği kadar;
Haydi gençler! “Çağlar üzerinden yeniden sıçramaya…”
Metin Bozdemir

“Murada erme, murada erememe” diye günlük hayatta karşımıza çıkan bir deyim var. İsteğe, arzuya kavuşmak, kavuşamamak olarak kullanılır. Yaşanamama halini de bir nevi murada erememe olarak da ifade edebiliriz. Murada erememe, sitemli bir şekilde kadere boyun eğiştir. Böyle bir durumda insan bu konuyu başka bir alemde arzulara kavuşulacağı ümidi ile kapatır.
Yaşanamamış her duygu ve istek, içinde “ihtimal varken” anlamı barındırır. O yüzden murada ermeme metafizik bir anlam taşırken, yaşanamama hali de adeta seküler bir anlama bürünür. Yaşanamama, gerçekleşememe durumu çoğu zaman izah edilebilir, somut birtakım nedenlere dayanır. Bu yüzden daha dünyevi bir durumdur diyebiliriz.
Yaşanmayanlar değil, yaşanamayanlar yıkar, yakar insanı. Yaşanmayanlar niyet barındırmaz. Mesela aşkı yaşamamak ile, yaşayamamak arasında fark vardır. Aşkı yaşamama halinde platonik dahi olsa bir muhatabı yoktur. Ama aşkın, yaşanamama halinde platonik ya da gerçek, bir muhatabı vardır.
Yaşanmayan, gerçekleşmeyen hususlarda “keşke” diye iç çekişler az görülür. Keşkeler daha çok, imkan, fırsat, ihtimal varken elimizde tutamadıklarımız içindir. Yaşanamayan her şey deneyim gerektiren süreçler olması sebebiyle anlamlıdır.
Hani şair diyor ya. “Ben senin, beni sevebilme ihtimalini sevdim.” İşte bu ihtimal bile yaşayamama sonucunu katlanır kılar. Çünkü ihtimaller gerçekleşebilir. İhtimaller ayakta tutar insanı. Birçok insan için de hayallerin bu dünyada gerçekleşememe ihtimali, başka bir alemde gerçekleşme arzusunu diri tutar.
Şair ne güzel söylemiş. “Ne feryat edersin divane bülbül Senin bu feryadın anam gülşene kalsın Bu dünyada eremezsen murada Huzuru mahşere anam divana kalsın.”
Bülbülün feryadı, güle olan aşkı, vuslatı bu dünyada gerçekleşmeyince çaresiz mahşere bırakır kavuşmayı. Bu metafizik bir rahatlama biçimidir. İnanç açısından kadere boyun eğmekle birlikte, gerçek yaşanmaların bu sahte aleminde değil, asıl aleminde olacağına olan inanç vardır.
İnsan, yaşanma ihtimali olan çok istediği şeyleri gerçekleştiremeden göçüp giderse, onun için de şöyle deriz: “Gözü açık gitti.” İnsan oğlunun dünyaya gelişi de metaforik olarak zaten travmatik değil midir? Ana rahminden dünyaya ağlayarak gelmek, o ulvi alemden bu süfli aleme düşüşün adeta anlamsal bir izdüşümü değil midir?
Öyle ya da böyle, bazı duygu ve düşünceler başka aleme bırakılmayı hak etmeyecek kadar değerlidir. Sevmek, sevilmek, başarı, adalet, huzur, eşitlik, hak vb. Bu anlam dünyasının duygu ve tutumlarının gerçekleşmesi öncelikle bu dünyaya yakışır.
Çünkü hepimiz gözümüzü bu dünyada açtık. Bu yüzden bu dünyada gerçekleşmeyen sevginin, başka bir dünyada gerçekleşmeyen başarının, adaletin, huzurun anlamı ne kadar olur ki? Gerçekleşme ihtimali olan her duygu ve düşünce için yaşamak, mücadele etmek, o ihtimale sırtını yaslamak, hayata tutunmak gerek.
Sevgiyle kalın.
Süleyman ORHUN

Doğruluk iddia / doğru olmak ispattır. Ahlak iddia / ahlaklı olmak ispattır. Adalet iddia / adil olmak ispattır. Merhamet iddia / merhametli olmak ispattır. Cömertlik iddia / cömert olmak ispattır. Aşk iddia / âşık olmak ispattır.
Bir kavramın anlamını hayatın içinde değil de sözlükte aramaya başlamışsanız artık o ölü bir kavramdır. Ve sadece kitabi bir değer taşır.
Aslında zikrettiğim kavramların görünürlüğüne her zaman ihtiyacımız var. Eğer bizlere anlatılan;
Bugün esnaf cumaya giderken dükkanını hem kilitler hem de kamera ile izler. Bugün komşusunun siftah yapıp yapmadığını düşünen esnafın varlığını düşünmek bile artık hayal. Eline diline beline sahip olanlar, ne olursan ol gel diyenler gitti, bizim gibi değilsen öte git diyenler çoğaldı.
Abdestli abdestsiz gönül kıranlarla doldu ortalık.
Adaleti Ömer de hoşgörüyü Mevlâna ve Yunusta anar ve yaşatır olduk.
Nesiller boyu medeniyetimize ışık tutmuş kavramlar ve düşünceler sadece sözlükte yaşar hale gelmişse geçmiş olsun.
Değerleri slogan olarak kullanıp içini doldurmazsanız neye yarar. Bal kavanozunu yalayınca ya da kavanozu elinize alınca bal tatmış olmuyorsunuz.
