Mehmet Uygar Keleş

Mehmet Uygar Keleş

26 Mart 2025 Çarşamba

    Sessizlik Çökünce

    Sessizlik Çökünce
    2

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Bir zamanlar demokrasi vardı… Ya da olduğuna inandırılmıştık. Halkın iradesi, hukuk devleti, güçler ayrılığı, şeffaflık… Ne güzeldi o kelimeler, değil mi? Ama işin acı tarafı, tarih bize hep aynı gerçeği hatırlatıyor: Denetlenmeyen güç, yozlaşmaya mahkûmdur. İşte bu yozlaşmanın adı, otokrasinin kaçınılmaz çöküşüdür. Ve her çöküş, daha büyük bir çürümeye yol açar. Otokrasi, zamanla kleptokrasiye evrilir; yani devlet, hırsızların yönettiği bir mekanizmaya dönüşür.

    İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu’nun tutuklanması, işte tam da bu çürümenin en açık göstergelerinden biri. Yasalar, artık iktidarın elinde birer oyuncak; mahkemeler, siyasi talimatlarla karar veren birer tiyatro sahnesi; adalet, sadece bir kelime. Üstelik bu hikâye yeni de değil. Otoriterleşen her rejimin, sandıkta kaybedeceğini anladığı anda başvurduğu en bilindik yol: Muhalefeti sustur, rakiplerini kriminalize et, korku iklimini körükle.

    Ancak ne kadar üstünü örtmeye çalışsalar da gerçekleri saklayamazlar. Otokrasi, kendini devam ettirebilmek için baskıyı artırmaktan başka çare bulamaz. Bu yüzden basına sansür, gazetecilere gözaltı, sosyal medya paylaşımlarına ceza, protestolara polis müdahalesi artar. Siyasi rakiplerini yargı sopasıyla ekarte etmeye çalışanlar, aslında halkın vicdanında kendi mahkûmiyetlerini ilan etmiş olurlar.

    Peki, bugün yaşananların sebebi gerçekten “adalet” mi? Yoksa asıl mesele, yaklaşan seçimler ve sandıkta kaybetme korkusu mu? Çünkü tarihe bakarsak, seçim süreçlerinde bu tür adımların atılması hiç de tesadüf değildir. Sandıkta yenemediğini yargı sopasıyla saf dışı bırakmak, artık sıradan bir yöntem haline geldi.

    Bunun en bariz örneklerinden biri, İmamoğlu’nun belediye başkanı olduğu günden beri üzerine kurulan baskı mekanizmalarıdır. Göreve geldiği günden itibaren yüzlerce müfettiş tarafından denetlendi, hakkında sayısız soruşturma açıldı, her icraatı adeta mercek altına alındı. Ancak bunca incelemeye rağmen “suç” bulunamayınca, devreye “gizli tanık” ifadeleri sokuldu. Evet, kim oldukları bile belli olmayan, hatta belki de gerçekte var olup olmadıkları bile tartışmalı olan birkaç gizli tanığın beyanları, bugün İstanbul halkının seçilmiş başkanını cezaevine göndermeye yetti!

    Bu, sadece İmamoğlu meselesi değil. Bu, memleket meselesidir. Bu, adaletin nasıl çökertildiğinin, hukuk sisteminin nasıl bir silaha dönüştürüldüğünün, milli iradenin nasıl gasp edildiğinin hikâyesidir. Ve en kötüsü de, her geçen gün sıradanlaşan bu hukuksuzlukların, toplumu duyarsızlaştırmasıdır. Eğer bizler, bu olanlara “alışırsak”, işte o zaman gerçekten kaybetmiş oluruz.

    Peki, biz ne yapacağız? Susacak mıyız? “Bana dokunmayan yılan bin yıl yaşasın” diyenlerden mi olacağız? Çünkü unutmayalım, bugün sustuğumuz haksızlık, yarın bizim kapımızı çaldığında kimse kalmayacak.

    Kaybedeceğini anlayan kişiler, hele de sonucunda kazanımlarını kaybetme ve yargılanma riskiyle karşı karşıyaysa, ne halkı düşünür ne de ülkenin geleceğini. Çünkü; “Siyasette korku, tüm kötülüklerin lideridir.”

    Bugün Türkiye, bir yol ayrımında: Yaşadığımız süreç, kişi ya da parti meselesinden ziyade memleket meselesidir. Ya demokrasi ya otokrasi… Ya istiklal ya istibdat… Ya liyakat ya biat… Ya adalet ya keyfiyet… Ya refah ya iflas… Ya egemenlik kayıtsız şartsız milletindir ya da egemenlik Saray’a aittir.

