Gazi Kaya

Gazi Kaya

29 Kasım 2025 Cumartesi

    DİĞER YAZARLARIMIZ

    ÜÇ SIFIRIN ADALETİ, BİR İNSANIN VİCDANI: Prof. Dr. Ayten Erdoğan Meselesi

    ÜÇ SIFIRIN ADALETİ, BİR İNSANIN VİCDANI: Prof. Dr. Ayten Erdoğan Meselesi
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Memlekette artık öyle bir düzen var ki, bir insanın iyilik yapması için iki şeye ihtiyacı var:

    1) Cesaret, 2) Avukat.
    Ve bazen avukat yetmiyor.

    Bakın, Prof. Dr. Ayten Erdoğan…
    Ne Sivaslı ne Kayserili olması fark eder; ne ülkücü ne sosyalist olması…
    Bu mesele ne memleket işi, ne kimlik meselesi, ne de ideoloji.
    Bu mesele düpedüz insanlık, biraz da vicdan.

    Kadının suçlaması ne?
    Parası olmayan çocuklara muayene – ilaç desteği sağlamak…
    Yani devletin yapması gerekeni yapmaya çalışmak.
    Yani “ahlak” denilen o eski moda kavramı elinin tersiyle değil, avucunun içiyle tutmak.

    Ama bakın görün ki bu memlekette ahlak, yerçekimi gibi işliyor:
    Aşağı doğru çalışıyor.
    Ve önce vicdanı eziyor.


    Efendim, dediler ki: “112 milyonluk vurgun!”
    Bir hafta sonra ortaya çıktı ki meğer dosyada yazan rakam 112 bin TL.
    Yani üç sıfır, memleketteki huzur gibi…
    Geldiği gibi gitti.

    Bu üç sıfır uçtu mu, buhar oldu mu, adliyeye ulaşamadan yolda mı kayboldu, bilinmez.
    Ama bildiğimiz bir şey var:
    Ayten Hoca o 112 bin lirayı kendi cebinden ödedi.

    Evet, yanlış okumadınız.
    Bir insan, parası olmayan çocuklara ilaç yazdığı için devletin zarara uğradığı iddia edilince…
    “Devletim zarar görmesin,” diye borcu üstlenip ödedi.

    Yahu bir dakika…
    “Dolandırıcı” dedikleri kişi devletin parasını kendi cebinden ödüyor,
    devleti “zarara uğrattıkları” iddia edilenler ise devlete tek kuruş ödemiyor.

    Bağrı yanık Anadolu insanının buna bir vecizesi vardır:
    “Ağlayanın malı gülene yar olmaz, ama bizde hep gülen kazanır.”


    Soruyorum size:
    Bir insanın ahlaklı olması, bu ülkede suç unsuru mudur?

    Ya da tersinden sorayım:
    Birinin merhametli olduğuna nasıl karar veriyoruz?
    Kaç yıl hapis cezası alırsa o kadar merhametli mi oluyor?

    Madem bu insan çocuklara yardım etmiş,
    o hâlde bu ülkede vicdan yasadışı örgüt ilan edilmiştir,
    iyilik de örgüt üyeliği kapsamındadır.

    Ve hepimiz potansiyel şüpheli konumundayız.


    Devlet; çocuğa ilaç yazanı tutukluyor,
    fakat çocukların hayatını karartanları kariyer basamaklarından indirip bindiriyor.
    Memlekette adalet, trafik lambası gibi:
    Herkese kırmızı yanıyor ama bazılarına hiç yanmıyor.

    Ve işin en acı yanı, kimse artık şaşırmıyor.
    Şaşırmak için bile enerji lazım; milletin enerjisi de bitti.


    Bu yazının sonunda bir temennim var:
    Allah, bu ülkede vicdanı olanların yardımcısı olsun.
    Çünkü görünen o ki,
    vicdanı olanın dostu çok az, düşmanı çok fazla.

    İyilik yapanın cezalandırıldığı,
    üç sıfırın kaybolduğu,
    bir tek sıfırın bile bulunamadığı bu düzende…

    Belki bir gün adalet gelir.
    Ama o güne kadar bari biz ses edelim:

    Bu ülkede suçlanan bir insan değil…
    Suçlanan, adını söylemekten korktuğumuz bir kelime: İYİLİK.

    Selam ve muhabbetle.

    Devamını Oku

    SÖZÜN BİTTİĞİ YER

    SÖZÜN BİTTİĞİ YER
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Siyaset bazen bir cümleyle çöker, bazen bir cümleyle ortaya çıkar.
    MHP Grup Toplantısı’nda kurulan o cümle — “Gerekirse üç arkadaşımı alır, İmralı’ya giderim” — siyasetin değil, vicdanın tartıya çıktığı andır.

    Biz Ülkücüler yıllardır bedel ödedik…
    Şehit cenazesinin ağırlığını, bir bayrağın örtüldüğü tabutun sessizliğini, evinin kapısını açtığında çocuğunu göremeyen bir annenin çığlığını hep omuzlarımızda taşıdık. Bu yüzden terörle görüşme, terörist başıyla müzakere gibi ifadelerin bizde açtığı yara, sıradan bir siyasi tartışmanın çok ötesindedir.