Değerler ve kıymetler yer altındaki madenler gibidir. Onların varlığını bilmeniz bir şey ifade etmeyecektir. O üzerinde oturduğunuz madeni çıkarıp, günün ihtiyaçlarına göre kullanır hala getirmediğiniz sürece size hiçbir faydası olmayacaktır.
Üzerinde oturduğunuz madenin kıymetini bilmez onu çıkartmazsanız, ithal madenlere kalırsınız.
Bu da sizi piyano ile bozlak çalmaya zorlar. Notayı doğru basarsınız ama duyguyu ıskalarsınız.
İspatı olmayan kavramın, değerin yeri, ancak sözlüktür.
Sevgiyle…
Süleyman ORHUN

Hayat boyunca bir şeyler arıyor, bir şeylerin peşinden koşuyoruz. Arzularımız, bir şeylere sahip olmak ve kaybettiklerimize tekrar kavuşmak arasında gidip geliyor.
Hangi duygu daha baskın ondan da emin değiliz. Arzuların peşinden mi koşmak, kaybettiklerimizin mi…
Kimimiz mevlasını, kimimiz sevdasını, kimimiz rahatını, kimimiz geçmişini, kimimiz geleceğini, kimimiz gençliğini, kimimiz hakikati ve kimimiz de kendini arıyor.
Aslında tüm bu arayışlarda önemli olan onlara yüklediğimiz anlam. Arayış, insanın sahip olup da türlü sebeplerle yitirdiklerini arama ya da elde etmek istediği amaca ulaşmak gayreti şeklinde gerçekleşir. Birinci kısım arayışlar geçmiş, anılar, güzellik, güç, sağlık vb. için. Bu arayışlar için yaşayanlar bir şeylerin, bir zamanların özlemi içinde olanlardır. Bir daha hiçbir zaman ulaşamayacakları, ellerinden uçup gidene özlem. Sahipken pek de kıymeti bilmediklerimiz.
Hangi arayışlar anlamlıdır peki? Hiçbir zaman geri gelmeyecek olanlar, yani zamana yenik düşenler mi? Yoksa zaman ve mekâna sığmayanlar mı?
Birincisi için zaten yapacak pek de bir şey yok. Dünyanın sultanı da olsanız zamana yenik düşmeniz kaçınılmaz.
O yüzden bir takım arayışlar kaybettiğin bir şeyi bulmaktan ziyade o günlere özlem duymaktır sadece.
Öyle ya da böyle yaşanmış gitmiş bir zamana bakış, nostaljik bir iç çekişten öteye bir anlam ifade etmeyecektir.
Zamana yenik düşmeyen arayışlar peşinde koşmak, zamana direnen, zamana sığmayan arayışlardır.
Hakikat arayışı en anlamlı arayıştır. Bir yolculuktur hakikat yolculuğu. Bir varış değildir. Keşfetme arzusu ve zevkidir.
Mesela ölümle karşılaşılan hakikat herkes için özeldir ve herkes bir kere tadar. Ölümün tecrübesi yoktur.
Hayatınıza katacağınız anlama göre ölüm hakikati de bir sır perdesinin aralanması olabilir. Bu yüzden ölmeden önce ölebilme sırrına vakıf olan Mevlana gönüllü insanlar için ölüm bir vuslattır. “Şeb-i aruzdur.”
İnsan, bulamayacağını, bir daha ulaşamayacağını bile bile zamana yenik düşen ne varsa onu özlemle arıyor. Asıl olan nedir sormuyoruz çoğu zaman.
Kudretli olmak, sıhhatli olmak, güzel olmak, her istediğini yemek sadece belli bir dönemin gerçekliği ve günü gelince elinizden uçup gitmesi kaçınılmaz. Bütün bunlar hayatın doğal akışının durakları. En dramatik olan da bu yolculukta bindiğiniz hayat otobüsünün geçtiğiniz duraklara tekrar uğrama şansının olmaması.
O zaman hayatı anlamlı kılan, peşinden koşulacak hakikat nedir?
İnsanın hakikat arayışı nedir? Hakikatin esiri mi olunur, sevdalısı mı? Yalan dünyada hakikat arayışı olur mu? Yalan dünyanın anlamı olur mu? Gerçek nedir? Gerçek mutluluk nedir? Nerdedir? Bulanlar kimlerdir? Bulanların bize faydası var mıdır?
Aramaya ve anlama çabasına devam…
Sevgi ve saygılarımla….

Belki de başınıza gelebilecek en güzel şey çoktan geldi bile.
Belki de kendine gelemeyen sizsiniz.
Gözü gönle kör olan, fark edebilir mi kendini yaşamanın mucizesini?
Bahanelere sığınma çağı bitti.
Hayır, suçlu olan onlar değil.
Size nasıl davranmaları gerektiğini onlara siz öğrettiniz.
Tam elinize almış kokluyorken çiçeğinizi her kafadan bir ses
“Başka çiçek bulamadın mı kocaman bahçede? Bak şuradaki daha güzel. Şunun kokusu daha güzel. Ha bir de vazoya mı koyacaksın o çiçeği? Dökülecek, her yer toz olacak”
Hepsini duydunuz, hepsini işittiniz..
Başkalarını duymak, kendine sağır olmaktır.
Bilemediniz.
Çiçekleri koklamaktan vazgeçtiniz.
Çiçeğinizi düşürdünüz, kaybettiniz.