    Korkunun filmini çekiyorlar ve bizden figüran olmamızı istiyorlar. Sormayalım, sorgulamayalım, paylaşmayalım istiyorlar. Ama sormaya devam:

    ❓ Gerçek nedeni bir yolsuzluk, terör operasyonu değil de, birilerinin yargılanmaması için yapılmış bir operasyon mu?
    ❓ Ümit Özdağ’ın tutuklanması, halkı korkutup protestoyu önlemek için 12 yıl önceki Gezi olaylarının yeniden kovuşturmaya açılması, Ayşe Barım’a tahliye kararı veren hakim hakkında soruşturma başlatılması, İstanbul Barosu Başkanı İbrahim Özden Kaboğlu ve yönetiminin görevden alınması, DEM Partililerin protestolara katılmaması için yeni bir Kürt açılımının başlaması… Zamanlamanın tesadüf olduğuna mı inanacağız?
    ❓ İBB’ye beş senede 1000’in üzerinde teftiş yapılmış. Müfettişlere belediyede odalar ayrılmış. Belediye Meclisi’nde AKP’nin 120, MHP’nin 7, BBP’nin 2 üyesi yok muydu? Hiç kimse kanıt bulamayınca, suçlamaların temelde 3 gizli tanık ifadesine dayanması, “Duymuştum, ispatlayabilirim…” şeklindeki soyut beyanlarla suçlamalar kabul edilebilir mi?
    ❓ Sandıkta yenemediklerini yargı sopasıyla saf dışı bırakma çabası mı?
    ❓ Türk Milleti’nin demokratik geleceği için, hak, hukuk ve adalete sahip çıkmak için anayasal hakkını kullanan gençlere uygulanan bu muamelenin, tacizcilere, hırsızlara, katillere gösterilenden çok daha sert ve acımasız olması reva mı?
    ❓ Dağdaki teröristlerle işbirliği yapanların, sokaktaki masum vatandaşa terörist muamelesi yapması?

    Gerçekleri de, cevapları da biliyoruz.

    Susmak, suça ortak olmaktır… Sormak, hepimizin geleceği için haksızlığa karşı çıkmak ve kişilerin değil, halkın sesi olmak sorumluluğudur. Çünkü “Bir şahsa karşı yapılan haksızlık, herkese karşı yapılmış bir tehdit demektir. Adaletsizliğe şahit olup göz yuman insanlar, haysiyet ve onurlarını kaybetmeye mahkûmdur.” Yaşananların bedelini hukuk sistemi, ekonomi, kamu vicdanı ve toplumsal adalet duygusu, halk ödeyecek.

    Hepimiz biliyoruz ki adalet, bir gün herkese lazım olacak. Ama o gün geldiğinde, iş işten geçmiş olmasın.

    Dursun, kendisini yüzme takımından kovalayan hocasına sitem etmiş:
    “Yahu hocam, ayıp ettiniz! Havuza işeyen sadece ben miyim? Hiç insan havuza işedi diye takımdan atılır mı? Herkes havuza işemiştir!”
    Hocası Temel, terslemiş Dursun’u:
    “Ulan, edepsiz! Belki herkes bir kere havuza işemiştir ama hiç kimse bunu, senin gibi tramplenin üzerine çıkarak göstere göstere yapmamıştır!”

    Onlar da bize göstere göstere yaptılar her şeyi… AKP eski milletvekili Fuat Geçen’in itirafları her şeyi anlatıyor:
    “AKP, bu yaptıklarını yolsuzluk olarak görmüyor. İşin sıkıntısı burada başlıyor. Ne olarak görüyor? ‘Biz paraya pula çok sahip olmalıyız çünkü biz çok özeliz, çok baskı altındayız, yıllardır baskı altındaydık. Dolayısıyla paranın gücüyle kendimizi ayakta tutacağız, bir takım çevreleri bununla sindireceğiz. Dolayısıyla burada haram diye bir şey yok.’ Gerektiği kadar ilgi gösterilip tedbir alınmadığı gibi, şöyle bir dışlama psikolojisi işlemeye başladı: ‘Ya bunları niye dile getiriyorsunuz? Bizde bir şey yok, biz temiziz.’ Daha sonra bunları bilgi ve belgelerle paylaşmaya çalıştım ama yine parti içerisinde kalmak kaydıyla. İhalelerdeki usulsüzlükleri ortaya koydum, ihalelerde alan siyasi aktörlerin bizim iktidarımızın, partimizin yöneticileri olduğunu ispata çalıştım, belgeleriyle verdim. Fakat baktım ki, bizim hırsızımız olduğu müddetçe hırsız muamelesi görmeyecek. Başkalarının hırsızı olursa olur, ama bizim kendi kadrolarımızsa bunu ifşa etmek, suç üstü yapmak, siyasi kimliğine zarar verir, partiyi yıpratır, hükümeti yıpratır psikolojisi öne çıktı.”

