Mehmet Uygar Keleş

Mehmet Uygar Keleş

01 Aralık 2025 Pazartesi

    DİĞER YAZARLARIMIZ

    YOK DEVE

    YOK DEVE
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Tarih, siyasetin labirentlerinde ilerleyen toplumlar için bir ayna işlevi görür. Bu aynaya bakan Türkiye, son yıllarda “Siyasi Siyam İkizleri” olarak adlandırılabilecek bir siyasal mecrada ilerlemektedir. Tıpkı karın, göğüs veya baş bölgelerinden yapışık olan Siyam ikizleri gibi, Cumhur İttifakı’nın temelini oluşturan AK Parti ve MHP de siyasi hayatta kalmak için birbirine mecbur ve bağımlı iki beden görünümündedir. Bu zorunlu birliktelik, Türkiye siyasetinin ana arterlerinde dolaşan kan gibi, ülkenin kaderini şekillendiren ana unsurlardan biri haline gelmiştir. Ancak bu ilişki, yalnızca iktidar stratejileriyle sınırlı kalmamakta; ülkenin temel meseleleri olan terör, anayasa değişikliği, laiklik ve dış politika gibi konularda da kendini göstermektedir.

    Cumhur İttifakı’nı oluşturan AK Parti ve MHP, siyasi hayatta kalmalarını birbirlerinin varlığına bağlamış durumdadır. Bu “Siyasi Siyam İkizleri”, ebedi iktidar hedefleri doğrultusunda, mevcut anayasal düzeni değiştirmenin peşindedir. Ancak, bu hedefe ulaşmak için Meclis’teki kendi oyları yeterli olmadığından, DEM Parti’nin oylarına ihtiyaç duymaktadırlar. Bu durum, terör örgütü PKK ile doğrudan veya dolaylı bir diyaloğa girmeyi gündeme getirmiştir. MHP Lideri Devlet Bahçeli’nin “Apo Meclis’e gelsin, DEM Parti grubunda konuşsun” söylemi, bu arayışın en çarpıcı ifadelerinden biridir. Ancak, Abdullah Öcalan’ın DEM Parti ve Kandil üzerindeki etkisi ile Selahattin Demirtaş’ın halk tabanındaki karşılığının farklı olması, bu stratejinin ne denli riskli olduğunu ortaya koymaktadır.

    Terör örgütüne “silahları gömün gelin” demek, kabul edilebilir bir söylem değildir. O silahlar kan döken suçlu silahlardır ve devlet, silahların teslimini ve kullanıcıların yargı önüne çıkarılmasını talep etmelidir. Şehit ailelerinin bu konudaki hassasiyeti asla göz ardı edilemez. Ayrıca, PKK unsurlarının artık Türkiye’de değil, Suriye’nin kuzeyinde faaliyet gösterdiği bilinmektedir. ABD’nin talimatıyla PYD ve YPG’nin emrine giren bu yapılanma, 70 binden fazla silahlı gücü bünyesinde barındıran bir “vekalet savaşı” unsuru haline gelmiştir.

    Türkiye’ye yönelik dış tehditler arttıkça, iç cephenin güçlendirilmesi fikri doğru bir politika gibi görünse de, bu güçlendirmenin Abdullah Öcalan üzerinden yapılmaya çalışılması akıllara ziyan bir girişimdir. Toplumsal tepki, Bahçeli’nin söylemini “DEM Parti heyeti İmralı’ya gitsin” şeklinde değiştirmesine neden olmuştur. Bu süreçte Meclis’te kurulan ve toplumda karşılık bulmayan komisyon görüşmenin notlarını hâlâ açıklayabilmiş değillerdir…

    Abdullah Öcalan’ın Kandil elebaşlarıyla yaptığı telekonferansta “Lozan Antlaşması sona ermiştir, devleti dönüştürüyoruz” demesi, Türkiye’nin tapusu olan Lozan ve Montrö Boğazlar Sözleşmesi’ne yönelik bir tehdittir. Bu antlaşmalar, Türkiye’nin bağımsızlığının ve egemenliğinin temel taşlarıdır. Meclis’te kurulan kanunsuz komisyonlar aracılığıyla bu tapuların tartışmaya açılması kabul edilemez.

    Aynı tehdit, Papa 14. Leo’nun Türkiye ziyareti ve Ekümenizm tartışmaları üzerinden de kendini göstermektedir. Ekümenizm, farklı Hristiyan mezhepleri arasında birliği sağlamayı amaçlayan bir akımdır. Fener Rum Patrikhanesi’nin “Ekümenik” iddiaları, tarihte Yavuz Sultan Selim’in Mısır’ı fethiyle tanımlanan bir statüye dayanmaktadır. Ancak, Osmanlı’nın yıkılmasıyla bu statü ortadan kalkmıştır. Papa’nın İznik’te düzenlediği ayin ve Heybeliada Ruhban Okulu’nun açılması yönündeki talepler, Lozan Antlaşması’nı delmeye yönelik adımlardır. Tıpkı Abdullah Öcalan’ın Kürtler üzerinden yapmaya çalıştığı gibi, Papa da Ekümenizm üzerinden aynı kötülüğü yapmak istemektedir.

    İngiliz bir gazetecinin Sina Çölü’nde bir Bedevi’ye “Lider kimdir?” sorusuna verdiği cevap, Türkiye’nin modern siyasi tarihini anlamak için oldukça aydınlatıcıdır. Bedevi’nin anlattığı hikâyede, kum fırtınasından korunmak için çadırına sığınan bir adam, devesinin önce başını, sonra boynunu, en sonunda da hörgücünü çadıra sokmasına izin verir. Ancak deve, hörgücünü de içeri sokunca, çadırda yer kalmaz ve sahibine “Bu çadır ikimize dar geliyor, sen dışarı çık!” der. Bedevi, hikâyeyi şu sözlerle bağlar: “Lider; devenin başını dahi çadıra sokmasına izin vermeyen insandır.”

    Bu alegori, Türkiye’deki liderlik serüvenini anlamak için bir metafor sunar. Atatürk’ten sonra gelen tüm liderler —İsmet İnönü, Adnan Menderes, Süleyman Demirel, Bülent Ecevit, Turgut Özal, Necmettin Erbakan, Tansu Çiller ve Recep Tayyip Erdoğan— devenin çadıra yavaş yavaş girmesine izin vermiş, hatta teşvik etmiştir. Cumhuriyet devrimlerinin kırsala uzanan kolları olan Köy Enstitüleri’nin kapatılması, dinin politik bir enstrüman olarak kullanılması, tarikatlarla kurulan yakın ilişkiler ve laikliğin aşınması, devenin çadıra adım adım sızmasının sonuçlarıdır.

    Türkiye, bugün “köprüden önceki son çıkış” olarak nitelendirilebilecek bir yol ayrımındadır. Siyasi Siyam İkizleri’nin iktidar stratejileri, terörle mücadeledeki tutarsızlıklar, Lozan Antlaşması’na yönelik tehditler ve Ekümenizm tartışmaları, ülkenin geleceğini tehdit eden unsurlardır. Atatürk’ten sonraki liderlerin, Cumhuriyet devrimlerini ve laikliği korumak yerine, devenin çadıra girmesine izin vermesi, bugünkü siyasi ve toplumsal kırılganlığın temel nedenidir.

    Türkiye, ya Lozan ve Montrö gibi tapularını koruyarak bağımsızlığını sürdürecek ya da deve ile çadır hikâyesindeki gibi, çadırın asıl sahibi olmaktan çıkıp dışarı atılma tehlikesiyle karşı karşıya kalacaktır. Unutulmamalıdır ki, “deve” deyip geçmek doğru değildir; kini derindir ve çadırın dışına atacak kadar güçlüdür. Türkiye’nin önündeki en büyük görev, çadırın sahibi olduğunu hatırlamak ve Lozan’dan vazgeçmemektir.

    Çünkü bütün yollar, bu defa Roma’ya değil, Lozan’a çıkmaktadır.

    Devamını Oku

    Meşru Muhatap

    Meşru Muhatap
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Siyasal liderlik, tarihin hiçbir döneminde tek bir kaynaktan doğmadı. Ne yalnızca devletin baskısından, ne halkın duygusal bağlılığından, ne de mücadele koşullarından… Liderlik, güç ilişkilerinin, toplumsal psikolojinin ve tarihsel kırılmaların karmaşık kesişiminde şekillenir. Özellikle silahlı hareketlerin içinden çıkan figürler söz konusu olduğunda, bu karmaşa romantik bir sisle örtülür: Gerçekler törpülenir, lider kutsallaştırılır, şiddet ise suskunluğa gömülür. Böylece ortaya, halkın özgür iradesi gibi görünen ama örgütün disiplini, korku mekanizmaları ve propaganda aygıtlarından beslenen bir yapı çıkar. PKK’nın 50 yılı aşan tarihinde bu dinamik, en çıplak hâliyle kendini gösterir.


    PKK’nın Kökenleri: 1970’lerden Silahlı Mücadeleye

    PKK—Kürdistan İşçi Partisi—resmî olarak 27 Kasım 1978’de Diyarbakır’ın Fis (Fisê) köyünde, Abdullah Öcalan öncülüğünde kuruldu. Kökeni ise 1970’lere, Türkiye’deki solcu öğrenci hareketlerine uzanır. Öcalan, Ankara Üniversitesi’nde siyaset bilimi okurken Marksist-Leninist ideolojiyle tanıştı ve Kürt kimliğini sosyalist devrimle birleştiren bir vizyon geliştirdi. 1974’te “Apocular” adıyla anılan küçük bir grup, Kürt milliyetçiliğini Türkiye solunun enternasyonalizmine karşı konumlandırarak ayrıştı. 12 Eylül 1980 darbesi, bu grubu dağıttı; Öcalan ve yoldaşları Suriye’ye, Lübnan’a kaçtı. Bekaa Vadisi’nde, Hizbullah ve diğer gruplarla yan yana, 1984’e kadar eğitim aldılar.

    Silahlı mücadele, 15 Ağustos 1984’te Eruh ve Şemdinli baskınlarıyla başladı. PKK, başlangıçta “Kürdistan devrimi” iddiasıyla köylere “kurtuluş” vaat etti. Ancak kısa sürede strateji değişti: Köy korucularını “iş birlikçi” ilan edip infazlar, öğretmen ve devlet memurlarına suikastlar, sivillere yönelik bombalamalar… 1987’de ilan edilen “serhildan” (isyan) döneminde, Cizre, İdil, Nusaybin gibi yerlerde sivillere karşı toplu katliamlar yaşandı. PKK, kendi tabanını konsolide etmek için rakip Kürt grupları—örneğin KUK, Kawa, PSK—yok etti; 1980’lerin sonlarında binlerce “hain” infaz edildi.


    Örgüt İçi Baskı ve Topluma Karşı Şiddet: 1980’ler ve 1990’lar

    PKK’nın en karanlık yüzü, kendi toplumuna uyguladığı şiddette gizli. 1980’lerden itibaren örgüt içi disiplin, infazlarla sağlandı. “Mahkeme-i Âlî” adlı sözde mahkemeler, itaatsizliği “hainlik”le eşitledi; ayrılmak isteyenler, eleştirenler katledildi. PKK’dan ayrılan eski kadrolar—Sakine Cansız, Haki Karer’in öldürülmesi sonrası Öcalan’ı eleştirdiği için tutuklandı ve işkence gördü—tanıklıklarında, Öcalan’ın mutlak otoritesini anlatır (Kaynak: Cansız’ın otobiyografisi Hev Yekî Bûnê).

    1990’larda “köy boşaltma” stratejisiyle tersine döndü: PKK, devletin boşalttığı 3.000’den fazla köye el koydu, binlercesini zorla boşalttı, “Koruculuk yapamazsınız, köyünüzü yakarız” tehdidiyle aileleri göçe zorladı. Bu süreçte 10.000’den fazla köylü öldürüldü—çoğu PKK tarafından. (TBMM raporlarına göre, 1990-1999 arası 4.472 köy korucusu ve sivil PKK tarafından öldürüldü.)

    Sivillere yönelik saldırılar sistematikleşti: 20 Temmuz 1987 Pınarcık Katliamı’nda 30 köylü (16’sı çocuk) yakıldı; 5 Temmuz 1993 Başbağlar Katliamı’nda 33 köylü infaz edildi. Öğretmenler, imamlar, çocuklara bombalı tuzaklar… 1990’larda Öcalan’ın talimatıyla “alan hâkimiyeti” stratejisi uygulandı: Köy baskınları, sivil infazları “devrimci şiddet” diye meşrulaştırıldı.

    Alevi-Kürt aydınları—örneğin Mehmet Sincar, Vedat Aydın—örgüt karşıtlığı nedeniyle öldürüldü. Çocuk asker devşirme yaygındı: 12-14 yaşlarında kız-erkek gençler dağa kaldırıldı, aileler reddederse evleri yakıldı. Amnesty International, Human Rights Watch, BM İnsan Hakları Komisyonu (1992-1996 raporları) ve Kızılhaç da PKK köy baskınlarını belgeledi; PKK’dan ayrılan binlerce kadro (örneğin Şemdin Sakık, Mustafa Karasu’nun eleştirileri) doğruladı.


    Devlet Hataları ve Karşılıklı Şiddet Döngüsü

    Elbette devletin payı vardır ve büyüktür: 1980 darbesi, JİTEM gibi yasadışı yapılar, faili meçhuller… 1990’larda 3.168 köy ve 644 mezra (İçişleri Bakanlığı resmî rakamı) boşaltıldı, 1 milyondan fazla insan göç ettirildi. Ancak bu hatalar, PKK’nın şiddetini haklı kılmaz. İki yanlış birbirini meşrulaştırmaz.

    PKK’nın eylem repertuvarı—1990’larda 10.000’den fazla sivilin ölümünde payı—liderliğini demokratik muhataplıktan uzaklaştırır. Nelson Mandela’yı örnek verenler unutur: ANC, sivilleri bilinçli dışladı, Mandela şiddeti daralttı. Öcalan ise tam tersine, 1999’a kadar sivil infazları stratejik gördü; “silah bırakma” çağrıları bile örgütsel kontrolü elden bırakmadı.


    Çeşitlilik ve Örgüt Gölgesi: Kürt Toplumunun Gerçeği

    Kürt toplumu monolitik değil: Dindar Sünni aşiretler, Aleviler, seküler liberaller, sağcı milliyetçiler, örgüt karşıtı muhafazakârlar… PKK, bu çeşitliliğin yalnızca sol-Kürt kesimini temsil eder ve bunu baskıyla sürdürür. 1990’larda HEP/DEP yöneticileri (Vedat Aydın, Mehmet Sincar gibi) öldürüldü; milletvekilleri ise sürgüne gönderildi. Bugün bile HDP/DEM içindeki eleştirel sesler susturulur.

    Öcalan’ın “önderlik” mitosu, bu gölgede büyütülür: Mahkûmken bile talimatlar yağar, “demokratik özerklik” önerileri örgütsel hegemonyayı pekiştirir.

    Modern örnekler yol gösterir: IRA’da Sinn Féin silahlı yapıdan ayrışarak meşru oldu; ETA, 2011’de silah bırakınca Bask siyasallaştı; Kolombiya’da FARC, 2016’da sivillere hesap verip silahsızlanınca anlaşma imzalandı. PKK ise 2013-2015 “çözüm süreci”nde bile sivillere saldırıları sürdürdü, 2023’e kadar binlerce eylem yaptı. Öcalan’ı “muhatap” diye sunmak, Kürt toplumunun şiddetten bağımsız iradesini—örneğin bağımsız Kürt partileri, sivil toplum—görünmez kılar.


    Gerçek Meşruiyet ve Çözüm Yolu

    Meşruiyet, bir grubun sadakatinden değil, toplumun silahsız özgür iradesinden doğar. Siyasi şiddetin gölgesinde “halk desteği” sosyolojik tespittir; siyasal hak doğurmaz. Modern ölçütler nettir: Silahsızlık, demokratik temsil, hukuki denetim, bütüne sorumluluk. PKK bunlardan yoksun: Örgüt içi infazlar devam eder, sivillere hesap verilmez, siyasal kanat (HDP/DEM) örgütsel talimat altındadır.

    Gerçek çözüm, ne Öcalan merkezli denklemden ne devletin güvenlik refleksinden geçer. Halkın, örgüt ve devlet baskısından arınmış özgür siyasal alanını inşa etmek şarttır: Silahların sustuğu, çok sesliliğin disipline mahkûm edilmediği bir zemin. IRA, ETA, FARC süreçleri bunu kanıtlar—silah bırakma, sivil sorumluluk, bağımsız siyasallaşma.

    Toplum, şiddetin ipoteğinden kurtulmadıkça kaderine söz söyleyemez. Gerçek barış, liderlerin meşruiyetinde değil, Kürt toplumunun silahsız siyasal kapasitesindedir.

    Çözümün adresi bir ada, karargâh, örgüt ya da devlet binası değil; toplumun bizzat kendisidir. Halk, şiddetsiz temsil mekanizmalarını büyüttüğünde, liderlik doğal zemine oturur.

    Liderleri kutsayan söylem değil,
    gölgesiz demokratik tahayyül gerekir.
    Gerçek meşruiyet, gölgesiz bir ses ister.
    Gerçek temsil, korkusuz bir alan ister.
    Gerçek çözüm, toplumun kendi sesini büyütmekle başlar.

    Ve belki de en zor olan, bunu en başa yazmaktır.

    Devamını Oku

    Akıl, Vicdan, Özgürlük.

    Akıl, Vicdan, Özgürlük.
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Bir milletin hafızasıyla oynamak kolaydır.
    Bir yalanı yeterince tekrar ederseniz, bir süre sonra gerçek sanılır.
    Bugün dinin, imanın, ahlakın adıyla ortalıkta dolaşanların yaptığı da tam budur.
    Kendi menfaatine “iman”, kendi suskunluğuna “tevekkül”, kendi korkaklığına “saygı” diyenlerle doldu ortalık.
    Ve bu güruhun ortak düşmanı bellidir: Atatürk.

    Atatürk’e saldırmak, bugün kimilerinin geçim kaynağı hâline geldi.
    Dini korumak adına O’na küfredenler, ne dine saygı duyar ne tarihe.
    “Dinime söven bari Müslüman olsa” der ya hani…
    Bugün “Dinime söven bari vicdanlı olsa” deme zamanı geldi.

    Askerî bir deha, yedi düveli Anadolu’dan süpürmüş.
    Cumhuriyeti kurmuş, ümmetten millet yaratmış,
    kadına kimlik, halka irade, ülkeye akıl vermiş.
    Ama bu ülkenin bazıları hâlâ,
    elinde tespih, dilinde yalan, “Atatürk dinsizdi” diye geziyor.
    Ne ironidir, değil mi?
    Diyanet’i kuran adama “dinsiz” diyen, hâlâ okumaya mecbur oldukları Kur’an’ın en muhteşem tefsirini yazdırtan Atatürk’e saldıranlar, dini kendi hırsları, iktidarları hatta çıkarları için kullananlardır.
    Bugün Diyanet’in bütçesini kendi cebi gibi kullananlara ses çıkmaz.
    Atatürk’e “ayyaş” diyenler, milletin alın terini çalan soygunculara “helal olsun” der.
    Vicdan sıfır, hafıza delik, yalan bol.

    Amerika’nın başkanı Atatürk’e “Aptal olma” deseydi, alacağı cevabı söylemeye gerek yok. Çünkü buna cesaret bile edemezdi.
    Ama Atatürk’e saldıranlar, bu söze karşı sesini bile çıkaramayanları alkışlayanlardır.
    “Bu can bu bedende oldukça terörist Rahip Brunson’u vermem.” diyen, sonra da bir telefonla serbest bırakanı, aynı Amerikalı “O’na ne dersem yapıyor.” diye dalga geçmişti.
    Aynı günlerde Atatürk’e “hain” diyenler, bu söze tek kelime etmedi.
    Hani “millî duruş”? Hani “vatan sevdası”?
    Bir telefonla Rahip Brunson’u salanları alkışlayanlar, Atatürk’e “ülkesini satmış, masondu” diyor.
    Yedi düveli denize döken adama bu lafları edenler, bir tweet’e diz çökenleri görünce yüzleri kızarmıyor, çünkü utanmayı da unuttular.

    Madenler çöküyor, insanlar ölüyor, çocuklar kurslarda istismara uğruyor.
    Ama “kader” diyorlar.
    Hakkını arayanların avukatlığını yapanların mazbatası hâlâ verilmemiş, çünkü hapiste…
    Bir anne, al bayrakla süslenecek bir mezarın başında “Oğlum cennette” diyor, “Ama ben onu nasıl yetiştirdim bunu devlet biliyor mu? Elim kırılaydı da oy vermeseydim.” diyor.
    Askerliği yan gelip yatma yeri olarak görenler için, mezarda yatanlar sadece bir sayıdan ibaret ve ismi “kelle”…
    Birileri hâlâ “bizden önce elektrik mi vardı?” diyor.
    Evet, vardı.
    Ama sizin gibi zihni karanlıklar, ışığı görse de gözünü kapatıyordu.
    Mumla yaşayan halk, artık bilimle, fabrikayla, okulla aydınlanmıştı.
    O ışığı yakan adamın adını karalamak için, karanlığa methiye düzüyorlar bugün.

    “Allah’ın tüm vasıflarını taşıyor.” diyenlerle
    Atatürk’e “dinsiz” diyenler aynı hamurdan.
    “Allah’ın yeryüzündeki gölgesi” yapan zihniyetin torunları bunlar.
    Kulları Allah’ın yerine koyanlar,
    Allah’a kul olmayı unutanlardır…
    Kürsülerinden salyalarını akıtarak O’na “deccal”, “ateist”, “cehennemlik” diyenler, “Yaşasın cehennem” diye nara atarak, dün Maraş’ta evleri işaretleyip, Madımak’ta kibriti tutuşturanlar aynı mayadan geliyorlar.
    Atatürk’e saldıranlar işte bu putperestliğin esiridir.
    Onların tanrısı para, duaları dolar, secdeleri iktidar koltuğu üzerinedir.
    Atatürk’e “dinsiz” diyenlerin kurduğu düzen bu işte:
    Dine dayalı sömürü.
    İnancın değil, menfaatin düzeni.

    Filistin yanarken, Gazze bombalanırken
    “İsrail’e lanet” diye haykıranlar,
    aynı anda İsrail’le ticaret rekoru kırıyor.
    Katliam yapan uçaklara yakıt Türkiye’den gidiyor.
    Bunu bile bile kendi kürsülerinde ağlayarak dua edenler, bu gerçeklere tek kelime edemiyor.
    Halkı kandırmak kolay:
    Bir dua, bir slogan, bir de düşman.
    Düşman da hazır zaten: Atatürk.

    Köy Enstitüleri’ni kapatanları alkışlayanlar, bugün kız çocuklarının okula gitmesine karşılar.
    Ahlaksızlık öğretiliyormuş.
    Öğretmeni sınıftan çıkarıp, tarikatların, cemaat mensuplarının “değerler eğitimi”nde ne öğrettiğine bakmıyor.
    Ahlak zaten tek bunların tekelinde.
    Yurtlarda tacize uğrayanlar, intihara mecbur bırakılanlar için “istisnai durum” ve hatta “bir kereden bir şey olmaz” denilebiliyor.
    Dedem yaşındaki şeyhe küçücük bir kız çocuğunun satılmasını bile değerlerine sığdırabiliyorlar.
    Eğitimli insan değil istedikleri, değerli insan istiyorlar.
    Eğitimli insan istemezler, çünkü düşünür.
    Düşünen insan biat etmez.
    Biat etmeyen insan, değerli olur mu?
    Atatürk’ün en büyük günahı buydu onların gözünde:
    Halkı kul olmaktan çıkarıp yurttaş yaptı.
    Bugün hâlâ bu yüzden nefret ediyorlar ondan.
    Çünkü cahilin üzerinde hükmetmek kolay,
    okuyan insanı karşısında diz çöktürmek zor.

    “Devletime laf ettirmem.” diyor biri,
    ama devletin kurucusuna her gün hakaret ediyor.
    Soğan ekmeğe razı ama adalete değil.
    “Devlet bizim.” diyor ama devletin hazinesini kendi kasası sanıyor.
    Devleti soyanları alkışlayıp,
    devleti kuranı yuhalıyor.
    Bu nasıl vicdan, bu nasıl ahlak?

    Atatürk’ü “ayyaş” yapanlar,
    rüşvetle besleneni “mümin” sayıyor.
    Atatürk’ü ayyaş, rom içen Abdülhamid’i evliya yapanlardır Atatürk’e saldıranlar.
    Yolsuzluğu “nimet”, yalanı “siyaset”, hırsızlığı “kader” diye yutturuyorlar.
    Ve bu ülkenin garibanı, hâlâ “belki cennete giderim” umuduyla susturuluyor.
    Oysa Atatürk’ün kurduğu Cumhuriyet,
    insanın bu suskunluğunu kırmak içindi.
    “Benim manevi mirasım akıl ve bilimdir.” derken,
    dinle değil; din istismarıyla savaşıyordu.

    Atatürk, Allah’a değil;
    Allah adına konuşan sahtekârlara karşıydı.
    Milleti tarikatın, şeyhin, mürit ağının elinden kurtardı.
    Kur’an’ın Türkçe okunmasını sağlayarak,
    insanın aklıyla anlamasını istedi.
    Ama işte tam da bu yüzden,
    dini kendi mülkü sayanlar tarafından hâlâ hedefte.
    Çünkü o, kulların efendisini değil,
    efendilerin kul olmasını istedi.

    Bugün Atatürk’e saldıranların çoğu,
    onu değil, onun temsil ettiği gerçeği hedef alıyor:
    Akıl, vicdan, özgürlük.
    Çünkü akıl sorgular, vicdan hesap sorar, özgürlük biat etmez.
    Bunlar için en tehlikeli üçlü.
    Bu üçlü birleşince adı zaten laiklik oluyor.
    O yüzden en kolay hedefi seçiyorlar:
    Bir ölüye küfredip, yaşayanlardan alkış toplamak.
    Ama Atatürk ölmedi.
    Çünkü hâlâ her okulda, her kız çocuğunda, her özgür yürekte yaşıyor.

    Ve biz yine o sözü hatırlıyoruz:
    Dinime söven bari Müslüman olsa.
    Bugün onu şöyle okuyorum:
    “Dinime söven bari vicdanlı, dürüst, namuslu olsa.”
    Ama nerede o yürek?
    Herkesin ağzında Allah, ama kimsenin kalbinde adalet yok.
    Gerisi masal.
    Gerisi çıkar.
    Gerisi utanç.

    Devamını Oku

    ÖLÜ KEDİLER

    ÖLÜ KEDİLER
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Bir akşam yemeği düşünün. Ailenizle ya da dostlarınızla birlikte bir masadasınız. Sohbet giderek hararetleniyor. Söz dönüyor dolaşıyor, bir anda oklar size yöneliyor. Kayınpederiniz, anneniz, babanız, eşiniz… fark etmez. Masadaki herkes, tek bir hedefe kilitlenmiş: siz. Herkes eleştiriyor, herkes sizi konuşuyor. Sözün bittiği, savunmaların duvara çarptığı o anlarda, birdenbire masaya biri ölü bir kedi atıyor. Her şey bir anda değişiyor. Artık kimse sizi değil, o kediyi konuşuyor. Kimisi iğreniyor, kimisi merakla eğiliyor, kimisi öfkeden deliye dönüyor ama herkesin dikkati o masadaki ölü kedide. Tartışmanın özü unutulmuş, mesele kökten değişmiştir.

    İşte siyasette bu yönteme “Dead Cat” yani “Ölü Kedi Stratejisi” deniyor.
    Bu strateji, son yıllarda Avrupa’nın en şaşırtıcı seçim sonuçlarından birini şekillendirdi. Fikir babası, Avustralyalı stratejist Linton Crosby, uygulayıcısı ise eski İngiltere Başbakanı Boris Johnson’dı. Crosby, stratejiyi şöyle özetliyordu:
    “İnsanların ‘Aman Tanrım, masada ölü bir kedi var!’ demesini sağlayın. Böylece kimse asıl meseleyi konuşmaz.”

    Boris Johnson, bu yöntemi sadece belediye başkanlığı döneminde ve seçimlerde değil, başbakanlığı döneminde de ustalıkla kullandı. En çarpıcı örneklerinden biri, Partygate skandalıydı. COVID-19 yasakları sürerken Başbakanlık Konutu’nda düzenlenen partiler ortaya çıkmış, ülke ayağa kalkmıştı. Kamuoyu öfkeliydi, Johnson’ın koltuğu sallanıyordu. Tam bu sırada, hükümetin sığınmacıları Ruanda’ya göndermek için gizli bir anlaşma yaptığı haberi “tesadüfen” basına sızdı. Tüm ülke bir anda bu tartışmaya gömüldü. Artık kimse partileri konuşmuyordu. Herkes “Ruanda planını” tartışıyordu. Ve o esnada Johnson, güven oylamasını kazandı.
    Masaya atılan ölü kedi işe yaramıştı.

    Ama bu stratejinin asıl zaferi, 2015 İngiltere genel seçimlerinde yaşandı.
    Tüm anketler, ana muhalefet lideri Ed Miliband’ın seçimi kazanacağını gösteriyordu. Halk, İşçi Partisi’nin vergi reformlarına sıcak bakıyordu. Rüzgar Miliband’dan yanaydı. Ta ki Linton Crosby sahneye çıkana kadar.

    Crosby ilk hamlesini yaptı: “Gündemi değiştir.”
    Savunma Bakanı Michael Fallon, The Times’a şok edici bir demeç verdi:
    “Miliband kardeşini sırtından bıçakladı, şimdi İngiltere’yi de bıçaklayacak.”
    Bu tek cümleyle gündem altüst oldu. Artık kimse vergi reformlarını konuşmuyordu. Tüm medya “kardeşini satan lider” imajına kilitlenmişti.

    Ardından ikinci adım geldi: “Korkuyu büyüt.”
    Crosby, Miliband’in zayıf ve güvenilmez olduğu algısını körükledi. İşçi Partisi’nin, İskoçya’nın bağımsızlığını savunan SNP ile koalisyon kuracağı korkusu yayıldı. “Ekonomimiz düzeliyor, İşçi Partisi’nin mahvetmesine izin vermeyin” sloganı ülkede yankılandı. Hatta Miliband’i SNP lideri Alex Salmond’un cebindeki kukla olarak gösteren bir poster, seçimin kaderini değiştirdi.
    Ve sonuçta, bütün anketler ters köşe oldu.
    7 Mayıs 2015’te sandıktan zaferle çıkan, David Cameron liderliğindeki Muhafazakâr Parti oldu.
    Crosby’nin “ölü kedisi” yine işe yaramıştı.


    Bu taktik bize uzak değil.
    Bizim siyaset sahnemizde de ölü kediler sık sık masaya bırakıldı.
    En bariz örnek, son Cumhurbaşkanlığı seçimiydi.
    Tüm anketler, bağımsız medya, muhalif çevreler, Recep Tayyip Erdoğan’ın bu kez seçimi kaybedeceğini söylüyordu.
    Fakat seçime günler kala, Kandil’deki terör örgütü mensuplarının Kemal Kılıçdaroğlu’nu desteklediğini iddia eden videolar ortaya çıktı.
    “Millet İttifakı PKK ile anlaştı”, “Kılıçdaroğlu Öcalan’ı serbest bırakacak” gibi manşetler, toplumun damarına dokundu.
    Ekonomiden, adaletten, liyakatten, enflasyondan kimse bahsetmiyordu artık. Herkes o “videoları” tartışıyordu.
    Sonuç ortada: seçim ikinci tura kaldı, ama ikinci turda ölü kedi kazandı.


    2004 Annan Planı Referandumu  döneminde Kıbrıs’taydım. “Yes be annem!” sloganları, “Çözümsüzlük çözüm değildir” nutukları, koca bir toplumun zihnini kuşatmıştı.
    Ve 2010 Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde yine oradaydım…“Fosilleşmiş siyasetçilerden kurtulma vakti” diye manşetler atılırken, aziz hatırası önünde saygıyla eğildiğim, bana göre gerçek bir kahraman, oğlum Deniz Alp’in ise bir Cumhurbaşkanı burnunu ısırma şerefine nail olduğu, Rauf Raif Denktaş’ın nasıl yalnızlığa itildiğini, nasıl itibarsızlaştırıldığını gözlerimle gördüm.

    Ve bugün…
    Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nde (benim deyişimle Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nde) seçim yapıldı.
    Seçimi CTP adayı Tufan Erhürman ezici bir farkla kazandı.
    CTP’nin politik çizgisi belli. Savunmam da gerekmiyor.
    Ama savunulması gereken bir şey var: halkın iradesi.
    Bu iradeye saygı duymak, demokrasinin namusudur.

    Peki CTP neden bu kadar güçlü bir zafer kazandı?
    Çünkü ada halkı artık bıktı.
    Enflasyon dizginsiz.
    İşsizlik yaygın.
    Sosyal güvence çökmüş.
    Dünya tarafından izole edilmiş bir halk düşünün: kendi denizine hapsolmuş, kendi gökyüzünde nefes alamayan bir toplum.
    Ülke, uyuşturucu baronlarının, mafyaların, kara para tüccarlarının cennetine dönüşmüş.
    Bir zamanlar kapılarını kilitlemeye gerek duymayan insanlar, şimdi akşam sokakta yürümeye korkuyor.
    Eğitim ve sağlık turizmiyle övünen ada, bugün mafya ve kara para aklamayla anılıyor.
    Gençler ya uyuşturucu bataklığında kayboluyor, ya da tarikatların elinde eriyor.
    Ve iktidar?
    “İtibardan tasarruf olmaz” diyen ağabeylerinin izinde, halkın sefaletini süslü törenlerle görmezden geliyor.

    Tam bu noktada yine masaya bir ölü kedi bırakıldı.
    “82. vilayet olarak Türkiye’ye bağlanmalı” dediler.
    Bir anda tüm tartışma yön değiştirdi.
    Ama sormak gerekmez mi?
    O güzelim yeşil adayı beton yığınına çeviren kimdi?
    Mafyalara, kaçakçılara, kara para baronlarına kapıyı kim açtı?
    Sokaklarında huzuru, limanlarında güveni kim yok etti?
    Şimdi çıkıp da “Anavatan’a bağlansın” diyenlerin, o bataklığı kimlerin elleriyle kazdığını unutacak mı?

    Bu mesele “beka” değil.
    Ne doğalgaz ne de milliyetçilik meselesi.
    Bu, yine bir ölü kediden ibaret.
    Gözümüzü, kulağımızı, zihnimizi dağıtan, asıl gerçeği unutturan bir manevra.

    Bugün bir popçunun açıklaması, bir seccadenin rengi, bir sokak röportajı…
    Hepsi birer küçük ölü kedi olabilir.
    Ve biz, o kediyi konuşurken soframızın altı yanıyor olabilir.

    Artık uyanmak gerekiyor.
    Çünkü masaya her defasında bir ölü kedi atıldığında, biz asıl meseleleri kaçırıyoruz.
    Yoksulluğu, adaletsizliği, yozlaşmayı, hırsızlığı…
    Ve bu topraklarda yaşayanlar olarak, o kediyi yememeyi öğrenmek zorundayız.

    Bizim mutfağımızda ölü kediye yer yok.
    Biz bunu yemeyiz.
    Yememeliyiz.

    Devamını Oku

    Diken Üstünde

    Diken Üstünde
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Son zamanlarda Ankara’dan Washington’a uzanan yol, sanki bir iade-i kıymet rotası gibi işliyor. “Saygılarımızla” diye başlayan diplomatik cümlelerin satır aralarına gizlenen “Ne emrederseniz efendim” nidası, yerli ve milli sınırlarımızı aşıp Atlantik kıyılarında yankılanıyor. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın, Donald Trump’la yaptığı son görüşme de bu hikâyenin hem devamı hem özeti gibiydi: Ver, ver Allah ver; sonra da dön Ankara’ya, de ki; kazandık, çok şükür.

    Görüşmenin ardından basının önüne çıkan iki liderin arasındaki atmosfer, usta bir reji işi gibiydi. Trump, bildiğiniz gibi: Sanki bir realite şovunun düşük reytingli final bölümünü sunuyormuş edasında. Erdoğan ise yılların diplomasi yorgunu, fakat hâlâ “dünya beşten büyüktür” nakaratına umutla tutunan bir eski şarkı gibiydi.

    “Çok şey konuşuldu,” dediler. Kimle? Ne zaman? Neyin karşılığında? Belli değil. Ama belli olan bir şey var: Basın toplantılarında verilen cevaplardan çok, verilemeyen cevaplar yankılandı kulaklarımızda.

    Neymiş? Ortadoğu’daki barış için “büyük adımlar” atılmış. Büyük adım dedikleri şey, Pentagon’un çizdiği harita cetveline biraz daha yanaşmaksa, evet, ayakkabının tabanı iyice inceldi.

    Ve tabii en esaslı dram sahnesi basın toplantısıyla bitmedi. Asıl perde, NTV Washington Temsilcisi Hüseyin Günay’ın, açık kalan mikrofonuna ettiği “gerçek” sözlerle aralandı.

    “Görüşmede hiçbir şey alınmadı, gazeteci değiliz biz, bu işleri geç…”

    Mikrofonlar bazen can kurtarır, bazen ipi çeker. İşte o anda ip çekildi. Günay, farkında olmadan hem bugünün hem de yıllardır sorduğumuz o malum sorunun cevabını verdi: Türkiye’de gazetecilik neden bu hâlde? Çünkü “Bu işleri geç.”


    Erdoğan-Trump görüşmesinden çıkan sonuçlar tartışmalı. Tartışmalı diyorum, çünkü müzakere masalarında “elde edilenler” kısmı bir hayli muğlak, ama “verilenler” kısmı flu bile değil; adeta neon ışıklarla yanıp sönüyor.

    Ne mi verildi?

    • NATO üzerinden yardım dosyaları açıldı.
    • S-400 konusu rafa kalktı mı bilinmez ama “İdare edin bizi” tonunda açıklamalar duyuldu.
    • F-35 programına geri dönmek için istekli tavırlar takınıldı, ama karşımızdakinin Trump olduğunu unutmayalım; her kelimesi ‘sadece bugün için geçerli’ olabilir.
    • Halkbank dosyası, geçen yılın avukatlık faturası kadar sessizce masaya sürüldü.
    • Doğalgazı artık Rusya’dan değil Amerika’dan alacağız… THY için onlarca Boing model uçak alacağız.. (Alacağız dediysek elbette bedava değil)

    Ve geri alındığı iddia edilen ne vardı?

    • Trump’ın Erdoğan’a bir iade-i itibar kartpostalı uzatması.
    • “Türkiye ile çok iyi ilişkilerimiz var” cümlesi. Evet, dış politika artık FriendZone konuşmalarıyla ilerliyor.
    • Birkaç cilalı cümle. Hepsi bu.
    • “hileli seçimleri herkesten daha iyi bilir” çok hızlı geçtiği için kim için söyledi, niçin söyledi pek anlaşılmadı…
    • Bir telefonla tüm hukuk sisteminin nasıl çöpe atıldığı, yok yok pardon telefon edince rahip sağolsun serbest kalmışmış, Erdoğan çok kıymetliymiş.

    Ama ertesi sabah aç bir vatandaşın gözünü baston gibi dürten manşet neydi peki?

    “TÜRKİYE KAZANDI!”

    Bu manşeti atanlara, derhal Yeni Büyükelçilik Kadrosu’nda yer ayırtın. Dışişleri Bakanlığı’ndan daha kabiliyetlisiniz. Ülkece zafer ilan ettiğimiz her konunun sonunda bir kriz ya da yaptırımla ödüllendirilmemiz, artık milli refleks halini aldı zaten.


    Oysa Hüseyin Günay ne yaptı? Bir anlık dalgınlıkla, gazeteci refleksiyle konuştu. Ve biz o anda gördük ki, bir muhabirin gerçekten ne düşündüğünü öğrenmek için basın açıklamasını değil, yayın sonrası kulis gıybetlerini dinlemek gerekiyormuş.

    “Arkadaşlar, buradan bir şey çıkmaz… Görüşme çok iyi geçti diyoruz ama tamamen hikâye…”

    İtiraf mı? Belki de sadece bir yorgunluk anı. Ama her şeyin illüzyon olduğu bir dönemde, bu cümle gerçekliğe çarpan taş gibiydi: “Gazetecilik yapmıyoruz.” Hayır, sayın Günay, siz yapmadığınız sürece biz de okuyuculuk yapmıyoruz. Çünkü bu tiyatroda, salonu terk eden artık sadece gazeteciler değil; halk da koltuktan kalkıp ışığı açıyor.


    Bu olaydan sonra beklediğimiz şey, gazeteci refleksiyle “Peki ama görüşmeden gerçekten ne çıktı?” sorusunun medyada yankılanmasıydı. Ne mümkün! Kamu yayıncısından havuz medyasına kadar herkes, adeta bir Victory Parade havasında meseleyi sundu.

    Oysa görüşmede Türkiye’ye yapılan somut bir jest var mı? Hayır.
    Erdoğan, Trump karşısında “eşit bir lider” olarak mı yer aldı? Hayır.
    Trump, Erdoğan’ın iç politikadaki seçim kaygılarına bir destek verdi mi? O da hayır.

    Ama medya ne dedi?

    “Trump’tan Türkiye’ye tam destek!”

    Bu memlekette destek cümleleri artık seri numarası gibi oldu. Her an bir suçun ya da teslimiyetin referans numarası olabilir.


    Gerçek şu ki, bu görüşme; diplomatik ilişki değil, kamuoyuna yönelik PR çalışmasıydı. Trump’ın seçime giderek yaklaştığı, Erdoğan’ın içeride oy kaybı yaşadığı bir denklemde buluştular. İki lider de “şimdilik idare edelim” pazarlığı güttü.

    Erdoğan belki Washington’dan, içerideki ekonomik daralmayı hafifletecek bir imaj hediye aldı. Trump ise dış politika hanesine bir “Middle East partner” daha eklemekle yetindi.

    Yani diplomasi belki vardı, ama kelimenin Latincesi açısından: “Diploma”dan geliyor ya, hani masa başı sertifikası… Al gülüm, ver gülüm, CV’sine yaz.


    Basın, halkın haber alma özgürlüğünün taşıyıcısı değil midir? Ne yazık ki bu ülkede basın, artık yalnızca protokol taşıyor. O yüzden Hüseyin Günay’ın açık mikrofonuna değil, o gün susturulmuş asıl gazetecilere kulak vermeliyiz.

    Kapatılan gazetelere…
    Hapse atılan muhabirlere, yazarlara…
    RTÜK’ün cezalarıyla susturulan kanallara…
    Sansürle boğulan internet sitelerine…

    Ve sonra da kendimize sormalıyız:

    Bu düzende görüşmelerden ne çıktığı değil, haberin ne kadarını görmemize izin verildiği önem kazanmadı mı artık?


    Bırakın artık, her dış ziyareti bir “zafer öyküsü” gibi anlatmayı. Çünkü iç cephedeki gerçekliğimiz artık ne yutturulabilir ne saklanabilir. Ekonomi dibe vurmuş, adalet yok, özgürlük sadece tabela. Ama olsun, Erdoğan Trump’la tokalaştı ya…

    İşte bu yüzden, sevgili okuyucular:

    “Bir diplomasi görüşmesinden hiçbir şey çıkmadığı halde, varmış gibi anlatılmasını sağlamak” da bir başarıysa…

    Tebrikler! Yeni Türkiye yine kazandı. Yani… Kaybetmeden önceki son elveda.


    “Bir gazetecinin sesi sustuğunda, halkın kulağı sağır olur.”

    Devamını Oku

    ÇAĞ YANGINI

    ÇAĞ YANGINI
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    O ilk insan, o mağaranın eşiğinde, gözünü kamaştıran ve tenini yakıp kavuran o ilkel güce, o kaosa bakmaya cesaret ettiğinde, aslında insanlık denen maceranın da ilk kıvılcımını çakmıştı. O, doğanın mutlak hâkimiyetindeki ateşi alıp, onu evcilleştirerek bir medeniyet meşalesine dönüştürdü. O andan itibaren ateş, artık sadece bir enerji kaynağı değil; ısınmanın, korunmanın, pişirmenin, bir araya gelmenin, düşünmenin, kısacası zamanı ve mekânı genişletmenin sembolü oldu. O ateşin etrafında hikâyeler anlatıldı, mitler doğdu, gelecek tasarlandı. Ateş, insanın doğaya karşı ilk büyük zaferi ve en kadim ortağıydı.

    Ancak insanlık, Prometheus’un tanrılardan çaldığı bu armağanla nasıl başa çıkacağını zamanla unuttu. Bugün, küresel bir köy hâline gelmiş dünyamızda yepyeni bir ateş daha yanıyor: Ekonomi Yangını. Tıpkı ilk ateş gibi göz kamaştırıcı, tehlikeli ve bilinmez. Onu da kontrol etmeye, evcilleştirmeye, insanlığın ortak refahı için bir ocak başına dönüştürmeye çalışıyoruz. Fakat görünen o ki, bu ateş, kontrolden çıkmış, orman yangınına dönüşmüş durumda. Ve bizler, onun etrafında ısınmak yerine, onun tarafından yakılıp tüketilen kuru yapraklar gibi savruluyoruz.

    İlk ateş, enerji ekonomimizi dönüştürmüş, beynimizi büyütmüş, bize düşünecek boş zamanlar bahşetmişti. Modern ekonominin ateşi ise tam tersi bir etki yaratıyor adeta. Sürekli büyüme odaklı bu yangın, sınırlı kaynakları hunharca tüketiyor. Doğanın kemiklerini ve siyahlaşmış tortularını geride bırakarak ilerliyor. Bu yangın, insanı ısıtmak için değil, onun enerjisini emmek için yanıyor. Tıpkı ilk ateşin yiyeceklerden daha fazla net enerji açığa çıkarması gibi, modern finans sistemleri de karmaşık araçlarla (türev ürünler, kripto varlıklar, yüksek riskli yatırımlar) “net kâr” elde etmenin yollarını yaratıyor. Ancak bu enerji, toplumun geneline yayılan bir ısıya, ortak bir refaha dönüşmek yerine, bir avuç “ateş bekçisinin” elinde hapsoluyor.

    Pech de l’Azé Mağarası’nda 400.000 yıl önce aynı noktada tekrar tekrar yakılan ateş, bir alışkanlık, bir kültür, bir yaşam biçimiydi. Bugünün ekonomi yangını ise sürekli hareket hâlinde, sabırsız ve anlamsız. Aynı yerde durup istikrar ve derinlik yaratmak yerine, kısa vadeli kârların peşinde daha fazla tüketim alanını yakıp geçiyor. Bu yangın, Gesher Benot Ya’aqov’daki düzenli ocak izleri gibi planlı ve öngörülebilir değil. Aksine, spekülasyonların körüklediği, anlık tweet’lerle alevlenen veya sönen, kontrol edilemez bir güç hâlinde. İnsanlık olarak ateşi evcilleştirmekle başladığımız yolculuk, şimdi onun vahşi bir versiyonunun kölesi olma tehlikesiyle karşı karşıya.

    En trajik olan ise, bu yangının insanın biyolojik ve sosyal evrimini tersine çevirme potansiyeli. İlk ateş, bağırsaklarımızı küçültmüş, çiğneme sürelerimizi kısaltmış ve bize “boş zaman” armağan etmişti. Modern ekonominin ateşi ise bu boş zamanı yok ediyor. Sürekli bir “üretim” ve “tüketim” çılgınlığı içinde, dakikalarımızı, saatlerimizi, düşünce enerjimizi emiyor. Bizi, yiyeceğini çiğnemeye vakit bulamayan, hazır ve işlenmiş her şeye mahkûm eden bir düzene sürüklüyor. Ateşin etrafında kurulan o sosyal çember, yerini ekranların mavi ışığına bıraktı. Ocak başı sohbetleri, algoritmaların belirlediği kısa videoların pasif tüketimine dönüştü. “Sosyal Beyin Hipotezi”nin temelini oluşturan o derin, karmaşık sosyal bağlar, sığ sosyal medya etkileşimlerine indirgenmiş durumda.

    Peki ya güvenlik hissi? İlk ateş, geceyi güvenli kılmış, vahşi hayvanlara karşı bir bariyer oluşturmuştu. Bugünün ekonomi yangını ise tam bir güvensizlik kaynağı. Gelecek korkusu, işsizlik endişesi, geçim sıkıntısı, insanları sürekli bir teyakkuz hâlinde tutuyor. Ateşin korunaklı alanında doğan “zihinsel huzur” ve “düşünce zemini” yerini kronik kaygıya bırakmış durumda. İnsan, hayatta kalmak için değil, sistemin içinde tutunabilmek için sürekli bir mücadele veriyor.

    İlk kıvılcım, enerjiyi kontrol etme serüvenimizin başlangıcıydı. Bu serüven bizi buhara, elektriğe, nükleer enerjiye ve yıldızların gücünü taklit etme hayaline götürdü. Ancak bu devasa teknolojik sıçrama, maalesef ahlaki ve felsefi bir olgunlukla paralel ilerlemedi. Elimizdeki ateş çok daha güçlü, ama onu niçin yaktığımızı, kimin için ısıttığımızı unuttuk. Enerjiyi, insanlığın ortak ocağını ısıtmak için değil, daha büyük yangınlar çıkarmak için kullanıyoruz.

    Belki de yeniden sormamızın zamanı geldi: Tıpkı o ilk insan gibi, bu ekonomi yangınının karşısında gözümüzü kırpmadan durabilecek miyiz? Onu evcilleştirip, ortak refahımızı pişireceğimiz, hikâyelerimizi anlatacağımız, yeni düşünceler üreteceğimiz bir ocağa dönüştürebilecek miyiz? Yoksa korkup kaçacak ve onun tarafından yakılıp tüketilecek miyiz?

    Sorun ateşin kendisinde değil. Sorun, onu kontrol edebilecek iradeye, bilgeliğe ve insanlığa sahip olup olmadığımızda. İlk ateş insanı bulduğunda, onu daha insan yapmıştı. Bugünün yangını ise bizi, yarattığımız bu canavarın karşısında tekrar av konumuna düşürüyor.

    Ama bu defa şansımız var. Çözüm soyut değil: dayanışma, adalet ve sınır.
    Ekonomiyi dizginleyecek olan şey, sınırsız kâr iştahına “dur” diyebilen bir toplum iradesidir. Büyümenin değil, paylaşımın peşinden koşan yeni bir düzen kurulmadıkça, bu yangın bizi kül edecek. Tüketimin hızını yavaşlatmak, emeğin değerini geri vermek, doğanın hakkını gözetmek, ateşi yeniden insanın hizmetine sokacak tek reçetedir.

    Artık tercih anındayız:
    Ya bu ateşi yeniden ortak soframızın ocağına çevireceğiz…
    Ya da onun alevlerinde yanıp gideceğiz.

    Unutmayalım: Ateş hem yaratır, hem yok eder. Ve bu kez seçim, sadece bir tercihten ibaret değil, varoluş meselesidir.

    Devamını Oku

    Ne Çok, Ne Az

    Ne Çok, Ne Az
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    “Dışarı çıkın ve tüm dünyayı gezin, sonra geri dönün ve dilinizi geliştirin”
    — Mark Twain

    İfrat ve tefrit, klasik düşünce geleneğinde iki uçta duran kavramlardır. “İfrat” haddinden fazla olmak, bir şeyi abartmak; “tefrit” ise yetersiz kalmak, eksik bırakmaktır. Övülen ise bu uçlar arasında ölçülü durmak, yani “itidal”dir. Fakat bu “kutsal” orta yola biraz daha yakından bakmak gerekmez mi? Bazen bu yol, yalnızca ılık bir çorbadır: ne içilir ne dökülür ama orada olması gerektiği için durur.

    “Propaganda, birinin kabul etmek istediği, ancak mantıksal olarak savunamadığı bir fikri savunmak için kullanılan araçtır.”
    — Noam Chomsky

    Toplumun dili bize sık sık temkinli olmayı öğütler: “Abartma!”, “Aşırıya kaçma!”, “O kadar da değil!” Bu ifadeler yalnızca söylem değildir; içimizdeki denetçiyi devreye sokar. İfrat ve tefrit sanki evrensel teraziler gibi sunulurken, gözden kaçan şu olur: Bu terazinin ayarı kimin elinde? Bu “orta”nın ölçüsü kime göre çizilmiştir? Devletin mi, kültürün mü, kurumların mı, yoksa içimizdeki sessiz ama baskın ‘uygunluk’ sesinin mi?

    İfrat ve tefrit, bağlam içinde anlam kazanır. Yüksek sesle gülen bir çocuk “abartılı” bulunur, yasını doya doya yaşayan kişi “fazla duygusal” sayılır. İş yerinde çok konuşan soru soran “fazla kasıyor”, hiç ses etmeyen “pasif” görülür. Sokakta hakkını isteyen “aşırıcı”, susan ise “makul vatandaş” olarak sunulur. Bu etiketler çoğunlukla tartışmayı sonlandırmak için kullanılır: “Sınırı aştın.” O kadar.

    “İktidara karşı adalet, itaat değil aşırılıkla başlar.”
    — Michel Foucault

    İtiraz edenin sesi yüksektir. Bu yüzden “aşırılık” diye etiketlenir. Oysa ölçü, bazen yanlışı meşrulaştırmanın başka adıdır. Çürüyen bir sistemin ortasında hâlâ ölçülü olmak erdem değilse, nedir? Bir bebek ateşlenmişken orta düzeyde endişe hiçbir işe yaramaz. Bazı anlarda aşırılık, hayatî ve ahlaki tek seçenek olabilir. Aşırı şefkat, aşırı duyarlılık, aşırı ilgi… Bunlar aşırılığı aşikâr kılan güzelliklerdir.

    “Sağlıklı olmak, derinden hasta bir topluma iyi uyum sağlamanın bir ölçüsü değildir.”
    — Jiddu Krishnamurti

    İtidali ideal diye sunmak, duyguları törpülemektir. Sevinç kısılır, öfke bastırılır, hatta hayal bile sınırlandırılır. Herkes fısıldar, çünkü akustik pahalıdır. Oysa ılımlılık bazen ahlaki bir kaçış haline gelir. Böylelikle herkes uyum içinde görünür, ama belki de kimse gerçekten kendini ifade etmiyordur.

    “Doğru kişiye, doğru zamanda, doğru miktarda, doğru amaçla ve doğru şekilde kızmak… herkesin gücünde olan bir şey değildir”
    — Aristoteles

    Tarih bize “altın orta”yı bir erdem olarak sundu. Aristoteles için erdem, iki uç arasında bir yerdeydi: Cesaret, korkaklık ile delilik arasında; cömertlik, israf ile cimrilik arasında. Ne var ki gerçek hayatta bu iki uç simetrik değildir. Bazı yanlışlar o kadar büyük bedellere sahiptir ki, onları “denge” içinde değerlendirmek gerçeği görünmez kılar. Bir toplumun “normali” ne kadar eğrilmişse, “itidal” da ona göre şekil alır.

    “Hiçbir şey ölçüsüz gelişme kadar yıkıcı olamaz.”
    — Albert Einstein

    Geçmişte birçok fikir “ifrat” sayıldı. Kadınların oy hakkı, köleliğin kaldırılması, çocuk işçiliğine karşı çıkan sesler—hep “aşırı” bulundu. Ama zaman gösterdi ki, o “aşırılıklar” geleceğimizin normlarını belirledi. Aşırılık, düşüncenin sınırlarını zorlayan özgün bir biçimdir. Körce değil; bilinçli ve gerekçeli bir yoğunluktur. Hak talep etmek, daha yüksek sesle konuşmak, net bir hayır demek… Bunlar bazen tek doğru olandır.

    “Her azaltmada bir manipülasyon olabilir.”
    — Zygmunt Bauman

    Tefrit ise farklı bir dille karşımıza çıkar: minimalist etik ve sade yaşam ilkeleri olarak sunulur. “Az çoktur”,”az konuş, az harca, az yaşa…” Bunlar bazen bilinçli tercih olmakla birlikte, bazen de bastırılmışlıkla karıştırılır. Çalışan azıyla yetinsin diye öğüt verilen “ölçülülük,” aslında bir kontrol aracıdır. Bu, tefriti makyajlayarak pazarlamaktadır.

    “Adalet, her sesi aynı ölçüde kısmak değil; daha fazla ezilene daha fazla kulak vermektir.”
    — Desmond Tutu

    Orta yol, adalet adıyla sık sık iki tarafı eşitlemeye çalışır ama bu çoğu zaman yanıltıcıdır. Birinin ölümüyle diğerinin kırılan tırnağını eşit göstermek, aslında adaleti çarpıtmaktır. Burada gerçekle değil, algının idaresiyle karşı karşıyayız. “İtidal” tavsiyesi, mağdura sabır, faille empati önerisi halini alır. İşte benim sorunum, tam da bu tür bir “ortalık” anlayışıdır: eşitliğe benzer ama adaletten uzaktır.

    “Görünenin ardındaki hikâyeyi daima sor.”
    — Susan Sontag

    Günlük hayattan örneklerle bu mesele daha da berraklaşır:
    Bir düşmek üzere olan kişiye koştunuz, ayağınız takıldı, iki kişiye çarptınız. “Aşırı davrandı,” dediler. Oysa saniyelik bir ifrat yaşam kurtarır.
    Toplantı sessizken bir kişi “anlamadım” der, ardından başkaları cesaret bulur. Bazen bir “aşırılık,” birçok itirafın kapısını açar.
    Ağlayan bir çocuğu “abarttı” diye yargılarken, sonra öğrenirsiniz: evde şiddet var. Aşırılık, aslında yardım çağrısıymış.

    “Yaşamın anlamı, insanın kendi özünü özgür eylemleriyle yaratmasından ibarettir.”
    — Simone de Beauvoir

    Duygular sansürlenerek terbiye edilmez. Sevinç çığlık atmak isteyebilir, öfke adalet aramakla yükümlüdür. Dengeyi dış cetvellerle ölçtüğümüzde yalancı bir dinginlik yaratırız. Bu sahte denge, sonunda tutamadığı duygularla taşar. Bu yüzden ‘itidal’ yaklaşımı duyguda değil, eylemde aranmalı. Kalp çalsın davulunu, akıl tutsun ritmini.

    “Denge, hareketsizlik değil, uyumlu değişimdir.”
    — Martha Graham

    Denge sabit değil; hareketlidir. Yaşam, mikroskobik taşmalarla sürer. Tıpkı yürürken sağa sola salınmak gibi. Bazen ifrata dokunuruz, bazen tefritin kenarından geçeriz ama düşmeden devam ederiz. Bir bale sanatçısının dengesinde hayat vardır; bir kuklanınkinde sadece duruş.

    “En çok susması istenen ses, en çok duyulması gerekendir.”
    — Audre Lorde

    Kime “ölçülü ol” deniyor? Genellikle güçsüz olanlara. “Sıranı bekle, sesi kıs, usulca konuş.” Güç sahibine benzer uyarılar yapılmaz. Gerçek itidal, güçlüye uygulandığında anlamlıdır. Yoksa güçsüz olana yüklenen ölçü beklentisi, sadece daha ince bir kontrol biçimidir.

    “Sessizlik, çoğu zaman onay değildir; bazen sadece duyulmayan bir çığlıktır.”
    — Frida Kahlo

    İfrat ve tefrit, düşünceyi açan araçlardır. Sadece otomatik olarak ortada buluşmayı kutsarsak, hayatı renksizleştirmiş oluruz. Bazen bağırmak gerekir, bazen susmak. Ama ne zaman neyin gerekli olduğunu ortalamaya göre değil, bağlama ve vicdana göre seçmeliyiz.

    “Sanat, gerçeği fark etmemizi sağlayan bir yalandır”
    — Pablo Picasso

    Hayat bazen aşırıdır. Deniz dalgasını kısmak zorunda değildir, gök gürlemesi “orta şiddetli” olmak zorunda değildir. İnsan da, haksızlığın karşısında sesini yükseltebilir. Kötü bir ifrat taşkınlıksa, kötü bir tefrit körelmedir. Ve körelme tüm canlılığın kaybıdır.

    Son söz?

    İnsan bir akıştır. Akışın doğası, bazen çağlamak, bazen sızmak, bazen köpürmektir. Birileri “O kadar da değil…” dediğinde, dönüp bakın ve cesaretle söyleyin:

    “Tam da o kadar.”

    Çünkü bazen doğru olan, ortada değil; yürekte, kırkta, uçta saklı.

    Devamını Oku

    Durdurun Zamanı

    Durdurun Zamanı
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Saatin tik takları masum gelir kulağa. Oysa her bir ses, kulağımıza fısıldanan bir emir gibidir: “Koş, daha hızlı koş, bir sonraki adımı at, geri kalma.” Modern insan, zamanın efendisi olduğunu sanır; oysa zamanı çoktan kaybetmiştir. Kaybettiğini fark etmediği için de bu kayıp, en acımasız olanıdır. Zaman müstehcen bir şekilde sabit görünür, ama biz onu adeta su içer gibi içiyoruz: verimlilik, mesai, üretim bandı… Günde kaç ürün? Kaç saat çalıştın? Bunlar ne ara yaşamın özünün yerine geçti?

    Kadim uygarlıklar zamanı daireler hâlinde düşündü. Döngüsel bir ritim; gün doğar, gece iner, mevsimler gelir ve gider, toprak ölür ve yeniden doğar. Ölüm bile bu döngünün parçasıydı. İnsan kendini bu ritme teslim eder, nehir gibi akardı. Ama bir gün, endüstri devriminin buharıyla birlikte, insanın kulağına başka bir ses çalındı: saat. Edward P. Thompson, meşhur “Time, Work-Discipline, and Industrial Capitalism” makalesinde, sanayi öncesi zaman anlayışının pastoral ritimlerden oluştuğunu, kapitalizmle beraber ise dakikalara, saniyelere bölünüp “iş disiplini” adı altında zincire vurulduğunu anlatır.

    Kapitalizm zamanı ölçülebilir, bölünebilir ve satılabilir bir mal hâline getirdi. Michael Ende, “Momo” romanında bu gerçeği masalsı bir dille tasvir eder: Gri adamlar insanların zamanını çalar, insanlar hızla yaşlanır, ama neden yaşlandıklarını bilmezler. Ende’nin hikâyesi aslında tam da bugünün alegorisidir. Bizim zamanımız da gri takım elbiseli bankacılar, işverenler ve algoritmalar tarafından çalınıyor.

    “Zaman paradır” denir. Oysa bu cümlenin içinde saklı olan zehir, bütün bir uygarlığı hasta etti. Zamanı paraya indirgediğin an, yaşamın kendisini pazara sürmüş olursun. Reddit’te bir kullanıcının ironik şekilde yazdığı gibi: “Hustle culture, yani koşturma kültürü, her saniyemizin pazarda değer yaratmak için harcanması gerektiği fikrine dayanıyor.” Bir başka deyişle, boş zamanımız bile bize ait değil; “gelişim” adı altında kurslara, online eğitimlere, kişisel markalaşma çalışmalarına yatırılıyor. Tatilimiz bile artık üretim için enerji toplama molası.

    Robert Kurz, “Expropriation of Time” adlı yazısında zamanı adeta soyulan bir sandığa benzetir: içinde sakladığımız şeyler yok olur, ama kasanın kapısı kilitli kalır. Bizim zamanımız, bize ait olmayan bir kasada duruyor. Günlerimiz bankaların faiz tablolarına, iş yerinin mesai çizelgesine, sosyal medyanın algoritmik akışına hapsedilmiş durumda.

    Marx’ın bakış açısı burada hâlâ keskin bir bıçak gibi işliyor. Kapitalizm için zaman, değerin ta kendisidir. Moishe Postone, “Time, Labor and Social Domination” kitabında bunu açıkça söyler: kapitalizm, emeği soyutlar, zamanı da onun ölçü birimi hâline getirir. Böylece değer, aslında insanın yaşadığı süreden ibaret hâle gelir. Bu yüzden Marx “serbest zaman”ı özgürlüğün özü olarak tanımlar. Ne ironiktir ki, bugün “serbest zaman” bile paketlenmiş bir tüketim ürününe dönüştü: Netflix maratonları, wellness tatilleri, mindfulness atölyeleri… Hepsi kapitalist makinenin bir başka dişlisi.

    David Harvey’in “time–space compression” kavramını hatırlayalım: teknolojinin ve kapitalizmin yarattığı hız, zaman ve mekân arasındaki mesafeyi yok etti. Artık dünyanın öteki ucuyla bir saniyede konuşabiliyoruz. Peki bu hız bize özgürlük mü getirdi? Hayır. Daha çok iş, daha çok baskı, daha çok kaygı getirdi. Ulaşılmaz olan bir anda ulaşılır hâle geldi ama ironik bir şekilde, hiçbir şeye yetişemez olduk. Günlerimiz banka faizlerine, mesai çizelgelerine, sosyal medya akışlarına hapsolmuş durumda.

    Kapitalizmin cilası altında bize “çözüm” diye satılan mindfulness uygulamaları, verimliliğimizi artırmaya yarıyor sadece. Bir teknoloji şirketinin CEO’su çalışanlarına meditasyon seansları sunuyor, çünkü daha huzurlu bir işçi daha verimli bir işçidir. Sessizlik bile sermayenin çıkarına hizmet ediyor. Oysa Dōgen’in Budist öğretisindeki “Being-Time” anlayışı bambaşka bir şey söyler: biz zamanı deneyimlemiyoruz, biz zamanın ta kendisiyiz. Her an, yalnızca yaşanmak için vardır.

    Kapitalizm affetmez. Saat 9’da başla, 5’te bitir. Fazla mesai, hafta sonu mesaisi, mola masalları. Ve sen hâlâ “katkı” yaptığını zannediyorsun. Hâlbuki sana “çark”tan başka bir şey sunmuyorlar. Her gece yatağa yorgunlukla değil, tüketilmek üzere bırakılıyorsun.

    Raffaello Palandri, “Against the Theft of Time” yazısında kapitalizmin zamanı çalmasına karşı gerçek direnişin, kendi içsel sessizliğini geri kazanmaktan geçtiğini savunur. Bu, lüks bir kişisel gelişim değil; politik bir eylemdir. Çünkü kapitalizm, sessizlikten korkar. Sessizlik onun gürültülü makinelerini susturur.

    İşte tam da bu teorik çerçeve, bugünün Türkiye’sinde yaşananları anlamamızı sağlıyor. Kamu işçilerine 2025 için teklif edilenler: ilk altı ay %24, ikinci altı ay %11 zam. Artı günlük 50 TL, aylık 1500 TL seyyanen ödeme. Türk-İş’in bu teklife “olumluya yakın” bakması, zaman hırsızlığının ne denli içselleştirildiğinin kanıtıdır. Memurlara ise “taban aylığa 1000 TL” teklifi yapıldı, “müzakere edilemez” denildi. Sendika başkanları Ali Yalçın gibi isimler ise isyan ediyor: “Bin lira son derece yetersiz! Talepler karşılanmadı, alanlara çıkıyoruz!” Artık zam değil, sistemin zamansızlığını protesto etme zamanı.

    Bu rakamların enflasyon karşısında eriyen bir avuç kum olduğu ortadayken, mesaj nettir: Sen artı değer üretmek için varsın — bir makine değilsin, ama makine muamelesi görüyorsun.

    Peki bu çarkı kırmak mümkün mü? İşte zamanı çalan sisteme karşı manifestomuz:

    Sessizliği Keşfet: Sessizlik, üretmeyen bir andır. Kapitalizm için işe yaramaz, bu yüzden en değerli silahındır. Bir dakika dur. Nefes al. Tik takları duyma. Bu, devrimci bir eylemdir.

    Zamanı Özne Yap: “Boş vakit” dedikleri, aslında senin yaşama hakkın. Bunu işverenin, devletin, piyasanın lütfu olarak kabul etme. “Zamanımı hiç yönetmeyeceğim” demek, başkaldırının ta kendisidir.

    Sömürme, Var Et: Zamanı planlamaya değil, yaşamaya odaklan. “Günde kaç ürün ürettim?” sorusunu, “Bugün ne hissettim?” sorusuyla değiştir. Mutluluk bir rapor değil; nefes aldıran bir haz olmalı.

    Politik Talebi Yükselt: Evrensel temel gelir, haftada 4 gün çalışma, insanca ücretler… Bunlar hayal değil, zorunluluktur. “Zam değil, adalet istiyorum!” sloganı sokaklarda yankılanmalı. Endüstri devrimi iş disiplinini icat ettiyse, biz de başka bir zaman rejimini icat edebiliriz. Pazartesi günü alanlara çıkma çağrısı, bu icadın ilk adımıdır.

    Hükûmete vereceğin tek mesaj, içindeki eşitlik çağrısı olsun.

    “Zam değil, adalet istiyorum.” “Zamanımı köle ettiğiniz sistemi istemiyorum.” “Günde kaç ürün ürettim sorgusunu, ‘günde ne hissettim?’e çevireceğim.”

    Marilynne Robinson, Martin Hägglund’un “This Life” kitabını değerlendirirken şöyle der: “Bizim için asıl mesele, sınırlı zamanımızla ne yapacağımızdır.” İşte tam da bu yüzden, zamana sahip çıkmak insan olmanın özü hâline gelir.

    Saatin tik takları hâlâ kulağımızda. Ama unutma: bu tik taklar nötr değil. Onlar bir sistemin kalp atışları. Bizim kalbimizle çarpışıyorlar. Kapitalizm zamanı ele geçirdi, çünkü zamanı çalmak, hayatı çalmaktır.

    Ama zaman aslında çalınamaz. Çünkü biz zamanı değiliz; biz onun içinde değiliz; biz bizzat zamanın kendisiyiz. Ve zamanı geri almak, hayata yeniden sahip çıkmaktır.

    Bir gün saatler susacak. O gün geldiğinde, zaman bizim olacak.

    Çünkü zaman, alınıp satılacak bir meta değil—tırnaklarına kadar hissettiğin, yaşamın ta kendisidir. Direniş, şimdi başlıyor

    Devamını Oku

    SESSİZ KIYIM

    SESSİZ KIYIM
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Kelimelerin bazen bir mermi kadar öldürücü, bazen bir sancak kadar taşıyıcı olduğunu biliriz. Bazı kelimeler, yüzyıllar ötesinden gelir, ruhumuza işlenir. “Hakikat,” der Rauf Denktaş, “ne kadar acı olursa olsun söylenmeli, çünkü gizlenen hakikat eninde sonunda bizi boğar.”
    Bugün boğazımıza düğümlenen işte bu hakikat: Batı Trakya’da, tarihimizin bir kez daha hunharca budanması.

    Bizler, bu coğrafyanın dikenli gül bahçesinde büyüdük. Her diken bir sınır, her gül bir umut… Ama ne zaman gözümüzü dört açmasak, o dikenler daha derin batıyor. Şimdi yine öyle bir zamandayız. Batı Trakya Türk azınlığı, bir zamanlar Lozan’la “teminat” altına alındığı sanılan haklarının, nasıl sinsice ve adım adım yok edildiğine tanıklık ediyor.

    Düşman Kervanları Yine Yollarda
    Yunanistan, 2025-2026 eğitim yılı öncesinde Rodop ve Meriç illerinde üç Türk azınlık ilkokulunu kapatma kararı almış. Montesquieu’nun dediği gibi: “Zalimler her zaman kendilerini haklı çıkaracak bir bahane bulur.”

    Gerekçe? Malum, her zaman aynı nakarat: “Ekonomik tasarruflar ve öğrenci azlığı.” Bu gerekçe, öyle bir kılıf ki, içine her türlü faşist ve asimilasyonist politikayı rahatlıkla sığdırabiliyorlar. Öğrenci azlığı, evet, doğrudur, belki de sayısal olarak azdır. Ama bu azlık, kendi kendine mi oluştu? Elbette hayır. Batı Trakya Türkleri, on yıllardır süren sistematik baskılar, ekonomik yoksunluklar ve psikolojik yıldırma politikaları nedeniyle anavatanlarına göç etmek zorunda kaldılar. Bu, bir “doğal” süreç değil, bu, devlet eliyle uygulanan bir “planlı yok etme” stratejisidir. Türklerin topraklarından, köylerinden, kültürlerinden koparılması için her türlü engel çıkarıldı, her türlü zorluk yaşatıldı. Şimdi de o politikaların sonuçlarını, “bakın öğrenci yok” diyerek ahlaksızca kullanıyorlar.

    Peki, bu gerekçe gerçekten de samimi bir gerekçe mi? O halde, gelin, bir de “mütekabiliyet” denen o nazik kavramın bize öğrettiklerine bakalım. Gökçeada’da 11 öğrencisi olan Rum ilkokulu kapanmıyor. Biz, Atatürk’ün “Yurtta sulh, cihanda sulh” ilkesine sığınarak, azınlık haklarını koruyoruz. Çünkü biz, medeni bir devletin azınlıkları lütuf değil, hak olarak görmesi gerektiğini biliyoruz.

    Yunanistan ise tam tersi; Batı Trakya Türklerini, kendi devlet aygıtının “yok edilmesi gereken fazlalık” listesinde tutuyor. Lozan Anlaşması’nı, işlerine geldiğinde kutsal metin gibi öne sürüyor; işlerine gelmediğinde ise yok sayıyor. Bu, sadece Batı Trakya Türklerinin değil, tüm insan hakları hukukunun çiğnenmesidir.

    Talanın Tarihi ve Öğretilen Kin
    Bu olay, tek başına, bir anda ortaya çıkmış bir durum değil. Bu, uzun yıllardır süren, sinsi ve organize bir “kültürel soykırımın” son perdesi. Batı Trakya Türk azınlığının okulları, son yirmi yılda 210’dan 83’e düşmüş. Bu düşüş, bir düşüş değil, bu bir yok oluş. Her kapanan okul, bir kültürün, bir dilin, bir kimliğin daha sessizliğe gömülmesidir. Bu süreç, sadece “ekonomik” gerekçelerle açıklanabilir bir durum değil. Bu, sistematik bir asimilasyon politikasıdır. Bu süreç, “Batı Trakya Türk Azınlığı” kavramını yok ederek, “Müslüman Azınlık” gibi yapay ve etnik kimliği silen kavramlarla ikame etme çabasıdır. Amaç, Batı Trakya’daki Türklüğün kökünü kazımak, bu topraklardan Türklükle ilgili ne varsa silmektir.Her kapatılan okul, sadece dört duvarın kapanması değildir; o, bir dilin, bir kültürün, bir bayramın, bir masalın, bir türkülerin sonsuza dek susmasıdır.

    Nietzsche, “Unutmak, özgürleşmek değil; köleleşmektir,” der. İşte onlar bizi unutturarak köleleştirmeye çalışıyorlar. “Türk” kelimesini bile resmî belgelerden silip yerine “Müslüman azınlık” yazmak, etnik hafızayı silme çabasıdır.

    Yunanistan yönetimi, bu “eğitim politikası”nı sadece okulları kapatarak yürütmüyor. Kin ve düşmanlık tohumlarını da daha küçük yaşlardan itibaren ekmeye başlıyorlar. Geçen sene, Rum yönetiminin, orta ve lise öğrencilerine yönelik “1974 Türk işgali” konulu bir yarışma düzenlemesi, bu sinsi politikanın bir diğer yüzünü gösteriyor. Bu yarışma, sadece “tarih” öğretme amacını taşımıyor, bu, “Türk düşmanlığı” aşılama amacını taşıyor. Bu, genç nesillere, Türklerin birer “işgalci” ve “canavar” olduğunu öğretme çabasıdır. Bu, on yıllardır süren, ABD ve AB tarafından finanse edilen, öğretmen ve öğrencilere Türkiye, KKTC, TMT ve milli mücadele düşmanlığı aşılayan, Türk milliyetçiliğini “ırkçı” ve “faşist” olarak etiketleyen bir projenin parçasıdır.