Üstelik kendi duygunuzu, düşüncenizi de
Artık doğru diye onların söylediklerini bildiniz
Bugünden başlayarak yeni bir dünya kurun kendinize
“Neyi seversen ona dönüşürsün”, bu cümleyi tekrar ederek
Denizi sevenler maviye,
Kuşları sevenler özgürlüğe
Çiçekleri sevenler masumiyete dönüşür zamanla.
Her yerde açabiliyor, her gönülde yaşayabiliyor olmayı sevin.
Kendi baharınızı hediye edin kendinize.
Ve dikkat edin kimi, kimleri sevdiğinize.
Sevgi cesarettir,
Terk edin korkuları, pişmanlıkları
Sevgi özgürleştirir, değiştirmez
Sevgi dönüştürür ruhları..
Dönün kendinize..
Öyle bir sevin ki değsin gerçekten sevdiğinize
Öyle bir sevilin ki gönlünüzde kalanlar, gönlünüzden gidenlere değsin.
Kendi bahçenizde başkalarının kopardığı çiçek olmayın.
Kendi gündüzünüzü, kendi rüyanızı başkalarının gecelerinde yaşamayın.
Kendi sılanızda bulduğunuz aşktır asıl olan.
Başkalarının bedeninde gurbet olmayın.
Belki de başınıza gelebilecek en güzel şey çoktan geldi bile.
Ruhunuzu bozdurmayın.
Harcıyorlar…


Atalarımızın ibret verici sözleri, hayatımızda her zaman bir kılavuz olmuştur. Sırlarla ilgili olarak da pek çok söz söylenmiş ve sırlara büyük önem verilmiştir. İşte “Sır katibi” yazımıza başlarken iki önemli sır sözüyle başlayalım: “Hür insanların gönülleri sırların mezarıdır” ve “Sırrımı düğmem bilse onu koparır atarım”.
Evet, sır insanın esiridir. Açıklandığında, insan ona esir olur. Sırrını hiç kimseye söyleme! Akıllıya söylersen, seni zelil görür. Ahmağa söylersen, başkalarına söyleyerek sana hıyanet eder. Sırrını söylersen, senin kendi gönlüne sığmadı demektir. Başkasının gönlüne sığmasını nasıl beklersin? Kendi sırrına senin gönlün dar gelirse, başkasının gönlü geniş gelir diye hiç bekleme. Otur kendini ayıpla!
Birçok devlet adamı, başarılarının en önemli sebebinin sır saklamak olduğunu bildirmiştir. Padişahlar daima öyle bir yol tutmuşlar ve öyle bir hayat sürmüşlerdir ki, sırlarını hiç kimse, hatta hanımları da bilmezdi. Fatih Sultan Mehmet Han’ın, “Yapacağım işleri, sakalımın bir kılı bile bilse, onu koparırım” dediği meşhurdur.
Sır kâtipleri, tarih boyunca farklı dönemlerde farklı görevlerde bulunan kâtiplerdir. İşte bazı önemli sır kâtipleri ve görevleri:
Sır kâtipleri, dini ilimler konusunda bilgili, tarih ilmine vakıf, edebiyat alanında yetişmiş, son derece güvenilir ve mahir kâtipler arasından seçilirdi. Bürokratlar, sır kâtiplerinin aracılığına ihtiyaç duyardı. Bu görevler, tarih boyunca önemli kişilerin yanında yer alarak gizlilik ve güvenilirlik gerektiren yazışmaları yönetmekle ilgiliydi.
Türk sır kâtipleri, tarih boyunca farklı dönemlerde farklı görevlerde bulunan kâtiplerdir. İşte bazı önemli sır kâtipleri ve görevleri:
Sır kâtipleri, dini ilimler konusunda bilgili, tarih ilmine vakıf, edebiyat alanında yetişmiş, son derece güvenilir ve mahir kâtipler arasından seçilirdi. Bürokratlar, sır kâtiplerinin aracılığına ihtiyaç duyardı. Bu görevler, tarih boyunca önemli kişilerin yanında yer alarak gizlilik ve güvenilirlik gerektiren yazışmaları yönetmekle ilgiliydi. Ve bunlardan en önemlisi (İki örnek vereyim Ertuğrul Gazi’nin ve Abdülhamid Han’ın sır katipleri).
Sır katipleri sadece bu tip görevlerle sınırlı değildir kesinlikle. Etrafımızda, halktan gibi sıradan yaşayan, günlük yaşantısı normalmiş gibi görünen, çok şey bilerek, bir şey bilmiyormuş gibi davranan, devletin bekasını sürdürmek için her yerde her alanda bulunan, yeminli sadakatli ve asil soydan gelen, sessiz ama derin sır katipleri vardır diyorum.

Özgür basın, demokrasinin temel taşlarından biridir. Ancak, ne yazık ki, ülkemizde basın özgürlüğü ciddi şekilde tehdit altındadır. Basının, siyasi, ekonomik, sosyal ve kültürel etkenlerle kısıtlanması, gerçeklerin aktarılmasını engellemekte ve demokrasinin sağlıklı işlemesini zorlaştırmaktadır. Devletin, siyasi partilerin, sermayenin ve çeşitli baskı gruplarının etkisi altında kalan basın, adeta gerçekleri değil, çıkarları yansıtmaktadır.
Gazeteciler, sansür, tehdit, yargı baskısı ve diğer baskılarla karşı karşıya kalarak gerçekleri özgürce ifade edemez hale gelmiştir. Haberler, siyasi ajandalar doğrultusunda şekillendirilmekte, objektiflikten uzaklaşılmaktadır. Bu durum, kamuoyunun yanlış bilgilendirilmesine ve demokratik süreçlerin etkisizleşmesine neden olmaktadır.