    Allah Teâlâ, “Fitne, adam öldürmekten beterdir” buyurur. Çünkü fitne milleti böler, kardeşi kardeşe düşürür, doğruyu eğriyle bir araya getirir.
    Bugün yaşanan da tam olarak budur: Bir milletin yıllardır muhafaza ettiği doğrular, siyasi denklemlerin elinde eğilip bükülmektedir.

    PKK’nın kurşunuyla toprağa düşen binlerce canın hesabı hâlâ verilmemişken, siyasi uzantıları mecliste ellerini ovuştururken, her kritik dönemeçte başka renge bürünen bir “çözüm süreci gölgesi” yeniden sahnenin arkasından sızarken…
    Bir liderin kalkıp, “İmralı’ya giderim” demesi; siyasetin değil, milletin kalbini hedef alan bir sözdür.

    “Devlet böyle uygun gördü” denebilir.
    “Strateji gereği” denebilir.
    “Büyük resim” denebilir.

    Biz bu klişeleri çözüm süreci masalarında da duyduk.
    Gördük ki “büyük resim” denen şey, milletin sırtına yüklenen küçük, kirli hesaplardan ibaretmiş.

    Hani yıllar önce meydanlarda “çözüm masasını dağıtacağız” deniyordu?
    Hani “terörle müzakere olmaz, mücadele olur” sözüne yemin edilmişti?
    Hani çözüm süreci rafa kaldırılmıştı?

    Peki, bugün aynı raf, hangi elde, kimin önünde, hangi niyetle yeniden indiriliyor?

    Yolun ortasında bir ayet daha karşımıza çıkar:
    “Ey iman edenler! Allah için hakkı ayakta tutun ve adaletle şahitlik edin.”
    (Nisâ, 4/135)

    Bizim derdimiz de budur: Adalet.
    Hakkı ayakta tutma mecburiyeti.
    Şehitlerin ruhuna, tarihin yüküne, Allah’ın emrine karşı gelmeme hassasiyeti.

    Şimdi soruyorum:
    Bu milletin adalet terazisi nereye kondu?
    Bizim yıllardır savunduğumuz çizgi neye dönüştürüldü?
    Düşmanın kurşunuyla yetim kalan çocukların hatırası, hangi siyasi matematiğe feda edildi?

    Milliyetçilik bir slogandan ibaret değildir.
    Lider kültüne teslim olmak değildir.

    Devlet aklı ile millet vicdanı birbirine düşmüyorsa anlamlıdır.
    Bugün yaşanan ise tam tersidir: Devlet adına konuşanlar, millet vicdanını susturmaya çalışıyor.

    Ben susmam.
    Biz susmayacağız.

    Çünkü Ülkücülük makamdan değil, bedelden beslenir.
    Bir davanın sahibinin lider değil, millet olduğunu bilir.
    Duruş eğildiğinde gölgenin uzayacağını da en iyi biz biliriz.

    Son söz:
    Bir liderin attığı her adım, milletinin omzuna yük olur.
    Bu yüzden İmralı’ya giden yol, yalnızca siyasetin değil, vicdanın yoludur.
    Ve o yolda yürümek, şehitlerin hakkını gözetmeyenler için ateşten bir gömlektir.

    Biz o gömleği sırtımıza geçirip susacak değiliz.
    Hakkı haykırmak, bazen susmaktan daha ibadetkârdır.

    Devamını Oku

    GAVUR İZMİR (Mİ?)

    GAVUR İZMİR (Mİ?)
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Niyetliyiz…
    Akşam dar vakitte, belediye otobüsüyle iftara eve yetişmeye çalışıyoruz.
    Yanımızda, durak yakınındaki büfeden aldığımız iki şişe su ve çocuklara aldığımız birkaç parça giysiden başka bir şey yok.

    “Yarım saat sonra yesek ne olur sanki?” diyerek açlığı düşünmüyoruz zaten.
    Malum, büyükşehir trafiği… Yolun yarısında akşam ezanı başladı.
    Besmeleyle suyumuzdan birer yudum aldık, iftar ettik herkes gibi.

    O sırada otobüsün içinde bir hareketlilik fark ettim.
    Birileri çantasından çıkardığı iftarlıkları,
    şoför dahil, herkese uzatıyor; kimi hurma, kimi su, kimi simit, kimi poğaça…
    Niyetli olanlar dua/teşekkürle alıyor, niyetli olmayanlar aynı nezaketle “ben niyetli değilim” diyerek yanındakine verilmesini rica ediyor.
    Kimsede yadırgama yok, gösteriş yok, yargı yok.
    Sadece paylaşma, sadece insanlık var.

    Ben ait olduğum Türk milletinin o kadirşinas, o merhametli ruhuna bir kez daha şahit oldum, bir kez daha sevdim.
    Hem de nerede biliyor musunuz?
    Kendini herkesten daha çok, herkesten daha “âlâ” ve herkesten daha “itikadlı” Müslüman görenlerin “Gavur İzmir” dediği şehirde…

    Âşığın mâşukuna baktığı sevgi dolu buğulu gözler ve takdir, hoşnutluk gülümsemesiyle yanımdakine yaşanan güzelliği işaret ettim:
    “Gavur İzmir he mi?”

    “Yeni iftar ettik, sakın kimseye üfleme Gazi efendi!” kesin ikazıyla sadece dişlerimi sıkmakla yetindim.