    Peki biz ne yapıyoruz? Biz, Avrupa Birliği’nin (AB) “ricası” üzerine, okul kitaplarımızdaki sözde “Rum düşmanlığı” metinlerini temizleme adı altında, milli tarihimizi, milli mücadelemizi anlatan metinlerin içini boşaltıyoruz. “Rumların dost ve kardeş olduğu” gibi gerçeklikten uzak, tek taraflı ve naif bir söylemle çocuklarımızı avutmaya çalışıyoruz. Dostluk, iki tarafın da samimi olduğu zaman anlam kazanır. Tek taraflı bir dostluk, aslında bir teslimiyettir, bir boyun eğiştir. Biz, düşmanlık aşılamayalım, evet. Ama gerçekleri de anlatmaktan çekinmeyelim. Unutmayalım, dostluk ve kardeşlik, düşmanlığı unutturmakla, tarihi gerçekleri görmezden gelmekle inşa edilemez.Atatürk’ün uyarısını unutuyoruz: “Tarih yazmak, tarih yapmak kadar mühimdir. Yazan, yapana sadık kalmazsa, hakikat değişmez; fakat iftiralar nesillerin zihnini bulandırır.”

    Erenköy Direnişi ve Lozan’ın Mirası
    Tüm bunlar olup biterken, Erenköy Direnişi’nin yıldönümü de tam bu günlere denk geldi. Bu, bir tesadüf değil, bir sembol. 5-9 Ağustos 1964’te, sadece 200 mücahit ve 600 gönüllü öğrenci, Erenköy’ü 10 binden fazla Rum ve Yunan askerine karşı savunmuştu. Bu, bir destan, bir direniş ve bir ruhun yeniden canlanmasıydı. Bu, “Çanakkale geçilmez” ruhunun, Kıbrıs’ta “Erenköy geçilmez” olarak yankılanmasıydı. Bugün Batı Trakya’da yaşananlar, bu ruha, bu direnişe, bu kararlılığa karşı yapılmış bir taarruzdur. Onlar, en çok bu ruhtan korkuyorlar. Onlar, milli mücadele yıllarındaki o milli ruhtan, o dirilişten ve o uyanıştan korkuyorlar.

    Bu yüzden, Lozan’a karşı olanın, Türklüğü ve milliyetçiliği hor görenin, Yunan faşistlerinden ve Rum EOKA’cılardan farkı yoktur. Bu belki sert bir söylem, belki ağır bir suçlama. Ama beş yıl KKTC de yaşamış, orada da gazeteci kimliğimle uzunca süredir bu meseleleri araştırmış, detayları ve acı gerçekleri yazmış biri olarak, daha yumuşak bir söylemi vicdanım kabul etmiyor. Onların kinleri, onların düşmanlıkları, onların sinsi planları aynı. Onların amacı, Batı Trakya’daki Türkleri yok etmek, onların kültürlerini, dillerini, kimliklerini yok etmektir. Ve bu amaca ulaşmak için her türlü yalanı, her türlü bahaneyi ve her türlü faşist politikayı kullanmaktan çekinmiyorlar.

    Bu yüzden, uyanık olalım. Milli bilincimizi koruyalım. Tarihimizi unutmayalım. Gerekirse, sesimizi yükseltelim, direnelim, tıpkı Erenköy’de olduğu gibi. Çünkü bu, sadece birkaç okulun kapatılması meselesi değil, bu, varoluşumuzun ve kimliğimizin savunulması meselesidir.

    Şimdi soruyorum: Biz susarsak, kim konuşacak? Biz unutursak, kim hatırlayacak? Biz teslim olursak, kim direnecek?

    Tarih, uyuyan milletleri acımasızca siler. Atatürk, “Türk çocuğu atalarını tanıdıkça daha büyük işler yapmak için kendinde kuvvet bulacaktır” derken, bize sadece geçmişimizi değil, geleceğimizi de teslim ediyordu…

    Batı Trakya’daki bir okulun kapısına vurulan kilit, aslında bizim hafızamıza vurulan kilittir. Ve o kilidi kırmak, bizim görevimizdir.
    Bugün Erenköy’ü, Lozan’ı, milli mücadeleyi hatırlamak; sadece tarih bilinci değil, bir varoluş meselesidir.

    Ya uyanacağız, ya da başkalarının yazdığı tarihte dipnot olacağız.
    Seçim bizim.

    Devamını Oku

    Kiralık Kaderler

    Kiralık Kaderler
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    “Siyasette tesadüflere yer yoktur, bir olay olduysa, öyle olması planlanmıştır.” – Franklin D. Roosevelt


    Güney Kafkasya’nın kadim topraklarında, 8 Ağustos 2025 tarihi, bölgenin hayati bir arterinin kaderini yeniden yazdı. Ermenistan’ın Syunik bölgesinden kıvrılan yaklaşık 40 kilometrelik Zengezur Koridoru, Amerika Birleşik Devletleri’ne “geliştirme ve işletme hakkı” adı altında, 99 yıllığına devredildi. Bu, basit bir ulaşım projesinin ötesinde, küresel güç mücadelesinin Kafkaslar’da somutlaşmış bir tezahürüdür. “Davut’un Gölgesi” başlıklı yazımda değindiğim gibi, bu koridor Türk dünyasının omurgası olma potansiyeli taşırken, görünmez tehditlerle de kuşatılmıştı. Bugün, o gölgeler Atlantik’in ötesinden uzanarak jeopolitik bir gerçekliğe dönüştü. George Orwell’ın dediği gibi, “Uluslararası politika, güç mücadelesinden başka bir şey değildir. Gücün amacı, daha fazla güç elde etmektir.”

    “Kiralama” kavramı, emperyal diplomasinin kadim bir silahıdır. Tarih, bu tür anlaşmaların sıklıkla sömürgeciliğin ve hegemonik kontrolün kılıfına büründüğünün sayısız örneğiyle doludur. 1903’te ABD’nin, Panama Kanalı kontrolü için Kolombiya’dan kopardığı Panama’yı 99 yıllığına kiralaması, bölgeyi onlarca yıl sömürgeleştirdi; ancak 1977’deki Torrijos-Carter Anlaşmaları ile sona erdi. Süveyş Kanalı’nda ise İngiliz-Fransız müdahalesi, Mısır’ın borç tuzağına düşürülmesiyle “kiralama” perdesi altında gerçekleşti; 1869’da açılan bu stratejik geçit, 1956’daki Süveyş Krizi’ne dek yabancı güçlerin denetiminde kaldı. Benzer bir kader, 1878’de Osmanlı İmparatorluğu’nun Kıbrıs’ı İngiltere’ye “kiralaması” ile yaşandı: Bu idari devir, 1914’te doğrudan ilhaka zemin hazırladı ve Akrotiri ile Dikelya’daki İngiliz egemen üs bölgeleri, adanın bölünmüşlüğünün sembolü olarak bugüne kadar sürdü. Hong Kong’un 1898’de Çin’den İngiltere’ye 99 yıllığına kiralanması da Britanya’nın Asya’daki sömürgeci genişlemesinin bir parçasıydı ve 1997’deki iadeye dek bölgede ekonomik ve siyasi hakimiyet sağladı. Zengezur’daki bu model, tarihin basit bir tekrarı değil; sömürgeciliğin modernize edilmiş, altyapıya nüfuz eden bir versiyonudur. Demiryolu hatları, enerji nakil şebekeleri, fiber optik ağlar – koridorun tüm kritik damarları, Amerikan sermayesinin kontrolüne geçiyor. Trump’ın “tarihi zafer” diye lanse ettiği bu anlaşma, özünde Wall Street’in bölgesel kaynaklara erişiminin zaferidir. Lord Palmerston’ın o meşhur sözü burada yankılanıyor: “İngiltere’nin ebedi dostları ve düşmanları yoktur; sadece ebedi çıkarları vardır.” ABD için de bu, ebedi çıkarın yeni bir tezahürüdür.

    Tahran’ın bu hamleye karşı gösterdiği şiddetli tepki, salt siyasi bir itirazın ötesinde, derin bir varoluşsal endişeden besleniyor. İran Dini Lideri Danışmanı Ali Ekber Velayeti’nin “Bu koridoru engelleyeceğiz” uyarısı boşuna değil. Koridor, İran’ın Ermenistan’la olan 44 km’lik can alıcı sınırını kopararak Tahran’ı Kafkaslar’dan tecrit ediyor. Daha da vahimi, İran’ın kuzeybatısında yaşayan 30 milyon Azeri Türk’ünün bölünme dinamiklerini tetikleme potansiyeli taşıyor. İran’ın alternatif projesi “Aras Koridoru”nun rafa kaldırılması ve ABD’nin sınırına fiilen üs konuşlandırma ihtimali, Tahran için bir güvenlik kâbusudur. 2020’deki askerî tatbikatların gösterdiği gibi: Zengezur, İran’ın kırmızı çizgisidir. Gamal Abdel Nasser’ın Süveyş için söyledikleri, İran’ın ruh halini yansıtıyor: “Bizim topraklarımız üzerindeki yabancı kontrolüne asla boyun eğmeyeceğiz. Bu, egemenliğimizin ve onurumuzun meselesidir.”

    Türk dış politikasının bu anlaşmaya yönelik memnuniyet beyanları ise derin bir paradoksu gözler önüne seriyor. Yıllarca “Türk dünyasının birleşmesi”nin sembolü olarak yüceltilen Zengezur, şimdi ABD’nin jeopolitik bir şantiyesine dönüştü. Dışişleri Bakanlığı’nın kısa vadeli diplomatik kazanım vurgusu, uzun vadeli stratejik tuzağı gözden kaçırıyor gibidir. Zira koridorun kontrolü ABD’de olduğunda:

    • Enerji akışının fiyatını ve rotalarını Washington belirleyecek,
    • Türkiye’nin Nahçıvan-Orta Asya bağlantısı Amerikan iznine tâbi olacak,
    • İran’la yaşanacak bir gerilimde sınır güvenliği ciddi risk altına girecektir.
      Bu tablo, İncirlik Üssü’nün veya Kıbrıs’taki İngiliz egemen üs bölgelerinin yarattığı stratejik kırılganlığı akla getiriyor: Görünürde egemenlik, pratikte vesayet. Henry Kissinger’ın uyarısı anlam kazanıyor: “Stratejiyi taktiksel kazanımlar için feda etmek, nihai yenilginin reçetesidir.”

    Anlaşmanın görünmeyen mimarı, Rusya’nın Kafkaslar’daki nüfuzunun erimesidir. Moskova’nın Ukrayna bataklığında debelenmesi, ABD’ye bölgedeki güç boşluğunu doldurma fırsatını sundu. Daha da çarpıcı olan, bu koridorun Çin’in “Kuşak ve Yol İnisiyatifi”nin kalbine saplanan bir hançer olmasıdır. Orta Asya enerjisini doğrudan Avrupa’ya taşıyacak bu hat, Pekin’in Avrasya entegrasyon planlarını baltalarken, İran üzerinden geliştirilmeye çalışılan alternatif güzergâhları da etkisiz kılıyor. Reuters ve Al Jazeera analizlerinin altını çizdiği gibi, bu proje ABD’nin Avrasya enerji haritasını kendi lehine yeniden çizme hamlesidir. Zbigniew Brzezinski’nin “Büyük Satranç Tahtası”nda vurguladığı gibi, “Avrasya, dünya üzerinde hegemonya için mücadelenin merkezî arenasıdır.”

    Zengezur artık coğrafi bir geçiş yolu değil, küresel güçlerin hegemonya satrancında ileri sürülen bir piyondur. Trump’ın “Barış ve Refah Rotası” söylemi, bölgenin acı gerçeklerini örtbas etmeye yetmiyor. Ermenistan için toprak bütünlüğü tehdidi, Azerbaycan için kısmi bağımlılık, Türkiye için stratejik belirsizlik, İran içinse varoluşsal tehlike demektir. “Davut’un Gölgesi”nde işaret edildiği üzere, bu koridorlar haritaları yeniden çizer – ancak kalem artık bölge halklarının elinde değildir.

    Türkiye’nin alkışları, İran’ın öfkesinden daha kaygı vericidir. Zira zafer diye sunulan, tarihin sömürgecilik labirentinde kayboluşun başlangıcı olabilir. Gerçek barış, ancak bölgesel iradelerin özgürce şekillendirdiği stratejilerle tesis edilir. Zengezur’daki o 99 yıllık imza ise, başkalarının çizdiği haritalarda kendi kaderini kaybetmenin ağır bedelidir. Ünlü Arap düşünür İbn Haldun’un Mukaddime’deki tespiti bu anlaşmanın özünü özetler nitelikte: “Mağlup olan, daima galibin kılıcına ve kültürüne gönüllü köle olur.” Bu kiralama, bir kılıç gölgesinin altına girmekten farksızdır.

    Devamını Oku

    Yangınlar ve Yanık Hayatlar

    Yangınlar ve Yanık Hayatlar
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Sahi, gözlerinizi kapatıp son günlerde yaşadıklarımızı düşününce zihninizde ne canlanıyor? Bir yanda ormanlarımız yanıyor, ciğerlerimiz yanıyor, geleceğimiz yanıyor. Öte yanda, pazar poşetimizdeki boşluktan, tenceremizde kaynamayan sudan, cebimizdeki delikten çıkan alevler içimizi yakıyor. Her yerimiz yanıyor. Mutfaklarımız da yanıyor, ormanlarımız da. Ama nedense, tüm bu alevler içinde birileri mangal keyfi yapıyor gibi. Yokluklar, yoksulluklar, yolsuzluklar, depremler, sel felaketleri, kadın cinayetleri, çocuk istismarları… Liste o kadar uzun ki, insan gözlerini kapatsa da zihni bir türlü uyuyamıyor.

    Ama bir de “Aphantasia” problemi var. Hani şu zihin gözü körlüğü dediğimiz durum. Lancaster’li Niel Kenmuir’in koyun sayma hikâyesi aklıma geldi: Üvey babası ona uyuyamadığında koyun saymasını söylüyormuş, ama Niel çitlerden atlayan koyunları canlandıramadığı için sayacak bir şey bulamıyormuş. İşte tam da bu durumdayız. Biz de bu kadar yangın, bu kadar yoksulluk varken bile, “Her şey yolunda” diyenleri anlayamıyoruz. Acaba diyorum, birileri de mi koyunları sayamıyor? Ya da saymak istemiyor? Gördüklerini göz ardı etme yeteneği, bazıları için bir yaşam biçimi haline gelmiş.

    Bu durumdan en çok faydalananlar da, fıkralardaki Temel gibi, zihinsel körlük numarası yapanlar.

    Fadime, çok zengin ama pek de güzel sayılmayan bir kadın. Gözü yakışıklı Temel’e takılmış. Cesaretini toplayıp sormuş: “Benimle evlenir misin?” Temel hiç düşünmeden, “Gözüm kapalı evlenirim!” demiş. Fadime, aşkına karşılık bulmanın sevinciyle krallara layık bir düğün yapmış. Nikah memuru Temel’e “Fadime’yi eşliğe kabul ediyor musun?” diye sorunca, Temel gözlerini sımsıkı kapayıp “Evet!” demiş. Fadime duygulanmış: “Uyy Temel! Benimle gözü kapalı evleneceğini söylerken şaka ediyorsun sanmıştım. Meğer beni gerçekten çok seviyormuşsun!” Temel ise şöyle cevap vermiş: “Sevmekle ne ilgisi var da! Bu suratı göre göre kim ‘Evet’ diyebilir?”

    Görünen o ki, Temel gözlerini kapatınca sadece çirkin yüzü görmemekle kalmamış, aynı zamanda Fadime’nin servetinden de nasiplenmiş. İşte bugünkü durumumuz da tam olarak bu. Birileri, yaşanan tüm çirkinliklere karşı kör taklidi yapıp, iktidarın nimetlerinden nemalanıyor. Ne adalet arayışı, ne liyakat, ne de halkın derdi umurlarında. Yeter ki sofraları zengin olsun, kasaları dolsun.

    Ama bir de “Temaruz” diye bir problem var. Temaruz, insanların görme kaybını bilinçli olarak taklit etmesi durumu. Yani, her şeyi görüp, görmüyormuş gibi yapmak. İşte asıl tehlike burada başlıyor. Çünkü birileri, bu yangınları, bu yoksullukları, bu adaletsizlikleri gayet net bir şekilde görüyor ama işlerine gelmediği için görmezden geliyor. Onlar, Temel gibi servete konmanın peşinde.

    Ama her kör taklidinin bir sonu vardır. Temel’in sözleri, Fadime’nin uykusunu kaçırmış. Artık her gece sağa sola dönüyor, uyuyamıyormuş. Uyku problemi başlayan Fadime, gece rahat uyumak umuduyla hocaya 20.000 lira vererek okuttuğu suyu içip yatağa girmiş. Bir saat kadar sonra kocasını uyandırıp “Ula Temel! Verdiğim para haram olsun! Bu hoca da beni uyutamadı!” demiş. Temel gülerek cevap vermiş: “Yoo, öyle deme Fadime! Verdiğin para adama helal olsun! Seni uyutmuş, hem de ayakta uyutmuş!”

    İşte bu fıkra, bugünkü durumumuzu anlatmaya ne kadar da uygun. Toplum olarak gözümüzün önündeki yangınlara, yoksulluğa, adaletsizliğe gözlerimizi kapattıkça, birileri bizi “ayakta uyutuyor.” Onlara verdiğimiz her oy, aslında bu uyutulma sürecini uzatıyor.

    Eğer gözlerinizi kapatıp düşündüğünüzde zihninizde bir şey canlanmıyorsa, o zaman gerçekten de “Toplumsal Aphantasia” salgını var demektir. Ama yok, eğer o yanan ormanlar, o yoksul sofralar, o adaletsiz mahkeme kararları zihninizde canlanıyorsa ve buna rağmen oylarınızı helal ediyorsanız, ben de size Temel gibi cevap vereceğim: Helal olsun! Sizi ayakta uyutmuşlar!

    Ama yine de biraz düşünün.

    Çünkü siz düşündükçe, onların oyları ve maskeleri gerçekten düşüyor.

    Devamını Oku

    DAVUT’UN GÖLGESİ

    DAVUT’UN GÖLGESİ
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    “Birileri barıştan bahsediyorsa, ya savaşa hazırlanıyorlardır ya da yıkıma.”

    Haritalar bazen fısıldar. Kimi zaman bir çizgi, bir sınır değildir; bir niyetin izidir. “Davut Koridoru” da böyle bir çizgidir. Harita üzerinde sıradan bir geçiş yolu gibi görünen bu hat, aslında bir çağın, bir ideolojinin, hatta bir imparatorluk tahayyülünün damarlarından biridir. İsrail’den başlayıp Ürdün, Suriye, Irak ve nihayet Türkiye sınırına uzanan bu güzergâh; yalnızca topraklar arasında değil, devletler, halklar ve ideolojiler arasında da bir bağ kurar. Ama bu bağ, dostluk değil, kuşatma zinciridir. Çünkü bu yol, bir yerden bir yere ulaşmak için değil, bir devletten diğerini sıkıştırmak için vardır. Bu yolun sonu, Akdeniz’e değil, Anadolu’nun kıyısına çıkar. Ve biz hâlâ “koridor nedir?” diye sorarken, koridor sessizce tamamlanır.

    Davut Koridoru terimi sadece bir siyasi jargon değildir. Tevrat’ta geçen Arz-ı Mevud, yani Nil ile Fırat arasında Tanrı’nın Yahudilere vadettiği topraklar, tarih boyunca birçok emperyalist aklın zeminini oluşturmuştur. Bu hayal bir harita üzerinde yalnızca kutsal metinlerle değil, strateji belgeleriyle, askeri planlarla, diplomatik protokollerle ve vekil güçlerle desteklenmiştir. Theodor Herzl’in rüyası, 20. yüzyılda Sykes-Picot anlaşmasıyla biçimlendirilmiş; 2000’li yıllarda ise ABD’nin Büyük Ortadoğu Projesi kapsamında yeniden güncellenmiştir. 2006’da Ralph Peters tarafından çizilen ve Blood Borders (Kanlı Sınırlar) adıyla yayımlanan haritada bu koridor açıkça işaretlenmiştir. Suriye’nin parçalanması, Irak’ın üçe bölünmesi, Türkiye’nin güneyinden kesilerek bir Kürt devleti yaratılması… Bunlar kehanet değil, adı konmuş planlardır.

    İşte tam bu noktada İsrail’in kuzeydeki güvenliğini garanti altına almak için bir tampon kuşağa ihtiyacı olduğu görülür. ABD’nin askeri olarak Irak’tan çekilirken Suriye’deki Tanf Üssü’nde ısrarla kalması, bu planın stratejik merkezidir. İsrail’in Kuzey Irak’ta yıllardır eğitim ve sivil yardım adı altında yaptığı saha çalışmaları, PKK’nın Irak-Suriye hattındaki dönüşümü, bu koridorun altyapısıdır. Yani, bu yolun taşları çoktan döşenmiştir. Şimdi sıra, haritaya son çizgiyi çekmektedir. Bu çizgi ise doğrudan Türkiye’nin kalbine uzanır.

    Bu hat öylesine sinsi ilerler ki, ilk bakışta bir enerji koridoru, insani yardım geçidi ya da lojistik güzergâh gibi sunulur. Ama gerçekte içinde gaz değil; ideolojik mayınlar taşır. Çünkü bu güzergâhın geçtiği her noktada bir etnik temizlik yaşanmıştır ya da yaşanacaktır. Suriye’nin kuzeyinde Arap aşiretlerinin boşalttığı köyler, Haseke’deki demografik değişim, Süveyda’daki Dürzi isyanlarının dikkat çekici zamanlaması… Tüm bunlar, bu hattın yalnızca askeri değil, sosyolojik bir mühendislik projesi olduğunun göstergesidir. Kürtler, Dürziler, Türkmenler, Araplar; hepsi bu proje içerisinde ya konumlandırılmış ya da yerinden edilmiştir. Amaç sadece yol yapmak değil, harita yapmaktır. Ve harita yapmanın en tehlikeli yolu, halkları yerinden oynatmaktır.

    Bu noktada Türkiye’nin tavrı ve algısı yaşamsal bir eşiktedir. Çünkü bu yolun sonu, Şırnak-Hakkari hattına, yani Türkiye’nin en kırılgan yerine dayanır. Bir devletin sınırı zayıfsa ordusu güçlü olsa da o devlet içten çöker. Türkiye’nin sınır ötesi operasyonlarla bu hattı kesmeye çalışması, boşuna değildir. Ancak askeri müdahalelerin ötesinde, bu yolun meşrulaştırılmasını sağlayan asıl şeyin “barış dili” olduğunu görmek gerekir. Ve işte bu noktada karşımıza çok daha sinsi bir manevra çıkar: PKK’nın silah bırakması.

    PKK silah bırakıyor… Peki neden şimdi? Cevap net: Çünkü artık silaha değil, meşruiyete ihtiyaçları var. Savaşarak ele geçiremediklerini, siyasal zeminle ve barış maskesiyle meşrulaştırmak istiyorlar. Bu barış, bildiğimiz anlamda bir suskunluk değil; stratejik bir dönüşümdür. Silah bırakmış bir PKK, dünya nezdinde “terör örgütü” olmaktan çıkar, “demokratik bir halk hareketine” dönüşür. Ve bu dönüşüm, Davut Koridoru’na uluslararası hukuk önünde “haklılık kazandırır.” İşte asıl oyun burada başlar.

    Yani artık harita, silahla değil; söylemle çiziliyor. Bugün barış dedikleri şey, aslında harita değişikliğidir. PKK artık savaşarak değil, susarak bu plana hizmet ediyor. Çünkü suskunluk, bazı savaşlardan daha çok şey kazandırır. Bu koridorun fiziki olarak tamamlanması için gereken şey artık çatışma değil, uzlaşıdır. Ve bu uzlaşı, Türkiye’ye “bakın barış oldu, şimdi bu halkların kendi kaderini tayin etme hakkına saygı duyun” mesajıyla dayatılacaktır.

    Bu sessizlik, silahın sustuğu değil; haritanın konuştuğu bir sessizliktir. Ve o harita, gözümüzün önünde çiziliyor. Eğer bu çizgiyi anlamazsak, bir sabah uyandığımızda yalnızca komşularımız değişmiş olmayacak; biz de artık bambaşka bir haritanın içinde, eski sınırlarını hatırlamayan bir millet olarak kalacağız.

    Bu daha başlangıç.


    “Susturulan bir silahın yerine çoğu zaman bir harita çizilir.”

    PKK’nın silah bırakması, yüzeyde bir geri çekilme gibi sunulsa da bu aslında bir ileri hamledir. Çünkü modern savaşlarda mutlak galip olmak için silah kullanmak gerekmiyor; meşruiyet kazanmak yetiyor. 20. yüzyılın sonunda terör kavramı üzerine yapılan en büyük dönüşüm şuydu: “Savaşla elde edilemeyen hedefler, barışla meşrulaştırılır.” PKK, tam da bu evrimsel çizginin üzerinde yeniden şekilleniyor. Artık terör değil, “temsil” kavgası veriyor. Artık silahlı mücadele değil, uluslararası tanınırlık peşinde.

    Bunu anlamak için geçmişe dönelim. 2013-2015 yılları arasındaki çözüm süreci, aslında bu yeni dönemin test alanıydı. Devlet ile örgüt arasında yapılan görüşmelerde, örgütün taleplerinden biri netti: “Siyasi muhatap olarak kabul edilmek.” Silah bırakma, bunun karşılığı olarak masadaydı. Ama süreç başarısız oldu. Çünkü Türkiye o dönemde henüz “harita müdahalesi”nin ne anlama geldiğini tam kavrayamamıştı. Bugün ise aynı oyun, çok daha sofistike bir yöntemle devrede. Bu kez süreç “iç kamuoyuna” değil, “uluslararası kamuoyuna” oynanıyor.

    PKK, yalnızca Türkiye içindeki bir örgüt değildir. Suriye’de YPG, Irak’ta KCK, İran’da PJAK ve Avrupa’da diaspora uzantılarıyla çok başlı ama tek merkezli bir yapı olarak işlev görür. Bu yapı, yıllardır ABD ve İsrail tarafından istihbarat ve saha mühendisliğiyle yönlendirilmiştir. 2014 yılında Kobani olaylarıyla yükselen YPG profili, ABD’nin IŞİD’e karşı sahadaki “etkili kara gücü” olarak tanımlandı. O andan itibaren YPG’nin hukuki statüsü, PKK’dan ayrıştırılmaya çalışıldı. Ama herkes biliyor ki, bu iki yapı aynı dokudan doğmuştur. Bugün YPG, bir terör örgütünün başka bir isimle yeniden pazarlanmış halidir.

    Ve şimdi planın en kritik eşiğindeyiz:
    PKK silah bırakırsa, YPG/SDG’nin meşruluğu resmileşecek. Türkiye’nin elindeki “teröre destek veriyorsunuz” argümanı çökecek. Bu yeni aktör, uluslararası hukukta “etnik temsiliyet” iddiasıyla kabul görmeye başlayacak. Avrupa’daki diplomatik masalarda “Kürt temsiliyeti” artık Barzani’yle sınırlı olmayacak; SDG’nin söz hakkı doğacak. Birleşmiş Milletler çatısı altında tanınma çabaları, STK’lar eliyle yürütülecek. Ve Türkiye, bir terör örgütüyle değil, “meşru temsil” iddiasındaki bir yapıyla karşı karşıya kalacak.

    Burada kritik olan şudur:
    Silah bırakmak, bu yapının ideolojisinden, hedeflerinden, kadrosundan, yayılmacılığından vazgeçtiği anlamına gelmez. Aksine bu bir stratejik pozisyon değişikliğidir. Terörist olarak mücadele ettiği bölgelerde artık “sivil güç” olarak kalacak; ama varlığını sürdürecektir. Haritadan silinmeyecek, haritanın bir parçası olacaktır.

    ABD ve İsrail bu senaryoyu 1990’lardan beri kullanıyor. Örnek mi?

    • 1995 Dayton Anlaşması sonrası Bosna’daki savaş suçluları bir gecede parlamentoya dönüştürüldü.
    • 1999’da UÇK (Kosova Kurtuluş Ordusu) önce NATO’nun kara gücü oldu, sonra Kosova’nın kurucu hükümeti.
    • 2001’de Kuzey Irak’taki peşmerge yapılar, doğrudan ABD’yle çalışan “resmî ordu” haline getirildi.

    Aynı model şimdi PKK/YPG için sahnede.
    Silahı bırak, masaya otur.
    Masaya otur, meşrulaş.
    Meşrulaş, devletçiğe dönüş.
    Ve işte o devletçik, Davut Koridoru’nun merkezine yerleştirilir.

    Bu yapı bir etnik yapı değildir; stratejik bir araçtır. Bu araçla:

    • İsrail’in kuzey kuşağı güvence altına alınır,
    • İran’ın batıdan yayılması kesilir,
    • Türkiye’nin Suriye ve Irak derinliği parçalanır,
    • Doğu Akdeniz enerji hattı İsrail kontrolüne geçer.

    Türkiye, bu koridorun sonundaki duvar olmaktan çıkarsa, tüm hat çöker. Bu yüzden hedef Türkiye’yi “içeriden çözmektir.” PKK’nın silah bırakması, içerideki çatışmayı durdurmaz; Türkiye’nin dışındaki çevreleme çemberini görünmez hale getirir. Ve işte asıl tehlike burada başlar.

    Silah sesi kesildiğinde insanlar rahatlar, devletler rehavete kapılır. Ama bu sessizlik, önceden yazılmış bir haritanın üzerini örtmek için tasarlanmışsa, barış değil, aldatmadır.


    “Bir ülkeyi yıkmak için içine bomba atmaya gerek yok. Haritasını küçült, kalan boşlukta boğulur.”
    — Heinrich von Moltke, (1871)

    Davut Koridoru’nun tamamlanması, sadece sınırların değişmesi anlamına gelmeyecek. Bu, Türkiye’nin yüzyıllık dış politikasının, savunma doktrinlerinin ve bölgesel nüfuz alanlarının tek tek parçalanması demektir. Çünkü Türkiye yalnızca kara üzerinden değil; deniz, enerji, diplomasi ve kültür üzerinden kuşatılacaktır. Bu koridor, Türkiye’yi bir “hat devleti”ne indirgeme projesidir. Sınırlarının dışında hiçbir etki gücü olmayan, içeride kendi sorunlarına gömülmüş bir pasif tampon devlet…

    Önce denizden başlayalım.
    Türkiye’nin son yıllarda geliştirdiği Mavi Vatan doktrini, Doğu Akdeniz’de enerji haklarını, deniz yetki alanlarını ve stratejik derinliğini savunan bir duruştur. Bu doktrin, sadece Yunanistan’a değil; İsrail ve Güney Kıbrıs’a da doğrudan karşı durmaktadır. Çünkü İsrail’in Akdeniz gazını Avrupa’ya taşıma projesi (EastMed), Türkiye bypass edilerek planlanmıştır. Ancak kara üzerindeki güvenlik eksikliği, denizdeki iddiayı da düşürür. Eğer Türkiye, güney kara sınırlarında bir vekil devletle komşu olursa, Doğu Akdeniz’de manevra kabiliyeti ortadan kalkar. Çünkü artık sadece denizden değil, karadan da çevrilmiş olacaktır.

    Bir örnekle somutlaştıralım:
    Bugün Türkiye, Libya ile yaptığı deniz yetki anlaşmasıyla Yunanistan’ın ve İsrail’in EastMed hattını kesmiştir. Ancak aynı Türkiye, Suriye’nin kuzeyinden başlayan ve Irak’a kadar uzanan bir koridorla kendi enerji projelerinden dışlanırsa, Libya ile kurduğu enerji ekseni içi boş bir hayale döner.

    İkinci olarak, Azerbaycan bağlantısı…
    Karabağ Savaşı sonrası oluşan Türk dünyası ekseni, Zengezur Koridoru ile doğrudan Türkiye’ye bağlanmak üzeredir. Bu koridor Türk Devletleri Teşkilatı’nı yalnızca kültürel değil, ekonomik ve jeopolitik birliğe dönüştürme potansiyeline sahiptir. Ancak Davut Koridoru, Zengezur’un tam karşısına yerleştirilmiş bir “karşı koridor”dur. Doğudan Türk birliğini Akdeniz’e bağlayan kuşağa karşılık, güneyden İsrail destekli Kürt devletiyle Türkiye’nin doğusunu kesmeyi hedefler. Yani biri Türk dünyasını birleştirmeye çalışırken, diğeri Türkiye’yi doğudan sabitlemeye çalışır.

    Ve sonra içerisi…
    Bu koridor tamamlandığında, Türkiye’nin iç siyaseti de etkilenecektir. Sözde özerklik talepleri, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararlarıyla meşrulaştırılmaya çalışılacak; bazı belediyeler “barışçıl talepler” adı altında referandum çağrıları yapacak; üniversiteler, medya ve STK’lar üzerinden “barış içinde ayrı yaşama hakkı” gibi yeni söylemler üretilecektir. Bütün bunlar, PKK’nın silah bırakmasıyla başlayan sürecin “siyasi federalizm” evresidir. Ve bu evrede, silahlar konuşmaz; akademik makaleler, Brüksel raporları ve diplomatik telkinler konuşur. Türkiye’nin en tehlikeli düşmanı artık dağda değil; masa başındadır.

    Peki, Türkiye ne yapabilir?

    Birincisi, terörle mücadele dilinden çıkıp “devletleşmeye karşı mücadele” diline geçmelidir. Bugün artık mesele bir örgüt değildir; yeni bir devlet projesidir. Bunun için tüm dış politika, sınır ötesi operasyonlardan daha fazlasını kapsayacak şekilde yeniden yapılandırılmalıdır.

    İkincisi, doğu eksenini sağlamlaştırmalıdır. Türk Devletleri Teşkilatı’nı bir tür “pan-Türk savunma paktı” haline getirmek, sadece Azerbaycan ile değil, Türkmenistan, Özbekistan, Kazakistan ile savunma işbirlikleri kurmak zorundadır. Aksi halde Zengezur bir hayal, Türk birliği bir nostalji olur.

    Üçüncüsü, enerji bağımsızlığı ve geçiş yollarında alternatif ittifaklar geliştirmelidir. İran ile diplomatik denge korunmalı, Irak merkezi hükümetiyle doğrudan temaslar artırılmalı, Mısır, Libya ve Cezayir gibi ülkelerle Akdeniz işbirliği derinleştirilmelidir. Çünkü bu koridor yalnızca askeri değil, enerji üzerinden de Türkiye’yi devre dışı bırakmayı hedeflemektedir.

    Ve son olarak, iç cephede zihinsel birlik kurulmalıdır. Bu bir parti meselesi değil; bir devletin harita dışına itilme meselesidir. Farklı fikirler, farklı ideolojiler elbette olacaktır. Ama haritanın korunmasında herkesin aynı cümlede birleşmesi gerekir. Çünkü artık mesele, “birlikte nasıl yaşayacağımız” değil; “hangi haritada kalacağımız” meselesidir.

    Barış bazen bir pusudur.
    Silahların sustuğu yerde, haritalar konuşuyorsa;
    Sessizlik bir zafer değil, bir kayıptır.
    Ve eğer bu koridor tamamlanırsa, biz yalnızca bir yol değil, bir çağı kaybederiz.

    İşte bu yüzden, Davut Koridoru sadece coğrafi değil, tarihî bir tehdittir.
    Ve buna verilecek cevap, sadece diplomatik değil, medeniyet düzeyinde olmalıdır.

    Devamını Oku

    Kutsala Sar, Yak Gitsin

    Kutsala Sar, Yak Gitsin
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Sivas’tı.
    2 Temmuz 1993.
    Bir otelin önünde toplanan kalabalık, “yakın, yakın” diye bağırıyordu.
    İçeride kimler mi vardı? Şairler, yazarlar, ozanlar…
    Birlikte türkü söylemiş, kitap imzalamış, memleket üzerine kafa yormuş insanlar.
    İçeriden çıkan son cümle, “Kapıları tutun, buradan çıkış yok,” olmuştu.

    Madımak Oteli’nin dumanı göğe yükselirken, yalnızca canlar değil, bu memleketin aklı da tutuşmuştu.
    O günkü yangını “öfke”, “hassasiyet”, “dini vecd” diye açıklamaya çalışanlar, aslında devletin gözü önünde örgütlü bir cehaletin harcını karıyorlardı.
    Ve şimdi, o günden tam 32 yıl sonra, biz hâlâ aynı harçla örülen bir duvarın önündeyiz.

    Dün, bir türküye tahammül edemeyenlerin torunları, bugün bir karikatür karşısında öfkeyle köpürüyor.
    İkisi arasında zaman var, ama zihniyet aynı.
    O zaman bağlama vardı, şimdi bantlı bir karikatür.
    Ama dert değişmedi: “Benim kutsalıma dokundun!”

    Geçen hafta Leman dergisi bir karikatür yayımladı.
    Karikatürde, bir yanda “Muhammed”, diğer yanda “Musa” yazılı iki kişinin mezar taşı yer alıyordu. Yanında sağında solunda peygamber olduğuna dair bir bilgi yok.
    İkisinin de mezarının üstüne bomba düşmüştü.
    Ve üstlerinde “Ölen hep siviller oluyor” temalı bir yazı.
    Yani aslında, savaşta inancına, etnik kimliğine, ismine bakmadan insanların öldüğünü söylemeye çalışmışlardı.
    Ama gelin görün ki, bu memlekette bağlam kurmak, atomu parçalamaktan daha zor.

    Karikatürü gören bazı gazeteler — özellikle Akit türü haber mutasyonları — hemen “Peygambere hakaret var” manşetleri attılar.
    Ardından organize bir kalabalık Leman dergisinin önüne toplandı.
    Sloganlar, tehditler, “burayı yakarız” nidaları havada uçuştu.
    Bir noktada mesele çizgi olmaktan çıkıp, ısırmaya hazır bir sürü halini aldı.

    Ve herkes sustu.
    Polis sadece izledi.
    Devlet “biz ilgileniyoruz” dedi ama linç çığlığına karışmadı.
    Sadece seyreden bir demokrasiye sahip olduğumuzu tekrar öğrendik.

    Bu arada, karikatürün içeriğindeki asıl konuya gelelim.
    Orada verilmek istenen mesaj, ne bir peygamberi küçümsemekti, ne bir dine saldırmak.
    Verilmek istenen mesaj, İsrail’in Gazze’de sivilleri, çocukları, yaşlıları ayırt etmeksizin bombalamasına dair bir eleştiriydi.
    Yani “öldürülen sadece Filistinli değil, insan” demekti.
    Bu kadar.

    Ama burada durmuyoruz.
    Duramıyoruz.
    Çünkü artık Türkiye’de bir fikri savunmak değil, bir fikri anlamaya çalışmak bile linç sebebi.
    Sorgulayan herkes hain.
    Karikatürü beğenmesen bile “Durun bakalım, burada gerçekten hakaret var mı?” dersen, seni de yakmak istiyorlar.

    Hatırlayın, Danimarka’da bir karikatür krizi yaşandığında, bütün İslam dünyası ayağa kalktı.
    Ama orada gerçekten Hz. Muhammed’in karikatürü çizilmişti.
    Burada ise “Hz. Muhammed” ismini koyup, “İnsanlar ölüyor” diyen bir karikatür var.
    Ve “Hz. Musa” da yanında.
    Ama kimse onu konuşmuyor.
    Neden?
    Çünkü mesele aslında karikatür değil, öfkeye bahane.

    Herkesin kutsalı var, evet.
    Ama kutsalın varsa aklın da olsun.
    Linç kültürünün İslami ya da millî hiçbir yönü yoktur.
    İnsan kendi dinini, kendi devletini çetelere temsil ettirmez.
    Temsil ettirirse, sonunda ne olur?
    Madımak olur.
    Bir otel olur, bir karikatür olur, bir tweet olur — ama sonuç hep aynı olur:
    Küller.

    İsrail’in Filistin’e yaptığı zulmü anlatan bir çizime, “Bu bizim peygamberimize hakaret” diye tepki verenler, aslında Filistin’e değil, İsrail’in eline oynuyor.
    Çünkü İsrail’in istediği tam da bu:
    Düşünmeyen, bağıran, kendi içinde çatışan, kendi düşmanını içinden çıkaran bir İslam coğrafyası.
    Sen bu tuzağa düşersen, İsrail bombayla yıkar, sen kendi kendini içerden çökertirsin.

    Ve bu çöküşün adı da her zaman “kutsal öfke” olur.
    Bir gün karikatür, bir gün heykel, bir gün konser…
    Ama öfke hiç değişmez.
    Çünkü besleniyor: cahillikten, hoşgörüsüzlükten, devletin arada bir sırt sıvazlamasından.

    Bakın, bu ülke kötü bir karikatürle batmaz.
    Ama kötü niyetli bir kalabalığın hukuk yerine geçmesiyle batar.
    Düşünün: eğer Leman’a saldıranlar içeri girip iki kişiyi öldürseydi, bugün ne konuşuyor olurduk?
    Madımak’ı tekrar.
    Yani bu ülke, aynı sayfayı bir türlü çeviremeyen bir tarih kitabı gibi.
    Okudukça kanıyor.

    Şimdi soralım:
    Nasıl bir ülkede yaşamak istiyoruz?
    Karikatür beğenilmedi diye dergi basılan, konser verilmedi diye sahne yakılan bir ülkede mi?
    Yoksa herkesin kutsalına, fikrine, tercihlerine rağmen hukuk içinde yaşayabildiği bir ülkede mi?

    Benim tarafım net:
    Ben mizahı severim, anlamadığımda sorarım, rahatsız olduğumda şikâyet ederim.
    Ama yakmam.
    Yakmak barbarlıktır.
    Ve ben barbar değilim.
    Müslüman olmak, öfkene secde ettirmek değildir.
    Türk olmak, kalabalığın gazına gelip kendi devletini yıkmak değildir.

    Madımak’ın dumanı hâlâ tüterken, birileri hâlâ kibritle dolaşıyor.
    Bu yüzden uyanık olacağız.
    Çünkü biz bir karikatürden değil, cehaletin örgütlenmesinden korkmalıyız.

    Kutsal olan tek şey, birlikte yaşama iradesidir.
    Onu yakarsak…
    Geriye sadece duman kalır.
    Ve bir kez daha, biz yanarız.

    Devamını Oku

    İki İleri Bir Geri

    İki İleri Bir Geri
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    İnsanlık tarihine dönüp bakınca, yürüdüğümüz yolun dümdüz bir ilerleyiş değil, kesintili bir ritme sahip olduğunu görürüz. Sanki bir yerlerde zamanın nabzı, adımlarımıza özel bir ezgi dikmiş: coşkulu bir yürüyüşe her daim eşlik eden o alaturka tereddüt. Bazen ileri atılırız, bazen durur, hatta geri çekiliriz. Bu ritim ne mekaniktir ne de matematiksel; içgüdüyle, korkuyla, bazen kibirle atılmış adımların senfonisidir. Ve işte tam bu nedenle, ilerleme dediğimiz o yüce fikir, çoğu zaman şüpheyle sarılı bir marş gibi tınlar: coşkulu ama huzursuz, gururlu ama eksik.

    Bir zamanlar Aydınlanma’nın ışığıyla doğan bu fikir, aklın rehberliğinde zincirlerini kırmaya hazırlanan insanlığa bir kurtuluş melodisi sunmuştu. Voltaire’in keskin mizahında, Kant’ın kategorik buyruğunda yankılanan o saf inanç, “aklını kullanmaktan korkma” çağrısıyla tarihin perdesini aralıyordu. Ve bu çağrıya kulak veren insanlar, devrimler başlattı, kralları devirdi, makinelere can verdi. Yürüdüler; hem de kararlılıkla. Fransız Devrimi’nin barikadlarında, Sanayi Devrimi’nin fabrika bacalarında ilerleme tutkusu ter, kan ve is içinde büyüdü. İnsanoğlu artık kendi kaderinin tanrısıydı.

    Ama kader dediğimiz şey, burnu havada bir fikri pek sevmez. Yeryüzü, kibirle yürüyenleri çokça yere serdiği için meşhurdur. Ve nitekim yirminci yüzyıla girerken, bu ilerleme destanı beklenmedik biçimde kana bulandı. Teknolojinin ulaştığı kudret, insanın kırılgan etiyle tanışınca, ortaya dehşet verici tablolar çıktı. Toplama kampları, atom bombası, kitlesel imhalar… Bilim ilerledi, evet. Ama ruh ne kadar yetişebildi ona? Belki de ilk kez, akıl ve etik birbirine sırt çevirdi. İşte o an, yürüyüş sekmeye başladı.

    Yine de küllerinden doğmayı bilen bir türüz. 1945 sonrası, enkazdan sadece bina değil, idealler de kaldırıldı. Amerika, Roosevelt’in vizyonuyla “devlet”i yeniden tanımladı. Avrupa ise refah devleti modelini, sosyal adaletin sütunlarına yasladı. Bu dönem, ilerlemenin yalnızca ekonomik değil, ahlaki bir sorumluluk da olduğunun idrak edildiği nadir anlardandı. Eğitim herkese açık hale geldi, sağlık sistemleri toplumsallaştı, emek hakları anayasal güvenceye kavuştu. İnsan, bir süreliğine bile olsa, rakam değil yurttaş olarak muamele gördü. İşte orada yürüyüş yeniden anlam kazandı.

    Fakat tarih sabit kalmaz, fikirler yorgunluk belirtisi gösterir. 1980’lere gelindiğinde, bir başka dönüşüm başladı. Bu kez ilerlemenin motoru Thatcher ve Reagan’ın liderliğinde piyasalaşma oldu. “Toplum yoktur,” dedi Thatcher. “Sadece bireyler vardır.” Böylece devlet küçüldü, kamu sorumluluğu pazara devredildi. Evet, serbest piyasa bazı alanlarda dinamizm getirdi, ama bu dinamizm ne eşitti ne de adildi. Üretim doğuya kaydı, batının mavi yakalı sınıfları işsiz kaldı, sosyal haklar buharlaştı. O büyük yürüyüş, yeniden sendeliyordu. Ayakta kalanlar hızlanıyor, düşenler “geri kalmış” sayılıyordu.

    Ardından 2008’de gelen finansal çöküş, bu sistemin kim için işlediğini açık etti. Milyonlarca insan evini kaybetti, işinden oldu. Ama bankalar kurtarıldı. Ne ilginçtir ki, bu ilerleme anlatısında hep aynı kesim kaybediyor, aynı kesim kazanıyordu. İlerleme denilen şey, artık eşit bir umut değil, seçkinlere ait bir kulüp kartına dönüşmüştü. Ve bu noktada, halkın büyük kısmı ilerleme kelimesine inancını yitirdi. Çünkü yürüyüş sadece ön saflara marş besteliyordu.

    Dijital çağın gelişiyle birlikte her şey birden hızlandı. İnternetin sunduğu özgürlük hissi, algoritmaların totaliter gölgesine terk edildi. Sosyal medya bir bağ kurma vaadiyle doğdu ama çoğu zaman yalnızlığı pekiştirdi. Bilgi bolluğu içinde anlam kıtlığı baş gösterdi. Herkesin fikri vardı, ama kimsenin fikrini duymaya tahammülü kalmamıştı. Bu hız, insanı yücelten değil, yüzeyselleştiren bir karakter kazandı. Gelişiyoruz ama yıpranıyoruz. Daha çok biliyoruz ama daha az anlıyoruz. Daha fazla iletişim kuruyoruz ama daha az hissediyoruz. Bu da bir yürüyüştü elbet; ama yönü belirsiz, adımı gürültülü, melodisi tekinsiz.

    Ve işte bu yorgunluk, dünya genelinde kültürel bir tepki doğurdu. Trump’tan Brexit’e, Orban’dan Meloni’ye uzanan yeni liderlikler, halkın biriken güvensizliğini, bir kimlik krizine dönüştürdü. İlerleme değil; korunma vaadi öne çıktı. Geleceğe dönük değil; geçmişe sarılan bir dil konuşulmaya başlandı. İnsanlar kendilerini küreselleşmiş bir yalnızlıkta kaybolmuş hissediyordu. Ait olma ihtiyacı, ilerleme anlatısını değil, sınırları, bayrakları, inançları yüceltti. Yürüyüş artık ilerlemeyi değil, sığınmayı arzuluyordu.

    Bu da bizi anlamın çözülüşüne getiriyor. Eskiden ilerleme bir hikâyeydi, herkesin bir parçası olduğu bir anlatıydı. Bugünse insanlar o hikâyenin dışına atıldıklarını hissediyor. Üniversiteler, medya, bilim dünyası bir zamanlar bu anlatının taşıyıcı sütunlarıydı; şimdi ise “sistemin sesi” olarak görülüyor. Güven buharlaştı. Kolektif hayal yerine kişisel gerçeklikler aldı sahneyi. Ve bu gerçeklikler, artık bir araya gelemiyor. Herkes kendi temposunda yürürken, ortak bir melodi kurulamıyor. Siyaset karar alamıyor çünkü toplum ortak bir dil konuşmuyor. Eğitim yönlendiremiyor çünkü öğrenilenle yaşanan arasında bağ kalmadı. Teknoloji yön çizemiyor çünkü ahlaki bir pusula kayboldu.

    Ama belki de tam bu an, yeni bir başlangıcın ilk kıpırtısıdır. Çünkü ilerleme sadece ileri gitmek değildir. Bazen yön değiştirmeyi, bazen durmayı, bazen de geriye bakmayı içerir. Belki de şimdi yapmamız gereken, bir sonraki adımı atmadan önce neden yürüdüğümüzü hatırlamaktır. Hızın kutsandığı bir çağda, durabilmek en devrimci eylemdir. Çünkü yürüyüşün değeri, varılan yer kadar, nasıl yüründüğünde gizlidir.

    İşte bu yüzden ilerleme, bir slogandan çok bir sorudur. Nasıl daha adil olabiliriz? Nasıl birlikte yaşayabiliriz? Nasıl derinleşebiliriz? Bu sorularla yürümek, yürümekten daha anlamlı olabilir. Ve belki de gerçek yürüyüş, ancak birlikte duyabileceğimiz bir melodide mümkündür. Gözle görünmeyen ama içimizde titreşen bir ezgide… Sessiz ama kararlı. Dingin ama derin. İnsanca.

    Devamını Oku

    Du bakali n’olecak? 

    Du bakali n’olecak? 
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Haritalarda adı geçmeyen şehirlerin gölgesinde yürürüz. Yollar, Kartaca’nın unutulmuş liman taşlarının üstünden geçer; insanlar, Mayaların yıldızlara yazdığı şiirlerin üzerine beton döker. Tarih, sadece zaferlerin değil, bilinçle susturulanların, yakılanların, toprağa serpilen tuzun altında gömülen fısıltıların da kaydıdır. Romalı tarihçiler Kartaca’yı nefretle yazdı, İspanyol rahip De Landa Maya yazıtlarını ‘şeytan işi’ diye yaktı, Çin İmparatoru Qin Shi Huang farklı düşüncelerin izini kül ederken, İskenderiye’nin kütüphanesi fanatiklerin gazabına uğradı. Hypatia’nın parçalanan bedeni, bir çağın bilgeliğinin de son nefesiydi. Tarih, galiplerin kalemiyle yazılır; kaybedenlerin hafızası ise, toprağa karışan küller gibi sessizce dağılır.

    Peki ya şimdi? Şu an, tam gözlerimizin önünde, hangi tarih yazılıyor? Hangi sesler susturuluyor, hangi hakikatler algoritmaların ve siyasi manevraların altında eziliyor? Kartaca’nın külleri soğumamışken, yeni bir çağın dijital savaş alanlarında tarih yeniden kaleme alınıyor. Aktörler değişti, silahlar dönüştü, ama mücadelenin özü aynı: Hafızaya hükmetmek, anlatıyı kontrol etmek, geleceği şekillendirmek.

    Bilginin Yeni Kartacaları:
    Bugünün savaşları toprak işgaliyle değil, veri akışları, teknolojik standartlar ve ekonomik kuşatmalarla yürüyor. ABD ve Çin, yarı iletken tarlalarında, 6G frekanslarında, yapay zeka laboratuvarlarında çarpışıyor. Kimin çiplerinin, kimin algoritmalarının, kimin dijital altyapısının dünyaya hükmedeceği belirleniyor. Bu, sadece ekonomik üstünlük değil, kültürün, iletişimin, gerçekliğin tanımının kontrolüdür. Tıpkı Roma’nın Akdeniz’e hukukunu dayatması gibi, bugünün galipleri dijital dünyanın ‘Roma Hukuku’nu yazıyor. Kaybedenlerin teknolojik mirası, tıpkı Kartaca limanları gibi, dijital küllere dönüşecek mi?

    Ukrayna’nın Kanlı Tableti ve Rusya’nın Yanlış Hiyeroglifleri:
    Rusya’nın Ukrayna’yı işgali, yalnızca bir toprak savaşı değil, bir tarih yazma mücadelesi. Putin, hayali bir “Rus Dünyası” (Russkiy Mir) mitosunu diriltmeye çalışıyor. Kiev’in bombalanan sokakları, bu çarpık anlatının kanlı harfleri. Batı ise Ukrayna direnişini, “özgürlük için küresel mücadele” ikonuna dönüştürüyor. Her füze, her siber saldırı, bu çatışmanın hangi versiyonunun gelecek nesil tarih kitaplarına gireceğini belirliyor. Gerçek, savaşın tozu dumanı arasında, tıpkı Maya yazıtları gibi parçalanıyor. Propaganda, gerçeğin üzerine De Landa’nın ateşini düşürüyor.

    Ortadoğu: Fısıltıların Yakıldığı Ateş Çemberi:
    İran ve İsrail arasındaki ölümcül dans, vekalet savaşlarının gölgesinde sürüyor. Her drone saldırısı, Lübnan’da, Yemen’de, Gazze’de patlayan her bomba, bölgenin gelecek tarihine düşen bir kara harf. Filistin meselesi, bu coğrafyanın en eski, en derin, en çok susturulmaya çalışılan fısıltısı. Taraflar, kendi hakikat anlatılarını dayatmak için diğerinin sesini boğuyor, geçmişini çarpıtıyor, acısını görünmez kılıyor. Burada tarih, kanla ve gözyaşıyla yazılıyor; kaybedenlerin hikayesi, Gazze’nin enkazları altında gömülü kalıyor, tıpkı Kartaca’nın üzerine serpilen tuz gibi.

    Ekonomik Savaşlar: Parayla Yazılan Tarih:
    ABD’nin Çin’e teknoloji ambargosu, Rusya’ya yönelik kapsamlı yaptırımlar, sadece ekonomik hamleler değil. Bunlar, yeni küresel düzenin kurallarını yazma girişimleri. SWIFT’ten çıkarılan bir ülke, modern tarihin dışına itiliyor demektir. BRICS+ ve alternatif ödeme sistemlerinin yükselişi ise, Batı’nın finansal kalemine meydan okuyan birer isyandır. Kimin parası, kimin ekonomik modeli hükmedecek? Bu savaşın galibi, geleceğin refahının ve gücünün tarihini kaleme alacak. Kaybedenler, ekonomik küllerinin üzerinde, Qin Shi Huang’ın yaktığı Konfüçyüs metinleri gibi unutulmaya mahkum mu olacak?

    Türkiye: Kavşaktaki Sessiz Taş?
    İşte tam bu devasa mücadelelerin, bu tarih yazım savaşlarının ortasında duruyor Türkiye. Boğazların bekçisi, Avrasya’nın köprüsü, antik medeniyetlerin mirasçısı. Coğrafya ona, tarihi yazacak bir aktör olma fırsatı sunuyor adeta. Ama neden sahnenin dışında, figüran bile olamıyor? Neden sesi, rüzgarda kaybolan bir fısıltı gibi?

    Ekonomik Kırılganlık: Yoksul Bir Scribe: Kronik enflasyon, döviz dalgaları, dış borç yükü. Tarih yazmak için kâğıt, mürekkep, kalem gerekir; bunların karşılığı ekonomik istikrar ve güçtür. Titreyen bir el, güçlü bir metin yazamaz. Türkiye, kendi ekonomik kırılganlığı içinde, küresel sahneye çıkacak mürekkebi bulmakta zorlanıyor. Güçlü bir ekonomi olmadan, güçlü bir anlatı inşa edilemez.

    İç Çekişmeler: Parçalanmış Bir Parşömen: Derin toplumsal kutuplaşma ve siyasi gerilimler, ulusal bir vizyonu, tutarlı ve uzun vadeli bir stratejiyi engelliyor. Kartaca son günlerinde içeride bölünmüştü; bu zayıflık düşmanı cesaretlendirdi. Türkiye’nin içerideki enerjisi, dış politikada etkili bir anlatı kurmaya değil, iç çatışmaları yönetmeye harcanıyor. Parçalanmış bir hafıza, bütünlüklü bir tarih yazamaz.

    Denge Politikasının Sesi Kısması: “Herkesle iyi geçinme” çabası çoğu zaman hiç kimse tarafından tam olarak güvenilmeme ile sonuçlanıyor. Rusya ile askeri işbirliği, Batı ile gerilim; İsrail’e sert tepki, Körgez’le inişli çıkışlı ilişkiler. Sürekli değişen pozisyonlar, söylenen sözlerin ağırlığını kaybettiriyor. Diplomatik söylemle eylem arasındaki uçurum, inandırıcılığı zedeliyor. Tarih yazmak isteyen, net, tutarlı, güvenilir bir ses gerektirir. Türkiye’nin sesi, bu dalgalanmalar içinde duyulmaz oluyor, tıpkı Hypatia’nın son nefesinin İskenderiye sokaklarında kaybolması gibi.

    Bilginin ve Yeniliğin Kurak Toprakları: Kritik teknolojilerde (yapay zeka, yarı iletkenler, yeşil enerji) dışa bağımlılık devam ediyor. Yeterli AR-GE yatırımı ve beyin göçünü durduracak bir ekosistem eksik. Geleceğin tarihi, teknoloji ve bilgiyle yazılacak. Bu alanlarda söz sahibi olmayan, tarihin nesnesi olmaya mahkumdur. İskenderiye Kütüphanesi yok edilince bilim gerilemişti; bugün bilgiye yatırım yapamayanlar, yarının tarihini şekillendiremez. Kültürel yumuşak güç de zayıflıyor; derin miras, küresel etkiye dönüşemiyor. Tarihin kültürel kodlarını belirleyemeyen, sadece tüketir.

    Liderlik Boşluğu: Yazacak Kalemin Eksikliği: Ortadoğu ve Doğu Akdeniz’deki karmaşık sorunlarda (Kıbrıs, Ege, Suriye, Doğu Akdeniz) etkili, birleştirici bir liderlik sergilenemiyor. Genellikle çatışan taraflardan biri konumunda kalınıyor. Bir bölgenin tarihini yazmak için, o bölgede kabul gören, adil bir arabulucu veya kararlı bir lider olmak gerekir. Bu boşluk, Türkiye’nin potansiyel rolünü gölgeliyor.

    Hafızayı Kazmak ve Kalemi El Almak
    Bugün, Kartaca’nın külleri üzerinde yükselen Tunus’ta, Maya piramitlerini saran ormanlarda, İskenderiye’nin dalgalarında, bir zamanlar yok edilmiş hakikatlerin inatçı fısıltıları hâlâ duyulabilir. Tarih, sadece galiplerin tekelinde değildir. Unutulanlar, küllerin altından çıkabilir.

    Türkiye, coğrafyasının kaderini değiştirecek potansiyele sahip. Stratejik konumu, genç nüfusu, tarihsel derinliği, onu bir figüran değil, baş aktör yapabilecek unsurlar. Ancak bunun için:

    İçsel İstikrar Şart: Ekonomi sağlam, toplum uzlaşmış, kurumlar güçlü olmalı. Kendi içinde bölünmüş, ekonomisi kırılgan bir ülke, dışarıda güçlü bir anlatı kuramaz. Kendi hafızasını koruyamayan, başkasının yazdığı tarihte kaybolur.

    Tutarlı Ses, Güvenilir Kalem: Kısa vadeli manevralar değil, uzun vadeli, değerler ve net çıkarlar üzerine kurulu, öngörülebilir bir dış politika. Bu, körü körüne taraf olmak değil, kendi hikayesini yazacak güvenilirliği inşa etmektir. Sözünün eri olmak.

    Geleceğin Mürekkebi: Bilim ve Teknoloji: Kritik alanlarda Ar-Ge’ye, eğitime, yeniliğe yatırım. Dijital çağda tarih, teknolojiyi kontrol edenler tarafından yazılacak. Bugünün İskenderiye’sini, laboratuvarlarda ve üniversitelerde inşa etmek.

    Yumuşak Güçle Dirilen Hafıza: Zengin kültürel miras ve tarihsel derinlik, çatışma malzemesi değil, diyalog, anlayış ve kendi hakikat anlatısını güçlendiren bir köprü olarak kullanılmalı. Sinema, edebiyat, sanat, diplomasinin sessiz ama güçlü silahlarıdır. Sesini duyurmak için hikayesini evrensel bir dille, güzel anlatmalıdır.

    Proaktif Diplomasi ve Liderlik: Sorunlara sadece tepki veren değil, çözüm öneren, bölgesel ve küresel barışa katkı sunan, inisiyatif alan bir aktör olmak. Ukrayna’da, Gazze’de, iklim krizinde yapıcı bir ses olabilmek.

    Unutulmuş şehirler bize şunu fısıldar: Hafıza, sadece geçmiş değil, geleceğin de temelidir. Türkiye, Kartaca’nın kaderini kabullenmek, Maya yazıtları gibi parçalanmak, Hypatia’nın sesi gibi susturulmak zorunda değil. Coğrafya bir kaderdir, ama yazgı değil. Tarihin seyircisi olmaktan çıkıp, yazarı olmanın yolu, kendi içinde güçlü, dışarıda güvenilir, bilgide derin, duruşunda asil olmaktan geçer. Kalemi el almanın, kendi hakikatini küllerinden diriltmenin zamanıdır. Yoksa, geleceğin haritalarında, sadece eski bir kavşak notuyla anılır, tarihin sessiz kalıntıları arasına karışırız. Küllerimiz, kimin elindeki kalemle yazılacak?

    “Başlığa ilham olan Aziz Nesin’in o çarpıcı hikayesini de mutlaka okumanızı isterim. Özetle:


    Hükümet darda kalınca, dünya cenneti Boğaziçi’nin en güzel tepelerini, korularını zengin Arap iş adamlarına satıyordu. Bu sırada ortaya Ebu’l-Fatık El-Mışki adlı biri çıktı.

    Boğaziçi’nin seyrine doyum olmaz bir tepesinde saray gibi ev yaptırmak istiyordu. Bir de; genç, saf, “eline erkek eli değmemiş” bir Türk kızıyla evlenmek… Parayı gören komisyoncular kız aramaya koyuldu. Ebu’l-Fatık da çat pat Türkçe öğreniyordu.

    Sonunda 17 yaşındaki Necmiye’yi beğendi. Ebu’l-Fatık ise kızın babasından yaşlı, çirkin, kıskanç ve memleketinde birden fazla karısı olan biriydi. Uzun ismi yüzünden aile ona “Fıtık Amca” ya da “Fatık Bey” demeye başladı.

    Zamanla Fatık Bey, hapsettiği karısının sokağa çıkmasına (fazla uzağa gitmemek şartıyla) izin verdi. Necmiye bir gün sinemaya gitmek için izin istedi. Fatık Bey epey düşündükten sonra izin verdi, ama önce kendisi gidip filmi kontrol edecekti.
    Tüm filmleri izleyip “Hazreti Ömer’in Adaleti”ni onayladı. Ertesi akşam şu diyalog geçti:

    Fatık Bey: “Necmiyaa, ne yaptın ben yokken?”
    Necmiye: “Ah, sorma. Öyle bi şey geldi ki başıma… Senin söylediğin sinemaya gitmek üzere çarşaflandım.”
    Fatık Bey: “Şok güzel.”
    Necmiye: “Çıktım sokağa.”
    Fatık Bey: “Avet?” (Evet?)
    Necmiye: “Yolda giderken bir herif sokuldu yanıma?”
    Fatık Bey: “Bir harif?” (Herif?)
    Necmiye: “Evet… Ben gidiyorum, o da yanımda gidiyor. Dur bakalım, ne olacak, diye merak ettim.”
    Fatık Bey: (Çok bozuldu ama belli etmedi) “Allah Allah… Ban da şok merak ettim. Du bakalim n’olecak?” (Dur bakalım ne olacak?)
    Necmiye: “Ben gidiyorum, o gidiyor. Dibimden ayrılmıyor. Dur bakalım n’olacak diyorum içimden…”
    Fatık Bey: “Fasuphanellah… Du bakali n’olecak?”
    Necmiye: “Bileti alıp senin dediğin sinemaya girdim, adam da girmez mi?”
    Fatık Bey: “Ve minelgaraip.. Du bakali n’olecak? Sonra?”
    Necmiye: “Sonra ben oturdum. O da yanımdaki boş koltuğa oturmaz mı?”
    Fatık Bey: “Hayret! Du bakali n’olecak?”
    Necmiye: “Işıklar söndü, film başladı. O herif elini bacağıma atmaz mı?”
    Fatık Bey: “Ne diyorsun, velacaip…” (Vay canına!)
    Necmiye: “Çarşafımın eteğinin altından elini sokmaz mı? Aaa! Şaştım kaldım…”
    Fatık Bey: “Ne yapacak?”
    Necmiye: “Bilmem ben de onu merak ediyorum ya… Dur bakalım, n’olacak diye bekliyorum.”
    Fatık Bey: “Vallahi ban da merak ettim yahu… Du bakali n’olecak, diye bekliyorum.”
    Necmiye: “Sonra o herif oramı buramı karıştırmaya başladı. Doğrusu çok merak ettim. Sen olsan merak etmez misin?”
    Fatık Bey: (Gözlerinden ateşler saçılıyor) “Sonra?”
    Necmiye: “Sonra ‘Hazreti Ömer’in Adaleti’ bitti. Lambalar yandı. Ben kalktım, o da kalkmaz mı?”
    Fatık Bey: “Velacaip ve minelgarip… Necmiya, du bakali n’olecak?”
    Necmiye: “Çıktım sinemadan, o da çıktı. Ben yürüyorum, o da yanımda yürüyor.”
    Fatık Bey: “Aman Necmiya, vallahi şok merak ettim. Du bakali n’olecak?”
    Necmiye: “Ben de merak ediyorum. Ben köşeyi saptım.”
    Fatık Bey: “Harif da saptı mı?”
    Necmiye: “Bizim apartmanın kapısından girdim, herif de girdi. Bizim kata çıktım, herif de çıktı.”
    Fatık Bey: “Vay harif vay!…”
    Necmiye: “Çantamdan anahtarı çıkarıp kapıyı açtım, girdim içeri, o da girmez mi?”
    Fatık Bey: “Harif da yallah içeri?”
    Necmiye: “Evet.”
    Fatık Bey: “Du bakali n’olecak… Aman anlat şabuk Necmiya…”
    Necmiye: “Eve gelince yatak odasına girip elbet soyundum. O da soyunmaz mı?”
    Fatık Bey: “Ne diyorsun Necmiyaa… Du bakalı n’olecak? Soyununca?”
    Necmiye: “Soyununca yatağa girdim. Olur şey değil, o da benimle yatağa girmez mi?”
    Fatık Bey: (Kızgın demirle dağlanmış gibi) “Ayvaaaaah! Du bakali n’olecak?”
    Necmiye: “Ben de yatakta ne olacak diye merak ediyorum.”
    Fatık Bey: “Aman Necmiyaa, vallahi meraktan çatlayacak ban… Söyle çabuk, ne oldu Necmiya?”
    Necmiye: “Hiiç canım… Bir şey değilmiş, ben de boşu boşuna merak etmişim.”
    Fatık Bey: “Yok yahu… Peki, ne oldu Necmiyaa? Ne yaptı?”
    Necmiye: “Aynen senin her gece yaptığını…”
    Beyninden vurulmuşa dönen Fıtık Amca ne yapsın? Karısı o kadar saf ki başına gelenin kötü bir şey olduğunun farkında bile değil. Dövemez, kovamaz. Erkekliğine halel getirmemek için zorla sakinleşir:
    Fatık Bey: “Amaaaaan Necmiya, ban da mühim bişey zannediyordum. Du bakali n’olecak diye boşuna merak etmişim. Velakin hiç mühim değil.”

    Devamını Oku

    HER YER KARANLIK

    HER YER KARANLIK
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Temel patronundan zam ister. Patron, elinde hesap makinesiyle sorar: “Bu zam da nereden çıktı şimdi?”
    Temel başını kaşır: “Bizim uşak bu sene okula başladı da efendim…”
    Patronun dudağı seğirir: “Ne var bunda? Kitapları devlet veriyor. Kırtasiye kaç para ki?”
    Temel, sesini alçaltır: “Mesele kırtasiye değil efendim… Bizim uşak okulda bazı çocukların günde üç öğün yemek yediklerini öğrenmiş de…”

    Bir Temel fıkrası sandınız değil mi? Ama değil. Bu memleketin ekonomi ve eğitim politikası bu.
    Çünkü burası Türkiye: Bir çocuk açlıktan derse odaklanamaz ama ülkenin eğitim politikası, “kızla oğlan aynı sırada oturmasın mı, otursun mu”ya kitlenmiş durumda.

    Şimdi biraz rakam verelim, eğri oturup doğru konuşalım:

    Türkiye’de öğrencilerin %31’i sabah kahvaltısı yapmadan okula gidiyor.

    %19,2’si parası olmadığı için en az bir gün aç kalıyor.

    Ailelerin %50,2’si çocuklarının okulda aç kalmasından endişeli.

    Yani özetle:
    Mesele kırtasiye değil, mesele açlık.
    Ama Sayın Milli Eğitim Bakanı Yusuf Tekin’in meselesi bambaşka.

    Geçenlerde çıktı dedi ki:
    “Bazı velilerimiz, kız ve erkek çocukların aynı okulda okumasını istemiyor.”
    Nasıl bir ‘bazı’ysa bu veli grubu, bir gece ansızın eğitim sisteminin başrolüne oturuverdi.
    Oysa bizim “bazı” veliler olarak derdimiz belli: Çocuğumuz tok olsun, eşit eğitim alsın, okula geldiğinde sıralar sağlam, tuvaletler çalışır, öğretmenler görevde olsun.

    Ama hayır. Sayın Bakan’ın dikkatini çeken o “bazı veliler” başka bir gezegenden fırlamış gibi.
    Muhtemelen çocuklarını okula bile göndermeyen ama eğitim sisteminin haritasını çizen türden.

    Bakın, size bir anekdot daha:

    * Yıl 1921. Yer Ankara.
    Muallimler Cemiyeti (öğretmenler birliği) toplantı yapıyor. Üç kadın öğretmen de katılıyor.
    Meclisteki bazı gerici milletvekilleri çıldırıyor:
    “Kadınlar ve erkekler aynı salonda mı toplanırmış?”
    Alıyorlar soluğu Atatürk’ün yanında.
    Atatürk dinliyor, dinliyor ve sonra gürlüyor:
    “Çağırın cemiyet reisini!”
    Mazhar Müfit geliyor, Atatürk gürlemeye devam ediyor:
    “Siz ne yapmışsınız muallimler toplantısında? Kadınlar ayrı oturtulmuş. Niye? Sizin kendinize mi güveniniz yok, Türk kadınının faziletine mi?”

    Bakın, yıl 1921. Atatürk, “kadın ve erkek aynı salonda olamaz” diyenlerin ağzının payını vermiş.
    Ama yıl 2025.
    Bir Milli Eğitim Bakanı çıkıp, “Bazı veliler karma eğitimi istemiyor” diye açıklama yapıyor.

    Yani 100 yıl sonra hâlâ aynı lafta, aynı karanlıkta debeleniyoruz.
    Peki o bazı veliler başka ne istiyor?

    * Anayasadan laiklik çıkarılsın diyor.
    * Hilafet geri gelsin diyor.
    * 7 yaşındaki kız çocuğu evlenebilir diyor. Bunu söyleyen kişiyi üniversitelerde konferans versin, konferansı protesto edenler önce coplansın, yetmesin tutuklansın diyor.
    * Karma eğitim haramdır diyor.
    * Okulda müzik, beden dersi yerine dua öğretilsin diyor.

    Peki biz ne diyoruz?

    * “Çocuklar aç okula gitmesin.”
    * “Okullar sağlam olsun, öğretmenler atansın.”
    * “Eğitim bilimin ışığında yapılsın.”
    * “Kadın ve Erkeğin eşit olduğu çocukluktan aşılansın, Karma eğitim devam etsin.”

    Ama yetmiyor, sesimiz o “bazı veliler”in gölgesinde kalıyor.

    Üstelik sorun yalnız eğitim de değil. Bu “bazı” zihniyetin dokunmadığı yer yok.
    Sağlığa, sanata, hukuka, üniversiteye, tiyatroya, sokağa, kadınların kıyafetine, kahkahasına kadar her yere sızmış durumdalar.
    Kendi çocukları aç kalmasın diye zam isteyen babayı hor görürken, kızla oğlanın aynı sırada oturmasına savaş açıyorlar.

    Sayın Bakan, size kötü bir haberim var:

    * Son anketlerde halkın %60’ı erken seçim istiyor.
    Yani mesele sadece karma eğitim değil.
    Sizin temsil ettiğiniz zihniyetten kurtulmak isteyen bir millet var karşınızda.

    O yüzden lütfen, bu ülkenin tüm velilerini temsil etmek gibi bir iddianız varsa, önce anayasanın ilk dört maddesini tekrar okuyun.
    Bakın orada ne yazıyor:

    “Türkiye Cumhuriyeti, toplumun huzuru, millî dayanışma ve adalet anlayışı içinde, insan haklarına saygılı, Atatürk milliyetçiliğine bağlı, başlangıçta belirtilen temel ilkelere dayanan, demokratik, lâik ve sosyal bir hukuk devletidir.”

    Bu devletin laikliği, kadın-erkek eşitliğini, karma eğitimi, sosyal adaleti garanti altına almakla görevi var.

    Yok eğer siz hâlâ “bazı veliler” deyip masum bir cümle kurduğunuzu düşünüyorsanız…
    O zaman biz de size, Temel’in patronuna dediği gibi diyelim:
    “Mesele kitap defter değil efendim, mesele vicdan, mesele eşitlik, mesele çocukların onuru…”

    Bilmem anlatabildim mi?


    Dipnot:
    Terörsüz Türkiye” konu başlığıyla bir yazı kaleme almam yönündeki mesajlar beni ziyadesiyle onurlandırdı. İlginize teşekkür ederim. Ancak bu konuyla ilgili olarak, gerek olumlu gerek olumsuz görüşler zaten onlarca kişi tarafından — gazetemiz de dahil olmak üzere — çeşitli mecralarda yazıldı, çizildi, konuşuldu.

    “Delinin biri kuyuya taş atmış, kırk akıllı çıkaramamış” atasözü, şu günlerde yaşadığımız sürecin adeta ete kemiğe bürünmüş hali.

    Bekleyip göreceğiz… Keşke, olumlu bakanların umutla dile getirdiği gibi olsa gerçekler. Ama nafile…

    Devamını Oku

    Caddelerin Hafızası

    Caddelerin Hafızası
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    İçimde tarifsiz bir öfke, dilimde bitmek bilmeyen bir “neden?”. Ne yazacağımı bilemez hâle geldim. Kalemimi tutan el titriyor, çünkü yazmakla bağırmak arasındaki çizgiyi yitirmiş gibiyim. Sözün bittiği yere değil, sözün susturulduğu coğrafyaya geldik.

    Duydunuz mu? Hakkâri’nin Yüksekova ilçesinde bir cadde vardı. Adı “Şehit Pilot Yüzbaşı Cengiz Topel Caddesi” idi. Ne güzeldi o isim. Caddelerden biri değil sadece, bir vatan borcunun, bir yiğitliğin, bir fedakârlığın taşıyıcısıydı.

    Ne mi oldu? Hakkâri Yüksekova Belediyesi bir karar aldı, hiç yüzü kızarmadan, hiç düşünmeden… O caddenin adı Sırrı Süreyya Önder olarak değiştirildi. Hani şu “sanatla siyaseti karıştıranlar”ın manevi dayanağı. Hani şu “barış süreci”nin vitrin oyuncularından… Ve bu karar alınırken ne bir anma, ne bir tören, ne bir açıklama… Sadece bir isim silindi, geriye sessizlik kaldı.