Ülkemizde basın özgürlüğünün kısıtlanmasında siyasi, ekonomik, sosyal ve kültürel etkenler rol oynamaktadır. Siyasi iktidarların basını kontrol etme çabaları, gazetecilerin bağımsızlığını ve cesaretini zayıflatmaktadır. Ekonomik baskılar, basının maddi kaynaklarını kısıtlamakta ve bağımsızlığını tehlikeye atmaktadır. Sosyal ve kültürel baskılar ise çeşitli grupların etkisi altında kalınmasına yol açarak objektiflikten uzaklaşmayı teşvik etmektedir.
Bu durumda, basın özgürlüğünün sağlanması ve korunması için mücadele etmek gerekmektedir. Basın, halkın doğru bilgiye erişmesini sağlamalı, siyasi iktidarın ve diğer baskı gruplarının etkisinden kurtulmalıdır. Gazetecilere özgürce haber yapma ortamı sağlanmalı ve sansür gibi engeller kaldırılmalıdır.
Ancak, bu mücadelede karşımıza çıkan en büyük engel, basının kendi içinde yaşadığı sorunlardır. Reklam gelirlerine bağımlılık, gazetecilik etiği ihlalleri, manipülatif haber pratikleri gibi sorunlar, basının özgürlüğünü ve bağımsızlığını tehlikeye atmaktadır. Bu sorunlarla başa çıkılmadan, gerçek anlamda özgür bir basın oluşturulması mümkün değildir.
Sonuç olarak, basın özgürlüğü demokrasinin vazgeçilmez bir unsuru olup, herkesin bu hakkı koruması gerekmektedir. Ancak, ülkemizde basın özgürlüğünün kısıtlanması, demokrasinin işleyişini olumsuz etkilemektedir. Bu nedenle, basının bağımsızlığını ve özgürlüğünü savunmak, demokratik bir toplumun gereğidir.
Osman Can EMİROĞLU

Sessiz işgal, bir ülkenin veya bölgenin başka bir güç tarafından fark edilmeden veya karşı konulmadan ele geçirilmesi anlamına gelir. Sessiz işgal, askeri, siyasi, ekonomik, kültürel veya demografik yöntemlerle gerçekleştirilebilir. Genellikle uzun vadeli bir strateji olarak uygulanır ve hedef ülke veya bölgenin direncini kırmayı amaçlar. Peki, ülkemizde biz televizyonlarda diziler ve maçlar izlerken, keyifli günler geçirirken, şakşakçılar siyasetçileri alkışlarken, ülkemiz bu sessiz işgale uğramış mı?
Yabancı döviz paralarına bakalım; bir Amerikan doları bizim paramıza karşı tam 30 kat yüksek. Yani, adamların 1 lirası burada otomatik olarak 30 lira oluyor. Senin ürünün onun karşısında eriyor, hizmetin köleleşiyor. Avrupa parasına bakalım, o da 33 katı; yani, adamların kendi ülkelerindeki 1 lirası burada hop 33 lira. Şimdi soruyorum, burada kim karlı, kim zararlı? Türkiye’de ortalama yevmiyeler 600-700 TL, yani asgari ücret tabanını baz aldım. Onların parasıyla 25 dolar veya 23 euro; yani, 25 liralara kendi paralarınca yanında Türk işçisi çalıştırıp istediklerini yaptırabiliyorlar. Sen üç bin liralık bir ürün almaya kalktığında, onlar kendi paralarınca 100 liraya almış oluyorlar. Her türlü karşılarında açık ara fark varken, maalesef eziğiz. Bir de madalyonun öbür yüzü var; bu yüksek dövizlerden dolayı kim kazançlı çıkıyor, kim kaybediyor hiç düşündünüz mü? Sen yırtındığın halde bir milyon TL yapsan da, paranı adam bir milyon dolar atıyor faize, senin paran belli, onun parası senin parandan 30 kat yüksek. Yani, 30 milyon TL; sen elindeki parayla ev bile alamazken, onlar villalarda oturuyor. Biz hâlen “şahine doğana bineceğiz” derken, onlar ikinci üçüncü kez elektrikli araçlar alıp biniyorlar. Dövizi yüksek tutarak bizi fakirleştirenleri, kendileri zevki sefada olanları Yüce Allah’a havale ediyorum.
Sessiz işgal, tarihte ve günümüzde pek çok örneği olan bir olgudur. Bir başka örnek ise, Antalya ve Alanya’da yabancıların konut alımıdır. Bölgede yabancıların en çok konut aldığı il Antalya olurken, satılan 48 bin 150 satışın 10 bin 372’sini yabancılar aldı. Bu da her 100 evden 20’sinin yabancılara ait olduğunu gösterir. Vatandaşlar bu durumu ‘sessiz işgal’ olarak yorumluyor. Yabancıların konut alımı, bölgenin demografik yapısını, kültürel kimliğini ve ekonomik dengesini etkileyebilir. Peki, bununla sınırlı mı bakınız? Özellikle İstanbul ve çevresine konut satışında Arapların en önde olduğunu göreceksiniz. Toprak ve ev satarak vatandaşlık verilmesi bizim ülkemize ters ve kabul edilemez bir durumdur. Ülke yetkililerinin böyle bir olaya izleyici kalması bizleri ciddi şekilde rahatsız etmektedir. Toprak altında yatan milyonlarca şehidimizin kemikleri sızlar hale gelmiştir. Bu yanlıştan ivedilikle dönülmesi şarttır.