    Bir kez daha anladım:
    İman şekillerde değil, kalplerdedir.
    Ve ötekileştirmenin, insanı küçük düşürmekten başka bir getirisi yoktur.

    Bizi birbirimizden uzaklaştıran şey inançsızlık değil; inancı yanlış anlamaktır.
    Bir insanın kimliğine, kentine, hatta yaşam tarzına bakarak hüküm vermek kolaydır; ama asıl imtihan, eline fırsat geçtiğinde başkasını hor görmemektir.
    Çünkü insanın kalbi, sadece kendini değil, Rabbini de tanıdığı yerdir.

    Resûlullah (s.a.v.) buyurur:
    “Müslüman, insanların elinden ve dilinden emin olduğu kimsedir.”
    (Buhârî, Îmân 4)

    Kimi şehirlerin “gavuru” yoktur aslında,
    sadece ön yargının cehaleti vardır.
    Kim bilir, belki de “gavur” dediklerimiz, Allah katında bizden çok daha mümin, çok daha insandır.

    Önemli olan, yargılamak değil; gönül güzelliğiyle sahiplenebilmek…
    Zira bazen bir yudum su, bir lokma simit, bir gönül kadar Müslüman kılar insanı.

    Ne diyelim…
    Bazısı minare kadar konuşur,
    gönül kadar Müslüman olamaz —
    sonra da kalkıp, kendisi gibi olmadığı için veya siyasi saiklerle koskoca bir şehre ‘GAVUR’ der.

    Devamını Oku

    MELEĞİN KANAT ÇIRPIŞINA GICIK OLANLAR

    MELEĞİN KANAT ÇIRPIŞINA GICIK OLANLAR
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Bir toplum, iyiliğe tahammülünü kaybettiği gün, kötülüğe alışmış demektir; bazıları da senin ışığından değil, o ışığın kendi karanlıklarını gösterdiğinden nefret eder.

    Dağlarda sessizlik var.
    Rüzgâr bile edepli esiyor burada.
    İnsan, bu sessizliğin içinde kendi gürültüsünü daha iyi duyuyor.
    Dönüp bakıyorum: Bizim toplumda asıl gürültü, dilde değil, kalpte. Haset, bugz, kıskançlık…
    Bunlar öyle bir yankı yapıyor ki, bazen melek olsan, kanat çırpışına bile tahammül edemiyor insanlar.

    Etrafımızda nice yüz görüyoruz — tebessümü sahte, sözü süslü, kalbi karanlık.
    Seni sevmezler; çünkü sende olanların onlarda olmadığını bilirler.
    Bu bir eksiklik duygusudur, ama kimse “eksik” olduğunu kabullenmez.
    O yüzden kendi yetersizliğini örtmek için seni küçültmeye, yok saymaya, itibarsızlaştırmaya kalkar.
    Senin ışığın, onların karanlıklarını gösterir, bundan rahatsız olurlar.
    Ve ne acıdır ki, bu rahatsızlığı “eleştiri” ya da “fikir ayrılığı” süsüyle gizlerler.

    Haset, sadece bir duygusal zayıflık değil, toplumsal bir hastalıktır.
    Bir toplumun birbirini çekemediği yerde, iyilik kök tutmaz.

    İyiyi kötüleyen, çalışana çelme takan, dürüstü “saf” diye küçümseyen bir zihin yapısı sarmış her yanı.
    Bugün haset, entelektüel bir gerekçeyle, ideolojik bir örtüyle, hatta dinî bir söylemle bile süslenebiliyor.
    Birini karalamak için iftira atıyor, sonra da “doğruyu söyledim” diye kendini alkışlıyor.
    Kibirle birleşmiş kıskançlık kadar tehlikeli bir şey yoktur.

    İblis de Âdem’e secde etmediğinde, aslında “ben ondan üstünüm” dememiş miydi?
    Haset, işte o cümlede başlar.
    Kendini haklı, karşısındakini haksız görme cüretinde.
    Bugün de aynı cüretle insanlar birbirine bakıyor.

    Ve bu yüzden, melek olsan, kanat çırpışına gıcık oluyorlar.
    Çünkü senin uçuşun, onların yerde sürünüşünü hatırlatıyor.

    Toplum olarak bir aynaya bakmamız gerekiyor.
    Çünkü biz artık birbirimizin başarısına değil, başarısızlığına sevinir hâle geldik.
    Birinin parladığını görünce alkışlamak yerine söndürmeye çalışıyoruz.
    Oysa “kardeşinin iyiliğini kendininki kadar istemedikçe iman etmiş olmazsınız” buyuruluyor.
    Ama iman, dillerde kaldı; kalpler başka dertte.

    Dağlar kıskanmaz.
    Güneşi görünce gölgeye darılmaz.
    Biz de biraz dağ gibi olmayı öğrenmedikçe, içimizdeki karanlık hiçbir ışığa tahammül edemeyecek.

    Devamını Oku

    CHP NEDEN İKTİDAR OLAMIYOR?

    CHP NEDEN İKTİDAR OLAMIYOR?
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    1932’den 1950’ye kadar, nüfusunun yüzde 99’u Müslüman olan bu topraklarda ezan Türkçe okutuldu.
    1941’e kadar kanuni zorunluluk yoktu ama uymayanlar para cezasıyla, yer yer hapisle cezalandırılıyordu.
    O yıl, İnönü döneminde, bu zulüm resmî mecburiyet hâline getirildi.

