
01 Aralık 2025 Pazartesi

Tercüman Gazetesi

EVLİLİKTE YALAN: GERÇEĞİ DEĞİL, İLETİŞİMİ KAYBETMENİN SESSİZ ÇIĞLIĞI

ZÜLFÜ YARE DOKUNMAK: YİTİRDİKLERİMİZ

"Halka Aşkla Hizmetin Adı: Arapgir Modeli" Belediye Başkanı Haluk Cömertoğlu ile Röportaj

KUŞLAR YAĞMURDA DA UÇAR

DURUŞ

İNSANLARA RAĞMEN, İNSANLIK İÇİN

YENİDEN MİLLİ MÜCADELE (ÇAĞRI)

Neden İznik?…

BİR DAMLA KAN, BİN BİR ENDİŞE

Bilgi ve Adalet

KADINIM HAKLARIM VAR

AYNADAKİ LEKE

KAN BAĞIŞI: BİR YAŞAMIN KIRILMA NOKTASINDAKİ KÜÇÜK BİR MUCİZEDİR

SALEBE’NİN HİKÂYESİNİ BİLİYOR MUSUNUZ?

Ne Bu Dünyada Ne De Öteki Dünyada

FATİH'İN VE ATATÜRK'ÜN İZİN VERMEDİĞİ PAPA'YA NEDEN İZİN VERİLİYOR?

VAZO ÖNÜNDE SATILAN ÜRÜNLER SAĞLIKLI MI?

BU DÖNER BAŞKA DÖNER… KİME DÖNER?

ÜÇ SIFIRIN ADALETİ, BİR İNSANIN VİCDANI: Prof. Dr. Ayten Erdoğan Meselesi

YOK DEVE

Milletin Vekili Olmak Cesaret İster

ADIM ADIM İLERLİYOR KÖTÜLÜK

ENGELSİZ ÖZGÜRLER

DİNDARLIK VE AYDINLIK

EĞİTİMDE SOSYAL ADALET

HAK ARAMAK HAKKIMIZ MI?