Yüz yüze kaldığımız bu sessiz işgal, ülkelerin ve bölgelerin karşı karşıya kaldığı ciddi bir sorundur. Sessiz işgal, ülkelerin ve bölgelerin egemenliğini, bağımsızlığını, güvenliğini ve geleceğini tehlikeye atabilir. Sessiz işgale karşı koymak için, ülkelerin ve bölgelerin kendi milli çıkarlarını, değerlerini ve haklarını korumak için gerekli tedbirleri alması ve işbirliği yapması gerekir.
Türkiye’deki yabancı mülteci sayısı hakkında net bir rakam vermek zor, çünkü kayıt dışı ve belgesiz mülteciler de var. Ancak resmi verilere göre, Türkiye’de ikamet eden göçmen ve mültecilerin sayısı şu anda 3,9 milyondur (Resmi olmayan sessizce ülkemize sızan sayı 13 milyondan bahsediliyor) ve bunların yüzde 90’ı Suriyeli olup; Suriye’de devam eden çatışmalar sonucunda Türkiye’ye gelmiştir. Türkiye’deki nüfusun 2021 sonuna göre yüzde 5 (191 bin kişi) azalarak 3,6 milyona indiği tahmin ediliyor. Türkiye, dünyada en çok mülteci barındıran ülke konumundadır.
Bir de beyin işgali vardır, bu en kötüsüdür. Gelen zamma (“ya fiyatta iyileştirme oldu”) bu mültecilere (“din kardeşiyiz, onlar ensar, ırkçılık yapmayın”) yüksek dövize (“Koskoca Amerika her halde senden para birimi yüksek olacak ve paramızla Amerikan doları almamız”) diyerek beynimizi razı etmişiz. Ülkenin bu kötü gidişatını enflasyonun yüksekliği, mülteci akınları, sağlıktaki sorunlar dağ gibi büyürken, mazota benzine her hafta zam yapılırken koca koca siyasetçilerin ülke toz pembeymiş gibi çıkıp televizyonlarda konuşma yapmaları, son model araçlarıyla gezmeleri, arkasında şakşakçıların onları yanlışta yapsa alkışlamaları, her şeyi kabullenmeleri, beyinlerde işgaldir. Mülteci akınına karşı gelenlere iktidar siyasetçiler ne yapıyor, ırkçı diyor, din düşmanı diyor. Ve beyni işgale uğramış bir takım yandaşlar bizleri ırkçı veya din düşmanı görebiliyor. Halbuki biz ırkçı da din düşmanı da değiliz. Din kardeşlerimize yardım edelim, onları belirli yerlerde toplarız, en iyi alanlarda hizmet yaparız, meslekli olanlara iş imkanı veririz; bunlar hepsi tamam, ama bu şekilde Türk halkından üstünlük vererek onları kutsallaştırmanın, ayrıcalık vermenin ülke içinde huzursuzluğa sebep verdiğini unutmayalım.
Bizler ülkemizin bu kötü gidişini gören, gelecek nesillerimizin tehlikesini fark edenler olarak feryadımızdır. Var olan günümüzde milli çizgisinin farkına varmayan, dinden korkan ve hızla uzaklaşan bir gençliğin var olduğunu bildirerek, bu tehlikenin farkına varmanızı temenni ediyorum. Ve ben bu durumdan çok rahatsız olduğumu bildirerek, bu (bilinçli) sessiz işgalin sorumlularını Yüce Allah’a havale ediyorum. Kalın sağlıcakla.

Bu dünyaya gelen her insan, doğduğu medeniyetin kuralları, töreleri ve kavramları ile büyürken bu insanların pek çoğu içinde bulunduğu medeniyet dairesini sorgulamayı bile düşünemeden ölür, gider. Ancak şunu belirtmek gerekir ki nerede ise her medeniyetin temelinde bir din unsuru bulunmaktadır ve inanç, yaşamı süresince insanın kendisi ve dini yaptırımlar ile mücadelesinden ibarettir. Bu mücadelenin merkezinde cehennemden kaçınmak ve cennete gidebilmek çabası yatar.
Pers mitolojinde cehennemden bahseden ilk insan Zerdüşt’tür. Ona göre ölen ruhlar üç gün yargılanmayı bekler, dördüncü gün bir köprüden geçirilmeye çalışılır. Yaşarken yaptığı iyilikler fazlaysa köprü genişler ve cennete uzanır. Kötülükleri fazla olan insansa gittikçe daralan köprüye tutunamaz ve ruhu cehenneme düşer.
Kuzey Amerika yerlileri kötü insanların yiyecek ve içecekten yoksun, içi kanla dolu büyük ve karanlık bir zindana atılacağına inanır.
Hint mitolojinde “Naraka” olarak ifade edilen cehennemin sıcak ve soğuk 21 katmanı vardır ve kötülüğün ağırlığına göre ruhlar bu katmanlardan birine yerleştirilir. Katmanlardan birinde bakırdan bir kazanda insanın elleri ve ayakları bağlı olarak altında yanan ateşte pişer. Diğer bir katmanda karanlık ve soğuk ile mücadele yer alır. Bir başka katmanda insanlar, içi erimiş demirle dolu sıcak kazanlara atılırlar.
Yunan mitolojisinde; yeraltı dünyasına giren ruhlar yargılanır, suçsuz bulunanlar cennet çayırlarına; suçlu bulunanlar ise “Tartaros” adı verilen sonsuz işkencelerin yapıldığı cehenneme yollanır.