    Bunları biz uydurmadık, kendi itirafları… Yazımın başında neden kleptokrasiden söz ettiğimi şimdi anladınız umarım. Asıl olan; “Herkes biliyor geminin su aldığını. Herkes biliyor kaptanın yalan söylediğini. Ve herkes biliyor zarların hileli olduğunu…” Bazılarının işine gelmiyor. Allah herkese sadece akıl değil, ahlak da ihsan eylesin.

    Devamını Oku

    ENGELLİ SEÇİM MARATONU

    ENGELLİ SEÇİM MARATONU
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Türkiye, her geçen gün demokrasinin yeni bir boyutunu keşfetmeye devam ediyor. Seçimle gelenlerin seçimle gitmesi gerektiğini düşünenler artık “romantik idealist” ilan edilirken, ülkeyi yönetenler “Siz seçersiniz ama biz karar veririz” düsturuyla hareket ediyor. Ne de olsa demokrasi, halkın iradesinin sandıktan çıkmasıyla değil, gerektiğinde makul gerekçelerle düzeltilmesiyle anlam kazanıyor(!).

    İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu da bu düzeltme operasyonunun son kurbanı oldu. Önce hakkında soruşturmalar açıldı, ardından diploması iptal edildi, yetmedi gözaltına alındı. Demokrasiye bağlılıklarını her fırsatta dile getiren yöneticilerimiz, “Biz demokratız ama gerektiğinde demokrasiyi askıya alırız” diyerek, tarihe geçecek bir anlayış sergiliyorlar.

    Siyasi Muhalefet mi Dediniz? Buyurun, Soruşturma Menümüz!

    İmamoğlu’nun siyasi arenada yükselmesi, kendisine açılan soruşturmalarla paralel ilerledi. Adaylık açıklamasının hemen ardından gelen soruşturmalar, hukuk sistemimizin “hassas ve proaktif” çalışma prensibini gösteriyor. Herkesin “Bu kadar da olmaz” dediği yerde, hukukçularımızın “Bir bakalım, belki olur” demesi, işte tam da bu özverili çalışmanın ürünü.

    Özellikle altı farklı soruşturmanın tek bir kişiye yöneltilmesi, adalet sistemimizin çok yönlü çalıştığını gözler önüne seriyor. Hangi suçlama daha inandırıcı olur diye karar vermek için yapılan anketlerde, “Diploma iptali mi, yoksa terör örgütü liderliği mi daha ilgi çeker?” tartışmaları yaşanmış olabilir. Nihayetinde, karar verenler “Neden sadece biri olsun ki? Biz hepsini verelim, kamuoyu en beğendiğini seçsin” gibi yenilikçi bir yaklaşımla ilerlemişler.

    Diploma mı? Ne Gerek Var, Sadakat Yeterli! Siz Kartal İmam Hatipli değil misiniz?

    İmamoğlu’nun diplomasının iptali, bu sürecin belki de en yaratıcı ayağı oldu. Eğitim, bilgi, yetkinlik mi önemli, yoksa iktidara sadakat mi? Cevap belli: Eğer liyakatliyseniz, dikkatli olun; çünkü liyakat, günümüz Türkiye’sinde pek makbul bir şey değil.

    Diplomanın iptali, yalnızca İmamoğlu’na değil, aynı zamanda akademik özgürlüğe yönelik de ince bir mesaj içeriyor. O mesaj da şu: “Eğitim sistemimiz sizden önce bizim onayımızı bekler.” Eğer yanlış yerde, yanlış kişilere destek verirseniz, diplomanızın meşruiyeti de sorgulanır. Bugün İmamoğlu’nun diploması iptal edilir, yarın başkasının lise karnesi hakkında bir şeyler bulunur, kim bilir belki ilkokul not defteri bile araştırılır.

    İmamoğlu ile beraber üniversite diploması iptal edilerek lise mezunu olan Prof. Dr. Naciye Aylin Ataay Saybaşılı’nın ve onun öğrencilerinin durumu daha vahim. Doğrusu lise mezunu bir akademisyen eğitim verebilir mi, onun ders verdiği öğrencilerin diplomaları geçerli olacak mı?

    Gözaltına Alınmak: Artık Sıradan Bir Günlük Aktivite

    Ve tabii ki, sürecin olmazsa olmazı gözaltı. Eskiden gözaltına alınmak demek, bir suç işlediğinizin kanıtlanması demekti. Şimdi ise suçlamalar kanıtlanmadan bile, “Önlem amaçlı bir gözaltına alalım, bir bakarız” anlayışı hâkim.