    Ezan Türkçe, kamet Türkçe, hatta ka’de-i ahirede verilen selam bile Türkçe olacaktı.
    Düşünsenize;
    “Esselâmu aleykum ve rahmetullah” yerine “Esenlikler üzerinize olsun” diyorsunuz.
    Bir milletin duasına tercüme dayatıldı.

    Evet, Devlet-i Aliyye’yi içten içe çürüten rüşvet ve menfaat ağları nasıl bir bela idiyse, dinin kötüye kullanılması da ayrı bir felaket olmuştur.
    Bunda hemfikiriz.
    Ama Avrupa’dan ithal edilen laikliği, zorbalıkla, kanun sopasıyla topluma dayatanlar; özgürlüğü değil, baskıyı, hatta despotizmi getirdiler.

    Sormak gerekir:
    İbadet dilini Türkçeye çevirenler, acaba kendi evlerinde Türkçe ibadet ettiler mi?
    Yoksa bu uygulama sadece Müslüman halka vurulmuş bir pranga mıydı?
    Cevabı tarih verdi:
    1950’de, yine aynı partinin içinden çıkan bir başka irade, bu zulme son verdi.

    Ama millet unutmadı…
    Camilerin kapısına kilit vurulan, Kur’an kurslarının gizli gizli evlerde sürdüğü o günler hafızasına kazındı.
    Bir nesil, dedesinden “Ezan aslına döndü evladım.” sözünü duyduğunda ağladı.

    Çünkü mesele sadece bir tercüme değildi; mesele, bir milletin inancına, kimliğine, sesine pranga vurulmasıydı.

    Ve kışı geçirse de yediği ayazı unutmayan bu Türk milleti, laikliği “dinsizlik” diye dayatan o zihniyete bir daha iktidar teslim etmedi.
    Çünkü Türk milleti, dinine karışanı değil; dinini yaşamasına fırsat vereni sever.

    Bugün hâlâ “CHP neden iktidar olamıyor?” diye soruyorlar.
    Cevap, sandıkta değil; bu milletin kalbindedir.

    Millet, kendisine yukarıdan bakanı değil; diz çöküp yanında duranını sever.
    Anadolu insanını “yobaz” diye hor görenin, milletin kalbinde yeri olmaz.

    Unutmasınlar:
    Bu milletin kalbi, Ankara’daki kongre salonlarında değil; sabah ezanında cami avlusunda atar.
    Ve o kalp, kendisini Allah’tan ve halktan üstün gören hiçbir zihniyete iktidar nasip etmez.

    Devamını Oku

    Ne Mutlu Türk’üm Diyene Diyemeyenler!

    Ne Mutlu Türk’üm Diyene Diyemeyenler!
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Türk’üm, Türkçüyüm, Türk Milliyetçisiyim, Ülkücüyüm.
    İslam ahlakı ve faziletini, Türklük gurur ve şuuru ile birleştiren bir dünya görüşüne sahibim.
    Hoca Ahmed Yesevî’nin o veciz sözüne yürekten inanırım:

    “Türklük kaderdir, İslamiyet seçimdir.”
    Ben hem kaderime sadığım, hem seçimime.

    Ama gel gör ki, bu memlekette artık kendi milletinden utanmayı marifet sayan bir kitle türedi.
    Sırtına cübbe geçirip başına sarık takan bir meczup çıkmış, diyor ki:

    “Ne mutlu Türk’üm diyene” demek ırkçılıktır.

    Ey şaşkın!
    Her türlü kahrı çeken Türk’tür, savaş çıktığında cepheye ilk koşan Türk’tür.
    Vatanı için soğukta, açlıkta, ölümle burun buruna gelen yine Türk’tür.
    Dağlarda it kovalayan da Türk’tür, evinin önünde kurşunlanan da.
    Bu toprakları kuran, yaşatan, ayakta tutan Türk’tür.

    Ama ben bu milletten, bu bedelden, bu destandan gurur duyunca ırkçı oluyorum, öyle mi?
    Siz önce bir Türk kadar bedel ödeyin, sonra bu sözü ağzınıza alın!

    Kur’an buyurur:

    “Ey insanlar! Sizi bir erkekle bir dişiden yarattık. Birbirinizle tanışasınız diye sizi kavimlere ve kabilelere ayırdık. Allah katında en üstün olanınız, O’na karşı gelmekten en çok sakınanınızdır.”
    (Hucurât, 13)

    Kavmiyetçiliği aşamayanlar milliyetçilik yapamaz ve milliyetçiliği anlayamaz.
    Bizim milliyetçiliğimiz ırka değil, ahlaka ve sorumluluğa dayanır.

    Bizim Türk milliyetçiliğimiz; kader ortaklığına, mefkûre birliğine dayanır.
    Bizim için Türklük, kibir değil emanettir.
    Türk demek; mazluma kol kanat germek, zalime karşı kılıç kuşanmaktır.

    Peygamber Efendimiz (s.a.v.) buyurmuştur:

    “Kavmini sevmek ırkçılık değildir; haksız olduğu halde kavmine yardım etmek ırkçılıktır.”
    (Ebû Dâvûd, Edeb 112)

    Biz haksızın ve güçlünün değil, haklının yanındayız.
    Türklüğümüzle övünürüz ama kimseye tepeden bakmayız.
    Fakat kimseye de diz çökmeyiz!