Hıristiyanlıkta cehennem; şeytan ve şeytana inanan meleklerin yaşadığı, Tanrının girmediği ancak Tanrı’yı inkâr eden insanların sonsuza dek yanarak acı çekecekleri bir yer olarak tasvir edilmektedir.
Yahudilikte tam bir cehennem inancı yoktur. Kötü ruhların en fazla bir yıl kaldıkları ancak işkence yerine düşünmeye ve kendilerini değerlendirmeye zorlandıkları bir yer olarak “Gehenna” bölgesi seçilmiştir. Gehenna’dan İncil’de de bahsedilir ki bu bizim inancımızdaki “Araf” kavramıdır. Gehenna sözcüğü Arapçadaki “Cehennem” sözcüğü ile bire bir örtüşür.
Gelelim İslam dinine; Kuran’ı Kerim’de cehennem yedi kapılıdır. 70 bin halkadan oluşan inleme ve uğultu seslerinin sürekli duyulduğu her yanı ateş ve dumanla kaplı bir yerdir. Burada 70 bin iblis, insanlara zulmetmekle görevlidir.
Bence İslam inancındaki cehennemin kapıları yaşayan insanlara doğru açılmış bulunmaktadır. Oradaki 70 bin iblis de biraz temiz hava almak ve taze kan bulmak için yaşayanlara musallat olmak derdine düşmüşlerdir. Çünkü günümüz ekonomik şartlarında televizyondan başka sosyal ve kültürel bir eğlencesi olamayan insanımız burada da keyfince zaman geçirmek yerine izledikleri programlardan daha fazla reklama maruz kalmaktadır. Buraya kadar hadi neyse de ben bu reklamlardaki tutarsızlıktan çok şikayetçiyim. Bir markanın pırlanta reklamından sonra, bir markette patatesin 12,5 Lira oluşunu övünerek vermeleri; hemen ardından başka bir pırlanta markasına geçiş yapmaları, peşinden soğanın ucuzunun yerini göstermeleri ve hemen peşinden bir diğer markanın pırlanta reklamına geçişleri beni “Sırat Körpüsü” üzerinde çaresiz bırakıyor. Bir yandan ucuz patates almak istiyorum; ama öbür yandan “her kadının hakkı” olan pırlantaları gözüme kestiriyorum. Şimdi benim size sorularım var:
Kur’an-ı Kerimde 127 ayette cennet, 165 ayette cehennem anlatılmışken ve ben bu ayetlerin çizdiği cehennem resminden ürkmüşken; bu yüzden de günahtan korkarak yaşamaya ve yetinmeye çalışırken o sürekli gözüme gözüme soktukları pırlantalara ulaşmak için atlayayım mı “Köprü”den?
O çok bilinen marketlerden biri her türlü ev ihtiyacımızı haftanın belirli günlerinde sürekli reklamlar vererek karşılıyorken, toplumun çok büyük bir bölümünün mutfak aletleri, çocuk oyuncakları, yatak çarşafları, hatta dantelli dantelsiz iç çamaşırları bile aynı olmuşken ekonomik anlamda algıda seçiciliği kullanan reklam verenler; biz kadınlar patates ve soğanın karşısına pırlanta koyduğunuzda algı malgı anlamayız. Hepimiz pırlantacıyız! Pırlanta isteyen kadının fendi ne yazık ki erkeği yenemiyor bu devride, iktidarsızlaştırıyor; güçsüzleşen erkek vuruyor kırıyor görmüyor musunuz?
Sevgiler

Geçenlerde bir kitap sayfasında kendi toplulumuzu buldum. Daha doğrusu, toplumun neredeyse tam yarısının yaşam biçimine şahit oldum. Lütfen, bunu sosyolojik bir araştırma olarak düşünmeyin. Tembel hayvanların yaşam koşullarını 64 milyon yıl içinde nasıl değiştirdiğini anlatan çok güzel bir yazıydı. Bu 64 milyon yıllık evrimin tek bir amacı var: Hayatta kalmak!
Günde 35-40 metreden fazla yol almayan bu dostların hareket zamanları genellikle gecenin karanlığıdır. Çünkü bu şekilde daha görünmez oluyorlar. Ancak tembel hayvanları sadece tek bir tür olarak düşünmeyin; üç tırnaklı olanı var, cüce olanı var. Cücelerin yaşadığı Escudo de Veraguas Adası’nda yırtıcı hayvanlar olmadığı için, hem günün her saatinde hareket etme şansına sahiptirler hem de istedikleri kadar uyuyabiliyorlar.
Vücut ısısını ortalama 32ºC olarak sabitleyen bu çok zeki hayvanlar, sırtlarında besledikleri güvelerle iyi anlaşarak ve çok az enerji harcayarak güvelerin ölünce çıkardıkları alg salgısı sayesinde kamuflaj yeteneği kazanıyorlar. Daha da ilginci, bu hayvanlar yalnızca dışkılamak için ağaçtan inerler ve tam da bu sırada yırtıcılara yem olurlar. Yine de bu ihtiyaçları için ağaçtan inmeye devam ederler.
Bütün bu bilgiler ışığında; aydın, eli kalem tutan, en az bir konuda uzmanlaşmış bireylerin günümüz şartlarında yaşam biçimlerinin tek bir amaca hizmet ettiğini düşünmek zor değil: Hayatta kalmak!