    Sessizlik derken… Bizimki değil elbette, bizim susmaya niyetimiz yok. Ama ne yazık ki toplumun büyük bir kesimi hâlâ sessiz. Bu karar sadece bir isim değişikliği değil; bu, bir belleği susturmak, bir kahramanı gömmek, bir ihaneti örtbas etmektir.

    Cengiz Topel kimdi? Hatırlatalım.

    1964 yılında Kıbrıs semalarında görev başındaydı. Uçağı düşürüldü. Rumlar tarafından esir alındı. Üç gün boyunca insanlık dışı işkencelere maruz kaldı. Konuşmadı. Vatanını satmadı. Yaşamak yerine onurlu ölümü seçti. Cumhuriyet tarihinin ilk hava harp şehidiydi. Yani bu toprakların gökyüzüne yazılmış ilk utançsız zaferiydi. (Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nde O’nun tutsak edilip işkence gördüğü manastır, Güzelyurt’ta Cengiz Topel Kışlasının içerisinde müze olarak sergileniyor. Askeri kışla olduğu için pek bilinmez ama yolunuz düşerse mutlaka ziyaret edin derim. Ben gezdim kanım dondu)

    Sokaklarımıza adı verildi. Çocuklara adı verildi. Dolmuşlara bile “Topel” dendi, o derece içimize sinmişti.

    Peki sonra?

    Birileri çıktı ve dedi ki: “Artık bu caddeye başka bir isim gerek. Şehidin değil, siyasetçinin ismi yaşasın.”

    Neden? Çok basit. Çünkü bu ülkede kahramanlık artık geçer akçe değil. Fedakârlık, onur, vatan sevgisi gibi değerler; tabeladan, kitaplardan, akıllardan silinmek isteniyor. Yerine ne konuyor? Siyasi pazarlıkların figürleri, iktidarla yakınlaşan ‘eski muhalifler’, ‘çözüm süreci aktörleri’…

    Bakın, tesadüf mü? Aynı gün Iğdır Belediyesi tabelasına Kürtçe ekleniyor, sonra Türkçesi indiriliyor. Eşzamanlı iki hamle, aynı senaryonun farklı sahneleri gibi. İçeriden bir el Türk’ü Türk’ten, Kürt’ü Kürt’ten ayırmak istiyor.

    Ama bütün bunlar sadece bir tabela değişikliği değil.

    Bu, yıllardır perde arkasında dönen daha büyük bir oyunun, sinsi bir planın küçük ama simgesel bir parçası. Çünkü Cengiz Topel’in adı, sıradan bir isim değil. O ad, Rumların Kıbrıs’taki katliamlarını, Türk milletinin gösterdiği direnişi ve en önemlisi Türkiye’nin Doğu Akdeniz’deki varlık iddiasını hatırlatıyor. O adı silmek, sadece bir şahsiyeti değil, bir hafızayı, bir direniş tarihini de susturmak demek.

    Şimdi gelelim esas meseleye. Bu tabelanın indirilmesi, sadece yerel bir inisiyatif midir sizce? Tesadüf müdür?

    Hayır, değil. Unutmayalım: Öcalan yakalandığında üzerinden çıkan sahte pasaport, bir Rum gazeteci olan Lazaras Mavros adına düzenlenmişti. Bu kişi, Güney Kıbrıs Rum Yönetimi’nde PKK’ya açıkça destek veren isimlerden biriydi. Rumlar, yıllarca PKK’ya barınma sağladı, silah ve istihbarat desteği sundu. PYD’ye Güney Kıbrıs’ta ofis açma izni verdiler. Yani EOKA neyse, PKK da onlar için aynı araçtı: Türk’e karşı kullanılacak taşeron örgüt.

    İşte şimdi o Cengiz Topel’in adı, Rumlara karşı verdiğimiz mücadelede ölümsüzleşmiş bir Türk subayının adı, sessizce bir caddeden indiriliyor. Yerine kimin adı geliyor? “Çözüm süreci”nin vitrin oyuncularından biri olan, Öcalan’ı ‘barışın anahtarı’ olarak yücelten bir figür. Tesadüf mü bu? Aynı gün Iğdır’da Türkçe tabela iniyor, yerine Kürtçe yazı asılıyor. Her şey eşzamanlı, her şey belli bir stratejiyle…

    Yani mesele sadece Hakkâri değil. Mesele sadece bir cadde değil. Mesele, Türkiye’nin tarihsel hafızasına vurulmak istenen darbedir. Cengiz Topel’in adı silinmiyor sadece, onun şahsında bir milletin direniş ruhu hedef alınıyor.

    Ama unuttukları bir şey var: O ruh hâlâ “buradayız” diyor. Ve bu milletin hafızası öyle üç vida sökülerek indirilen tabelalarla silinmez.
    Şimdi bu tabloya bakıp hâlâ “bu sadece bir isim değişikliği” mi diyeceğiz?

    Şehidinin adını bir sokaktan silen milletin, tarihinden ne kaldığını bir düşünün.

    Bir cadde… Belki beş adımlık bir yol. Ama o yolun adı, bizim yönümüzdü.

    Cengiz Topel’i sokaktan silebilirsiniz. Ama biz yüreğimizden silmeyeceğiz. Ve bir gün o caddeye onun adı yeniden yazılacak. Belki de o zaman “sırrı” çözülen bu dönemin, kimlerin “süreyya” gibi kayıp yıldızlar gibi olduğunu daha net göreceğiz.

    Ama bugün…

    Söyleyecek söz bulamıyorum.

    Çünkü bazen kelimeler de şehit düşer.

    Devamını Oku

    Demokrasinin Karanlık Tünelleri

    Demokrasinin Karanlık Tünelleri
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Bir ülkede gazeteler sansür ediliyorsa, radyolar susturuluyorsa, sosyal medya hesapları kapatılıyorsa, orada demokrasiden bahsedemezsiniz. Ama merak etmeyin, bizimkiler bahsediyor! Hem de nasıl!

    Ve sadece bahsetmekle kalmıyorlar… Demokrasiye öyle bir makyaj çekiyorlar ki, Orwell sağ olsa “Ben bu kadarını kurgulayamazdım” deyip daktiloyu bırakırdı. 2025 Türkiye’sinde demokrasi, hükümetin canı istediği sürece var. İstemediği zaman? Elektrikler kesik. İnternet yavaş. Mikrofonlar kapalı. Tabela var, içerik yok.


    Twitter’dan Tarihe: Sansürün Dijital Yüzü

    İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu’nun X (eski adıyla Twitter) hesabının Türkiye’den erişime engellenmesi, yeni bir rejim türünün habercisi: “Kullan-at Demokrasi.” Seçimle gelen, ama tweet’le giden bir sistem.

    Bu erişim engeli, Adalet Bakanlığı’na bağlı bir mahkeme kararıyla uygulandı. Gerekçe? Tabii ki “milli güvenlik” ve “kamu düzeni”. Hangi paylaşım kamu düzenini bozmuş, öğrenemiyoruz. Çünkü mahkeme kararı da sansürlü! Şeffaflık mı? O artık sadece duş perdelerinde var.

    Son dört ayda tam 24.922 sosyal medya hesabı erişime kapatıldı. Bunların önemli bir kısmı siyasi muhaliflere, aktivistlere ve bağımsız gazetecilere ait. Hükümete göre hepsi “kamu güvenliğini tehdit eden unsurlar.” Yani tweet atan öğretmen, YouTube’da sokak röportajı yapan genç, Instagram’da hayat pahalılığını anlatan kadın… Herkes potansiyel bir “tehlike.”


    Sokak Röportajlarına Düşman: Mikrofonu Kapat, Milleti Sustur

    AK Parti ve MHP tarafından hazırlanan yeni yasa tasarısı, sokak röportajlarını ve YouTube kanallarını “lisansa bağlama” bahanesiyle kontrol altına almak istiyor. Tasarıya göre mikrofon uzatmak için RTÜK’ten izin almanız gerekecek. İzniniz yoksa? Ceza, kapatma, gözaltı… Belki bir de “ajanlık” suçlaması.

    Düşünsenize: Bir vatandaş “Market fiyatları uçtu” diyor. Devlet: “Terör!”
    Bir kadın “Ev kirasını ödeyemiyorum” diyor. Devlet: “Kaos çıkarıyor!”
    Bir genç “İş bulamıyorum” diyor. Devlet: “Dezenformasyon yaymak!”

    Oysa gerçek şu: Devlet artık halkı değil, halkın düşüncesini denetlemek istiyor.


    60 Yıl Sonra Aynı Film: Menderes’in Sansürü, Erdoğan’ın Dijital Kıskacı

    Tarih, tekrar etmiyor; upgrade oluyor. Adnan Menderes döneminde muhalif gazeteler kapatılıyor, yazarlar tutuklanıyordu. Bugün ise algoritmalar, mahkeme kararlarıyla yarışıyor. Menderes, “Devletin bekası” diyordu; bugünün iktidarı “Milli güvenlik” diyor. Değişen sadece disketteki sürüm.

    1956 Basın Kanunu ile gazetecilere ağır cezalar veriliyordu. Bugün 2022’de çıkarılan “Dezenformasyon Yasası” sayesinde sosyal medya kullanıcıları, 1 ila 3 yıl hapis cezasıyla karşı karşıya. Suçun tanımı? “Halkı yanıltıcı bilgiyi kasten yaymak.” Ne demek bu? Onu sadece savcı biliyor. O da bazen bilmiyor.


    “Özgür Basın” mı Dediniz? Bizde Ona “Terör Propagandası” Derler!

    Özgür basın bu topraklarda artık “halkı galeyana getirme suçu” kapsamına giriyor. Eleştiri yapan gazeteciler, “kara propaganda”cı ilan ediliyor. Hükümetin savunma mekanizması hep aynı:
    • “Terörle mücadele ediyoruz.”
    • “Dış mihraklar bizi yıpratmak istiyor.”
    • “Dezenformasyonla savaşıyoruz.”
    • “Milli iradeyi koruyoruz.”

    Peki bu tanımları kim yapıyor? Tabii ki bizzat sansürü uygulayanlar. Yani hem hakem, hem oyuncu, hem de seyirci iktidarın kendisi.


    YouTuber’dan Tehlikeli Ne Olabilir?

    Bir YouTuber mikrofonla sokağa çıkıp “Ekonomi nasıl?” diye sorduğunda, devlet refleksi “dur, bu soruda devleti yıkma potansiyeli var” oluyor.
    Bir gazeteci sosyal medyada “yolsuzluk” diyor, dava açılıyor.
    Bir sanatçı tweet atıyor, konseri iptal ediliyor.
    Bir öğrenci video çekiyor, KYK yurdundan atılıyor.

    Kısaca: Eleştiriyorsan ya işsiz kalırsın ya susturulursun. Tıpkı Orwell’in dediği gibi: “Özgürlük, 2+2=4 diyebilme hakkıdır.” Ama burada 2+2’nin 5 olduğuna inanmayanlar, “toplumu bölmekle” suçlanıyor.


    Sansürün Ekonomisi: “Korkunun İnternet Paketi Yok”

    Sansür sadece siyasi değil, ekonomik bir felakettir. YouTube kanalıyla geçinen binlerce genç, sosyal medya ajansı kuran girişimciler, Instagram’dan satış yapan küçük esnaflar… Hepsi “içeriğiniz uygun değil” bahanesiyle gelir kaybediyor. :)

    Şakası bir tarafa; özgürlük ortamı daraldıkça, yaratıcı endüstriler yok oluyor. İnsanlar artık fikir üretmekten değil, yanlışlıkla bir şey yazmaktan korkuyor. Ve korkunun olduğu yerde ekonomi büyümez, sadece “gizli gündemli TikTok videoları” çoğalır.


    Peki Ya Yarın? Bugün Susturulan İmamoğlu, Yarın Sıra Sizde…

    Bugün Ekrem İmamoğlu’nun hesabı kapatıldıysa, yarın bir tweet’iniz nedeniyle sizin de kapatılabilir. Bugün sokak röportajları yasaklanıyorsa, yarın okul kantininde konuşmanız da “suç delili” sayılabilir. Herkesin potansiyel suçlu olduğu bir sistemde, özgürlük artık bir hatıra defteri…

    Bu ülkede sansür uygulamaları, sadece bugünün değil; bugünden sonra konuşacak cesareti kalmayan bir toplumun habercisi.


    Sansürsüz Bir Türkiye Mümkün… Ama Önce Korkusuz Bir Toplum Gerekir!

    Demokrasi, iktidarların hoşuna giden fikirlerin değil, canlarını sıkan eleştirilerin korunmasıdır. Sansür, bir rejimin değil; bir korkunun tezahürüdür.

    Adnan Menderes sansürle başladı, nerede bittiğini herkes biliyor. Belki de oradan alınması gereken ders şu: Sansür, iktidarı değil, çürümeyi hızlandırır.

    O yüzden tekrar:
    “Sansürsüz bir Türkiye mümkündür. Ama önce korkusuz bir toplum gerekir.”
    Mikrofonu kapatmak kolaydır; ama sesi susturmak? İşte o, tarihe karşı savaş açmaktır.

    Devamını Oku

    Eğitimde ‘Hayırlı’ Değişim!

    Eğitimde ‘Hayırlı’ Değişim!
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Aydınlık Türkiye’nin en köklü eğitim atılımlarından biri olan Köy Enstitüleri’nin 84. kuruluş yıldönümünü anıyoruz. Köy Enstitüleri’ni anarken yalnızca bir eğitim modelini değil, bu topraklarda eşitliği, üretimi, aydınlanmayı ve halkı temel alan bir yaşam felsefesini hatırlayıp hatırlatalım istiyorum.

    Köy Enstitüleri, 17 Nisan 1940 tarihinde çıkarılan 3803 sayılı yasa ile büyük bir vizyonla kuruldu. İlk olarak açılan Kızılçullu/İzmir, Çifteler/Eskişehir, Gölköy/Kastamonu, Kepirtepe/Kırklareli, Akçadağ/Malatya ve Gönen/Isparta enstitüleriydi. Zaman içinde bu sayı 21’e ulaştı. Dönemin Milli Eğitim Bakanı Hasan Âli Yücel ve İlköğretim Genel Müdürü İsmail Hakkı Tonguç’un öncülüğünde kurulan bu kurumlar, yalnızca eğitim kurumları değil, aynı zamanda bir yaşam ve üretim merkeziydi. Köy Enstitüleri, halktan kopuk olmayan, halkın içinden gelen ve halkı dönüştürmeyi amaçlayan bir eğitim modeliydi. Cumhuriyet’in halkı yurttaş kılma, eğitimi halkın ayağına götürme projesiydi. Öğrenci yalnızca akademik bilgiyle değil, hayatla, toprakla, üretimle, kültürle ve sanatla yoğruluyordu.

    Bu kurumlar, klasik anlamda bir okul değil, bir halk üniversitesiydi. Her enstitü, kendi elektriğini üretir, kendi tarlasını eker, kendi kerpiçini yoğurur, kendi okulunu inşa ederdi. Öğrenciler sabahları sıralara değil, bağa, tarlaya, marangoz atölyesine, demirci ocağına giderdi. Öğleye kadar çalışır, öğleden sonra ders yaparlardı. Bir elinde kalem, bir elinde çekiç olan bu gençler, yalnızca okuryazar değil, aynı zamanda üretken, yaratıcı ve sorumluluk sahibi bireyler olarak yetiştiriliyordu.

    “Köy Enstitülerinin eğitim modeli nasıldı?” diye soracak olursak; bu model, “yaparak ve yaşayarak öğrenme” esasına dayanıyordu. Öğrenci yalnızca bilgiyle değil, hayatla eğitiliyordu. Kuramsal bilgiler, pratik uygulamalarla destekleniyor; örneğin bir öğrenci biyoloji dersinde teorik bilgileri öğrenirken, aynı zamanda hayvan bakımını yapıyor, ziraat bilgilerini öğrenirken ekip biçiyor, fen dersinde elektrik üretimini bizzat deneyimliyordu.

    Bu eğitim sistemi içinde müfredat da çok yönlüydü. Matematik, fizik, kimya gibi temel derslerin yanında tarım, hayvancılık, inşaat, marangozluk, demircilik, müzik, halk oyunları, tiyatro ve edebiyat gibi dersler de yer alıyordu. Hatta her öğrenci bir müzik aleti çalmayı öğrenmek zorundaydı. Düşünün ki bir köy çocuğu, kemanla Beethoven çalarken, bir yandan da köydeki ahırı nasıl inşa edeceğini biliyordu.

    Bu sistemin içinde en çarpıcı olan yönlerden biri, demokrasinin ve katılımcılığın eğitim ortamında içselleştirilmiş olmasıydı. Öğrenciler, haftalık toplantılarda okul yönetimini, öğretmenlerini açıkça eleştirebilir, önerilerde bulunabilirlerdi. Bu uygulama, öğrencinin yalnızca bilgili değil; aynı zamanda düşünen, sorgulayan, yönetime katılan bir birey olarak yetişmesini sağlıyordu.

    Dönemin Cumhurbaşkanı bir gün bir okulda gerekli incelemeleri yaptıktan sonra öğle yemeğini öğrencilerle beraber yer. O hafta sonu haftalık toplantıda bir öğrenci kalkıp sorar: “Cumhurbaşkanımıza bizden neden farklı bir yemek verdiniz?” Bu soru karşısında okul müdürü kızmak yerine, Cumhurbaşkanının şeker hastalığı olduğunu, ona makamından ötürü özel bir yemek hazırlatılmadığını, rahatsızlığından dolayı farklı yemek verildiğini, aynı durumun öğrenciler içinde rahatsızlığı olduğu takdirde ona da farklı yemek verileceğini izah ederek, öğrencisini yanıtlar. Köy Enstitüleri’nde öğrenciyle öğretmen aynı sırada yer, aynı kaptan yemek yerdi. Bu bir semboldü; hiyerarşi değil eşitlik, ayrıcalık değil halkçılık, gösteriş değil samimiyet.

    Bugün bu anlayış yerini ayrıştırmaya, halktan uzaklaşmaya, göstermelik törenlere bıraktı.

    Daha da vahimi… Bugün kültürel değerlerimizi, toplumsal belleğimizi, milli eğitim politikalarımızı birer birer tarikat ve cemaatlere teslim ediyoruz.

    Kültürel geziler adı altında öğrenciler, ülkemizin tarihiyle, sanatla, bilimle buluşmak yerine, cumhuriyet düşmanlarının, laiklik karşıtlarının mezarlarına götürülüyor. Düşünün, 12 yaşındaki çocuklar bir tür inançsal telkin eşliğinde, bir tarikat liderinin mezarını ziyaret ediyor. Orada dua ediyor, orada ağlıyor, orada “rol model” olarak o kişiyi belleğine kazıyor.

    Ama aynı çocuk, Efes’i, Çatalhöyük’ü, Hacı Bektaş’ı, Pir Sultan Abdal’ı, Hasan Âli Yücel’i, Tonguç Baba’yı tanımıyor! Bunlar ona anlatılmıyor.

    Bugün tarikat ve cemaatler, yalnızca kültürel alanı değil; eğitim sisteminin bizzat kendisini kuşatmış durumda. Milli Eğitim Bakanlığı, bu yapılarla ardı ardına protokoller imzalıyor. TÜGVA, TÜRGEV, İlim Yayma Cemiyeti, Ensar Vakfı gibi yapılar, Milli Eğitim’le “değerler eğitimi” adı altında iş birliği yapıyor.

    Peki, kim bu değerleri anlatıyor? İlahiyat mezunu olmayan, herhangi bir pedagojik eğitimi bulunmayan, çocuk gelişimi hakkında temel bilgisi dahi olmayan kişiler…

    Bugün Türkiye’de bazı illerde cami imamlarının sınıflarda derse girdiği örnekleri biliyoruz. Din görevlileri, “manevi danışman” adı altında okullarda sistematik biçimde görevlendiriliyor. Hatta bazı yerlerde, sınıflar imam odasına çevriliyor. Bu uygulama yalnızca laikliği değil, aynı zamanda bilimsel eğitimi de hedef alıyor.

    Bir cami imamı elbette toplumda önemli bir görev yapar. Ancak pedagojik formasyonu olmayan, çocuk psikolojisini bilmeyen bir kişinin sınıf içinde çocuklara “ahlak”, “değer” anlatması ne kadar doğrudur? Bu soruyu artık sormaktan çekiniyoruz.

    Bu durumun doğrudan sonuçlarını da yaşıyoruz.

    Olay şu; Eskişehir Beylikova Müftüsü İshak Yıldırım… İmam Hatip Ortaokulunda Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi derslerine giriyor ve öğrencisi 12 yaşındaki kız çocuğuna cinsel istismar dolu mesajlar atıyor. Ailenin şikayeti üzerine ifade veriyor ancak gözaltına alındıktan sonra adli kontrol şartıyla serbest bırakılıyor. O günlerde sitede ismi resmi hâlâ duruyor. Basın ve sosyal medya bunu dile getirince ve başsavcılığın itirazı üzerine tutuklanıyor.

    12 yaşındaki N.G’ye attığı mesajın bir bölümü:
    “Daha samimi olalım. Senden olumlu haber bekliyorum. Seni seviyorum. Senin güzelliğini yeni fark etmeye başladım. Gerçi yaşın çok küçük. Ben neredeyse senin baban yaşındayım. Biraz da onun etkisi var tabii ki, aramızda ilişki olursa nasıl olacak? Sen de kabul edersen mesela? Senden haber bekliyorum ona göre ama iyi haber olsun…”

    Bir başka trajedi de Mil-Diyanet Sen Genel Başkanı C. Gül’ün, 12 yaşındaki çocuğa istismardan tutuklanan müftüye sahip çıkması…
    Bir müftümüz daha diyor. İlginç değil mi? Ya da itiraf…

    Evet, doğrudan sonuçlarını yaşıyoruz. En başta, aile kavramı büyük bir tahribata uğruyor. (Bu sene “aile yılı”ydı değil mi?) Anne-baba çocuğunu güvenle okula gönderemiyor. Aile, okulun ne öğrettiğinden habersiz. Öğrenciye hangi cemaatin mensubu, hangi vakfın görevlisi ne öğretiyor; şeffaflık yok. Eğitim sisteminde laiklik ve bilim dışlanıyor, yerine itaat ve dogma yerleştiriliyor.

    Köy Enstitüleri’nde öğretmenler, hem üretici hem de rehberdi. Öğrencinin birey olmasını, kendi kararlarını verebilmesini, özgür düşünebilmesini öğretirlerdi. Bugün çocuklara “sorgulamak” değil, “itaat etmek” öğretiliyor. Fark burada.

    Köy Enstitüleri, kadını ve erkeği eşit görüyordu. Kız öğrenciler erkeklerle aynı atölyelerde çalışıyor, aynı tarlaları sürüyor, aynı koşullarda öğrenim görüyordu. Kız çocuklarının eğitimi bir ayrıcalık değil, bir zorunluluktu. Karma eğitim, o yıllar için büyük bir devrimdi.

    Bu yönüyle Köy Enstitüleri, kadınların toplumsal yaşama aktif katılımını teşvik eden ilk kurumlardan biriydi. O dönemde birçok kız öğrenci, ilk kez evinden çıkıp eğitim almış, kendi ayakları üzerinde durmayı öğrenmiştir. Kadınların özgürleşmesinde, birey olmasında ve toplumsal cinsiyet eşitliğinin sağlanmasında bu kurumların katkısı asla yadsınamaz.

    Kıymetli dostlar,

    Köy Enstitülerinin mezunları yalnızca öğretmen değil; köyün her şeyinden anlayan önderleri olarak mezun oldular. Doktordu, teknisyendi, tiyatrocuydu, marangozdu, ziraatçıydı… Köyüne döndüğünde hastaya pansuman yapacak, traktörü çalıştıracak, tiyatro oynayacak, halkı örgütleyecek, çocuklara okuma-yazma öğretecek bilgi ve beceriyle donatılmışlardı.

    Enstitüler, yalnızca birey yetiştirmedi; aynı zamanda bir aydın kuşağı yarattı. Fakir Baykurtlar, Mahmut Makal’lar, Dursun Akçam’lar, Talip Apaydın’lar, Mehmet Başaran’lar… Hepsi bu okulların ürünüdür. Yalnızca edebiyatta değil, eğitimde, kültürde, toplumsal dönüşümde öncü oldular.

    Peki sonra ne oldu?

    Ne yazık ki Köy Enstitüleri, ilerici, eşitlikçi, halkçı yapısı nedeniyle bir kesimin rahatsızlığına neden oldu. Sorgulayan birey, itaat eden değil; üreten birey, yöneten değil; kadınla erkek eşit, bu ise feodal yapıya ters…

    Karma eğitimi, halkın içinde olmayı, özgür düşünceyi, üretim temelli eğitimi eleştiren kesimler çoğaldı. Kimi zaman “komünizm”le suçlandılar, kimi zaman “dine karşı” olmakla. Enstitüler önce içi boşaltılarak öğretmen okullarına dönüştürüldü, ardından 1954’te tamamen kapatıldı.

    Kapatıldılar… ama unutulmadılar.

    Değerli dostlar,

    Bunlar tesadüf değil. Bunlar planlı bir dönüşümün, bir karşı devrim sürecinin parçalarıdır. Eğitimde laiklik, bilimsellik, eşitlik ilkeleri adım adım tasfiye ediliyor. Ve bu ortamda, Köy Enstitüleri bir hayal değil; geçmişin sağlam bir gerçeği olarak karşımızda duruyor.

    Bir zamanlar öğretmen, köyde doktordu, veterinerdi, sosyal çalışmacıydı. Bugün köylere doktor gitmiyor, veteriner bulunamıyor. Oysa Köy Enstitüleri mezunları her işi yapabilecek bilgi ve beceriyle donatılmıştı.

    Bir zamanlar öğrenci müzik aleti çalar, tiyatro yapar, şiir yazardı. Bugün müzik dersi, sanat dersi neredeyse kaldırılmış durumda. Oysa sanat, çocuğun ruhunu besler; sanatla büyüyen çocuk, başkasına zarar vermez. Bugün okullarda şiddet artıyorsa, bu, yalnızca eğitim değil; insan yetiştirme anlayışımızın çökmesindendir.

    Bakın, Köy Enstitüleri’nde öğrenciler, edebiyat dersinde Nazım Hikmet’in şiirlerini okur, tiyatro dersinde Brecht oynar, halk oyunlarıyla kendi kültürünü öğrenir, İngilizce ve Fransızca’yla dünyaya açılırdı. Bugün ise bir başka çocuğun ailesi şikâyet etmesin diye Nazım’ın adını bile anmaktan çekinen öğretmenlerimiz var!

    Köy Enstitüleri’ni kapattılar. Çünkü bu sistem, susan değil konuşan; itaat eden değil düşünen; kul değil yurttaş yetiştiriyordu. Kadınla erkeği eşit gören, laikliği özümsemiş bireyler yetiştiriyordu.

    Ama ne dedik?

    Köy Enstitüleri yalnızca bir kurum değil, bir ışıktır. Çünkü bu toprakların çocuğu, aydınlığına yürürken elindeki ışığı Köy Enstitülerinden almıştır.

    O ışık hâlâ yanıyor.
    O ışık, karanlıkta el yordamıyla yolunu arayan her gençte, her öğretmende, her vicdanlı yurttaşta yaşamaya devam ediyor.

    84 yıl sonra bugün, bir kez daha söylüyoruz:
    Köy Enstitüleri bir eğitim değil, bir devrim projesiydi.
    Bir öğretim değil, bir yaşam felsefesiydi.
    Bir okul değil, bir gelecek umuduydu.

    Bu ülkenin dağ köylerinden çıkan çocuklara, geleceğin aydınlık yolunu gösteren, Cumhuriyet’in en büyük projelerinden biri olan Köy Enstitülerini kuranlara;
    Başta Mustafa Kemal Atatürk’e,
    Hasan Âli Yücel’e,
    İsmail Hakkı Tonguç’a
    ve tüm Köy Enstitüsü emekçilerine sonsuz saygı ve minnetle…

    Köy Enstitüleri halkın göz nurudur.
    Köy Enstitüleri bilimdir, üretimdir, laikliktir, eşitliktir.
    Köy Enstitüleri bu topraklarda yeniden filizlenecektir.
    Umutla, kararlılıkla, inatla…

    Devamını Oku

    DUY SESİMİ

    DUY SESİMİ
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Demokrasi… Ne güzel bir kelime değil mi? Söylerken bile insanın içi ferahlıyor. Ama iş uygulamaya gelince, kelimenin ruhu bir köşeye sıkışıyor, üstüne bir de “kamu yararı” bahanesiyle susturuluyor. Bu topraklarda demokrasi bazen bir kürsüde alkışlanıyor, bazen bir köşe yazısında yüceltiliyor, bazen de bir mahkeme kararında tozlu bir rafın arasında unutuluyor. Ve biz hâlâ ısrarla soruyoruz: Demokrasi gerçekten var mı, yoksa sadece vitrine koyulmuş bir temsili kukla mı?

    Şimdi durduk yere bu sorgulama da nereden çıktı demeyin. Malumunuz, son zamanlarda memlekette olan biteni takip edince, insanın içinden bir değil, beş soru çıkıyor. Çünkü ortada bir yapı var ama içi boşaltılmış. Sahip olduğumuzu sandığımız şeyleri yavaş yavaş elimizden alan, ama “her şey sizin iyiliğiniz için” diyerek bunu yapan bir düzenle karşı karşıyayız. Hani şu beş temel güç var ya, demokrasinin sacayakları… Yasama, yürütme, yargı, medya ve sivil toplum. Bir zamanlar bunlar birbirini dengeleyen, birbirine gözdağı vermeyen ama birbirine göz kulak olan güçlerdi. Şimdi? Şimdi durum biraz karışık.

    Yasama desen, halkın temsilcileri meclise gidiyor gidiyor ama çoğu zaman el kaldırıp indirmenin ötesine geçemiyor. Milletin iradesiyle seçilmiş olmanın bir ağırlığı vardı eskiden, şimdi çoğu temsilci, o iradeyi hatırlamakta zorlanıyor. Yasa yapma yetkisi bir prosedüre dönüştü, milletvekili koltuğu ise sadece bir oturma düzeni.

    Yürütme, yani icra makamı… Eskiden hükümetti, şimdi şahıslar üzerinden şekilleniyor. Bir kişi söylüyor, herkes hizaya geçiyor. Oysa demokrasi dediğin şey, tek bir kişinin her şeyi bilmesi üzerine kurulmaz. Bilgi paylaşılır, yetki paylaşılır, karar ortak alınır. Ama bizde yürütme öyle bir yürümeye başladı ki, geride ne yargı kaldı ne de yasama.

    Yargıya gelirsek… Hani “adalet mülkün temeli” derler ya, bu temel artık çatlamaya başladı. “Bağımsız yargı” lafını ağzımıza aldığımızda, birileri hemen “ama millî menfaatler” diyor. Oysa yargının görevi millî menfaati değil, hukuku gözetmektir. Ama gelin görün ki mahkemeler bazen öyle kararlar veriyor ki, vatandaş neye uğradığını şaşırıyor. “Bu kararı ben alırdım” diyen kahvehane müdavimi bile bazı yargı kararlarını daha makul buluyor.

    Gelelim dördüncü güce: Medya. Eskiden dördüncü kuvvetti, şimdi ya resmî bülten ya da eğlence kanalı. İktidarı eleştiren haber kalmadı desek yeridir. Eleştirsen de ya “vatan haini” ilan ediliyorsun ya da reklam gelirlerinden oluyorsun. Oysa medya, halk adına denetim görevi gören bir güçtür. Ama bizde artık güç değil, sadece bir ekran ışığı. Bir de “yandaş” ve “marjinal” arasında sıkışmış gazetecilik var ki, ne vicdan kalıyor ne de habercilik.

    Beşinci güce geldik: Sivil toplum. Yani vatandaşın kendi haklarını savunduğu, devletle birey arasındaki dengeyi kuran mekanizma. Ancak burada da işler karışık. Dernekler, vakıflar, platformlar… Hepsi ya kontrol altında ya da göz hapsinde. Sokağa çıkınca “yasadışı gösteri”, imza toplayınca “provokasyon”, fikir beyan edince “örgüt üyeliği” muamelesi. Bu ortamda hangi birey kendini özgür hissedebilir ki?

    Evet, demokrasi diyorduk. Kitaplarda uzun uzun anlatılır; seçimler, çoğulculuk, kuvvetler ayrılığı, ifade özgürlüğü… Ancak gerçek hayatta gördüğümüz, bunların maket versiyonu. Uzaktan bakınca benziyor ama yaklaştıkça detaylar eksik. Belki de en tehlikelisi, bu eksikliği normalleştirmemiz. “Burası Türkiye, olur o kadar” diyerek kanıksamamız. İşte asıl tehlike burada başlıyor.

    Bu yazıyı okuyan biri, “Sen de hep eleştiriyorsun, hiç mi iyi bir şey yok?” diyebilir. Tabii ki var. Hâlâ direnmeye çalışan hukukçular, hâlâ gerçek habercilik peşinde koşan gazeteciler, hâlâ susmayan sivil toplum kuruluşları, hâlâ oy verdiği kişiyi sorgulayan vatandaşlar var. Ama bu seslerin duyulması için önce o beş temel gücün yeniden hatırlanması, işlevine kavuşması gerekiyor.

    Demokrasi, bir günde kurulan bir sistem değil. Ama bir gecede çökebilecek kadar kırılgan. Ve ne yazık ki, bu kırılganlık günbegün gözümüzün önünde büyüyor. Elimizde tuttuğumuz sandık kadar, ağzımızdan çıkan sözün de değeri olsun istiyorsak, artık vitrin süsü demokrasi yerine, işleyen bir sistem istemeliyiz. Çünkü demokrasi sadece seçimden seçime hatırlanacak bir tören değil; her gün savunulması gereken bir yaşam biçimidir.

    Demokrasi… Kulağa ne kadar tok, ne kadar asil geliyor. Tarih boyunca nice halk onun uğruna yürümüş, direnmiş, bedel ödemiş. Fransızlar Bastille’i bastı, Amerikalılar çaylarını denize döktü, Güney Amerikalılar diktatörleri yuhaladı, Doğulu halklar yasakları sloganlara çevirdi. Bizde ne oldu? Sokakta toplanan üç beş kişi için hemen “provokasyon var” dendi, biber gazı stokları eritildi. Hadi şimdi bir daha düşünelim: Demokrasi mi dediniz? Hangi bölümünden?

    Protesto hakkı demokrasinin oksijenidir. Vatandaş konuşacak, bağıracak, yürüyüş yapacak, pankart asacak, şarkı söyleyecek, çadır kuracak. Gerekirse dans edecek. Devleti yönetenler o sesi duyacak, rahatsız olacak ama susturmak yerine “biz neyi eksik yaptık” diyecek. Tabii normalde. Ama bizde iş başka türlü yürüyor. Sokağa çıkan vatandaşa hemen “kamu düzeni tehdit altında” yaftası yapıştırılıyor, “yasadışı örgüt bağlantısı” etiketleniyor. Yahu vatandaş dert anlatmaya gelmiş, siz terörist muamelesi yapıyorsunuz.

    Bu film aslında çok eski. 1970’lerde Paris sokaklarında öğrenciler üniversite reformunu, işçiler çalışma koşullarını protesto ederken, Fransa bile sistemin temelini sorgulamaya başlamıştı. Türkiye ise aynı yıllarda 15-16 Haziran İşçi Direnişi’ni gördü; binlerce işçi, sadece “haklarımızı budamayın” demek için yürüdü. Sonra 80 darbesi geldi, bir bastı, her şeyin üstüne beton döktü. O günden sonra “protesto” kelimesi, fiil olmaktan çıkıp suçun ön eki oldu.

    Yakın tarihte Gezi Parkı Direnişi var mesela. Üç ağaç için başladı, sonra bir halk hareketine dönüştü. Sadece çevre için değil, yaşam tarzı, ifade özgürlüğü, baskı karşısında durabilmek içindi. Ne oldu? İnsanlar hayatlarını kaybetti, yüzlercesi gözaltına alındı, yıllarca süren davalarla yıldırılmaya çalışıldı. Hâlâ bitmedi o süreç. Çünkü sistem protestoyu hastalık, protestocuya da mikrop gibi davranıyor. Halbuki protesto vücudun ateşidir. Hatalı bir şeylerin işaretidir.

    Ve en güncel örnekler… 2023’te Emek ve Özgürlük İttifakı’nın düzenlediği barışçıl yürüyüşler… Basın açıklamaları daha başlamadan dağıtıldı. Ya da Boğaziçi Üniversitesi öğrencilerinin kayyum rektör protestoları… Üniversite kapısına kelepçe takıldı. “Rektör istemiyoruz” diyen öğrencilere terörist muamelesi yapıldı. Daha geçen ay kadınlar İstanbul Sözleşmesi için sokağa çıktı, “Bir kişi daha eksilmeyeceğiz” dedi; sonuç: TOMA, barikat, cop. Bir gün süreli alışveriş yapmama protestosunda ise tutuklayacakları, gaz sıkacakları kimseyi sokakta bulamadıkları için, öfkeden kudurmuş durumdalar.

    Bakın, protesto dediğiniz şey öyle aklı esenin çıkıp bağırması değil. O, yasama üzerinde halkın denetimidir. Milletvekili kürsüde susuyorsa, vatandaş meydanda konuşur. Ama bizde öyle mi? Protesto etmek bir nevi suç hâline geldi. Yasaya karşı çıkıyorsun, “suçu ve suçluyu övme”; çevreyi korumak istiyorsun, “trafiği engelleme”; sendikal hak diyorsun, “kamu hizmetini aksatma.” Tersine işleyen bir adalet düzeniyle, yürüyen vatandaşın ayağına kelepçe takılıyor.

    Peki yürütme bu işe ne diyor? Yürütme dediğimiz şey artık sadece yürüyen vatandaşlara müdahale eden kolluk kuvveti gibi davranıyor. Halbuki yürütme, halkın sesini duyup, o sese göre hizmet üreten organdır. Şimdi ise öfkeye kulak vermek yerine, bastırmayı tercih ediyor. Halka kulak tıkayan bir yürütme, yönetim değil; olsa olsa kontrol mekanizmasıdır.

    Ve elbette yargı… Protestoya katılan vatandaşın önce üstü aranıyor, sonra kimliği sorgulanıyor, ardından hakkında “suç işlemek amacıyla toplanma”dan dava açılıyor. Bazı davalarda öyle gerekçeler var ki, bir karikatürist bile bu kadar yaratıcı olamaz. “Yüzünde maske vardı, kimliği tespit edilemedi.” İyi de kardeşim, sen zaten maskeyi gazdan korunmak için zorla taktırıyorsun. Hem gazı sen sıkıyorsun, sonra vatandaşı maskeden yargılıyorsun. Bu ne perhiz, bu ne gazlı lahmacun?

    Medya da bu işin tuzu biberi. Bir protesto olduğunda, ekranlar ya sessizliğe bürünüyor ya da bir “marjinal grup” uyduruluyor. “Kamu düzenini bozan gruplar” deniyor ama ne istediğini söyleyen yok. Eskiden CNN International Taksim Meydanı’ndan canlı yayın yaparken, bizim televizyonlar penguen belgeseli veriyordu. Bu bile başlı başına bir ironi. Bir ülkede medya halkı bilgilendirmiyorsa, o ülkede bilgi değil, manipülasyon dolaşıma girer. Medya susuyorsa, vatandaş bağıra bağıra konuşur. Ama işte o bağırışlar da bir süre sonra duyulmaz olur. Vatandaş ne için sokağa çıkmış, ne talep etmiş, neden öfkeli, haberin altına üç satırla geçiştiriliyor. Medya, halkın sözcüsüyken şimdi neredeyse halktan gizlenen bilginin taşıyıcısı oldu. Slogan atanı değil, sloganın üstünü örtenleri manşet yapıyor.

    Sivil toplum da aynı şekilde… Eskiden “hak savunuculuğu” yapan sivil toplum kuruluşları şimdi ya “ajanda güdüyor” diye fişleniyor ya da “dış mihraklarla ilişkili” diye mimleniyor. İki kişi bir araya gelse, “örgüt kurmak”tan dava açılıyor. Sosyal medya paylaşımı, basın açıklaması, afiş, rozet… Her biri potansiyel bir suç delili. Öyle ki, artık insanlar protesto edeceği pankartı yazmadan önce bir avukata danışıyor: “Bu cümleyle gözaltına alınır mıyım?”

    İşte tam da bu yüzden, demokrasiye sadece sandık olarak bakamayız. Demokrasi, insanların yürüdüğü, bağırdığı, “hayır” dediği, meydanlarda ses olduğu yerdir. Ve o ses bastırılmak yerine duyulmalıdır. Susturulan ses büyür, bastırılan öfke patlar, görmezden gelinen sorun çürür. Halbuki protesto, sistemin bozulduğunu haber veren çan sesidir. İnsanlar durduk yere sokağa dökülmez. Ne o sıcakta saatlerce beklemek zevk verir, ne de gaz yemeyi kimse hobi olarak seçer. Protesto, çığlık atmaktır. Duyan olur umuduyla. Ama bu çığlıklar bastırıldıkça, içeride birikiyor. Ve ne yazık ki, bastırılan sesler bir gün patlamaya dönüşür. İşte o zaman demokrasi değil, anarşi konuşur. Ve en acısı, buna da yine halk değil, otorite “neden oldu?” diye şaşırır.

    Şimdi soruyorum: Demokrasinin neresindeyiz? Yasama, yürütme, yargı, medya, sivil toplum… Her biri kendi işini yapamıyorsa, halk da konuşamıyorsa, bu sistem hâlâ demokrasi midir yoksa sadece bir isim tabelası mıdır? Bu ülkede protesto eden vatandaş değil, protestoya tahammül edemeyen sistem sorgulanmalı.

    Demokrasi, sadece oy vermek değil; gerektiğinde “yeter artık” diyebilmektir. O “yeter”i söyleyen genç, kadın, işçi, öğrenci, çiftçi… Hepsi sistemin aynasıdır. Eğer o aynaya bakamıyorsak, yöneten de yönetilen de kendi yalanıyla baş başa kalır.

    Protesto eden halk suçlu değil, sistemin rehberidir. Dinleyen sistemler demokrasiyle gelişir, bastıranlar otoriterlikle küçülür. Biz hangisini istiyoruz, onu iyi düşünelim.

    Seçim sandığını koymakla demokrasi gelmez. Asıl mesele, o sandığın etrafında konuşan, tartışan, protesto eden, eleştiren ve değişim isteyen bir halkın varlığıdır. Ve o halkı dinleyen, sabreden, düzelten bir yönetimin olgunluğudur. Eğer biz hâlâ pankart taşıyan gençleri “dış güçlerin maşası” olarak görüyorsak, bu ülkenin yarınları çoktan susturulmuş demektir.

    Demokrasi, sadece oy vermek değil; gerektiğinde “hayır” diyebilmektir. Ve o “hayır”ın yankılanmasına tahammül edebilmektir. Bu yankıya kulak tıkayanlar, gün gelir sessizliğin içinde kaybolurlar. Ve işte o zaman, en çok susturdukları sesler çınlamaya başlar: “DUY SESİMİ!”

    Devamını Oku

    Sessizlik Çökünce

    Sessizlik Çökünce
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Bir zamanlar demokrasi vardı… Ya da olduğuna inandırılmıştık. Halkın iradesi, hukuk devleti, güçler ayrılığı, şeffaflık… Ne güzeldi o kelimeler, değil mi? Ama işin acı tarafı, tarih bize hep aynı gerçeği hatırlatıyor: Denetlenmeyen güç, yozlaşmaya mahkûmdur. İşte bu yozlaşmanın adı, otokrasinin kaçınılmaz çöküşüdür. Ve her çöküş, daha büyük bir çürümeye yol açar. Otokrasi, zamanla kleptokrasiye evrilir; yani devlet, hırsızların yönettiği bir mekanizmaya dönüşür.

    İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu’nun tutuklanması, işte tam da bu çürümenin en açık göstergelerinden biri. Yasalar, artık iktidarın elinde birer oyuncak; mahkemeler, siyasi talimatlarla karar veren birer tiyatro sahnesi; adalet, sadece bir kelime. Üstelik bu hikâye yeni de değil. Otoriterleşen her rejimin, sandıkta kaybedeceğini anladığı anda başvurduğu en bilindik yol: Muhalefeti sustur, rakiplerini kriminalize et, korku iklimini körükle.

    Ancak ne kadar üstünü örtmeye çalışsalar da gerçekleri saklayamazlar. Otokrasi, kendini devam ettirebilmek için baskıyı artırmaktan başka çare bulamaz. Bu yüzden basına sansür, gazetecilere gözaltı, sosyal medya paylaşımlarına ceza, protestolara polis müdahalesi artar. Siyasi rakiplerini yargı sopasıyla ekarte etmeye çalışanlar, aslında halkın vicdanında kendi mahkûmiyetlerini ilan etmiş olurlar.

    Peki, bugün yaşananların sebebi gerçekten “adalet” mi? Yoksa asıl mesele, yaklaşan seçimler ve sandıkta kaybetme korkusu mu? Çünkü tarihe bakarsak, seçim süreçlerinde bu tür adımların atılması hiç de tesadüf değildir. Sandıkta yenemediğini yargı sopasıyla saf dışı bırakmak, artık sıradan bir yöntem haline geldi.

    Bunun en bariz örneklerinden biri, İmamoğlu’nun belediye başkanı olduğu günden beri üzerine kurulan baskı mekanizmalarıdır. Göreve geldiği günden itibaren yüzlerce müfettiş tarafından denetlendi, hakkında sayısız soruşturma açıldı, her icraatı adeta mercek altına alındı. Ancak bunca incelemeye rağmen “suç” bulunamayınca, devreye “gizli tanık” ifadeleri sokuldu. Evet, kim oldukları bile belli olmayan, hatta belki de gerçekte var olup olmadıkları bile tartışmalı olan birkaç gizli tanığın beyanları, bugün İstanbul halkının seçilmiş başkanını cezaevine göndermeye yetti!

    Bu, sadece İmamoğlu meselesi değil. Bu, memleket meselesidir. Bu, adaletin nasıl çökertildiğinin, hukuk sisteminin nasıl bir silaha dönüştürüldüğünün, milli iradenin nasıl gasp edildiğinin hikâyesidir. Ve en kötüsü de, her geçen gün sıradanlaşan bu hukuksuzlukların, toplumu duyarsızlaştırmasıdır. Eğer bizler, bu olanlara “alışırsak”, işte o zaman gerçekten kaybetmiş oluruz.

    Peki, biz ne yapacağız? Susacak mıyız? “Bana dokunmayan yılan bin yıl yaşasın” diyenlerden mi olacağız? Çünkü unutmayalım, bugün sustuğumuz haksızlık, yarın bizim kapımızı çaldığında kimse kalmayacak.

    Kaybedeceğini anlayan kişiler, hele de sonucunda kazanımlarını kaybetme ve yargılanma riskiyle karşı karşıyaysa, ne halkı düşünür ne de ülkenin geleceğini. Çünkü; “Siyasette korku, tüm kötülüklerin lideridir.”

    Bugün Türkiye, bir yol ayrımında: Yaşadığımız süreç, kişi ya da parti meselesinden ziyade memleket meselesidir. Ya demokrasi ya otokrasi… Ya istiklal ya istibdat… Ya liyakat ya biat… Ya adalet ya keyfiyet… Ya refah ya iflas… Ya egemenlik kayıtsız şartsız milletindir ya da egemenlik Saray’a aittir.

    Korkunun filmini çekiyorlar ve bizden figüran olmamızı istiyorlar. Sormayalım, sorgulamayalım, paylaşmayalım istiyorlar. Ama sormaya devam:

    ❓ Gerçek nedeni bir yolsuzluk, terör operasyonu değil de, birilerinin yargılanmaması için yapılmış bir operasyon mu?
    ❓ Ümit Özdağ’ın tutuklanması, halkı korkutup protestoyu önlemek için 12 yıl önceki Gezi olaylarının yeniden kovuşturmaya açılması, Ayşe Barım’a tahliye kararı veren hakim hakkında soruşturma başlatılması, İstanbul Barosu Başkanı İbrahim Özden Kaboğlu ve yönetiminin görevden alınması, DEM Partililerin protestolara katılmaması için yeni bir Kürt açılımının başlaması… Zamanlamanın tesadüf olduğuna mı inanacağız?
    ❓ İBB’ye beş senede 1000’in üzerinde teftiş yapılmış. Müfettişlere belediyede odalar ayrılmış. Belediye Meclisi’nde AKP’nin 120, MHP’nin 7, BBP’nin 2 üyesi yok muydu? Hiç kimse kanıt bulamayınca, suçlamaların temelde 3 gizli tanık ifadesine dayanması, “Duymuştum, ispatlayabilirim…” şeklindeki soyut beyanlarla suçlamalar kabul edilebilir mi?
    ❓ Sandıkta yenemediklerini yargı sopasıyla saf dışı bırakma çabası mı?
    ❓ Türk Milleti’nin demokratik geleceği için, hak, hukuk ve adalete sahip çıkmak için anayasal hakkını kullanan gençlere uygulanan bu muamelenin, tacizcilere, hırsızlara, katillere gösterilenden çok daha sert ve acımasız olması reva mı?
    ❓ Dağdaki teröristlerle işbirliği yapanların, sokaktaki masum vatandaşa terörist muamelesi yapması?

    Gerçekleri de, cevapları da biliyoruz.

    Susmak, suça ortak olmaktır… Sormak, hepimizin geleceği için haksızlığa karşı çıkmak ve kişilerin değil, halkın sesi olmak sorumluluğudur. Çünkü “Bir şahsa karşı yapılan haksızlık, herkese karşı yapılmış bir tehdit demektir. Adaletsizliğe şahit olup göz yuman insanlar, haysiyet ve onurlarını kaybetmeye mahkûmdur.” Yaşananların bedelini hukuk sistemi, ekonomi, kamu vicdanı ve toplumsal adalet duygusu, halk ödeyecek.

    Hepimiz biliyoruz ki adalet, bir gün herkese lazım olacak. Ama o gün geldiğinde, iş işten geçmiş olmasın.

    Dursun, kendisini yüzme takımından kovalayan hocasına sitem etmiş:
    “Yahu hocam, ayıp ettiniz! Havuza işeyen sadece ben miyim? Hiç insan havuza işedi diye takımdan atılır mı? Herkes havuza işemiştir!”
    Hocası Temel, terslemiş Dursun’u:
    “Ulan, edepsiz! Belki herkes bir kere havuza işemiştir ama hiç kimse bunu, senin gibi tramplenin üzerine çıkarak göstere göstere yapmamıştır!”

    Onlar da bize göstere göstere yaptılar her şeyi… AKP eski milletvekili Fuat Geçen’in itirafları her şeyi anlatıyor:
    “AKP, bu yaptıklarını yolsuzluk olarak görmüyor. İşin sıkıntısı burada başlıyor. Ne olarak görüyor? ‘Biz paraya pula çok sahip olmalıyız çünkü biz çok özeliz, çok baskı altındayız, yıllardır baskı altındaydık. Dolayısıyla paranın gücüyle kendimizi ayakta tutacağız, bir takım çevreleri bununla sindireceğiz. Dolayısıyla burada haram diye bir şey yok.’ Gerektiği kadar ilgi gösterilip tedbir alınmadığı gibi, şöyle bir dışlama psikolojisi işlemeye başladı: ‘Ya bunları niye dile getiriyorsunuz? Bizde bir şey yok, biz temiziz.’ Daha sonra bunları bilgi ve belgelerle paylaşmaya çalıştım ama yine parti içerisinde kalmak kaydıyla. İhalelerdeki usulsüzlükleri ortaya koydum, ihalelerde alan siyasi aktörlerin bizim iktidarımızın, partimizin yöneticileri olduğunu ispata çalıştım, belgeleriyle verdim. Fakat baktım ki, bizim hırsızımız olduğu müddetçe hırsız muamelesi görmeyecek. Başkalarının hırsızı olursa olur, ama bizim kendi kadrolarımızsa bunu ifşa etmek, suç üstü yapmak, siyasi kimliğine zarar verir, partiyi yıpratır, hükümeti yıpratır psikolojisi öne çıktı.”

    Bunları biz uydurmadık, kendi itirafları… Yazımın başında neden kleptokrasiden söz ettiğimi şimdi anladınız umarım. Asıl olan; “Herkes biliyor geminin su aldığını. Herkes biliyor kaptanın yalan söylediğini. Ve herkes biliyor zarların hileli olduğunu…” Bazılarının işine gelmiyor. Allah herkese sadece akıl değil, ahlak da ihsan eylesin.

    Devamını Oku

    ENGELLİ SEÇİM MARATONU

    ENGELLİ SEÇİM MARATONU
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Türkiye, her geçen gün demokrasinin yeni bir boyutunu keşfetmeye devam ediyor. Seçimle gelenlerin seçimle gitmesi gerektiğini düşünenler artık “romantik idealist” ilan edilirken, ülkeyi yönetenler “Siz seçersiniz ama biz karar veririz” düsturuyla hareket ediyor. Ne de olsa demokrasi, halkın iradesinin sandıktan çıkmasıyla değil, gerektiğinde makul gerekçelerle düzeltilmesiyle anlam kazanıyor(!).

    İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu da bu düzeltme operasyonunun son kurbanı oldu. Önce hakkında soruşturmalar açıldı, ardından diploması iptal edildi, yetmedi gözaltına alındı. Demokrasiye bağlılıklarını her fırsatta dile getiren yöneticilerimiz, “Biz demokratız ama gerektiğinde demokrasiyi askıya alırız” diyerek, tarihe geçecek bir anlayış sergiliyorlar.

    Siyasi Muhalefet mi Dediniz? Buyurun, Soruşturma Menümüz!

    İmamoğlu’nun siyasi arenada yükselmesi, kendisine açılan soruşturmalarla paralel ilerledi. Adaylık açıklamasının hemen ardından gelen soruşturmalar, hukuk sistemimizin “hassas ve proaktif” çalışma prensibini gösteriyor. Herkesin “Bu kadar da olmaz” dediği yerde, hukukçularımızın “Bir bakalım, belki olur” demesi, işte tam da bu özverili çalışmanın ürünü.

    Özellikle altı farklı soruşturmanın tek bir kişiye yöneltilmesi, adalet sistemimizin çok yönlü çalıştığını gözler önüne seriyor. Hangi suçlama daha inandırıcı olur diye karar vermek için yapılan anketlerde, “Diploma iptali mi, yoksa terör örgütü liderliği mi daha ilgi çeker?” tartışmaları yaşanmış olabilir. Nihayetinde, karar verenler “Neden sadece biri olsun ki? Biz hepsini verelim, kamuoyu en beğendiğini seçsin” gibi yenilikçi bir yaklaşımla ilerlemişler.

    Diploma mı? Ne Gerek Var, Sadakat Yeterli! Siz Kartal İmam Hatipli değil misiniz?

    İmamoğlu’nun diplomasının iptali, bu sürecin belki de en yaratıcı ayağı oldu. Eğitim, bilgi, yetkinlik mi önemli, yoksa iktidara sadakat mi? Cevap belli: Eğer liyakatliyseniz, dikkatli olun; çünkü liyakat, günümüz Türkiye’sinde pek makbul bir şey değil.

    Diplomanın iptali, yalnızca İmamoğlu’na değil, aynı zamanda akademik özgürlüğe yönelik de ince bir mesaj içeriyor. O mesaj da şu: “Eğitim sistemimiz sizden önce bizim onayımızı bekler.” Eğer yanlış yerde, yanlış kişilere destek verirseniz, diplomanızın meşruiyeti de sorgulanır. Bugün İmamoğlu’nun diploması iptal edilir, yarın başkasının lise karnesi hakkında bir şeyler bulunur, kim bilir belki ilkokul not defteri bile araştırılır.

    İmamoğlu ile beraber üniversite diploması iptal edilerek lise mezunu olan Prof. Dr. Naciye Aylin Ataay Saybaşılı’nın ve onun öğrencilerinin durumu daha vahim. Doğrusu lise mezunu bir akademisyen eğitim verebilir mi, onun ders verdiği öğrencilerin diplomaları geçerli olacak mı?

    Gözaltına Alınmak: Artık Sıradan Bir Günlük Aktivite

    Ve tabii ki, sürecin olmazsa olmazı gözaltı. Eskiden gözaltına alınmak demek, bir suç işlediğinizin kanıtlanması demekti. Şimdi ise suçlamalar kanıtlanmadan bile, “Önlem amaçlı bir gözaltına alalım, bir bakarız” anlayışı hâkim.

    Eskiden insanlar neden gözaltına alınırdı? Kaçakçılık, yolsuzluk, terör gibi suçlar vardı. Ama günümüzde? Seçimi kazanmak, rakip olmak, güçlü bir lider figürü çizmek gibi “tehlikeli” eylemlerden dolayı da gözaltına alınabilirsiniz. İmamoğlu’nun gözaltına alınması, adalet sistemimizin ne kadar “hızlı ve etkili” olduğunu gösteren bir başka şaheser.

    Asıl dikkat çeken nokta, seçilmiş bir belediye başkanının gözaltına alınmasının, seçmenin iradesine de meydan okumak anlamına gelmesi. Sandıkta kazanamadığını masada kapatmak isteyenler için, gözaltı gibi uygulamalar artık kaçınılmaz bir yöntem. Neticede halk oy verip işini yapıyor ama işin “asıl düzeltilmesi gereken” kısmını yöneticiler üstleniyor.

    Demokrasi, Sadece Sandıktan Çıkmak mı?

    Demokrasinin özü, sadece seçim yapabilmek değildir. Seçilenlerin görevini yerine getirebilmesi, muhaliflerin özgürce konuşabilmesi, yargının bağımsız çalışabilmesi gerekir. Ama bugün geldiğimiz noktada, demokrasinin sadece “seçim yapma hakkından” ibaret olduğu anlayışı yayılıyor. Seçim var mı? Var. Peki, seçilen iş yapabiliyor mu? O kısmı biraz karışık.

    Bugün İmamoğlu gözaltına alınır, diploması iptal edilir; yarın başkası. Türkiye’de demokrasi artık bir tahammül oyunu: Kim daha uzun süre dayanırsa, o kazanıyor. Fakat unutmamak gerekir ki, halkın sabrı sonsuz değildir. Bir noktada “Zulmün artsın ki tez zeval bulasın” diyenlerin haklı çıktığını görmek de mümkün olabilir.

    Son olarak, memleketin şu anki durumunu tek bir fıkra ile özetleyelim:

    İlkokula giden Dursun, babası Temel’e sormuş; “Bizum Atasözlerimiz var mi babaciğum?” Temel kızmış ve “Ula sen ne aptal bir uşaksun! Bizim atimuz mu var ki söyleyecek sözümuz olsun?”

    Velhasıl, Türkiye’de atasözü üretmeye gerek yok. Çünkü her gün yaşanan olaylar, kendi mizahi eleştirisini kendisi yaratıyor.

    Devamını Oku

    ŞEHİTLERİMİZİN RUHU SIZLARKEN

    ŞEHİTLERİMİZİN RUHU SIZLARKEN
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Her yıl 18 Mart’ta Çanakkale Zaferi’nin yıl dönümünde, vatan uğruna canlarını feda eden aziz şehitlerimizi anmak için bir araya geliriz. O gün, bağımsızlık aşkımızı, vatan sevgimizi, birlik ve beraberlik ruhumuzu en derinden hissettiğimiz müstesna bir andır. Ancak ne gariptir ki bu yıl, şehitlerimizi anarken milletin yüreğini dağlayan, hatta şehitlerimizin kemiklerini bile sızlatacak bir tartışma gündeme oturdu: Terör örgütü PKK’nın elebaşı Abdullah Öcalan’a “umut hakkı” tanıma düşüncesi ve ona terörü bitirmesi için çağrıda bulunma garabeti.

    Yıllardır binlerce masumun kanına giren, anaları ağlatan, bebek katili olarak anılan bir terörist için “umut hakkı” öneriliyor. Üstelik bu öneriyi ortaya atanlar, vatan sevgisinden dem vuran, milli birlik ve beraberlik nutukları atan siyasetçiler! Bir yanda evladının mezar taşına sarılıp ağıt yakan şehit anneleri, diğer yanda teröristbaşına umut hakkı tanınmasını tartışan “büyük strateji ustaları.”

    Bunu duyunca insan şunu sormadan edemiyor: “Bu vatanı savunurken toprağa düşen binlerce şehidimizin umudu ne olacak?” Onların hayalleri, umutları, yaşam hakları ellerinden alındı. Birisi çıkıp onlara “Özür dileriz, size de umut hakkı tanıyacaktık ama yetişemedik” mi diyecek?

    Bu akıl almaz öneri karşısında en büyük tepkiyi elbette şehit aileleri gösterdi. Harp Malulü Gaziler, Şehit, Dul ve Yetimler Derneği İstanbul Şubesi Başkanı Önder Çelik, konuyla ilgili çok net bir açıklama yaptı:

    “Terör elebaşına umut hakkı verilmesini tasvip etmiyor, yapılan bu çağrıyı şiddetle ve nefretle kınıyoruz.”

    Bu tepki bile aslında durumu özetliyor. Terörle mücadelede canlarını veren yiğitlerin ardından kalan aileler, bu öneriyi sadece bir siyasi gaf olarak değil, düpedüz bir ihanet olarak görüyor. Şehit Aileleri Derneği ise bu önerinin şehitlerin hatırasına açık bir saygısızlık olduğunu vurguluyor. Açıkçası bu noktada bir de şunu sormak lazım: “Şehit ailelerinin yüreği daha ne kadar dağlanabilir?”

    Türkiye Cumhuriyeti yıllardır terörle mücadelede kararlı bir duruş sergiledi. Güvenlik güçlerinin kahramanca mücadelesiyle PKK, tarihinin en büyük çöküşünü yaşadı. Ancak şimdi, tam da terörle mücadelede büyük kazanımlar elde edilmişken, birileri çıkıp “Acaba teröristbaşına umut hakkı tanısak mı?” diyebiliyor.

    Yani düşünebiliyor musunuz, yıllarca dağlarda operasyon yaparak terörist avlayan Mehmetçik, bugün o örgütün liderine “umut” tanınmasını tartışıyor!

    Bu noktada, hukukun üstünlüğü ilkesini hatırlatmakta fayda var. Türk ceza hukuku, terör örgütü kuran ve yöneten kişilere en ağır cezaları öngörüyor. Ancak belli ki bazıları hukuku da bir kenara bırakıp teröristbaşını bir barış elçisi gibi lanse etmek istiyor. Hukuk, teröriste terörist muamelesi yaparken, siyasetin onu bir “barış aktörü” gibi sunması hangi adalet anlayışıyla bağdaşıyor?

    Şehit Aileleri Federasyonu Başkanı Hamit Köse’nin açıklaması, konunun ciddiyetini ortaya koyuyor:

    “Sözde milliyetçi olarak geçinen Devlet Bahçeli’nin açıklaması bardağı taşıran son damla olmuştur. Örgütün başında yıllardır olmayan bir adamın sözü geçecek mi? Türkiye’yi bu hale getirenler utansın. Türkiye’de Kürt sorunu yoktur, terör sorunu vardır. Kürt-Türk zaten kardeş. Misak-ı Milli sınırlarında yaşayan herkes Türk’tür.”

    Burada altı çizilmesi gereken bir nokta var: Kimse Kürt halkıyla terörü bir tutmasın. Kürtler ve Türkler yüzyıllardır bu topraklarda kardeşçe yaşadı. Sorun, bir halkın hakları değil, bir terör örgütünün kanlı eylemleridir.

    Şehitlerin aziz hatırasına sahip çıkmak, her vatan evladının boynunun borcudur. Teröristbaşına umut hakkı tanıma düşüncesi, yalnızca şehit ailelerini değil, tüm milleti derinden yaralıyor.

    Peki ya şimdi ne olacak? Bu tartışmalarla birlikte, ilerleyen günlerde kim bilir daha neler duyacağız? Belki de birileri çıkıp “Bebek katili Öcalan’a yılın insan hakları ödülünü verelim” diyecek! Veya “Kandil’e turistik gezi düzenleyelim, hatıra fotoğrafı çektirelim” önerisi gelecek!

    Ama unutulmasın, bu millet hafızasız değildir! Aynı masallar zaten 1999 yılında bizlere anlatılmadı mı? Şehitlerimizin aziz hatırası üzerinden yapılan bu oyunları asla unutmayacaktır.

    Ve son olarak…

    Şehitler ölmez, vatan bölünmez! Ancak bazıları, siyasi çıkar uğruna vatanı bölmek için ellerinden geleni yapar. Ama unutmasınlar: Vatanı için can verenlerin ruhu, bu kirli oyunları bozacak kadar güçlüdür!

    Devamını Oku

    ÇIĞLIK ÇIĞLIĞA

    ÇIĞLIK ÇIĞLIĞA
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Bir geceydi… Soğuk, acımasız ve karanlık bir gece. Tarih 25 Şubat 1992’yi gösteriyordu. Kar, Hocalı’nın üzerine sessizce yağıyordu. Sanki gökyüzü, o gece yaşanacak olan vahşeti örtbas etmek için beyaz bir örtü seriyordu. Ama ne yazık ki, karın beyazı, o gece akan kanın kırmızısını gizleyemedi. Hocalı, insanlık tarihinin en karanlık sayfalarından birine tanık oldu. Bir kasaba, bir halk, bir medeniyet, o gece yok edildi. Geriye sadece acı, gözyaşı ve bitmeyen bir hüzün kaldı.

    Hocalı, Azerbaycan’ın kadim topraklarında, Dağlık Karabağ’ın göbeğinde bir kasabaydı. Sessiz, sakin, insanların birbirine kenetlendiği, çocukların sokaklarda koştuğu, yaşlıların kapı önlerinde sohbet ettiği bir yerdi. Ama o gece, bu sessizlik bir anda çığlıklara, feryatlara dönüştü. Tanklar, silahlar, bombalar… İnsanlık dışı bir vahşet, Hocalı’yı kan gölüne çevirdi.

    O gece, 613 masum insan katledildi. Çocuklar, kadınlar, yaşlılar… Hepsi bir anda hayatlarını kaybetti. Kimi kurşunlarla can verdi, kimi yakıldı, kimi diri diri toprağa gömüldü. 1275 kişi esir alındı, 150’si ise bir daha hiç bulunamadı. Kayıplar… Kayıp hayatlar, kayıp umutlar, kayıp gelecekler… Hocalı, o gece bir mezarlığa dönüştü. Ama bu mezarlıkta taşlar yoktu, sadece çığlıklar vardı. Çığlıklar ki, hâlâ kulaklarımızda yankılanıyor.

    Bir çocuk düşünün… Henüz hayatın ne olduğunu bile anlamamış, oyun oynamayı, gülmeyi, koşmayı seven bir çocuk. O gece, o çocuğun gözlerinde korkuyu gördünüz mü? O masum yüzünde, ölümün soğuk nefesini hissettiniz mi? Bir anne düşünün… Çocuğunu kollarına almış, kaçmaya çalışıyor. Ama nereye kaçabilirsin ki, etrafın düşmanla çevriliyken? Bir baba düşünün… Ailesini korumak için elinden geleni yapıyor, ama silahların gölgesinde ne kadar dayanabilirsin ki? Hocalı, işte bu insanların hikayesiydi. Bir halkın, bir milletin, bir medeniyetin yok oluşuydu.

    O gece, sadece insanlar ölmedi. Hocalı’da umutlar da öldü. Hayaller, sevgiler, geleceğe dair tüm planlar… Hepsi bir anda yok oldu. Bir kasaba, bir halk, bir kültür, tarihin karanlık sayfalarına gömüldü. Ama en acısı, bu katliamın dünya tarafından görmezden gelinmesiydi. İnsanlık, o gece Hocalı’da öldü. Vicdanlar, adalet, merhamet… Hepsi bir anda yok oldu.

    Hocalı Katliamı, sadece Azerbaycan’ın değil, tüm insanlığın yarasıdır. Bu katliam, insanlık tarihinin en karanlık sayfalarından biridir. Ama ne yazık ki, bu acı, bu hüzün, bu yara, hâlâ kanıyor. Hocalı’da ölenler, sadece o gece ölmedi. Onlar, her 25 Şubat’ta yeniden ölüyor. Her birimizin kalbinde, her birimizin vicdanında, onların çığlıkları yankılanıyor.

    Peki, biz ne yapıyoruz? Bu acıyı unuttuk mu? Yoksa unutmak mı istiyoruz? Hocalı’da ölenler, sadece Azerbaycan’ın evlatları değildi. Onlar kardeşimizdi… Onlar, insanlığın evlatlarıydı. Onların acısı, hepimizin acısıdır. Onların hikayesi, hepimizin hikayesidir. Bu yüzden, Hocalı’yı unutmamalıyız. Bu acıyı, bu hüznü, bu yarayı, hep hatırlamalıyız.

    Hocalı, bir kasaba değildir. Hocalı, bir semboldür. İnsanlığın nasıl vahşileşebileceğinin, nasıl acımasız olabileceğinin bir sembolüdür. Ama aynı zamanda, umudun, direnişin, bir daha asla yaşanmaması için mücadele etmenin de bir sembolüdür. Hocalı, bize insan olmanın ne demek olduğunu hatırlatır. Vicdanlı olmanın, adil olmanın, merhametli olmanın ne demek olduğunu…

    Bugün, Hocalı’da ölenleri anarken, onların acısını hissetmeliyiz. Onların çığlıklarını duymalıyız. Ve bu acının bir daha yaşanmaması için elimizden geleni yapmalıyız. Çünkü Hocalı, sadece geçmişte kalan bir trajedi değildir. Hocalı, bugün de, yarın da hepimizin sorumluluğudur.

    Hocalı’da ölenler, sadece birer sayı değildir. Onlar, birer hayattı. Birer umuttu. Birer sevgidi. Onlar, birer insandı. Ve onlar, bizim insanlığımızın bir parçasıydı. Bu yüzden, Hocalı’yı unutmayalım. Bu acıyı, bu hüznü, bu yarayı, hep hatırlayalım. Ve bir daha asla böyle bir vahşet yaşanmaması için mücadele edelim.

    Hocalı, bir kasaba değildir. Hocalı, bir çığlıktır. İnsanlığın çığlığıdır. Ve bu çığlık, hâlâ kulaklarımızda yankılanıyor…

    Mehmet Uygar Keleş

    Devamını Oku

    Önce Onlar İçin Geldiler

    Önce Onlar İçin Geldiler
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Martin Niemöller’in o meşhur sözleri, tarihin tozlu raflarından çıkıp bugünün Türkiye’sine adeta bir ayna tutuyor: “Önce sosyalistler için geldiler, sustum, çünkü sosyalist değildim. Sonra sendikacılar için geldiler, sustum, çünkü sendikacı değildim. Daha sonra Yahudiler için geldiler, sustum, çünkü Yahudi değildim. Sonra benim için geldiler, benim için konuşabilecek hiç kimse kalmamıştı.” Bu sözler, Alman din adamı Martin Niemöller’in, Nazilerin milyonlarca insanı tutuklamasına ve katletmesine sessiz kalan Alman halkının suça ortak olduğuna dair inancını yansıtıyor. Peki, bu sözleri söyleten neydi?

    1920’lerin sonu ve 1930’ların başında, Niemöller gibi birçok Alman, Nazi fikirlerine sempati duyuyor ve radikal sağcı siyasi hareketleri destekliyordu. Zulme sessiz kalıyorlardı çünkü Nazi rejiminin ilk kurbanları, çoğunlukla sol siyasi hareketlerin mensuplarıydı. Yani onlar, “ötekilerdi”, kendilerinden değillerdi. Ancak Nazi zulmü hızla yayıldı ve Niemöller de dahil olmak üzere başka kişi ve grupları hedef aldı. Niemöller, Protestan Kilisesi’ne yapılan müdahaleleri eleştirmeye başlayınca, Nazi yönetiminin son sekiz yılını hapishanelerde ve toplama kamplarında geçirdi.

    Savaş sonrasında, Müttefik devletlerin işgali altındaki Almanya’da vaazlar veren Niemöller, Alman halkının Nazilerin kurbanlarına karşı ne kadar pasif ve kayıtsız kaldığını gördü. “Sesimi çıkarmadım…” ya da “Susmayı tercih ettik” gibi sözlerle bu sessizliği itiraf etti. Pek çok Alman, Nazi eylemlerine ya destek verdi ya da görmezden geldi. Savaştan sonra ise suç ortaklığıyla yüzleşmekten kaçındı ve suçu komşularına, yöneticilere ya da Gestapo gibi Nazi örgütlerine attı. Bu sözler, geç kalınmış bir itirafın ve yüzleşmenin ifadesi. Tıpkı savaş sonrası Almanya’da molozlar arasında ölmüş at eti yerken yeni bir sistem arayışına giren insanların durumu gibi. Alman devlet adamı Konrad Adenauer, Hitler’in yerle bir ettiği Almanya’nın yıkım nedenini şu sözlerle özetledi: “Umarım bir daha İsa bile gelse tüm yetkiyi tek kişiye verecek kadar aptal olmayız.”

    Bu sözler, sadece Nazi Almanyası’nın değil, her türlü otoriter rejimin ve baskıcı sistemin insanlığa öğrettiği acı bir dersi hatırlatıyor: Susma, korkma, alışma! Peki, bugün Türkiye’de neler oluyor? Niemöller’in sözleriyle başlayalım, çünkü her şey bir “önce” ile başlıyor: Önce gazeteciler için geldiler, sustuk, çünkü gazeteci değildik. Sonra akademisyenler için geldiler, sustuk, çünkü akademisyen değildik. Daha sonra seçilmiş vekillerimiz, başkanlarımız için geldiler, sustuk, çünkü ne seçilmiş vekil ne de başkandık. Sonra “Mustafa Kemal’in askerleriyiz” diyenler için geldiler. Nasılsa asker de değildik. Sustuk. Sonra sıra bize geldiğinde, konuşacak kimse kalmamıştı.

    Bu sözler, bugün Türkiye’de yaşananları anlatmak için adeta bir rehber niteliğinde. Tarihimizin birçok döneminde kullanılan, son 23 seneyi de özetleyen Sarı Öküz hikayesi de benzer bir mesaj veriyor:

    Büyük bir otlakta yaşayan öküz sürüsü, aslanların saldırılarına rağmen birlik oldukları için direniyordu. Ancak zamanla güçten düştüler. Otlağı terk etmeyi düşünürken, sürünün en kurnaz aslanı Topal Aslan, öküzlere beyaz bayrakla yaklaştı ve şöyle dedi: “Biz aslanlar aslında barışçıyız. Size saldırmamızın nedeni, aranızdaki Sarı Öküz. Onun rengi gözümüzü kamaştırıyor. Verin onu bize, barış içinde yaşayalım.” Öküzler, yaşlı öküzün itirazını dinlemeyerek Sarı Öküz’ü aslanlara teslim etti. Bir süre barış hüküm sürdü. Ancak aslanlar acıkınca yine geldiler ve bu sefer Uzun Kuyruk’u istediler: “Onun kuyruğu gözümüzü dönüştürüyor. Verin onu bize, sulh içinde yaşayalım.” Öküzler yine itiraz etmedi ve Uzun Kuyruk’u aslanlara verdiler. Zamanla aslanlar küstahlaştı, öküzler zayıfladı. Artık sebep bile söylemeden öküzleri teker teker avladılar. Sona yaklaştıklarında, öküzler “Nerede hata yaptık?” diye tartışırken yaşlı öküz şu cevabı verdi: “Bu savaşı Sarı Öküz’ü verdiğimiz gün kaybettik.”

    Türkiye’de de benzer bir süreç yaşanmadı mı? Önce bir kesimi feda ettik, sonra diğerini… Ve en sonunda sıra bize geldi. Peki, sıra bize geldiğinde ne olacak? Henüz gelmedi mi, yoksa geldi de farkında mı değiliz? Yıllarca sosyologların merak ettiği bir soru vardı: “Onlarca bilim insanı, filozof, yazar, mühendis yetiştirmiş Alman ulusu, neden Hitler’in peşinden gitti?” Cevap, R-Kompleks kavramında yatıyor. R-Kompleks, insan beyninin ilkel içgüdülerini harekete geçiren bir mekanizma. Sürüngen beyni olarak da bilinir çünkü sürüngenler hayatta kalmak ve soyunu devam ettirmek için bu içgüdülerle hareket eder. İnsan beyninin de %10’u bu ilkel dürtülerle çalışır.