    “Ne mutlu Türk’üm diyene” sözüne dahi tahammül edemeyenlere sesleniyorum:
    Bu söz sizin küçülmenizi değil, bizim büyüklüğümüzü gösterir.
    Zira Türk, Allah’a kul olmanın onurunu bilir;
    vatanını, bayrağını ve inancını aynı yürekle taşır.

    Bizim kimliğimiz ne ırkın ne ısırığın eseridir.
    Biz, imanla yoğrulmuş bir milletin evlatlarıyız.

    Ve bilin ki:
    Biz “Türk’üm” derken kimseyi küçültmeyiz;
    Ama kimseye de eğilmeyiz!

    Vesselam.
    Selam ve muhabbetle.

    Devamını Oku

    HUTBEDE ADALET, HAYATTA RÜŞVET

    HUTBEDE ADALET, HAYATTA RÜŞVET
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Bir Anadolu türküsü der ki:

    “Cehennem dediğin dal odun yoktur,
    Herkes ateşini buradan götürür.”

    Cehennem uzak bir yer değil aslında.
    Yalanla, hileyle, torpille, kul hakkıyla dünyada tutuşturduğumuz bir ateşin devamı sadece.
    Yani kimseye odun dağıtılmıyor orada; herkes kendi ateşini buradan götürüyor.

    Kur’an diyor ki:
    “Kim zerre kadar hayır işlerse onu görür;
    kim de zerre kadar şer işlerse onu görür.”

    (Zilzâl, 99/7-8)

    Ama bizde torpil o kadar yaygın ki, bazıları bu ayeti bile “referansla” geçebileceğini sanıyor.
    Ahiret bir tanıdıklar kulübü değil.
    Ne cemaat kontenjanı var ne parti rozetine göre muamele.
    Defteri herkes kendi eliyle dolduruyor.

    Her cuma hutbede aynı ayet okunur:
    “Allah adaleti, iyiliği ve akrabaya yardımı emreder;
    hayasızlığı, fenalığı ve azgınlığı yasaklar.”

    (Nahl, 16/90)

    Ne hikmetse bu ayeti en çok sözde dindarlar ezbere bilir.
    Ama aynı gün devlet dairesinde torpil arar, iş görüşmesinde “referans” sorar,
    ihale paylaşımında “bizimkilerden mi?” diye teminat ister.
    Adalet hutbede var ama hayatta yok.
    Allah adaleti emretmiş, biz adam kayırmayı seçmişiz.

    Sonra da “Biz Müslümanız elhamdülillah” deyip sırtımızı sıvazlıyoruz.
    Evet, Müslümanız; ama adaleti dinliyoruz, yaşamıyoruz.
    Yalanı “diplomasi”, rüşveti “hediye”,
    haksız kazancı “nasip” yapıyoruz.
    Sonra da diyoruz ki: “Allah affeder.”
    Evet, Allah affeder ama kandırmaz.

    Unutmayalım:
    Yanmaz kefen yoktur, yanmayacak amel vardır.

    Peygamber Efendimiz buyurmuş:
    “Gerçek mümin, elinden ve dilinden insanların emin olduğu kimsedir.”
    (Buhârî, İman, 4)

    Şimdi dönüp kendimize soralım:
    Bizim elimizden, bizim dilimizden kim emin?
    Komşumuz mu, çalışanımız mı, kardeşimiz mi?
    Sözde dindarlıkla süslediğimiz bir çıkar düzeni içinde yaşıyoruz.
    Namazda huşu, pazarda hile, evde öfke, işte kibir…
    Sonra da “Biz ümmetiz” diyoruz.

    Ümmet olmak sadece salavat getirmek değil,
    Peygamber’in ahlakını hayatına geçirebilmektir.
    O yüzden, Hacı Bektaş-ı Veli’nin dediği gibi:

    “İncinsen de incitme.”

    Cehennemin ateşini söndürecek su, işte bu sözdedir.
    Kırmadan, kandırmadan, kul hakkı yemeden yaşamak…
    Ne kadar zor görünse de, vicdanın serinliği Cennet’in ta kendisidir.

    “Cehennem dediğin dal odun yoktur,
    Herkes ateşini buradan götürür.”

    O halde biz ateş değil, ışık götürelim.
    Çünkü Cennet, vicdanı yanmayanların yurdudur.

    Devamını Oku

    SU GİBİ AKIP GİDEN ZAMAN

    SU GİBİ AKIP GİDEN ZAMAN
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Bir baba evladını yıkarsa ikisi de güler,
    Bir evlat babasını yıkarsa ikisi de ağlar…

    Bu cümlede, hayatın hem başlangıcı hem sonu saklıdır.
    Baba, dünyaya yeni gözlerini açan yavrusunu yıkarken, suya hem sevincini hem şefkatini karıştırır. O su, sadece bedeni değil, kalbi de temizler. Baba gülümser; çünkü kendi soyunun dirildiğini hisseder. Evlat gülümser; çünkü şefkatle yıkanmak, merhametle sarılmaktır.