Küçük dünyalarımız giderek küçülüyor; üzgün, sitemli, sinirli, sessiz ve hareketsiz birer seyirci olmak ve ne yazık ki yaşamaya çalışırken aslında yaptığımızın yaşamak değil, yok oluşa sürüklenmek olduğunu fark etmek çok da yürek burkucu. Bunun en büyük kanıtı ise eskiye duyulan özlem. Sosyal medyada dolaşan siyah-beyaz zamanların günlük hayatını anlatan videoları binlerce insan beğeniyor. Bu beğeniler, en sessiz çığlığımız ve en sesli isyanımız.
Her kafadan bir ses çıkarken, vatanım sokaklarında dili benim dilim olmayan birilerinin kabile kültürü yaygınlaşırken; eline telefon alan nerede ise tüm nesiller hayatlarını anlamsız videolar haline getirirken, yaşı kemale ermiş teyzeler, ablalar; televizyon ekranlarında, bilmem kaçıncı sevgilisinin onu terk ettiğini anlatırken ve gözü yaşlı kocalarının geri dön çığlıklarına kulak asmazken biz kendi küçük dünyamızda günlük telaşlar içinde susuyoruz. Bir Allah’ın kulu da demiyor ki “Be kadın, sen toplumun direğisin, annesin. Sen böyle ulu orta yaşarken senin doğurduğun çocuk neden doğru kalsın? Senin çocuk doğru kalmazsa eğrilerin arasındaki dikler budanacak ve sen de yok olacaksın.” Hayatta kalmak denilen şey bu mudur?
Velhasıl, tembel hayvanlar kadar olamadık. Dünyanın bir yarısı Escudo de Veraguas Adası’ndaki cüce tür gibi yaşarken, biz neden karanlığı siper ediniyoruz? Onlar 64 milyon yıllık evrimleri boyunca tek bir şeyi değiştirmemişler: Dışkılamak için ağaçtan inmeyi! Bence artık biz de ağaçtan inmeliyiz. Bunu en kibar biçimde söyledim. Siz istediğiniz gibi yorumlayın.
Sevgiler.

Hak Davası yolu Ülkü yolu, İlay-ı Kelimetullah yolu zahmetlerle dolu çile yoludur. Gerçek dava adamının gittiği bu yolda mevki, makam ve para bulunmaz. Hani deriz ya, hep Türk askeri hep 20 yaşındadır. İşte ülkemizin vatan ve bayrak sevgisinin farkında olan samimi gençleri, dalgalanan ay yıldız bayrağı gibi simgeler.
Türk İslam davasının en parlak yıldızları olan bu samimi gençlik, inandıkları davada can vermiş ve şehit olmuşlardır. “Şehitlerimizin kanı yerde kalmaz, kalmayacak da; biz bu vatanı dedelerimizin kanıyla aldık, bu vatanı bizden almak isteyenlerin de canını, kanını alırız! Çekinmeyiz hiçbir zaman. Çünkü ben Türk evladıyım ve ölüme her zaman hazırım. Biz Türk milletiyiz daha açıkçası, bizim Türklüğümüzün içinde Kürtlüğümüz, Boşnaklığımız, Lazlığımız, Çerkezliğimiz, Alevi ve Sünniliğimiz de var. Yani biz bütün olarak Türk milletiyiz. Milliyetçiliğimiz kendi içimizde yaşayan farklı ırklara asla değil, bizi bölmek isteyen bölücülere ve perde arkasında nifak sokan şeytanilere karşıdır. Yoksa birbirimizden farkımız yoktur.
Bu sebepten dolayı asla ırkçılık içinde değilizdir. Bayrağını vatanını seven, saygı gösteren ve ayrımcılık yapmayan insanlarımızla beraber yürüyoruz bu yollarda. Bazen bir ezan sesinde aynı safta buluşuruz, bazen de Cemevinde dedenin sohbetinde. Bir Kürt kardeşimin sofrasına oturur, Kürt böreği yerim ve en güzel Güneydoğu anılarını dinlerim. Bazen de Laz kardeşim anlatır, Karadeniz’in en saf yeşilini bizlere, ya da Çerkezlerden dinleriz Çerkez Ethem’in kahramanlıklarını. İçimizdeki nifak tohumu ekmek isteyenlere dikkat ederek, birbirimize saygı duyarak yaşarız.
Boşnaklar anlatır Sarı Saltuk Atan’ın kahramanlıklarını ay yıldızlı bayrağımız altında. Ben vatanımı, ülkemi, vatandaşlarımı seviyorum. Bugün bana Paris’e mi gitmek istersin gezmeye, yoksa Çorum, Mardin, Erzurum mu deseler; vallahi ülkemin neresi olursa, Anadolumun hangi vilayeti olursa oraya gitmek isterim. İstediğim ilde çorba içsem, her yerde benim çorbam, tarhanam, mercimeğim, ezogelinim. Çay verir misin kardeşim desem, o beni anlar, ben onu anları örfü, adeti bana yakın, aynı dili konuşuyoruz; ne işim var kardeşim Paris’te veya ecnebi ülkesinde? Önce kendi vatanım, ülkem, karış karış gezerim, vatan sevgimi ziyaretlerimle pekiştiririm. Velhasıl kıymetli milletim, vatan bizim, bayrak bizim, asker bizim. Şeytanlarla hainlerle işbirliği yapan kim olursa silin gitsin. Ülkemize tam sahip çıkalım, hiçbir siyasi güç mukaddes vatanımızdan asla üstün değildir. Bir olalım, iri olalım, diri olalım, başka Türkiye yok.