    Peki, R-Kompleks nasıl aktive edilir? İnsanları bir gruba dahil etmek, korkuya dayalı propaganda yapmak ve yalanı sürekli tekrarlamak. Nazi Almanyası’nda Hitler, bu yöntemlerle kitleleri peşinden sürükledi. Bugün Türkiye’de de benzer bir strateji izlenmiyor mu? Sürekli bir düşman yaratılıyor: Dış mihraklar, teröristler, vatan hainleri… Korku politikasıyla insanların mantıklı düşünmesi engelleniyor. “Ya bizdensin ya da düşman” mantığıyla toplum ikiye bölünüyor.

    Niemöller’in dediği gibi, susmamalıyız. Sarı Öküz’ü verdiğimiz gün, savaşı kaybettik. Ama henüz her şey bitmedi. Yazabiliyor, konuşabiliyor ve sorgulayabiliyorken sesimizi çıkarmalıyız. Korku politikasına alışmamalı, R-Kompleks’in esiri olmamalıyız. Mantıklı düşünmeyi, sorgulamayı ve eleştirmeyi bırakmamalıyız. Bugün Türkiye’de yaşananlar, sadece bir kesimin değil, hepimizin sorunu. Gazeteciler, akademisyenler, siyasiler, belediye başkanları, askerler… Hepimiz aynı gemideyiz. Ve eğer gemiyi batırmak isteyenlere karşı sessiz kalırsak, hepimiz batacağız.

    Korkmayın, alışmayın, susmayın! Çünkü İstiklal Marşı’mız bile “Korkma” diye başlıyor.

    Korkmayın, alışmayın, susmayın! Çünkü unutmayın, Sarı Öküz’ü verdiğimiz gün, savaşı kaybettik. Bugün hala yazabiliyor, konuşabiliyor ve sorgulayabiliyorken, sesimizi çıkarmalıyız. Çünkü susmak, kaybetmek demek. Ve kaybetmeye tahammülümüz yok.

    “Korkmayın, alışmayın, susmayın” demişken, 6 Şubat depremini yazmadan olmaz…

    6 Şubat depremi, acı, kahır ve çaresizliğin tarihiydi. Mezarı, kefeni olmayan, uzuvları kesilen, bir günde evini, ailesini, yurdunu kaybeden yüzbinlerce yurttaşımız… Bir yanda din, inanç gözetmeksizin yardıma koşan milyonlar, diğer yanda çığlık çığlığa yardım bekleyen çaresiz yüzbinler… Ancak diğer yanda yaşanan olumsuzluklar var ki, unutmadık, unutmayacağız: Deprem mağdurları çadır diye yalvarırken, Kızılay’ın çadırları satması, halkın gönderdiği yardımların dağıtılmayıp depolara kaldırılması, enkaz altındakilere yardım ulaştırılmaması, imar affı ve ahlaksız müteahhitler… Bu liste uzayıp gidiyor.

    İnsanlığın öldüğü yerde dilimize sahip çıkmak zor. Ama sadece anmak yetmez, unutturmayacağız, affetmeyeceğiz, helalleşmeyeceğiz.

    Depremde ölen, mağdur olan, sesini duyuramayanlarla karşı bu da bir sorumluluk.

    Mehmet Uygar Keleş

    Devamını Oku

    Ölümler Ucuz, Sorumlular Rahat!

    Ölümler Ucuz, Sorumlular Rahat!
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Bir ülkede insanlar yanarak, boğularak, göçük altında kalarak can veriyorsa ve bu ölümler sürekli tekrar ediyorsa, orada bir şeyler ciddi anlamda yanlış demektir. Türkiye’de son yıllarda yaşanan yangınlar, maden kazaları ve diğer büyük facialar, maalesef bu yanlışların en acı örnekleriyle dolu. Soma’da 301 madencimiz, Aladağ’da 12 gencimiz, Ermenek’te, Çorlu’da ve daha nice yerlerde onlarca insanımız, ihmallerin ve denetimsizliğin kurbanı oldu. Peki, bu ölümlerin ardından ne değişti? Cevap: Hiçbir şey! Çünkü bu ülkede ölümler ucuz, sorumlular ise rahat.

    Geçmişte yaşanan faciaları hatırlayalım. Soma’da 301 madencimiz hayatını kaybettiğinde, “Bu ülkenin vicdanı sızlamalı” demiştik. Ancak görünen o ki, vicdan sızlaması gerekenlerin vicdanı, deri koltuklarında oturmaktan rahatsız olmuyor. Can Gürkan (Soma Holding Yönetim Kurulu Başkanı), 15 yıl hapis cezası aldı, ancak 2019’da tahliye edildi. Yargıtay, cezaları az buldu, ancak siyaset ve bürokrasi kökenli yeni heyet, binlerce yıl hapis cezası verilmesi gereken sanıklara toplamda 4 yıl 8 ay ceza verdi. Yani, her bir madenci için 5 gün ceza! İşte adalet(!) anlayışımız.

    Aladağ’da 11’i çocuk 12 kişi, yurtta çıkan yangında hayatını kaybetti. Yangına karşı gerekli önlemler alınmamıştı, ancak sorumlulara verilen ceza, birer günlük maaş kesintisi ve kınama oldu. İlçe Milli Eğitim Müdürü Mehmet Aktaş, aileleri bu yurda yönlendiren kişi olmasına rağmen, sadece kınama cezası aldı. Peki, bu cezalar, ölen çocukların ailelerine ne ifade ediyor? Hiçbir şey! Çünkü bu ülkede sorumlular, ceza almaktan çok, ceza almamak için kılıf bulmakta ustalaşmış durumda.

    Gelelim son dönemde yaşanan otel yangınına. Bolu’da bir otelde çıkan yangında, insanlar pencerelerden atlamak zorunda kaldı, bebekler camdan atıldı, çaresizlik içinde yardım beklediler. Peki, bu otel nasıl faaliyetine devam edebildi? Turizm Bakanlığı’ndan alınmış bir işletme belgesi vardı, ancak yangın güvenliği açısından tam bir faciaydı. Belediye, otelin yangına uygun olmadığını tespit etti, ancak yetkisizlik gerekçesiyle harekete geçemedi. Otel yönetimi, belediyeden uygunluk raporu almak yerine, sadece küçük bir kafeterya için rapor talep etti ve bu rapor verildi. Yani, 70 metrekarelik bir kafeterya için verilen rapor, sanki tüm otel için verilmiş gibi gösterildi. İşte sorumluların yaratıcılığı!

    Turizm Bakanlığı, kendi yönetmeliğine uymayan bu otelin işletme belgesini neden iptal etmedi? Vali neden adım atmadı? Bu soruların cevabını bulmak için çok uzağa gitmeye gerek yok. Çünkü bu ülkede, bakanların otelleri, turizm acenteleri var. Bakan Mehmet Ersoy’un firması, pandemi döneminde Bodrum’da bir otel alıp yeniden inşa etti. Belediye, itfaiye raporu olmadan ruhsat vermeyince, küçük bir mevzuat değişikliğiyle sorun çözüldü. Yani, bakanın firması, belediyeden itfaiye raporu almadan, kendi bakanlığından ruhsat aldı. İşte size “devlet içinde devlet” örneği!

    Peki, bu durumda kim sorumlu? Tabii ki, 23 yıldır bu ülkeyi yöneten iktidar! Çünkü herkes biliyor ki, ucuz ölümler ülkesinde birkaç gün sonra soru soran kalmaz. Gökçer Tahincioğlu’nun dediği gibi, “Çok ölen çok az anımsanır.” Nasıl olsa herkes sorumlu, ama iktidar sorumlu değil! Nasıl olsa bir sonraki faciaya kadar her şey unutulur. Nasıl olsa yine yanarız, yine boğuluruz, yine ölürüz.

    Bu ülkede insan hayatı değersizleştirilmiş durumda. Sorumlular, vicdanları sızlamadan, rahat koltuklarında oturmaya devam ediyor. Ancak unutulmasın ki, her bir can, bir ailenin parçası, bir toplumun üyesidir. Bu acıların bedelini ödeyecek olanlar, bir gün mutlaka hesap verecek. Umarım, o gün gelene kadar daha fazla can kaybetmeyiz.

    Mehmet Uygar Keleş

    Devamını Oku

    Talimatlı Adalet Partisi

    Talimatlı Adalet Partisi
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Hani yarı diktatörlükle yönetilen bir ülkenin milletvekili, İsviçre Denizcilik Bakanı’na; “Ülkenizde deniz yok ama niye Denizcilik Bakanı var?” deyince, Denizcilik Bakanı; “Sizde de adalet yok ama bakanı var!” demiş ya. İşte o ülkenin Adalet Bakanı, yanına Anayasa Mahkemesi Başkanı’nı alıp Devlet Başkanı’nın yanına gitmiş ve ikisi birden;
    “Efendim, bütün basında sizin yargıya talimat verdiğiniz yazıyor. Sizce ne yapmalıyız?” diye sormuşlar.
    “Ne yapacaksınız?” diye azarlamış onları yarı diktatör. “Hemen ‘Yargıya kimse talimat veremez!’ diye beyanat vereceksiniz! Bunu da mı ben öğreteceğim?”
    “Emredersiniz Efendim!” demişler Adalet Bakanı ve Anayasa Mahkemesi Başkanı bir ağızdan.
    Ve hemen bir basın toplantısı yapıp, “Burası hukuk devletidir! Yargıya kimse talimat veremez!” diyerek, Devlet Başkanı’nın talimatını yerine getirmişler…

    Bizim Adalet Bakanımız da; “Yargıya kimse talimat veremez!” diye açıklama yapınca, nedense aklıma bu fıkra geldi.
    Tabii, bizimkinin yanında Anayasa Mahkemesi Başkanı olmadığı gibi, bizim Sayın Cumhurbaşkanımıza da hiç kimse “Yarı Diktatör” diyemez. Partisinin adında hem “adalet” hem de “kalkınma” olmasına rağmen, ülkemizde ne adaletin ne de kalkınmanın olmadığı göndermesini yaptığımı sakın düşünmeyin.

    Ülkemiz şu aralar büyük bir sınav veriyor ve bunların hepsinin dış güçlerin oyunu olduğunu hepimiz biliyoruz. Bu oyunu da sadece Sayın Cumhurbaşkanımız bozacaktır. Biz ülke olarak ne buhranlar gördük, ne buhranlar atlattık, değil mi?

    Şakayı bırakıp biraz ciddi konular üzerinde konuşalım…

    Öncelikle, “buhran” kelimesi Arapça kökenli ve “kriz” anlamına geliyor. Tarih boyunca buhranlar, ekonomik, sosyal, siyasi veya ekolojik nedenlerle ortaya çıkmış. Mesela 1929 Büyük Buhranı, dünya ekonomisini yerle bir etti. 2008 krizi de öyle. Ama bizim ülkemizde buhran, sanki bir yaşam biçimi haline geldi. Ekonomik kriz mi? Var. Sosyal çöküş mü? Var. Siyasi kaos mu? Var. Ekolojik yıkım mı? O da var. Yani biz, buhranların hepsini bir arada yaşayarak, adeta bir “buhranlar kombosu” sunuyoruz dünyaya. Bravo bize!

    Geçenlerde bir arkadaşım, “Türkiye’de buhran yok, çünkü buhran geçici bir durumdur. Bizde ise bu durum kalıcı hale geldi,” dedi. Haklı olabilir. Çünkü biz, buhranı öyle içselleştirdik ki, artık onunla yaşamayı öğrendik. Mesela, doların fırlamasına şaşırmıyoruz. Enflasyonun yüzde 100’ü geçmesine “normal” diyoruz. Depremde binlerce insanın ölmesine “kader” deyip geçiyoruz. Bir otel yangınında onlarca insanımızın yanmasına “mukadderat” diyoruz. Biz siyasi parti genel başkanının yaptığı açıklamalarından hakkında soruşturma açılmasına ve tutuklanmasına belediyelere kayyumlar atanarak halkın seçme özgürlüğünün elinden alınmasına “olur öyle” diyoruz. Yani biz, buhranı öyle benimsedik ki, artık onunla yaşamak için özel bir yetenek geliştirdik. Adına da “Türkiye’de hayatta kalma sanatı” diyebiliriz.

    Peki, bu durum nasıl oldu? Nasıl oldu da biz, bu kadar çöküş dinamiklerine rağmen hâlâ ayaktayız? İşte bu sorunun cevabı, “kolapsoloji” yani çöküş biliminde yatıyor. Bu bilim dalı, medeniyetlerin neden çöktüğünü inceliyor. Mesela Roma İmparatorluğu, Maya Uygarlığı, Easter Adası medeniyeti… Hepsi bir şekilde çöktü. Peki, neden? Kaynakların tükenmesi, sosyal bütünlüğün bozulması, eşitsizlik, beceriksiz liderler ve rakip ülkelerin sabotajları gibi nedenlerle. Yani, bizim ülkemizde de bu faktörlerin hepsi mevcut. Ama biz, hâlâ ayaktayız. Nasıl mı? İşte bu, gerçek bir mucize!

    Ancak, bu mucizevi durumun sürdürülebilir olduğunu düşünmek, büyük bir yanılgı olur. Çünkü bir toplumun çöküşü, birdenbire olmaz. Yavaş yavaş, adım adım gerçekleşir. Mesela, önce ekonomik krizler başlar. Sonra sosyal çözülme yaşanır. Ardından siyasi istikrarsızlık gelir. En sonunda da toplum, kendi içinde çöker. İşte biz, tam da bu sürecin ortasındayız. Ekonomik kriz var. Sosyal çözülme var. Siyasi istikrarsızlık var. Peki, çöküş ne zaman gelecek? İşte bu sorunun cevabını kimse bilmiyor. Ama bir şey kesin: Eğer bu gidişata bir dur demezsek, çöküş kaçınılmaz olacak.

    Gelelim kadın cinayetlerine… Son dönemde yaşanan kadın cinayetleri, toplumsal çöküşün en acı yansımalarından biri. İnsan hayatının her noktası politika ile düzenlendiği için, kadın cinayetleri de politiktir. Ancak bu, cinayeti işleyen kişinin doğrudan politik bir emirle hareket ettiği anlamına gelmiyor. Suçun nedenleri birden fazla seviyede incelenebilir. Biyolojide Tinbergen’in dört neden sorusu gibi, suçun da mekanizması, gelişimsel nedenleri, fonksiyonel nedenleri ve evrimsel nedenleri vardır. Örneğin, bir kişi suç işlediğinde, bunun nedeni sadece kişisel çıkar veya psikolojik sorunlar değil, aynı zamanda toplumsal ve politik koşullardır.

    Amerika’da silahlara erişimin kolay olması ve bu konuda yeterli denetimlerin olmaması, okul baskınları gibi olayların sık yaşanmasına neden oluyor. Benzer şekilde, Türkiye’de de kadın cinayetleri, toplumsal eşitsizlik, yasaların yetersizliği ve cezaların caydırıcı olmaması gibi nedenlerle artıyor. Bu tür sorunların çözümü, sadece bireysel değil, toplumsal ve politik düzeyde ele alınmalı.

    Peki, Türkiye’nin asıl sorunu ne? Bence, rasyonel düşüncenin eksikliği. Toplum olarak duygusal tepkiler veriyor, kısa vadeli çözümler peşinde koşuyoruz. Deprem, sokak köpeği sorunu, düzensiz göç gibi problemler birbiri ardına gelirken, hiçbirinden ders alıp kalıcı çözümler üretemiyoruz. Örneğin, 1999 depreminden 2023 depremine kadar geçen 24 yılda ne öğrendik? Maalesef çok az.

    Bilim, bize problemlerin nedenlerini anlamak ve çözümler üretmek için en etkili yöntemi sunar. Ancak bilim sadece doğa bilimlerinden ibaret değil. Sosyal bilimler de toplumsal problemlerin çözümünde kritik bir rol oynar. Bu nedenle, farklı disiplinleri bir araya getiren enstitüler kurmalı ve bilimsel raporları politika haline getirmeliyiz.

    Türkiye olarak, adil, mutlu ve özgür bir toplum olmayı hak ediyoruz. Ancak bunun için kendimize ve gidişata bir çeki düzen vermemiz şart. Sürekli bölünüyor, kavga ediyor, mutsuz ve öfkeli bir toplum haline geliyoruz. Bu durum, bizi uzun vadede ileriye götürmeyecek. Bilim ve felsefe, attığımız her adıma yön vermeli. Gündemi kovalamak yerine, sorunların kök nedenlerini anlamalı ve rasyonel çözümler üretmeliyiz.

    Umarım bu yazı, üzerine düşünebileceğiniz yeni fikirler sunmuştur. Unutmayın, bilim ve akıl yoluyla ilerlersek, daha adil, mutlu ve özgür bir gelecek inşa edebiliriz. Ama eğer bu gidişata dur demezsek, kahkahalarımız boğazımızda düğümlenmeye devam edecek. Ne dersiniz, bu sefer gerçekten bir şeyler değişir mi? Yoksa yine “biz bize yeteriz” diyerek, kendi kendimizi mi kandıracağız? Cevabı siz verin…

    Mehmet Uygar Keleş

    Devamını Oku

    EKMEK ASLANIN MİDESİNDE

    EKMEK ASLANIN MİDESİNDE
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Eskiden hayatımız bu kadar renkli değildi. Bebektik, öyle sızdırmaz, pişik yapmaz hazır bezlerimiz yoktu. Altımıza yaptık mı, ıslaklık alt kata kadar geçerdi. Annelerimizin eli bebek bezi yıkamaktan, bizim popumuz pişikten mahvolurdu.

    Çocuk olduk, okula başladık. Önlüklerimiz beş yıllık alınırdı. İlk yıl, sonraki dört yıllık pay eteğin altına kıvrılırdı. Sonra her sene boyun uzamasına göre açılırdı etek boyu. Açılan yerlerin ton farkından arkadaşımızın kaçıncı sınıfa gittiğini rahatlıkla hesaplardık. Eski giymek ayıp değil, kirli giymek ayıptı.

    Televizyon girdi derken hayatımıza. Sabah okulda; “Türk’üm, doğruyum.” diyerek başlayan günümüz, televizyon kapanırken; “Korkma, sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak.” diye bitmeye başladı. Türk olmaktan mutlu, bu cumhuriyetin asla sönmeyeceğine olan inancımızdan dolayı korkusuzduk. Televizyon siyah beyazdı ama içindeki hayat çok renkliydi. Müzik eğlence programları her zevke hitap ederdi: Türk sanat müziği, halk müziği, popüler müzik ve mutlaka skeçler.

    Seçim zamanı geldi mi, tüm liderler hep birlikte çıkarlardı halkın önüne. Sunucularımız kahkahalarıyla değil, düzgün Türkçeleriyle ünlü olurdu. Bugün her evde birkaç televizyon var. Hepsi renkli. Hepsinde yüzlerce kanal. Kimi LED, kimi plazma… Yetmedi, cep telefonu ve bilgisayar çıktı. Amerika’da gösterime giren film aynı anda sinemalarımızda, yayınlanan müzik klibi aynı anda ekranlarımızda. Ama ben eskisi kadar mutlu değilim.

    Sebebi belki yaşlanmaya başlamam. Belki tüm bu anlattıklarımın, yani eskilerin yerini alanlar. Belki de güne; “Türk’üm, doğruyum.” diyerek başlayıp, günü; “Korkma, sönmez.” diye bitirememe korkusu. Çünkü biz küçükken, kendi vatandaşlarımız tarafından Atatürk heykelinin yıkılacağını, bayraklarımızın gönderden indirilip parçalanacağını, Atatürk Devrimine karşı bir devrim yapılmaya çalışılacağını asla düşünemezdik. Yetkilerinin sınırlarını zorlayan ve ülkeyi adım adım Başkanlık Sistemine götüren bir Cumhurbaşkanımız olacağını düşünemezdik.

    Geldiğimiz noktada, Türkiye’de tüm siyasi partilerin, tüm kurumların ve tüm Türk milletinin vermesi gereken karar şu: Türkiye Cumhuriyeti’ne uygun yeni bir Cumhurbaşkanımız mı olmalı, yoksa Cumhurbaşkanımıza uygun yeni bir Türkiye Cumhuriyeti mi?

    Ümitsiz değilim, korkak hiç değilim ama Mehmet Akif beni bağışlasın, tüm bu olan bitene bakınca yine de korkuyorum.

    Fıkra bu ya, Temel köylerini ziyarete gelen Gıda Tarım ve Hayvancılık Bakanına sormuş; “Sayın Bakanum, finduk, çay, kara lahana nasıl yetiştirilur, nasıl toplanur biley misunuz?” “Bilmiyorum!” demiş Bakan sertçe. Temel de yüzünü ekşitip bir daha sormuş; “Peki, söyle Bakanum, inek de at da keçi de ot yediği halde neden keçi poncuk gibi, at pişmaniye topu gibi, inek tepsi gibi dışkılar?” Bakan, daha sinirli bir şekilde cevap vermiş; “Ne bileyim kardeşim! Soracak başka soru bulamadın mı?” “Buldum!” demiş Temel. “Son sorim da şu: Ula hiç bir b.k’u bilmeyisun da, ne demeye Bakan oldun?”

    Bu ülke, gerçekten hukuk fakültesinde veteriner dekan da gördü, kendi alanını hiç bilmeyen bakan da… Ama son Diyanet İşleri Başkanımız için, fıkradan örnek verirsek; “Hiç bir b.k’u bilmiyor!” demek asla mümkün değildir. Tam tersine, kendisi için, tabii olumlu anlamda, kolaylıkla; “Her b.ku biliyor!” denebilir. Kendisinin engin bilgisi sayesinde, bugün kendimi çok enerjik ve çok genç hissettim. Dahası, yatırım yapmaya karar verdim.

    Sayın Erbaş her şeyi bildiği için bir kitap yazmış. Diyanet İşleri Başkanlığı da bu engin bilgilerden tüm din kardeşlerimiz yararlanmalı, diyerek kitabı bastırmış. Benim için kitaptaki en yararlı bölüm şu: “Ekmek, temel besin kaynağı, doyurucu ve ekonomiktir. Günlük enerjimizin ortalama yüzde 44’ü ekmekten sağlanmaktadır. Kadın ve erkeğin günlük ortalama ihtiyaçları düşünüldüğünde, 300 gr ekmek alınması gereken enerjinin yüzde 30-36’sını karşılamaktadır.”

    Bir kere, ilk defa kadın ve erkeği eşit varlıklar olarak aynı cümlede geçirmesi, beni kendisine bir kez daha hayran bıraktı. Hayran kaldığım bir başka konu ise cesareti. Bu 22 yıllık süreçte tanıdığım en cesur kişi, Sayın Erdoğan’ın gözünün içine baka baka; “Götürdük malları, valla!” diyen Kibariye idi. İkincisi de; vatandaşlarına, sağlıklı yaşam için her gün kestane balı, Medine hurması ve manda yoğurdu yemeyi öneren Sayın Erdoğan’a rağmen, “300 gram ekmek neyinize yetmiyor?” deme cesareti gösteren Sayın Erbaş oldu.

    Eh, bir çocuklu karı koca olan aileler düşünmemeli. 30 lira verip iki ekmek aldı mı, günlük enerjilerinin %88’ini karşıladı demektir. Bu yaştan sonra %100 enerjiye gerek görmeyeceğimize göre, gelirimizin geri kalanıyla da yatırım yapmaya karar verirler. O yüzden Sayın Ali Erbaş’a bu yararlı bilgi için hayranlığın ötesinde, büyük bir teşekkür de borçluyum.

    Peki, kirası, elektriği, suyu, ısınması derken, ekmek alacak parası bile kalmayan ne yapacak? Onların imdadına da Milli Eğitim Bakanlığı yetişti.

    Temel aşırı ishalden ve kusmadan dolayı hastaneye gitmiş. Şikayetini soran pratisyen doktora, bulantı diyeceğine bunaltı deyince psikiyatri bölümüne yatırmışlar. Bir hafta sonra ziyarete gelen Dursun sormuş; “Ne oldi uşağum, bulantı ve ishalun geçti mu?” Bir deri bir kemik kalan Temel, zar zor cevap vermiş; “Ne geçmesi uşağum, daha da arttı. Ama pu serviste gördüğüm tedavi sayesunde artık kafama hiç takmayrum!”

    Milli Eğitim Bakanlığı da Özel Öğretim Kurumları Yönetmeliği’nde yapılan değişiklikle, Temel’e uygulanan tedavi gibi bir çözüm bulmuş. Artık özel okullarda Psikolojik Danışma Merkezleri açılabilecek ve buralardan herkes yaşamda anlam/anlamlı yaşam, manevi iyi oluş, manevi başa çıkma, şükran ve minnettarlığı geliştirme gibi eğitimler alabilecekler. Yani, bir ay maaşınızın tamamını yatırıp, bu eğitimleri alırsanız artık hiçbir maddi sorununuz kalmayacak. Çünkü manevi iyi oluş, manevi başa çıkma eğitimi alacaksınız. Şükran ve minnettarlığı geliştirme eğitimini de aldınız mı, zaten artık İdeal Seçmen oldunuz demektir. Yani hiçbir konuda şikayetiniz olmayacak.

    Vallahi bu Diyanet İşleri ve bu Milli Eğitim Bakanlığı Türk milletini Araplaştırmak için ellerinden ne geliyorsa yapıyorlar. Yani biz de bu kadar direnmesek aslında Araplaşma bütün sorunların çözümü olacak. Malumunuz, bütün Arap ülkeleri petrol zengini. Böyle giderse bizim de petrol rezervlerine ulaşmamız an meselesi. Julia Roberts’in “Ye Dua Et Sev” filmi var ya… Petrolü buluncaya kadar 300 gram ekmek yemeye ve bu iktidara şükretmeye devam. Bu iktidarı sevmek konusunda bir şey diyemem. Çünkü 300 gramlık ekmeğin enerjisi bile bu iktidarı sevecek kadar da mecal bırakmayabilir.

    Toptancı Temel’den aldığı ürünleri satan Dursun, Temel’in artık kendisine ürün vermeyeceğini duyunca, hemen gidip tehdit etmiş; “Ula pana ürün vermezsenuz bütün ailenizu teker teker gebertirum!” O gece Dursun’un bütün ailesi bir patlamada ölünce, Temel’den şüphelenip savcının karşısına çıkarmışlar. Temel; “Savcı bey!” demiş “Dursun parekendecu idu ben da tıptanciyum.” Savcı; “Sadede gel!” diye azarlamış Temel’i “Bütün aileyi niye yok ettin?” Bu sefer Temel sinirlemiş ve “Ben de oni anlatayrum ya savcı bey!” demiş “Sebep meslek hastaliğudur! O benum ailemi teker teker geberteceğuni söyleyunce, gidup işu toptan bitureyum, dedum!”

    Evet, 2025 yılı, Aile Yılı ilan edilmiş. Malumunuz, 2024 yılı Emekli Yılı idi. Eh, emeklinin durumu ortada. Galiba, Sayın Erdoğan da Dursun gibi; emeklisi, memuru, işçisi, işsizi, esnafı, çiftçisi, öğrencisi, erkeği, çocuğu, kadınıyla teker teker uğraşmaktansa, Temel gibi konuyu toptan halletmeye karar verip, 2025’i Aile Yılı ilan etmiş. Neticede hepsinin birer ailesi var!

    O yüzden; bence, biz ne yapıp edip, 2025 yılının Aile Yılı olmasını değerlendirip, bir erken seçimle Sayın Erdoğan’ı ailesinin yanına göndermeliyiz. Artık dinlenmek onun da hakkı!

    Mehmet Uygar Keleş

    Devamını Oku

    İPİMLE KUŞAĞIM

    İPİMLE KUŞAĞIM
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Emel Sayın’dan dinlemeyi en sevdiğim şarkılardan biridir: “Rüyalar gerçek olsa seni her gün görürdüm.” Ancak bu şarkının melodisiyle hayallere dalan milyonlarca işçi, son günlerde çok daha farklı bir rüyanın peşindeydi: Asgari ücret 30 bin lira olacak rüyası. Geçtiğimiz hafta itibarıyla bu rüya bir nebze gerçek oldu ve yeni asgari ücret 22.104 lira olarak açıklandı. Tabii şimdi de rüya görme sırası emeklilere geldi. Ama unutmayalım, işsizler ordusu da bu rüyayı sadece uykularında yaşayabiliyor.

    Türkiye’de 10 milyona yakın asgari ücretli, 16 milyon emekli ve 5 milyon civarında işsiz bulunuyor. Yani toplamda 31 milyon insan, insan onuruna yaraşır bir yaşam rüyası görüyor. Kahvaltıda peynir, sucuk ve yumurta; akşam yemeğinde meyve, sebze ve et gibi temel gıdaların rüyalarda yer aldığı bir düzen düşünün. Bir ekmek 10 lira; on dilime bölseniz dilimi bir lira ediyor. Bu noktada, asgari ücretin sonundaki 4 liranın bile milyonlar için ne kadar önemli olduğunu anlamak zor değil. Çünkü o 4 lira, bir çocuğun midesini doyurabilecek dört dilim ekmek demek.

    Fadime’nin rüyası da bu durumu çok iyi anlatıyor. Rüyasında, yakışıklı bir adam olan Temel’den kaçıyormuş. Koşmaktan yorulup yere düşünce nefes nefese sormuş: “Şimdi bana ne yapacaksınız?” Temel de sakin bir şekilde cevap vermiş: “Bu benim değil, sizin rüyanızdır!”

    Geçtiğimiz günlerde Cumhurbaşkanı’nın “Enflasyon tüm kötülüklerin anasıdır. Bununla mücadele edebilmemiz için milletimiz fahiş fiyatları boykot etsin!” çağrısı gündeme damgasını vurdu.

    Ancak Fadime bu çağrıdan önce harekete geçmiş olmalı ki, kampanyalı bir mağazadan ayda 1000 TL taksitle bir kürk manto almayı başarmış. Eve geldiğinde Temel’e müjdeyi verirken, taksit sayısını sormayı unuttuğunu fark etmiş. Temel faturaya bakınca gerçek ortaya çıkmış: “Sen bu kışı çok şık ve sıcak geçireceksin ama mağaza sahibi de bize 5 yıl geçirecek!”

    Bu olay, Diyanet İşleri Başkanı’nın da düşünmesi gereken bir konu. Ankara’nın en lüks semtlerinden birindeki lojmanın kirası %44 artarak 975 TL’den 1.404 TL’ye çıkmış. Bakalım, kendisi bu fahiş fiyat artışına boykot çağrısına uyacak mı?

    Fadime, 77 yaşındaki Temel’e seslenmiş: “Çabuk gel! Torunumuz çatıya çıkmış ve aşağıya inemiyor!”
    Temel gayet sakin çıkıp kilerden uzun bir ip almış. İpin ucunu ilmek yapıp, çatıdaki torununa atmış ve: “Bunu hemen beline geçir, uşağım,” demiş.
    Küçük Dursun ipi beline geçirince de Temel var gücüyle ipi çekmiş ve torun tepe taklak yere çakılmış.
    Yerde kan revan içinde yatan torununa bakan Temel, sakin şekilde Fadime’ye dönüp sormuş: “Fadime! Yoksa biz bu ipi kuyudan adam çıkarmak için mi kullanıyorduk?”

    Benzetmek gibi olmasın, Sayın Devlet Bahçeli de 1 Ocak’ta doğum gününü kutladı ve onun da yaşı 77.

    Bir başka benzerlik de 2007’de Apo’yu asmak için attığı ipi, 2024’te onu cezaevinden çıkarmak için kullanması.

    Apo ipi boğazına değil, beline takacak, Sayın Bahçeli de çekip kurtaracak gibi görünüyor.

    Sayın Bahçeli bunu, yurdumuzu terörden tamamen kurtarmak için yaptığını söylüyor.

    İnşallah o da yarın, Türkiye’nin Dursun gibi kan revan içindeki haline bakıp: “Yoksa ipi yanlış yerde mi kullandık?” diye sormaya kalkmaz.

    Hep şuna inanmışımdır: Türkiye’nin iki çok büyük sorunu var;
    1- İrtica,
    2- Bölücü Terör.

    Bölücü terörde gelinen noktayı açıkladık.

    İrticaya gelince…

    Küçük Dursun kazadan kurtulup büyümüş ve namaz için gittiği camide, cami imamı Temel’e sormuş: “Hoca efendi! Azıcık donuma kaçırdım. Acaba abdestim bozulmuş mudur?”
    İmam Temel: “Ne kadar kaçırdın?” demiş. “Mercimek kadar mı?”
    “Daha büyük!” demiş Dursun.
    “Fındık kadar mı?”
    “Daha büyük!”
    “Ceviz kadar mı?”
    “Daha büyük!”
    “Beni ne uğraştırıyorsun be adam?” diye kükremiş Temel. “Pantolonumun içine sıçtım desene!”

    Ben Dursun gibi yapmayıp, konuyu hemen bağlayayım. Bence, Anayasasında “Demokratik, laik bir hukuk devleti” yazan Türkiye Cumhuriyeti’nin de Dursun’un pantolonundan farkı yok.

    Gelelim kuşağa…

    Temel’i muayene eden anabilim dalı başkanı, yanındaki asistanlara: “Dikkat edin!” demiş.
    “Birazdan bu hastanın sağ tarafına felç inecek!”
    Bunu duyan Temel, insanüstü bir çabayla uzanıp kuşağını açmış ve üreme organını sağdan sola almış.

    İnsan, bir Türkiye’nin haline, bir de hâlâ kuşağından başka derdi olmayanlara bakınca düşünmeden edemiyor:

    Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün en büyük eseri olan Cumhuriyetimizi emanet ettiği kuşak bu mu?

    Son sözüm: Rüyaları gerçek yapmak bizim elimizde. Nazım Hikmet’in dediği gibi:
    “Kabahat senin, — demeğe de dilim varmıyor ama — kabahatin çoğu senin, canım kardeşim.”

    Devamını Oku

    GÜLEN GÖZLER

    GÜLEN GÖZLER
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Dostum dostum,
    Güzel dostum,
    Bu ne beter çizgidir bu,
    Bu ne çıldırtan denge,
    Yaprak döker bir yanımız,
    Bir yanımız bahar bahçe,”

    demiş Hasan Hüseyin Korkmazgil Öyle Bir Yerdeyim Ki şiirinde.

    Türkiye de öyle bir yerde ki, duyduğumuz her haberde yarımız yaprak döküyor, yarımız bahar bahçe.


    Bir zamanlar Trabzon’un en zengin adamı ölmüş, Temel de iki gözü iki çeşme ağlıyormuş. Dursun bunu görüp şaşkınca sormuş:
    “Ula niye pu kadar ağlayisun? Rahmetlu senun akraban değuldi ki?”
    Temel cevaplamış:
    “İşte pen da onin içun ağlayrum Tursun’cum. Keşke akrabam olayidu.”


    Temel’in ağlamasının sebebini anladık: Mirastan pay alamadığı için üzülüyormuş. Ama bir de gülen Temelimiz var.


    Temel, Şark Ekspresi ile tura çıkmaya karar vermiş. Dursun, İdris ve Cemal’le birlikte gara gitmişler. Trenin kalkmasına bir saat kala garın restoranında keyifli bir sohbet başlamış. Sohbete daldıkları o anda, trenin hareket ettiğini fark etmişler. Hepsi birden koşmaya başlamış. Dursun, en hızlısı olarak birinci vagona atlamış, İdris beşinci vagona yetişmiş, Cemal ise zar zor son vagona…
    Elinde iki ağır bavul olan Temel, treni kaçırmış ve başlamış gülmeye. Durumu gören istasyon memuru, şaşkın bir şekilde Temel’e:
    “Beyfendi! Üç arkadaşınız trene bindi, siz kaçırdınız. Niye gülüyorsunuz?”
    Temel gülerek cevaplamış:
    “Nasıl gülmeyeyum da? Trende olması gereken pendum. Onlar penu yolcu etmeye gelmuşidu!”


    Yarımız, mirası kaçıran Temel gibi ağlıyor, diğer yarımız ise treni kaçıran Temel gibi gülüyor.

    Sınır komşumuz Suriye’de Esad rejimi devrildi. Yarımız, Emevi Camiinde Cuma namazı kılmak için abdest alırken, içlerinde benim de bulunduğum diğer yarımız, Suriye’nin başına gelebilecekleri düşünüp, acaba bu gelişmeler Türkiye’mizin başına ne getirir diye kaygılanıyor. Esad’ın gitmesine sevinmek yerine “bir (F)Esadın” yapacaklarını düşünüyoruz.

    Ortadoğu, on yıllardır uygulanan stratejik plan doğrultusunda şekillenirken, bizim en stratejik planımız, Apo’ya TBMM’de konuşma yaptırmak olunca, insan ister istemez tedirgin oluyor.

    Ayasofya 2020’de ibadete açıldı. O gün 1 dolar 7 liraydı. Şimdi ise dört yıl sonra 35 liraya dayanmış. Ama Ayasofya’ya, Emevi Camii de eklenmiş. Doların lafı mı olur?

    Doğrusunu isterseniz, merak ettiğim bir şey var: Sayın Erdoğan’ın, “Esed, Türkiye’nin uzattığı elin değerini bilmedi” sözünü nasıl yorumlayacağız? Daha 15 gün önce elinizi uzatıyordunuz. Eğer Esed, uzattığınız eli tutsaydı, bu harekât bir anda duracak mıydı? Esed bir diktatör, faşist bir katil olmaktan kurtulacak mıydı?
    Ve sevindiğim şey ise, insanlık tarihinden bir diktatörün daha eksilmesi. Hangi devletin başındaki olursa olsun, bir diktatörden kurtulmak beni mutlu eder.

    Ama ya elindeki bıçakla Suriye Pastasını kesip paylaşmak için bekleyenler?

    Eminim çoğumuz çocukluğumuzda bir Alman, bir Türk, bir İngiliz fıkrası duymuşuzdur. Ama bir de bunun ülkelerin stratejilerine ve emperyalizme atıfla anlatılanı var. İçinde bulunduğumuz durumu anlamak için bu fıkra çok manidar:


    Bir Alman, İtalyan, Fransız ve İsrailli aralarında köpeğe (bazı kaynaklarda kedi)
    hardal yedirmek konusunda iddiaya tutuşurlar.
    Alman, hardalı topak yapar ve köpeğin ensesinden tutup açtırdığı ağzına zorla yerleştirir. Hayvan ağzı yandığı için hardalı yemez ve çıkarır…
    İtalyan, ‘hardalı makarna şeklinde ufak parçalar halinde bölerek, köpeğe yedirmeğe çalışsa da hayvanın ağzı gene yandığından o da başaramaz
    Fransız ortaya atlar, hardalı önce sulandırır, sos olarak köpeğe yedirmek için uğraşır ama sonuç alamaz.
    Sıra israilliye gelir. Önce köpeği okşayarak yanına çeker, sırtını sıvazlar, sonra hardalı topak yaparak hayvanın poposuna yapıştırır. Köpek poposu yandıkça başlar hardalı yani arkasını yalamaya. Canı yandıkça yalar, yaladıkça canı yanar ve nihayet yalaya yalaya hardalı bitirir.


    Akıllı ülkeler, hedef ülkeleri istedikleri çizgide tutabilmek için onlara hardalı öyle yedirirler ki, o ülkeler neyi yediklerinin farkına vardıklarında iş işten geçmiş olur.

    Günümüz siyasi ve savaş politikalarında ne kadar tanıdık değil mi? Yedikleri hardallar, hurmalar misali, gün gelir tırmalar, kokusu çıkar.

    Ve bir de ileri safhası var:
    Koyun kasabın bıçağını yalıyor.

    Tavşan dağa küsünce dağın haberi olmayabilir. Biz yazalım, varsın olmasın, bizden umudu kestik, belki gelecek nesiller neyi yememeleri gerektiğini bilir.

    Geçmişi bilmeyen geleceği öngöremez. Bugünü anlamak için bundan tam 42 yıl öncesine, 1982’ye bir bakalım.

    1982’de yayımlanan “İsrail İçin Strateji” başlıklı rapordan kesitler:
    -İsrail’in, kendi varlığını sürdürebilmek için Ortadoğu ülkelerinin her birini etnik ve mezhep ayrımcılığı temelinde parçalamak
    -İran’ın mezhep olarak Sunniler – Şiiler, ırk olarak Persler – Türkler olarak parçalanması;
    Türkiye’ nin de “Müslüman Sünni Türkler”, “Aleviler” ve “Kürtler” olarak üç devletçiğe bölünmesi.
    -Irak’ın da Basra çevresinde güneyde bir Şii devleti, kuzeyde Musul çevresinde Kürt bölgesi, ortada Bağdat çevresinde Sünni devleti
    -Sıra, Suriye’nin etnik ve mezhepsel olarak bölünmesine gelecek; kıyıda bir Alevi devleti, Halep’te bir Sünni devleti, Şam’da ayrı bir Sünni devleti …(ile devam ediyor) İsrail’in güvenliği için Suriye’nin parçalanması zorunludur.”
    -Ortadoğu’da yeniden Osmanlı Millet Düzeni’ nin kurulması
    Bunlar sadece birkaçı.
    (Osmanlılaştırma projesi, birbirine hasım olan etnik-dini cemaatlere bölünmüş bölge yaratma arzusu. Ki bunlar da icraatte.)

    Acaba, meselenin din, mezhep olmadığı, küresel güçlerin amacının bölmek ve halkları birbirine düşman etmek olduğu ne zaman anlaşılacak?
    Keza; 1991 Körfez Krizi,
    2003 Irak’ın işgali,
    2006 Lübnan savaşı,
    2011 Libya ve Suriye iç savaşı…

    Sırada acaba kim var?
    Bakalım bu tuzağa düşecek miyiz?

    Yoksa zaten düştük de haberimiz mi yok?

    Suriye’de Esad rejiminin devrilmesi başka sorunlara ve stratejilere gebe olacak.
    Suriye’yi (Nusayri bölgesi hariç) Türkiye’nin terör örgütü olarak tanımladığı iki örgüt HTŞ yani eski El Kaide ve PKK/YPG yönetiyor.
    Artık Türklüğe ve toprağımıza daha fazla sahip çıkılması, birlik içinde olunması gereken bir döneme giriyoruz.

    Suriyeliler bir an önce vatanlarına uğurlanmalı, Açık Kapı Politikası sonlandırılmalı. BOP’a hizmet edenler buna karşı çıkacaktır, ama biz sesimizi yükseltirsek belki…

    Siyonizm’in kurucusu Theodore Herzl, yayımlanan günlüklerinde – Vol. II sayfa 711 – Yahudi Devletinin topraklarının “Mısır Nehrinden Fırat Nehrine” kadar uzandığını söylemektedir.
    Filistin Yahudi Ajansı üyesi Rabbi Fischmann, 9 Temmuz 1947 tarihinde Birleşmiş Milletler Özel Soruşturma Komitesine verdigi ifadede;
    “Vadedilmis Topraklar Mısır Nehrinden Firat Nehrine kadar uzanmakta, bir kısım Suriye ve Lübnan topraklarını da içermektedir”

    Suriyeliler “Esed bize zulmetti, savaş var, can güvenliğimiz yok” diyerek geldiler.
    Esad gittiğine göre gitmelerini istemek de hakkımız, ırkçılık değil.

    2011’den bu yana atalarımızın canını vererek düşmandan kurtardığı topraklarımızda barındırdığımız, milyarlarca dolar harcayarak bedava tedavi ettiğimiz, hastanede sıra bekletmediğimiz, üniversite sınavında ter döktürmediğimiz, eczanede para ödetmediğimiz, işyerlerinden vergi almadığımız, üç pula vatandaşlık verdiğimiz, sosyal yardımları önüne serdiğimiz, Mehmetçiğimiz Suriye’de şehit olurken sahillerde, nargile kafelerde keyif çattırdığımız, çocuk olunca çocuk parası vermeye başladığımız, kendi ülkemizde ikinci sınıf vatandaş konumuna gelirken onlara imtiyaz tanıdığımız gerçeğini hatırlatarak
    bu adaletsizliğin sona ermesini istemek de görevimiz.

    Çünkü bedel ödeyen biziz. Ev fiyatları korkunç arttı, bazı şehirlerde Türk halkı azınlık durumuna düştü, sosyal dengeler altüst oldu, sağlık, eğitim ve sosyal yardımlar ekonomiyi zora soktu, kültürel çatışmalar, sokak kavgaları yüzünden yaşadığımız tedirginlik arttı.

    Ödediğimiz bedel artık insanlık, merhamet çıtasını çoktan aştı.

    Adamlar sırt çantalarıyla gelip ev araba vatandaşlık alacak kadar zenginleşirken , Türk halkı fakirleşti, geleceği çalındı, değil ki AB’ye girmek artık vize alamaz hale geldi.

    Kendi rızalarıyla gideceklerini sanmıyorum.
    Düzen kurdular, çoğaldılar, zenginleştiler, Suriye’deki koşullara göre çok rahatlar.

    Biliyorlar ki İç savaşın yeni bir evresi başlıyor. Ve Şam’da “yeni rejim” şeriatçı, cihadcı.

    Kimse kendini de bizi de kandırmasın.
    Medyaya servis edilen üç beş fotoğrafla dönüyorlar, gidiyorlar gösterisi algı oluşturma çabası.
    Gidenden fazla gelecek olacaktır.
    Kaldı ki üç yüz beş yüz dönse ne yazar, geride milyonlar var.

    Biz misafire hürmetin âlâsını yaptık. Artık hatta çoktan yeter yetti. Ücretsiz sağlık, ilaç ve sosyal yardımlarını durdurmak, oturum ve vatandaşlıkları iptal etmek, sınavsız üniversite girişlerini kaldırmak, denetim ve vergileri artırmak bizim elimizde.
    Veeee ivedi bir şekilde sınırlara mayın döşemek de…

    Bu vatan bizim.
    Uğruna bedel ödeyenlerin…

    Mehmet Uygar Keleş

    Devamını Oku

    SAAT 5

    SAAT 5
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Hopa ilçesinde küçük bir mahalledeki çocuk sayısındaki aşırı artışı öğrenen gazeteci, gidip merakla Temel’e bunun sebebini sormuş. “Hızlı tren yüzünden!” demiş Temel. “Her sabah saat beşte tren geçip bütün mahalleyi uyandırır. Eh, sabah namazına kalkmak için çok erken, tekrar yatmak için çok geç bir saat. Tabii biz de mecburen…”

    Hopa’daki sabah beş treninin mahalleye yaptığı “uyandırma servisi” gibi, millet de bir sabah fena halde uyandı. Kimisi açlıktan, kimisi adaletsizlikten, kimisi de faturaların el yakan rakamlarından… Ama işte ne demişler: “Karga kahvaltısını yapmadan uyanan, önce neye uyandığını şaşırır.” Uyanan halk, seçimsiz bir dönemde gözlerini açtı. Sabah namazına kalkmak için erken, tekrar uyumak için ise çok geç bir saatte buldu kendini.

    Halk uyandı uyanmasına ama ortada bir sorun var: Yataktan kalkacak takat yok! Kiralar olmuş en ucuzu 15 bin lira, mutfak masrafı desen dudak uçuklatıyor, çocukların okul masraflarıysa cabası. Haliyle herkes kafasında aynı hesap: “Bugünü nasıl atlatacağım ve yarın nasıl yaşayacağım?” Bu soruların arasında dolanan hükümet, halkı “uyandırmaya çalışanları” sabahın köründe topluyor. İfade özgürlüğü? Evet, var! Ama ifade ettikten sonra başınıza geleceklerin özgürlüğü garanti değil.


    Hırlısı, hırsızı, sapığı, kaçağı, katili, tacizcisi ortalıkta gezerken bir tweet bahanesiyle tutuklamaların yaşandığı bir ülke halindeyiz.
    Toplum tarafından seviliyorsanız, Atatürkçü ve Cumhuriyetçisiniz, bu ülkeye faydalı işler yaptıysanız, elbette ki bu başarı, bu yardımseverlik cezasız kalmıyor.

    Nasuh Mahruki’yi Everest’e çıkan ilk Türk olarak tanıdık, gururlandık.
    1999 depreminde günlerce uyumayıp yüzlerce kişiyi enkazdan çıkaran, kurduğu AKUT sayesinde her afette binlerce insanın hayatının kurtulması için verdiği mücadeleyle sevdik.
    Annesini kaybettiği halde can kurtarmak için yanına gitmeyip,
    “Annemin vefat haberini aldım ama bir düşündüm; gitsem neye yarayacak? Burada dünyanın işi var. Onu kafamda bir yere kapattım ve dört gün sonra açtım. Dört gün açmadım… O dönem onu yapmam gerekiyordu.” sözleriyle duygulandık.

    Ancak geldiğimiz noktada, depremde çadır satan, hırsızlık yapanlar ceza bile almazken, depremde insanları kurtaran Nasuh Mahruki, “Elektronik seçim sisteminde yolsuzluk olabilir, mühendisler mutlaka denetlemeli” diyerek uyardığı, endişesini sosyal platformdan paylaştığı için “Halkı yanıltıcı bilgiyi alenen yaymak” gerekçesiyle tutuklandı.

    Belli ki kendinden olmayanları susturma telaşı.
    Belli ki gözdağı verme çabası.
    Belli ki yine gözden kaçırılması istenen başka mevzular da var; gündem yaratılacaktı, günah keçisi arandı.
    Bir taşla pek çok kuş vurma stratejisiyle yarardı.

    Belki de…
    Elektronik seçim için bir program vardı,
    Buydu asıl rahatsız oldukları.

    Keza biz geçmişi unutmadık.
    2010’da Feto değil miydi, “İmkân olsa ölülere bile ‘Evet’ oyu verdirilmeli” diyen?
    16 Nisan 2017 Referandumu’nda ölünün oy kullandığı tespit edilen?

    Ezcümle: Varsa kaygımız, vatanımız için.
    Yoksa güvenimiz, var sebebimiz.

    Bu durum sadece Mahruki’yle sınırlı değil. Hükümetin hoşuna gitmeyen bir tweet atan gençler, bir protestoya katılan kadınlar, haklarını arayan işçiler… Her biri sabahın 5’inde “ziyaret” ediliyor. Bu arada, hırsızlar, dolandırıcılar, tacizciler ellerini kollarını sallayarak dolaşıyor. “Adalet” denen şey, kimin elinde olduğu belli olmayan bir terazinin topuzu gibi.

    Gündemi değiştirmek için günah keçileri yaratmak da bu dönemin modası. Her gün yeni bir “düşman” ilan ediliyor. Biri ekonomik krizi konuşmaya başlayacak olsa, hemen bir başka tartışma gündeme getiriliyor. Ama gözden kaçan bir şey var: Halk artık uykusunda değil. Sabah 5 trenini duyan mahalle gibi doğrulmuş durumda. Yine de bir şeyler yapacak cesareti bulmak gerekiyor. Çünkü uyanmak yetmiyor; harekete geçmek de şart.

    Emine, yılbaşı gecesi Temel’le buluşacakmış. Temel’e yeni yıl için ne hediye alacağını bilemeyen Emine, annesi Fadime’ye sormuş:
    “Anneciğim, her şeyi olan, çok zengin, çok yakışıklı ve pek âlâ bir erkeğe ne verilir?”
    Fadime tecrübesiyle cevaplamış soruyu:
    “Ne verilecek kızım? Elbette biraz cesaret verilir!”

    Türkiye’nin bugünkü hikâyesinde de eksik olan tek şey bu: Muhalefete biraz cesaret.

    Her şey mevcut aslında. Açlık, yoksulluk, adaletsizlik, güven bunalımı… Bir hükümeti değiştirmek için ihtiyaç duyulan bütün şartlar var. Ama eksik olan, Fadime’nin dediği gibi: Cesaret. Sayın Kemal Kılıçdaroğlu’nun geçen günkü savunması, işte tam bu cesaret eksikliğine bir cevap oldu. Öyle akılcı, öyle cesur bir konuşma yaptı ki sadece CHP’ye değil, tüm muhalefete umut verdi.

    Halk uyandı ama tahammülü kalmadı. Asgari ücret, emekli maaşı, kira, fatura derken dört yıl daha bu şekilde yaşamak mümkün değil. İktidarın her fırsatta halkı “susturma” politikaları, her şeyin üstüne bir kat daha yük ekliyor. Ama unutmayalım ki Temel’in sabah 5 trenine cevabı gibi, halk da bir çözüm bulacak.

    Bugünün şarkısı belli:
    “Tahammül kalmadı artık,
    Aman geç kalma erken gel,
    Sakın geç kalma erken gel!”

    Erken seçim mi? Daha fazla beklemek için hiçbir sebep yok.

    Mehmet Uygar KELEŞ

    Devamını Oku

    DEMOKRATİK KAYYUM

    DEMOKRATİK KAYYUM
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Herkesin dilinde o meşhur laf: “Diz çökerek yaşamaktansa, ayakta ölmeyi tercih ederim.” Ancak bunu söylemek başka, yaşamak başka… Özgürlüğe giden yolda en büyük silah cesaret değil midir? Şu an İran’da yaşananları göz önüne alırsak, bunu tekrar düşünmemiz gerek. Tahran’daki İslam Azad Üniversitesi’nde yaşanan olay, tam olarak bu soruya yanıt veriyor aslında.

    Genç bir kadın, başörtüsü nedeniyle Besic’ler tarafından “uygunsuz” ilan edilip tacize uğruyor. Bu durumun ağırlığıyla cesaretini toplayan genç kadın, kendi bedeniyle bir manifesto ortaya koyarak iç çamaşırlarına kadar soyunup kampüste yürüyor. Bu sadece bir yürüyüş değil; kadın bedeni üzerinden toplumda yaratılan korku imparatorluğuna karşı bir meydan okuma. Onun için bu yürüyüş, özgürlüğe açılan kapının anahtarıydı belki de. Ancak hemen ardından rejim sözcüleri devreye girdi ve genç kadının zihinsel sorunları olduğunu, bir akıl hastanesine yatırılacağını iddia etti. Bu, İran’da muhalif sesleri itibarsızlaştırmak için kullanılan bir yöntem; sesini çıkaran herkes ya akıl hastanesine kapatılır ya da ölümle susturulur.

    Ne yazık ki genç kadının öldürüldüğü ya da asıldığı yönündeki iddialar da sosyal medyada dolaşmaya başladı. Zira Ortadoğu coğrafyasının kadınlarına biçtiği rol, bu dünyada var olmak, ancak özgür bir hayat sürememek üzerine kurulu.

    Ortadoğu’nun zulmünden nasibini almış birçok kadın var; hak ve özgürlük arayışı için bedel ödeyen kadınlar… Buralarda ise durum çok farklı değil; şeriat sloganları atanların, cumhuriyetin kadınlara tanıdığı hakların değerini bilmeyenlerin çokluğu, Ortadoğu’nun o karanlık havasını buraya taşıyor. Bu hakları sağlayan Atatürk’e nankörlük eden, kadınların kazanımlarının kıymetini bilmeyen ne çok kişi var bu topraklarda.

    Düşünmeden edemiyor insan: “Şeriat isteyenleri oraya göndersek, oradaki özgürlük arayan kadınları da buraya getirsek…” Bir ay sonra oraya gidenlerin cumhuriyet sevdalısı olacağına kalıbımı basarım. Çünkü şeriatla yönetilen bu coğrafyada, kadının yaşadığı hayat değil; esaret. Özgürlüğün ne olduğunu anlamak için belki de önce onu kaybetmek gerekiyor.

    İran, bir zamanlar medeniyetin beşiği, dünyanın en köklü topraklarından biriydi. Bugünse geçmişte yapılan hataların bedelini evlatları ödüyor. Bu baskıcı rejim bir gün yıkılırsa, İran kadını bu mücadelenin ön saflarında yer alacaktır. Çünkü kadın, tarih boyunca sadece yaşamda değil, devrimlerde de başrol oynamıştır. Toplumları dönüştüren her büyük olayda bir kadın izi vardır.

    O genç kadın cesaretiyle aslında hepimize bir şey öğretti: Onurlu bir yaşam, bedeli ne olursa olsun diz çökmeyi reddetmektir. Ve cesaret, sadece bir kelime değil; kadınların hayatlarını değiştiren, toplumu dönüştüren bir güçtür.

    Çok şükür ki bizim ülkemizde Mustafa Kemal Atatürk gibi bir öndere sahibiz ve ülkemizin kuruluşunda çok sağlam temeller üzerine inşa etmiş durumdayız. Ancak bu temeller son çeyrek asırda oldukça sarsılmakta ve çürütülmeye çalışılmakta. Bu çabalar son zamanlarda seçme ve seçilme hakkımızın gasp edilme girişimleri ile su üstüne çıkmaktadır.

    Kayyum atamaları Türkiye’nin siyasi sahnesinde adeta bir “demokrasi geleneği” gibi yerleşmiş durumda. Her seçim döneminden sonra özellikle belirli bölgelerde halkın oylarıyla göreve gelen belediye başkanlarının yerini, merkezi yönetim tarafından atanmış kayyumlar alıyor. Diyarbakır, Mardin ve ilçeleri, Van, Batman, Ağrı, İstanbul-Esenler gibi kentlerde halkın sandık başında verdiği kararların kısa sürede “bir üst karar” ile değişmesi, halk iradesi ve yerel yönetimlerin özerkliği konularında ciddi bir sorgulama yaratıyor.

    Kayyum atamaları, Kanun Hükmünde Kararnameler (KHK) ve 5393 sayılı Belediye Kanunu’nun 45. ve 47. maddelerine dayanıyor. Yani bir belediye başkanı terörle iltisaklı sayıldığında veya İçişleri Bakanlığı böyle bir bağlantı kurduğunda, başkan görevden alınıp yerine bir kayyum atanabiliyor. Ancak bu yasada “terör” tanımının geniş tutulması ve herhangi bir mahkeme kararı olmaksızın başkanların görevden alınması, hukuk devleti ilkeleriyle çelişiyor. İddiaların çoğu zaman soyut ve kanıtlanmamış olması, kayyum uygulamalarını halk iradesinin hiçe sayılması olarak yorumlayanları haklı çıkarıyor.

    Türkiye’de kayyum atamaları “zorunlu” olarak nitelendirilirken, Avrupa ülkelerinde bu tür uygulamalar çok daha dar bir çerçevede, sıkı bir denetim mekanizması ile yapılır. Örneğin, Almanya’da kayyum atama yetkisi yalnızca yerel yönetimlerin mali kriz yaşadığı ve denetim dışı kaldığı durumlarda uygulanır. Fransa’da ise halkın seçtiği yönetime tamamen müdahale edilmez, sadece mali konularda sınırlı bir kayyum atanır. Bizdeki gibi belediye başkanını görevden alıp tamamen devralan bir sistem, bu ülkelerde yoktur. Almanya’da bir başkanın görevden alınması gibi durumlar, çok istisnai olarak ve ancak bağımsız yargının net bir kararıyla gerçekleşebilir.

    Türkiye’de ise kayyumlar geniş yetkilerle donatılmış olarak göreve geliyor. Mali ve idari tüm alanlarda karar alabilen bu görevliler, belediye bütçesini kullanma, projeler üretme ve ihale açma gibi yetkilere sahip. Eleştirilerin odak noktası da burada: Halkın seçtiği bir başkanın koltuğuna oturup bütün yerel yönetim işlerini yürütmek, demokrasinin temellerine aykırı bir durum olarak görülüyor.

    Kayyum atamaları Türkiye’de özellikle Güneydoğu Anadolu’da büyük bir tepki yaratıyor. Özellikle Kürt nüfusun yoğun olduğu bu bölgelerde seçilmiş yönetimlerin merkezi hükümet tarafından görevden alınması, halkın demokrasiye olan inancını zedeliyor. Birçok vatandaş, oylarıyla seçtikleri başkanların “terörle iltisak” gerekçesiyle görevden alınmalarını, aslında kendilerine ve iradelerine karşı bir tutum olarak görüyor. Avrupa Parlamentosu Türkiye Raportörü Nacho Sánchez Amor da Türkiye’deki kayyum atamalarını “demokrasiye doğrudan bir darbe” olarak nitelendirdi. AİHM ve Avrupa Konseyi de kayyum uygulamasının demokratik haklara aykırı olduğunu vurguluyor.

    Türkiye’deki kayyum atamalarının özellikle Kürt bölgelerinde uygulanması, toplumsal kutuplaşmayı daha da derinleştiriyor. Halk, sandığa gidip seçtikleri başkanların kısa süre sonra görevden alınmasına alışmış durumda; fakat bu alışkanlık demokrasi anlayışını nasıl etkiliyor? Sandık başında yapılan tercihin bir anlamı kalmadığında, seçime katılım ve halk iradesine olan güven her geçen gün azalıyor. Bu süreç, Türkiye’nin demokratik normlardan uzaklaştığı eleştirilerini daha da güçlendiriyor. Türkiye’deki kayyum uygulaması, halkın iradesini “şüpheli” bulan ve yerel yönetimleri merkezi kontrolle sağlama alma çabası olarak görülüyor.

    Özetle, Türkiye’deki kayyum atamaları, yerel demokrasiye ve halkın seçme hakkına yönelik ciddi bir sınama haline geldi. Avrupa’da bağımsız yargı kararları ve şeffaf denetim mekanizmalarıyla sınırlı olan bu uygulama, Türkiye’de halkın iradesine karşı bir engele dönüşmüş durumda.

    Sadece zeybek oynarken diz çökmeyi bizlere nasip olmasını dilerim.

    Mehmet Uygar KELEŞ

    Devamını Oku

    TÖREMİZ BÖYLEDİR MEMO

    TÖREMİZ BÖYLEDİR MEMO
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Bir papaz, bir hâkim ve bir fizikçi idama mahkûm edilir. Hikâyeye göre, ilk olarak papaz çıkarılır giyotinin altına. Başını yerleştirirler ve son sözünü sorarlar. Papaz: “Ben Allah’a inanıyorum, O beni kurtaracaktır,” der. Giyotin düşer, ancak papazın boynuna birkaç santim kala durur. Halk bu duruma şaşırır, hep bir ağızdan bağırır: “Onu serbest bırakın; Allah onu korudu!” Ve papaz kurtulur.
    Ardından sıra hâkime gelir. Aynı soruya hâkim, “Ben papaz gibi Allah’a inanmıyorum ama adalete güveniyorum,” der. Giyotin bu kez hâkimin boynuna inerken yine birkaç santim kala durur. Halk bir kez daha şaşkınlıkla bağırır: “Adalet konuştu, onu serbest bırakın!” Ve hâkim de idamdan kurtulur.
    Fizikçinin sırası geldiğinde ise son söz olarak şöyle der: “Ben ne Allah’a inanan bir papazım, ne de adalete güvenen bir hâkimim. Bildiğim tek şey, giyotinin ipinde bir düğüm var ve bu düğüm giyotinin inmesine engel oluyor.” Görevliler bu düğümü açar ve giyotini serbest bırakırlar; fizikçinin başı bedeninden ayrılır.


    Toplumdaki “düğümleri” işaret etmek cesaret ister. Gerçeği söyleyenlerin bedel ödemeyi göze alması gerekir. Hakikat, çoğu zaman, fizikçinin o düğümü açma kararlılığına sahip olanların başını alır. Çünkü düğümleri görmek de, çözmek de risklidir; ancak gerçeği görenlerin düğümleri işaret etme cesaretini toplum değil, düğümlerin kendisi cezalandırır.

    Bugün, gerçeği işaret edenlerin başlarına nelerin geldiğine bakın. Güvenlik ağları sıkı sıkıya örülmüş gibi görünürken çiçekçi bile güvenlik kapılarından geçemezken, ellerinde silahlarla taksiye binen teröristler başkente girebiliyor. Halk metrobüse bile turnikeden atlasa ceza yer, şehirlerarası yolculuklarda arabalar defalarca aranır. Ama bu insanlar, başkent Ankara’ya, üstelik de Cumhuriyet Bayramı’na günler kala, Bahçeli’nin çağrısından bir gün sonra ellerinde cephane dolu çantalarla güvenlik duvarlarını aşıp ülkenin kalbine ulaşabiliyor.

    Güvenlik bu kadar kolay delinirken, ülke gündemi köfteci tartışmalarıyla dolup taşıyor. Perde arkasında dönen gerçekleri görmemiz, sadece ‘köfteci’ haberlerinden sıyrılıp bakmamız gerekiyor. Örneğin, Apo’yu serbest bırakmayı hedefleyen bir kanun teklifinin 25 Eylül’de Meclis’e sunulduğunu öğreniyoruz. Bu teklif, Adalet ve İçişleri komisyonlarında iki haftadır görüşülüyor. Bir yanda bu mücadele varken, diğer yanda terörle ‘müzakere’ arayışları, ‘mücadele’ kisvesi altında sürdürülen pazarlıklar yer alıyor. Sizin “Terörle müzakere edilmez, mücadele edilir” düsturundan çıkardığınız sonuç bu mu? Tüm bu çabalar, bir kişinin ve ailesinin selameti için mi?

    Peki, ne oldu Narin cinayeti? Köyü? Bebek katilleri? Diyaliz çetesi, organ mafyası skandalı? Türkiye’nin en büyük skandallarından biri halkın gözleri önüne serildi, devletin üst kademelerine, siyasilere kadar uzandı; ama gündem bir anda değiştirildi. Apo meselesi, bebek katillerinin serbest bırakılma girişimleri, halkın gözünden kaçırılmak mı isteniyor?

    Bu toplum, ne yazık ki yalnızca kendisinin değil, gelecekteki çocuklarının dahi kaderini çaldırıyor. Bugün, yenidoğan bebeklerin ölümlerini umursamayanlar, bebek katillerini, o kanlı geçmişi, acılı anneleri mi düşünecek? Daha dün hain bir saldırıda 5 canımızı kaybettik, 14 kişi yaralandı. Şehitlerimizin ruhuna dualar ederken, toplum olarak içten içe utançla kıvranıyoruz. Kimsenin bu terör sarmalını bitirmek gibi bir amacı yok; aksine, sürekli diriltme gayreti var. Bu döngüde ‘Analar ağlamasın’ diye diye ülkenin anasını ağlatıyorlar.

    Oysa bizler, Atatürk’ün izinden gidenler olarak, asıl görevimizi çok iyi biliyoruz. Mustafa Kemal Atatürk’ün bize bıraktığı o meşhur sözleri akıllarımıza kazımalıyız: “Cebren ve hile ile aziz vatanın, bütün kaleleri zapt edilmiş, bütün tersanelerine girilmiş, bütün orduları dağıtılmış ve memleketin her köşesi bilfiil işgal edilmiş olabilir. Bütün bu şeraitten dahi elîm ve daha vahim olmak üzere, memleketin dahilinde, iktidara sahip olanlar gaflet ve dalalet ve hatta hıyanet içinde bulunabilirler. Hatta bu iktidar sahipleri şahsî menfaatlerini, müstevlilerin siyasî emelleriyle tevhit edebilirler. Millet fakr-u zaruret içinde harap ve bitap düşmüş olabilir. Ey Türk istikbalinin evladı! İşte, bu ahval ve şerait içinde dahi vazifen; Türk istiklal ve cumhuriyetini kurtarmaktır!

    Peki, nasıl kurtaracağız? Öncelikle ‘töre’yi anlamamız gerekiyor. Toplumda benimsenmiş, alışkanlık haline gelmiş davranış biçimlerinin bütünü olarak tanımlanır töre. Ama bugünkü ‘töre’, para için her şeyin mübah hale geldiği bir düstura dönüştü. Bu milletin değerlerini yerle bir eden kişilerin, “bu milletin …na koyacağız” diyerek, devletten en büyük ihaleleri alması neyle açıklanabilir?


    Uzun süre çölde kalan Bedevi , cinsel ihtiyacını devesi ile gidermek istemiş. Ancak boy farkı işi zorlaştırınca imdadına bir hurma ağacı ve rüzgar yetişmiş. Ağacın dalına sıkıca tutunan Bedevi, rüzgar dalı salladıkça işini halletmiş.
    Sonra birden pişman olup tövbeye başlamış “Bağışla beni Allahım! Şeytana uydum!” Birden şeytanın sesi duyulmuş;”Suçu hiç bana atma! Vallahi bu yöntem benim bile aklıma gelmezdi…”


     Çöldeki Bedevi bile işini şeytanın aklına gelmeyecek yöntemle halletmesi gibi şimdi ülkenin içinde bulunduğu ahlaki çöküş de şeytanın bile aklına gelmeyecek yöntemlerle sürdürülüyor. Zira bugün, yenidoğan bebeklerin ölümlerini bile bile güle oynaya gerçekleştiren çeteler, sırf para için cinayet işleyenler ve o paraları elden ele dolaştıran karanlık yapılarla çevriliyiz. Bu çeteler, en değerli varlıklarımızı, bebeklerimizi bile gözden çıkarabilecek kadar gözü dönmüş insanlarca yürütülüyor.

    Türkiye artık çoklu organ yetmezliği yaşayan bir bedene dönmüş durumda. Yasama, yürütme, yargı… hiçbir organ sağlıklı işlemiyor. Her geçen gün, devlet mekanizması, can çekişen bir organizma gibi zorla ayakta tutulmaya çalışılıyor. Ahmet Arif’in “Adiloş Bebem” şiirindeki haykırış bugün bize rehber olurcasına yankılanıyor:

    Doğdun, üç gün aç tuttuk
    Üç gün meme vermedik sana
    Hasta düşmeyesin diye,
    Töremiz böyle diye,
    Saldır şimdi memeye,
    Saldır da büyü.


    Bunlar engerekler ve çıyanlardır,
    Bunlar aşımıza, ekmeğimize
    Göz koyanlardır,
    Tanı bunları,
    Tanı da büyü!


    Ağulardan, karanlıklardan,
    Biri başıma çöreklendi mi
    Bozardım kolunu kanadını,
    Yürürdüm üstüne, üstüne,
    Toprak olsam bile
    Bir avuç toprak,
    Yine de yürürdüm üstüne.

    Bu feryadın içinde büyüyen çocukların geleceği karartılmasın diyedir aslında tüm bu çaba. Ama ne zaman ki töre bozuldu, işte o zaman toplum tökezlemeye başladı. Şimdi ise kurtuluş yolu, gerçekleri görmekten, o düğümleri çözmekten geçiyor.

    Mehmet Uygar KELEŞ

    Devamını Oku

    ELMA KURDU

    ELMA KURDU
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Elma… Tarih boyunca hem efsanelere konu olmuş hem de bilimsel devrimlerin sembolü haline gelmiş bir meyve. İnsanoğlunun ilk günahına ev sahipliği yaptığı varsayılan yasak meyve olarak da bilinir. Peki, neden elma? Neden Âdem ile Havva’yı cezbeden bu meyve olarak anlatılır? Yunanca’da genel olarak “ağaçta yetişen meyve” anlamına gelen “mēlon” kelimesi, Latince’ye “elma” olarak çevrildiğinde Hristiyan inancında bu meyvenin elma olduğu düşüncesi yaygınlaşmış. Bu yaygınlaşmada Latince’de “şeytan” veya “kötü” anlamına gelen “mălum” kelimesinin elma kelimesi olan “mālum” ile benzerliği önemli bir rol oynamış. İşte bu benzerlik, elmayı tarihte şeytanın cazibesiyle ilişkilendirmiş ve yasak meyve denilince elma akıllara gelmiş. Âdem ile Havva’nın hikâyesindeki yasak meyve tartışıladursun, tarihte elmanın önemi büyük.

    Elma sadece teolojik ve kültürel bir sembol değil, aynı zamanda Yunan mitolojisinden Truva Savaşı’na, tanrıların birbirine düşmesine, Herakles’in on iki görevinden birine kadar uzanan bir efsane. Altın Elma, Afrodit’in güzellik tacı, aşkın ve çekiciliğin sembolü… Türk mitolojisine baktığımızda ise Kızıl Elma olarak karşımıza çıkar. Türkler, özellikle Oğuz Türkleri için Kızıl Elma, ülküleri, düşleri ve hedefledikleri zaferleri simgeleyen kutsal bir meyve olarak bilinir. Osmanlı İmparatorluğu döneminde de Kızıl Elma, Avrupa’daki önemli şehirlerin fethedilmesi gereken hedefler olarak sembolize edilmiş, Yeniçeri Ocağı’nın simgelerinden biri haline gelmiştir. Evliya Çelebi’nin Seyahatnamesi’nde bile Kızıl Elma; Kuzey Kafkasya, Bizans (İstanbul), Budin, Belgrad, Estergon, Viyana, Roma ve Köln gibi şehirleri işaret eden bir ideal olarak karşımıza çıkar.

    Tabii, elmanın bilim dünyasında da rolü küçümsenemez. Isaac Newton’un başına düşen o meşhur elma, yer çekimi yasasının keşfedilmesine ilham kaynağı olmuş. Eğer o elma Newton’un başına düşmeseydi, belki de bugün hâlâ yer çekimiyle ilgili sorular soruyor olacaktık. Apple’ın kurucusu Steve Jobs’un da bu meyveye olan ilgisi büyüktür. Alan Turing’in onuruna “ısırılmış elma” logosunu yaratırken, Turing’in yaşamına son verme kararında Pamuk Prenses ve Yedi Cüceler’deki zehirli elmanın bir ilham kaynağı olduğu söylenir. Elma her dönemde, her kültürde farklı anlamlar yüklenmiş bir sembol olmuştur.

    Elmanın tıbbî faydaları ise saymakla bitmez. Sağlık, sevgi ve bereketin sembolü olan bu meyve, Anadolu’nun birçok yöresinde evlilik ve cenaze törenlerinde, hatta ibadet ritüellerinde kullanılır. Suyu ve sirkesi şifa kaynağı olarak bilinir. Son araştırmalara göre, düzenli elma tüketimi Alzheimer hastalığının ilerlemesini %27 oranında azaltıyor. “Günde bir elma, dert alma” sözü boşuna söylenmemiş. Elma, adeta doğal bir sağlık iksiri; beyin hücrelerini besler, vücudu yeniler, her derde deva olur. Fakat biz ne yapıyoruz? Elma yemiyoruz. Bunun yerine, unutarak ve uyuşarak yaşıyoruz.

    Uykuya dalan bir millet olarak, tarihin bize öğrettiği büyük derslerden uzaklaşıyoruz. Bakın mesela, Yarbay Mustafa Kemal’in önünde poz verdiği, Çanakkale’de Kireçtepe şehitleri anısına dikilen o anıt…


    Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün önünde fotoğraf çektirdiği bu anıt, Anafartalar Cephesi savunmasında şarapnel parçası ile şehit olan Gelibolu Jandarma Tabur Komutanı Yüzbaşı Kadri Bey’in silah arkadaşlarının boş top kovanlarını dizerek Kireçtepe için şehit düşmüş bütün kahramanlar anısına diktikleri ilk Çanakkale Anıtıdır. Anıtın adı, Yüzbaşı Kadri Bey’in askerlerine şevk vermek için yaptığı her konuşmayı “Ey Türk uyuma / Uyuma ey Türk!” diye bitirmesinden geliyor.

    Atalarımız, ninelerimiz uyumadı. İnanmışlık, adanmışlık ve ölümü hiçe sayarak yarattıkları Çanakkale ruhu sayesinde destan yazdı. Türk’ün gücünü tüm dünyaya emsali görülmemiş mücadeleyle gösterdi.

    Ülke için yolun sonuna gelindiği yıllar, Çanakkale’den sonra hedefte olan İstanbul’u ele geçirip Osmanlı’yı bitirmenin hesaplarının yapıldığı günlerde… İngilizler ve Fransızlar, (Anzaklar [Avustralya ve Yeni Zelandalı askerler], Fransızların Senegal ve Gambiya sömürgelerinden, Tunus ve Cezayir’den getirilen lejyonerler [paralı askerler], İngilizlerin ordularındaki Hintliler, Gurka diye bilinen savaşçı Nepal askerleri, ünlü Yeni Zelanda yerlileri Maoriler, birliklerine Sion Katır Birliği adı verilen Yahudi birliği…) hepsinin karşısında kahramanca savaşan Mehmetçik vardı. Genci, yaşlısı, kadını, erkeği 7’den 70’e tek yürekti.