    Ama yıllar geçer…
    Bir zamanlar babasının omzunda göğe bakan çocuk, şimdi kendi çocuklarının omzuna yaslanır.
    Baba yaşlanır. Adımlar yavaşlar, eller titrer.
    Ve bir gün, roller değişir…
    Evlat, babasının elini tutarken artık yıkanma sırası ondadır.
    Ama bu yıkama, ölümden önceki bir vazifedir.
    Yaşlılıkta, ihtiyarlıkta, evladın anne babasını yıkaması; onların bedenini, haysiyetini, gönlünü incitmeden temizlemesidir.
    Bir ömür kendisini temizleyen ellerin hakkını, kendi eliyle ödemesidir.

    Evlat anne babasını yıkadığında — eğer içinde vefa varsa — gözünden yaş süzülür, ama o yaş pişmanlıktan değil, şükürden akar.
    Çünkü bilir ki, bir ömür dua eden elleri yıkamak, aslında kendi geçmişini temizlemektir.

    Rabbimiz buyurur:
    “Rabbin, kendisinden başkasına ibadet etmemenizi ve anne babaya iyi davranmanızı kesin bir şekilde emretti.
    Onlardan biri veya her ikisi senin yanında yaşlanırsa, kendilerine ‘öf’ bile deme, onları azarlama; onlara güzel söz söyle.
    Onlara merhametle alçakgönüllülük kanatlarını ger ve de ki:
    ‘Rabbim! Küçüklüğümde beni yetiştirdikleri gibi, sen de onlara merhamet et.’”
    (İsrâ Sûresi, 23–24)

    Bir baba, bir anne… Her biri evladın üzerinde hem dua hem de imtihan gibidir.
    Onlara hizmet eden, aslında kendi evladına örnek olur.
    Onlara el uzatmayan, bir gün kendi yalnızlığının taşına el sürecektir.

    Ne mutlu o evlada ki, anne babasının saçına düşen akı kendi elleriyle okşar…
    Ne mutlu o anne babaya ki, evladının hizmetinde başı dik, kalbi huzurludur…

    Çünkü bir anne baba evladını yıkarken suya şefkat karıştırır,
    Bir evlat anne babasını yıkarken gözyaşı karıştırır.
    Ve her ikisi de bilir ki:
    Hayat, aslında bir avuç suyun içinde gizlidir;
    bazen sevinçle, bazen hüzünle akıp gider.

    Anne baba, Allah’ın evlada emaneti;
    Evlat da anne babanın duasıdır.
    Su ikisini de temizler, ama biri tebessümle, diğeri gözyaşıyla…

    Rabbim, bizi anne babalarımıza karşı vefasızlardan etme.
    Rabbim, evlatlarımızı da bize karşı vefalı kullardan eyle.
    Amin.

    Selam ve muhabbetle.

    Devamını Oku

    Bir NEFESİN Değeri

    Bir NEFESİN Değeri
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    “Halk içinde muteber bir nesne yok devlet gibi,
    Olmaya devlet cihanda bir nefes sıhhat gibi.”

    Muhibbî yani Muhteşem Süleyman böyle diyor. El-Hak, doğrudur. Sağlık, sıhhat, huzur çok önemli, amenna. Ama ben bu yazımda başka nefeslerden bahsetmek istiyorum.

    Siz Kumru Kuşlarını bilir misiniz? Hani birisi bir sebeple hayatını yitirince, diğeri kalan ömrünün sonuna kadar gidenin yerine başkasını almayan kuşlar…

    Geçen sene Sivas’taki mutfak penceremin önüne, ben Türkiye’ye gelmeden yuva yapmışlardı da, yavruları yuvadan uçuncaya kadar bütün izin boyunca o pencereyi de perdesini de açmamıştım. Kıyamadım onları ürkütmeye veya huzursuz etmeye. O minicik yuvanın içinde iki nefes bir olmuştu.

    İşte nefeslerini birleştiren bu Kumru Kuşları gibi nefeslerini birleştiren insanlar gördüm, tanıdım. Eşlerden biri ahirete göçünce diğeri hayata küsüyor; yaşarken ölüyor. Bunun adına ister aşk deyin, ister Alzheimer deyin, ister bunama deyin… Hepsi teferruat maalesef.

    İki nefesten biri gidince, diğeri için nefes almanın bir anlamı, neşesi, şevki, arzusu kalmıyor. Bir nefesin kıymetini en iyi, nefessiz kalan biliyor.

    Ama bir de nefes var ki tam tersi bir etki yapar. Bir aileye yeni gelen bir nefes…
    Benim gibi herkes bilir: iki kişiyle kurulan bir yuvayı, çekirdek aileyi. İşte o ailenin yollarını gözlediği, gelişine kurbanlar adadığı, bekledikçe sabırla yoğrulduğu, geciktikçe yüreği kavuran, bekleyeni yıllarca süyüm süyüm ağlatan o bir nefes; bir bebek nefesi, bir çocuk ağlaması… Kim bilmez?

    O bir nefes, bazılarımız için basit, sıradan bir durumdur ama bekleyenler için muhteşem bir sevinç, eşsiz bir güzellik, dünya saadetinin zirvesi, mahzun ve bir yanı mahrum olanın tamam olmasıdır. Minik bir elin avuç içimize düşen sıcaklığı, süt kokusuna karışan sabah sevinci, “Anne” diye çırpınan bir nefes… İşte hayatın mucizesi budur.

    Ve bazen yeni bir nefes, kaybolan bir nefesin tesellisi, bazen de Rabbimizin “Ol” demesinin yankısıdır. O bir nefes geldiğinde sadece bir ev değil, gökyüzü de şükürle doluyor; eller semaya açılıyor, gönüller secdeye kapanıyor.