Saygılarımla, Murat Gülşan

Yüzüncü yılını büyük bir onur ve gururla kutladığımız Cumhuriyetimiz ile mutlu müreffeh yarınlar temennisiyle uzunca bir aradan sonra yine yeniden merhaba… Politika siyaset adına her ne koyarsanız koyun ondan sebep ayakta duracak mecalimiz olmadığı halde mücadele edecek bedenlerimiz var bizim. Mücadele azmimizi öne alarak insanoğlu olmamızın gereği öncelikle konuşarak ya da yazarak veya çizerek meramımızı anlatırız. Bugüne kadar konuşmayı deneyip de asgari müşterek te buluşamadığım kimse olmadı. Bu iddiamda kendini kapatan ego yüklü insanımsıları hariç tutarak vazife gördüğüm mevzuları yazarak ortaya koyup hem tarihe not düşüyor hem de o edindiğim vazife gereği asli duruşumu ortaya koyuyorum.
Aradan geçen uzunca zamanın verdiği hamlık ile neler yazacağımı toparlamaya çalışırken dünya gündemiyle ilgili kelâm etmeden geçersem olmaz. Filistin’de yanan ateşin dünyayı yakma ihtimaline karşı Türk milletinin tüm kuvvetine olan inancımız tamdır. Bölgenin dolayısıyla dünyanın bir an evvel normalleşmeye ihtiyacı vardır ve bunu askeri ve mülki erkânımız marifetiyle barışı arzuladığımızı haykırıp yerele dönersek; öncelikle bilinmesini isterim ki kendinden soğutmak için emek çekenlerin emeklerinin boşa gitmemesi adına son zamanlarda buzdolabına girmiş gibiyim. Görünüşte iyi bir partili olup hani perdenin önünde evliya ardında eşkiya misali kimi ak saçlı siyaset tüccarlarının kurmaya çalıştıkları dirsek temasları memleketim Kütahya adına beni ziyadesiyle üzmüştür. Biz bize yapılanı asla unutmayız günü saati geldiğinde her şekil şartta gerektiği gibi cevabımızı muhatabımıza iletiriz deyip asıl değinmek istediklerime geçiyorum.
Yeğenimin düğün merasimi münasebetiyle kendime iki haftalık izin verdim, bu izin esnasında maaile Kütahya da idik. İlk gün özel bir gerekçe ile dinlemeyi bilen uzun süredir ülke ve Kütahya siyasetinde yoğrulup son dönemde merkez ilçe belediye reisliği ile bu meziyetini taçlandıran Alim hocamla çok istifade ettiğim istifadesine sunduğum görüş alışverişinde bulunma imkanım oldu. Siyaset ende olsa kuş alayıyla uçar misali bizim alayın müdavimlerine ilettiğim izlenimleri den sonra (var ise) yöneticilerimizin sırtından vekiller ve bürokrasi gibi ipoteklerin behemehal kaldırılması hususunda mutabık kaldık. (Sigortası kalmak kaydıyla) Diğer mevzu ise ortadaki sıfırlanmış siyasette Güral ailesinin girişi hakkında olup bugüne kadar siyaseten tarafsız kalabilmiş tüccar bir ailenin siyasete bodoslama girip her türlü muarızına söz hakkı tanımış olmasını izaha muhtaç bir tavır olarak algıladığımı belirtirken paşa dayılarının vasiyetine uymayış sebeplerini de anlayamadığımızı ve ilgiyle takip ettiğimizi önemle bildiririm.
Tavşanlı ölçeğinde (Aluviler, Luviler, Işık insanları)nı içeren Höyük kazısını ziyadesiyle önemsediğimi buradan dünya dinler tarihine ışık tutacak tarihi eserlerin çıktığı ve çıkacağını hatta bir takım art niyetlilerin akıllarınca kimseye duyurmadan kestirmeden türedi zengin olma hayalleri kurduğunu bu meyanda birilerinin yurt dışı seyahatlere çıktığını sağır sultan bile duydu unutulmasın yerin kulağı vardır. Bu tespiti bilen birisi olarak bir ajans muhabiriyle yedi dil bilen bir kurra hafızın yan yana gelince özene bezene örmeye çalıştığım siyaset ilmeklerini nasıl tahrif ettiğini, yavaş da olsa işleyen çarka nasıl çomak soktuklarını belirtmeden geçemeyeceğim onlara söylemek istediğim ise; Biz hayallerimizden ölünce vazgeçeriz, zenginliklerimizi peşkeş çeken kim var ise onu da not eder mevkisine makamına bakmadan bırakın kendisini doğacak çocuklarından hesap sorarız, öyle de olmalı zaten aksi takdirde zırhı kuşanan soyguna çıkar da kimsenin haberi olmaz (öyle sanıyorlar) bu durumda olanlar biliyor musunuz? Biz o rüzgârları tanırız arkanıza aldığınızı sanırsınız bir de ne görelim o rüzgar zannettiğiniz maharetli bir pervane imiş.
Memlekette siyaset dediğimiz gibi sıfırlanmış durumda bagajı boş, toplumun tanıdığı,güvenebileceği, akşam olduğunda tarhanaya kaşık sallayan önderlere her zamankinden daha fazla ihtiyacı var, tamda burada devre kesici rol üslenip yerelde görev alacak insanlarımızın bir an evvel netleşmesi temennisiyle mutlu yarınlarda buluşmak üzere hoşçakalın….
Murat AKALIN