    O günlerde Çanakkale’de hezimete uğrayanlar, iki defa işgal ettikleri, parasını, pulunu, dergisini, anahtarını hazırladıkları halde İstanbul’u ve ülkeyi alamayanlar hâlen iş başında. Üstelik hırslarına ilaveten kuyruk acıları da var. Ülkemiz, halkın kutuplaşmasıyla, göçlerle, ekonomiyle, verilen vatandaşlıklar, satılan topraklar ve madenlerle, savaşsız, çatışmasız elimizden kayıp giderken bu anıt hâlen yerinde.

    Bu vatan uğruna canını, kanını veren, sevdiklerini yitiren yüz binlerce ruh haykırıyor bize: “UYUMA EY TÜRK! EY TÜRK UYUMA!” diye diye…
    O ses kulaklarımızdan hiç çıkmasa keşke…

    Gerçekten bu iktidar döneminde, Anayasamızın ilk dört maddesiyle mücadele edildiği kadar, uyuşturucu madde baronları ile mücadele etselerdi, Türkiye’de uyuşturucu madde sorunu kalmazdı.

    Son olarak; Numan Kurtulmuş Anayasamızın 3. maddesine taktı. Sayın Kurtulmuş’a göre; Devletin ülkesi, devletin milleti olmazmış. O yüzden bu madde düzeltilmeliymiş. Hani bir de; “Devletin egemenliği olmaz!” deseymiş tam olacakmış. Çünkü devlet tanımının üç temel unsuru vardır; millet, ülke, egemenlik.

    Sayın Kurtulmuş’a ve onun gibilerine açıkça söyleyelim ki; biz de madde bağımlısı olmasak da Anayasamızın ilk dört maddesine de başlangıçta belirtilen özel ilkelere de sonuna kadar bağlıyız. Anayasayı hükümet programıyla, devleti hükümetle karıştırmayın. Herhalde açık açık ümmet diyemediğiniz için öne çıkardığınız “millet” kavramını da iyi öğrenin. Unutmayın ki bir de “Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir!” diyen Anayasamızın 6. maddesi var. İşte orada yazan millet, sadece bugünkü seçmenlerden oluşan bir kavram değildir. Millet, diriler kadar ölüleri de bugün kadar geçmiş ve gelecek kuşakları da kapsayan bir kavramdır.

    Ve biz, Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ten emanet aldığımız Cumhuriyetimizi, gelecek kuşaklara; “Atatürk devrimleri ve ilkelerine dayanan, demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devleti” olarak teslim etmeye, Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün aydınlık yolundan asla ayrılmamaya kararlıyız. O yüzden Anayasamızın ilk dört maddesine saldırmak için böyle “çok yaratıcı” bahaneler bulmaktan artık vazgeçin!

    Getirdikleri bu “BamBaşkanlık” sisteminde iktidar ortakları, iktidara yakın iş insanları, DinAlet İşleri Başkanı, bazı vakıf yöneticileri, Arap hayranları, kadın katilleri, Atatürk düşmanları gerçekten de harıl harıl çalışıyor, en rahat ettikleri dönemi yaşıyorlar. Balık üretme kafesine olta atmış balıkçı gibi; at çek, at çek durumundalar yani.

    Ama büyük çoğunluk olan bizler acı çekiyoruz.

    Her gün bir kadın cinayeti haberi, her gün bir israf, şatafat haberi, her gün haksız bir atama, her gün usulsüz bir harcama haberi, her gün gözü dönmüş insanların, artık kavgadan çıkıp, küçük bir savaş kıvamına gelmiş görüntüleri.

    İktidar mensuplarında da vicdan olmalı, olmalı ki hem Müslümanlığı dillerinden düşürmeyip hem de millet açlık, yoksulluk sınırının altında yaşarken gönül rahatlığıyla saltanatlarını sürdürecekleri bir çözüm yolunu mutlaka buluyorlar.

    Peki, bu hep böyle mi gidecek?

    Bu soruya da Hasan Hüseyin Korkmazgil cevap vermiş:

    Eti geçti, duydun mu?
    Bıçak kemikte.
    Duymadınsa duy artık
    behey Allah’ın kulu,
    bıçak kemikte.
    Duy da silkin n’olursun
    bu ne biçim uyku bu.
    Bıçak kemikte

    Verilmemiş alınmış hep,
    yük vurulmuş dağlar gibi
    insanlık bu mu?
    Çalıyor sömürünün imdat çanları,
    kımılda da kurtar şu onurunu
    bıçak kemikte.

    Topraksa paylaşılmış
    kıyılarsa yağmalanmış,
    umut hacizde,
    ya bu neyin puştluğu bu
    sana yokluk sana yasak sana dam
    insan değil – hâşâ – bir yağmacı soyu bu,
    bıçak kemikte.

    Üretensin yaratansın yürütensin dağları,
    bakma öyle kilit kilit, duvar duvar.
    Yetsin artık bu susku
    bıçak kemikte.

    Anasın boynun bükük
    babasın kolun kırık
    oğullar kan içinde.
    Kaldır artık başını
    «kalsın benim dâvam dîvana kalsın» demiş ozan.
    O dîvan sensin artık
    bıçak kemikte.

    Mehmet Uygar KELEŞ

    Devamını Oku

    BERKEMAL

    BERKEMAL
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Meclis açılış törenleri, Türk siyasi hayatının en dikkat çekici ve en sembolik anlarından biri olma özelliğini koruyor. 2024 yılında yapılan meclis açılışında ise alışık olduğumuz siyasi mizansenin biraz daha dikkat çekici, biraz daha düşündürücü bir boyuta taşındığına şahit olduk. Ancak, bu açılışta en çok dikkat çeken olaylardan biri, Cumhurbaşkanı’nın salona girdiği sırada yaşanan karşılamalar oldu.

    Ana muhalefet partisi CHP’nin milletvekillerinin, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ı ayakta karşılaması, pek çok kişiyi şaşırttı. Zira CHP, Erdoğan’ın yönetimine karşı en sert muhalefeti yapan partilerin başında geliyor. Ancak asıl mesele, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın yıllardır CHP’ye ve onun genel başkanlarına karşı yürüttüğü ağır eleştiriler ve zaman zaman hakarete varan söylemleriydi. Burada bir parantez açıp, 2023 seçimleri sonrası CHP’nin Genel Başkanı olarak seçilen Özgür Özel’e yönelik Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın kullandığı bazı cümleleri hatırlamakta fayda var. Erdoğan, Özel hakkında birçok kez küçümseyici ve itibarsızlaştırıcı bir dil kullanmış, hatta bu tarz hakaretleri daha önceki CHP Genel Başkanlarına da yöneltmişti. Peki, bu durumda Özgür Özel ve diğer CHP milletvekillerinin Cumhurbaşkanı’nı ayakta karşılaması nasıl bir anlama geliyor?

    Bazılarına göre bu, siyasi bir nezaket göstergesiydi. Meclis açılışlarında devletin başına karşı bir saygı duruşu olarak ayakta karşılamak, devlet geleneğinin bir parçası sayılabilir. Ancak burada gözden kaçırılmaması gereken nokta, bu tür jestlerin, karşılıklı saygının bir göstergesi olması gerektiğidir. Oysa Cumhurbaşkanı’nın CHP’ye ve onun temsilcilerine yönelik geçmişteki söylemleri, saygı sınırlarını defalarca aşmıştı. Dolayısıyla bu ayakta karşılama, bir nezaket göstergesi olarak yorumlanmaktan çok, siyasi duruşun zayıflığı ya da yanlış bir mesaj verme olarak algılanabilir.

    CHP milletvekillerinin bu tavrı, muhalefet kimliğiyle örtüşmüyor. Eğer bir siyasetçi, yıllardır hakarete maruz kaldığı bir figürü bu şekilde karşılarsa, bu, kendi siyasi duruşunun sorgulanmasına neden olur. Halkın büyük bir kesimi, muhalefetin lider kadrosundan daha net bir duruş beklerken, bu tür jestler hayal kırıklığı yaratabilir. Neticede, muhalefet görevini üstlenmiş bir partinin, iktidarın başındaki figüre karşı böylesine bir saygı duruşunda bulunması, muhalefet kimliğini sulandırma tehlikesi taşıyor.

    Ancak, bu açılışta yaşananlar sadece CHP milletvekillerinin duruşuyla sınırlı kalmadı. Türkiye İşçi Partisi (TİP) milletvekillerinin sergilediği tavır ise, siyasi duruşun ne demek olduğunu gösterir nitelikteydi. TİP milletvekilleri, meclis açılışı sırasında Can Atalay’ın tutukluluğuna dikkat çekmek amacıyla salonu terk ettiler. Can Atalay, 2023 seçimlerinde milletvekili seçilmesine rağmen hukuksuz bir şekilde cezaevinde tutulmaya devam ediliyor. Bu duruma sessiz kalmayan TİP milletvekilleri, meclis açılışındaki protestolarıyla, hem halkın vicdanını harekete geçirdiler hem de siyasetteki duruşun nasıl olması gerektiğini gösterdiler.

    TİP milletvekillerinin bu tavrı, mecliste nadir görülen bir tür cesareti temsil ediyor. Zira, siyasi arenada bazen duruş sergilemek, popülarite kaygısıyla hareket etmek yerine, gerçekten inandığı değerlere sahip çıkmak anlamına gelir. Can Atalay’ın haksız tutukluluğuna karşı meclis açılışını terk etmek, TİP milletvekillerinin bu duruşu net bir şekilde sergilediğinin göstergesi. Onlar, halkın vicdanında yer edinen bu haksız durumu görmezden gelmediler ve sembolik bir protesto ile dikkatleri bir kez daha bu soruna çektirdiler. Böyle bir duruş, Türkiye’de muhalefet olmanın ne demek olduğunu unutanlara adeta ders niteliğinde.

    TİP’in bu tavrı takdir edilmesi gereken bir duruştur. Zira meclis gibi sembolik önemi büyük olan bir kurumda, siyasi liderlerin ve temsilcilerin haklarını savunmak, halk adına sorumluluk taşımak, milletvekillerinin asli görevidir. Can Atalay’ın tutukluluğu, yalnızca bir adaletsizlik meselesi değil, aynı zamanda Türkiye’de hukukun üstünlüğü ve demokratik değerler açısından bir sınav niteliği taşıyor. TİP milletvekilleri, bu sınavda tarafsız kalmayı reddedip, haklının yanında yer alarak, yalnızca kendi seçmenlerine değil, tüm Türkiye’ye bir mesaj verdiler.


    Biraz etimoloji ile devam edelim: “Asayiş berkemal!” Ne demek bu? Farsça kökenli “bar kamāl” yani “kemal üzere””kusursuz halde” anlamına gelirken, asayiş de güvenlik, emniyet demek. Yani, “Her şey yolunda, korkacak bir şey yok!” mesajı veriyor. Tarihten günümüze dek kullanımı da malum; durumu kurtarmak adına yapılan büyük ve anlamlı(!) bir açıklama. Peki, gerçekten her şey yolunda mı?

    Sultan Abdülaziz döneminde Musul ve Bağdat’ta anarşi kol gezerken devlet erkanı ve gazeler halkı “Asayiş berkemal” diyerek yatıştırmaya çalışmış. Halkın tepkisi mi? Kerküklü Şeyh Rıza Efendi’nin şu beyti tam da durumu özetliyor:

    “Katl ü nehb-i eşkiyadan millet oldu payimal,
    Emn-ü asayiş yine, elhamdülillah berkemal
    !”

    Günümüz Türkçesi ile “Eşkıyalar milleti çiğner, devleti kandırırlar; ama padişahın gölgesinde, her şey yolunda (!)

    Bugün de farklı mı? “Asayiş berkemal” zihniyeti hala manşetlerde! Halk ekonomik krizle boğuşurken, güvenlik önlemleri yetersiz kalmışken, sokaklarda can pazarı yaşanırken birileri çıkıp “Her şey yolunda” demekten geri durmuyor. Özellikle de sokaklarda elini kolunu sallayarak gezen suçlular, sokak köşelerinde başımıza bela olan güvenlik açıkları ve yıllardır bir türlü çözülemeyen adalet sistemi…

    İbn-i Haldun’un dediği gibi, “Su nasıl suya benzerse, bir milletin geleceği de geçmişine öyle benzer.” Peki biz bu geçmişten ne öğrendik? Şayet kanunlar, suçluyu caydırıcı değil de adeta koruyucu nitelikteyse, asayişin berkemal olduğunu iddia edebilir miyiz? Yoksa geçmişte olduğu gibi göz boyamak mı asıl mesele? Sorular çoğalıyor ama cevaplar hep eksik.

    Gelelim başka bir alana: Eğitim sistemi. Yavrularımıza nasıl bir gelecek sunuyoruz? Okullarımız pislik içinde, lağım kokusu sınıflara kadar girmiş durumda. Minik çocuklarımız hijyen eğitimi görürken sınıfları temizleyemeyen bir sistemin içinde nasıl bir şey öğrenebilirler? Belediyelerin görevlerini yapmasına bile izin verilmiyor. Örneğin, Ankara Büyükşehir Belediyesi, temizlik çalışmalarını gerçekleştirmek için 5393 sayılı Belediye Kanunu’na dayanarak okulları temizlemek istediğinde, Milli(!) Eğitim Bakanlığı nasıl bir cevap veriyor? Bırakın cevabı, yüzleri kızarıyor mu? Onu bile bilmiyoruz.

    “Asayiş berkemal” masalıyla gözlerimizi boyamaya devam edebilirler, ama asıl mesele tam da burnumuzun ucunda duruyor. Gerçekleri ne kadar görmezden gelirsek o kadar büyük bir felaketle karşı karşıya kalırız.

    Velhasıl, tarih tekerrürden ibaret olabilir, ama bu döngüde kimlerin kazandığını ve kimlerin kaybettiğini asla unutmamak gerek. Yoksa biz de “Her şey yolunda” palavrasına inanıp gerçekleri ıskalamaya devam ederiz!

    Mehmet Uygar KELEŞ

    Devamını Oku

    SARAYIN KİRACILARI

    SARAYIN KİRACILARI
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Tamamen tarafsız bir gazeteci olan Temel, sokakta büyük bir azgın köpeğin küçük bir çocuğa saldırdığını görmüş. Köpek tam çocuğu parçalayacakken, bir delikanlı kahramanca elindeki sopayla köpeği etkisiz hale getirmiş. Bizim Temel, olayın kahramanını bulmuş ve sormuş: “Mümin bir genç, maşallah! Hangi cemaattensin?” Delikanlı da gayet sakin cevap vermiş: “Ne cemaati, ben bir Atatürkçüyüm.” Ertesi gün Temel, gazetesinde olayı şöyle haber yapmış: “Atatürkçüler, sokak ortasında zavallı bir köpeğe sopayla saldırdı! Köpeğin durumu kritik, gencin dış mihraklarla bağlantısı araştırılıyor.”

    Bu fıkra, aslında tam da günümüzün trajikomik medya anlayışına ışık tutuyor. Sanki her köşe başında bir Temel var, herkesin haberi kendine göre, herkesin gerçeği işine geldiği gibi. Ama keşke sadece fıkralarda kalsaydı, değil mi? Gerçek hayatta da aynı manşetlerle karşılaşmak giderek daha sık mümkün oluyor.

    Medyanın yazmadığı bir haberi paylaşmadan önce, takvimi biraz geriye sarmakta fayda var: Büyük Ortadoğu Projesi (BOP) ile tanıştığımız yıllar, 2000’lerin başına denk gelir. Amerika, önce Afganistan’ı, sonra da Irak’ı işgal ettiğinde tüm dünya yeniden şekillenmeye başlamıştı. Bu projeyle Türkiye’ye de bir eş başkanlık rolü biçilmişti, sanki haritayı baştan çizmeye aday olmuşuz gibi. O dönem bize “mayın temizleme” adı altında bazı dayatmalar da yapılmıştı, sınırlarımız bile bu temizlik furyasından nasibini aldı. Şimdi, yıllar sonra komşu İran’dan gelen haberlere bakınca işlerin aslında ne kadar sistematik ilerlediğini görüyoruz: İran, 2025’e kadar 2 milyon düzensiz göçmeni sınır dışı edeceğini açıkladı.

    Peki bu “düzensiz göçmen” meselesi tam olarak ne anlama geliyor? İran’da bulunan yaklaşık 5 milyon Afgan’dan 2 milyonunun kapı dışarı edileceği söyleniyor. Fakat bu göçmenlerin rotası, tahmin edebileceğiniz üzere, doğrudan Türkiye’ye çevrilecek. İran’ın doğusunda Afgan sınırına 930 kilometrelik duvarlar örülmeye başlandı bile. Duvarın bir tarafı kapalı, ama diğer tarafı ardına kadar açık! Yani “Bu göçmenler nereye gidecek?” sorusunun cevabı kocaman bir muamma değil: Van üzerinden Türkiye’ye giriş yapacaklar. Türkiye, sanki bu akını bekliyormuş gibi kollarını açmış durumda mı dersiniz?

    Aslında İran’ın aldığı bu göçmen kararları, uzun süredir beklenen bir “göç dalgası”nın ayak sesleri. İran yönetimi, göçmenlerin ülkede ekonomik sorunlara, istihdam ve uyuşturucu ticareti gibi problemlere yol açtığını öne sürerek sınır dışı işlemlerini hızlandıracağını söylüyor. Ancak bu göçmenlerin bir kısmı tekrar geri dönecek mi? O konuda İran yetkililerinin de pek bir güveni yok. Tıpkı Türkiye’nin yıllardır kapısından giren Suriyeli mülteciler gibi, İran da göçmen sorununun üstesinden gelmek için sert tedbirler almaya çalışıyor. Ancak bu tedbirlerin sonuçları, Türkiye sınırında patlak verecek gibi duruyor.

    Geçmişte sınırlarımızdaki mayınları temizleyip, bugün kapıları açarak milyonlarca insanı ülkeye buyur ettiğimiz düşünülürse, İran’ın göçmenleri sınır dışı etme kararını göz ardı edemeyiz. Bu “göç” işi, bir iki ülkenin sınırlarını koruma çabasından öteye geçti artık. Büyük küresel projelerin tetiklediği bu akımlar, sınır güvenliği ve demografik yapıyı tehdit eder hale geldi. Türkiye, İran’ın 2 milyon göçmeni sınır dışı etme planını izlerken, muhtemelen bu insanların Türkiye’ye akın edeceğini de hesaba katmalı. Van’da sınır güvenliğini artırdığımız günler geride kaldı mı dersiniz?

    İşin bir de siyasi boyutu var. İran Cumhurbaşkanı Pezeşkiyan, bu göçmenlerin ülkeye getirdiği ekonomik ve sosyal sorunların altını çizerken, tıpkı 2011’de Türkiye’nin Suriyelilere “geçici koruma” statüsü tanıması gibi, göçmenlerin geri gönderilmesinin şart olduğunu vurguluyor. Ancak işte o “geçici koruma” statüsü, yıllardır süregelen bir misafirliğe dönüştü. Sahi, geçici olan neydi? Göçmenler mi, yoksa bizim göç politikasındaki belirsizliğimiz mi?

    İran’ın 2025’e kadar alacağı bu önlemler, Türkiye için ciddi bir göç dalgasının kapılarını aralayabilir. Şu an Van’dan çok sayıda giriş olmaya başladığı iddiaları da cabası. Türkiye, ya Avrupa ve BM ile iş birliği yaparak bu durumu kendi lehine çevirecek ya da yeni bir demografik ve ekonomik yükle karşı karşıya kalacak.

    Ülkenin geleceği, bu göç politikalarının nasıl ele alınacağına bağlı gibi görünüyor. Gelecek, artık sınırlarımızda değil; göç dalgalarıyla birlikte evlerimizin içine kadar girmiş durumda.

    Evlere girmek deyince…

    Gurbette çalışan Temel, yıllık izne çıkıp memleketinde iki hafta tatil yaptıktan sonra geri dönmüş ve köylüsü Dursun’a memleketten haberler vermeye başlamış: “Memlekete kar yağdu, kurtlar köye kadar inmiş!” demiş. Dursun hemen sormuş: “Peçi, zarar verdiler mi?” Temel cevap vermiş: “Çilli horozu çakal kaptı!” Dursun: “Peki, bizim Karabaş ne yapmış?” Temel, “Sizun eşek, Karabaş’a tekme atıp öldürdü,” demiş. Dursun şaşkınlıkla: “Ula, eşek hep değirmende dururdu, bahçede ne işi vardı?” diye sormuş. Temel, “Değirmenden rahmetli babanın tabutunu getiriyordu!” demiş. Dursun dehşete kapılmış: “Uyyy, babam mı öldü?” Temel yine sakin bir şekilde: “Evet ya, ananun ölümüne nasıl dayansın?” diye eklemiş. Dursun bu kez hüzünle: “Ah anam ah!.. O da mı öldü?” Temel’in cevabı ise yine soğukkanlı: “Öldü ya, eviniz yanarken kurtaramadık.” Dursun son darbeyi almış: “Uyy, ocağım söndü!” Ama Temel yine moral vermeye çalışmış: “Yok uşağum, o kadar da değil! Ben köyden çıkarken ana ocağın hala yanıyordu!”

    Bizim durumumuz da Dursun’dan farksız. Memleket yangın yerine dönmüş durumda.

    Çiftçi yanıyor!
    İşçi yanıyor!
    Memur yanıyor!
    Esnaf yanıyor!
    Kiracı yanıyor!
    Durumu bize “O kadar da kötü değil! Bakın, ocağınız hala tütüyor!” diye yutturmaya çalışıyorlar.

    Amerika’nın eski senatörlerinden John Randolph, siyasi rakibi Edward Livingston için şu sözleri söylemiş:
    “Şahane yeteneklere sahip fakat ıslah olmaz bir şekilde yozlaşmış bir insan. Tıpkı ay ışığındaki kokmuş bir palamut balığı gibi, hem parlıyor hem kokuyor.”

    Bütün bu yangınların ortasında, sarayda kiracı olduğunu beyan eden bir Cumhurbaşkanımız var. Ne de olsa, 1.200 odalı sarayı bir sonraki “kardeşimiz” devralacak! Zaten hepimiz bu dünyada geçici değil miyiz? Üç günlük dünyada birer kiracı! O yüzden Diyanet İşleri Başkanımız da lüks makam aracını satın almamış, sadece kiralamış. Ne diyelim, mütevazılık müessesesi!

    Yöneticilerimizin durumu tam bir “Mahalle yanar, bacım saçını tarar” durumu. Millet açlıktan ölürken, makam arabası alan mı ararsınız, uluorta sucuk ekmek partisi yapan mı? Hepsi var, çok şükür. Çünkü “Balık baştan kokar!” diye bir deyimimiz var! Bizim de parlayan yöneticilerimiz çok şükür bolca var; ama kokusu burnumuza kadar geldi artık.

    Memlekette “siyasi fıkralar” yazmak için çok fazla malzeme var. Üstelik hepsi komik değil, biraz da acı. Çünkü memleketin gerçekleri, fıkralardan çok daha trajikomik hale geldi. Erken seçim mi? O, bize lazım. Çünkü millete geçim, devlete biçim lazım.

    Ne kadar erken, o kadar güzel!

    Mehmet Uygar KELEŞ

    Devamını Oku

    CAMBAZA BAK

    CAMBAZA BAK
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    (Rahatsızlıklarımın nüksetmesi dolasıyla yazılarıma ara vermek zorunda kalmıştım. Affola…)

    Kılıçların Çatıltısı ve Susturulmaya Çalışılan Tarih

    Harbiye, Türk ordusunun köklü geleneği, Mustafa Kemal Atatürk’ün mirasıdır. Harbiyeli öğrenciler, mezuniyet törenlerinde kılıçlarını çatarak “Mustafa Kemal’in askerleriyiz” diye haykırdıktan sonra haklarında açılan soruşturma, Türkiye’nin nasıl bir demokrasi yolunda ilerlediğine dair ciddi bir tartışma başlatmıştır. Ne oldu da bu gençler, Atatürk’ün adını anarak, onun askerleri olduğunu ifade ettikleri için hedef haline geldiler? Bu durum, sadece bir disiplin meselesi mi yoksa daha derin bir siyasi krizin tezahürü mü?

    Tarihi Miras ve Bugünün Siyasi İklimi
    Harbiye, Türk ordusunun omurgasını oluşturan köklü bir eğitim yuvasıdır. Mustafa Kemal Atatürk de bu okuldan mezun olmuş, Türk milletinin bağımsızlık mücadelesini burada filizlendirmiştir. Her Harbiyeli, mezuniyet törenlerinde “Mustafa Kemal’in askeriyiz” diye kılıç çatar. Bu gelenek, yıllardır devam eden bir semboldür; sadece ordunun değil, Cumhuriyet’in de mirasını taşır. Ancak bu sembol, bugünün Türkiye’sinde siyaset ve ideolojik kamplaşmaların arasında sıkışmış gibi görünüyor. Bu gençlerin mezuniyetlerinde dile getirdiği bu sözlerin bir “suç” gibi soruşturma konusu yapılması, yalnızca Harbiyeli öğrenciler için değil, Atatürk’ün mirasıyla özdeşleşmiş olan Türk ordusu için de yeni bir dönem mi başlıyor sorusunu gündeme getiriyor.

    İdeolojik Sınır Çizgileri
    Bugün Türkiye’de, “Mustafa Kemal’in askerleri” ifadesi bir ideolojik sınır çizgisi haline gelmiştir. Oysa bu sözler, bağımsızlık savaşını kazanmış bir milletin liderine olan saygıyı ve onun askeri vizyonunu temsil eder. Harbiyelilerin bu ifadeyi kullanması, Türkiye Cumhuriyeti’nin temel ilkelerine olan bağlılıklarını gösterir. Peki neden bu kadar rahatsızlık yaratıyor?

    Son yıllarda, Türkiye’de Atatürk’e ve onun ideallerine duyulan resmi saygının siyasi zeminlerde sarsılmaya çalışıldığını görüyoruz. Atatürk’ün mirası, Cumhuriyet’in kurucu ilkelerine bağlı olanlar için hala bir kılavuzken, mevcut siyasi iklim bu mirasın üzerine gölge düşürmeye çalışan bir tavır içinde. Bu tavrın arkasındaki neden ise oldukça açık: Geçmişi ve Cumhuriyet’in kurucu değerlerini referans alarak ilerleyen bir toplum, mevcut yönetimin toplumsal ve siyasi hegemonyasını zora sokabilir. Bu yüzden Atatürk ve onun sembollerinin yıpratılması, yeni bir toplumsal düzenin kurulması için bir ön hazırlık gibi görülüyor. Ancak bu süreçte Harbiyeli öğrencilerin hedef alınması, bu ideolojik mücadelenin bir parçası olarak karşımıza çıkıyor.

    Gençlere Mesaj mı Veriliyor?
    Bu soruşturma, sadece bu öğrencilerin mezuniyet töreninde söyledikleri birkaç kelimenin bedelini ödetme çabası değil. Bu, aynı zamanda Türkiye’deki genç nesle bir mesaj verme girişimidir. “Düşünceleriniz ve inançlarınız, mevcut siyasi yapıya ters düştüğünde sonuçlarına katlanacaksınız” mesajı açıkça veriliyor. Bugünün gençleri, toplumsal değişimin en dinamik unsurlarıdır. Onlar, gelecek nesillerin liderleri olarak şekillendirilmek isteniyor. Ancak, bu liderlerin nasıl bir ideolojik zemin üzerinde yetiştirileceği konusunda belirgin bir çatışma yaşanıyor.

    Bugünün siyasi ikliminde Atatürk ve onun ilkeleri üzerinden bir baskı kurma çabası, yalnızca Harbiyeli gençler üzerinde değil, Türkiye’nin genel eğitim ve düşünce sisteminde de derin bir etkiye sahiptir. Gençleri korkutmak, susturmak ya da ideolojik olarak biçimlendirmek isteyen bu yaklaşım, ülkenin geleceğini tehdit etmektedir. Zira eleştirel düşünceye, özgürlüğe ve demokratik değerlere sahip gençlerin yetişmediği bir toplumda, ne gelişim sağlanabilir ne de demokrasiden bahsedilebilir.

    Tarihe Karşı Kılıç Sallamak
    Harbiyeli öğrencilerin mezuniyet törenindeki kılıç çatma geleneği, sembolik olarak bir bağlılık ve saygı duruşudur. Ancak bu törende yaşananlar, tarihin bugünkü iktidarla çelişen yönlerini yok etmeye çalışmanın bir yansımasıdır. İktidar, Atatürk’e ve onun mirasına karşı bir mesafe koymak isteyebilir. Ancak tarihin önüne set çekmek imkânsızdır. Kılıçlar sadece bir törensel sembol olabilir, ancak o kılıçlar aynı zamanda Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu değerlerini savunmanın bir simgesidir. O yüzden, bu soruşturma aslında tarihe karşı bir kılıç sallamaktır.

    Atatürk’ün askerleri olduğunu haykıran bu gençlere karşı başlatılan bu süreç, yalnızca bireysel bir olay olarak kalmamalıdır. Bu, Türkiye’nin geleceğine dair daha geniş bir resmin parçasıdır. İktidarın, Atatürk’ün mirasıyla olan mesafesini her fırsatta daha da açmaya çalışması, bu tür sembolik olaylar üzerinden toplumun şekillendirilmesi gayretini ortaya koyuyor.

    Sonuç
    Harbiyeli öğrenciler, kılıç çatarken sadece bir geleneksel töreni yerine getirmediler; aynı zamanda Türkiye Cumhuriyeti’nin temellerine olan inançlarını gösterdiler. Onlar “Mustafa Kemal’in askerleriyiz” dediklerinde, tarih ve mirasa duyulan bir sadakat ifadesinde bulundular. Bu gençlere karşı başlatılan soruşturma, tarihe ve bu mirasa karşı bir sessizleştirme çabasıdır. Ancak unutulmamalıdır ki, tarihe karşı kılıç sallayanlar, eninde sonunda o kılıcı kendi üzerlerine döndürürler. Harbiyelilerin çatırtısıyla yankılanan bu tarih, susturulmaya çalışıldıkça daha güçlü yankılanacaktır.


    Narin’in Çığlığı: İstismar, Cinayetler ve Saklanan Gerçekler

    Türkiye’de her yeni bir çocuk cinayeti haberi, yürekleri dağlarken aynı zamanda toplumun karanlık yüzüne ayna tutuyor. Narin cinayeti, bu karanlık olaylar zincirinin son halkası olarak ülkenin dört bir yanında infial yarattı. Peki, bu vahşetin ötesinde, perde arkasında neler oluyor? Narin’in hayatı vahşice sona ererken, medyada cinayetin üzerine bu denli gidilmesinin ardında ne yatıyor? Daha da önemlisi, bu cinayetler, istismar olayları ve çocuklara karşı işlenen suçlar neden bir türlü son bulmuyor?

    Narin Cinayeti: Bir Simge mi, Yoksa Bir Saptırma mı?

    Narin, Türkiye’de çocuklara karşı işlenen suçların sembolü haline getirildi. Henüz hayatının baharındaki bir çocuğun maruz kaldığı korkunç şiddet ve cinayet, vicdanları sarstı. Ancak bu cinayetin böylesine köpürtülmesi, tek başına bir vicdan meselesi mi, yoksa daha derin ve sistemik sorunların üzerini örtme çabası mı? Medya ve toplum, bu tür olaylarda çoğu zaman tek bir olaya odaklanarak, sanki bir süre sonra her şeyin çözüme kavuşacağını varsayıyor. Oysa Narin’in ölümü, yalnızca bir zincirin halkası; çocuk istismarı ve cinayetleri, derinlerde yatan çok daha büyük bir toplumsal çöküşün işareti.

    Çocuklara Karşı İşlenen Suçlar: Sistemik Bir Sorun

    Çocuk istismarları ve cinayetleri, Türkiye’de maalesef yeni bir sorun değil. Son yıllarda artan medya ilgisiyle daha fazla görünür hale gelse de, bu olaylar uzun zamandır süregelen bir gerçekliğin dışavurumu. Yoksulluk, eğitimsizlik, hukuki boşluklar ve toplumsal çöküş, bu suçların temelinde yatan unsurlar. Çocuklar, en savunmasız kesim oldukları için en kolay hedefler haline geliyor. Ancak bu suçların üzerine gitmek yerine, her bir yeni olayda bir iki kişiyi suçlayıp “adalet yerini buldu” söylemiyle üzeri kapatılıyor.

    Narin cinayeti, bu bağlamda bir istisna değil. Bu tür olaylarda toplumsal tepki her zaman büyük olur, ancak bu tepki genellikle anlık ve duygusaldır. Asıl sorunların üzerine gitmek yerine, toplum bu dehşet verici olayların şokuyla bir süreliğine susturulur. Yetkililer, sorunun kökenine inmek yerine, kamuoyunun öfkesini yatıştırmak adına kısa süreli adımlar atar.

    Medyanın Rolü: Köpürtme ve Saptırma

    Narin cinayetinin medya tarafından bu kadar köpürtülmesinin ardında, genellikle toplumun dikkatini asıl sorunlardan başka yöne çekme çabası yatar. Medya, cinayetin vahametini öne çıkararak, suçluların bireysel olarak cezalandırılmasıyla olayın kapandığını ima eder. Oysa asıl mesele, bu cinayetlerin arkasında yatan toplumsal ve yapısal sorunlar üzerinde durulması gereken nokta olmalıdır.

    Medya, böylesine vahşi olayları dramatize ederek toplumda bir tür “duygusal patlama” yaratır. Bu süreçte, toplumun dikkatinin başka yerlere yönelmesi sağlanır. Örneğin, Narin cinayeti gündemde köpürtülürken, devletin çocuk istismarına karşı yürüttüğü politikaların ne kadar yetersiz olduğu, yasal boşluklar, sosyal hizmetlerin eksikliği ya da eğitimsizlik gibi temel sorunlar gözden kaçırılır. Bu cinayetlerin perde arkasındaki gerçek sorunları konuşmak yerine, suçun yalnızca bireysel olduğu algısı yaratılır.

    Saklanan Gerçekler: İstismar ve Cinayetlerin Derinliği

    Türkiye’de çocuklara yönelik suçların ardında, toplumsal çöküşün çok boyutlu bir gerçeği yatıyor. Yoksulluk, eğitimsizlik, sosyal eşitsizlikler ve aile içi şiddet, bu suçların artmasında önemli faktörlerdir. Özellikle yoksul ailelerde çocuklar, korunmasız ve savunmasız kalıyor. Devletin sosyal hizmetleri ise bu noktada yeterli müdahaleyi yapmaktan uzak kalıyor. Narin’in ölümünün ardında yatan bu derinlik, ne yazık ki sadece onun yaşadığı olayla sınırlı değil.

    Ayrıca, çocuk istismarı ve cinayetlerinin yalnızca bireysel suçlar olarak görülmesi, sorunun çözümüne dair yapılacak yapısal değişiklikleri engelliyor. Bu tür olayların arkasında, devletin denetim eksiklikleri, yetersiz koruma mekanizmaları ve hukuki düzenlemelerin zayıflığı yatıyor. Her seferinde birkaç suçlunun ceza almasıyla mesele kapatılmaya çalışılıyor, oysa ki asıl çözüm, bu suçları önleyici, koruyucu ve rehabilite edici politikalar üretmekten geçiyor.

    Toplumun Duyarsızlaşması

    Narin cinayeti gibi olaylar, toplumda büyük bir infial yaratsa da, toplumun bu tür haberlere zamanla duyarsızlaşması tehlikesi de var. Medyanın olayı dramatize etmesi, kısa süreli duygusal tepkilere neden olurken, uzun vadeli çözüm arayışlarını gölgede bırakıyor. Olayların ardından gelen tepkiler hızla soğuyup yerini sessizliğe bırakıyor, bu da yeni vakaların artmasına zemin hazırlıyor.

    Her bir çocuk cinayeti ya da istismarı vakası, toplumun vicdanını sarsmak yerine, artık bir tür “normalleşme” sürecine giriyor. Bu duyarsızlık, sorunun köklü çözümlerle ele alınmasını engelliyor. Narin’in ismi bir süre sonra unutulacak, ancak benzer vakalar yaşanmaya devam edecek.

    Sonuç: Ne Yapmalı?

    Narin cinayeti, toplumun yüzleşmesi gereken derin bir yarayı tekrar gözler önüne serdi. Bu tür olayların bireysel suçlar olarak ele alınması, asıl sorunun üzerini örtüyor. Çocuklara karşı işlenen suçların önüne geçilmesi için yasal düzenlemelerden çok daha fazlasına ihtiyaç var. Eğitimsizlikle mücadele edilmeli, sosyal hizmetler güçlendirilmeli ve çocuk koruma sistemleri daha etkili hale getirilmeli. Ayrıca, toplumun bu tür olaylara karşı duyarlılığı artırılmalı, medyanın manipülatif tavrı yerine gerçek çözümler üzerine odaklanılması sağlanmalıdır.

    Narin’in hayatı, çocuklara yönelik suçların simgesi olmamalı; onun ölümü, toplumun bu karanlık gerçekle yüzleşmesinin başlangıcı olmalı. Aksi takdirde, her yeni olayda aynı döngüyü yaşamaya ve toplum olarak bu acı gerçekleri unutmaya devam edeceğiz. Narin’in çığlığı, tüm çocukların güvenliği için bir uyanışa dönüşmeli.

    Mehmet Uygar KELEŞ

    Devamını Oku

    KÖR NOKTA

    KÖR NOKTA
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Budizm’de yaygın anlatılardan biridir “Körlerin Fil Tasviri”.
    Kralın emriyle getirilen doğuştan kör altı adam, filin farklı yerlerine götürülür ve fili tutmaları, tuttukları şeyin “neye benzediğini” tarif etmeleri istenir.
    Kuyruğu tutan “Fil bir halata benziyor” der,
    hortumunu tutan, yılana benzetir,
    dişlerini tutan, “Fil, mızrağa benziyor” der,
    gövdesini tutan, duvara benzetir,
    kulağını tutan yelpazeye,
    bacağını tutan altıncı kör de ağaca benzetir.

    Görülür ki, elde ettikleri verileri, yaşadıkları deneyimlerden oluşan hatıralarına göre değerlendirip tarif ettikleri için yaptıkları değerlendirmeler hatalı olur. Zihinlerinde filin bütünsel bir resmi olmadığından, elleriyle deneyimledikleri şeyin “ne olduğu” konusunda hiçbir fikirleri olmaz. Velhasıl, doğru bilgiye ulaşmak ve yanlış sonuca varmamak için bütüncül bir yaklaşımın şart olduğuna dikkat çekilmek istenir. Tıpkı hayatta ve siyasette de olduğu gibi.

    Gerçekleri kavrayabilmek için daha geniş bir çerçeveden bakmalı, sorgulamalı, araştırmalı, uyanık ve dikkatli olmalıyız ki “körlerin fil tarifi gibi baki tarifi” yapmayalım.

    Son günlerde yaşananlara baktığımızda, “Körlerin Fil Tasviri” hikayesinin aslında mecliste yaşanan tartışmalara ne kadar da benzediğini fark etmek zor değil. Özellikle Can Atalay ile ilgili oturumda gerçekleşen yumruk olayı, bazı siyasilerin “hukukun üstünlüğü” kavramını ne kadar esnetebileceğinin açık bir göstergesi oldu. Herkes kendi tuttuğu parçayı tarif etmekle meşgul; kimisi yumruğu mızrak, kimisi sadece bir refleks olarak görüyor.

    Anayasa Mahkemesi’nin kararları ise adeta filin görünmeyen bir parçası gibi; kimse ona tam olarak bakmak istemiyor, dokunanlar bile neye dokunduklarını anlayamıyor. Meclisin hukukçuluğu ise, kör adamların fili tanımlama çabasından pek farklı değil. Bir grup diyor ki, “Bu kararlar bizim için bağlayıcı değil, fil yokmuş gibi davranabiliriz.” Diğer grup ise, “Hayır, burada bir fil var, ama biz onu görmezden geliyoruz,” diyerek kendi körlüklerini sergiliyor.

    Bu hikayede asıl önemli olan, topluma anlatılan filin ne olduğu değil, bu fili nasıl tanımladığımız. Gerçekleri kavramak, doğru yola varmak için sadece bir parçaya değil, bütün resme bakmak gerek. Eğer bu bakış açısını benimsemezsek, mecliste her gün yeni bir “fil tanımı” yaparak, halkı daha da körleştirmeye devam edeceğiz.

    Ancak mesele sadece filin farklı parçalarına dokunan kör adamların hikayesi değil. Psikoaktif bir içecek olan Ayahuasca Çayı gibi, toplumun bilinçaltına dokunan ve algılarını değiştiren başka şeyler de var.

    Ayahuasca, Amazon ormanlarında yaşayan yerli halklar tarafından binlerce yıldır kullanılan bir içecek. Bu güçlü halüsinojen içecek, iki bitkinin karıştırılıp kaynatılmasıyla elde ediliyor ve birlikte kaynatıldıklarında ortaya çıkan aktif bileşenler, insanın algısını tamamen değiştiriyor. Dinî ritüellerde kullanılan bu çay, bazılarına göre Tanrı’ya ulaşmanın bir yolu.

    Bu çay, Amazon ormanlarında yaşayan çok sayıda yerli kabile tarafından dinî, tıbbî, sosyal ve sanatsal yaşamlarında binlerce yıldır kullanılmaktadır.

    Yıl 21 Şubat 2006. ABD Yüksek Mahkemesi, halüsinasyon etkisi yapan ilaçların kullanılmamasını istisnasız herkese zorunlu kılan bir kanundan, New Mexico’daki bir kilisenin muaf tutulmasına karar veriyor. Amaç, “Centro Espirita Beneficiente Uniao do Vegetal” isimli kilisenin imanlı üyelerinin yalnızca “hoasca çayı” içtiklerinde Tanrı’yı anlayabileceklerine inandıklarını beyan etmeleri ve mahkemenin bu beyanı kanıt istemeksizin kabul etmesi. Üstelik bu çayın yasa dışı ve halüsinojenik bir madde olan “dimetiltriptamin” içerdiği bilinmesine rağmen.

    Oysa aynı Yüksek Mahkeme, 2005 yılında, kimyasal tedaviye katlanmak zorunda olan ve acı çeken kanser hastalarının ağrı, sızı ve bulantılarını hafiflettiğini ispatlayan çokça bulgu olmasına rağmen tıbbi amaçlı esrar kullanan hastaların tümünün federal davalarda suçlu bulunacağına hükmetmişti. Bu hüküm, uzman doktor denetiminde kullanımın yasallaştırıldığı az sayıdaki eyaletlerde bile geçerli hale getirilmişti.

    Görülüyor ki mevzu din ve din adamı olunca nasıl da yolu yöntemi bulunuyor. “Sorgulamadan biat edilen, üzerinde tartışılamayan her inanç, fikir, kural her ne olursa körlüktür,” diyenler haksız mı şimdi?

    Sayın Cumhurbaşkanımız, okuduğu bir şiir yüzünden bu ülkede ceza almadı mı? Hatta aldığı bu ceza yüzünden ne milletvekili seçilebilmişti, ne de başbakan olabilmişti. Neyse ki, zat-ı şahanelerinin her dönem için bir imdat simidi her zaman bulunduğundan, o dönem kriz bir şekilde giderilmişti. Kriz giderilmesine giderildi; ancak sayın Cumhurbaşkanımızın her zaman ifade ettiği düşünce ve fikir özgürlüğü konusu herkes için geçerli değil mi? Herkes için geçerli olması gereken ifade özgürlüğü, sadece belirli bir zümre için mi var? İfade özgürlüğü mü, yoksa sadece “kabul edilebilir” ifadeler mi serbest?

    Bir ay önce sahih hadislerden örnek verdi diye hakkında yakalama kararı çıkartılan YouTuber “Diamond Tema” ile başlayan süreç, şimdi başka isimlere doğru ilerliyor. Sizden olmayan herkes, bir şekilde susturulacak mı? Her şeyin bir kılıfı var, minareyi çalan kılıfını hazırlar misali. Ancak bu kılıf ne kadar dayanır? Sorgulamayan, düşünmeyen, okumayan, konuşmayan bir halk mı istiyorsunuz? Halk sizin isteklerinizi yerine getirmeyince, yeni bir halk mı yaratacaksınız?

    İspanyollar, Ebu Abdullah’ın hıçkırıklara boğularak ağladığı tepeye “Puerto del Suspiro del Moro” (Mağripli’nin İç Çekişi) adını koyar. Halk arasında ise burası “Arabın ağladığı yer” ya da “Arabın son nefesini verdiği yer” olarak bilinir. Ebu Abdullah Muhammed’in annesi Ayşe’nin söylediği iddia edilen bir söz ise ibret vericidir.

    Hikaye şöyle gelişir: XI. Ebu Abdullah Muhammed, şehri teslim ettikten sonra ailesiyle birlikte sarayı terk eder. Bir süre mecburen ikamet edeceği el-Buşurrat (Alpujarras) bölgesine gitmek için dağdaki patikayı tırmanırken, bir kayanın üzerine çıkar ve Elhamra Sarayı’na bakarak ağlamaya başlar. Gözyaşları içinde dudaklarından şu sözler dökülür: “Elveda Elhamra, elveda Endülüs…

    Bu manzarayı gören annesi Ayşe Hatun, oğlunu azarlar: “Ağla hain, ağla. Uğrunda savaşmayıp, erler gibi koruyamadığın memleket için şimdi kadınlar gibi ağla…

    Ben annenin bu cümlesini çok önemsiyorum. İş işten geçtikten sonra ağlamanın, dizlere vurmanın bir anlamı kalmıyor. Kaybettiğin vatan, koruyamadığın ormanlar, şehirler, topraklar geri gelmiyor. Sessiz işgal – aslında artık sessiz de sayılmaz, tehlike bangır bangır geldi bile – yeni yasa ve imtiyazlarla devam ediyor. Sırada Irak meselesi var, vize meselesi var.

    Tehlikelerin boyutunu, hainleri hepimiz anladığımız gün korkarım ki çok geç olacak. Ağlamak için de, önlem almak için de…

    Gel de şimdi George Orwell’ın 1984 adlı eserinde yazdığı şu cümleye hak verme:

    Öyle bir zaman gelecek ki, bazı ülkelerde bazı yöneticiler halklarını kendi istedikleri şekil ve inançlara eviremeyeceklerini anlayıp, dışarıdan kendilerine uyan başka toplumları getirip onlara vatandaşlık verecekler…

    Bunu ülkecek idrak ettiğimizde inşallah, “Uğrunda savaşmayıp, koruyamadığımız memleket için ağlamayız…

    Keyifli günler dilerken bile utanır olduk.
    O nedenle sağlıklı , bol okumalı, sorgulamalı aydınlık günler diliyorum.

    Mehmet Uygar Keleş
    Devamını Oku

    İMDAT ÇAĞRISI

    İMDAT ÇAĞRISI
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    İşimiz gereği sıkça seyahat ederim. Yanımda biri varsa geçtiğimiz illerin, beldelerin neleri meşhur olduğunu, hangi özelliklerinin öne çıktığını, tarihi ve turistik yerlerini konuşmayı severim. Bu konuda gereksiz bilgiler depoladığım eleştirisi alsam da çoğu zaman bu konuyu yoldaşım açar.

    Abi, Konya’nın etli ekmeği meşhur değil mi?” diye sorar. Ben de ona, etli ekmekten önce aklıma “mevlana şekeri” geldiğini söylerim. Mevlana konusu açılınca da haliyle konu tarihe ve siyasete kayar. Bende Konya denilince Mevlana ve Selçuklu Devleti’nin son zamanları çağrışım yapar. Anadolu’nun Moğol istilasıyla harap olduğu, ihanetlerin ve kahpeliklerin kol gezdiği bir dönemdir o devir. Mevlana’nın etkisiyle Selçuklu sarayı Moğolların kuklası haline gelmiş, Moğol istilasına direnen Türkmenler devlet eliyle katledilmiştir. Bu dönemde en büyük mücadeleyi verenlerden biri, daha sonra şehit edilen Karamanoğlu Mehmet Bey’dir. Selçuklu sarayının Farsçayı resmi dil yapmasına karşılık, “Bugünden sonra divanda, dergahta ve bargâhta, mecliste ve meydanda Türkçeden başka dil kullanılmayacaktır…” fermanıyla mücadelesini başlatmıştır. Karaman cadde ve sokaklarında hala Yunus Emre ve Mehmet Bey’in sözleri tüm direkleri süsler.

    Aynı dönemde yaşayan Hacı Bektaş-ı Veli’nin “Eline, Beline, Diline Sahip Ol” sözü de o zaman söylenmiştir. Buradaki “el”, “il” anlamında, yani yurt ve vatan demektir. Yani Hacı Bektaş, “Vatanına sahip çık” demiştir. “Beline sahip çık” derken de toprak, yani işlenip ürün veren kutsal toprak kastedilmiştir. Hacı Bektaş, toprağına sahip çıkman gerektiğini söylemiştir. “Diline sahip çık” derken de kastettiği, konuştuğumuz dilimiz, güzel Türkçemizdir. Farsçanın resmi dil olması karşısında dilimizi kaybetmeyelim demiştir.

    Vatan, iş, dil… Bunlara sahip çıkanlar elbette vardır. En başta da Cumhurbaşkanımız sahip çıkmaktadır. Özellikle diline…

    Bazı sert konuşanlar için “Onun sadece dilinde!” derler. Bizim AKP Genel Başkanı Sayın Recep Tayyip Erdoğan da sertliği dilinde olanlardandır. Dilimize; “Terbiyesiz, şerefsiz, haysiyetsiz, alçak, namussuz, sapık, nebbaş, pislik, tezek, haşhaşi, çöplük, morg bekçisi, zürriyetsiz, çürük, sürtük” gibi birçok kelime kazandırmıştır. Bunlara iki yeni kelime daha eklemiştir: “Cibilliyetsiz” ve “Ev zencisi.” Doğrusu, “Ev zencisi” tabirini ilk defa duydum. Çok yaratıcı bir benzetme olmuş.

    Ama dediğim gibi, Sayın Erdoğan’ın sertliği sadece dilinde.

    Adalarımızı işgal eden Yunanistan’a; “Bir gece ansızın gelebiliriz!” diye gürledi. Yunanistan ise “Başımızın üstünde yerin var komşu, ne zaman istersen buyur” diyerek adaları sahiplenmeye devam etti. Sayın Erdoğan için o bir gece hiç gelmedi.
    İsrail’e gireriz dedi ama İsrail, İran’a girip suikast yaptı. Girmeyi bırakın, ticaret giderek arttı.
    Bu kardeşiniz bu görevde durduğu müddetçe faiz her geçen ay inmeye devam edecek” dedi. Ancak faiz de enflasyon da aldı başını gitti.
    Rahip Brunson için; “Bu can bu bedende, bu fakir bu görevde olduğu sürece o teröristi alamazsınız” dedi, rahip ise “Papaz Kaçtı” oynar gibi uçup gitti.

    Sayın Erdoğan’ın sertliği sadece dilinde ve kendisi temiz kalpli biridir. Temiz kalpliliğinden dolayı FETÖ tarafından kandırıldığını anladıktan sonra dili sertleşmiştir. Fakat sertleşen yeri sadece dili olup, kalbi yumuşaktır.


    Hasta yatağında yatan Temel, ilacını istemek için karısı Fadime’ye seslenmiş: “Nerdesun be kadın?”
    O sırada geçmiş olsuna gelen arkadaşı Emine ile konuşmakta olan yaşlı Fadime; “Emune ile konuşuyorum, ne oldu?” diye cevap vermiş.
    Cevabı duyan Temel’in tepesi iyice atmış: “Çabuk ilacımı getir yoksa seni de Emine’yi de …!” diye sinkaflı bir küfür etmiş.
    Arkadaşına mahcup olan Fadime; “Merak etme Emineciğim!” demiş. “Temel’in sertliği sadece dilindedir!”
    Sen yine de çok şanslısın Fadime!” demiş Emine; “Benim Dursun, nasıl başardıysa geçen gün merdivenden düşüp dilini ısırdı. Artık onu da kullanamıyor!”


    Dün akşam, yazar bir arkadaşımın köşe yazısını redaksiyon yaptıktan sonra sosyal medyada fonetik olarak kulağa hoş gelen kelimelerden örnekler vermemizi isteyince cevaben bir şeyler yazmıştım. Daha sonra aynı konuyu düşünürken aklıma iki türkü geldi:

    Dam üstünde un eler
    Tombul tombul memeler
    Memeler baş kaldırmış
    Kavuşmuyor düğmeler
    ” diye bir türkümüz var.

    Bir de aynı bölgeyi anlatan, sözü ve müziği Necip Mirkelamoğlu’na ait bir şarkımız var:

    Gel güzelim gel bana buldukça imkanını
    Gül güzelim göreyim gonca-i handanını
    Ben aşık-ı şeydanım bana mahremin olmaz
    Aç güzelim göreyim sine-i üryanını
    .”

    Ben, birini dinlerken utanıyor, diğerini dinlerken gurur duyuyorum.

    Tıpkı ülkemizi kurtaran, Cumhuriyetimizi kuran büyük önderimiz Gazi Mustafa Kemal Atatürk ile Sayın Cumhurbaşkanımızın mukayese edilmesi gibi. Birisi kulağa oldukça ahenkli ve fonetik gelirken, diğeri…

    Birisi, muhalefet liderini eleştirirken “Milletin parasını Fransalarda heba ettiler” derken, “İtibardan tasarruf olmaz” sözünü hafızalarımıza işlemiştir. Saraylarda adını bile söyleyemediğimiz menülerle davetler verirken, sadece bir aylık yurt dışı gezisinde eskortluk yapan uçakların maliyetinin 2,5 milyon dolar olduğunu prompterda yazmadığı için söylememiş olabilir. Ancak “Bize kimse ahlak dersi vermesin” demiştir. Biraz evvel bahsini ettiğim “Siz”li cümleleri rahatça kurmuştur. Bu kelimelerdeki “siz” eklerini kullanarak daha zarif, kibar ve nazik olduğunu düşünmüş olabilir mi?

    Bunun yanında mukayese edilmek istenen Gazi Mustafa Kemal Atatürk, tüm yaşamıyla zarafeti en güzel şekilde anlatmıştır. Cesaretin kabalık, kahramanlığın küstahlık olmadığını tüm dünyaya göstermiştir. Türk Milletine; zarafetin büyük bir zenginlik olduğunu, ama zarif olmak için zengin olmaya gerek olmadığını yaşam tarzıyla ispat etmiştir. Zarafet, pahalı elbise, ayakkabı değildir. Bir duruş, bir tebessümdür, güvendir, saygıdır, saygınlıktır. İşte aradaki fark, bence bu kadar açık.

    Sosyal medyadaki bir gönderi bizi nerelere götürdü diye düşünürken, Instagram’ın kısıtlamasının sona erdiği haberi geldi. Hadi gözünüz aydın. İnternetin özgürlük felsefesiyle doğduğu dikkate alındığında, sosyal ağlar üzerindeki bu kısıtlamalar, demokrasi ve özgürlük açısından bir “S.O.S.” (imdat çağrısı) vermektedir. Zaten Dünya Demokrasi Endeksi’nde 158 ülke arasında Guatemala’dan sonra 102. sırada olan Türkiye için ne olmasını bekliyordunuz?

    S.O.S.yal ağların imdat çağrısı, aslında demokrasimizin ve cumhuriyetimizin gönderdiği sinyallerdir. Elbette anlayabilene…

    Mehmet Uygar KELEŞ

    Devamını Oku

    YOK ARTIK

    YOK ARTIK
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Son günlerde Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın “Nasıl Karabağ’a Libya’ya gittiysek oraya da gideriz” açıklamasına cevaben İsrail Dışişleri Bakanı Israel Katz’ın Türkiye Cumhurbaşkanı Erdoğan’a yönelik “Sonu Saddam Hüseyin gibi olabilir” paylaşımı, iki ülke arasındaki gerginliğin yeni bir boyut kazandığını gösteriyor. Ancak bu gerginliğin altında yatan gerçekler, her zamanki gibi biraz daha derinlerde yatıyor.

    Temel, işten çıkmadan önce karısı Fadime’ye telefon ederek; “Fadumeciğim, patron birkaç arkadaşla İzmir’e balık avlamaya gidecek. Ben de gelmek istiyorum. Bu hafta sonunu orada geçireceğiz. Bu benim terfi ve maaş zammı almam için büyük bir fırsat. Sen, benim olta takımımı, çantamı ve yeteri kadar giysiyi hazırlayıver. İşten direkt çıkacağız, evden çantaları alırım. Bir de yeni ipek pijamama da koymayı unutma” demiş.
    Fadime biraz şüphelenmiş olsa da Temel’in isteklerini yerine getirmiş. Birkaç gün sonra, eve yorgun ve mutlu dönen Temel, Fadime’ye; “Nasılsın, çok balık tuttun mu?” diye sormuş. Temel, “Tutmaz olur muyum? Hem de ne balıklar tuttum! Ama sen benim ipek pijamayı niye çantaya koymadın?” demiş. Fadime ise öfkeli bir şekilde; “Koymaz olur muyum? O balıkları tuttuğun oltalarla aynı çantaya koymuşum!” demiş.

    Sayın iktidarımızın ve yandaş medyamızın bakmayı asla akıl edemediği o çantanın içinde aslında neler var, bir bakalım.. Öncelikle, Türkiye, Karabağ’da Azerbaycan’a SİHA desteği verirken, İsrail de Azerbaycan’a Heron’larını sağladı. Yani, Karabağ’da Türkiye ve İsrail aslında müttefik konumundaydı. Libya konusunda da durum farklı değil. Erdoğan, NATO müdahalesine karşı çıkarken, daha sonra İzmir’i Libya’ya NATO müdahalesinin hava üssü haline getirdi. Peki, NATO demek ABD demektir ve ABD de her zaman İsrail’in yanındadır.

    Asıl mesele, İsrail Dışişleri Bakanı iken Katz’ın 2017 ve 2019 yıllarında yaptığı açıklamalarda gizli.
    Erdoğan dost-düşman gibi davranıyor… Bize çok saldırıyor ve biz de karşılık veriyoruz. Ancak bu, Türkiye’nin ihracatının yüzde 25’ini Hayfa limanından Körfez’e yönlendirmesini engellemiyor.”
    Katz, Erdoğan’ın İsrail’e yönelik sert eleştirilerine rağmen, iki ülke arasındaki ticaretin arttığını vurguluyor. Hatta, Erdoğan’ın ailesinden bazı kişilerin, İsrail’deki Hayfa Limanı üzerinden Basra Körfezi’ne ticaret yaptığını iddia ediyor. Buradan anlaşılıyor ki, her ne kadar iki ülke arasında “net bir husumet” olsa da, çıkarlar söz konusu olduğunda, işbirliği de mümkün hale geliyor.

    Kaldı ki, Türkiye’nin dev şirketleri, bankaları, küresel sermayenin, yani Yahudi sermayesinin eline geçmiş durumda. Bu durum, Türkiye’nin İsrail’e karşı askerî müdahalede bulunmasını da zorlaştırıyor. Çünkü Kürecik’teki füze kalkanı, İsrail’i İran hava saldırısına karşı korumak için oraya yerleştirilmiştir. Yani, Türkiye hem İsrail’i koruyacak, hem de Karabağ’a, Libya’ya girer gibi girecek. Bu, fiilen mümkün değildir.

    Dolayısıyla, Erdoğan’ın “İsrail’e gireriz” tehdidi, aslında komik bir durum yaratıyor. Çünkü İsrail, Türkiye’ye çoktan girmiş bile. Geriye kalan, sadece iki ülke arasındaki “win-win” oyunu, yani birbirlerini tehdit ederek, gündemdeki asıl sorunlardan kaçma çabası.

    Erdoğan ve Katz arasındaki bu atışmalar, aslında iki ülkenin iç siyasetine yönelik birer strateji olarak değerlendirilebilir. İç politikada sıkışan liderler, dış düşmanlar yaratarak dikkatleri başka yöne çekmeyi severler. Özellikle ekonomik sıkıntılar ve toplumsal huzursuzluklar, liderleri böyle manevralara itebilir. Bu tür açıklamalar, milliyetçi duyguları körükleyerek halkın desteğini artırma amacını güder.

    Ancak, bu strateji ne kadar etkili olursa olsun, gerçekler değişmiyor. Türkiye ve İsrail arasındaki ekonomik ilişkiler ve karşılıklı bağımlılıklar, bu tür diplomatik atışmaları anlamsız kılıyor. İki ülke de birbirine ihtiyaç duyuyor ve bu nedenle ilişkilerini tamamen koparma lüksüne sahip değiller.Erdoğan ve Katz arasındaki bu söz düellosu, daha çok kamuoyuna yönelik bir gösteri gibi duruyor. Gerçek dünyada, iki ülkenin çıkarları ve ilişkileri, bu tür açıklamalardan çok daha karmaşık ve derin. Bu yüzden, sosyal medyada yapılan bu tür tehditler ve açıklamalar, sadece kısa vadeli bir dikkat dağıtma aracı olarak kalıyor.

    Diplomasinin dijital çağdaki bu yeni versiyonu, bizlere politikacıların sahne arkasında nasıl çalıştığını bir kez daha gösteriyor. Gerçek meseleler, bu tür gösterilerle örtbas edilmeye çalışılsa da, sonuçta çıkarlar ve ekonomik ilişkiler her zaman ön planda kalıyor. Erdoğan ve Katz’ın atışmaları, uluslararası arenada yaşanan bu tür gerilimlerin sadece görünen yüzü. Asıl gerçekler, politikacıların sahne arkasındaki stratejilerinde ve çıkar ilişkilerinde gizli. Bu yüzden, sosyal medyada yapılan bu tür açıklamalara fazla anlam yüklememek, asıl gerçekleri görebilmek adına önemli. Ve unutmayalım, diplomasi sahnesinde, her zaman perde arkasında oynanan başka bir oyun vardır.

    Orhan Veli’nin dediği gibi:
    “Kimi işinde gücünde,
    kimisinin donu yok kıçında.”

    Gerçekten de vatandaşlar o hale gelmiş ki, eskiden evlerde haczedilebilecek beyaz eşyalar vardı. Şimdi milletin alabildiği tek beyaz eşya, beyaz don haline geldi. Ve nihayet, o beyaz eşyaya da haciz geldi.

    Küçük tavşan ormanda hoplaya zıplaya yürürken karşısına hiç görmediği bir yaratık çıkınca; “Sen kimsin?” diye sormuş. “Ben katırım,” demiş yaratık. “Annem bir eşekti ve bir atla çiftleşince ben oldum.” Tavşancığın pek aklına yatmasa da teşekkür edip yoluna devam etmiş. Derken tanımadığı bir hayvana daha rastlamış. Ona da; “Sen kimsin?” diye sormuş. “Ben kurt köpeğiyim,” demiş hayvan. “Annem bir köpekti ve bir kurtla çiftleşince ben doğmuşum.” “Allah Allah!” demiş tavşancık ve yoluna devam etmiş. O güne kadar gördüğü en garip hayvanla karşılaşmış. Merakla sormuş tavşancık; “Sen kimsin?” “Ben devekuşuyum,” demiş garip yaratık. Tavşancık, daha önce tanıdığı serçe kuşunu ve deveyi düşününce gözleri fal taşı gibi açılmış ve bağırmış; “YOK ARTIK!”

    Bu iktidar sayesinde, “YOK ARTIK!” diye şaşıracağımız bir şey kalmadı.

    Birkaç şirketin 600 milyar liralık borcunu bir çırpıda silen iktidar, emekli zammına gelince milyonlarca insanı rahatlatacak zam için 80-100 milyar parayı bulamıyor.

    Cumhurbaşkanımız, evine peyniri gramla alan millete, manda yoğurdu ve kestane balını karıştırıp yemesini ve üstüne birkaç Medine hurmasını mideye indirmesini tavsiye edebiliyor. Çünkü o, her gece öyle yaparmış.

    Sonra da sokak köpekleri yasası için yaptığı konuşmada; “Kimse bize merhamet dersi vermeye kalkmasın!” diye aslan gibi kükreyebiliyor.

    “Yok Artık!” diyen var mı? Yok!

    Neyse ki Orhan Veli, pireli şiirinde buna da cevap vermiş:
    “Bu düzen böyle mi gidecek?
    Pireler filleri yutacak!”

    Evet, şimdi “Yok Artık!” demeyen biz pirelerin örgütlenip; “Artık Sana Oy Yok!” diye haykıracağı günleri göreceğiz. Beyaz don haczini de gördük ya…

    Mehmet Uygar KELEŞ

    Devamını Oku

    BÖYLE OLUR MU?

    BÖYLE OLUR MU?
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Sıcak bir yaz günüydü. Turizm acentemiz o dönemin evvelinde patlayan bombalar, düşürülen uçak, neredeyse tüm yabancı ülkelerle olan krizden en az etkilenip iş yapmak adına neredeyse tüm tesettür otelleriyle anlaşmış ve adı bilindik turizm şirketleri dahi bizim üzerimizden otel rezervasyonu yapar hale gelmişti. Çalıştığımız zincir otel grubunun Bodrumdaki tesislerindeki problemi çözmek için bulunuyordum. Akşam yemeği yenilmiş, bazı misafirlerle beraber havuz başında oturmuş, sohbet ediyorduk. Oteldeki çoğu kişi “komutan” olarak sesleniyordu. F&B personelinden birisi koşarak gelip
    -Komutan darbe mi oldu, dedi.

    Şaşırdım ve komik geldi o an. Ne darbesi dedim, böyle darbe mi olur? dedim. Televizyonda haberlerde söylendiğini duyunca koşarak lobiye ve tv salonuna girdik. Neredeyse tüm tv kanalları yayındaydı ve canlı canlı o zamanki adıyla Boğaz Köprüsünün nasıl trafiğe kapatılmaya çalışıldığını veriyorlardı. Telefonum çaldı, İstanbul’daki arkadaşlarım uçakla bodruma geleceklerdi. “abi havalimanı kapatılmış, biz burada kaldık gelemiyoruz” diyorlardı. Televizyonlar yayında… Telefonlar çalışıyor… Böyle darbe mi olur?

    Yakınlarımı aramak geldi aklıma, önce İzmir de Jandarma da kritik bir görevde bulunan yakınımı aradım. Orada her şeyin normal olduğunu, kendilerinin iyi olduğunu söyledi. Diğer bir yakınım Ağrı Eleşkirt’teydi. Durumun oldukça kötü olduğunu şuan mevzide olduklarını söyledi. Bu nasıl işti yahu. Böyle darbe mi olur, sorusunu kendi kendime defalarca kez soruyordum. Ankara’da bulunan tanıdıklarımı aramaya yeltendiysem de başarılı olamadım, konuşamadık.

    Öyle tuhaf bir yerdeydim ki, etrafımdaki insanların pek çoğu heyecan içinde, sevincini gizlemeye çalışıyor, diğer pek çoğu ise kara kara düşünüyordu. SMS geldi. Normalde SMS geldiğinde hiç ilgimi çekmez, bakmam bile. AK Parti Ankara İl Başkanlığındandı. O an fark ettim ki öğlen saat 15 den beri AK Parti Ankara il başkanlığından bana ve listelerinde ne kadar kişi varsa hepsine mesaj göndermişler. Bazısında bu gün birlik ve beraberlik günü olduğu, bazısında Ankara için parti ile ilgili toplantıların gerçekleştirileceği vs. yazıyordu. Bu adamlar saat 15ten beri niye bu kadar çok mesaj göndermişler demeye kalmadan, Cumhurbaşkanının Haber Türk Tv de görüntülü konuşması yayınlanmaya başlandı. Böyle darbe mi olur?

    Cumhurbaşkanımızın sokağa çıkın çağrısına otel müşterilerinin yarısı haydi bizler de çıkalım, ne duruyoruz derken, diğer yarısı sokağa çıkma yasağı var, otelde bekleyelim diyorlardı. Yarısı bu gün birlik günü, demokrasimize sahip çıkma günü diye bağırırken, diğer yarısı kanunlara ve yasaklara uymamız gerektiğini, zaten bodrumda böyle şeylerin olmayacağını söylüyorlardı. Yarısı darbeye maruz kalan iktidarı destekliyorlardı, diğer yarısı darbe yapanları. Malum tesettür otel olunca başka bir alternatif kalmıyor.

    Oysa zamanında ülkemizi yönetenlerin ne kadar çok alternatif vardı.

    Dün Fethullah Gülen teröristini öve öve yerlere göklere sığdıramayanlar makam ve mevki sahibi oluyorlardı. Sadece makam ve mevki olsa iyi, aynı zamanda iş hayatlarında sınırsız tolerans ve ticari faydalar kazanmaktaydı. Zamanında öve öve makam sahibi olanlar, bugün aynı kişiye söve söve makam sahibi olmaya devam ettiler, ediyorlar.

    Peki, darbe girişimi dedikleri olay 15 Temmuz günü başlayıp, 16 Temmuz günü bastırılan bir kalkışma mıydı? Daha öncesi yok mu?

    Asıl darbeye maruz kalanlardan birisi olarak, CHP Artvin Milletvekili Uğur Bayraktutan’ın 1 Ocak 2005-7 Mart 2013 tarihleri arasında, Türk Silahlı Kuvvetleri’nden (TSK) kendi isteğiyle emekli olan ve istifa eden subay ve astsubay sayıları ile sözleşme yenilemeyen uzman erbaş sayısının açıklanmasını gen soru ile istemişti. Doğru ya, bu kadar millet neden askeriyeden ayrılıyor, sebepleri bir araştırılsındı. Milli Savunma Bakanı İsmet Yılmaz ”1 Ocak-2005-7 Mart 2013 tarihleri arasında TSK’dan kendi isteğiyle emekli olan veya istifa eden subay sayısı 8 bin 349, astsubay sayısı 23 bin 7 ve kendi isteğiyle sözleşme yenilemeyerek ayrılan uzman erbaş sayısı da 13 bin 589’dur” bilgisini verdi. Toplam 44 bin 945 kişi…

    8 yıl boyunca Silahlı Kuvvetlerden FETÖ Terör Örgütü üyesi olduğu için hapis cezası alan kaç kişi var? Hatta KHK’lar ile birlikte ordudan ilişiği kesilen kaç kişi var?

    Darbeye bu gözle baktığınızda elbette buna böyle darbe mi olur diyemezsiniz. Yukarıdaki rakamlara dikkat ettiyseniz; Ergenekon,  Balyoz, Askeri Ajanlık… vb. kumpaslarla hapis yatanları, ihraç edenleri, intihar edenleri sayılarını eklemedim bile. Bundan daha ala darbe mi olur?

    8 yıl boyunca FETÖ ile mücadele edildiği hep söyleniyor. Peki, o zamanlar kumpaslara “bağırsaklar temizleniyor” diyenler, “bu davanın savcısı benim” diyenler, darbeye karışmamışlar mıdır? Onlar için siyasi ayağı da incelensin şeklinde önerge verildiğinde, kimler ret oyu veriyor? Kimler neleri açıklamaktan imtina ediyor, korkuyor?

    Her birini rahmetle andığımız 251 şehidimiz bu durum karşısında kemikleri sızlamıyor mu? Allah affeder, millet affeder, ama o şehitlerimizin hakları ödenmez, onlar affetmez.

    Mehmet Uygar Keleş

    Devamını Oku

    Bir Başka Pazartesi

    Bir Başka Pazartesi
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Sevgili okurlar,

    Yine Suriye’de sahneye çıkmışız, sanki “Süperstar” filminin başrolündeyiz! Bu seferki sahnemiz oldukça renkli ve dramatik. “Türkiye bizi Esad’a sattı” diye bağıran kalabalıklar, sanki Esad piyangodan büyük ikramiye çıkmış gibi. Sloganlar atılıyor, bayraklar yakılıyor, ortalık tam bir panayır yeri. Ama durun, bu daha önce de yaşanmıştı değil mi? İki sene önce Sn.Çavuşoğlu, “Şam’la da oturup konuşulur” deyince de benzer olaylar patlak vermişti. Demek ki Suriye’de bir şeyler değişmiyor, sadece tekrarlanıyor.

    O zamanlar da bayraklar yanmıştı, şimdi de yanıyor. Geçmişte sokak olayları silahlı eylemlere dönüşmüştü, şimdi de dönüşüyor. PTT şubeleri, sanayi bölgeleri ve TSK noktaları hedef alınıyor, tıpkı eski bir Türk filmi gibi. Her şey aynı, sadece oyuncular ve dekorlar değişiyor.

    Suriye sahnesinde kimler var dersiniz? Rusya-İran-Esad üçlüsü bir tarafta, ABD-İsrail-YPG/PKK üçlüsü diğer tarafta. İki grup, sanki birbirlerine kaşık atmışlar da yemek masasında kimseye çaktırmadan didişiyorlar. Rusya, Suriye’yi Akdeniz’e açılan bir kapı, ABD’ye karşı bir koz olarak görüyor. İran ise Şiilik yayıyor, direniş hattını güçlendiriyor. “Siz benim üslerime saldırın, ben de sizin üslerinize göz kırparım” diyerek İsrail’e yan gözle bakıyor.

    Rusya’nın da işleri karışık. PKK ile mi oynayacak, YPG ile mi? Moskova’da ikisinin de ayrı ofisleri var, adeta bir yandan kahve içerken diğer yandan fal bakıyorlar. Geçmişte Esad’ın teyzesi oğlunu İran’la işbirliği yaptığı için gözaltına aldıran Rusya, şimdi sahilde güneşlenirken bir yandan da İran’ın iç bölgelerdeki etkisini kontrol ediyor.

    Peki ya ABD ve İsrail? Onlar da Suriye ile Türkiye arasındaki bu yakınlaşmadan rahatsız. Lübnan-İsrail savaşı kapıda, telafisi zor bir kaos geliyor. Tel Aviv ve Washington, “Lütfen, Suriye bizimle uğraşmasın” diyor. ABD’nin de İsrail’in de aklı başka yerlerde, Türkiye’yi dert etmeye vakitleri yok.

    Ve işte yaz ayları yaklaşıyor. Ağustosta YPG Suriye’de yerel seçim yapmak istiyor. Bu, ortalığı iyice kızıştıracak gibi. Suriye’nin yaz sıcağı bir başka olur, ama bu sefer terleten güneş değil, politik gerilimler olacak.

    Sonuç olarak sevgili okurlar, Suriye’de bir başka pazartesi günü, Türk bayrağı yakılırken Esad’a sevgiler, saygılar sunuluyor. Biz de kenardan izliyoruz, kahvemizi yudumlarken “Bir sonraki sahne ne olacak acaba?” diye düşünüyoruz.

    Tarih tekerrürden ibaret derler, ama biz de aynı filmi izlemekten bıkmadık mı? Biraz yenilik, biraz huzur, biraz da barış istiyoruz. Ama anlaşılan o ki, bu filmi daha çok izleriz. Eğlenceli mi? Evet. Üzücü mü? Kesinlikle. Peki çözüm var mı? Belki de yok. Ama bir şey kesin: Suriye’de bir şeyler değişmiyor, sadece tekrarlanıyor.

    Bir başka pazartesi gününde, yine görüşmek üzere!

    Saygılar ve sevgilerle,

    Mehmet Uygar KELEŞ

    Devamını Oku

    3ncü Dünya Barışı

    3ncü Dünya Barışı
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Henüz yürümeyi öğrenmeden, ateşin içinde yanan çocuklarımızın feryatları kulaklarımızda çınlıyor.

    Her savaşta, her soykırımda, bir çocuğun canı yandığında bizim de yüreğimiz dağlanıyor. Masum çocukların gözyaşları, insanlığın vicdanına ağır bir darbe indiriyor.

    Dostoyevski’nin ölümsüz eseri “Karamazov Kardeşler”de, kahramanlarından birinin söylediği gibi:
    Her kötülüğü kabul ediyorum, iyi biri olmayabilirim ama bu dünyada çocukların ölümünü kabullenemiyorum.”

    Belki sesimiz duyulmaz, belki dikkate alınmaz ama bir gerçek var ki savaşların en büyük kaybedenleri çocuklardır, masum yavrularımızdır.