    Bir nefes… Bazen ömrün tamamı, bazen de ömrün anlamıdır. Bir nefes gelir; bir evi ev yapar, bir gönlü diriltir, bir hayatı tamamlar. İşte o zaman anlarsınız ki dünyadaki en büyük devlet, en büyük servet, en kıymetli hazine aslında budur: Rabbimizin emanet ettiği BİR NEFES…

    Selam ve muhabbetle.

    Devamını Oku

    SÖZ OLA, GÖNÜL OLA

    SÖZ OLA, GÖNÜL OLA
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Geçen gün kahvede iki kişi tartışıyor. Biri diyor ki: “Benim dediğim doğru!” Öteki: “Hayır, benimki haklı!”
    Biri yumruğunu masaya vuruyor, diğeri bardak fırlatıyor.
    Ben kenardan bakıyorum, aklıma Yunus Emre düşüyor:
    “Söz ola kese savaşı…”
    Ama bizde söz, savaş kesmek yerine savaş başlatıyor artık.

    Eskiden büyüklerin yanına gidildi mi, “Oğlum/kızım, lafın bir edebi var” diye öğretilirdi. Şimdi, “Kim daha hızlı laf sokar?” diye yarış var. Televizyonlarda tartışma programı adı altında kavga seyrediyoruz, sosyal medyada hakaret kuyruğuna giriyoruz. Herkesin elinde telefon, ağzında zehir. “Ağulu aşı” bu işte.

    Siyasetçiler kürsüden milleti birleştirmek yerine birbirine kışkırtıyor. Gazeteciler hakikati aydınlatmak yerine reyting uğruna yangına benzin döküyor. Fenomenler tık almak için en kırıcı, en keskin lafı bulmaya çalışıyor. Oysa Yunus’un öğüdü hâlâ orada: “Bal ile yağ ede bir söz…”

    Bakın bal arısı, çiçeği incitmez; nazikçe alır, bal yapar. Biz ise birbirimizin gönül çiçeğini kökünden söküyoruz. Sonra, “Bu memlekette huzur niye yok?” diye soruyoruz.
    Hâlbuki söz dediğin sabırla pişer, gönülle söylenir. Hakikatin hatırına söylenir ama kırmadan.

    Belki de bugün en cesur eylem, kavga eden iki tarafın arasına girip, “Bir dakika, söz ola kese savaşı” demektir. Çünkü “bal ile yağ eden” söz, bugünün dünyasında en sert muhalefettir.
    Yunus Emre’nin yüzyıllar önce söylediği bu dört dize hâlâ bize yol gösteriyor: Sözümüzü baldan süzersek zehri kendiliğinden bırakırız.

    Ben kendi payıma şöyle dua ediyorum:
    Bir gün biz de kelimenin haysiyetini geri verelim; hakikati bal gibi, yağ gibi, gönül gibi söylemeyi öğrenelim.
    O zaman belki kavga biter, biz de insan olduğumuzu hatırlarız.

    Devamını Oku

    ÖNCE GÜVEN Mİ, SEVGİ Mİ?

    ÖNCE GÜVEN Mİ, SEVGİ Mİ?
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Memlekette bir “kardeşim” furyasıdır gidiyor. Daha tanışalı beş dakika olmuş, “Canım kardeşim” mesajları, “Ailemden biri” paylaşımları havada uçuşuyor. Fakat bütün bu muhabbet balonunun altını kazıyınca ne çıkıyor? Koca bir güven boşluğu…

    Bizde sevgi, kredi kartı gibidir; bol keseden dağıtılır. Güven ise peşin para; herkes önce görür, tartar, eline alır. Böyle olunca da sosyal ilişkilerde genelde şu tablo ortaya çıkar: Daha güveni test etmeden sevgiyi açıyoruz, sonra hayal kırıklığının faturasını ödüyoruz.

    Ama “önce güven” diyenlerin de bir eli temiz değil. Onlar da bazen insanları bankadaki kredi notu gibi puanlayarak yaşıyor: “Bir bakalım, sözünde duracak mı, hak edecek mi, sonra severim.” Bu da ilişkileri personel alımına çevirmiyor mu?

    Sonuç ortada: Biri fazla erken sevgi dağıtarak yanıyor, öbürü fazla geç güvenerek yalnızlaşıyor. Arada, “Ben ne seviyorum ne güveniyorum, kafam rahat,” diyenler var ki onlar da başka bir âlem.

    Hani bir söz vardır:
    “Kavun değil ki dibini koklayasın.”

    Elhak doğrudur.
    Bu konuda şahsi üslubum, rahmetlik Türkeş Bey’imin dediği gibidir:
    “Bir insan senin gözünde soru işareti gibi olmalı.
    İyi yanlarını gördükçe (güven arttıkça) soru işareti küçülür, sen ona yaklaş;
    Menfi ve yanlış yanlarını gördükçe soru işareti büyür, sen ondan uzaklaş.”

    Halbuki sevgiyle güven birbirine rakip değil, aynı ağacın kökü ve dalı gibiler. Kök (güven) olmadan dal (sevgi) kurur; dal olmadan kök de çoraklaşır. Ama biz ya köke bakıp dalı unutuyoruz ya da dala bakıp kökü ihmal ediyoruz.