İNSANLARIN EN İYİ İLACI

GÖNÜLLERİN ANAHTARI; EMPATİ

EVLAD-I FATİHAN ve SELANİKLİ MUSTAFA

Ticareti “Franchise’laştıran AKP

Hani yarı diktatörlükle yönetilen bir ülkenin milletvekili, İsviçre Denizcilik Bakanı’na; “Ülkenizde deniz yok ama niye Denizcilik Bakanı var?” deyince, Denizcilik Bakanı; “Sizde de adalet yok ama bakanı var!” demiş ya. İşte o ülkenin Adalet Bakanı, yanına Anayasa Mahkemesi Başkanı’nı alıp Devlet Başkanı’nın yanına gitmiş ve ikisi birden;
“Efendim, bütün basında sizin yargıya talimat verdiğiniz yazıyor. Sizce ne yapmalıyız?” diye sormuşlar.
“Ne yapacaksınız?” diye azarlamış onları yarı diktatör. “Hemen ‘Yargıya kimse talimat veremez!’ diye beyanat vereceksiniz! Bunu da mı ben öğreteceğim?”
“Emredersiniz Efendim!” demişler Adalet Bakanı ve Anayasa Mahkemesi Başkanı bir ağızdan.
Ve hemen bir basın toplantısı yapıp, “Burası hukuk devletidir! Yargıya kimse talimat veremez!” diyerek, Devlet Başkanı’nın talimatını yerine getirmişler…
Bizim Adalet Bakanımız da; “Yargıya kimse talimat veremez!” diye açıklama yapınca, nedense aklıma bu fıkra geldi.
Tabii, bizimkinin yanında Anayasa Mahkemesi Başkanı olmadığı gibi, bizim Sayın Cumhurbaşkanımıza da hiç kimse “Yarı Diktatör” diyemez. Partisinin adında hem “adalet” hem de “kalkınma” olmasına rağmen, ülkemizde ne adaletin ne de kalkınmanın olmadığı göndermesini yaptığımı sakın düşünmeyin.
Ülkemiz şu aralar büyük bir sınav veriyor ve bunların hepsinin dış güçlerin oyunu olduğunu hepimiz biliyoruz. Bu oyunu da sadece Sayın Cumhurbaşkanımız bozacaktır. Biz ülke olarak ne buhranlar gördük, ne buhranlar atlattık, değil mi?
Şakayı bırakıp biraz ciddi konular üzerinde konuşalım…
Öncelikle, “buhran” kelimesi Arapça kökenli ve “kriz” anlamına geliyor. Tarih boyunca buhranlar, ekonomik, sosyal, siyasi veya ekolojik nedenlerle ortaya çıkmış. Mesela 1929 Büyük Buhranı, dünya ekonomisini yerle bir etti. 2008 krizi de öyle. Ama bizim ülkemizde buhran, sanki bir yaşam biçimi haline geldi. Ekonomik kriz mi? Var. Sosyal çöküş mü? Var. Siyasi kaos mu? Var. Ekolojik yıkım mı? O da var. Yani biz, buhranların hepsini bir arada yaşayarak, adeta bir “buhranlar kombosu” sunuyoruz dünyaya. Bravo bize!
Geçenlerde bir arkadaşım, “Türkiye’de buhran yok, çünkü buhran geçici bir durumdur. Bizde ise bu durum kalıcı hale geldi,” dedi. Haklı olabilir. Çünkü biz, buhranı öyle içselleştirdik ki, artık onunla yaşamayı öğrendik. Mesela, doların fırlamasına şaşırmıyoruz. Enflasyonun yüzde 100’ü geçmesine “normal” diyoruz. Depremde binlerce insanın ölmesine “kader” deyip geçiyoruz. Bir otel yangınında onlarca insanımızın yanmasına “mukadderat” diyoruz. Biz siyasi parti genel başkanının yaptığı açıklamalarından hakkında soruşturma açılmasına ve tutuklanmasına belediyelere kayyumlar atanarak halkın seçme özgürlüğünün elinden alınmasına “olur öyle” diyoruz. Yani biz, buhranı öyle benimsedik ki, artık onunla yaşamak için özel bir yetenek geliştirdik. Adına da “Türkiye’de hayatta kalma sanatı” diyebiliriz.
Peki, bu durum nasıl oldu? Nasıl oldu da biz, bu kadar çöküş dinamiklerine rağmen hâlâ ayaktayız? İşte bu sorunun cevabı, “kolapsoloji” yani çöküş biliminde yatıyor. Bu bilim dalı, medeniyetlerin neden çöktüğünü inceliyor. Mesela Roma İmparatorluğu, Maya Uygarlığı, Easter Adası medeniyeti… Hepsi bir şekilde çöktü. Peki, neden? Kaynakların tükenmesi, sosyal bütünlüğün bozulması, eşitsizlik, beceriksiz liderler ve rakip ülkelerin sabotajları gibi nedenlerle. Yani, bizim ülkemizde de bu faktörlerin hepsi mevcut. Ama biz, hâlâ ayaktayız. Nasıl mı? İşte bu, gerçek bir mucize!
Ancak, bu mucizevi durumun sürdürülebilir olduğunu düşünmek, büyük bir yanılgı olur. Çünkü bir toplumun çöküşü, birdenbire olmaz. Yavaş yavaş, adım adım gerçekleşir. Mesela, önce ekonomik krizler başlar. Sonra sosyal çözülme yaşanır. Ardından siyasi istikrarsızlık gelir. En sonunda da toplum, kendi içinde çöker. İşte biz, tam da bu sürecin ortasındayız. Ekonomik kriz var. Sosyal çözülme var. Siyasi istikrarsızlık var. Peki, çöküş ne zaman gelecek? İşte bu sorunun cevabını kimse bilmiyor. Ama bir şey kesin: Eğer bu gidişata bir dur demezsek, çöküş kaçınılmaz olacak.
Gelelim kadın cinayetlerine… Son dönemde yaşanan kadın cinayetleri, toplumsal çöküşün en acı yansımalarından biri. İnsan hayatının her noktası politika ile düzenlendiği için, kadın cinayetleri de politiktir. Ancak bu, cinayeti işleyen kişinin doğrudan politik bir emirle hareket ettiği anlamına gelmiyor. Suçun nedenleri birden fazla seviyede incelenebilir. Biyolojide Tinbergen’in dört neden sorusu gibi, suçun da mekanizması, gelişimsel nedenleri, fonksiyonel nedenleri ve evrimsel nedenleri vardır. Örneğin, bir kişi suç işlediğinde, bunun nedeni sadece kişisel çıkar veya psikolojik sorunlar değil, aynı zamanda toplumsal ve politik koşullardır.
Amerika’da silahlara erişimin kolay olması ve bu konuda yeterli denetimlerin olmaması, okul baskınları gibi olayların sık yaşanmasına neden oluyor. Benzer şekilde, Türkiye’de de kadın cinayetleri, toplumsal eşitsizlik, yasaların yetersizliği ve cezaların caydırıcı olmaması gibi nedenlerle artıyor. Bu tür sorunların çözümü, sadece bireysel değil, toplumsal ve politik düzeyde ele alınmalı.
Peki, Türkiye’nin asıl sorunu ne? Bence, rasyonel düşüncenin eksikliği. Toplum olarak duygusal tepkiler veriyor, kısa vadeli çözümler peşinde koşuyoruz. Deprem, sokak köpeği sorunu, düzensiz göç gibi problemler birbiri ardına gelirken, hiçbirinden ders alıp kalıcı çözümler üretemiyoruz. Örneğin, 1999 depreminden 2023 depremine kadar geçen 24 yılda ne öğrendik? Maalesef çok az.
Bilim, bize problemlerin nedenlerini anlamak ve çözümler üretmek için en etkili yöntemi sunar. Ancak bilim sadece doğa bilimlerinden ibaret değil. Sosyal bilimler de toplumsal problemlerin çözümünde kritik bir rol oynar. Bu nedenle, farklı disiplinleri bir araya getiren enstitüler kurmalı ve bilimsel raporları politika haline getirmeliyiz.
Türkiye olarak, adil, mutlu ve özgür bir toplum olmayı hak ediyoruz. Ancak bunun için kendimize ve gidişata bir çeki düzen vermemiz şart. Sürekli bölünüyor, kavga ediyor, mutsuz ve öfkeli bir toplum haline geliyoruz. Bu durum, bizi uzun vadede ileriye götürmeyecek. Bilim ve felsefe, attığımız her adıma yön vermeli. Gündemi kovalamak yerine, sorunların kök nedenlerini anlamalı ve rasyonel çözümler üretmeliyiz.
Umarım bu yazı, üzerine düşünebileceğiniz yeni fikirler sunmuştur. Unutmayın, bilim ve akıl yoluyla ilerlersek, daha adil, mutlu ve özgür bir gelecek inşa edebiliriz. Ama eğer bu gidişata dur demezsek, kahkahalarımız boğazımızda düğümlenmeye devam edecek. Ne dersiniz, bu sefer gerçekten bir şeyler değişir mi? Yoksa yine “biz bize yeteriz” diyerek, kendi kendimizi mi kandıracağız? Cevabı siz verin…
Mehmet Uygar Keleş