    Eskiden insanlar neden gözaltına alınırdı? Kaçakçılık, yolsuzluk, terör gibi suçlar vardı. Ama günümüzde? Seçimi kazanmak, rakip olmak, güçlü bir lider figürü çizmek gibi “tehlikeli” eylemlerden dolayı da gözaltına alınabilirsiniz. İmamoğlu’nun gözaltına alınması, adalet sistemimizin ne kadar “hızlı ve etkili” olduğunu gösteren bir başka şaheser.

    Asıl dikkat çeken nokta, seçilmiş bir belediye başkanının gözaltına alınmasının, seçmenin iradesine de meydan okumak anlamına gelmesi. Sandıkta kazanamadığını masada kapatmak isteyenler için, gözaltı gibi uygulamalar artık kaçınılmaz bir yöntem. Neticede halk oy verip işini yapıyor ama işin “asıl düzeltilmesi gereken” kısmını yöneticiler üstleniyor.

    Demokrasi, Sadece Sandıktan Çıkmak mı?

    Demokrasinin özü, sadece seçim yapabilmek değildir. Seçilenlerin görevini yerine getirebilmesi, muhaliflerin özgürce konuşabilmesi, yargının bağımsız çalışabilmesi gerekir. Ama bugün geldiğimiz noktada, demokrasinin sadece “seçim yapma hakkından” ibaret olduğu anlayışı yayılıyor. Seçim var mı? Var. Peki, seçilen iş yapabiliyor mu? O kısmı biraz karışık.

    Bugün İmamoğlu gözaltına alınır, diploması iptal edilir; yarın başkası. Türkiye’de demokrasi artık bir tahammül oyunu: Kim daha uzun süre dayanırsa, o kazanıyor. Fakat unutmamak gerekir ki, halkın sabrı sonsuz değildir. Bir noktada “Zulmün artsın ki tez zeval bulasın” diyenlerin haklı çıktığını görmek de mümkün olabilir.

    Son olarak, memleketin şu anki durumunu tek bir fıkra ile özetleyelim:

    İlkokula giden Dursun, babası Temel’e sormuş; “Bizum Atasözlerimiz var mi babaciğum?” Temel kızmış ve “Ula sen ne aptal bir uşaksun! Bizim atimuz mu var ki söyleyecek sözümuz olsun?”

    Velhasıl, Türkiye’de atasözü üretmeye gerek yok. Çünkü her gün yaşanan olaylar, kendi mizahi eleştirisini kendisi yaratıyor.

    Devamını Oku

    ŞEHİTLERİMİZİN RUHU SIZLARKEN

    ŞEHİTLERİMİZİN RUHU SIZLARKEN
    1

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Her yıl 18 Mart’ta Çanakkale Zaferi’nin yıl dönümünde, vatan uğruna canlarını feda eden aziz şehitlerimizi anmak için bir araya geliriz. O gün, bağımsızlık aşkımızı, vatan sevgimizi, birlik ve beraberlik ruhumuzu en derinden hissettiğimiz müstesna bir andır. Ancak ne gariptir ki bu yıl, şehitlerimizi anarken milletin yüreğini dağlayan, hatta şehitlerimizin kemiklerini bile sızlatacak bir tartışma gündeme oturdu: Terör örgütü PKK’nın elebaşı Abdullah Öcalan’a “umut hakkı” tanıma düşüncesi ve ona terörü bitirmesi için çağrıda bulunma garabeti.

    Yıllardır binlerce masumun kanına giren, anaları ağlatan, bebek katili olarak anılan bir terörist için “umut hakkı” öneriliyor. Üstelik bu öneriyi ortaya atanlar, vatan sevgisinden dem vuran, milli birlik ve beraberlik nutukları atan siyasetçiler! Bir yanda evladının mezar taşına sarılıp ağıt yakan şehit anneleri, diğer yanda teröristbaşına umut hakkı tanınmasını tartışan “büyük strateji ustaları.”

    Bunu duyunca insan şunu sormadan edemiyor: “Bu vatanı savunurken toprağa düşen binlerce şehidimizin umudu ne olacak?” Onların hayalleri, umutları, yaşam hakları ellerinden alındı. Birisi çıkıp onlara “Özür dileriz, size de umut hakkı tanıyacaktık ama yetişemedik” mi diyecek?

    Bu akıl almaz öneri karşısında en büyük tepkiyi elbette şehit aileleri gösterdi. Harp Malulü Gaziler, Şehit, Dul ve Yetimler Derneği İstanbul Şubesi Başkanı Önder Çelik, konuyla ilgili çok net bir açıklama yaptı:

    “Terör elebaşına umut hakkı verilmesini tasvip etmiyor, yapılan bu çağrıyı şiddetle ve nefretle kınıyoruz.”

