Sizlerden Gelenler

Sizlerden Gelenler

09 Eylül 2025 Salı

    DİĞER YAZARLARIMIZ

    Cahillik İhtimali Üzerine: Bilmenin Laneti, Görmeyenin Cüreti

    Cahillik İhtimali Üzerine: Bilmenin Laneti, Görmeyenin Cüreti
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Bazen düşünüyorum.
    Gerçekten düşünüyorum, sadece “düşünüyor gibi” yapmıyorum.
    İnsanların neden bu kadar kör, bu kadar ilgisiz, bu kadar yüzeyde gezdiğini anlayamıyorum.
    Hani sahile vuran ölü balıklar olur ya, öyle…
    Bir gözleri açık ama aslında kimse bakmıyor.
    Herkes sadece kendi yankısını dinliyor. Ve işin tuhafı, bu yankıyı bile anlamıyor.

    “Keşke cahil olsaydım” lafı geçiyor bazı ağızlardan.
    Sanki bir övünçmüş gibi, sanki “bilmek” bir virüsmüş gibi.
    Ama bu cümlenin içinde bir şey var; fark ettiniz mi?
    Bir sızlanma, evet, ama aynı zamanda gizli bir kibir.
    “Ben biliyorum ama keşke bilmeseydim.”
    E kardeşim, o zaman bilmiyorsan sus; biliyorsan yükünü taşı.
    Hem kurban hem kahraman olamazsın.
    “Ben oldum” diyorsan da, o çelişkiyi içinden atamamışsındır.
    Çünkü o kibir, egonun farklı bir versiyonu.
    Cahilliği övüyor gibi yapıp, aslında zekânı kutsuyorsun.

    Ama…
    Gerçekten cahil bir insan bunu dile bile getirmez.
    Çünkü “cahillik”, farkında bile olmamaktır.
    Ne bilmediğini bilmemek.
    Boşlukta yaşamak.
    Aynaya bakınca sadece yüzünü görmek ama gözlerinin ardındaki karanlığı hiç tanımamak.

    Ben bazen çevreme bakınca şunu soruyorum kendime:
    “Bu insanlar kendi cahilliklerini, kendi eksiklerini, kendi tutarsızlıklarını nasıl böyle görmezden gelebiliyor?”
    Gerçekten anlamıyorum.
    Yani sadece “bilgisiz” değiller, aynı zamanda “bilgisizliklerine hayranlar.”
    İnsan nasıl bu kadar barışır kendine attığı kazıklarla?

    Bir cevabı var aslında bunun.
    Savunma mekanizmaları.
    İnkâr, yansıtma, boş bahaneler…
    Zihin, kendini korumak için her yolu deniyor.
    Çünkü kabul etmek, mahvetmek demek.
    Kendi kendini yıkmak.
    Ve kimse yıkılmak istemiyor.
    Herkes içini boyuyor, çatlaklarını süslüyor ama içeride çürüme devam ediyor.
    Kimse kendine dürüst değil, çünkü dürüstlük bedel ister.
    Ve bedel ödemeye hazır insan sayısı, parmakla gösterilecek kadar az.

    İşte tam da burada felsefe ve psikanaliz devreye girmeli, diyorum.
    Ama hayır, öyle “isteğe bağlı” değil.
    Zorunlu.
    Devlet baba gibi değil belki, ama evrensel bir bilinç gibi dayatmalı.
    İnsana düşünmeyi öğretmeli, kendine bakmayı.
    Korkularıyla yüzleşmeyi, geçmişin çamurunda debelenmeyi…
    İz bırakmadan yaşamasın kimse.

    Ama tabii…
    Bunu söylediğimde bazıları hemen ayağa kalkıyor:
    “Felsefe herkese göre değil.”
    “Psikanaliz çok derin.”
    “İnançlar yeter.”

    İşte bu noktada sinirlerim bozuluyor.
    Çünkü çoğu “inanç” dediğimiz şey, sadece bir kaçış yöntemi.
    Sırtını bir inanca dayadın diye hakikatten muaf değilsin.
    Kutsal kitap ezberlemek, seni daha derin biri yapmıyor.
    Sadece hazır cevaplarla düşünmeyi unutan birine dönüştürüyor.

    Ve hayır, “inanç” denen şeyin tümüyle saçma olduğunu da söylemiyorum.
    Ama eleştirilemezliğini saçma buluyorum.
    Sorgulamadan teslim olmayı, her şeyi bir güce bağlayıp sorumluluktan kaçmayı…
    İşte bu bana “zırva” gibi geliyor.
    Kusura bakmasın kimse.

    Kendi aklını kullanmaktan aciz biriysen, neye inandığın umurumda bile değil.
    Çünkü sen zaten düşünme ihtimalini gömmüşsün.
    Ve düşünmeyen insan, sadece tüketir.
    Hissetmez, anlamaz, çözüm üretmez.
    Sadece var olur.
    Sadece yaşar gibi yapar.

    Ben artık biliyorum…
    Bilmek, çoğu zaman lanet.
    Ama görmeyenin cüreti daha korkunç.
    Çünkü o, karanlıkta dans ettiğini sanıyor.
    Ama aslında mezar kazıyor — kendine ve çevresine.