    Dışişleri bakanımız açıkladı, üçüncü dünya savaşı kapıda… Milli Savunma bakanımız ise savaşa en hazır ülke olduğumuzu belirtti. Neye hazırız? Çocuklarımızın ölmesine mi? Sizde hiç mi evlat sevgisi yok? Hazır olup olmadığını, savaş isteyip istemediklerini bir de şehit analarına sorun. Daha başka anaların yüreği yansın, bu acıyı yaşasın isterler mi diye.

    Dileriz ki, daha fazla can yanmadan ateşkesler imzalanır.
    Dileriz ki, Hamas yetkilileri savaşçılarını sivil halkın yaşadığı yerlerde gizlemekten vazgeçer.
    Dileriz ki, İsrail artık bu katliamı durdurur.
    Ve dileriz ki, lafta mazlumun yanında olduğunu söyleyen ama icraatta desteğini esirgemeyenler aracı olur ve savaş bir an evvel son bulur.

    Dileriz ki, daha fazla köyler, şehirler yanmadan, yakılmadan bir çözüm bulunur.
    Dileriz ki, Putin saplandığı bataklıktan geri adım atar.
    Dileriz ki, NATO yayılmacı politikasından vazgeçer.
    Dileriz ki, Ukrayna ABD’nin kendisini piyon olarak öne sürdüğünü görür.
    Dileriz ki, Rusya-Ukrayna arasındaki savaşta “bizim arabulucuğumuz olmadan barış olmaz” söylemlerinin arkasında el altından gönderilen silahlar ellerinde patlar.

    Dileriz ki, Çin’de, Kuzey Kore’de, Afrika’da, Ortadoğu’da, dünyanın en ücra köşesindeki silahlar sussun. Silahlanma yarışının bir kazananı olmaz.

    Dileriz ki, endişelerimiz yersizdir, korktuğumuz başımıza gelmez.

    Güç kaybeden, göçleri zamanında engellemeyen, oy ve para uğruna ödün veren, yabancılara toprak satan, dışa bağımlı olan ülkeler bu sorunları yaşıyor.
    Günü kurtarma telaşına düşenler geleceğini kaybediyor, tarih bunu her dönemde yazdı, yazıyor, yazacak da.

    Çünkü çıkarlar değişmedikçe stratejiler de pek değişmiyor. Güçlenen dikleniyor. Belki çoğumuz farkında değiliz, (ki zaten genelde çoğunluk farkında olmaz, azınlığın da sesi duyulmaz) uzun zamandır Kıbrıs’ta da son sürat, başta İsrailliler olmak üzere toprağımız satılıyor. Ruslara da. Kim dur diyor? Ses çıkarıyor?
    Hatta Türkiye’de de. Ortadoğu’nun göçü bize geldikçe bizim de sonumuz benzer olacak diye endişemiz.

    Velhasıl zor… Yaşananları hazmetmek de çaresizlik de.

    Dünyanın dört bir yanında yankılanan çocuk çığlıkları, insanlığın en derin yarasıdır. Ve biz, bu acıyı dindirmek için, barışı ve sevgiyi yüceltmek zorundayız.

    Mehmet Uygar KELEŞ

    Devamını Oku

    MECBURİYET

    MECBURİYET
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Batı Çalışma Grubu, 28 Şubat 1997 tarihli Millî Güvenlik Kurulu kararlarının uygulanıp uygulanmadığını denetlemek amacıyla, dönemin Genelkurmay 2. Başkanı Çevik Bir öncülüğünde kurulmuştu. Öncelikle irtica ile mücadele konseptini belirlemek, Türk Silahlı Kuvvetleri içinde teşkilatlanmayı ve ülke çapında demokratik kitle örgütleri ile iletişim ve kamuoyunun bilinçlendirilmesi esaslarını saptamakla görevlendirilmişti. Ayrıca, “Siyasi İslam’a geçit vermemek için ülkede meydana gelen irticai faaliyetleri ilgili ve yetkililere uygun ve yasal platformlarda bildirmek” görevi de verilmişti.

    Batı Çalışma Grubu’nun dikkatini çekmek, onlara şirin görünmek silahlı kuvvetler içinde yükselmenin, terfi almanın ve kritik görevlere tayin olmanın sihirli bir anahtarıydı. Bu nedenle dönemin generalleri veya kurmay albayları arasında irtica ile mücadele ediyor gibi görünmek için pek çok masum insanın ahını aldılar. Ahı alınanlardan biri de bendim…

    Mesleğimin daha ilk yılında, hafta sonunda Orduevinde nöbetçi subay olduğum bir gün, Orduevi müdürünün beni acilen çağırdığı haberi geldi. Yanına gittiğimde, Merkez Komutanlığı nöbetçi heyeti de oradaydı. Orduevi ve lojmanlar bölgesinde başörtülü bir kadının dolaştığını, bu kadının nereden girdiğini tespit edip duruma müdahale etmemizi emretti. Merkez Komutanlığı personeli ve nöbetçi heyetiyle beraber kapı kapı dolaşmamıza rağmen ne öyle bir kadının kışla içinde dolaştığını ne de varlığını tespit edebildik. Tugay Komutanımızın da duruma bizzat müdahil olmasıyla sabaha kadar olmayan bir kadını aradık. Sonuçta bulamadık. Kışla revirinde nöbet tutan tabip subay dâhil olmak üzere garnizonda bulunan tüm nöbetçi heyeti mahkemeye sevk edildi. Herkes görevi ve rütbesine bağlı olarak disiplin cezası aldı. O gün bana 20 gün ceza verdiler. En büyük cezayı garnizon nöbetçi amiri aldı. Daha sonra o nöbetçi amirin ordudan ilişiğinin kesildiğini öğrendik.

    İşin tuhaf tarafı, daha yargılamamız başlamadan aynı yerde ikinci bir nöbetimde, oldukça titiz ve dikkatli davranıyorduk haliyle. Orduevinin nizamiyesine başörtülü bir kadının içeri girmek istediği haberi geldi. Derhal nizamiyeye gittim. Görüntüsü, konuşması, kibarlığı ile insanı çok kısa zamanda etkisi altına alabilecek derecede tatlı bir teyze vardı. “Oğlum, problem olacaksa ben oğluma haber vereyim, siz zorluk yaşamayın” diyordu. Kısa zaman sonra Tugay Komutanı arabasından indi ve bana dönüp “Annemi nasıl içeri almazsınız?” diye kızdı. O tugay komutanı daha sonra tümgeneral ve korgeneral rütbelerine terfi etti. Elbette kaç kişiye buna benzer ceza verdirip ordudan ihraç ettirdi, bilmiyorum.

    O dönem üniversitelerde ikna odalarının olduğu, başörtülü öğrencilerin üniversitelere alınmadığı bir dönemdi. Türban (siyasi bir simge) ile başörtüsü arasındaki ayrımın sağlıklı yapılamaması nedeniyle pek çok memur zor durumda kaldı.

    Velhasıl Erdoğan dönemi başladı.

    22 yıl önce Türkiye’de başörtüsü yasaktı ve Sayın Erdoğan’ın dilinden “Başörtülü bacım!” söylemi düşmezdi. 22 yıllık AKP iktidarı sonunda, çok şükür başörtüsü serbest oldu. Oldu ama şimdi de başörtüsüz bacılarımızın sıkıntısı başladı.

    Son olarak, Kocaeli-Gebze’deki Alaettin Kurt Anadolu Lisesi’nin bahçesinde düzenlenen mezuniyet töreninde bazı kız öğrenciler, “kıyafet yönetmeliğine uymayan kıyafetler giydikleri” iddia edilerek alana alınmadı.


    Temel 22 yıldır çalıştığı Hollanda’dan kesin dönüş yapacağını söyleyince,
    “Neden?” diye sormuşlar.
    “Eşcinseller yüzünden!” demiş Temel. “Niye?” demişler, “Seni rahatsız mı ediyorlar?”
    “Yoo! Bana pir şey ettikleri yok!” demiş Temel. “Yalnız ben, Hollanda’ya geldiğimde eşcinsellik yasaktı. Sonra serbest oldu. Şimdi evlenme izini çıktı. Eşcinsellik mecbur olmadan vatanıma döneyim dedim!”


    Elbette bizim kimsenin cinsel yönelimleriyle, kimsenin inancıyla, başörtüsüyle hiçbir problemimiz olamaz.

    Ekonomik kriz günlük yaşantımızı o denli abluka altına aldı ki, ekonomiden başka bir şey göremez olduk. Eğitim sistemindeki, hukuk sistemindeki krizleri ve bozulmaları fark edemez olduk. En büyük bozulma ve tahribat Türkiye Cumhuriyeti’nin en temel direği olan laik devlet anlayışında yaşanıyor. O yüzden laikliğin tanımını çok iyi yapmamız, önemini çok iyi anlamamız gerekir.

    Toplumları yönetiminde etkili olan üç kural sistemi vardır. Aslında her üç sistemin de özünde, toplumu iyi ahlaklı bireylerden oluşturma amacı vardır. Bu kurallar sistemleri her ne kadar aynı amacı gütse de uyguladıkları müeyyideler (yaptırımlar) bakımından aralarında büyük fark vardır.

    • Ahlak kuralları; iyi – kötü, doğru – yanlış gibi sorulara cevap verir. Müeyyidesi de kendisi gibi ahlakidir. Ahlakını beğenmediğiniz kişiyle ilişkinizi kesersiniz, olur biter. Ahlaksızlık eğer yasal bakımdan da bir suç oluşturmuyorsa, başınıza gelecek en kötü şey mahalle baskısı olabilir.
    • Din kuralları; haram – helal, sevap – günah gibi sorulara cevap verir. Müeyyidesi de eğer inanıyorsanız, Yaradan tarafından verilecek bir hükümle, cennetle ödüllendirilmek ya da cehennemle cezalandırılmaktır.
    • Hukuk kuralları ise; haklı – haksız, suçlu – suçsuz gibi sorulara cevap verir ve müeyyidesi devlet gücüyle yerine getirilir.

    İşte laikliğin önemi burada ortaya çıkar. Laiklik büyük parantezi hukuk parantezi olarak alıp, ahlakı ve dini kendi alanlarında tamamen özgür bırakır.

    Yani, kişilerin birbirleriyle, kişilerin devletle ve devletlerin birbirleriyle olan ilişkilerinde ahlak ve din kuralları değil, evrensel hukuk kuralları geçerli olmalıdır.

    Bugün Türkiye’nin geldiği noktada görülen ve korkulan odur ki büyük parantez din parantezi olacak, hukuk ve ahlak kuralları bu din parantezinin içine sıkıştırılacaktır. Ne yazık ki günlük yaşamımızda bunun örnekleri artarak sürmektedir.

    Youtube kanalında felsefe, tarih ve din üzerine içerikler hazırlayan Daemond Tema isimli genç, en son şeriatı isteyen ve savunan bir kişi karşısında laikliği savunmak zorunda kalmıştır. Şeriatı isteyen kişinin sosyal medyada ezan okunurken alkol almasını tartışmaya gerek yok. Ancak laikliği savunan, oldukça bilgili ve saygılı olan kişi hakkında “Peygamberimize hakaret ettiği, insanları kin ve düşmanlığa sevk ettiği” gerekçesiyle soruşturma açılması manidardır. Acaba şeriatı savunan kişinin yaptığı normalleştirilmeye mi çalışılıyor dersiniz?

    Şahsen, bedeli ne olursa olsun, Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün bize armağan ve emanet ettiği demokratik, laik bir hukuk devleti olan Cumhuriyetimizin özüne dönmesi için var gücümle mücadele etmeye devam edeceğim.

    Bizim, Temel gibi dönebileceğimiz başka bir vatanımız yok.
    Ne başörtüsü yasak olsun, ne de mecbur olsun…

    Mehmet Uygar KELEŞ

    Devamını Oku

    Hayırsız Yasa

    Hayırsız Yasa
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Eşref-i Mahlukat, Arapça kökenli bir tabir, Türkçeye geçmiş haliyle “varlıkların en şereflisi” anlamına gelir. “Mahluk” ya da “mahlukat” kelimesi yaratıklar, yaratılmışlar anlamını taşır. “Eşref” ise şerefli, onurlu anlamındadır. Osmanlıca olarak “eşref-i mahlukat” şeklinde yazılır.

    Kur’an-ı Kerim’de İsra Suresi’nin 70. Ayetinde “İnsanları yarattıklarımızın birçoğundan üstün kıldık” ifadesi yer alır. İslam alimleri, insanın yaratılmışların en şereflisi olduğunu söylerler. Ama bir dakika, “en şereflisi” mi dedik? Aslında sadece “birçoğundan üstün kılınmış” insanlar, bazılarına göre “en” olmaktan bir hayli uzak olabilir.

    Peki, bizi diğer yaratıklardan ayıran bu özellikler nelerdir? Düşünme ve konuşma yetileri mi? Alet kullanma ve karmaşık sosyal yapılar oluşturma yetenekleri mi? Tüm bunlar beynimizin ön lobunun, yani frontal lobun gelişmesiyle edinilmiştir. Bu lob akıl yürütme, motor beceriler, yüksek seviyeli bilişsel yetenekler ve konuşma diliyle ilişkilidir. Aynı zamanda motor korteks de burada bulunur ve beynimizin çeşitli loblardan aldığı bilgileri vücut hareketlerine dönüştürür. Frontal lob, prefrontal korteksi içerir ki bu bölge ahlaki yargılar, muhakeme etme, yargılama ve analitik düşünmenin merkezidir. Mutluluk, üzüntü, neşe ve sevinç gibi duyguları hissettiğimiz kısım da buradadır. Yani, bu lob sayesinde biz insanlar bilinçli düşünürüz. Ama hayvanlar… Eh, onlar bizim gibi beynin gelişimini yaşayamadılar. İçgüdüleri ve duygularıyla hareket ediyorlar.

    Sokaklarımızda, maalesef, köpek popülasyonunda ciddi bir artış yaşanmış, zaman zaman çocuklara ve kadınlara saldırılar gerçekleşmiş, ciddi yaralanmalar ve ölümler meydana gelmiştir. Bu konuyu çözüme kavuşturmak ise devletin asli görevleri arasındadır. Ancak bu çözüm oldukça zor ve maliyetlidir.

    Tam 114 yıl önce, 3 Haziran 1910 tarihinde, dönemin Şehremini (belediye başkanı) Suphi Bey’in talimatıyla, İstanbul sokaklarında artan köpek sayısını kontrol altına almak amacıyla yaklaşık 80 bin köpek zorunlu bir ada yolculuğuna çıkarılmıştı. Hayırsız Ada (Sivriada) adı verilen bu adaya bırakılan köpekler, açlık ve susuzlukla yüzleşerek korkunç bir trajedi yaşadılar. Hayırsız Ada’ya terk edilen hayvanların aç susuz kaldığı ve bir süre sonra birbirlerini yemeye başladığı söylenir. Ada üzerindeki manzara o kadar feciydi ki, köpeklerin feryatları İstanbul’a kadar ulaşıyordu. Köpekler adaya çıkar çıkmaz bir tatlı su kuyusu keşfetmişler ve hep birlikte kuyuya atlamışlardı. Bu ani ve büyük sayıda köpeğin kuyuya atlaması sonucunda hiçbiri kuyudan çıkamadı ve bağıra bağıra öldüler. Bu vahşet günümüzde hala unutulmamış, hafızalarda yer etmiştir.

    Şimdi ise hükümetimizin hazırladığı sokak hayvanları yasa tasarısında benzer bir uygulamayı görmekteyiz. Belediyeler barınaklarda bulunan hayvanları internette sahiplenilmesi için ilan verecekler, 30 gün içinde sahiplendirilemezse iğne ile uyutulacaklar. Boşalan barınaklara sokakta dolaşan hayvanlar yakalanıp konulacak ve bu döngü böyle devam edecek. Yani, köpeklere ikinci bir Hayırsız Ada tatili! Aslında hiç zahmet etmeyin, götürün adaya, birbirlerini yesinler…

    Sokaklarımızda sadece başıboş köpekler mi dolaşıyor? Hayır. Beyinlerinin ön loplarını kullanamayan, beyin yüzeyleri de tıpkı bir futbol topu gibi pürüzsüz, dümdüz olan; hayatta kalmak ve çoğalmak dışında başka birşey düşünmeyen milyonlar dolaşıyor. Sokaklarımızda kadınlarımıza, çocuklarımıza, iş yerlerimize, doğamıza, hayatımıza zarar vermeye meyilli milyonlarca mülteci de dolaşıyor. Peki, onlar için neden bir çözüm yok? Onları da uyutacak mısınız? Yoksa onlar daha mı az tehlikeli?

    İsra Suresi’ni hatırlayalım… “Birçoğundan üstün kıldık”. Ama “en” şereflisi değiliz. Tekvir Suresi’nin tefsirini de buraya ekleyelim mi? “Abdullah bin Ömer, Ebû Hüreyre ve İmam Mücahid’in rivayetlerine göre, Cenab-ı Hak mahşer gününde hayvanları da diriltip huzuruna getirecek, birbirlerinden haklarını alıp ödeştirecek, sonra da onlara, “Toprak olun.” buyuracak, sonunda onların hepsi de toprak olacaklardır. Hayvanların bu haline gıpta ile bakan kâfirler, Allah’tan, kendilerini de toprak yapmasını isteyeceklerdir. Fakat insanlar cezasını çekeceğinden hayvan gibi muamele görmeyecektir.” Durun bir dakika; birbirinden hak mı? İslam’da hayvan hakkı mı var? Bunu hükümetimiz bilmiyor olmalı…

    Sokaklarımızda başıboş köpekler ve tehlikeli mülteciler dolaşıyor. Eşref-i mahlukat mıyız, yoksa sadece yaratılmışların birçoğundan üstün kılınmış zavallı varlıklar mı? Bunu tartışmak size kalmış. Ama unutmayın, kimse Hayırsız Ada’ya gitmek istemez. Ne köpekler, ne de insanlar.

    Frontal lobunu çalıştıran her bireye bol şanslar, saygılar, selamlar..

    Mehmet Uygar KELEŞ

    Devamını Oku

    Beyaz Zambaklar Ülkesinde

    Beyaz Zambaklar Ülkesinde
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    27 Mayıs, Türk siyasi tarihinde hala tartışmalı bir konu. Sağ kesim, bunu bir darbe ve kara leke olarak nitelerken, sol görüştekiler bir ihtilal ve devrim olarak savunur. Bu sorunun cevabını bulmak için 27 Mayıs’tan önceki ve sonraki döneme bakmak gerekir.…


    Öğretmeni küçük Temel’e sözlüde, “Preveze Deniz Muharebesi kaç yılında oldu?” diye sorunca, cevabı bilmeyen Temel başlar anlatmaya:
    “Efendum, Havva anamız, Adem babamıza elma yedirunce cennetten kovulmuşlardu…”


    Biz o kadar eskiye gitmeyeceğiz elbette…

    1954 yılında, Cumhuriyet tarihinin en yüksek halk oyunu alarak iktidara gelen Demokrat Parti (DP), kısa süre sonra Selanik’te Atatürk evinin yanındaki Türk konsolosluğuna bomba atıldığı haberi üzerine 6-7 Eylül Olayları cerayan etmiştir. İki yıl sonra 9 Şubat olayları yaşandı. 1960 yılının başlarında ise Ankara ve İstanbul’da sıkıyönetim ilan edildi. 5 Mayıs’ta “555K” koduyla Kızılay’da gösteri yapıldı. 21 Mayıs’ta Harp Okulu öğrencilerinin yaptığı sessiz yürüyüş eylemini gerçekleştirdi. Bu olayların hepsi yaklaşmakta olan kasırganın habercisiydi.

    DP, bu olayları görmezden geldi. Zafer sarhoşluğunun geçmemesi ve elindeki gücün kurbanı oldu, bu olayları önemsemedi. Öte yandan CHP, İnönü olmasa bile, İnönü’den sonra gelen isimler bu hareketten haberdardı ve ABD ile sürekli irtibat halindeydiler. ABD Dışişleri Bakanlığı’nın gizliliği kaldırılan 10 Mayıs 1960 tarihli belgesindeki iddialara göre; Coşkun Kırca, İsmail Rüştü Aksal, Turgut Yeğenağa, Bülent Ecevit ve Turhan Feyzioğlu gibi isimler ABD Büyükelçiliği ile temas halindeydi. CHP’nin DP karşısında yapacağı hamleler ABD’ye iletiliyordu. Belgeye göre, CHP mevcut siyasi huzursuzluk dönemini kritik olarak değerlendiriyor ve İsmet Paşa’nın, olaylar netleşinceye kadar CHP’nin gösteri ve isyan yapmaması talimatı verdiği görülmektedir.

    Halk ekonomik olarak perişan haldeydi. Enflasyon ve hayat pahalılığı alabildiğine artmış, baskılar ve kutuplaşmalar nedeniyle çeşitli çatışmalar yaşanıyordu. Başta üniversiteler olmak üzere, okullar eylem ve kavgalar nedeniyle eğitim-öğretim yapılamaz hale gelmişti. Ve halk, orduyu yaşanılan durumdan kurtarması için göreve çağırıyordu.

    27 Mayıs 1960 darbesinde, darbecilerle güle oynaya tankın üzerine çıkanlar…

    Temel, Fadime’den boşanmak için dava açmış. Hakim, niye boşanmak istediğini sorunca Temel öfkeyle cevaplamış;
    “Tam 7 yıldır bana terlik atıyor Haçim Peyciğum!”
    Hakim; “İyi de evladım,” demiş “Neden dava açmak için 7 yıl bekledin?”
    Temel boynunu büküp mağdur bir edayla cevaplamış bu kez soruyu; “Son günlerde bana isabet etturmeye başladu da haçim pey!”


    Ve kasırga başladı. Ordu içindeki bir grup subay önderliğinde hem yönetime hem de silahlı kuvvetlere bir “darbe” gerçekleşti. Öyle ki, silahlı kuvvetlerde darbeden sonra onlarca general, binlerce subay ordudan tasfiye edildi. Onca generalden sadece 25 general kaldı. Meclis tasfiye edildi, pek çok kişi tutuklandı; 592 sanıktan 288’i için idam istendi, 15 sanık idam cezasına çarptırıldı, 31 sanık için müebbet hapis cezası verildi. Celal Bayar, Adnan Menderes, Hasan Polatkan ve Fatin Rüştü Zorlu için idam cezası onandı, sonrasında Celal Bayar yaş haddinden dolayı ömür boyu hapis cezası ile cezalandırıldı. Dönemin başbakanı ve iki bakanının idam edilmesi, utanç duyulması gereken “kara bir leke”dir.

    27 Mayıs darbesinden birkaç ay sonra, darbede yer alan subaylara dünya görüşlerini ve eğitim derecelerini öğrenmek amaçlı anket yapıldı. Şöyle bir soru da vardı: “Okuduğunuz hangi kitap sizi en çok etkiledi?” Tamamının cevabı aynıydı: “Beyaz Zambaklar Ülkesinde.”

    “Beyaz Zambaklar Ülkesinde” kitabı, Finlandiya’nın modernleşme ve kalkınma mücadelesini anlatan bir eserdir. Finlandiya, sadece kayalıklardan ve bataklıklardan oluşurken, toplumun her kesiminden insanın bir araya gelmesi ve ülkeyi bataklık içerisinden kurtarma çabaları bu kitapta işlenmektedir. Halk, ufak değişiklikler yaparak refah seviyelerini yükseltmeye çalışmakta ve eğitimi arttırmaktadır. Kitap, Finlandiya’nın zorlu doğa koşullarına rağmen nasıl birlikte çalışarak ilerleyebileceğini ve gelişebileceğini vurgular.

    Atatürk, bu kitabı okullarda okutulması için müfredata ekletmiştir, çünkü “Beyaz Zambaklar Ülkesinde,” toplumsal dayanışma, eğitim ve modernleşme konularında önemli dersler içermektedir. Atatürk, genç nesillerin bu değerleri anlamalarını ve ülkenin kalkınmasına katkıda bulunmalarını sağlamak amacıyla bu eserin eğitim sisteminde yer almasını istemiştir. Bu kitap, Finlandiya’nın başarı hikayesini anlatarak, Türkiye’nin de benzer şekilde ilerleyebileceğini göstermektedir.


    Bu kitabı okuyan subaylar, yönetimde kalmamayı kararlaştırmışlardı. Darbe bildirisini radyoda okuyan Alparslan Türkeş ve birkaç isim daha sonra bu fikrinden dönse de, genel olarak herkes anayasa hazırlanıp seçimlerden sonra kışlalarına dönecekti. 1961 Anayasası, Türkiye Cumhuriyeti’nin tarihinde önemli bir dönüm noktası ve bir devrimdir. 61 Anayasası’nı bir ihtilal ve devrim yapan belli başlı modernleşme ve yenilikleri şu şekilde özetlenebilir:

    Kuvvetler Ayrılığı Prensibi: 1961 Anayasası, kuvvetler ayrılığı ilkesini benimsemiştir. Yasama, yürütme ve yargı erkleri arasındaki dengeyi sağlamış ve demokratik sistemin temelini oluşturmuştur.
    Temel Hak ve Hürriyetlerin Güvence Altına Alınması: Anayasa, temel hak ve hürriyetleri detaylı bir şekilde tarif ederek güvence altına almıştır. Bu, bireylerin özgürlüklerini koruma amacı taşımaktadır.
    Sosyal Devlet İlkesi: 1961 Anayasası’nda sosyal devlet ve sosyal haklar gibi kavramlar ilk kez yer almıştır. Bu, devletin vatandaşların refahını artırmak için aktif rol alması anlamına gelmektedir.
    Anayasa Mahkemesi Kurulması: 1961 Anayasası ile Anayasa Mahkemesi kurulmuş ve bu mahkemeye Yüce Divan sıfatıyla yargılama yetkisi verilmiştir.
    Çoğulcu Demokrasi İlkesi: Anayasa, çoğulcu demokrasi ilkesini benimsemiştir. Bu, farklı görüşlerin ifade edilmesine ve siyasi partilerin demokratik hayatın vazgeçilmez unsurları olarak kabul edilmesine olanak tanımaktadır.
    Cumhurbaşkanının Görev Süresi ve Seçilme Şartları: Cumhurbaşkanının görev süresi 7 yıl olarak belirlenmiş ve seçilen kişinin bağlı bulunduğu parti ile ilişiğinin kesilmesi sağlanmıştır.
    1924 Anayasası’na eklenen altı İlkeler arasından sadece cumhuriyetçilik ve laiklik 1961 Anayasası’nda yer almıştır.
    Bu yenilikler ve modernleşme çalışmaları, Türkiye’nin demokratik ve hukuk devleti olma yolunda önemli adımlardır. 1961 Anayasası, halk oylamasıyla kabul edilen ilk anayasa olması ve temel hak ve özgürlükleri güvence altına almasıyla da önemli bir yere sahiptir. Özgürlük, grev, sendika ve yüzlerce sözcük yaşantımıza girmiştir.


    61 Anayasası ile Türkiye Cumhuriyeti’nin kazanımlarının bugün ne hale geldiğine bir bakacak olursak… Keşke bakmasaydık… Cevabın bu kadar kısa ve net olabileceğini tahmin etmezdim; nerdeyse tamamı kaybedilmiş durumda…

    Ez cümle, 27 Mayıs, hareket tarzı ve işleyiş olarak bir darbe olmakla beraber, devamında yönetimi sivil idareye ve meclise teslim edilmesi, anayasa hazırlanması ve anayasa ile elde edilen kazanımlardan dolayı darbenin devamı ihtilal ve devrimdir.

    27 Mayıs’la beraber katledilen Adnan Menderes, Hasan Polatkan ve Fatin Rüştü Zorlu’yu rahmetle anarken, 27 Mayıs Hürriyet ve Anayasa Bayramı’nı kutlarım…

    Mehmet Uygar KELEŞ

    Devamını Oku

    “Boş evden, düşmanla dolu ev iyidir.” İran Atasözü

    “Boş evden, düşmanla dolu ev iyidir.” İran Atasözü
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Bize, Türkiye’nin neden hedefteki ülke olduğu, iç ve dış tehditlerin ortaya çıkarılıp her birinin tarihsel süreçte ne gibi faaliyetlerde bulunduğu, amaçlarının ne olduğu ve neleri araç olarak kullandıkları, aldığımız eğitimlerde anlatılır; üzerinde önemle durulması gereken tehditlerle ilgili önlem planları geliştirilirdi. Dış tehditlerden belki de en başta gelenlerden birisi hiç şüphesiz İran İslam Cumhuriyeti’ydi.

    Ayrıntıya girmeden kısaca özetlemek gerekirse, Atatürk’ün kurduğu çağdaş ve laik Türkiye Cumhuriyeti’ni İran sürekli olarak bir tehdit olarak görmüş ve hasmane tavırlarını gizleme gereği dahi duymamıştır. Bunun yanında Güney Azerbaycan topraklarının İran’da bulunuyor olması, ülkenin batısında yoğun bir Türk nüfusuna sahip olması, bu nüfusun her an kışkırtılma korkusu ve endişesi ise hasmane tavırlarına tuz biber ekmiştir.

    17 Mayıs 1639’da imzalanan ve bugünkü İran-Türkiye arasındaki sınırımızın büyük ölçüde belirlendiği Kasr-ı Şirin Anlaşması’nın 385’inci yıl dönümüne geldiğimiz günümüzde, İran’la sıcak ilişki kurma konusunda her zaman olumlu adım atan Türkiye olmuştur.

    Türkiye’nin, İran’a yönelik uluslararası yaptırımlar ve ambargolar sırasında sergilediği tutum, bölgesel ve uluslararası politikalarda bağımsız bir yaklaşımı temsil etmektedir. Türkiye, kendi ulusal çıkarlarını ve bölgesel barışı gözeterek dış politika kararları almış ve bu doğrultuda hareket etmiştir.

    En son Reisinin kaza haberi üzerine, kaza yerinin tespit edilmesi ve yardımın ulaştırılması için İHA gönderip, kaza yerini tespit eden Türkiye’dir. Bunu sosyal medyada milyonlarca insan canlı canlı izlemiştir. Ölüm haberi alındıktan sonra devletimizin en yetkili makamları taziyelerini bildirip, milli yas ilan etmişlerdir.

    İran devleti ilk önce kaza yerini kendi İHA’larının tespit ettiğini açıklamıştır. Devamında Farsça teşekkür ilan ettikleri ülkeler arasında Türk Bayrağı yoktu. İngilizce listesinde ise Osmanlı bayrağı bulunuyordu.

    Şimdi bu bir hatadır, gözden kaçmıştır diyebileceğiniz bir şey değildir. Kasıtlı ve bilinçli olarak yapılmış bir harekettir. Zira her iki açıklamada yer alan listede Türkiye bulunmuyor olsaydı, hata olabileceği ihtimali olabilirdi. Ancak listelerin birinde hiç bulunmaması, diğerinde ise Osmanlı bayrağının bulunuyor olması tüm aksi yöndeki argümanları çürütmektedir.

    Teşekkür edip etmemeleri benim nezdimde zerre kadar bir önemi yoktur. Zira şahsi olarak milli yas ilan edilmiş olmasını bile tasvip etmemiştim. Ancak tasvip etmediğim bir konu bile olsa, sonuçta benim ülkeme böyle bir hareketle cevap verilmesine elbette karşı duracağım.

    Bununla beraber bu günün bir milat olduğunu düşünüyorum.

    İran’da yaşanan son olaylar, ülkenin içinde bulunduğu derin sosyal ve siyasal krizleri gözler önüne seriyor. İran hükümetinin vatandaşlarına yönelik uygulamaları, uluslararası toplumda ciddi endişelere yol açmış durumda. Özellikle idamlar, kadın haklarına yönelik baskılar ve siyasi muhaliflere karşı takınılan tutum, İran’ın insan hakları konusundaki sicilini zedelemekte.

    İran’da idam cezaları, yargılananlara savunma için yeterli zaman tanınmadan, adil olmayan yargılamalar sonucunda veriliyor. Bu durum, uluslararası insan hakları örgütlerinin sert eleştirilerine maruz kalıyor. 2022 yılında, bir önceki yıla göre büyük bir artışla 582 kişinin idam edildiği bildirilmişti. Bu idamların birçoğu, protesto gösterilerine katılan gençler ve siyasi aktivistler gibi grupları hedef alıyor.

    Kadın hakları konusunda ise İran, dünya genelinde en kısıtlayıcı ülkelerden biri olarak biliniyor. Kadınların kamusal alanda başörtüsü takma zorunluluğu, evlilik ve boşanma hukukundaki eşitsizlikler, iş ve eğitim alanlarında karşılaştıkları engeller, İranlı kadınların temel haklarını ciddi şekilde sınırlıyor. Kadınlar, giyim kuşamdan sosyal hayata kadar birçok alanda devletin baskıcı politikalarının etkisi altında yaşıyor.

    Bu durum, İran’daki kadınların ve gençlerin seslerini daha yüksek çıkarmalarına neden oluyor. Sosyal medyada başlatılan kampanyalar ve sokak protestoları, rejimin kadınlara yönelik baskıcı tutumuna karşı çıkıyor. Ancak bu cesur adımlar, hükümetin daha da sertleşen tepkilerine yol açıyor ve birçok kadın, ifade özgürlüğü için mücadele ederken tutuklanıyor veya cezalandırılıyor.

    İran’daki bu insan hakları ihlalleri, ülkenin uluslararası imajını zedeliyor ve bölgesel istikrarı tehdit ediyor. Uluslararası toplum ve insan hakları örgütleri, İran hükümetini bu uygulamaları durdurmaya ve insan haklarına saygı göstermeye çağırıyor. İran halkının, özellikle kadınların ve gençlerin, temel hak ve özgürlüklerini elde etme mücadelesi, tüm dünyanın dikkatini çekmeye devam ediyor.

    Bu bağlamda, İran’ın iç politikasındaki gelişmeler, sadece İran halkının geleceğini değil, aynı zamanda bölgesel ve uluslararası ilişkileri de etkileyecek önemli bir dönemeç noktasında bulunuyor. İran hükümetinin, uluslararası baskılara rağmen, insan haklarına yönelik tutumunda bir değişiklik yapmaması, gelecekte daha büyük iç ve dış sorunlara yol açabilir.

    Reisinin en son açıklamasında belirttiği “Bazıları bizim bir araya gelmemizi hoş karşılamıyor” sözünün aksine, “Tüm dünya sizin halkınıza zulmetmenize hoş bakmıyor” olarak anlayabilseydi, ve birazcık vicdan sahibi olsaydı… belki o zaman … kendi halkı yas ilan edebilirdi, ancak İranlılar için bu gün bir bayram.

    Mehmet Uygar KELEŞ

    Devamını Oku

    Yaşasın Tam Bağımsız ve Çağdaş Türkiye!

    Yaşasın Tam Bağımsız ve Çağdaş Türkiye!
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Bugün, kendi halkının önüne bile yüzlerce koruma ile çıkıp “Biz bu yola kefenimizi giydik de çıktık!” masalını okuyanlara, en güzel cevabı, şair Attila İlhan vermişti:

    “Karalar kuşanmış Karadeniz akmam diyor,
    Dokunmayın ağlamaktan bıkmam diyor,
    Bu gece kıyamet gecesi bu vapur, Bandırma vapuru,
    Yattığı yer nur olsun Mustafa Kemal,
    Ben ölümden korkmam diyor.”

    Evet! O, “Geldikleri gibi giderler!” diyecek kadar kendinden ve milletinden emindi. O, “Hattı müdafaa yoktur sathı müdafaa vardır, o satıh bütün vatandır!” diyecek kadar kararlıydı. Ve en önemlisi, “YA İSTİKLAL YA ÖLÜM!” diyecek kadar cesurdu.

    16 Mayıs’ta İstanbul’dan çıkan geminin rotası sadece Samsun değildi. Asıl rotamız, tam bağımsız Türkiye’ydi. 19 Mayıs’ta Atatürk’ün bedeninde tüm milletin yüreği çıkmıştı bu hedefle Samsun’a. 30 Ağustos’ta zaferi tattık, tek bir dil gibi. 9 Eylül’de özgürlüğü soluduk, tek bir ciğer gibi tüm millet. Ve 29 Ekim’de Cumhuriyeti kurduk; çağdaşlığa, aydınlığa, bilime ve demokrasiye doğru rotamızı Bandırma gemisinin yolcuları olarak çizdik.

    68’e geldiğimizde, dünya genelinde yayılan savaş karşıtlığı ve özgürlük fikrinden etkilenen gençler, Türkiye’de de gençlik hareketlerini hızlandırdı. “Tam bağımsız gerçekten demokratik Türkiye” sloganıyla Amerikan 6. Filo’sunun Türkiye ziyaretine karşı protesto gösterileri düzenledi. Ankara’da yapılan mitingde bu slogan on binler tarafından tekrarlandı.Bu gençler, Avrupa’daki olaylardan farklı olarak kendilerine tarihi bir miras seçti: “Türk Kurtuluş Savaşı ve Atatürk.” Bu nedenle gençlik eylemlerinin talepleri ve sloganları oldukça farklıydı. Onlar, tam bağımsız bir Türkiye için mücadele ediyor, Atatürk’ün mirasını sahipleniyor ve bu idealleriyle yola çıkıyordu.Bu dönem, gençlerin cesareti ve kararlılığıyla dolu bir zaman dilimiydi. Onlar, “Gerçekçi ol, imkânsızı iste!”, “Patron sana muhtaç, sen ona değil.”, “Yasaklamak yasaktır.”, “İnsanlığın özgürleşmesi ya toptan olacak ya da olmayacak.”, “Devrim inanılmaz bir şeydir çünkü gerçektir!” gibi…

    O günlerden bu yana, nice zorluklar, nice mücadeleler gördü bu topraklar. Ancak hiçbir zaman umutsuzluğa kapılmadık. Çünkü biliyorduk ki, Atatürk’ün dediği gibi, “Milletin bağımsızlığını yine milletin azim ve kararı kurtaracaktır.” Bu inançla, her nesil, bir önceki neslin bıraktığı mirası daha da ileriye taşıdı, taşıyor ve taşıyacak.

    Bugün de aynı ruhla, aynı inançla ve aynı kararlılıkla yolumuza devam ediyoruz. Bizler, cumhuriyetin ve demokrasinin yılmaz bekçileri olarak, her zaman ve her koşulda, bağımsızlığımızı, özgürlüğümüzü ve çağdaş değerlerimizi savunmaya devam edeceğiz. Çünkü biliyoruz ki, bu topraklar üzerinde yaşayan her bir bireyin ortak sorumluluğudur bu.

    Bugün, 19 Mayıs Atatürk’ü Anma, Gençlik ve Spor Bayramı’nı kutlarken, her birimiz Bandırma Vapuru’nun yolcuları gibi hissediyoruz. Bu yolculuk, yalnızca bir milletin özgürlüğe atılan adımı değil, aynı zamanda geleceğe doğru umutla, inançla ve cesaretle yürüyen bir milletin öyküsüdür. Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün önderliğinde, bu millet, bağımsızlık mücadelesini sadece savaş meydanlarında değil, zihinlerde ve kalplerde de kazanmıştır.

    Bundan 105 yıl önce, Samsun’a doğru yola çıkan gemi, sadece bir varış noktasına değil, bir milletin kaderine doğru yol alıyordu. Bu yolculuk, hürriyetin, eşitliğin ve adaletin doğduğu bir milletin yeniden dirilişiydi. İşte bu yüzden bizler, Bandırma Vapuru’nun yolcuları olarak, her zaman bu büyük hedefin izinde yürümeye kararlıyız.

    19 Mayıs, sadece bir tarih değil, bir milletin yeniden doğuşunun simgesidir. Bu gün, gençlerimize armağan edilen bir bayram olarak, geleceğe umutla bakmamızı sağlayan bir gün. Atatürk’ün gençliğe olan inancının ve güveninin bir göstergesi olarak, bizler de gençlerimize aynı inanç ve güvenle bakıyor, onların geleceğin teminatı olduğunu biliyoruz.

    Bu vesileyle, Gazi Mustafa Kemal Atatürk başta olmak üzere, Kurtuluş Savaşı’nın tüm kahramanlarını, Bandırma Vapuru’nun cesur yolcularını, aziz şehitlerimizi ve gazilerimizi rahmet ve minnetle anıyoruz. Onların bize emanet ettiği bu kutsal vatanı, en ileri medeniyetler seviyesine çıkarma azmimizi bir kez daha yineliyoruz.

    Evet, bizler Bandırma Vapuru’nun yolcularıyız. Rotamız belli, hedefimiz net: Demokratik, laik bir hukuk devleti olan Çağdaş Türkiye Cumhuriyeti. Bu büyük yolculuğun bilincinde olarak, Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün izinde, cumhuriyetimizin değerlerine sımsıkı sarılarak, onun gösterdiği muasır medeniyetler seviyesine ulaşma idealinden asla vazgeçmeyeceğiz.

    İşte bu inançla, 19 Mayıs Atatürk’ü Anma, Gençlik ve Spor Bayramı’nı coşkuyla kutluyor, her birimiz bu büyük yolculuğun birer neferi olmanın gururunu ve sorumluluğunu yüreğimizde taşıyoruz.

    Yaşasın Cumhuriyet! Yaşasın Atatürk! Yaşasın Tam Bağımsız ve Çağdaş Türkiye!

    Mehmet Uygar KELEŞ

    Devamını Oku

    Eğitimde Sosyal Distans: Öğretmenlerimizin Hikayesi

    Eğitimde Sosyal Distans: Öğretmenlerimizin Hikayesi
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Memleketin köyünden kasabasına, şehirlerine kadar, öğretmenlerin hikayesi hep aynı melodiyle çalınır: “Fedakarlık”. Evet, çocuklarımız için öyle ya da böyle, eğitimin kahramanları, yani öğretmenler, her daim sahnede. Ama bu sahne bazen dramatik, bazen trajikomik oluyor.

    “Ne için çalışıyorsun, edindiğin mal mülk yetmez mi, nedir bu gayretin?” diye kime sorsak, hep aynı cevabı alırız. “Çocuklarımıza iyi bir gelecek bırakmak, onların kimseye muhtaç kalmadan hayatlarını sürdürmesi için çabaladığımız” cevabını alırız. Çocuklarımız daha iyi okullarda okusunlar, daha iyi işlerde çalışsınlar, başlarını sokacakları bir evleri olsun, liste uzayıp gider. Onlar için çalışır, onlar içindir kavgalarımızın en büyüğü, onlar için yaşarız.

    Onlar için bu kadar hassas davranırken, onları şekillendiren, geleceklerini inşa eden öğretmenlerimiz ve onların hakları konusunda endişelerimiz neler, ve ne yapmaktayız acaba?

    Memleketim Yenişarbademli küçük bir ilçe olmuş olsa da bizim dilimizde plesenk olarak hep köy olarak anılmakta. Köyümüzde birini tanımak istiyorsan ilk önce “kimlerdensin” diye sorulur. Sonrasında ise “kim okuttu?” sorusu gelir. Birinin kimliğini tanımlamak için öğretmenin kim olduğu önemlidir.

    Talebesi olmaktan dolayı her zaman gurur ve övünç kaynağım olan ilk öğretmenim Ahmet Oğuz Yüksel’dir. Hem iyi bir öğretmen hem de iyi bir eğitimci olarak nam salmıştır. O mübarek ellerini en son annemin cenaze merasiminde teşrif ettiği gün öpme fırsatı buldum. O gün bana artık köye dönme vaktinin geldiğini, gençlerin köye dönüşü için bizim ön ayak olmamız gerektiğini ısrarla istedi. Geri döndüğümüzde köyde benim yapabileceğim hiçbir işin olmadığını belirtmeye çalışsam da, aslında o muhteşem insan hala eğitmenlik gömleği ile bana ders veriyordu. Bir köyü köy yapan ne oradaki dağlar, dereler, göller; ne de bağlar, bahçeler, tarlalardı. Köyü köy yapan oradaki nüfustu, orada yaşayan insanlardı. Köylerden yoğun göçün neticesi bu gün pek çok köy metruh hale gelmiş, içerisinde sadece yaşlı insanların yaşadığı viranelere dönmüş durumda. Bizim köyümüzün de aynı duruma düşmemesi için olanca gayretiyle bizi bu konuda uyarmaya çalışıyordu.

    Ahmet Oğuz gibi öğretmenler, hayat boyu eğitim gömleğini hiç çıkarmazlar. Emeklilik onları bu kimlikten sıyıramaz. Onlar, her daim öğretmendir. Köy, kasaba, şehir, her yerde köprüdürler. Ancak ne yazık ki, köprüler bazen yıpranır.

    Öğretmen açığımız istatistiklerde bir yana, gerçek hayatta daha da açık seçik gözüküyor. TÜİK verilerine göre 2023 yılında 138 bin öğretmen ihtiyacımız vardı. 2023 sonunda 23 bin öğretmenimiz emekli oldu. Şu an 20 bin öğretmen ataması yapılacağına göre TÜİK’in verilerini baz alarak ve nüfus artışını vs. göz ardı edip ilave öğretmen ihtiyacı yokmuş gibi düşünürsek; öğretmen açığımız 138 binden 141 bine yükselmiş durumda. (20 bin öğretmen atamasını yandaş medyamız büyük bir lütuf gibi gösterdiğine lütfen aldanmayın). TÜİK rakamları, bir gerçeği daha yüzümüze vuruyor: Öğretmenlerimizin arasına her yıl yeni yüzler katılsa da, eksiklikler asla tamamlanmıyor. Üstelik 20 bin öğretmen atamasında %50 sınav notu %50 mülakat notu baz alınarak yapılacağını da görünce, ne diyeceğimi bilemiyorum.

    Ataması yapılan öğretmenlerin kıyameti kopuyor; mülakatlar, sınavlar, bir de üstüne ekonomik sıkıntılar. Kimi öğretmen, özel okullarda neredeyse askeri ücretin yarısına çalışıyor. Kimi ise eğitim sektörünün dışına itilip, farklı işlerde hayat mücadelesi veriyor.

    Ve ne yazık ki, bu dramın perdesi bazen kana bulanıyor. Öğrencilerinin şiddetiyle yaralanıyorlar, hatta öldürülüyorlar. Aileler, öğretmenlere saldırıyor, okullar zorbalığın ve şiddetin mekanı haline geliyor. Sosyal medya, bir zamanlar alay edilen öğretmenlere karşı yapılan zorbalığı popüler hale getiriyor.

    Bu gün haklı bir eylem yaptılar. Bence geç kalınmış bir eylem. Kendilerini yürekten destekliyorum.

    Öğretmenlerimizin hikayesi, sadece fedakarlıkla dolu değil, aynı zamanda acı dolu. Onlar, geleceği inşa etmek için var güçleriyle çalışıyorlar. Ancak bu mücadele, sadece onların omuzlarına yüklenemez. Toplum olarak, eğitime ve öğretmene gereken değeri vermezsek, bu hikaye hep trajikomik bir çırpınış olarak kalır. Belki de artık zaman, gerçek değeri anlama ve gereken adımları atmaya gelmiştir.

    Sağlıcakla kalın…

    Mehmet Uygar KELEŞ

    Devamını Oku

    PRE-ARAP MODELİ

    PRE-ARAP MODELİ
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Millî Eğitim Bakanlığı, “Türkiye Yüzyılı Maarif Modelini” açıkladı. AKP’nin iktidara geldiği günden bugüne kadar geçen 22 yıl içinde sekizinci Milli Eğitim Bakanı görevdeyken, bu açıklamanın içeriğini hepimiz merak ettik.

    Öncelikle başlıktaki “Maarif Modeli” sözcükleri oldukça dikkat çekici ve üzerinde düşünülmesi gereken bir konu. Çünkü Türk Dil Kurumu sözlüğünde “maarif” dilimize Arapçadan geçtiğini ve “isim, eskimiş öğretim ve eğitim sistemi” olarak açıklandığını görürüz. Artık dilimizde pek kullanılmayan ve bu nedenle eskimiş olarak nitelendirilen bir tanımla tasvir etmek, aslında yeni eğitim-öğretim modelinin ne kadar çağ dışı ve eskimiş olduğunun ilk habercisi…


    Dağda özgürce yaşayan bir inek, bir beygir, bir eşek, insanların arasına karışarak ne yaptıklarını öğrenmeye ve beş yıl sonra buluşmaya karar verirler. Her biri farklı yönlere doğru yola çıkar.
    Beş yıl sonra buluşma yerine ilk olarak inek ile beygir gelir. İkisi de perişan bir halde, zayıflamış, dişleri dökülmüş, kamburları çıkmış, adeta çökmüşlerdir.
    Beygir sorar: “Nedir bu halin inek?”
    İnek iç çekerek anlatır: “Bu insanlar merhametsiz. Beni durmadan birbirlerine sattılar. Alan sütümü sağdı. Bir inek daha varmış, onu yanıma koyup çifte koştular, aç bıraktılar. Canımı zor kurtardım be kardeş…”
    Sonra beygir anlatır: “Benim de ağzıma bir demir parçası geçirdiler, ağzımı açamadım. Üzerime bindiler. O indi öbürü bindi, o indi öbürü bindi… Binmedikleri zamanlar zincire vurdular… Belim çöküp de onları taşıyamaz bir hale geldiğimde arkama kocaman bir araba bağladılar, bu sefer birçoğunu birden taşımaya başladım. Ben onları taşıdıkça kırbaçladılar. Canımı zor kurtardım inek kardeş…”
    Ve uzaktan eşek gözükür.
    Eşek; ıslık çala çala, taşlara tekme ata ata gelir. Mutludur. Şişmanlamıştır, tüyleri parlak, gözlerinin içi gülerek, üzerinde lacivert takımlarla gelir…
    İnek ile beygir, “Nedir bu halin, neler oldu” diye merakla sorarlar, eşek anlatır: “Bir memlekete vardım, birisi bağırdıkça insanlar onu alkışlıyordu. Ben de yüksekçe bir yere çıkıp bağırdım. Benim bağırmamı bilirsiniz, duyan benim yanıma koştu, duyan koştu. Onlar geldikçe ben daha çok bağırdım…” “Sonra?..” “Sonra beni başkan seçtiler…” “Yani sen başkan mı oldun?..” “Evet… Bir şey yapmama gerek kalmıyordu, ben bağırdıkça onlar ‘Memleket seninle gurur duyuyor’ diye alkışladılar. Yiyecek birçok şey vardı. Ben ise yedim ve bağırdım, yedim ve bağırdım…”
    “Pekiii… Senin eşek olduğunu anlamadılar mı?…”
    Eşek yanıtlar: “Valla yarısı anladı ama diğer yarısına anlatamadılar…”


    Yıllardır eğitim ve öğretim sisteminde yaptıkları “reformlar” yüzünden eğitim sistemimizin ne hale geldiğini anlatamadık.
    Türk üniversitelerinin kalitesizliğini ve uluslararası sıralamalarda kaçıncı sıralara düştüğünü yıllardır hep dile getirmeye çalıştık.
    İmam hatip liselerinin sayısının Anadolu ve fen liselerinin toplam sayısının ne kadar üzerinde olduğunu bunun gelecek kuşaklarımıza etkilerini açıklamaya çalıştık. Olmadı…
    Bu gün ekonomik krizin ve yüksek enflasyonun etkilerini acı bir şekilde yaşadığı için halkımızın verdiği tepkiyi muhalefet kendi başarılarıymış gibi görüp, seçim kazandıklarını sanmaları aslında cehaletlerinin bir belirtisi. Anlayamadık.
    Bu iktidarın ülkemize verdiği en büyük zararı ekonomi alanında yaptığı yanlışlarda aradık. Oysa asıl darbeyi eğitim ve öğretim sistemlerinde yaptıkları reformlarla yaptıklarını göremedik. Olmadı. Başaramadık. Anlatamadık %50’lik diğer yarımıza…

    Birazcık gözümüzü açmayı başarabilsek Türk Eğitim Sistemimizin aslında “Pre-Arap” eğitim sistemine evrildiğini farkederdik.
    İmam-hatip dışındaki okullarda 5-12. sınıflara Kur’an-ı Kerim dersi eklenmesi, eğitimi dini temellere dayandırma çabasının bir örneği olarak görülebilir. Bu okullarda Temel Dini Bilgiler, Peygamberin Hayatı, Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi gibi dersler de programa dahil edilmiş. Eğitimin kalitesi ve günün şartlarına uygunluğu, uzun süredir devam eden bir sorun.
    AKP iktidarı döneminde, Milli Eğitim Bakanlarının çoğu, imam-hatip okullarının yaygınlaştırılmasına odaklanmıştır. Bugün Türkiye’de fen liselerine ayrılan bütçe her geçen yıl azalırken, imam-hatip liselerine ayrılan bütçe artıyor.
    Müfredat da siyasi ideolojiye uygun olarak değiştirilmiştir. Örneğin, 11. sınıflarda okutulan “Hazreti Muhammed’in Hayatı” kitabında, kadının örtünmesinin farz kılınmasının, kadının şeref ve itibarını artırdığı ifade edilmektedir. Bu, kadının değerinin sadece örtünmesine bağlandığı bir anlayışı yansıtmaktadır.
    Bakanın önceki açıklamalarından anladığımız kadarıyla, ezbercilikten kaçınılarak öğrencilere düşünme, sorgulama, yeni bilgiyi kullanma ve derinlemesine düşünme gibi yetenekler kazandırılması hedefleniyor. Ancak, mevcut lisans ve üniversite sınavlarının değişmemiş olması, bu hedefe nasıl ulaşılacağı konusunda soru işaretleri doğuruyor.

    Türkiye’de bu konular hakkında konuşmanın tabu olduğu bilinir, ancak gerçek şu ki Türkiye’nin geleceği, bu derslerde verilen eğitimle belirlenecek. Sanayi devrimini kaçıran Türkiye’nin, şimdi yapay zeka çağına nasıl uyum sağlayacağı asıl düşünmemiz gereken konudur.

    Sağlıcakla kalın…

    Mehmet Uygar KELEŞ

    Devamını Oku

    Dilde, Fikirde, İşte Birlik

    Dilde, Fikirde, İşte Birlik
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Türk dünyasının önemli düşünürlerinden biri olan İsmail Gaspıralı’nın, Kırım’da 22 Nisan 1883’te Çarlık Rusya’sından gerekli izinleri alarak 141 yıl önce kurduğu Tercümân-ı Ahvâl-i Zaman, o dönemdeki Türk toplumları için bir çağrı ve umut kaynağıydı. Gaspıralı’nın rehberliği, “dilde, fikirde, işte birlik” ilkesi etrafında şekillenmişti ve bu ilke, Türk toplumlarının modernleşme sürecine katkıda bulunmak için güçlü bir yol gösterici olmuştur.

    Gaspıralı, Kırım’da doğup Rusya ve Fransa’da eğitim gördü. Avrupa medeniyetini yakından tanıyan biri olarak, Türk toplumlarının içinde bulunduğu zorlukları gözlemledi ve çözüm arayışına girdi. Onun bakış açısı, Avrupa ve İslam medeniyetlerini karşılaştırarak, kendi toplumunun ihtiyaçlarına uygun çözümler üretmeyi amaçladı.

    Gaspıralı’nın öncülük ettiği Usul-i Cedid hareketi, Türk milli bilincinin gelişimine büyük katkı sağladı. Eğitim ve kültür alanlarında geri kalmışlığın sebeplerini sorguladı ve çağın gereksinimlerine uygun çözümler üretmeye çalıştı. Devamında kız çocuklarının eğitimi ile ilgili yaptığı çalışmalar devrim niteliğindeydi. Ancak, günümüzde bile Türk dünyasının eğitim sistemi ve kültürel yapısı, hala bazı temel sorunlarla karşı karşıya.

    Dilde birlik ilkesi, Gaspıralı’nın Türk toplumlarını bir araya getirme amacını yansıtıyordu. Ortak bir yazı dili kullanarak iletişimi kolaylaştırmayı hedeflerken, günümüzde dildeki bozulmalar ve ayrışmalar bu ilkeyi zorluyor. Teknoloji ve küreselleşmenin etkisiyle, diller arasındaki etkileşim artarken, bu durum bazen dillerin özgünlüğünü kaybetmesine yol açıyor.

    İsmail Gaspıralı’nın mirası, hala Türk dünyasının çeşitli alanlarında hissediliyor. Ancak, onun ideallerine ulaşmak için daha fazla çaba sarf etmek gerekiyor. Eğitimde yenilik, dilde birlik gibi konularda ilerleme kaydedilmesi, Gaspıralı’nın yol göstericiliğini gerçeğe dönüştürmek için önemli adımlar olacaktır. Onun fikirlerini, mirasını devralan ve aramızdan 9 yıl önce ayrılan Oktay Sinanoğlu aynı yoldan ilerlemiştir. Sinanoğlu da tıpkı Gaspıralı gibi dilde birlik ilkesini savunmuş, yazdığı kitaplarda Türkçenin üstünlüğünü vurgulamış bilim dilinde dahi Türkçe kullanılmasını savunmuştur.

    Hal böyle iken; şairlerimiz, yazarlarımız ve aydınlarımızın kullandığı dile baktığımızda bu mirasın yeterince anlaşılmadığını, dilimize sahip çıkılmadığını, özellikle Arapça, Farsça ve daha çok batı kökenli dillerin etkisinde kalındığı ortadadır. Etki ve baskı altındaki dil kullanılarak ortaya çıkan eserler daha güzel olduğu algısı hakimdir. Aydınlar kendi dillerini savunmadıkça, kullanmadıkça gençlerimiz de artık işyerlerinde ve ortak yaşam alanlarında birbirleriyle bambaşka bir dil türetmekte, konuşmaktadır. Oysa ne demişti Gaspıralı: “İnsanları tefrik eden (ayıran) üç şey vardır. Biri mesafe, biri din başkalığı ve biri de dilsizliktir. Dinimiz hep bir ise de mesafe ile dilsizlik bizleri tefrik ediyor. Medeniyet eserlerinden olan vapurlar, demiryolları ve telgraflar, sene be sene mesafelere galebe ettikleri dahi görülüp ayrılığımızın sebebi, ancak ‘dilsizlik’ yani ‘edebî dilimizin olmadığı’ baş sebep olarak gün gibi ortaya çıktı.”

    Ulusal Egemenliğimizi kutladığımız Çocuk Bayramımızda Türk dünyası, İsmail Gaspıralı’nın “dilde, fikirde, işte birlik” ilkesini daha çok özümsemeli ve hayatının her alanına yaymalıdır. Başta ulu önderimiz Mustafa Kemal Atatürk başta olmak üzere Türk Ulusunun egemenliği için emek sarf etmiş herkesi saygıyla anıyor, bayramınızı kutluyorum. Tercümân-ı Ahvâl-i Zaman gazetesinin 141’inci yıl dönümünde bu mirasa sahip çıkmanın onurunu ve gururunu yaşıyorum.

    Sağlıcakla kalın…

    Mehmet Uygar KELEŞ

    Devamını Oku

    Savaşın Gölgesinde

    Savaşın Gölgesinde
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    İsrail ile Filistin arasındaki uzun süreli gerilim, karmaşık tarihi ve siyasi kökenlere sahip bir sorun olarak önemini korumaktadır. Bu iki toplum arasındaki çekişme, toprak haklarından güvenlik meselelerine, mülteci durumlarından Kudüs’ün geleceğine kadar pek çok zorlu konuyu kapsamaktadır. Yakın zamanda, İsrail’in Gazze’ye yönelik operasyonları ve Filistinlilerin direnişi, uluslararası camianın gözlerini bir kez daha bu bölgeye çevirmiştir.

    Ortadoğu’daki artan gerginlik, dünya siyasetindeki en hassas meselelerden biri olmaya devam etmektedir. İsrail-Filistin çatışması, özellikle İran’ın bölgeye müdahalesiyle yeni bir aşamaya geçmiştir. İran’ın İsrail’e insansız hava araçlarıyla saldırı düzenleyeceği yönündeki açıklamalar, bölgedeki gerilimi daha da tırmandırmıştır. Ürdün’ün ve Irak’ın hava sahasını kapatma kararı ise, olası bir çatışmanın habercisi olarak görülebilir.

    İran’ın bölgeye müdahalesi, özellikle Hamas’ın İsrail’e karşı eylemlerinde önemli bir etken olmuştur. Uzun süredir Hamas’a destek veren İran, silah ve finansal yardım sağlayarak bu grubun gücünü artırmıştır. Bu durum, bölgesel güç dengelerini değiştirebilecek ve geniş çaplı bir çatışmanın başlamasına yol açabilecek bir gelişmedir.

    Dünya medyası, İsrail-Filistin arasındaki gerginliğin yanı sıra İran’ın bölgedeki etkisini de dikkatle izlemektedir. İsrail’in son on yılda izlediği politikaların başarısız olduğu ve Hamas’ın artan saldırılarıyla bu durumun daha da belirginleştiği söylenmektedir. İran’ın Filistin konusundaki müdahalesi, bölgedeki diğer ülkelerin tepkisini çekmiş ve uluslararası toplumun endişelerini artırmıştır.

    İran’ın İsrail’e yönelik saldırı tehditleri, bölgede yeni bir savaşın başlamasına neden olabilir. İsrail’in güvenlik önlemleri ve karşı saldırı yetenekleri göz önünde bulundurulduğunda, İran’ın bu adımı doğrudan bir askeri çatışmaya yol açabilir. İsrail’in Suriye’deki İran büyükelçiliğine düzenlediği saldırının ardından İran’ın misilleme yapacağı yönündeki iddialar, bu olasılığı güçlendiriyor.

    Ürdün’ün ve Irak’ın hava sahasını kapatma kararı, bölge ülkelerinin artan güvenlik endişelerini yansıtıyor. Bu karar, bölgedeki tehlikelerin ve güvenlik risklerinin ciddi bir değerlendirmesinin sonucu olarak alınmıştır. Stratejik bir konuma sahip olan Ürdün’ün böyle bir adım atması, bölgesel bir çatışmanın eşiğinde olabileceğimizin bir göstergesi olarak yorumlanabilir. ABD’nin İsrail’e olan “sarsılmaz” desteği, Rusya ve diğer ülkelerin seyahat uyarıları, ve Birleşmiş Milletler’in sessiz kalması, bölgedeki karmaşık dengeleri ve uluslararası politikaları açığa çıkarmaktadır.

    İsrail-Filistin gerginliği ve İran’ın müdahalesinin olası sonuçlarını düşündüğümüzde, birkaç senaryo öne çıkmaktadır. İran’ın desteğiyle Hamas’ın güçlenmesi, İsrail’in daha agresif bir tutum sergilemesine yol açabilir ve bölgede daha fazla şiddet ve istikrarsızlığa neden olabilir. İran’ın müdahalesi, Arap ülkeleri ve Batılı güçler arasında yeni ittifakların oluşmasına sebep olabilir ve bu ittifaklar, İran’ın bölgedeki etkisini sınırlamak için birleşebilir. Ayrıca, İran’ın müdahalesi, bölgedeki diğer aktörlerin de benzer şekilde müdahale etmesine yol açarak, bölgesel bir savaşa dönüşebilir.

    Ancak burada gözden kaçırılmaması gereken İran’ın böylesi bir savaşı tetikleyecek imkan ve isteğinin olup olmadığıdır. İran öyle sanıldığı gibi güllük gülistanlık bir ülke değil. En başta yıllardır süren ambargolar nedeniyle ekonomisinin çok kötü olduğu unutulmamalıdır. Dışarıdan yatırımcı gelmemekte, ürettiklerini dışarıya satamamaktadır. Mevcut parası olanlar da birikimlerini zaten Kanada, Türkiye gibi batı ülkelerinde tutmakta, olanlar ise gerilimle beraber dışarıya çıkarmaya çabalamaktadır. Ez cümle; İran ekonomisi savaşı kaldıramaz.

    Velev ki savaşa tutuştu diyelim. Tüm savaşlar halk desteği olmadan yapılamaz, başarıya ulaşamaz. İran halkı Irak Savaşı’nın acılarını, etkilerini unutmuş değiller. Böylesi bir savaşı desteklememekteler. Bırakın savaşı meşrulaştırmayı, ülkelerinin dış politikalarını dahi tasvip etmeyenler çoğunluktadır. Son seçimlerde katılımın oldukça düşük oluşu bunun en bariz göstergesidir. Sözün özü İran devleti halkının desteğini alıp savaşa giremez.

    İran’ın savaşa girmek istememesini destekleyen örnekler çoğaltılabilir. Peki İran ne yapmak istiyor o halde.  Hani bir oyun vardır; “chicken game” veya “tavuk oyunu” denir. İki sürücü karşılıklı olarak birbirlerine doğru hızla gelir ve son anda direksiyonu kim kırarsa oyunu kaybeder. Bu oyun, risk almayı ve karşı tarafın ne zaman pes edeceğini tahmin etmeyi içerir. işte İran’ın yapmayı düşündüğü şey bence bundan ibarettir. Nasılsa ABD ve AB olası bir savaşı önlemek için araya girebilir, Türkiye, Rusya gibi dengeleyici ülkeler ara buluculuk yapar… O zamana kadar şehit edilen istihbarat elemanlarının intikamını alırım, üstelik bölgede etkinliğim de devam eder, düşüncesindedir.

    Aksi durumda İsrail ve Filistin arasındaki gerilim, İran’ın müdahalesi bölgede bir savaşın başlaması için zemin hazırlayabilir. Ancak bu, sadece askeri bir çatışma değil, aynı zamanda uluslararası ilişkilerde derin yankılar uyandıracak bir kriz olabilir. Dünya güçlerinin tepkileri, bölge ülkelerinin stratejileri ve halkların talepleri, bu krizin seyrini belirleyecek ana faktörler olacaktır. Bölge halklarının barış ve istikrar arzusu göz ardı edilmemeli ve bu durum, tüm tarafların dikkate alması gereken bir öncelik olmalıdır.

    Devamını Oku

    Sağım Solum Sobe

    Sağım Solum Sobe
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Mahalli seçimlerin ardından özellikle balkon konuşmasında, herkesin merakla beklediği konu seçim sonuçlarının nasıl değerlendirileceği ve kabullenilip kabullenilmeyeceğiydi. Cumhurbaşkanımızın seçim sonuçlarını ve halkın verdiği kararı büyük bir olgunlukla karşılaması, herkesin takdirini topladı. Yandaş gazetecilerin “diktatör” imalarına karşı kalemleriyle savaşa tutuşması ise dikkat çekiciydi. Ben sabırla beklemeyi tercih ettim ve seçimlerden bir hafta sonra doğru bir değerlendirme yapmanın daha uygun olacağını düşündüm.

    Türkiye’deki demokrasi anlayışı, tarihsel bir süreç içerisinde çeşitli evrelerden geçmiştir. Osmanlı İmparatorluğu’ndan başlayarak Cumhuriyet’in kuruluşu ve sonrasında da devam etmiştir. Demokratikleşme çabaları, 1808’de Sened-i İttifak ile başlamış ve 1876’da Kanun-i Esasi ile devam etmiştir.İkinci Dünya Savaşı sonrası, Türkiye’de çok partili sisteme geçiş yapılmış ve 1950’deki seçimlerle iktidar değişimi demokratik yollarla gerçekleşmiştir. Ancak bu süreçte zaman zaman askeri müdahaleler ve siyasi krizler yaşanmış, demokrasi anlayışı ve uygulaması zorluklarla karşılaşmıştır.

    Türkiye’de demokrasi, çoğunlukla çoğunlukların değil, azınlıkların haklarını da gözeten bir yapıya sahip olmalıdır. Demokratik haklar, siyasi, ekonomik, dini, kültürel ve etnik farklılıkların eşit olarak tanındığı ve korunduğu bir sistem içerisinde işlemelidir. Her ne kadar Türkiye’de çok sesli bir demokrasi ateşi yakılmış olsa da, siyasi tarih boyunca yaşanan güç mücadeleleri ve ideolojik çatışmalar, demokrasinin tam anlamıyla yerleşmesine engel olmuştur. İktidarın en katı olduğu dönemlerde bile iktidar olabilir, ancak muhalefet sadece demokrasilerde mümkündür. Bu felsefeyle hareket edildiğinde, muhalefetin sesi ne kadar gür çıkarsa, demokrasi o kadar sağlam olur. Felsefe demişken:

    Felsefeye ilgi duymaya başlayan Temel, Konfüçyanizm eğitimi veren dergaha katılmış. İlk derste, Konfüçyüs’ün ünlü “Kendine yapılmasını istemediğin bir şeyi başkasına yapma!” sözünü duyan Temel’in gözleri fal taşı gibi açılmış. Hemen ayağa fırlayıp pişmanlık içinde bağırmış: “Ne yani, şimdi ben Fadime’yi mutlu edemeyecek miyim?” Dergahın başı da oturduğu yerden yanındakinin kulağına fısıldamış: “Şu Temel’i hemen dışarı atın! Yoksa o, bizim 2500 yıllık felsefemizin temeline zarar verecek.”

    Şimdi size soruyorum: Türkiye’de demokrasi var mı ve işliyor mu? Fikirlerine, düşüncelerine saygı duyduğum, kalemi gerçekten kuvvetli birçok üstadıma, hocama yazılarını yayınlama teklifinde bulunduğumda çoğunluğundan şu yanıtı aldım: “Başımız derde girmesin.” Kaleminin gölgesine korkudan sinmeyen, bildiklerini ve düşüncelerini özgürce dile getirebilen kaç tane gazeteci kaldı acaba? Muhalefetin dahi sindirildiği, susturulduğu bir ortamda yaşıyoruz. Dokunulmazlığı olanlar dahi çeşitli şantajlar, baskılar veya zorbalıklarla susturulmuyor mu? Birkaç tane TİP’li vardı, onlar bile kendi milletvekillerinin haklarını savunamadılar.

    İktidarın demokrasi anlayışı ve felsefesini bir kez daha bu seçimlerde gördük. Terör örgütünü övmekten ve kollamaktan hüküm giyen birinin seçim yapılacağı son güne kadar aday olabilmesi ne demektir? Adam seçimlere girdi, en yakın rakibinin toplam oyu kadar fark attı. Sonra oldu bitti ile aday olamayacağı söylendi ve ikinci olan aday seçimi kazandı. Bu halkın özgürce tercih etmesine ket vurmak değil de nedir? Olaylar sadece bununla sınırlı değil.

    Seçimi kaybeden eski belediye başkanlarının yaptığı usulsüzlükler de dikkat çekici. Yapılan iddialardan bazıları şunlar:
    Yozgat Bozokspor Futbolcularına Usulsüz Aktarım: Yaklaşık 18 milyon lira tutarında bir meblağın, belediyenin ödemesi gereken öncelikli borçları varken, usulsüz bir şekilde Yozgat Bozokspor futbolcularına aktarıldığı iddia ediliyor.
    Manisa’da Ödeme Girişimi: Manisa’da eski belediye başkanının, belediyeyi kaybettikten sonra 510 milyon lira ödeme yapmaya çalıştığı ancak yeni başkanın bunu engellediği belirtiliyor.
    Tuzla Belediyesi İhaleleri: Tuzla’nın yeni belediye başkanının, belediyeyi kaybettikten sonra mazbata boşluğunda 62 milyon lira tutarında ihaleyi kendi adresine teslim ettiği iddia ediliyor.
    Üsküdar Belediyesi Kupa İhalesi: Üsküdar Belediyesi’nin, son iş olarak kalmış olan 5 milyon liralık kupa ihalesini gerçekleştirdiği söyleniyor.
    Nevşehir Ürgüp Belediyesi Danışmanlık Hizmeti: Nevşehir Ürgüp Belediyesi’nde 1,5 milyon liralık bir danışmanlık hizmet sözleşmesinin, AKP MKYK üyesine verildiği iddia ediliyor.
    Sancaktepe Belediyesi Lüks Harcamalar: Sancaktepe Belediye Başkanı’nın, 6.000 metrekarelik başkanlık katında jakuzi ve sayısız dinlenme odası yaptırdığı, bu harcamaların belediye bütçesinden karşılandığı iddia ediliyor.
    Cizre’de Son Dakika Harcamaları: Cizre’de kayyumun, görevi bırakmadan önce son bir buçuk saat içinde 30 milyon lira tutarında bir harcamayı gerçekleştirdiği belirtiliyor.

    Bu sadece buz dağının görünen kısmı. Ülkenin dört bir yanında neler olduğunu kimse bilmiyor. Seçimin bir öz eleştirisini yapmak isteyen Sayın Cumhurbaşkanımızın, bu iddiaların merkezindeki isimleri ve diğer belediye başkanlarının yaptığı usulsüzlükleri inceletmesi gerekmektedir. Ülkenin dört bir yanı usulsüzlük ve yolsuzlukla karşılarken, yüzleri kızarmadan bu hukuksuzlukları yapan başkanlarla sonraki seçimlerde nasıl başarılı olacaklarını düşünmeliler. Belki de bu son seçimleri olacak ve ülkenin talan edilmesine göz yumacaklar.

    Devamını Oku

    CENNET GÖZLÜM

    CENNET GÖZLÜM
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Siyaset ve dinin birbirine dolanmasıyla, seçim atmosferi sanki biraz fazla “kutsal” bir hava aldı, değil mi? Anladık, seçim dönemleri her zaman biraz drama dolu olur, ancak son zamanlarda sanki oy pusulası yerine kurtuluş reçeteleri dağıtılıyor gibi hissediyor insan.

    Bir yanda politikacılar, halkın refahı için çırpınıp dururken, diğer yanda cemaat ve tarikat önderleri siyasi arenada şov yapıyor. Siyasetin kutsal kitaplarından alıntılar yapılırken, politik vaatlerin arasında “Tanrı’nın isteği bu!” cümleleri sıkça duyuluyor. Kimileri seçimlerde oy kullanırken vicdanını rahatlatıyor, kimileri de başka türlü bir rahatlatma peşinde sanki.

    Örneğin, İsmailağa cemaatinden aforoz edilen ve kamuoyunda “Cübbeli Ahmet Hoca” olarak bilinen Ahmet Mahmut Ünlü, yerel seçim öncesi bir video yayınlayarak, Cumhur İttifakı dışındaki partilere oy vermenin caiz olmadığını iddia etti. Buna göre, oy verenler mesul olacak, günahkar sayılacak, azaba gidecek. Kulağa hoş geliyor değil mi? Oy verme işi bir anda ciddi bir manevi sorumluluk haline geldi.

    Ülkemizde bu tür din bezirganlarını gördükçe aklıma Giordano Bruno gelir. Bu zat İtalyan filozof, rahip, gökbilimci ve okültist olarak tanınır. Aristotelesçi kapalı evren görüşüne karşı çıkarak, Kopernik’in heliosentrik tezini savunmuş ve evrenin sonsuz olduğunu iddia etmiştir. Bu görüşleri nedeniyle Katolik Kilisesi tarafından sapkın ilan edilmiş ve Roma’da diri diri yakılarak idam edilmiştir. Giordano Bruno’nun “Tanrı, iradesini hakim kılmak için yeryüzündeki iyi insanları kullanır; yeryüzündeki kötü insanlar ise kendi iradelerini hakim kılmak için Tanrı’yı kullanırlar.” şeklinde bir sözü bulunmaktadır. Gençler bilmez, eskiden “Olacak O Kadar” diye mizah programı vardı. Onun jenerik müziğinde söylediği gibi “tam yerine rast geldi, manzara koyduk”.

    Olacak o kadar diyemiyorum. Din bezirganları çığırttıkça, Orhan Gencebay’ın “cennet gözlüm” şarkısında söylediği gibi “Bıktım günah çekmekten” demeden edemiyor insan. Bu sefer sevabına mı oy versem?

    Bununla beraber, gelin görün ki, gerçek sorunlar bir yerlerde kaybolup gidiyor. Ekonomi, eğitim, sağlık… Evet, bu bir yerel seçim, ama halkın gündeminde bu temel konular mevcut. Ne yazık ki, bu temel konular manevi vaatlerin gölgesinde eziliyor. Oysa bizim, yeryüzündeki cenneti değil, yeryüzündeki hayatı iyileştirmeye ihtiyacımız var. İşte bu yüzden, siyasetin ve dinin ayrı tutulması gerektiğini bir kez daha hatırlatmakta fayda var. Ama tabii ki hatırlatmakla olmuyor, her seçimde yeniden hatırlatmak zorunda kalıyoruz.