    Bu tepki bile aslında durumu özetliyor. Terörle mücadelede canlarını veren yiğitlerin ardından kalan aileler, bu öneriyi sadece bir siyasi gaf olarak değil, düpedüz bir ihanet olarak görüyor. Şehit Aileleri Derneği ise bu önerinin şehitlerin hatırasına açık bir saygısızlık olduğunu vurguluyor. Açıkçası bu noktada bir de şunu sormak lazım: “Şehit ailelerinin yüreği daha ne kadar dağlanabilir?”

    Türkiye Cumhuriyeti yıllardır terörle mücadelede kararlı bir duruş sergiledi. Güvenlik güçlerinin kahramanca mücadelesiyle PKK, tarihinin en büyük çöküşünü yaşadı. Ancak şimdi, tam da terörle mücadelede büyük kazanımlar elde edilmişken, birileri çıkıp “Acaba teröristbaşına umut hakkı tanısak mı?” diyebiliyor.

    Yani düşünebiliyor musunuz, yıllarca dağlarda operasyon yaparak terörist avlayan Mehmetçik, bugün o örgütün liderine “umut” tanınmasını tartışıyor!

    Bu noktada, hukukun üstünlüğü ilkesini hatırlatmakta fayda var. Türk ceza hukuku, terör örgütü kuran ve yöneten kişilere en ağır cezaları öngörüyor. Ancak belli ki bazıları hukuku da bir kenara bırakıp teröristbaşını bir barış elçisi gibi lanse etmek istiyor. Hukuk, teröriste terörist muamelesi yaparken, siyasetin onu bir “barış aktörü” gibi sunması hangi adalet anlayışıyla bağdaşıyor?

    Şehit Aileleri Federasyonu Başkanı Hamit Köse’nin açıklaması, konunun ciddiyetini ortaya koyuyor:

    “Sözde milliyetçi olarak geçinen Devlet Bahçeli’nin açıklaması bardağı taşıran son damla olmuştur. Örgütün başında yıllardır olmayan bir adamın sözü geçecek mi? Türkiye’yi bu hale getirenler utansın. Türkiye’de Kürt sorunu yoktur, terör sorunu vardır. Kürt-Türk zaten kardeş. Misak-ı Milli sınırlarında yaşayan herkes Türk’tür.”

    Burada altı çizilmesi gereken bir nokta var: Kimse Kürt halkıyla terörü bir tutmasın. Kürtler ve Türkler yüzyıllardır bu topraklarda kardeşçe yaşadı. Sorun, bir halkın hakları değil, bir terör örgütünün kanlı eylemleridir.

    Şehitlerin aziz hatırasına sahip çıkmak, her vatan evladının boynunun borcudur. Teröristbaşına umut hakkı tanıma düşüncesi, yalnızca şehit ailelerini değil, tüm milleti derinden yaralıyor.

    Peki ya şimdi ne olacak? Bu tartışmalarla birlikte, ilerleyen günlerde kim bilir daha neler duyacağız? Belki de birileri çıkıp “Bebek katili Öcalan’a yılın insan hakları ödülünü verelim” diyecek! Veya “Kandil’e turistik gezi düzenleyelim, hatıra fotoğrafı çektirelim” önerisi gelecek!

    Ama unutulmasın, bu millet hafızasız değildir! Aynı masallar zaten 1999 yılında bizlere anlatılmadı mı? Şehitlerimizin aziz hatırası üzerinden yapılan bu oyunları asla unutmayacaktır.

    Ve son olarak…

    Şehitler ölmez, vatan bölünmez! Ancak bazıları, siyasi çıkar uğruna vatanı bölmek için ellerinden geleni yapar. Ama unutmasınlar: Vatanı için can verenlerin ruhu, bu kirli oyunları bozacak kadar güçlüdür!

    Devamını Oku

    ÇIĞLIK ÇIĞLIĞA

    ÇIĞLIK ÇIĞLIĞA
    2

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Bir geceydi… Soğuk, acımasız ve karanlık bir gece. Tarih 25 Şubat 1992’yi gösteriyordu. Kar, Hocalı’nın üzerine sessizce yağıyordu. Sanki gökyüzü, o gece yaşanacak olan vahşeti örtbas etmek için beyaz bir örtü seriyordu. Ama ne yazık ki, karın beyazı, o gece akan kanın kırmızısını gizleyemedi. Hocalı, insanlık tarihinin en karanlık sayfalarından birine tanık oldu. Bir kasaba, bir halk, bir medeniyet, o gece yok edildi. Geriye sadece acı, gözyaşı ve bitmeyen bir hüzün kaldı.

    Hocalı, Azerbaycan’ın kadim topraklarında, Dağlık Karabağ’ın göbeğinde bir kasabaydı. Sessiz, sakin, insanların birbirine kenetlendiği, çocukların sokaklarda koştuğu, yaşlıların kapı önlerinde sohbet ettiği bir yerdi. Ama o gece, bu sessizlik bir anda çığlıklara, feryatlara dönüştü. Tanklar, silahlar, bombalar… İnsanlık dışı bir vahşet, Hocalı’yı kan gölüne çevirdi.

    O gece, 613 masum insan katledildi. Çocuklar, kadınlar, yaşlılar… Hepsi bir anda hayatlarını kaybetti. Kimi kurşunlarla can verdi, kimi yakıldı, kimi diri diri toprağa gömüldü. 1275 kişi esir alındı, 150’si ise bir daha hiç bulunamadı. Kayıplar… Kayıp hayatlar, kayıp umutlar, kayıp gelecekler… Hocalı, o gece bir mezarlığa dönüştü. Ama bu mezarlıkta taşlar yoktu, sadece çığlıklar vardı. Çığlıklar ki, hâlâ kulaklarımızda yankılanıyor.

    Bir çocuk düşünün… Henüz hayatın ne olduğunu bile anlamamış, oyun oynamayı, gülmeyi, koşmayı seven bir çocuk. O gece, o çocuğun gözlerinde korkuyu gördünüz mü? O masum yüzünde, ölümün soğuk nefesini hissettiniz mi? Bir anne düşünün… Çocuğunu kollarına almış, kaçmaya çalışıyor. Ama nereye kaçabilirsin ki, etrafın düşmanla çevriliyken? Bir baba düşünün… Ailesini korumak için elinden geleni yapıyor, ama silahların gölgesinde ne kadar dayanabilirsin ki? Hocalı, işte bu insanların hikayesiydi. Bir halkın, bir milletin, bir medeniyetin yok oluşuydu.

    O gece, sadece insanlar ölmedi. Hocalı’da umutlar da öldü. Hayaller, sevgiler, geleceğe dair tüm planlar… Hepsi bir anda yok oldu. Bir kasaba, bir halk, bir kültür, tarihin karanlık sayfalarına gömüldü. Ama en acısı, bu katliamın dünya tarafından görmezden gelinmesiydi. İnsanlık, o gece Hocalı’da öldü. Vicdanlar, adalet, merhamet… Hepsi bir anda yok oldu.

    Hocalı Katliamı, sadece Azerbaycan’ın değil, tüm insanlığın yarasıdır. Bu katliam, insanlık tarihinin en karanlık sayfalarından biridir. Ama ne yazık ki, bu acı, bu hüzün, bu yara, hâlâ kanıyor. Hocalı’da ölenler, sadece o gece ölmedi. Onlar, her 25 Şubat’ta yeniden ölüyor. Her birimizin kalbinde, her birimizin vicdanında, onların çığlıkları yankılanıyor.

    Peki, biz ne yapıyoruz? Bu acıyı unuttuk mu? Yoksa unutmak mı istiyoruz? Hocalı’da ölenler, sadece Azerbaycan’ın evlatları değildi. Onlar kardeşimizdi… Onlar, insanlığın evlatlarıydı. Onların acısı, hepimizin acısıdır. Onların hikayesi, hepimizin hikayesidir. Bu yüzden, Hocalı’yı unutmamalıyız. Bu acıyı, bu hüznü, bu yarayı, hep hatırlamalıyız.

    Hocalı, bir kasaba değildir. Hocalı, bir semboldür. İnsanlığın nasıl vahşileşebileceğinin, nasıl acımasız olabileceğinin bir sembolüdür. Ama aynı zamanda, umudun, direnişin, bir daha asla yaşanmaması için mücadele etmenin de bir sembolüdür. Hocalı, bize insan olmanın ne demek olduğunu hatırlatır. Vicdanlı olmanın, adil olmanın, merhametli olmanın ne demek olduğunu…

    Bugün, Hocalı’da ölenleri anarken, onların acısını hissetmeliyiz. Onların çığlıklarını duymalıyız. Ve bu acının bir daha yaşanmaması için elimizden geleni yapmalıyız. Çünkü Hocalı, sadece geçmişte kalan bir trajedi değildir. Hocalı, bugün de, yarın da hepimizin sorumluluğudur.

    Hocalı’da ölenler, sadece birer sayı değildir. Onlar, birer hayattı. Birer umuttu. Birer sevgidi. Onlar, birer insandı. Ve onlar, bizim insanlığımızın bir parçasıydı. Bu yüzden, Hocalı’yı unutmayalım. Bu acıyı, bu hüznü, bu yarayı, hep hatırlayalım. Ve bir daha asla böyle bir vahşet yaşanmaması için mücadele edelim.