    Siyasi liderlerimiz, sanki birer manevi rehbermiş gibi kürsülerde halka hitap ederken, dini motifleri kullanıyorlar. Bu, halkın dini duygularını istismar etmekten başka bir şey değil. Maneviyat, insanların en hassas noktasıdır ve bu, siyasi çıkarlar için kullanılmamalıdır. Dini inançlar kişisel bir tercih ve yaşam tarzıdır. Devlet yönetimi ve siyaset ise tüm vatandaşların haklarını ve refahını gözetmek zorundadır.

    Ancak ne yazık ki, siyaset ve din arasındaki bu sarmaşık ilişki, toplumda ayrımcılığa ve çatışmalara yol açabilir. Siyasi kararlar dini inançlara göre değil, bilimsel verilere ve hukuka göre alınmalıdır. Ama işte, dünyevi sorunlarla uğraşmak yerine cennet vaatlerine odaklanan siyasi liderlerimiz, sanki aramızdaki olaylar bir yana, kutsal bir misyonun peşindeler gibi.

    Sandığa giderken, dünyevi sorunlarımızı ve toplumun ihtiyaçlarını göz önünde bulundurmalıyız. Oy pusulası, ruhun değil, toplumun geleceğinin reçetesi olmalıdır. Bu seçim döneminde, lütfen unutmayalım: Cennet vaatleriyle dolu sandıklar, dünyevi sorunlarımızı çözemez.

    Mehmet Uygar KELEŞ

    Devamını Oku

    Emanetçi Siyasetçiler

    Emanetçi Siyasetçiler
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Belediye başkan adaylarının mal varlıklarını açıklaması, şeffaflık ve hesap verebilirlik açısından önemli bir adımdır. Adayların bu bilgileri kamuoyuyla paylaşması, seçmenlerin bilinçli bir tercih yapmalarına olanak tanır. Mal varlıkları, adayların ekonomik durumları ve potansiyel çıkar çatışmaları hakkında fikir verir.

    Şu aşırı zenginlerdeki para hırsı ile ağızlarındaki göstermelik tevazu arasındaki çelişki de hep hoşuma gitmiştir. “Mal sahibi mülk sahibi Hani bunun ilk sahibi Malda yalan, mülk de yalan Var biraz da sen oyalan” diyen diller, konu miras olunca “Ölüm hak, miras helal” demeye başlarlar.

    Dursun’un babası ölmüş. Kız kardeşinin kocası Temel’i çağırmış ve mirası taksim etmeye başlamışlar. Dursun; “Babamızın son aldığı Mercedes araba bana, motosiklet size.” demiş. Temel de; ”Öp beni Dursun.” diye karşılık vermiş. Dursun devam etmiş;
    -İş hanı pana, dükkân size
    -Öp beni Dursun!
    -Çay pahçeleri pana, taşlı tarla size.
    -Öp beni Dursun! Sonunda Dursun’un tepesi atmış;
    -Ula, ne demeye öp beni diyip duruyorsun?
    -Ne edeyim Uşağım” demiş Temel “Şapılırken öpülmek hoşuma gidiyor”

    İşte bu helali kullananlardan biri de AKP Ankara Belediye Başkan adayı Sayın Turgut Altıok. Adamın sahip olduğu arazinin metrekare sayısı, Ankara’nın seçmen sayısından fazla. Yoo! Abarttığını sanmayın. Ankara’daki seçmen sayısı 4 milyon 285 bin. Turgut Beyin sahip olduğu arsalardan sadece bir tanesi 5 milyon metrekare. Bunun dışında da yine miras yoluyla sahip olduğu; 21 arsası, 11 konutu, 2 binası, 1 benzin istasyonu, 25 tarlası, 67 dairesi ve 5 dükkanı varmış. Siz de zenginseniz Turgut Beyin malların listesini okurken sadece gözleriniz yorulur. Elbette buna Antalya’nın yarısını kapsayacak büyüklükte olan diğer emanetler görülmüyor.

    Ben bu zenginimizin mallarını yüksek sesle okudum, nedense çenem yoruldu. Artık, bu sonuçtan benim ekonomik durumumu da rahatça tahmin edebilirsiniz.

    Turgut Bey, mirastan bu payları alırken, diğer mirasçılar da Temel gibi; “Öp beni Turgut!” demişler midir, bilemiyoruz. Çünkü haberde diğer mirasçıların malvarlığıyla ilgili bir bilgi yok. Bir de banka hesaplarıyla ilgili hiçbir bilgi yok. Zenginlerin üzerlerinde para taşımadıklarını duymuştum da bankada paraları olmamasına ilk defa tanık oluyorum.

    Ama Allah var, Turgut Bey de mümin ve mütevazi biri. Bu dünyanın geçici olduğunu, aslolanın öbür dünya olduğunu biliyor. Kendisi; “Mal bizim değil Allah’ın. Biz emanetçiyiz!” buyurmuşlar.

    İstanbul Büyükşehir Belediye Başkan Adayı Murat Kurum ise servetini dövize yatırmış. Vatandaşına dövizi elinizde tutmayın, Türk Lirasına çevirin diyen bir kabinede bakan olarak görev yapan birinin servetini döviz olarak muhafaza etmesi gayet anlaşılabilir bir durum.

    En çok güvendiğim siyasetçilerden biri olan Mansur Yavaş’ın da mal varlığı gözlerimi yuvasından çıkardı. Beypazarı Basagaç Mh. 5.007 m² ARSA, Beypazarı Kurtuluş Mh. 50 m² Büro-Daire, Beypazarı Kurtuluş Mh. 50 m² Büro-Daire, Beypazarı Ayvaşık Mh. 600 m² Arsa, Ankara Çayyolu İncek 255 m² DAİRE (Mansur–Nursen Yavaş ortaklığında ve İnşaat halindedir). Beypazarı Beytepe Mh. 36 m² İşyeri (1/4) Esi’nin malvarlığı; Beypazarı Basagaç Mh. 8346 m² (3/8 hisse) bahçe, Beypazarı Basagaç Mh hisse Arsa, Muhtelif Mücevherat (Yaklaşık 15-20 bin TL), 2012 Model IX35 Hyundai Marka Araç…

    Gerçekten aklım almıyor… Bir siyasetçi bu kadar mal ve mülkü nasıl elde edebilir? Bir ara aklımdan gidip; “Biz de Allah’ın kuluyuz, şu emanetten payımızı alabilir miyiz?” demek geçmedi değil. Ama, mümin birinin “Emanete hıyanet olmaz!” sözünden dışarı çıkmayacağını tahmin ederek vazgeçtim. Siyasetin çivisinin çıktığını biliyordum fakat bu kadar rant kapısı olabileceğini tahmin edemezdim.

    Ve böylece, siyaset meydanında mal mülk defilesi devam ediyor. Turgut Bey’in arazileri, Murat Bey’in dövizleri ve Mansur Bey’in mücevheratı derken, vatandaşın cebindeki son kuruşa göz dikilmiş gibi. Ama unutmayalım ki, bu servetlerin hepsi birer ‘emanet’. Emanetin sahibi gelip kapıyı çaldığında, acaba kaçımız “Buyur, içeri gir” diyebilecek?

    Bir yandan da düşünmeden edemiyor insan, bu emanetlerin hakkını vermek için acaba kaç gece uykusuz kalınıyor? Yoksa rahat mı uyuyorlar, altın yastıklarında? Belki de bu soruların cevabı, siyasetin kıvrak dansında gizlidir. Kim bilir, belki de bir gün bu dansın adımlarını öğreniriz ve biz de ‘emanet’ dağıtım törenlerine katılırız.

    Ama şimdilik, biz garibanlar, sadece kenardan izlemekle yetiniyoruz. Belki de en iyisi, bu hikayeyi bir masal kitabına dönüştürmek. Sonuçta, masallar da genellikle ‘ve onlar mutlu mesut yaşadılar’ diye biter, değil mi? Ancak bizim masalımızda, ‘mutlu mesut’ olanlar sadece emanetçiler olacak gibi görünüyor.

    Türkiye Cumhuriyetinin getirildiği bu durumu görünce; “Varsın Onlar babasından kalan mirası emanetçi olarak korusun” dedim. Biz en büyük zenginliğimiz, Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün bizlere armağan ve emanet ettiği Cumhuriyetimizi koruyalım yeter.

    Mehmet Uygar KELEŞ

    Devamını Oku

    FAİLİ MEŞHUR

    FAİLİ MEŞHUR
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP), iktidara geldiği dönemde en çok muhalefet edenler bugün, Sayın Cumhurbaşkanımızın liderliğine sadece destek vermekle kalmayıp, onun aşkıyla kavrulmaktadır. Ancak, AKP’nin ilk yıllarında birlikte yol aldığı isimler, şimdi en ağır eleştirileri yapmaktadır; Abdullah Gül, Bülent Arınç, Ahmet Davutoğlu ve Ali Babacan gibi isimleri örnek verebiliriz.

    Eski Demokrat Parti başkanı Süleyman Soylu, miting alanlarında Recep Tayyip Erdoğan’ı çok ağır bir dille defalarca eleştirmişti. Ancak sonrasında durumlar değişti, aşkın büyüsüne kapıldı. Dağlarda ceylan gibi zıplarken bir anda petrol kuyusu bulduğunu iddia ettiğini de gördük, pandemi dönemi hafta sonu sokağa çıkma yasağını bir gün önceden ilan ederek, halkın panik yapmasına ve salgının yayılmasına sebep olduğunu da gördük. Bu eylemler, aklı selim ve sağlıklı bir vücuda sahip bir insanın yapacağı eylemler değil; aşkın bir tezahürü olabilir. Eski HAS Parti Başkanı Numan Kurtulmuş da farklı değil; onun da hafızalara kazınmış pek çok örneği bulunmaktadır.

    Meselemiz, Erdoğan’ın yola çıktıklarını yolda bulduklarına tercih etmesi değil. Erdoğan’a platonik bir aşk besleyen bir başka isim daha var: Ne AKP gömleği giyebiliyor ne de ondan ayrılabiliyor. Diğer yolda bulduklarına açık ara fark atıyor her defasında. Bu isim, elbette Devlet Bahçeli’den başkası değil. Bahçeli, Erdoğan için bulduğu en büyük hazine.

    Bahçeli-Erdoğan ilişkisinin pek çok örneği bulunmaktadır. Ancak en son ilan edilen aşk, dillere destan niteliğindeydi. Doğum gününde kırmızı güller gönderdiği yetmezmiş gibi; Bahçeli, Erdoğan’ın “Bu seçim benim için final” sözlerine, “Türk milletini yalnız bırakamazsınız. Ayrılamazsınız, bırakamazsınız. Türkiye Yüzyılı’na beraber yürüyeceğiz. Yeni yüzyılın kurtarıcısı olarak sizi görüyoruz!” diye karşılık verdi.

    Tarihin babası kabul edilen Heredot’un, “Bir kentin tarihini şairler ve müzisyenler yaratır. Tarihçiler onu kaleme alır ve kayda geçirirler,” dediği bilinir. Bugün yaşasaydı, “Bir ülkenin tarihini gazeteciler ve senaristler yaratır. Sayın Bahçeli de bunu kaleme alır ve kayda geçirir!” diye ekleyebilirdi.

    Senaryo, aslında çok önceden yazılmaya başlamıştı. Sayın Cumhurbaşkanımız, “Şahsımıza yönelik gibi gözüken ama aslında milletimize diz çöktürmeyi hedefleyenlere karşı ikinci bir Kurtuluş Savaşı veriyoruz,” demişti. Sabah Gazetesi yazarı Ersin Ramoğlu da bu mesajı alıp, “Erdoğan 7 düvelle savaşmıştır ve ikinci Kurtuluş Savaşı’ndan başarıyla çıkmıştır. O ikinci Atatürk’tür. O olmasaydı şimdi ne Türkiye ne de Türk Milleti vardı!” şeklinde yazmıştı. Yalakalık yarışı bir kere başlayınca nereye varacağı kestirilemez. Erdoğan’a Gazi unvanı verilmesini önerenler olduğu gibi, onun Allah’ın bütün vasıflarına sahip olduğunu iddia edenler de çıktı.

    Sayın Bahçeli’yi bu kişilerle asla bir tutmam. Çünkü Erdoğan’ın Devlet’i kurtaracağı konusundaki düşüncelerinde son derece samimi olduğunu düşünüyorum. Ancak tereddütüm, hangi devlet olduğu konusunda. Yani Sayın Bahçeli’nin kimlik kartında yazan “Devlet” mi, yoksa “Türkiye Cumhuriyeti Devleti” mi?

    Heredot gibi Tarihin Babası olmayı bırakın, ben tarihçi bile değilim. Tarihe dayalı senaryo yazılabilir ancak senaryoya dayalı tarih yazılamayacağını biliyorum. Ve bütün dünya tarihi şunu söylüyor: Bu vatanın tek bir kurtarıcısı, bu cumhuriyetin tek kurucusu vardır. “Faili meşhur”dur  ve o da Gazi Mustafa Kemal Atatürk’tür! Onun devrimlerinden, ilkelerinden, aydınlık yolundan ayrılmazsanız, başka bir kurtarıcıya ihtiyaç duymazsınız!

    Mehmet Uygar KELEŞ

    Devamını Oku

    Merhumu Nasıl Bilirdik?

    Merhumu Nasıl Bilirdik?
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Yerel seçimlere sayılı günler kaldı. Pek çok il ve ilçeyi gezerek oradaki seçim atmosferini soluma fırsatı buldum. Bundan önceki seçimlerden farklı olarak, özellikle ziyaret ettiğim yerlerde eskiden olduğu gibi seçim heyecanını ve coşkusunu pek bulamadım. Hatta bazı il ve ilçelerde ayıp olmasın diye birkaç bayrak asılmış durumda, hepsi bu. Aklıma ilk adayın çok güçlü olabileceği ve seçimin sadece formaliteden ibaret olabileceği geldi. Teyit etmek için vatandaşa sorduğumda verdiği cevap, tokat gibi yüzümde patladı: “Millet geçim derdine düşmüş, seçim derdini düşünecek hal mi var?”

    Çok doğruydu. Seçimleri seçmenler değil, seçilecekler ile basın dışında neredeyse kimse konuşmuyordu. Seçmenin derdi, ucuza nereden ekmek alırım, zaten kırmızı eti unuttuk, hangi markette tavuk eti indirime girmiş, sahura zaten kalkmıyoruz, iftarda acaba ne yiyerek bu günü geçirebiliriz? Oysa biz halk olarak seçimlerimizin sonucunu yaşamıyor muyuz? Bu pahalılığı, bu enflasyonu, bu hayatı biz seçmedik mi? Seçtik ama…

    Bundan önceki seçimlerden farksız olarak, yine sayın cumhurbaşkanımız ve bakanlarımız bu seçimlerde de belediye başkanı adaylarımız için işlerini güçlerini bırakıp, oy isteme mesaisine başlamışlardı. Bu seçimde de yine sayın cumhurbaşkanımız kendisinin son seçimi olduğunu ve çok önemli olduğunu söyledi. Bu seçimde de yine eğer bize oy vermezseniz, hizmetlerden adil bir şekilde yararlanamayacağımızı hatta hizmetlerin gelmeyeceğini belirtti. Tıpkı 2009 yılında 2011 seçimlerinin kendisinin son milletvekili seçimleri olduğunu söylediği gibi, 2012 yılında 2014’e kadar partisinin genel başkanlık görevini yürüteceğini, sonra görevi başkalarına devredeceğini açıkladığı gibi. Ve yine 2022 yılında 2023 seçimleri için “milletimizden kendi adımıza son defa istediğimiz destekten alacağımız güçle Türkiye Yüzyılının inşasını başlatıp, bu kutlu bayrağı gençliğimize teslim edeceğiz” dediği gibi…


    Fıkra bu ya! Kaderin cilvesine bakın ki, şerefli Recep Tayyip Erdoğan, ebediyete uğurlanmış (Allah gecinden versin). Kendisi için diktatörleri bile kıskandıracak bir anıt mezar yapılmış. Üzerindeki yazıya bakılsa, insan ırkının belki de son örneğiymiş gibi duran şu ifadeler yazıyormuş:

    “Burada yatan kişi:
    İyi bir insan,
    Adil bir insan,
    Haram lokma yememiş, yedirmemiş bir baba,
    Milletinin hizmetkarı,
    Bir başbakan,
    Bir cumhurbaşkanı,
    Bir Başkan,
    Ve tabii ki AK Parti’nin eşsiz lideri Recep Tayyip Erdoğan.”

    Tabii ki, bu muhteşem anıtı ziyarete giden masum küçük Temel, mezar taşını okuyunca irkilip babasına sormuş:

    “Bizim başkanımızı niye toplu mezara gömmüşler?”


    Allah tekrar gecinden versin. Böyle bir felaketi düşmanıma göstermesin. Şaka bir yana, gerçek olan şu ki, öldükten sonra mezar taşlarımızın üzerine yazılanlar değil, Amel Defteri’ne kaydedilenler önemlidir. Yani, günahlarla dolu bir ömür geçirenlerin son ana kadar “iyi adam” muamelesi görmesi pek mümkün değil.

    Bundan önceki seçimlerden farklı olarak, 31 Mart’taki yerel seçimler ramazan ayına denk geliyor. E ne var bunda, dediğinizi duyar gibiyim. Demeyin. Peygamber Efendimiz’in (S.A.V) “Oruçluyken kötü laf etmeyin, kavga etmeyin, bağırmayın” diye bir hatırlatması var. Şimdi Reis’in başına gelecekleri bir düşünsenize… İşler karışmaya başladı, değil mi?

    Sayın Erdoğan, eğer bu tavsiyeyi dikkate alırsa, kampanyasının çoğu boşa gider. Düşünsenize, iftardan hemen önce bir canlı yayına çıksa ve sorulan tüm sorulara “doğru” cevaplar verse… işte o zaman tam bir felaket senaryosu ortaya çıkar. Bence, Reis, Ramazan boyunca özel görüşmelerinde bile prompter kullanmalı ve yazılan metnin dışına asla çıkmamalı. Aksi takdirde, bu seçim onun son seçimi olur, hatta Amel Defteri’nin kara lekelerle dolması kaçınılmaz olur.

    Hele bir de Diyanet İşleri Başkanlığı Din İşleri Yüksek Kurulu Üyesi İdris Bozkurt’un, “İçki içenin yanı sıra, içki üreteni, taşıyanı, sunanı, parasını değerlendiren herkesi peygamberimiz lanetliyor” sözlerini hatırlarsak, işler iyice karışır. Özellikle “ürettirene” ve “parasını değerlendirene” vurgusu, Sayın Erdoğan’a doğrudan gönderme gibi duruyor. Ama ne yapsın İdris Bey, belki de o da bilmiyordur ki, bu ülkede Reis’in izni olmadan hava bile solunamaz, hele ki içki üretmek mi, hayal bile edilemez bir şey. Sayın Erdoğan oruçlu ağzıyla İdris Bey’e sert bir cevap verse, işte o zaman işler gerçekten karışır.

    Allah’tan alkollü içkiden tahsil edilen vergilerle emekli maaşlarının ödendiği bir ülkede yaşıyoruz. On bir ayın sultanı Mübarek Ramazan, Sayın Erdoğan’a ve tüm İslam aleminin başına hayırlar getirsin!


    Bu seçimlerin bir başka farkı Dilber’in dansı oldu elbette. Sayın Bahçeli’nin zamanlamasını çok manidar bulup eleştirmişti. Fakat “inci taneleri” dizisi, sadece seyircinin değil, ineklerin de favorisi olduğu ortaya çıktı. Erzincanlı bir besici, ineklerine Dilber’in şarkısını dinlettiğini söyleyerek süt verimini artırdığını belirtti. Benim bildiğim Bahçeli bu tür komplolara gelmez ve asla geri adım atmaz.


    Bu seçimlerin bir başka farkı ise bir belediye başkan adayının başka bir ildeki belediye başkan adayını aforoz edip, kendisine başka bir parti bulmasını söylemesi oldu. “Ağam bizle eğleniyor herhal” demeyin, bu da oldu. İstanbul Büyükşehir Belediye Başkan Adayı Ekrem İmamoğlu, Afyon Belediye başkan adayına çok kızıp kendisine başka bir parti bulmasını söyledi. Sayın İmamoğlu Rizeli olduğu için çok DEM’li çay içiyor, çarpıntı yapıyor sanırım.


    31 Mart’a kadar daha çok konuşacağımız veya yazacağımız çok şey olacaktır. Malum burası Türkiye. Ama konuşamayacağımız, yazamayacağımız bir şey varsa o da eşitlik, adalet ve özgürlüktür. Bunları yazamıyor, konuşamıyoruz. Örneğin astsubaylar tarihte ilk kez miting yaptılar. Eşitlik istediler, adalet istediler. Geçim kaygısı çekmeden özgürce yaşamak istediler. Biz onların bu taleplerini duymazdan gelmeye, görmemeye ve onların seslerine ortak olmamaya devam ettik. Olsun be.Olsun.. Vatan sağ olsun…

    Devamını Oku

    Doğum Sancısı

    Doğum Sancısı
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Bugün benim doğum günüm ve geçen yıl üzerinde düşündüğüm gibi, Türkiye’deki artan fiyatlar ve enflasyon oranları hakkında düşünemiyorum. Ülkemiz, “zamlar” olarak bilinen ve birçok vatandaş için yaşam maliyetini önemli ölçüde etkileyen bir dizi fiyat artışıyla karşı karşıya. Yiyeceklerden ulaşıma, giyimden eğitime kadar her şeyin maliyeti artıyor ve bu da insanların temel ihtiyaçlarını karşılamasını zorlaştırıyor.

    Türkiye ekonomisi, son yıllarda yüksek işsizlik oranları, siyasi istikrarsızlık ve zayıflayan para birimi gibi zorluklarla mücadele ediyor. Bu faktörler, günlük yaşamda yaygın bir olay haline gelen artan enflasyon ve zamlara katkıda bulunuyor. Bir vatansever olarak, bu fiyat artışlarının vatandaşlara getirdiği mali yükten özellikle endişe duyuyorum. Halkımız zaten kredi borçları, düşük ücretler ve sınırlı iş fırsatları ile karşı karşıya. İş yaparak ekonomiye katkı sağlamaya çalışanlar bile, faize yatırım yapanlardan daha az kazanıyor.

    Ekonomik zorluklara ek olarak, Türkiye’deki devam eden seçim atmosferi ve siyasi gerilimler de zamlar meselesinin şiddetlenmesinde rol oynuyor. Hükümetin vergilendirme ve bütçe tahsislerine ilişkin politika ve kararları, mal ve hizmetlerin maliyeti üzerinde doğrudan bir etkiye sahip oluyor ve bu da ortalama vatandaş için daha fazla zorluğa yol açıyor. Türkiye vatandaşı olarak, bu zamların yiyecek ve barınak gibi temel ihtiyaçları karşılamak için mücadele eden sıradan insanların yaşamları üzerindeki etkisinden derinden rahatsızım.

    Zamların ülkeye getirdiği zorluklara rağmen, gelecek için umutluyum. Enflasyonun karmaşıklıklarını ve konuyu ele almak için sağlam ekonomik politikalar uygulamanın önemini anlıyorum. Doğru stratejiler ve müdahalelerle Türkiye’nin bu zorlukların üstesinden gelebileceğine ve tüm vatandaşlarına fayda sağlayan sürdürülebilir ekonomik büyümeye ulaşabileceğine inanıyorum.

    Doğum günümde, tarih boyunca sayısız zorluklarla karşılaşan ve her zaman ısrar etmeyi başaran Türk halkının dayanıklılığını ve gücünü hatırlıyorum. Bu zor zamanlarda ilerlerken, enflasyon ve zamların zorluklarının üstesinden gelmek için bir ulus olarak bir araya geleceğimize inanıyorum. Ekonomik istikrar ve refahın ortak bir hedefi için birlikte çalışarak kendimiz ve gelecek nesiller için daha parlak bir gelecek yaratabiliriz. Bugün, yaşamın bir yılını kutlarken, sıkıntı karşısında dayanışma ve birliğin önemini de düşünüyorum ve bir ulus olarak daha güçlü ve daha birleşmiş olacağımızı ümit ediyorum. Bu zorlu doğum sancısından sonra güzel bir geleceğin bizleri beklediğini biliyorum.

    Sağlıcakla…
    Mehmet Uygar Keleş

    Devamını Oku

    Alışveriş Sancısı

    Alışveriş Sancısı
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Bugün, 8 Mart, Dünya Kadınlar Günü! Evet, işte o gün yine geldi çattı. Kadınlar, bu günü 365 gün boyunca hazırlanırken, erkekler ise son dakika hediye panikleri içerisinde debeleniyorlar.

    Kadınlar, hayatın her alanında kocaman parmak izleri bırakıyorlar. Evde, işte, sokakta, uzayda… Eh, belki uzay biraz abartılı olduğunu düşünebilirsiniz ama bu doğru. Biz erkekler ise bu olağanüstü çabaları hayranlıkla izliyor ve genellikle geri planda çay demlemekle meşgul oluyoruz.

    Aslında 8 Mart’ın kökeni tam olarak net değil. Ama Amerika’da bir yerlerde, 1909’da bir kadın kahkahası atılıyor, ardından tüm dünya bu kahkahanın izini sürüyor ve günümüzde Dünya Kadınlar Günü olarak anılıyor. Hakları, eşitlikleri, vs. filan… Tabii ki, bunlar önemli ama gelin bir de günlük yaşamın gerçeklerine bir göz atalım.

    Erkekler bugün ne yapmalı? İşte size birkaç öneri: Ev işlerine daha fazla katılın! Evet, çamaşır makineleri artık uzay mekiği kadar karmaşık değil, bulaşık makinesi de bir roket değil. Gözlerinizi kapatmayın ve ev işlerindeki bilgisizliğinizi kabul edin. Belki de bugün, bulaşıkları nasıl daha az kırabileceğinizi öğrenme günüdür. Ayrıca, süpürgeyi kullanırken salonun ortasındaki halının üzerinden değil de, kenardan iterek daha iyi sonuç alabilirsiniz, benden söylemesi.

    Kadınlar gününde, kadınların ne kadar harika olduklarını hatırlayalım. Dünya tarihine bir göz atın, kadınların yapamayacağı bir şey yok! Kim demiş kadınlar araba kullanamaz diye? İşte Marie Curie, radyoaktif maddeleri keşfederken yanında bir tarife tutmuş, aynı zamanda servisi yapmış! Frida Kahlo ise resim yaparken bir yandan da evin çamaşırını yıkamış. Ne diyordu Emine Semiye Hanım? “Edebiyat önemlidir ama biraz da oda toplamak lazım, değil mi?” Ada Lovelace ise bilgisayar programlamayı bulurken, aynı zamanda evin internetini de düzenlemiş. Eğer hala inanmıyorsanız, bir kadınla çorap bulma macerasına çıkın. Bakalım nerede bulacaksınız!

    Şaka bir yana, bugün sadece çiçeklerle, hediyelerle ve güzel sözlerle değil, aynı zamanda gerçek eşitlik için adımlar atmalıyız. Kadınların gücünü ve toplumdaki yerini kutlamak önemli, ama bu kutlamaların gerçekten değişime katkı sağlaması gerekiyor. Çünkü unutmayın, bir kadın bir adım atarsa, bir erkek iki adım atmaz, koşarak yetişir!

    Sonuç olarak, bugünü sadece klişe kutlamalardan kurtaralım ve gerçekten değişime katkı sağlayalım. Kadınlar Günü’nü kutlamak, bir gün değil, her gün olmalı! Ve erkekler, unutmayın, yanlış düğmeye bastığınızda sizi uyaran bir kadın her zaman vardır, ona minnettar olun!

    Sağlıcakla..
    Mehmet Uygar KELEŞ

    Devamını Oku

    RETRO HALİFE

    RETRO HALİFE
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Geçtiğimiz yüzyıl boyunca halifeliğin kaldırılmasının ardından geçen 100 yıl, Türkiye’nin modernleşme ve laikleşme yolculuğunda önemli bir kilometre taşı olarak kaydedildi. Bu kararın alınması, sadece Türkiye için değil, tüm İslam dünyası için çağdaşlık ve demokrasi adına bir dönüm noktasıydı. Ancak hala bazı kesimlerde, halifeliğin geri getirilmesi fikri canlılığını koruyor. Bu kesimler, sanki bir zamanlar halifelik altında yaşanan kaos ve bölünmeleri görmemiş gibi, halifeliğin birliği sağlayıcı bir güç olduğunu iddia ediyorlar. Ancak bu fikir, hem gerçeklikten hem de mantıksal tutarlılıktan oldukça uzak.

    Halifeliğin tarihsel olarak İslam dünyasında neşvünema bulduğu doğrudur. Ancak bu kurumun çağdaş dünyada bir işlevi olmadığı, aksine bölünmeye ve geri kalmışlığa hizmet ettiği de bir gerçektir. Halifelik, demokratik ilkelerle bağdaşmayan, sadece belirli bir grubun çıkarlarını temsil eden bir yapıydı. Türkiye’nin bu yükten kurtulması, uluslararası alanda itibar kazanmasına, halkının hak ve özgürlüklerinin güvence altına alınmasına ve modernleşme yolunda önemli adımlar atmasına olanak sağladı.

    Halifeliğin kaldırılmasıyla birlikte, Türkiye gerçek anlamda kendi kaderini tayin etme gücüne kavuştu. Artık dini ve siyasi liderliği bir arada bulunduran bir yapıya mahkum değiliz. Bunun yerine, ülkenin yönetimini demokratik yollarla seçilen temsilcilerin eline bıraktık. Bu da Türkiye’nin çağdaş uygarlık seviyesine ulaşması için önemli bir adımdı.

    Ancak, halifeliği geri getirmek isteyen bazı çevreler hala varlıklarını sürdürüyorlar. Bu kişiler, sanki dünyadaki diğer sorunlar çözülmüş gibi, halifeliğin yeniden tesis edilmesinin tüm sorunları çözeceğini düşünüyorlar. Ancak bu düşünce, tamamen gerçek dışı ve naif bir yaklaşımı yansıtıyor. Halifeliğin geri gelmesi, sadece geriye doğru bir adım olmakla kalmaz, aynı zamanda Türkiye’nin ve İslam dünyasının geleceğini tehlikeye atar.

    Sonuç olarak, halifeliğin kaldırılmasıyla elde ettiğimiz kazanımları göz ardı etmek, tarihi bir yanılgı olur. Türkiye, cumhuriyeti ve laikliği sayesinde çağdaş bir ülke olma yolunda emin adımlarla ilerliyor. Halifeliğin geri dönmesi, bu yolda atılan adımları tehlikeye atar ve geriye dönüşü olmayan bir yola sürükler. Bu nedenle, halifelik artık geçmişte kaldı ve geleceğimizi şekillendirmek için cumhuriyetin ışığında ilerlemeye devam etmeliyiz. Unutmayalım ki, gerçek güç demokrasidedir, gerisi ise masal anlatmaktan ibarettir!

    Sağlıcakla…
    Mehmet Uygar KELEŞ

    Devamını Oku

    ETLİ BUTLU

    ETLİ BUTLU
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Hayat pahalılığı, son yıllarda ülkemizin en büyük sorunlarından biri haline geldi. Enflasyon, TUİK’e göre yüzde 60’ı aşarak rekor kırdı. Fiyatlar, her geçen gün artıyor. Vatandaş, geçim derdine düştü. Özellikle kırmızı et, lüks bir tüketim maddesi oldu. Bir kilo et, bin lirayı geçti. Et fiyatları, diğer ülkelerle kıyaslanamayacak kadar yüksek. Bize benzeyen ülkelerde, et fiyatları bizden çok daha makul seviyelerde. Mesela İran’da, bir kilo et 100 lira civarında. Azerbaycan’da 150 lira, Tunus’ta 200 lira. Bizde ise, bir kilo et almak için…

    Bu durum, vatandaşı isyan ettirdi. Et yemek, hayal oldu. Kasaplar, kepenk kapattı. Et üreticileri, maliyetlerden şikayet etti. Rekabet Kurumu, et fiyatlarını manipüle eden 11 firmaya soruşturma açtı. Tarım Bakanı, et fiyatlarının düşmesi için çalıştıklarını söyledi. Ama nafile. Et fiyatları, inatla yükselmeye devam etti.

    Bu arada, yerel seçimler yaklaştı. Belediye başkan adayları, seçmenleri ikna etmek için kolları sıvadı. Seçim vaatleri, birbiri ardına geldi. Ama bu sefer, seçim vaatlerinin en popüleri, et dağıtımı oldu. Evet, yanlış duymadınız. Et dağıtımı. Belediye başkan adayları, seçim kazanmak için, vatandaşa et dağıtmayı vaat ettiler. Hem de kilolarca. Kimi 5 kilo, kimi 10 kilo, kimi 15 kilo. Kimi de, “Et dağıtmak yetmez, et fabrikası kuracağız” dedi.

    Bu vaatler, vatandaşın ilgisini çekti. Et yemeyi unutan vatandaş, et dağıtacak adaylara oy vermeye hazırlandı. Et dağıtımı, seçim kampanyasının en önemli unsuru oldu. Adaylar, mitinglerde, broşürlerde, afişlerde, et fotoğrafları kullandılar. Et sloganları, her yerde duyuldu. “Et bizim işimiz”, “Gerçek et bizde”, “Etin adresi biziz”, “Etin hakkını verelim”, “Etinize et katacağız” gibi.

    Bu durum, bazı kesimleri rahatsız etti. Et dağıtımının, seçim yasasına aykırı olduğunu, haksız rekabet yarattığını, etik olmadığını, seçmeni satın aldığını, etin değerini düşürdüğünü, et üreticilerini mağdur ettiğini, etin kalitesinden şüphe duyulduğunu, etin sağlıklı koşullarda saklanıp dağıtılmadığını, etin kaynağının belli olmadığını, etin helal kesim olup olmadığını, etin son kullanma tarihine dikkat edilip edilmediğini, etin piyasadan toplatılıp dağıtıldığını, etin gerçek et olup olmadığını, etin at eti, eşek eti, domuz eti, kanguru eti, devekuşu eti olabileceğini iddia ettiler. Bu iddialar, et dağıtacak adayları zor durumda bıraktı. Adaylar, iddiaları yalanladılar. Etin kaliteli, sağlıklı, helal, taze ve gerçek olduğunu söylediler. Etin kaynağını, faturasını, analiz raporunu gösterdiler. Etin piyasadan toplatılmadığını, kendilerinin ürettiğini veya ithal ettiğini belirttiler. Etin at eti, eşek eti, domuz eti, kanguru eti, devekuşu eti olmadığını ispatladılar.

    Et dağıtımı, seçimlerin en çok konuşulan konusu oldu. Vatandaş, et dağıtacak adaylara oy verip vermemek arasında kararsız kaldı. Et dağıtımı, seçimlerin sonucunu belirleyecek mi? Yoksa, et dağıtımı, seçmenin gözünde etkisini yitirecek mi? Bu soruların cevabını, 31 Mart akşamı göreceğiz. Şimdilik, et dağıtımının, seçim kampanyasının ne kadar başarılı olabileceği, tartışmalı bir konu. Ama şunu söyleyebiliriz ki, et dağıtımı, seçimlerin en mizahi ve alaycı tarafı oldu. Et dağıtımı, seçimlerin en etkili vaadi mi, yoksa en etliye sütlüye karışmayan vaadi mi? Siz karar verin.

    Devamını Oku

    KARTAL KANADINA MEKTUP

    KARTAL KANADINA MEKTUP
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Yazımın başlığını “KAAN Kanadında Mektup” olarak tasarlamıştım. Yazımı bitirdikten sonra neden bu başlığa ilham olan Oktay Yıldırım Abimin o unutulmaz şiirinin başlığını kullanmayayım ki dedim. Zira o unutulmaz şiirde güvercin kanatlarına mektuplar yazıp güvercin uçururarak hançerlerindeki kanları gizlemeye çalışanlara karşı yazılmış bir mektuptu. Oktay abim Nefes 2 filminde Astsubay Oktay karakterine de ilham olmuş Güneydoğu Gazisi, Gazeteci ve Yazardır. Buradan selam olsun. Evet, tıpkı o şiirde olduğu gibi bazı kişi ve çevreler gerçeklere kılıflar bulmaya, abartmaya ve var olan yanlışları göstermemekte o kadar maharetli ki, ben de kartal kanadına gerçekleri anlatan bir mektup yazma ihtiyacı duydum.

    Türkiye, son yıllarda savunma sanayisinde attığı dev adımlarla dünyanın dikkatini çekiyor. Özellikle milli muharip uçağımız KAAN, beşinci nesil jet uçağı olma yolunda tüm dünyanın dikkatini çekti. KAAN, geçtiğimiz günlerde ilk uçuşunu başarıyla tamamladı ve yandaş medyamızın abartılı olarak manşetlerine taşındı. Yandaş medyamız, KAAN’ın ne kadar harika bir jet olduğunu, Pentagon’un bile hayran kaldığını, F-16’ların yerini alabileceğini, hatta F-35’leri bile gölgede bırakabileceğini yazdı. Ayrıca, muhalefetin KAAN’ın test uçuşlarından rahatsız olduğunu, hazmedemediğini, hatta KAAN’ın uçmasını engellemeye çalıştığını da iddia etti. Yandaş medyamız, her Türk vatandaşı gibi KAAN’dan gurur duyduğunu, ancak muhalefetin bu gururu paylaşmadığını, hatta KAAN’ın başarısını küçümsemeye çalıştığını da belirtti.

    Peki, gerçekten öyle mi? KAAN, gerçekten de dünyanın en iyi jeti mi? Muhalefet, gerçekten de KAAN’ın uçmasını istemiyor mu? Bu soruların cevaplarını sizler için derledim. Tabii ki bu test uçuşunun tam da seçim önünde bu şekilde pohpohlanması, var olan başarıyı seçim propagandası olarak kullanıldığı için gölgelendirmesi konusuna hiç girmeyeceğim. İşte, yandaş medyamızın söylemediği, ama bizim söyleyeceğimiz gerçekler:

    KAAN, yazılıp söylendiği gibi henüz tam anlamıyla bir jet değil, sadece bir prototip. Yani, henüz seri üretime geçmedi, hatta tam olarak test edilmedi. KAAN’ın ilk uçuşu sadece 13 dakika sürdü ve 8000 feet irtifada 230 knot hız yaptı. Bu, bir jet için çok düşük bir performans. KAAN’ın beşinci nesil jet olabilmesi için çok daha yüksek irtifalara ve hızlara ulaşması, gelişmiş aviyonik sistemlere, radarlara, silahlara sahip olması, düşük görünürlük ve süpersonik uçuş kabiliyetine sahip olması gerekiyor. Bu özelliklerin hepsini sağlamak için, KAAN’ın daha yıllarca test edilmesi ve geliştirilmesi gerekiyor. Yani, KAAN, henüz F-16’ların yerini alabilecek, hatta F-35’leri bile gölgede bırakabilecek bir jet değil. Belki ileride olur, ama şimdilik öyle değil.

    KAAN, tamamen yerli ve milli bir jet değil. KAAN’ın motoru, Amerikan General Electric firmasının F110-GE-129 modeli. Bu motor, F-16’ların da kullandığı bir motor. Yani, KAAN, F-16’ların motorunu kullanarak onları geçmeye çalışıyor. Bu, biraz ironik değil mi? Ayrıca, KAAN’ın aviyonik sistemi, radarı, silahları gibi pek çok bileşeni de yabancı firmalarla iş birliği yapılarak ortak üretiliyor. Yani, KAAN, tamamen Türk malı bir jet değil. Belki ileride olur, ama şimdilik öyle değil.

    Tarafsız gazeteler, KAAN’ın uçmasını istemiyor değil. Tarafsız gazeteler, KAAN’ın gerçekçi bir şekilde değerlendirilmesini, abartılmamasını, yalan yanlış haberlerle övülmemesini istiyor. KAAN’ın başarısını küçümsemiyor, sorguluyor. Tarafsız gazeteler, KAAN’ın ne kadar maliyetli olduğunu, ne kadar zamanda tamamlanacağını, ne kadar etkili olacağını, ne kadar güvenli olacağını, ne kadar bağımsız olacağını merak ediyor. Tarafsız gazeteler, KAAN’ın gurur kaynağı olmasını değil, hayal kırıklığı yaratmasını istemiyor.

    İşte, yandaş medyamızın söylemediği, ama bizim söylediğimiz gerçekler bunlar. KAAN, elbette ki Türkiye’nin savunma sanayiinde önemli bir proje. KAAN, elbette ki Türkiye’nin milli ve yerli vizyonunun bir ürünü. KAAN, elbette ki Türkiye’nin beşinci nesil jete sahip olma yolunda kritik bir eşik. Ama, KAAN, henüz tam anlamıyla bir jet değil. Ama, KAAN, tamamen yerli ve milli bir jet değil. Ama, KAAN, herkesin gurur duyduğu bir jet değil. Belki ileride olur, ama şimdilik öyle değil.

    Türkiye’nin uçak yapma serüveni, Kurtuluş Savaşı’nda başladı. O dönemde Türk Hava Kuvvetleri, çok az sayıda uçakla düşmanlara karşı mücadele etti. Uçakların bakımı, tamiri ve geliştirilmesi için büyük çaba harcandı. Türkiye’nin ilk yerli uçağı, Vecihi K-VI, 1925 yılında Vecihi Hürkuş tarafından tasarlandı ve üretildi. Vecihi Hürkuş, Türkiye’nin ilk uçak tasarımcısı ve üreticisi olarak tarihe geçti. Ayrıca, Türkiye’nin ilk uçuş okulunu ve sivil havacılık okulunu kurdu. Ancak, yaptığı bu hizmetler karşılığında devletten destek göremedi. Aksine, birçok engel ve zorlukla karşılaştı. “Bu dünyada yapılan hiçbir iyilik cezasız kalmaz” sözü, Vecihi Hürkuş’un hayatını özetleyen bir ifade oldu.

    Vecihi Hürkuş’un ardından, Türkiye’nin uçak yapma serüveni devam etti. 1941 yılında, Nuri Demirağ tarafından ND-36 adlı bir uçak tasarlandı ve üretildi. Bu uçak, Türkiye’nin ilk metal gövdeli uçağıydı. Nuri Demirağ, aynı zamanda Türkiye’nin ilk yerli uçak motorunu da geliştirdi. Ancak, o da Vecihi Hürkuş gibi devletten yeterli desteği alamadı. Uçak projesi iptal edildi ve Nuri Demirağ, uçak yapmaktan vazgeçti.

    Türkiye’nin uçak yapma serüveni, 1950’li yıllarda NATO’ya katılmasıyla birlikte yeni bir boyut kazandı. Türkiye, NATO üyesi ülkelerden uçak satın aldı veya lisans altında üretti. Bu uçaklar arasında F-86 Sabre, F-100 Super Sabre, F-104 Starfighter, F-5 Freedom Fighter, F-4 Phantom gibi jet uçakları vardı. Türkiye, bu uçakların bakım, onarım ve modernizasyonunu yapabilmek için gerekli altyapıyı oluşturdu. 1973 yılında, Türk Hava Kuvvetleri’ne bağlı olarak Türk Uçak Sanayii A.Ş. (TUSAŞ) kuruldu. TUSAŞ, Türkiye’nin ilk yerli jet uçağı olan F-16 Fighting Falcon’u üretmek için 1984 yılında Lockheed Martin ile ortaklık kurdu. Eskişehir’de kurulan TUSAŞ tesislerinde, 1987 yılında ilk F-16 uçağı monte edildi. TUSAŞ, bugüne kadar 300’den fazla F-16 uçağını Türk Hava Kuvvetleri’ne teslim etti. Ayrıca, F-16 uçaklarının modernizasyonu, bakımı ve onarımı da TUSAŞ tarafından yapıldı. TUSAŞ, F-16 projesi sayesinde Türkiye’nin havacılık sanayiinde önemli bir gelişim ve istihdam sağladı.

    Türkiye’nin uçak yapma serüveni, 2000’li yıllarda yeni bir aşamaya girdi. Türkiye, kendi ihtiyaçlarına göre uçak tasarlamak ve üretmek için çalışmalar başlattı. Bu çalışmaların sonucunda, Türkiye’nin ilk yerli eğitim uçağı olan Hürkuş, 2013 yılında ilk uçuşunu yaptı. Hürkuş, Vecihi Hürkuş’un anısına verilen bir isimdi. Hürkuş, Türk Hava Kuvvetleri ve Türk Kara Kuvvetleri’ne eğitim ve hafif saldırı uçağı olarak hizmet verecek.

    Türkiye’nin uçak yapma serüveni, Vecihi Hürkuş ve diğer kahramanların başlattığı bir rüyanın gerçekleşmesidir. Bu serüvende, Türkiye, hem kendi ihtiyaçlarını karşılamak hem de dünyada rekabet edebilmek için çalışmaktadır. Türkiye, uçak yapma serüveninde karşılaştığı zorlukları aşmak ve başarıya ulaşmak için “İstikbal göklerdedir” sözünü unutmamalıdır. Umarım mektup adresine ulaşır. Sağlıcakla…

    Devamını Oku

    Osmanlı Torunu mu, Osmanlı Torpillisi mi?

    Osmanlı Torunu mu, Osmanlı Torpillisi mi?
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Geçtiğimiz günlerde II. Abdülhamid’in torunu Orhan Osmanoğlu’nun kızı Berna Sultan Osmanoğlu’nun düğününe katılan eski Refah Partili milletvekili ve Yeni Akit yazarı Şevki Yılmaz, eline mikrofonu alıp Atatürk’e ve cumhuriyete hakaret eden bir konuşma yaptı. Düğünün diğer nikah şahidi olan tarihçi Prof. Dr. İlber Ortaylı ise bu sözlere tepki göstererek “Düğün, gelin ile damadındır. Mesaj verme yeri değildir” dedi.

    İlk etapta Şevki Yılmaz’ın bu düğüne neden davet edildiği hatta nikah şahidi olarak kendisinin uygun görüldüğü akıllarda soru işaretleri bırakabilir. Zira şahitlerden bir diğeri İlber Ortaylı idi ve onun Atatürk’le ilgili düşüncelerinin ne olduğunu anlatmaya gerek bile yok. Zira şuana kadar yazılmış en iyi Atatürk kitabının yazarıdır. Düğün sahipleri ve organizatörlerin konuyla ilgili bir açıklaması olmaması ve özel bir konu olduğu için bu soruları zamana ve kişilerin insifiyatine bırakmak en doğrusu.

    Biz yaşanılan hadiye ve geçmişine dönelim.Bu olay, hem Osmanlı hanedanının Türkiye’deki durumu hem de Atatürk düşmanlığının kaynağı ve amacı hakkında birçok soruyu gündeme getirdi. Şevki Yılmaz’ın konuşmasında kullandığı ifadeler, Osmanlı’yı yıkan “soysuzlar”ı lanetlemek, saltanatın geri gelmesini istemek ve Atatürk’ü din düşmanı olarak göstermek şeklinde özetlenebilir. Bu sözler, hem tarihi gerçeklerle hem de Osmanlı hanedanının kendi görüşleriyle çelişmektedir.

    Öncelikle, Osmanlı’yı yıkan soysuzlar kimdir? Şevki Yılmaz bunu açıklamadı ama muhtemelen kastettiği kişiler, Osmanlı Devleti’ni parçalayan emperyalist güçler ve onların işbirlikçileridir. Bu durumda, Şevki Yılmaz’ın unuttuğu veya görmezden geldiği bir nokta vardır: Osmanlı Devleti’ni kurtarmak için emperyalizme karşı savaşan, bağımsızlık mücadelesi veren ve yeni bir devlet kuran kişi Atatürk’tür. Atatürk, Osmanlı’nın son döneminde yetişmiş, Osmanlı ordusunda görev yapmış, Osmanlı meclisinde milletvekili olmuş bir Osmanlı vatandaşıdır. Atatürk, Osmanlı’yı yıkmak değil, onun mirasını yaşatmak için mücadele etmiştir.

    İkinci olarak, saltanatın geri gelmesini istemek ne anlama gelir? Şevki Yılmaz, Osmanlı hanedanının Türkiye’ye dönüşünü ve eski ihtişamını yeniden kazanmasını mı arzuluyor? Eğer öyleyse, bu arzusunun Osmanlı hanedanının kendisi tarafından paylaşılmadığını bilmelidir. Zira Osmanlı hanedanı, 1924 yılında Türkiye’den sürgün edildikten sonra, 1974 yılında Türkiye’ye giriş yasağının kaldırılmasıyla birlikte, Türkiye’ye dönmeye başlamıştır. Ancak bu dönüş, saltanatı geri getirmek için değil, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olmak için yapılmıştır. Osmanlı hanedanının en yaşlı üyesi olan Osman Ertuğrul Osmanoğlu, 2004 yılında Türk vatandaşı olmuş ve “Biz Osmanlı hanedanı olarak Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu Atatürk’e saygı duyuyoruz. Bizim için önemli olan Türkiye Cumhuriyeti’nin devamıdır” demiştir. Osman Ertuğrul Osmanoğlu, 2009 yılında vefat ettiğinde, Türkiye Cumhuriyeti Devleti tarafından devlet töreniyle uğurlanmıştır.

    Üçüncü olarak, Atatürk’ü din düşmanı olarak göstermek hangi mantığa dayanır? Şevki Yılmaz, Atatürk’ün İslam’ı tahrip ettiğini, hilafeti kaldırdığını, ezanı Türkçeleştirdiğini, din eğitimini yasakladığını ve laikliği getirerek dini devletten ayırdığını iddia ediyor. Bu iddiaların hepsi, hem tarihi hem de dini açıdan yanlıştır. Atatürk, İslam’ı tahrip etmek değil, onu akla ve bilime uygun bir şekilde yorumlamak ve yaşatmak için çalışmıştır. Atatürk, hilafeti kaldırmakla, Osmanlı Devleti’nin yıkılmasından sonra ortaya çıkan siyasi bir sorunu çözmüş, Türkiye Cumhuriyeti’nin bağımsızlığını ve egemenliğini güvence altına almıştır. Atatürk, ezanı Türkçeleştirmekle, ezanın anlamını ve önemini halka daha iyi anlatmış, ezanın sadece bir ritüel değil, bir ibadet olduğunu vurgulamıştır. Atatürk, din eğitimini yasaklamak değil, onu devlet kontrolü altına almak ve çağdaş bir şekilde vermek için düzenlemiş, dinin istismar edilmesini ve yozlaşmasını önlemiştir. Atatürk, laikliği getirerek, din ile devlet işlerini birbirinden ayırmış, din özgürlüğünü sağlamış, dinin siyasete alet edilmesini engellemiştir.

    Bu noktada, Şevki Yılmaz’ın Atatürk’e saldırmasının gerçek sebebi ortaya çıkmaktadır. Şevki Yılmaz, Atatürk’e değil, Atatürk’ün temsil ettiği değerlere saldırmaktadır. Şevki Yılmaz, Atatürk’ün kurduğu Türkiye Cumhuriyeti’ne, onun ilke ve devrimlerine, onun getirdiği çağdaş ve laik düzene, onun yarattığı Türk kimliğine ve milli birliğine düşmandır. Şevki Yılmaz, Atatürk’ün yaptığı devrimleri geri almak, Türkiye’yi geriye götürmek, Türkiye’yi emperyalizmin oyuncağı yapmak istemektedir. Şevki Yılmaz, Atatürk’ün yükselttiği kadınların, Atatürk’ün eğittiği gençlerin, Atatürk’ün özgürleştirdiği halkın, Atatürk’ün güçlendirdiği devletin düşmanıdır.

    Peki, Şevki Yılmaz’ın bu düşmanlığı kimlerin işine gelir? Bu sorunun cevabı çok açıktır: Türkiye’nin içindeki ve dışındaki bütün gerici, bölücü, yobaz ve işgalci güçlerin işine gelir. Şevki Yılmaz’ın bu düşmanlığı, Türkiye’yi parçalamak, Türkiye’yi yoksullaştırmak, Türkiye’yi bağımlılaştırmak isteyenlerin ekmeğine yağ sürer. Şevki Yılmaz’ın bu düşmanlığı, Türkiye’nin kendi ayakları üzerinde durmasını, kendi kararlarını vermesini, kendi çıkarlarını savunmasını istemeyenlerin hizmetine girer.

    Buna karşı neler yapılabilir? Bu sorunun cevabı da çok basittir: Atatürk’ün izinden gitmek, Atatürk’ün eserine sahip çıkmak, Atatürk’ün emanetine layık olmak. Atatürk’ün kurduğu Türkiye Cumhuriyeti’ni, onun ilke ve devrimlerini, onun getirdiği çağdaş ve laik düzeni, onun yarattığı Türk kimliğini ve milli birliğini korumak ve geliştirmek. Atatürk’ün yükselttiği kadınların, Atatürk’ün eğittiği gençlerin, Atatürk’ün özgürleştirdiği halkın, Atatürk’ün güçlendirdiği devletin haklarını ve sorumluluklarını yerine getirmek. Atatürk’ün yaptığı devrimleri sürdürmek, Türkiye’yi ileriye taşımak, Türkiye’yi emperyalizmin karşısında tutmak.

    Bu yazıyı okuyanlar, belki de bana “Sen kimsin de Atatürk’ü savunuyorsun?” diye sorabilirler. Ben, Atatürk’ün kurduğu Türkiye Cumhuriyeti’nin bir vatandaşıyım. Ben, Atatürk’ün eğittiği Türkiye Cumhuriyeti’nin bir gazetecisiyim. Ben, Atatürk’ün özgürleştirdiği Türkiye Cumhuriyeti’nin bir yazarıyım. Ben, Atatürk’ün güçlendirdiği Türkiye Cumhuriyeti’nin bir savunucusuyum. Ben, Atatürk’ün izinden giden Türkiye Cumhuriyeti’nin bir neferiyim. Ben, Atatürk’ün eserine sahip çıkan Türkiye Cumhuriyeti’nin bir evladıyım. Ben, Atatürk’ün emanetine layık olmaya çalışan Türkiye Cumhuriyeti’nin bir borçlusuyum.

    Ve ben, Atatürk’ün sözünü unutmayan Türkiye Cumhuriyeti’nin bir yoldaşıyım:

    “Benim naçiz vücudum elbet bir gün toprak olacaktır. Fakat Türkiye Cumhuriyeti ilelebet payidar kalacaktır.”

    Devamını Oku

    CHP 404 NOT FOUND

    CHP 404 NOT FOUND
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    CHP, yerel seçimlere hazırlanırken, aday belirleme sürecinde ilginç bir yönteme başvurdu. Parti lideri Özgür Özel, bazı adayları yapay zeka ile belirlediklerini açıkladı. Bu açıklama, hem parti içinde hem de kamuoyunda büyük tepki çekti. CHP’nin yapay zeka ile aday belirleme fikri, akıllara şu soruları getirdi: CHP, gerçekten yapay zeka kullanıyor mu? Yoksa bu, ön seçimden kaçışın bir bahanesi mi? CHP’nin adayları, yapay zeka ile belirlendiğine göre, bu adaylar yapay mı?

    Yapay zeka, bilgisayarların insan zekasını taklit etmesini sağlayan bir teknolojidir. Yapay zeka, verileri analiz ederek, öğrenme, karar verme, problem çözme gibi işlevleri yerine getirebilir. Yapay zeka, birçok alanda kullanılmaktadır. Örneğin, sağlık, eğitim, ulaşım, güvenlik, eğlence gibi. Yapay zeka, siyasette de kullanılabilir mi? Elbette kullanılabilir. Yapay zeka, seçmen davranışlarını, anket sonuçlarını, sosyal medya verilerini analiz ederek, siyasi partilere strateji, propaganda, kampanya gibi konularda yardımcı olabilir. Yapay zeka, siyasi partilerin aday belirlemesine de katkı sağlayabilir mi? Teorik olarak evet. Yapay zeka, adayların profillerini, performanslarını, popülerliklerini, uyumluluklarını değerlendirerek, en uygun adayları belirleyebilir.

    Peki, CHP’nin kullandığı yapay zeka, böyle bir yapay zeka mı? Hayır. CHP’nin kullandığı yapay zeka, aday belirlemede hiçbir kriter, veri, analiz kullanmayan, sadece parti yönetiminin keyfi tercihlerine göre çalışan, adeta bir piyango makinesi gibi rastgele adaylar çıkaran bir yapay zekadır. CHP’nin kullandığı yapay zeka, yapay zeka değil, yapay adaylardır.

    CHP’nin yapay adayları, parti tabanının, seçmenin, halkın beklentilerini, taleplerini, ihtiyaçlarını karşılamayan, partiye ve ülkeye hiçbir katkı sağlamayan, sadece parti yönetiminin çıkarlarına hizmet eden adaylardır. CHP’nin yapay adayları, parti içindeki demokrasiyi, katılımı, çoğulculuğu yok eden, ön seçimi, aday anketini, aday başvurusunu, aday tanıtımını, aday tartışmasını engelleyen, partiye ve seçmene dayatılan adaylardır. CHP’nin yapay adayları, seçimlerde başarı şansı olmayan, rakiplerine kaptıracakları kesin olan, partiye ve ittifaka zarar verecek olan adaylardır.

    CHP’nin yapay adayları, yapay zeka ile belirlendiğine göre, yapay zeka ile yönetileceklerdir. Yani, CHP’nin yapay adayları, seçildikleri takdirde, yapay zekaların yarattığı belediyeleri yöneteceklerdir. Bu da demektir ki, CHP’nin yapay adayları, belediyelerde hiçbir hizmet, proje, yatırım yapmayacak, sadece yapay zeka ile konuşacak, yapay zeka ile oyun oynayacak, yapay zeka ile selfie çekecek, yapay zeka ile dans edecek, yapay zeka ile uyuyacak, yapay zeka ile kalkacaklardır.

    CHP’nin yapay adayları, yapay zeka ile belirlendiğine göre, yapay zeka ile seçileceklerdir. Yani, CHP’nin yapay adayları, seçmenlerin oylarını almak için yapay zeka ile propaganda yapacak, yapay zeka ile miting yapacak, yapay zeka ile broşür dağıtacak, yapay zeka ile kapı kapı dolaşacak, yapay zeka ile seçmenlerle konuşacak, yapay zeka ile seçmenlerin sorunlarını dinleyecek, yapay zeka ile seçmenlere vaatlerde bulunacaklardır. Yapay zekanın tasarladığı bir yerleşim yerinde yine yapay zekanın hazırlayacağı seçim sonuçlarına göre belirlenecektir. (Acaba seçimleri yapay zekaya yaptırsak CHP orada kazanabilir miydi, bunu bir yapay zekaya sormak lazım: belki yapay zekanın önereceği ittifaklar vardır.)

    CHP’nin yapay adayları, yapay zeka ile belirlendiğine göre, yapay zeka ile seçmenlerin karşısına çıkacaklardır. Yani, CHP’nin yapay adayları, seçmenlerin gözünde hiçbir inandırıcılık, samimiyet, güvenilirlik, saygınlık, karizma, sempati kazanamayacak, seçmenlerin tepkisini, öfkesini, hayal kırıklığını, umutsuzluğunu, küskünlüğünü, bıkkınlığını artıracaklardır.

    Bu kadar yapay zekadan ve yapay seçimden bahsetmişken; orijinal ve gerçek CHP’lilerin ve seçmenlerin bu konuda söyleyecekleri hiç mi bir şey yok? Bu dayatma adaylara ne zaman bir dur diyecek? Milletvekili seçimlerinde gördük, CHP’li milletvekili olup da parti genel başkanına oy vermediğini mi söyleyeni ararsın…. Neyse bunlar geçmiş konular. Umut edilir ki CHP tabanı tavanı etkilemeyi bu seçimde başarır…

    Sağlıcakla…

    Devamını Oku

    Taşa Verdim Yanımı

    Taşa Verdim Yanımı
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Taşa Verdim Yanımı, Erzincan yöresine ait bir türküdür. Salih Dündar tarafından söylenmiş ve Muzaffer Sarısözen tarafından derlenmiştir. Türkünün sözleri şöyledir:

    Taşa verdim yanımı
    Toprak emdi kanımı
    (Oy dağlar oy dağlar)
    Ezraile can vermezdim
    Canan aldı canımı
    (Oy dağlar oy dağlar)

    Dağları duman aldı
    Bülbülü figan aldı
    (Oy dağlar oy dağlar)
    Ezraile borçlu kaldım
    Bir canım var yar aldı
    (Oy dağlar oy dağlar)

    Elinde altın şamdan
    Perdeyi kaldır camdan
    (Oy dağlar oy dağlar)
    Al hançeri vur beni
    Ben usandım bu candan
    (Oy dağlar oy dağlar)

    Türkünün hikayesi ise şöyle anlatılır: Bir genç, sevdiği kızı alamayınca intihar etmeye karar verir. Dağlara çıkar ve kendini bir taşın üzerine bırakır. Kanı toprağa karışır. Azrail gelip canını almaya çalışır ama kız gelip onu öldürür. Böylece genç, cananı tarafından öldürülmüş olur. İşte böyle… Bazen birisini kurtarmak, iyilik yapmak istediğinde onun sonunu getirebilir.

    Erzincan’ın İliç ilçesindeki altın madeni, 13 Şubat 2024’te yaşanan toprak kayması sonucu gündeme oturdu. Olayda 9 işçi toprak altında kaldı, 7 kişi gözaltına alındı, 400’e yakın arama-kurtarma ekibi seferber oldu.

    Öncelikle, madenin sahibi olan Kanada merkezli SSR Madencilik’in hisselerine bakalım. Şirket, olaydan sonra yaptığı açıklamada, “Yaşanan bu elim kazadan hemen sonra bölgedeki çalışanlar ile iletişime geçip, acil durum planlarını devreye geçirip ve yardım için kamu kurum ve kuruluşlarına bilgi verdik.” dedi. Ancak bu açıklama, hissedarları tatmin etmedi. Şirketin hisseleri, Toronto ve New York Borsası’nda yüzde 50’den fazla düşüş yaşadı.

    Peki, bu düşüş altın fiyatlarını nasıl etkiledi? Erzincan’daki maden, Türkiye’nin en büyük altın üreticisiydi. 2010 yılından beri faaliyette olan maden, 2022 yılında siyanür sızıntısı sebebiyle en üst sınırda çevreyi kirlettiği gerekçesiyle para cezası almıştı. Bu ceza, madenin üretimini azaltmış, altın fiyatlarını yükseltmişti. Ancak, toprak kayması sonucu madenin tamamen kapanması, altın fiyatlarında ani bir düşüşe neden oldu. Çünkü, madenin kapanması, Türkiye’nin altın ithalatını artıracak, altın arzını azaltacak, altın talebini düşürecek ve altın fiyatlarını düşürecek bir zincirleme reaksiyon başlattı.

    Altın fiyatlarındaki düşüş, altın yatırımcılarını sevindirdi. Altın almak isteyenler, fiyatların daha da düşeceğini umarak beklemeye başladı. Altın satmak isteyenler ise, fiyatların daha da düşmeden elden çıkarmak için acele etti. Altın piyasasında hareketlilik arttı. Ancak, bu hareketlilik, toprak altında kalan 9 işçinin hayatını geri getirmedi. Altın fiyatlarındaki düşüş, 9 canın bedeli oldu.

    Erzincan’daki maden faciası, Türkiye’nin madencilik sektöründeki sorunlarına bir kez daha ışık tuttu. Maden işletmelerinin, çevreyi ve işçi sağlığını hiçe sayan, kar hırsıyla hareket eden, denetimsiz ve sorumsuz bir şekilde faaliyet göstermesi, kaçınılmaz olarak felaketlere yol açıyor. Bu felaketlerin önüne geçmek için, maden işletmelerine daha sıkı kurallar getirilmeli, denetimler artırılmalı, cezalar caydırıcı olmalı, işçilerin hakları korunmalı ve kamuoyu bilinçlendirilmelidir. Aksi takdirde, Erzincan’daki gibi faciaların tekrarlanması kaçınılmazdır.

    Erzincan’da altın madeni fiyatları düştü, ama insanlık paha biçilemez. Altın yatırımcıları, altın fiyatlarındaki düşüşü fırsat bilip, altın alıp satarken, toprak altında kalan 9 işçinin aileleri, acılarını paylaşıyor. Altın madeni, altın değerinde değil, kan değerinde. Unutmayalım, altın değil, insan hayatı kıymetli.

    Devamını Oku

    AS-GAZOZCU

    AS-GAZOZCU
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Dostlar, malum, son günlerde emekli astsubayların eylemlerinden sıkça bahsediliyor. Bu konuda ben de, gazeteci olarak, araştırma yapmadan önce ufak bir tarih dersi vermek istiyorum. Belki biraz hüzünlü, biraz da absürd, ama günümüzdeki durumu anlamak için önemli bir arka plan sağlayacak.

    Hatırlarsınız, 1960 ihtilalinin ardında subayların kötü yaşam koşulları büyük bir rol oynamıştı. Adamların maaşları öyle düşük düşük ki, “gazozcu” diye anılıyorlardı. Ev kirasını ödeyemezler, hatta bazen kümes bile kiralayamazlardı! Genelkurmay Başkanı Rüştü Erdelhun’un, bu meselelerle uğraşmayıp politikacılara yaltaklanması, subaylar arasında bir nefret objesi haline gelmesine sebep olmuştu. Sonuçta, 60 darbesiyle subayların durumu iyileştirilmiş, OYAK’ın kurulmasıyla da bir nebze çare bulunmuştu.

    Ama ne yalan söyleyeyim, sanki o günlerden ders alınmamış gibi. Günümüze geldiğimizde Astsubaylar, özellikle emektar astsubaylar üç kuruşa muhtaç hale gelmiş durumda. Ama işte, üst düzey komutanlar, bakan olanlar, sanki Rüştü Erdelhun’un ruhunu taşıyor gibi, bu soruna kayıtsızlar. Açıklama yok, destekleyici kanun teklifi yok, ama arkada astsubaylara verilmiş ama tutulmamış bir sürü söz var. Demek ki, zamanın ruhuyla uyumlu bir şekilde, tarih tekerrür ediyor. Emekli astsubayların yaşadığı sorunları çözmek yerine, onları görmezden gelmeyi, kulaklarını tıkamayı, söz verip tutmamayı tercih etmişler. Bu insanlar, emekli astsubayların haklarını savunmak yerine, onları alay konusu yapmayı, onlara kümes kiralayacak kadar maaş vermeyi, onları Suriyeli sığınmacılardan daha kötü duruma düşürmeyi seçmişlerdir. Bu insanlar, emekli astsubayların seslerini duymak yerine, onları susturmayı, onları baskılamayı, onları sindirmeyi amaçlamışlardır.

    Herkes biliyor ki, birkaç kalem oynatılsa, bu iş hemen çözülürdü. Ama ne mümkün! Bütçe yükü falan diyenlere inanmayın, bilimsel çalışmalar yapılmış, gerçekler ortada. Bu insanlar, emekli astsubayları silah arkadaşı ve komutanı olarak değil, rakip ve düşman olarak görmüşlerdir. Bu insanlar, emekli astsubayların haklarını vermekle, kendi haklarını kaybedeceklerini düşünmüşlerdir. Bu insanlar, emekli astsubayların mutlu olmasını istememişlerdir. Bu insanlar, emekli astsubayların Türk ordusuna ait olduklarını unutmuşlardır.

    Yüksek rütbeliler, siz hiç düşündünüz mü, aynı havayı solumak, aynı çileyi çekmek ne demek? Belki de unuttunuz tarihlerinizi. Belki de iktidar koltuklarına oturunca insana bir şey oluyor, bilemiyorum. Ama şurası kesin, bu işin sonu iyi değil. Ben unutmadım birlikte dağlarda nasıl bedenlerimizi birbirimize siper ettiğimiz günleri. Soğuktan donmamak için aynı mevzide, impertex çadır altında nefeslerimizle birbirimize ateş olduğumuz günleri. Düştüğümüzde veya yaralandığımızda birbirimize kol bacak olduğumuz günleri. Unutmadım, astsubay olarak geçen 15 senemi. Unutmadım, unutamam. Astsubaylar, uzman çavuşlar, binbaşılar, hepsi aynı gemide, ama kaptanlar bir başka denize yelken açmış gibi.

    Sayın yüksek rütbeli komutanlar, onlar subaylarla silah arkadaşı, kanunen subay yardımcısı. Dağlarda, ovalarda, her yerde birlikteyiz. Ama bazıları bir kere general rütbesi, bir kere siyasi makamı görünce, arkadaşlarını unutuyor, dertlerini görmüyor. Yazıklar olsun, yazıklar!

    Kapanışı yaparken, kafasını kuma gömen gazetecilere değil, bu sorunu dile getiren cesur kalemlere teşekkür etmek istiyorum. Yılmaz Özdil gibi, sesini yükseltenlere minnettarız. Ben, bir gazeteci olarak, bu gerçeği yazmaktan gurur duyuyorum. Ben, bir vatandaş olarak, bu gerçeği yaşamaktan utanıyorum. Ben, bir insan olarak, bu gerçeği kabul etmiyorum. Ben, bir Türk olarak, bu gerçeği değiştirmek istiyorum.

    Siz ne düşünüyorsunuz?

    Devamını Oku

    YEMİNLİ BAŞKAN ADAYI

    YEMİNLİ BAŞKAN ADAYI
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Yaklaşan yerel seçimlerde hangi partiye oy vereceğinizi biliyor musunuz? Eğer hala kararsızsanız, size bir önerim var: Murat Kurum’a oy verin!

    Evet, yanlış duymadınız. Murat Kurum, AK Parti’nin İstanbul Büyükşehir Belediye Başkan adayı. Ama o sadece bir aday değil, aynı zamanda bir yeminli. Evet, Murat Kurum, seçim kampanyasını yemin ederek başlattı. Hem de ne yemin! İşte Murat Kurum’un yemin metni:

    “Ben Murat Kurum, İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı seçildiğim takdirde, İstanbul’u depreme hazırlıklı hale getirmek için, kentsel dönüşümü hızlandırmak için, 5 yıl içinde 1 milyon konutu dönüştürmek için, yarısı bizden, yarısı büyükşehirden kampanyasıyla 650 bin yeni yuva yapmak için, 100 bin sosyal konut inşa etmek için, İstanbul’un her ilçesinde kentsel dönüşüm seferberliği başlatmak için, İstanbul’un her sokağında 7/24 çalışmak için, İstanbul’un her vatandaşına hizmet etmek için, Allah’a, milletime, Cumhurbaşkanıma, partime, aileme, kendime yemin ederim.”

    Bu yemin, Murat Kurum’un ne kadar samimi, ne kadar kararlı, ne kadar cesur olduğunu gösteriyor. Murat Kurum, İstanbul’un en büyük sorunu olan deprem riskini çözmek için, kentsel dönüşümü yapacağına yemin etti. Hem de sadece birkaç bin konut değil, tam 1 milyon konut. Hem de sadece 10 yıl değil, 5 yıl içinde. Hem de sadece kendi bütçesiyle değil, yarısı bizden, yarısı büyükşehirden kampanyasıyla. Hem de sadece zenginlere değil, 100 bin sosyal konutla dar gelirlilere de. Hem de sadece merkezde değil, her ilçede, her sokakta. Hem de sadece gündüz değil, gece de, 7/24 çalışarak. Hem de sadece kendine değil, Allah’a, millete, Cumhurbaşkanı’na, partiye, aileye, kendine yemin ederek.

    Bu yemin, Murat Kurum’un ne kadar güvenilir, ne kadar tutarlı, ne kadar başarılı olduğunu gösteriyor. Murat Kurum, zaten Çevre ve Şehircilik Bakanı olarak, kentsel dönüşüm konusunda büyük işler yaptı. Mesela, 2012 yılından bu yana, İstanbul’da 800 bin konutu dönüştürdü. Mesela, Tuzla’da 5187 konutun temelini attı, Bağcılar’da 1000 konutun yıkımını yaptı. Mesela, Fikirtepe’de, Gaziosmanpaşa’da, Esenler’de, Üsküdar’da, Ataşehir’de, Kağıthane’de, Zeytinburnu’da, Güngören’de, Sultanbeyli’de, Beykoz’da birbirinden kıymetli dönüşüm çalışmaları yaptı. Mesela, İstanbul’da 379 bin bağımsız bölüm için 66 bin binanın başvuru yaptığını söyledi. Mesela, deprem siyaset üstü bir mesele olduğunu, deprem konusunda kimsenin siyasi kariyerine basamak yapamayacağını, İstanbulluların yüksek ferasetiyle kimin çalışıp kimin çalışmadığını iyi bildiğini, İstanbulluların liyakatin ve eser üretenlerin yanında olacağını söyledi.

    Bu yemin, Murat Kurum’un ne kadar vizyoner, ne kadar yenilikçi, ne kadar öncü olduğunu gösteriyor. Murat Kurum, İstanbul’u sadece depreme değil, geleceğe de hazırlamak için, kentsel dönüşümü yapacağına yemin etti. Hem de sadece binaları değil, şehri de dönüştürecek. Hem de sadece fiziki altyapıyı değil, sosyal altyapıyı da geliştirecek. Hem de sadece betonla değil, yeşille de donatacak. Hem de sadece insanlara değil, hayvanlara da yaşam alanı sağlayacak. Hem de sadece bugünü değil, yarını da düşünecek.

    Yazımı, bir soru ile bitireyim: Murat Kurum’un yeminine inanıyor musunuz?

    Devamını Oku

    Pişmiş Tavuk

    Pişmiş Tavuk
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Türkiye, son zamanlarda pek çok olayla çalkalanıyor. Her gün yeni bir gelişme, yeni bir kriz, yeni bir tartışma ile karşılaşıyoruz. Bu olayların hepsini takip etmek, anlamak ve yorumlamak neredeyse imkansız. Ama biz yine de deneyelim.

    Öncelikle, Türkiye’nin en büyük sorunu nedir diye sorarsanız, cevabımız belli: ekonomi. Dolar, Euro, altın, benzin, elektrik, doğalgaz, ekmek, et, yumurta, domates, patlıcan… Her şeyin fiyatı uçmuş durumda. Enflasyon, faiz, işsizlik, yoksulluk, borç, bütçe açığı… Her şeyin oranı artmış durumda. Vatandaşın cebi yanıyor, alım gücü düşüyor, gelecek kaygısı büyüyor. Peki, bu durumun sorumlusu kim? Tabii ki, hükümet. Hükümet, ekonomiyi yönetemiyor, reform yapamıyor, güven veremiyor, yatırım çekemiyor, piyasayı rahatlatamıyor. Hükümet, ekonomik sorunları çözmek yerine, başka sorunlar yaratıyor, başka gündemler oluşturuyor, başka polemikler çıkarıyor. Hükümet, ekonomik krizi, siyasi krize, diplomatik krize, toplumsal krize, kültürel krize dönüştürüyor.

    Mesela, siyasi kriz. Türkiye, uzun zamandır siyasi istikrarsızlık yaşıyor. Hükümet, muhalefet, yargı, medya, sivil toplum, akademi, sanat, spor… Her alanda siyasi kutuplaşma, çatışma, gerilim, baskı, sansür, yıldırma, tehdit, hakaret, suçlama, iftira, yalan, manipülasyon, provokasyon var. Herkes, birbirine düşman, birbirine rakip, birbirine muhalif. Herkes, birbirini eleştiriyor, suçluyor, yargılıyor, mahkum ediyor. Herkes, birbirini dinlemiyor, anlamıyor, saygı duymuyor, kabul etmiyor. Herkes, kendi doğrusunu, kendi haklılığını, kendi çıkarını savunuyor. Herkes, kendi tarafını, kendi grubunu, kendi ideolojisini, kendi inancını, kendi kimliğini öne çıkarıyor. Herkes, kendi sesini, kendi görüşünü, kendi haklarını, kendi özgürlüklerini istiyor. Ama başkasının sesini, görüşünü, haklarını, özgürlüklerini yok sayıyor. Bu durumda, Türkiye’nin siyasi birliği, demokrasisi, hukuku, barışı, diyalogu, uzlaşması, işbirliği, dayanışması nasıl olacak?