    Hocalı, bir kasaba değildir. Hocalı, bir çığlıktır. İnsanlığın çığlığıdır. Ve bu çığlık, hâlâ kulaklarımızda yankılanıyor…

    Mehmet Uygar Keleş

    Devamını Oku

    Önce Onlar İçin Geldiler

    Önce Onlar İçin Geldiler
    1

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Martin Niemöller’in o meşhur sözleri, tarihin tozlu raflarından çıkıp bugünün Türkiye’sine adeta bir ayna tutuyor: “Önce sosyalistler için geldiler, sustum, çünkü sosyalist değildim. Sonra sendikacılar için geldiler, sustum, çünkü sendikacı değildim. Daha sonra Yahudiler için geldiler, sustum, çünkü Yahudi değildim. Sonra benim için geldiler, benim için konuşabilecek hiç kimse kalmamıştı.” Bu sözler, Alman din adamı Martin Niemöller’in, Nazilerin milyonlarca insanı tutuklamasına ve katletmesine sessiz kalan Alman halkının suça ortak olduğuna dair inancını yansıtıyor. Peki, bu sözleri söyleten neydi?

    1920’lerin sonu ve 1930’ların başında, Niemöller gibi birçok Alman, Nazi fikirlerine sempati duyuyor ve radikal sağcı siyasi hareketleri destekliyordu. Zulme sessiz kalıyorlardı çünkü Nazi rejiminin ilk kurbanları, çoğunlukla sol siyasi hareketlerin mensuplarıydı. Yani onlar, “ötekilerdi”, kendilerinden değillerdi. Ancak Nazi zulmü hızla yayıldı ve Niemöller de dahil olmak üzere başka kişi ve grupları hedef aldı. Niemöller, Protestan Kilisesi’ne yapılan müdahaleleri eleştirmeye başlayınca, Nazi yönetiminin son sekiz yılını hapishanelerde ve toplama kamplarında geçirdi.

    Savaş sonrasında, Müttefik devletlerin işgali altındaki Almanya’da vaazlar veren Niemöller, Alman halkının Nazilerin kurbanlarına karşı ne kadar pasif ve kayıtsız kaldığını gördü. “Sesimi çıkarmadım…” ya da “Susmayı tercih ettik” gibi sözlerle bu sessizliği itiraf etti. Pek çok Alman, Nazi eylemlerine ya destek verdi ya da görmezden geldi. Savaştan sonra ise suç ortaklığıyla yüzleşmekten kaçındı ve suçu komşularına, yöneticilere ya da Gestapo gibi Nazi örgütlerine attı. Bu sözler, geç kalınmış bir itirafın ve yüzleşmenin ifadesi. Tıpkı savaş sonrası Almanya’da molozlar arasında ölmüş at eti yerken yeni bir sistem arayışına giren insanların durumu gibi. Alman devlet adamı Konrad Adenauer, Hitler’in yerle bir ettiği Almanya’nın yıkım nedenini şu sözlerle özetledi: “Umarım bir daha İsa bile gelse tüm yetkiyi tek kişiye verecek kadar aptal olmayız.”

    Bu sözler, sadece Nazi Almanyası’nın değil, her türlü otoriter rejimin ve baskıcı sistemin insanlığa öğrettiği acı bir dersi hatırlatıyor: Susma, korkma, alışma! Peki, bugün Türkiye’de neler oluyor? Niemöller’in sözleriyle başlayalım, çünkü her şey bir “önce” ile başlıyor: Önce gazeteciler için geldiler, sustuk, çünkü gazeteci değildik. Sonra akademisyenler için geldiler, sustuk, çünkü akademisyen değildik. Daha sonra seçilmiş vekillerimiz, başkanlarımız için geldiler, sustuk, çünkü ne seçilmiş vekil ne de başkandık. Sonra “Mustafa Kemal’in askerleriyiz” diyenler için geldiler. Nasılsa asker de değildik. Sustuk. Sonra sıra bize geldiğinde, konuşacak kimse kalmamıştı.

    Bu sözler, bugün Türkiye’de yaşananları anlatmak için adeta bir rehber niteliğinde. Tarihimizin birçok döneminde kullanılan, son 23 seneyi de özetleyen Sarı Öküz hikayesi de benzer bir mesaj veriyor:

    Büyük bir otlakta yaşayan öküz sürüsü, aslanların saldırılarına rağmen birlik oldukları için direniyordu. Ancak zamanla güçten düştüler. Otlağı terk etmeyi düşünürken, sürünün en kurnaz aslanı Topal Aslan, öküzlere beyaz bayrakla yaklaştı ve şöyle dedi: “Biz aslanlar aslında barışçıyız. Size saldırmamızın nedeni, aranızdaki Sarı Öküz. Onun rengi gözümüzü kamaştırıyor. Verin onu bize, barış içinde yaşayalım.” Öküzler, yaşlı öküzün itirazını dinlemeyerek Sarı Öküz’ü aslanlara teslim etti. Bir süre barış hüküm sürdü. Ancak aslanlar acıkınca yine geldiler ve bu sefer Uzun Kuyruk’u istediler: “Onun kuyruğu gözümüzü dönüştürüyor. Verin onu bize, sulh içinde yaşayalım.” Öküzler yine itiraz etmedi ve Uzun Kuyruk’u aslanlara verdiler. Zamanla aslanlar küstahlaştı, öküzler zayıfladı. Artık sebep bile söylemeden öküzleri teker teker avladılar. Sona yaklaştıklarında, öküzler “Nerede hata yaptık?” diye tartışırken yaşlı öküz şu cevabı verdi: “Bu savaşı Sarı Öküz’ü verdiğimiz gün kaybettik.”

    Türkiye’de de benzer bir süreç yaşanmadı mı? Önce bir kesimi feda ettik, sonra diğerini… Ve en sonunda sıra bize geldi. Peki, sıra bize geldiğinde ne olacak? Henüz gelmedi mi, yoksa geldi de farkında mı değiliz? Yıllarca sosyologların merak ettiği bir soru vardı: “Onlarca bilim insanı, filozof, yazar, mühendis yetiştirmiş Alman ulusu, neden Hitler’in peşinden gitti?” Cevap, R-Kompleks kavramında yatıyor. R-Kompleks, insan beyninin ilkel içgüdülerini harekete geçiren bir mekanizma. Sürüngen beyni olarak da bilinir çünkü sürüngenler hayatta kalmak ve soyunu devam ettirmek için bu içgüdülerle hareket eder. İnsan beyninin de %10’u bu ilkel dürtülerle çalışır.

    Peki, R-Kompleks nasıl aktive edilir? İnsanları bir gruba dahil etmek, korkuya dayalı propaganda yapmak ve yalanı sürekli tekrarlamak. Nazi Almanyası’nda Hitler, bu yöntemlerle kitleleri peşinden sürükledi. Bugün Türkiye’de de benzer bir strateji izlenmiyor mu? Sürekli bir düşman yaratılıyor: Dış mihraklar, teröristler, vatan hainleri… Korku politikasıyla insanların mantıklı düşünmesi engelleniyor. “Ya bizdensin ya da düşman” mantığıyla toplum ikiye bölünüyor.

    Niemöller’in dediği gibi, susmamalıyız. Sarı Öküz’ü verdiğimiz gün, savaşı kaybettik. Ama henüz her şey bitmedi. Yazabiliyor, konuşabiliyor ve sorgulayabiliyorken sesimizi çıkarmalıyız. Korku politikasına alışmamalı, R-Kompleks’in esiri olmamalıyız. Mantıklı düşünmeyi, sorgulamayı ve eleştirmeyi bırakmamalıyız. Bugün Türkiye’de yaşananlar, sadece bir kesimin değil, hepimizin sorunu. Gazeteciler, akademisyenler, siyasiler, belediye başkanları, askerler… Hepimiz aynı gemideyiz. Ve eğer gemiyi batırmak isteyenlere karşı sessiz kalırsak, hepimiz batacağız.

    Korkmayın, alışmayın, susmayın! Çünkü İstiklal Marşı’mız bile “Korkma” diye başlıyor.

    Korkmayın, alışmayın, susmayın! Çünkü unutmayın, Sarı Öküz’ü verdiğimiz gün, savaşı kaybettik. Bugün hala yazabiliyor, konuşabiliyor ve sorgulayabiliyorken, sesimizi çıkarmalıyız. Çünkü susmak, kaybetmek demek. Ve kaybetmeye tahammülümüz yok.

    “Korkmayın, alışmayın, susmayın” demişken, 6 Şubat depremini yazmadan olmaz…

    6 Şubat depremi, acı, kahır ve çaresizliğin tarihiydi. Mezarı, kefeni olmayan, uzuvları kesilen, bir günde evini, ailesini, yurdunu kaybeden yüzbinlerce yurttaşımız… Bir yanda din, inanç gözetmeksizin yardıma koşan milyonlar, diğer yanda çığlık çığlığa yardım bekleyen çaresiz yüzbinler… Ancak diğer yanda yaşanan olumsuzluklar var ki, unutmadık, unutmayacağız: Deprem mağdurları çadır diye yalvarırken, Kızılay’ın çadırları satması, halkın gönderdiği yardımların dağıtılmayıp depolara kaldırılması, enkaz altındakilere yardım ulaştırılmaması, imar affı ve ahlaksız müteahhitler… Bu liste uzayıp gidiyor.

    İnsanlığın öldüğü yerde dilimize sahip çıkmak zor. Ama sadece anmak yetmez, unutturmayacağız, affetmeyeceğiz, helalleşmeyeceğiz.

    Depremde ölen, mağdur olan, sesini duyuramayanlarla karşı bu da bir sorumluluk.

    Mehmet Uygar Keleş

    Devamını Oku