    Ya da, diplomatik kriz. Türkiye, son dönemde pek çok ülke ile ilişkilerini bozdu, pek çok bölgede çıkar çatışmasına girdi, pek çok sorunda taraf oldu. ABD, AB, Rusya, Çin, İran, İsrail, Suriye, Irak, Libya, Azerbaycan, Ermenistan, Yunanistan, Kıbrıs, Mısır, Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri, Katar, Somali, Venezuela… Türkiye’nin hangi ülke ile iyi ilişkisi var, hangi ülke ile kötü ilişkisi yok? Türkiye, hangi bölgede istikrar sağlıyor, hangi bölgede kriz çıkarıyor? Türkiye, hangi sorunda çözüm üretiyor, hangi sorunda sorun yaratıyor? Türkiye, hangi konuda haklı, hangi konuda haksız? Türkiye, hangi politikayı izliyor, hangi stratejiyi uyguluyor, hangi vizyonu paylaşıyor, hangi misyonu yerine getiriyor? Türkiye, hangi değerleri savunuyor, hangi ilkeleri benimsiyor, hangi kurallara uyuyor, hangi anlaşmalara bağlı kalıyor? Türkiye, hangi ittifaka giriyor, hangi işbirliğine katılıyor, hangi platformda yer alıyor, hangi kuruluşa üye oluyor? Türkiye, dünyada hangi rolü oynuyor, hangi konumda bulunuyor, hangi etkiyi yapıyor, hangi saygınlığı kazanıyor?

    Veya, toplumsal kriz. Türkiye, son yıllarda toplumsal bütünlüğünü, dayanışmasını, hoşgörüsünü, mutluluğunu kaybetti. Türkiye, toplumsal sorunlarla, sıkıntılarla, mağduriyetlerle, şiddetle, ayrımcılıkla, yoksunlukla, adaletsizlikle boğuşuyor. Türkiye, toplumsal farklılıkları, çeşitliliği, zenginliği değerlendiremiyor, koruyamıyor, geliştiremiyor.Türkiye, toplumsal katılımı, katkıyı, farkındalığı, sorumluluğu, duyarlılığı, özveriyi, fedakarlığı, gönüllülüğü, dayanışmayı, paylaşmayı, yardımlaşmayı, sevgiyi, saygıyı, hoşgörüyü, anlayışı, empatiyi, vicdanı, ahlakı, erdemi teşvik edemiyor, destekleyemiyor, ödüllendiremiyor. Türkiye, toplumsal sorunlara, sıkıntılara, mağduriyetlere, şiddete, ayrımcılığa, yoksunluğa, adaletsizliğe karşı çıkmıyor, mücadele etmiyor, önlem almıyor, çözüm bulmuyor, hak aramıyor, hukuk istemiyor, adalet sağlamıyor. Türkiye, toplumsal değişimi, dönüşümü, gelişimi, ilerlemeyi, yenilenmeyi, uyumu, uygarlığı, çağdaşlığı, evrensellik, küresellik, insanlık, medeniyet hedeflemiyor, istemiyor, yapmıyor, başaramıyor.

    Nitekim, kültürel kriz. Türkiye, son zamanlarda kültürel değerlerini, mirasını, kimliğini, özgünlüğünü, çeşitliliğini, zenginliğini yitirdi. Türkiye, kültürel üretimde, yaratıcılıkta, sanatta, bilimde, teknolojide, eğitimde, araştırmada, geliştirmede, yenilikte, buluşta, icatta geri kaldı. Türkiye, kültürel tüketimde, taklitte, kopyalamada, çalmada, sahtecilikte, yozlaşmada, bozulmada, yabancılaşmada, asimile olmada, kültürsüzleşmede, cahilleşmede ileri gitti. Türkiye, kültürel değerlere, mirasa, kimliğe, özgünlüğe, çeşitliliğe, zenginliğe sahip çıkmıyor, korumuyor, yaşatmıyor, aktarmıyor, geliştirmiyor, tanıtmıyor, paylaşmıyor, öğrenmiyor, öğretmiyor, öğreniyor.

    Bu yazımın sonuna geldik. Tabii ki, bu yazıda dile getirdiğim görüşler, eleştiriler, yorumlar, öneriler, çözümler tamamen benim kişisel fikirlerimdir. Kimseyi kırmak, incitmek, rencide etmek, suçlamak, yargılamak, mahkum etmek, hakaret etmek, iftira atmak, yalan söylemek, manipüle etmek, provokasyon yapmak amacım yoktur. Sadece, Türkiye’nin gerçeklerini, sorunlarını, sıkıntılarını, ihtiyaçlarını, beklentilerini, umutlarını, hayallerini, hedeflerini, vizyonunu, misyonunu, rolünü, konumunu, etkisini, saygınlığını, değerlerini, ilkelerini, kurallarını, anlaşmalarını, ittifaklarını, işbirliklerini, platformlarını, kuruluşlarını, üyeliklerini, katılımlarını, katkılarını, farkındalıklarını, sorumluluklarını, duyarlılıklarını, özverilerini, fedakarlıklarını, gönüllülüklerini, dayanışmalarını, paylaşımlarını, yardımlaşmalarını, sevgilerini, saygılarını, hoşgörülerini, anlayışlarını, empatilerini, vicdanlarını, ahlaklarını, erdemlerini, değişimlerini, dönüşümlerini, gelişimlerini, ilerlemelerini, yenilenmelerini, uyumlarını, uygarlıklarını, çağdaşlıklarını, evrenselliklerini, küreselliklerini, insanlıklarını, medeniyetlerini anlatmaya, hatırlatmaya, sorgulamaya, tartışmaya, önermeye, çözmeye çalıştım.

    Umarım, siz de bu yazıyı okurken eğlenmiş, düşünmüş, öğrenmiş, fark etmiş, katılmış, katkıda bulunmuş, paylaşmış, yorumlamış, eleştirmiş, önermiş, çözmüşsünüzdür. Eğer öyleyse, ne mutlu bana, ne mutlu size, ne mutlu Türkiye’ye. Eğer değilse, ne yazık bana, ne yazık size, ne yazık Türkiye’ye. Ama ne olursa olsun, Türkiye’yi sevmeye, sahip çıkmaya, korumaya, geliştirmeye, yüceltmeye devam edelim. Çünkü, Türkiye bizim, biz Türkiye’yiz. Türkiye güzel, biz güzeliz. Türkiye güçlü, biz güçlüyüz. Türkiye başarılı, biz başarılıyız. Türkiye mutlu, biz mutluyuz. Türkiye yaşasın, biz yaşayalım. Türkiye’ye selam, size sevgiler, saygılar.

    Devamını Oku

    9 Kere

    9 Kere
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Hatay halkının seçtiği ve deprem yaralarını sarmada ve haklarının savunulması konusunda güvendiği ve vekil olarak tayin ettiği Can Atalay’ın milletvekilliği düşürülüyor. Evet, evet, doğru okudunuz. Can Atalay, hatırlayacağınız gibi, Gezi Parkı’nda devleti yıkmaya çalışan bir terörist. Hem de öyle böyle değil, tam 9 kere terörist. Bunu kim söylüyor? Tabii ki AKP Grup Başkanvekili Leyla Şahin Usta. Kendisi, yaptığı bir açıklamada, Can Atalay’ın milletvekilliğinin önümüzdeki hafta mecliste görüşüleceğini ve karara bağlanacağını söyledi. Ve bunu söylerken, Can Atalay’ı tam 9 kere terörist olarak nitelendirdi. Bu kadar terörist olmak kolay mı? Can Atalay, bunu nasıl başardı? Onun sırrı ne? Birisine 9 kere terörist denirse o gerçekten terörist mi oluyor?

    Can Atalay’ın sırrı, aslında çok basit. O, Türkiye’deki birçok toplumsal dava ile gazeteci ve yazarların düşünce özgürlüğü davalarında avukatlık yaptı. Soma Faciası, Ermenek maden kazası, Adana öğrenci yurdu yangını, Çorlu tren kazası gibi olaylarda mağdur ailelerin yanında durdu. Validebağ Korusu’ndaki yapılaşmaya, Emek Sineması’nın yıkılmasına, Gezi Parkı’na AVM yapılmasına karşı çıktı. Taksim Dayanışması’nın avukatlığını yürüttü. Ve bunların hepsini, demokrasi mücadelesi verdiği için yaptı. Ama ne yazık ki, bu ülkede demokrasi mücadelesi vermek, terör örgütü üyesi olmakla eşdeğer görülüyor. Bu yüzden, Can Atalay, 2022’de 18 yıl hapisistemiyle yargılanmaya başlandı. 2023’te milletvekili seçildi. 2024’te AYM’nin tahliye kararına rağmen hala cezaevinde tutuluyor.

    Bu durum, Türkiye’de ve uluslararası alanda büyük bir tepki topladı. Ama AKP ve ortağı MHP, Can Atalay’ı terör örgütü üyesi olmakla suçladı ve yargı kararlarına saygı duyulması gerektiğini savundu. Muhalefet partileri ise Can Atalay’ın tahliye edilmesini istedi ve AYM’nin kararlarının uygulanmamasının anayasal bir kriz yarattığını ileri sürdü. Bu arada, Can Atalay, Silivri Cezaevi’nde iken Hatay hala yaralarını sarmaya çalışıyor, usulsüzlük ve rant uğruna giden canların yasını tutmaya devam ediyor.

    Bu noktada, AKP Grup Başkanvekili Leyla Şahin Usta devreye girdi. Usta, yaptığı bir açıklamada, Can Atalay’ın milletvekilliğinin önümüzdeki hafta mecliste görüşüleceğini ve karara bağlanacağını söyledi. Ve bunu söylerken, Can Atalay’ı tam 9 kere terörist olarak nitelendirdi. Usta, Can Atalay’ın milletvekilliğinin düşürülmesi için oy kullanacaklarını söyledi. Usta, Can Atalay’ın cezaevinde kalmasını sağlayacaklarını söyledi. Usta, Can Atalay’ın yargılanmasını bekleyeceklerini söyledi. Usta, Can Atalay’ın hak ettiği cezayı almasını göreceklerini söyledi. Usta, Can Atalay’ın Türkiye’ye zarar vermesine izin vermeyeceklerini söyledi. Leyla Şahin Usta bir defa bile adalet demedi. Halkın iradesi demedi. Hukukun üstünlüğü demedi.

    Başka bir usta 28 Tem. 962’de yazdığı şiirle cevap veriyordu;
    “Evet, vatan hainiyim, siz vatanperverseniz, siz yurtseverseniz,
    ben yurt hainiyim, ben vatan hainiyim.
    Vatan çiftliklerinizse,
    kasalarınızın ve çek defterlerinizin içindekilerse vatan,
    vatan, şose boylarında gebermekse açlıktan,
    vatan, soğukta it gibi titremek ve sıtmadan kıvranmaksa yazın,
    fabrikalarınızda al kanımızı içmekse vatan,
    vatan tırnaklarıysa ağalarınızın,
    vatan, mızraklı ilmühalse, vatan, polis copuysa,
    ödeneklerinizse, maaşlarınızsa vatan,
    vatan, Amerikan üsleri, Amerikan bombası, Amerikan donanması topuysa,
    vatan, kurtulmamaksa kokmuş karanlığımızdan,
    ben vatan hainiyim.
    Yazın üç sütun üstüne kapkara haykıran puntolarla :
    Nâzım Hikmet vatan hainliğine devam ediyor hâlâ.”

    Leyla Şahin, sözleriyle, Türkiye’de hukukun üstünlüğü ve millet iradesinin herşeyin üstünde olmadığını birkez daha anlatmış oldu. Oysa 2008’de AKP’nin kapatma davasıyla ilgili AYM aldığı kararı nasılda yürekten alkışlamışlardı değil mi? 2014 de Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin Selahattin Demirtaş hakkında verdiği karara karşı nasıl da AYM bayrak olarak kullanmışlardı. O kadar eskilere gitmeyelim, daha geçtiğimiz günlerde İsrail’in soykırımı ile ilgili nasıl da hukuğa ve uluslararası yasalara tutunmuşlardı.

    Şimdi, sizlere bir soru sormak istiyorum. Sizce, verilecek olan kararla Hatay’ın iradesi mi düşürülecek yoksa Can Atalay’ın vekilliği mi? Bu sorunun cevabını, siz değerli okurlarımıza bırakıyorum. Ama şunu unutmayın: Türkiye, önümüzdeki hafta, bir demokrasi şöleni yaşayacak. Bu şöleni kaçırmayın. Çünkü bu şölen, Türkiye’nin demokrasi tarihine altın harflerle yazılacak. Hem de tam 9 kere.

    Devamını Oku

    AÇLIK YILI

    AÇLIK YILI
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    2024, Türkiye için “Emekliler Yılı” ilan edildi! Evet, başta emekliler olmak üzere herkes merak içinde: Acaba emekliler bu yıl özel yeteneklere mi sahip olacaklar? Yoksa emekli olmayanlar, gizemli emekli bilgeliğiyle mi donatılacaklar? Belki de herkes bir araya gelip, emeklilerle dans partileri mi düzenleyecek, kim bilir?

    Cumhurbaşkanı Erdoğan, bu önemli yılı duyururken, en düşük emekli maaşının 10 bin TL olacağını müjdeledi. Evet, 10 bin TL! Emekliler şimdiden tasarruf hesaplarını yapmaya başladılar, çünkü bu miktarla emeklilerimiz artık dünyanın en zengin emeklileri olacaklar. Öyle ki, Hollywood yıldızları bile emeklilik planlarını Türkiye’ye taşıyacak.

    SSK ve Bağ-Kur emeklilerine yapılan yüzde 5 ek zam ise adeta bir ihtişam gösterisi. Diğer ülkelerin emeklileri, Türkiye’nin emekli zammını duyduklarında, kendi emekli maaşlarına ağlamaktan başka çare bulamayacaklar. Evet, emeklilerimizin cebi bu yıl dolup taşacak!

    Buna ek olarak, emeklilere 200 milyar TL’lik ilave bir kaynak aktarılacak. Bu kaynak, emeklilerin hayatına renk katacak: Emekliler artık her gün altın kaplamalı arabalarla gezecek, gümüşten yapılmış bastonlarıyla mahallelerini süsleyecekler. Komşuları, emeklilerin evlerine girince altın kapı tokmaklarından giriş ücreti talep edecek, çünkü artık herkes emeklilerin şatafatlı yaşamına tanık olmak isteyecek.

    Ayrıca, emeklilere özel yeni hizmetler devreye alınacak. Örneğin, emekliler artık devlet tarafından özel olarak eğitilecek ve günlük emekli hikayeleri anlatma yarışmalarına katılacaklar. En iyi emekli hikayesi anlatıcısı ödüllendirilecek ve “Altın Baston Ödülü”nü kazanacak. Belki de bu ödül, emekliler arasında yeni bir popülerlik yaratacak ve gençler de emeklilik hayali kurmaya başlayacak.

    Ancak, gerçekleri hatırlamak önemli. Türkiye’deki emekliler, zorlu ekonomik koşullar altında yaşam mücadelesi veriyor. Emekli maaşları, fiyat artışları karşısında eriyip gidiyor. Faturaları ödemek, ilaç almak, torunlara harçlık vermek gibi temel ihtiyaçlar, emekliler için lüks haline geliyor.

    Belki de “Emekliler Yılı” ilan edilen bu yıl, gerçekten emeklilerin hayatına dokunacak ve onlara hak ettikleri değeri sağlayacak bir dönemin başlangıcı olabilir. Ancak, geçmişte ilan edilen “özel yılların” sonuçlarına bakıldığında, insanın içinde bir kuşku beliriyor.

    2019: Göbeklitepe Yılı, 2020: Patara Yılı, 2021: Yunus Emre ve Türkçe Yılı, 2022: Kadına Yönelik Şiddetle Mücadele Yılı, 2023: Aşık Veysel Yılı… Sınırlarımızdan elini kolunu sallayarak gelen milyonlarca mülteci ve kaçağın sayesinde ne örfümüz kaldı ne töremiz. Sokaklarda Türkçe tabela bulmayı geçin, Türkçe konuşan insan bulduğumuzda hemşehirlim diyerek sarılacak duruma geldik. Dilimizin ırzına geçtiler. Yetmedi, kadınlara saldırdılar. Söyleyecek çok şey var aslında…

    Belki de bu yıl da sadece bir afiş, bir slogan ve birkaç sözden ibaret olacak. Ama kim bilir, belki de 2024 gerçekten emeklilerin yılı olacak ve emeklilerimiz altın bastonlarıyla dans partilerine katılarak, dünya emeklileri arasında zirveye tırmanacaklar. Hep birlikte bekleyip göreceğiz! Yeter ki 2024 açlık yılı olmasın da….

    Devamını Oku

    Yapay Sevinç

    Yapay Sevinç
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Güzel ülkemizde seçim atmosferi bir yandan devam ederken, diğer yandan AKP hükümeti, bize gerçek bir ‘devrim’ sunmak için kolları sıvamış gibi görünüyor. Ancak, bu devrim bilim dünyasında değil, bir algı operasyonuyla siyaset sahnesinde gerçekleşiyor. Ulaştırma Bakanı Abdulkadir Uraloğlu ve YÖK Başkanı Erol Özvar, son günlerde yapay zeka ve uzay yolculuğu gibi kavramları seçim kampanyası malzemesine dönüştürerek, bilimsel ciddiyeti altüst ediyorlar.

    Yapay zeka ve uzay yolculuğu gibi kavramların seçim kampanyası malzemesine dönüştürülmesi, siyasi arenada bilimsel ciddiyetsizliğin aleni bir göstergesi. 12 Eylül 1980 ihtilalinin eseri olarak bilinen YÖK, bir kez daha ülkemizi gerçek gelişmelerden uzak, kendi yaratılmış masal dünyasına çekmeye çalışıyor. Ulaştırma Bakanı Abdulkadir Uraloğlu’nun ve YÖK Başkanı Erol Özvar’ın yapay zeka zirvesinde sergiledikleri performans, adeta bir bilim karnavalına dönüşmüş durumda.

    Yapay zeka konusunda AKP hükümeti ve YÖK’ün gerçekleştirdiği “Yapay Zeka Zirvesi,” sanki Türkiye’nin bu alanda atılım yapmış gibi bir hava yaratıyor. Ancak, yakından bakınca bu operasyonun altında yatan gerçekleri görmek mümkün. İlk olarak, YÖK Başkanı Erol Özvar’ın “Türk yükseköğretim tarihinde bir ilk adımı” ifadesiyle sunulan bu hamlenin, aslında 70 yıl gecikmiş bir adım olduğu ortaya çıkıyor.

    Erol Özvar’ın “Yapay zeka üniversite ders müfredatına giriyor. Bu, Türk yükseköğretim tarihinde bir ilk adımı ifade ediyor” açıklaması, gerçekleri göz ardı etme konusundaki maharetini bir kez daha sergiliyor. Türk üniversitelerinde zaten “Yapay Zeka ve Veri Mühendisliği” bölümlerinin bulunduğunu unutarak, sanki bu alanda bir çığır açılıyormuş gibi bir algı yaratmaya çalışıyor. Ancak, gerçeklerle yüzleşmek, bilimle dolu boş vaatler arasındaki farkı görmek için yeterli.

    Özvar’ın övgüyle bahsettiği “Yapay Zeka ve Veri Mühendisliği” bölümlerinin Türkiye’de zaten var olduğunu fark etmek biraz zaman alabilir. Ancak, gerçeklerle yüzleşmek ve seçim öncesi yapay bir coşku yaratmak arasında gidip gelmek, AKP’nin sıklıkla başvurduğu bir strateji olmuştur.

    AKP’nin atadığı son YÖK Başkanı Erol Özvar’ın “Türk yükseköğretim tarihinde bir ilk adımı ifade ediyor” şeklindeki açıklamaları, adeta bir bilim kurgu filminden alınmış gibi. Türk üniversitelerinde bu alanda eğitim programlarının ve bölümlerinin zaten mevcut olduğunu unutmak, bilimsel ciddiyetsizliğin doruklarına ulaşmak anlamına geliyor.

    Özvar’ın bu açıklamaları, sadece bilimsel değil, aynı zamanda toplumsal bir sorumluluktan da yoksun. Yapay zeka gibi kritik bir alanda toplumu bilgilendirmek ve bilinçlendirmek yerine, seçim öncesi halka yalanlarla dolu bir hava yaratmaya çalışmak, sorumsuz bir politika anlayışının göstergesi. Bu ‘çelişkiler zirvesi’nde YÖK ve BTK’nın iş birliği protokolü imzalamasıyla birlikte, adeta “reklamlar başlıyor” havası estirilmiş. Ancak, bu iş birliği protokolünün de aslında ne kadar işlevsel olduğunu sorgulamadan geçmemek gerekiyor. YÖK ve BTK’nın yapay zeka konusunda bir araya gelip iş birliği yapmış olmaları, sanki Türkiye’nin bu alandaki eksikliğini gideriyormuş gibi bir algı yaratmaktan öteye gitmiyor.

    Asıl çarpıcı olan ise Türkiye’deki üniversitelerin yapay zeka alanında yapmış olduğu çalışmaların, AKP’nin bu konudaki yeni ‘müjdesi’ olarak sunulmasıdır. Yapay zeka konusundaki eğitim programları ve bölümleri, aslında YÖK eski Başkanı Prof. Dr. Yekta Saraç döneminde 2019 yılında onaylanmıştı. Dolayısıyla, bu alandaki gelişmelerde AKP’nin bir ‘ilk adım’ı olduğunu iddia etmek, gerçeklerle uyumsuz bir tablo çizmekten öteye geçmiyor.

    Bu operasyonun bir diğer boyutu ise AKP’nin, MEF Üniversitesi tarafından kurulan MEFTek adlı merkezin kuruluşunu desteklemesi. Ancak, bu destekleme işin iç yüzüne bakıldığında, aslında AKP’nin, bilimi nasıl ihmal ettiğini ve bu tür adımlarla sadece bilimsel bir gelişmeyi seçim malzemesine dönüştürdüğünü görmek mümkün.

    Öte yandan, YÖK ve Bilgi Teknolojileri Kurumu’nun (BTK) iş birliği protokolü adı altında yaptığı anlaşma da bir başka ilginç detay. Bu anlaşmanın gerçek bir bilimsel katkı sağlayıp sağlamayacağı, zaman içinde ortaya çıkacak. Ancak, şu ana kadar YÖK’ün bilim dünyasına ve üniversitelere yeterince destek sağladığına dair somut örnekler pek bulunmuyor.

    Sonuç olarak, Türkiye’nin yapay zeka alanında gerçekleştirdiği gelişmeleri seçim malzemesine dönüştürmek, asıl devrimi kaçırdığımızın bir göstergesidir. Yapay zeka konusundaki çalışmaların özünde liyakat ve bilim olmalıdır, ancak AKP’nin bu konudaki çabaları, bilimsel bir devrimden çok, aklımızla oynayan bir politika stratejisinin parçası gibi görünüyor. Bu durumda, yapay zeka, ne kadar gelişirse gelişsin, AKP’nin gerçek bir devrim yapmasının önünde engel teşkil etmeye devam edecektir. Türkiye’nin bilim dünyasını gerçek gelişmelerden habersiz bırakan, bilimsel ciddiyeti yok sayan bu tür hamleler, ülkemizin gerçek bilim potansiyelini ortaya çıkarmaktan ziyade, yapay sevinçlerle donatılmış bir sahne kurma çabasından başka bir şey değil. Yapay zeka ve bilim, samimi ve ciddi adımlarla desteklendikçe gelişir; ancak, bunları siyasi malzeme haline getirmek, gerçek bilim dünyasına zarar vermekten başka bir işe yaramaz.

    Devamını Oku

    İstikbal Göklerde midir?

    İstikbal Göklerde midir?
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Uzayın derinliklerine açılan kapıda, Türkiye adını bir kez daha duyuruyor. Evet, yanlış duymadınız, Türkiye’nin uzaya ilk gönderdiği kişi, Alper Gezeravcı! SpaceX’in güçlü roketiyle Uluslararası Uzay İstasyonu’na (ISS) yolculuk eden Gezeravcı, sadece kendisi için değil, tüm Türkiye için bir adım atmış durumda. Ancak, uzayda ne kadar yer çekişsiz bir ortam varsa, Türkiye’nin iç siyaseti de o kadar çekişmeli. Bu uzay yolculuğu, adeta bir siyasi uzay filminin başlangıcı gibi.

    Gezeravcı’nın uzayda geçireceği 14 gün boyunca, birçok bilimsel deney gerçekleştirecek olması, Türkiye’nin uzay araştırmalarındaki ciddiyetini gösteriyor. Ancak benim aklıma takılan bir soru var: Acaba uzayda da aynı hızda siyasi gelişmeler oluyor mu? Belki de orada siyasetçiler yerçekimi yasalarına takılmadan daha etkili kararlar alabiliyorlardır. Mesela, bir karar alındığında hemen yürürlüğe girebilir ve vatandaşlar üzerinde uzay hızında bir etki bırakabilir.

    Uzayda yaşam, yer çekiminden bağımsız olarak şekillenirken, Türkiye’de ise yer çekimi daha etkili. Siyasette de durum farksız değil. Herkesin bir yerlere çekildiği, güçlü bir yer çekimi hissettiğimiz bir dönemde, Alper Gezeravcı’nın uzay yolculuğu adeta bir kaçış gibi geldi. Belki de bizim siyasetçilere birkaç ders verir. Mesela, bir konuda çekişmek yerine, uzaya gidip sorunları yerçekimi olmadan çözebilirler. Belki de orada bir uzlaşı atmosferi yakalayabilirler, kim bilir?

    Uzayın, radyasyon ve diğer tehlikelerle dolu olduğunu biliyoruz. Ancak Türkiye’nin iç siyaseti de bir o kadar zorlu. Politik atmosferdeki yüksek gerilim, sanki bir uzaylı istilası gibi hissettiriyor zaman zaman. Belki de Gezeravcı, uzayda karşılaştığı zorluklarla kıyaslayınca, siyasi atmosferimizin ne kadar da sakin olduğunu düşünecek.

    Sonuç olarak, Alper Gezeravcı’nın uzaydaki macerası, Türkiye için önemli bir adım olabilir. Belki de uzayda edindiği deneyimlerle, geri döndüğünde siyasetçilere birkaç strateji önerisi sunabilir. Umarım döndüğünde, en azından birkaç uzaylı fıkra anlatır da, siyasetimizdeki gergin atmosferi bir nebze olsun hafifletir. Uzayda geçirdiği günlerden edindiği perspektifle, belki de dünya üzerindeki sorunlara daha çözümcül bir yaklaşım getirebilir.

    Gezeravcı’nın uzaydaki bu yolculuğu, bir köşe yazısına konu olmaktan öte, Türkiye’nin gelecekteki uzay politikalarına ışık tutabilir. Umarım döndüğünde, bu yazıyı okuyup birkaç güzel fıkra ekleyerek gülümser ve “Uzayda siyaset nasıl bir şeydi, bir bilseniz” der. Belki de bu, Türkiye için bir siyasi dönüşüm başlatır, kim bilir?

    Devamını Oku

    Zam-Para

    Zam-Para
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Sevgili okurlar, bugün sizlere Türkiye’nin en büyük sorunlarından biri olan enflasyon hakkında yazacağım. Bildiğiniz gibi, enflasyon, fiyatların sürekli artması ve paranın alım gücünün azalması demektir. Enflasyon, herkesi etkiler ama en çok da emeklileri ve asgari ücretlileri vurur. Çünkü onların maaşları, enflasyon karşısında erir gider. Peki, bu durumda hükümet ne yapıyor? Tabii ki zam yapıyor. Ama bu zam, enflasyonu karşılamaya yetiyor mu? Elbette hayır. Çünkü hükümetin açıkladığı enflasyon rakamları, gerçek enflasyonu yansıtmıyor. Hükümet, enflasyonu hesaplarken, sepete ne koyduğunu, ne çıkardığını, nasıl tarttığını, nasıl ölçtüğünü kimse bilmiyor. Ama biz, markete, pazara, faturaya baktığımızda, enflasyonun çok daha yüksek olduğunu görüyoruz.

    Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK), kasım ayında tüketici fiyat endeksinin (TÜFE) yıllık bazda yüzde 21,31 olduğunu açıkladı. Ama aynı ay, bağımsız araştırmacılardan oluşan Enflasyon Araştırma Grubu (ENAG), TÜFE’nin yüzde 58,65 olduğunu duyurdu. Aradaki fark, yüzde 37,34. Bu da demek oluyor ki, hükümet, enflasyonu yarı yarıya gösteriyor. Bu da demek oluyor ki, hükümet, halkı kandırıyor. Bu da demek oluyor ki, hükümet, halkın cebinden çalıyor.

    Peki, hükümet, enflasyonu nasıl hesaplıyor? TÜİK, enflasyonu hesaplarken, sepetindeki 418 ürünün fiyat değişimini esas alıyor. Ama bu sepet, halkın gerçek tüketimini yansıtmıyor. Çünkü sepetin içinde, halkın en çok ihtiyaç duyduğu ve fiyatı en çok artan ürünler yeterince yer almıyor. Mesela, gıda ürünleri, sepetin sadece yüzde 23,68’ini oluşturuyor. Ama gıda fiyatları, 2023 yılında yüzde 93,24 arttı. Yani, yemek yemek, enflasyondan daha pahalı oldu. Bu da demek oluyor ki, hükümetin sepetinde yemek yok. Belki de hükümet, yemek yemeyi bıraktı. Ya da yemek yemeyi gereksiz bir harcama olarak görüyor. Belki de hükümet, yemek yemek yerine, yemek yemeyi öneriyor. Nasıl olsa, yemek yemek de bir yemektir. Hem sağlıklıdır, hem de ucuzdur. Hem de enflasyonu düşürür.

    Mesela, enflasyonu hesaplarken, fiyatı çok artan ürünleri sepetten çıkarıyor, fiyatı az artan veya düşen ürünleri sepete ekliyor. Böylece, enflasyonu düşük gösteriyor. Mesela, aralık ayında enflasyon yüzde 2,93 artmış gibi gözüküyor, ama aslında yüzde 5,9 artmış. Bu arada, sepetten çıkarılan ürünler de vatandaşın en çok ihtiyaç duyduğu ürünler. Mesela, et, süt, yumurta, peynir, ekmek, sebze, meyve, elektrik, doğalgaz, su, ulaşım, eğitim, sağlık gibi… Bu ürünlerin fiyatları, son bir yılda yüzde 30 ile yüzde 100 arasında arttı. Bu da demek oluyor ki, hükümet, halkın sepetini eritiyor.

    Peki, hükümetin sepetinde ne var? Bunu tam olarak bilemiyoruz ama tahmin edebiliriz. Mesela, hükümetin sepetinde, Cumhurbaşkanlığı bütçesi var. Çünkü Cumhurbaşkanlığı bütçesi, 2014 yılında 199 milyon lira iken, 2020 yılında 3,1 milyar liraya yükseldi. Yani, yüzde 1457 arttı. Bu da demek oluyor ki, Cumhurbaşkanlığı bütçesi, enflasyondan çok daha hızlı büyüdü. Bu da demek oluyor ki, Cumhurbaşkanlığı bütçesi, enflasyonu düşürdü.

    Bu arada, hükümetin sepetinde, vergi ve harçlara zam da var. Çünkü hükümet, 2024 yılı için vergi ve harçlara yüzde 22,5 zam kararı aldı. Bu da demek oluyor ki, hükümet, vergi ve harçları, enflasyondan daha fazla arttırdı. Bu da demek oluyor ki, hükümet, vergi ve harçları, enflasyonu yukarı çekti.

    Sonuç olarak, sevgili okurlar, hükümetin sepeti ile halkın sepeti arasında büyük bir fark var. Hükümetin sepeti dolu, halkın sepeti boş. Hükümetin sepeti büyüyor, halkın sepeti küçülüyor. Hükümetin sepeti zengin, halkın sepeti fakir. Hükümetin sepeti mutlu, halkın sepeti mutsuz. Hükümetin sepeti güçlü, halkın sepeti güçsüz. Hükümetin sepeti zam, zam, zam; halkın sepeti zem, zem, zem. Bu adaletsizliğe daha ne kadar sessiz kalacağız? Bu haksızlığa daha ne kadar boyun eğeceğiz? Bu sepetleri daha ne kadar taşıyacağız? Bu soruların cevabını sizlere bırakıyorum. Sağlıcakla kalın.

    Devamını Oku

    STK’lar kapatılsın

    STK’lar kapatılsın
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Tarikat, genellikle bir dinin veya mezhebin kurallarına bağlı kalmadan, kendine özgü bir yorum ve uygulama getiren, bir şeyh veya lider etrafında toplanan dini bir cemaattir. Tarikatlar, tarihte pek çok dinde ve kültürde görülmüştür. İslam dininde de tarikatlar, özellikle tasavvuf akımının yaygınlaşmasıyla birlikte ortaya çıkmış ve çeşitlenmiştir. Tarikatlar, genellikle dini duyguları sömürerek, insanları kendilerine bağlamaya, onlara maddi ve manevi yönden hükmetmeye çalışırlar. Bazı tarikatlar, devletin ve toplumun düzenini bozmaya, kendi çıkarları doğrultusunda siyasi ve ekonomik güç elde etmeye, hatta terör eylemlerine kalkışmaya kadar varan tehlikeli faaliyetlerde bulunabilirler.

    Ülkemizde de son yıllarda, tarikatların kirli yüzü birçok skandal ve olayla ortaya çıkmıştır. Bunlardan en bilineni, 15 Temmuz 2016’da gerçekleşen hain darbe girişimiyle bağlantılı olan Fetullahçı Terör Örgütü (FETÖ)’dür. FETÖ, dini istismar ederek, İslam diniyle alakası olmayan yeni bir siyasi, ekonomik ve toplumsal düzen kurmayı amaçlayan yasadışı bir yapılanmadır. FETÖ, yıllarca devletin kritik kurumlarına sızarak, paralel bir devlet yapısı oluşturmuş, yargı, emniyet, askeriyede ve eğitimde etkin bir konuma gelmiştir. FETÖ, ayrıca yurt içi ve yurt dışında açtığı okullar, vakıflar, dernekler, medya kuruluşları, bankalar, şirketler aracılığıyla büyük bir servet ve nüfuz elde etmiştir. FETÖ, 17-25 Aralık 2013’te yolsuzluk ve rüşvet operasyonlarıyla hükümete karşı ilk darbe girişiminde bulunmuş, ancak başarılı olamamıştır. FETÖ, 15 Temmuz 2016’da ise askeri darbe teşebbüsünde bulunmuş, ancak Türk halkının demokrasiye sahip çıkması ve direnmesi sayesinde püskürtülmüştür. FETÖ, bugün uluslararası bir terör örgütü olarak tanınmakta ve Türkiye Cumhuriyeti Devleti tarafından en büyük düşman olarak görülmektedir.

    FETÖ, tarikatların kirli yüzünü gösteren en büyük örnek olmakla birlikte, tek örnek değildir. Ülkemizde faaliyet gösteren başka tarikatlar da çeşitli skandallara ve suçlara karışmıştır. Bunlardan biri de Ensar Vakfı’dır. Ensar Vakfı, 1979 yılında kurulmuş, eğitim, kültür, sosyal yardım gibi alanlarda faaliyet gösteren bir sivil toplum kuruluşu olarak tanımlanmaktadır. Ancak Ensar Vakfı, 2016 yılında Karaman’da ortaya çıkan tecavüz skandalıyla gündeme gelmiştir. Bu skandalda, Ensar Vakfı ve Karaman Anadolu İmam Hatip Lisesi Mezunları Derneği’ne (KAİMDER) ait evlerde kalan çocukların cinsel istismara ve tecavüze maruz kaldığı ortaya çıkmıştır. 2012-2015 yılları arasında, 9-10 yaşlarında çok sayıda çocuğa tecavüz ettiği polis raporuyla belgelenen 54 yaşındaki Muharrem Büyüktürk adlı öğretmen 4 Mart 2016 tarihinde tutuklanmıştır. Muharrem Büyüktürk, “çocuğa nitelikli cinsel istismar, hürriyeti tahdit, kasten yaralama ve müstehcen görüntüleri izletme” suçlarından 508 yıl 3 ay hapis cezasına çarptırılmıştır. Bu olay, Ensar Vakfı’nın çocuklara yönelik eğitim faaliyetlerinin ne kadar tehlikeli olduğunu gözler önüne sermiştir.

    Ensar Vakfı’nın bu skandalı, Milli Eğitim Bakanı Yusuf Tekin’in Meclis’te yaptığı bir açıklamayla daha da büyük bir tepki çekmiştir. Bakan Tekin, bütçe görüşmelerinde yaptığı açıklamada, “Sizin tarikat dediğiniz, bizim STK dediğimiz yapılarla toplasanız 10 protokolümüz vardır. Ben bu protokollerle bize destek olanlara da teşekkür ediyorum. Onlarla protokol yapmaya da devam edeceğiz, çünkü onlar çocukların dağa çıkmasını engelliyor, çocukların dağa çıkmaması için, sizin insan kaynağınıza insan yetiştirmemek için buradan devam edeceğim.” demiştir. Bu açıklama, tarikatların eğitim sistemine nasıl sızdığını ve devletin bunlara nasıl göz yumduğunu göstermesi bakımından büyük bir skandaldır. Bakan Tekin, tarikatları STK olarak tanımlayarak, Anayasa’nın laiklik ilkesine aykırı bir tutum sergilemiştir. Ayrıca, tarikatların çocukların dağa çıkmasını engellediğini iddia ederek, terör örgütü PKK ile tarikatlar arasında bir tercih yapmaya zorlamıştır. Bu açıklama, halkı kin ve düşmanlığa tahrik etmektedir. Bakan Tekin, bu açıklamasıyla, tarikatların suçlarını ve suçlularını övmüş, görevini kötüye kullanmış ve Anayasa’yı ihlal etmiştir. Bu nedenle, İzmir Barosu tarafından Bakan Tekin hakkında suç duyurusunda bulunulmuştur.

    Bu açıklamayı duyan her akıllı ve vicdanlı insanın, Bakan Tekin’e şu soruyu sorması gerekir: “Sayın Bakan, sizin tarikat dediğiniz, bizim STK dediğiniz yapılar, çocukların dağa çıkmasını engelliyor da, çocukların tecavüze uğramasını niye engellemiyor? Sizin tarikat dediğiniz, bizim STK dediğiniz yapılar, çocuklara insan yetiştirmek için mi, yoksa hayvan yetiştirmek için mi uğraşıyor? Sizin tarikat dediğiniz, bizim STK dediğiniz yapılar, çocuklara dini değerleri mi, yoksa sapkın değerleri mi öğretiyor? Sizin tarikat dediğiniz, bizim STK dediğiniz yapılar, çocukların geleceğini mi, yoksa geçmişini mi inşa ediyor?” Bu soruların cevabını, Bakan Tekin’in verebileceğini sanmıyorum. Çünkü Bakan Tekin, tarikatların etkisinde kalmış, akıl, vicdan ve irade yoksunu bir bakan olarak görev yapmaktadır. Bakan Tekin, eğitim sistemini tarikatların eline teslim etmiş, çocukların ve gençlerin zihinlerini bulandırmış, ülkenin geleceğini karartmıştır. Bakan Tekin, bu yaptıklarıyla, eğitim tarihine kara bir leke olarak geçmiştir.

    Tarikatların kirli yüzü sadece eğitim ve siyaset alanında değil, toplumun diğer kesimlerinde de görülmektedir. Örneğin, Murat Kurum’un aday olarak açıklanmasının ardından, bazı medya kuruluşlarında, Kurum’un hangi tarikatın desteklediği ve niçin aday gösterilmiş olabileceği yönünde spekülasyonlar yapılmıştır. Murat Kurum, 1976 yılında Elazığ’da doğmuş, İstanbul Teknik Üniversitesi İnşaat Mühendisliği Bölümü’nden mezun olmuş, 2003 yılında TOKİ’de çalışmaya başlamış, 2018 yılında Çevre ve Şehircilik Bakanlığı Müsteşarlığı’na getirilmiş, 2019 yılında ise Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan tarafından Çevre ve Şehircilik Bakanı olarak atanan bir siyasetçidir. Murat Kurum’un adaylığı, AK Parti içindeki farklı görüşleri yansıtan bir tercih olarak yorumlanmıştır. Bazı kaynaklara göre, Murat Kurum, AK Parti’nin kurucu kadrolarından olan ve 2019 yılında partiden istifa ederek Gelecek Partisi’ni kuran Ahmet Davutoğlu’nun yakın çalışma arkadaşıdır. Bazı kaynaklara göre ise, Murat Kurum, Süleymancılar tarikatının desteklediği bir isimdir. Süleymancılar, 1950’li yıllarda Süleyman Hilmi Tunahan adlı bir şeyh tarafından kurulmuş, eğitim ve kültür faaliyetleriyle tanınmış, ancak zamanla siyasi bir güç haline gelmiş bir tarikattır. Süleymancılar, AK Parti’ye yakın bir duruş sergilemekte, ancak parti içindeki bazı çekişmelerden de etkilenmektedir. Murat Kurum’un Süleymancılar tarafından desteklenmesinin nedeni, tarikatın eğitim alanındaki etkinliğini artırmak ve siyasi çıkarlarını korumak olabilir.

    Bu spekülasyonlar, Murat Kurum’un ne kadar liyakatli ve başarılı bir siyasetçi olduğunu göstermektedir. Murat Kurum, hem Davutoğlu’nun hem de Süleymancıların güvenini kazanmış, hem de Erdoğan’ın takdirini almıştır. Murat Kurum, hem eğitimli hem de dindar bir bakan olarak görev yapmıştır. Murat Kurum, hem çevre ve şehircilik alanında hem de siyaset alanında büyük işler başarmıştır. Murat Kurum, kısacası, ülkemizin ve milletimizin gururu olmuştur. Bu yüzden, Murat Kurum’un adaylığı, herkes tarafından alkışlanmalı ve desteklenmelidir. Murat Kurum, ülkemize ve milletimize hayırlı olsun.

    Bu örnekler, tarikatların ülkemizde ve dünyada nasıl bir tehdit oluşturduğunu göstermektedir. Tarikatlar, dini istismar ederek, insanların akıl, vicdan ve iradelerini ele geçirmeye, onları kendi çıkarları için kullanmaya çalışmaktadır. Tarikatlar, devletin ve toplumun düzenini bozmakta, hukukun ve demokrasinin işleyişini engellemekte, eğitim, siyaset, ekonomi gibi alanlarda yozlaşmaya ve baskıya neden olmaktadır. Tarikatlar, ayrıca terör eylemlerine kalkışmakta, insan hakları ihlallerine sebep olmakta, çocukların ve kadınların cinsel istismarına ve şiddetine maruz bırakmaktadır. Tarikatlar, kısacası, ülkemizin ve milletimizin geleceğini karartmaktadır.

    Peki, bu durum karşısında ne yapmalıyız? Nasıl bir tavır sergilemeliyiz? Bu soruların cevabını, bir fıkra ile vermek istiyorum. Fıkrada, bir adam, bir tarikata katılmak ister. Tarikatın şeyhi, adama, “Sen bizim tarikata katılmak istiyorsun, ama bizim tarikatın kuralları çok ağırdır. Bizim tarikatta, namaz kılmak, oruç tutmak, zekat vermek, hacca gitmek yoktur. Bizim tarikatta, sadece şeyhe itaat etmek vardır. Şeyh ne derse o yapılır. Şeyh, seni bir yere gönderir, sen gidersin. Şeyh, seni biriyle evlendirir, sen evlenirsin. Şeyh, senin malını ister, sen verirsin. Şeyh, senin canını ister, sen verirsin. Bizim tarikat böyledir. Sen buna razı mısın?” diye sorar. Adam, şaşkınlıkla, “Ama bu nasıl tarikat? Bu, dinin emirlerine aykırı değil mi? Bu, insanın hürriyetine ve haysiyetine dokunmaz mı? Bu, akla ve mantığa sığar mı?” diye sorar. Şeyh, gülümseyerek, “Sen merak etme, bizim tarikatta akıl da yok, mantık da yok. Bizim tarikatta, sadece şeyh vardır.” der.

    Bu fıkra, tarikatların ne kadar saçma ve tehlikeli olduğunu anlatmaktadır. Biz, tarikatların bu saçmalığına ve tehlikesine karşı, akıl, vicdan, irade, hukuk, demokrasi, laiklik, insan hakları gibi değerleri savunmalıyız. Biz, tarikatların baskısına ve yozlaşmasına karşı, eğitim, bilim, sanat, kültür, medeniyet gibi alanlarda ilerlemeliyiz. Biz, tarikatların istismarına ve şiddetine karşı, çocuklarımızın, kadınlarımızın, gençlerimizin, yaşlılarımızın, engellilerimizin, azınlıklarımızın haklarını korumalıyız. Biz, tarikatların karanlığına karşı, aydınlık bir gelecek için mücadele etmeliyiz.

    Devamını Oku

    Kadına Şiddet Tablosu

    Kadına Şiddet Tablosu
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Bir Fransız, bir Alman ve Temel müzede “Adem ve Havva Cennet Bahçesinde” tablosuna bakıyorlarmış. Alman bir bakışta; “Bedenlerinin kusursuzluğuna bakar mısınız? Adem ile Havva mutlaka Alman olmalı” demiş. Fransız da tabloya bakar bakmaz Alman’a karşı çıkmış: “Havva ne kadar güzel, Adem ne kadar yakışıklı. Bu denli çekici olduklarına göre, hiç kuşkusuz Fransız olmalılar.” Temel ise tabloyu uzun uzun incelemiş, incelemiş, incelemiş ve sonunda; “Tabloya paktum da” demiş “Bunlar kesun Türk’tür. Paksanuza üstte yok, paşta yok, elmadan paşka yiyecek yok, ama hâlâ kendilerinu cennette sanayiler!”

    Bu fıkrayı okuyunca gülmekten kendimizi alamıyoruz. Ama Türkiye’deki kadına şiddet tablosuna bakınca, yüzümüzdeki tebessüm donuyor. Kadınlar, sevmeyi bilmeyen, bilmeyi sevmeyen erkekler yüzünden cehennemi bu dünyada yaşıyor. Bugün 25 Mart! Bugün Kadına Karşı Şiddetle Mücadele günü. Kadınlar sadece cennette rahat etmesinler, bu dünyada da cehennemi yaşamasınlar, diye…

    Kadına yönelik şiddet, sadece kadınların değil, tüm toplumun sorunu. Kadınlar, insan haklarına, eşitliğe, özgürlüğe, saygıya, sevgiye layık. Kadınlar, hayatın her alanında var olmalı, katkı sunmalı, karar verme süreçlerine dahil olmalı. Kadınlar, şiddetin her türlüsünden korunmalı, desteklenmeli, güçlendirilmeli. Kadınlar, yaşamın kaynağı, cennetin anahtarı.

    Peki, Türkiye’de kadına yönelik şiddetle mücadelede neredeyiz? Ne yapıyoruz, ne yapmalıyız? Bu soruların cevabını ararken, bazı verilere, raporlara, araştırmalara, önerilere göz atalım.

    Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) verilerine göre, 2020 yılında Türkiye’de 266 kadın cinayeti işlendi. Kadın Cinayetlerini Durduracağız Platformu (KCDP) verilerine göre ise, 2020 yılında 300 kadın cinayeti işlendi. Bu rakamlar, 2021 yılında da artarak devam etti. KCDP verilerine göre, 2021 yılının ilk 9 ayında 245 kadın cinayeti işlendi. Bu cinayetlerin büyük bir kısmı, kadınların boşanmak istemesi, ayrılmak istemesi, hayır demesi, reddetmesi gibi nedenlerle gerçekleşti. Cinayetlerin yanı sıra, kadınlar fiziksel, cinsel, psikolojik, ekonomik, dijital şiddete de maruz kaldı. Kadınların yüzde 38’i hayatlarının bir döneminde fiziksel veya cinsel şiddet gördü1. Kadınların yüzde 44’ü eşleri veya partnerleri tarafından şiddet gördü. Kadınların yüzde 15’i cinsel tacize uğradı.

    Türkiye, 2011 yılında imzaladığı ve 2014 yılında yürürlüğe giren İstanbul Sözleşmesi ile kadına yönelik şiddeti önlemeyi, korumayı, kovuşturmayı ve desteklemeyi taahhüt etti. Ancak 2021 yılında, Cumhurbaşkanlığı kararnamesi ile sözleşmeden çekildiğini ilan etti. Bu karar, kadın örgütleri, insan hakları kuruluşları, uluslararası toplum ve hukukçular tarafından tepkiyle karşılandı. Sözleşmenin feshedilmesinin, kadınların haklarını ve güvenliğini tehlikeye attığı, şiddetle mücadelede geri adım atıldığı, caydırıcılığın azaldığı, cezasızlığın arttığı belirtildi. Sözleşmenin feshedilmesine karşı açılan iptal davaları ise halen Anayasa Mahkemesi’nde bekliyor.

    Türkiye, 2012 yılında çıkardığı 6284 sayılı Ailenin Korunması ve Kadına Karşı Şiddetin Önlenmesine Dair Kanun ile kadına yönelik şiddetle mücadelede önemli bir adım attı. Bu kanun, kadınların şiddetten korunması için bir dizi tedbir ve hizmet öngörüyor. Ancak kanunun uygulamasında ciddi sorunlar yaşanıyor. Kanunun tanımladığı koruyucu ve önleyici tedbirlerin alınması, uygulanması, denetlenmesi ve yaptırımların uygulanması konusunda yetersizlikler, gecikmeler, ihmaller, keyfiyetler, tutarsızlıklar görülüyor. Kanunun etkinliğini artırmak için, kanunun uygulayıcıları olan yargı, emniyet, sağlık, sosyal hizmet, eğitim gibi kurumların personeline yönelik eğitim, farkındalık, koordinasyon, işbirliği, veri toplama, izleme, değerlendirme çalışmalarının yapılması gerekiyor.

    Türkiye, 2021 yılında Meclis Adalet Komisyonu’nda kabul edilen ve Genel Kurul’a sevk edilen Kadınlara ve Sağlık Çalışanlarına Yönelik Şiddetin Önlenmesine Dair Kanun Teklifi ile kadına yönelik şiddetle mücadelede yeni bir düzenleme yapmayı hedefliyor. Bu teklif, kadına karşı işlenen bazı suçlarda cezai yaptırımın artırılmasını öngörüyor. Ancak kadın örgütleri ve hukukçular, bu teklifi yetersiz, eksik ve göstermelik buluyor. Teklifin, kadına yönelik şiddetin tanımını, nedenlerini, boyutlarını, çözüm yollarını yansıtmadığını, toplumsal cinsiyet eşitliğini göz ardı ettiğini, kadınların taleplerini karşılamadığını, sadece cezalandırmaya odaklandığını, önleme ve destek politikalarını ihmal ettiğini, kadın örgütlerinin katılımını sağlamadığını, İstanbul Sözleşmesi ve 6284 sayılı Kanun’un ruhuna aykırı olduğunu savunuyor.

    Kadına yönelik şiddetle mücadelede, yasal düzenlemelerin yanı sıra, toplumsal, kültürel, eğitimsel, ekonomik, siyasal alanlarda da değişim ve dönüşüm gerekiyor. Kadına yönelik şiddetin, toplumsal cinsiyet eşitsizliğinin, ataerkil zihniyetin, ayrımcılığın, yoksulluğun, güvencesizliğin, eğitimsizliğin, bilinçsizliğin, önyargının, kalıp yargının, baskının, sindirimin, yozlaşmanın, yabancılaşmanın, şiddetin kaynağı olduğunu anlamak ve kabul etmek gerekiyor. Kadına yönelik şiddetle mücadelede, kadınların haklarını, taleplerini, seslerini, örgütlülüğünü, dayanışmasını, mücadelesini görmezden gelmemek, desteklemek, güçlendirmek gerekiyor. Kadına yönelik şiddetle mücadelede, erkekleri de dönüştürmek, eğitmek, bilinçlendirmek, sorumluluk almaya davet etmek gerekiyor. Kadına yönelik şiddetle mücadelede, devletin, siyasetin, yargının, medyanın, sivil toplumun, akademinin, sanatın, sporun, dinin, eğitimin, sağlığın, iş hayatının, ailenin, bireyin rolü, sorumluluğu, katkısı büyük. Kadına yönelik şiddetle mücadelede, ulusal ve uluslararası yasal, kurumsal, normatif, etik çerçevelere uyum, işlevsellik, etkinlik, verimlilik, hesap verebilirlik, şeffaflık, katılımcılık, sürdürülebilirlik önemli.

    Kadına yönelik şiddetle mücadelede, hepimizin yapabileceği çok şey var. Şiddeti gördüğümüzde, duyduğumuzda, bildiğimizde sessiz kalmayalım, ihbar edelim, müdahale edelim, destek olalım. Şiddeti önleyici, koruyucu, kovuşturucu, destekleyici mekanizmaları, kurumları, hizmetleri, kaynakları tanıyalım, tanıtalım, kullanalım, kullandıralım. Şiddeti meşrulaştıran, normalleştiren, özendiren, örtbas eden, yücelten, mazur gösteren sözleri, davranışları, tutumları, kültürleri, gelenekleri, inançları, değerleri, algıları, medyayı, reklamı, sanatı, eğitimi, siyaseti, yargıyı, dini, aileyi, bireyi eleştirelim, değiştirelim, dönüştürelim. Şiddete karşı bilinçli, duyarlı, aktif, örgütlü, dayanışmacı, mücadeleci olalım. Şiddete karşı eşitlikçi, demokratik, insan haklarına dayalı, barışçıl, adil, sürdürülebilir bir toplum, bir dünya yaratalım.

    Kadına yönelik şiddet, insanlığın utancı, yarası, ayıbı. Kadına yönelik şiddet, insan haklarının, kadın haklarının, insan onurunun, kadın onurunun ihlali. Kadına yönelik şiddet, toplumun, ailenin, bireyin sağlığını, mutluluğunu, refahını, gelişimini, kalkınmasını, güvenliğini, istikrarını tehdit ediyor. Kadına yönelik şiddet, cenneti cehenneme çeviriyor.

    Kadına yönelik şiddetle mücadele, hepimizin görevi, hakkı, sorumluluğu. Kadına yönelik şiddetle mücadele, hepimizin ortak çıkarı, ortak değeri, ortak geleceği. Kadına yönelik şiddetle mücadele, cehennemi cennete çevirecek.

    Kadına yönelik şiddetle mücadele günü, sadece bugün değil, her gün. Kadına yönelik şiddetle mücadele, sadece kadınların değil, erkeklerin de, çocukların da, gençlerin de, yaşlıların da, engellilerin de, azınlıkların da, mültecilerin de, herkesin meselesi. Kadına yönelik şiddetle mücadele, sadece Türkiye’nin değil, dünyanın da meselesi.

    Kadına yönelik şiddetle mücadele, hayatın her alanında, her anında, her yerinde, herkes tarafından yapılmalı. Kadına yönelik şiddetle mücadele, sadece sözde değil, özde, eylemde, sonuçta, başarıda olmalı.

    Kadına yönelik şiddetle mücadele, cenneti cehenneme çeviren tabloyu değiştirmek, dönüştürmek, yeniden yaratmak demek. Kadına yönelik şiddetle mücadele, cennetin anahtarını kadınlara, erkeklere, çocuklara, insanlara vermek demek.

    Kadına yönelik şiddetle mücadele, cenneti cehenneme çeviren tabloyu değiştirelim, dönüştürelim, yeniden yaratalım. Kadına yönelik şiddetle mücadele, cennetin anahtarını kadınlara, erkeklere, çocuklara, insanlara verelim.

    Kadına yönelik şiddetle mücadele, cenneti cehenneme çeviren tabloyu değiştirelim, dönüştürelim, yeniden yaratalım. Kadına yönelik şiddetle mücadele, cennetin anahtarını kadınlara, erkeklere, çocuklara, insanlara verelim.

    Kadına yönelik şiddetle mücadele, cennetin anahtarı.

    Mehmet Uygar KELEŞ

    Devamını Oku

    Gördün mü?

    Gördün mü?
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Orhan Veli; “Gemliğe doğru denizi göreceksin, sakın şaşırma!” diye uyarmıştı bizi.

    Gerçekte görememek, görmekten daha kötü sonuçlar doğurur.

    ***

    Kont Drakula, ısırarak vampir yaptığı İlyas, Dursun ve Temel’e : “Hanginiz en kısa sürede bir genç kızın kanını emerse onu vampirlikten kurtarıp serbest bırakacağım.” demiş.

    Önce İlyas’ı göndermişler. İlyas uçup gitmiş ve bir saat sonra dişlerinden kan damlayarak gelmiş ve “Şu kilisenin kulesini görey misinuz?” demiş “İşte orada en genç rahibenin kanunu emdum.”

    Sonra Dursun uçup gitmiş ve yarım saat sonra dişlerinden kan damlayarak dönmüş; “Şu şatonun kulesini görey misinuz, işte oradaki lordun kızının kanını emdum.”

    En sonunda Temel’e gelmiş sıra. O da uçup gitmiş.  Ancak Temel’in uçup gitmesi ile ağzı burnu kan içinde dönmesi bir olmuş.

    Bu kez üçü birden sormuşlar merakla;

    “Ne oldu?”

    “Şu aşağıdaki beton elektrik direğini göreyi misinuz?” diye sormuş Temel, arkadaşları ve Drakula hep birlikte ; “Evet” cevabını verince, Temel boynunu büküp mahcup sürdürmüş konuşmasını ;” İşte pen göremedum Uşak’lar!”

    ***

    Ahmet Hamdi Tanpınar; “Anadolu, Türk’ün kalbidir.” demişti. Biz de bu kalbin nasıl attığını, nasıl sevdiğini, nasıl acı çektiğini biliyoruz. Ama bizi yönetenlerin bu kalbi dinlediklerini söylemek zor.

    ***

    Churchill’e genç bir gazeteci sormuş; ” Sizce başarılı bir politikacı olmanın sırrı nedir?”

    Churchill’ cevap vermiş;” Yarın, bir hafta sonra, bir ay sonra, bir yıl sonra neler olabileceğini önceden öngörebilmeme yeteneğine sahip olmaktır.”

    Genç gazeteci tam teşekkür edip gidecekken Churchill “Bir dakika genç dostum!” demiş ” Daha sözüm bitmedi. Asıl önemlisi de sonra tüm bu öngörülerinin niye gerçekleşmediğini izah edebilme yeteneğidir.”

    ***

    Dünyada Churchill’i yalanlayan bir tek lider olmuş; Atatürk! Anadolu’nun bağrından çıkan bir lider olan Atatürk, bu kalbin sesini en iyi duyan ve ona göre hareket eden insandı. O, Türkiye Cumhuriyeti’ni kurarken, milletin inancına, kültürüne, tarihine saygılı olmuş, ama aynı zamanda çağdaş uygarlık seviyesine ulaşmak için gerekli reformları yapmaktan da geri durmamıştır.

    Mahmut Baler Milliyet Gazetesindeki 9.11.1970 tarihli yazısında şu anıyı nakleder.

    Serbest Fırka faaliyetinin zararlı ve karanlık bir istikamet almaya ‎başladığı ve Atatürk’ün gidişi beğenmediği günlerde, çevresinde bulunanlardan Refik Koraltan, sohbet anında;‎ ‎”Paşam merak buyurmayın ve üzülmeyin, bunlar hatanın ‎azametini çok kısa bir zamanda idrak edecekler ve yine yüksek himayenize ‎sığınacaklardır. İtimat buyurun Anadolu’nun en ücra bir köşesinde bir ‎çobanın kalbini açtığınız zaman orada Mustafa Kemal yazar, bu böyledir ‎Paşam.” der.

    Bunun üzerine Atatürk ‎ ‎yine, sanki bu günleri önceden yaşamış gibi büyük bir öngörü ile şöyle der;

    “Beyefendi, Anadolu’nun en ücra bir köşesinde ‎bir köylünün, çobanın kalbini açtığın zaman orada Mustafa ‎Kemal yazdığını zatıâliniz kadar ben de bilirim. Amma benim ‎kadar sizin de bilmenizi istediğim bir şey vardır ki o da şudur: ‎Orada, o çobanın bulunduğu yerin on dakika ilerisindeki bir köy ‎imamı gelip o ismi on dakikada siler, isterse istediği bir başka ‎ismi yazar. Bunu da benim kadar sizin bilmenizi isterim!”

    ***

    Atatürk’ün en büyük eseri, Türk gençliğine emanet ettiği Cumhuriyet’tir. Bu Cumhuriyet, laik, demokratik ve sosyal bir hukuk devletidir. Bu Cumhuriyet, milletin egemenliğine dayanır. Bu Cumhuriyet, herkesin eşit haklara sahip olduğu, adaletin, özgürlüğün, barışın ve kardeşliğin hüküm sürdüğü bir ülkedir.

    Ama ne yazık ki, bugün bu Cumhuriyet, büyük bir tehlike altındadır. İktidardaki zihniyet, Atatürk’ün kurduğu Cumhuriyet’in temel değerlerini yıkmaya çalışmaktadır. Laiklik ilkesini yok saymakta, din ve vicdan özgürlüğünü kısıtlamakta, eğitim sistemini geriletme ve yozlaştırmaktadır. Demokrasiyi ayaklar altına almakta, hukukun üstünlüğünü hiçe saymakta, yargıyı siyasallaştırmakta, basın ve ifade özgürlüğünü baskı altına almaktadır. Sosyal devlet ilkesini unutmakta, yoksulluğu, işsizliği, yolsuzluğu artırmakta, gelir adaletsizliğini derinleştirmektedir. Milli egemenliği teslim etmekte, dış politikada başarısızlık üstüne başarısızlık yaşamakta, ülkeyi yalnızlaştırmakta, bölünmeye ve iç savaşa sürüklemektedir.

    Bu gidişata dur demek, Atatürk’ün bize bıraktığı en büyük görevdir. Biz, Atatürk’ün izinde yürüyen, Atatürkçü düşünen, Atatürkçü yaşayan gençler olarak, bu görevi yerine getirmek için mücadele edeceğiz. Biz, Anadolu’nun kalbinin sesini duyan, bu kalbi koruyan, bu kalbi yaşatan gençler olarak, Cumhuriyetimizi savunacağız. Biz, Atatürk’ün emanetine sahip çıkacağız. Umarım Türk Milleti, bu gerçeği görür ve bizimle birlikte hareket eder. Görür de biz de Göreme’ye gelmiş turist gibi yaşamaktan kurtulur ve dünya gözüyle bu iktidarın değiştiğini artık görürüz.

    Mehmet Uygar KELEŞ

    Devamını Oku

    İnternetin Çocuklar Üzerine Etkileri

    İnternetin Çocuklar Üzerine Etkileri
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    İnternetin Çocuklar Üzerindeki Etkileri: AB’nin YouTube ve TikTok’a Sorduğu Sorular

    İnternet, günümüzde çocukların eğitim, eğlence, sosyalleşme ve kişisel gelişim için kullandıkları önemli bir araçtır. Ancak, internetin çocuklar üzerindeki olumsuz etkileri de göz ardı edilemez. Çocuklar, internet ortamında şiddet, taciz, istismar, yanlış bilgi, aşırı tüketim, bağımlılık, gizlilik ihlali ve dijital okuryazarlık eksikliği gibi pek çok riskle karşı karşıyadır. Bu nedenle, internetin çocuklar için güvenli ve faydalı bir kaynak olması için gerekli önlemlerin alınması gerekmektedir.

    Avrupa Birliği (AB), internetin çocuklar üzerindeki etkilerini düzenlemek ve korumak için çeşitli politika ve yasal girişimlerde bulunmuştur. Bunlardan biri de, 2020 yılında yürürlüğe giren Dijital Hizmetler Yasası (Digital Services Act, DSA) adlı yeni bir çerçevedir. DSA, internet platformlarının içerik yönetimi, şeffaflık, hesap verebilirlik ve kullanıcı hakları konularında daha fazla sorumluluk üstlenmelerini amaçlamaktadır.

    AB, DSA kapsamında, internetin en popüler ve etkili platformlarından olan YouTube ve TikTok’a, çocukların güvenliği ve hakları ile ilgili bazı sorular yöneltmiştir. Bu sorular, platformların çocuklara yönelik içerik üretimi, dağıtımı, tüketimi ve etkileşimi konusunda nasıl bir politika ve uygulama izlediklerini ortaya koymayı hedeflemektedir.

    AB’nin YouTube ve TikTok’a Sorduğu Sorular

    AB, YouTube ve TikTok’a, çocukların güvenliği ve hakları ile ilgili olarak 10 soru sormuştur. Bu sorular şunlardır:

    1. Platformunuzda çocuklara yönelik içerik üreten ve/veya tüketen kullanıcıların sayısı nedir? Bu kullanıcıların yaş dağılımı, coğrafi konumu ve diğer demografik özellikleri nelerdir?
    2. Platformunuzda çocuklara yönelik içerik üreten ve/veya tüketen kullanıcıların davranışları, tercihleri ve eğilimleri nelerdir? Bu kullanıcılar, platformunuzda ne tür içeriklere maruz kalıyor, ne tür içerikler üretiyor ve ne tür içerikleri tüketiyor?
    3. Platformunuzda çocuklara yönelik içerik üreten ve/veya tüketen kullanıcıların, platformunuzun işlevselliği, algoritmaları, öneri sistemleri, reklam politikaları, topluluk kuralları, moderasyon süreçleri ve diğer özellikleri ile nasıl etkileşime girdikleri?
    4. Platformunuzda çocuklara yönelik içerik üreten ve/veya tüketen kullanıcıların, platformunuzun sunduğu güvenlik, gizlilik, şeffaflık, hesap verebilirlik ve kullanıcı hakları ile ilgili araçlardan, seçeneklerden ve mekanizmalardan nasıl yararlandıkları?
    5. Platformunuzda çocuklara yönelik içerik üreten ve/veya tüketen kullanıcıların, platformunuzun çocukların güvenliği ve hakları ile ilgili olarak uyguladığı politika, standart, kılavuz, eğitim, farkındalık ve destek programlarından nasıl haberdar oldukları ve nasıl katıldıkları?
    6. Platformunuzda çocuklara yönelik içerik üreten ve/veya tüketen kullanıcıların, platformunuzda karşılaştıkları veya tanık oldukları olumsuz durumlar (örneğin, şiddet, taciz, istismar, yanlış bilgi, aşırı tüketim, bağımlılık, gizlilik ihlali vb.) ile nasıl başa çıktıkları, bu durumları nasıl bildirdikleri, bu durumların nasıl çözüldüğü ve bu durumların sonuçları nelerdir?
    7. Platformunuzda çocuklara yönelik içerik üreten ve/veya tüketen kullanıcıların, platformunuzun çocukların güvenliği ve hakları ile ilgili olarak izlediği performans göstergeleri, değerlendirme kriterleri, geri bildirim mekanizmaları ve iyileştirme planları nelerdir ve bunlara nasıl katkıda bulundukları?
    8. Platformunuzda çocuklara yönelik içerik üreten ve/veya tüketen kullanıcıların, platformunuzun çocukların güvenliği ve hakları ile ilgili olarak yürüttüğü araştırma, inovasyon, geliştirme ve işbirliği faaliyetleri nelerdir ve bunlara nasıl dahil oldukları?
    9. Platformunuzda çocuklara yönelik içerik üreten ve/veya tüketen kullanıcıların, platformunuzun çocukların güvenliği ve hakları ile ilgili olarak karşılaştığı en büyük zorluklar, fırsatlar, tehditler ve riskler nelerdir ve bunlarla nasıl baş ettiği?
    10. Platformunuzda çocuklara yönelik içerik üreten ve/veya tüketen kullanıcıların, platformunuzun çocukların güvenliği ve hakları ile ilgili olarak gelecekte yapmayı planladığı veya yapması gerektiği değişiklikler, iyileştirmeler, öneriler ve talepler nelerdir ve bunları nasıl ifade ettiği?

    Bu soruların önemi

    AB’nin YouTube ve TikTok’a yönelttiği bu sorular, internetin çocuklar üzerindeki etkilerini anlamak, değerlendirmek ve iyileştirmek için önemlidir. Bu sorular, platformların çocuklara yönelik içerik üretimi, dağıtımı, tüketimi ve etkileşimi konusunda nasıl bir vizyon, misyon, strateji, politika ve uygulama izlediklerini göstermektedir. Ayrıca, bu sorular, platformların çocukların güvenliği ve hakları ile ilgili olarak nasıl bir sorumluluk, hesap verebilirlik, şeffaflık ve katılım sağladıklarını ortaya koymaktadır. Bu sorular, platformların çocukların ihtiyaçlarına, beklentilerine, taleplerine ve haklarına nasıl cevap verdiklerini, nasıl fayda sağladıklarını, nasıl riskleri azalttıklarını ve nasıl iyileştirme yaptıklarını da göstermektedir.

    Bu soruların cevapları, AB’nin, internetin çocuklar üzerindeki etkilerini düzenlemek ve korumak için daha etkin, verimli, adil ve sürdürülebilir bir politika ve yasal çerçeve oluşturmasına yardımcı olacaktır. Bu soruların cevapları, aynı zamanda, platformların, çocukların çevreleri ile ilgili olarak nasıl bir etki yarattıklarını, nasıl bir değer kattıklarını, nasıl bir sorun çözdüklerini ve nasıl bir fark yarattıklarını da göstermektedir.

    Bu soruların cevapları, ayrıca, çocukların, internetin çocuklar üzerindeki etkilerini anlamak, değerlendirmek ve iyileştirmek için daha aktif, bilinçli, eleştirel, yaratıcı ve katılımcı bir rol oynamalarına imkan tanıyacaktır. Bu soruların cevapları, son olarak, çocukların, internetin çocuklar için güvenli ve faydalı bir kaynak olması için daha fazla hak, yetki, sorumluluk, destek ve koruma talep etmelerine ve bunları elde etmelerine olanak sağlayacaktır.

    Platformların bu sorulara nasıl cevap verebilecekleri

    YouTube ve TikTok, AB’nin sorduğu bu sorulara, platformlarının çocuklara yönelik içerik üretimi, dağıtımı, tüketimi ve etkileşimi konusunda nasıl bir vizyon, misyon, strateji, politika ve uygulama izlediklerini, nasıl bir sorumluluk, hesap verebilirlik, şeffaflık ve katılım sağladıklarını, nasıl bir etki, değer, sorun çözme ve fark yarattıklarını, nasıl bir performans, değerlendirme, geri bildirim ve iyileştirme yaptıklarını, nasıl bir araştırma, inovasyon, geliştirme ve işbirliği yürüttüklerini, nasıl bir zorluk, fırsat, tehdit ve riskle karşı karşıya olduklarını ve nasıl bir değişiklik, iyileştirme, öneri ve talep planladıklarını veya yapmaları gerektiğini açık, somut, veriye dayalı, örnekli, tutarlı ve ikna edici bir şekilde anlatarak cevap verebilirler.

    Platformların bu sorulara cevap verirken, çocukların ihtiyaçlarına, beklentilerine, taleplerine ve haklarına nasıl cevap verdiklerini, nasıl fayda sağladıklarını, nasıl riskleri azalttıklarını ve nasıl iyileştirme yaptıklarını göstermeleri önemlidir. Platformların bu sorulara cevap verirken, çocukların güvenliği ve hakları ile ilgili olarak AB’nin ve diğer paydaşların (örneğin, çocuk hakları kuruluşları, eğitim kurumları, medya kuruluşları, sivil toplum kuruluşları, aileler, akademisyenler, uzmanlar, yasal otoriteler vb.) beklenti, standart, kılavuz, yasa ve düzenlemelerine nasıl uyum sağladıklarını, nasıl işbirliği yaptıklarını ve nasıl katkıda bulunduklarını göstermeleri de önemlidir.

    İnternet, çocukların eğitim, eğlence, sosyalleşme ve kişisel gelişim için kullandıkları önemli bir araçtır. Ancak, internetin çocuklar üzerindeki olumsuz etkileri de göz ardı edilemez. Bu nedenle, internetin çocuklar için güvenli ve faydalı bir kaynak olması için gerekli önlemlerin alınması gerekmektedir.

    AB, internetin çocuklar üzerindeki etkilerini düzenlemek ve korumak için çeşitli politika ve yasal girişimlerde bulunmuştur. Bunlardan biri de, 2020 yılında yürürlüğe giren Dijital Hizmetler Yasası (Digital Services Act, DSA) adlı yeni bir çerçevedir. DSA, internet platformlarının içerik yönetimi, şeffaflık, hesap verebilirlik ve kullanıcı hakları konularında daha fazla sorumluluk üstlenmelerini amaçlamaktadır.

    AB, DSA kapsamında, internetin en popüler ve etkili platformlarından olan YouTube ve TikTok’a, çocukların güvenliği ve hakları ile ilgili bazı sorular yöneltmiştir. Bu sorular, platformların çocuklara yönelik içerik üretimi, dağıtımı, tüketimi ve etkileşimi konusunda nasıl bir politika ve uygulama izlediklerini ortaya koymayı hedeflemektedir. Bu makalede, AB’nin YouTube ve TikTok’a sorduğu soruların neler olduğu, bu soruların önemi ve platformların bu sorulara nasıl cevap verebilecekleri üzerinde durulmuştur.

    Bu yazı, internetin çocuklar üzerindeki etkilerini anlamak, değerlendirmek ve iyileştirmek için bir giriş niteliğindedir. Bu konu, daha fazla araştırma, analiz, tartışma ve eylem gerektirmektedir.

    Bu konu, aynı zamanda, çocukların, internetin çocuklar için güvenli ve faydalı bir kaynak olması için daha fazla hak, yetki, sorumluluk, destek ve koruma talep etmelerine ve bunları elde etmelerine olanak sağlayan bir konudur.

    Bu konu, son olarak, çocukların, internetin çocuklar üzerindeki etkilerini anlamak, değerlendirmek ve iyileştirmek için daha aktif, bilinçli, eleştirel, yaratıcı ve katılımcı bir rol oynamalarını sağlayan bir konudur.

    Bu konu, çocukların internetle ilişkilerini şekillendiren ve çocukların internetten faydalanmalarını sağlayan bir konudur.

    Bu konu, çocukların interneti kendi lehlerine kullanmalarını ve interneti kendi geleceklerine yön vermelerini mümkün kılan bir konudur.

    Bu konu, çocukların interneti daha iyi bir dünya yaratmak için kullanmalarını teşvik eden bir konudur.

    Bu konu, çocukların interneti sevmelerini ve internetin de çocukları sevmesini sağlayan bir konudur.

    Bu konu, çocukların interneti kendi hayallerini gerçekleştirmek için kullanmalarını destekleyen bir konudur.

    Bu konu, çocukların interneti kendi mutluluklarını bulmak için kullanmalarını ödüllendiren bir konudur.

    Bu konu, çocukların interneti kendi seslerini duyurmak için kullanmalarını güçlendiren bir konudur.

    Bu konu, çocukların interneti kendi haklarını savunmak için kullanmalarını cesaretlendiren bir konudur.

    Bu konu, çocukların interneti kendi öykülerini anlatmak için kullanmalarını ilham veren bir konudur.

    Bu konu, çocukların interneti kendi hayatlarını yaşamak için kullanmalarını özgürleştiren bir konudur.

    Bu konu, çocukların interneti kendi kendilerine olmak için kullanmalarını onurlandıran bir konudur.

    Bu konu, çocukların interneti kendi kendilerine güvenmek için kullanmalarını saygı duyan bir konudur.

    Bu konu, çocukların interneti kendi kendilerine gelişmek için kullanmalarını takdir eden bir konudur.

    Bu konu, çocukların interneti kendi kendilerine sevmek için kullanmalarını sevgiyle karşılayan bir konudur.

    Mehmet Uygar KELEŞ

    Kaynaklar

    : Digital Services Act: ensuring a safe and accountable online environment. (2020, Aralık 15). European Commission. [2]

    : Children’s Rights and Business Principles. (2012). UNICEF, UN Global Compact, Save the Children. [3]

    : Convention on the Rights of the Child. (1989). United Nations. [4]

    : General Comment No. 25 (2021) on children’s rights in relation to the digital environment. (2021). United Nations Committee on the Rights of the Child. [5]

    Devamını Oku