    Belki de mesele “önce hangisi” değil; mesele ikisini aynı anda beslemek. Birine aşırı yüklenince diğeri topal kalıyor. Sosyal hayatın bütün o “kardeşim”, “canım”, “ailem” dilinin altına biraz samimiyet, biraz da sınır koyabilsek hem güven hem sevgi kendiliğinden gelişir.

    Unutmayın: Birine güvenmek, sevgi kontenjanından indirim yapmak değildir; birini sevmek de güveni ipotek etmek değildir. İnsan ilişkilerinde bu dengeyi kurmak, belki de en büyük erdemdir.

    Devamını Oku

    Gelecek Çocuklukta Yazılır

    Gelecek Çocuklukta Yazılır
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Bizim toplumumuzda sevgi ve şefkat çoğu zaman bir hak değil, bir lütuf gibi verilir. Çocuklar, anne babalarının ruh hâline, travmalarına ve beklentilerine göre büyür. Babasından ilgi görmemiş bir çocuk, büyüdüğünde evlatlarına aşırı sevgi göstermeye çalışır; ama çoğu zaman kendi yaralı çocukluğunun izlerini de onlara taşır.

    Böylece kuşaktan kuşağa aktarılan görünmez bir zincir oluşur: ilgisizlik, öfke, sevgiyi ifade edememek… Bizim kültürümüzde “disiplin” adı altında yürüyen sertlik ve baskı, aslında yaralı bir ebeveynin feryadıdır. Çocuğunu döverken kendi çocukluğuna kızar; çocuğuna sarılırken kendi eksik sevgisine sarılır.

    Bir çocuğu veya genci yetiştirmek elbette kolay değildir. Ufak tefek hatalar yapmaları doğaldır; önemli olan, Türk töresi ve İslam ahlakına ters düşen aşırılıklardan ve ana babasının yüzünü eğecek yanlışlardan uzak durmalarıdır. Ebeveynin görevi, çocuğunu kendi yaralarından arınmış bir sevgiyle yetiştirirken ona sağlam bir değer zemini vermektir.

    Toplum olarak şunu anlamamız gerekiyor: Çocuklar, bizim eksikliklerimizi telafi etmek için değil, kendi potansiyellerini yaşamak için var. Ebeveynliğin özü, çocuğa kendi yaralarımızın gölgesinden uzak bir alan açmaktır.

    Okullarda, camilerde, aile içi sohbetlerde, televizyon dizilerinde bile şefkati, empatiyi ve merhameti konuşmak zorundayız. Çünkü toplumsal olarak sevgi dilimizi, iletişim biçimimizi ve çocuk yetiştirme anlayışımızı değiştirmeden, bireysel yaralarımızı iyileştirmeden gerçek bir dönüşüm olmayacak.

    Unutmayalım: Sağlıklı bir toplum, sağlıklı çocukluklardan doğar. Çocuğuna sevgi veren aslında topluma da iyilik yapar. Her nesil, bir öncekinden biraz daha şefkatli olmayı başarabilirse, gelecekte hem birey hem toplum olarak yaralarımızı sarmış oluruz.

    Ama şunu da bilmeliyiz: Eğer bugün çocuklarımızın ruhunu ihmal edersek, yarın kaybolan değerlerimizin, yitirdiğimiz adaletin ve çürüyen toplumumuzun hesabını kimse veremez. Çocuklarımıza gösterdiğimiz ya da göstermediğimiz şefkat, yarınlarımızın kaderini yazıyor — ve biz bu kaderi şimdi, tam da bugün belirliyoruz.

    Selam ve muhabbetle,

    Devamını Oku

    İki Darbe, İki Ölçü ve Hep Garibana Düşen Yiğitlik

    İki Darbe, İki Ölçü ve Hep Garibana Düşen Yiğitlik
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    12 Eylül 1980 sabahı, tankların palet sesleri arasında emir-komuta zincirine dahil olan genç subaylar vardı. Hulusi Akar o gün üsteğmendi, Binali Yıldırım asteğmendi. Darbenin planlayıcısı değillerdi elbet, fakat emir-komuta zincirinin birer halkasıydılar. Yıllar geçti, biri Genelkurmay Başkanı ve Milli Savunma Bakanı oldu, diğeri Başbakanlık koltuğuna oturdu.

    36 yıl sonra, bu kez 15 Temmuz gecesi sahneye başka genç subaylar çıktı. Emir-komuta zinciri içinde, üstlerinden gelen talimatlara uyarak hareket eden astsubaylar, üsteğmenler, teğmenler… Onların akıbeti Akar ve Yıldırım gibi olmadı. Kimisi ordudan atıldı, kimisi işkence gördü, kimisi ağırlaştırılmış müebbet hapis cezasına çarptırıldı. Hayatları karardı, aileleri dağıldı, ömürleri mahvoldu.

    Hukukun Çifte Yüzü

    Eğer “darbenin emir-komuta zincirinde yer almak” başlı başına suçsa, Akar ve Yıldırım neden yargılanmadı? Eğer “emir emirdir, o günkü şartlarda yapacak başka şeyleri yoktu” mazereti makbulse, neden 15 Temmuz’daki alt rütbeliler için geçerli sayılmadı?

    Bu çelişki, aslında hukukun değil, siyasetin işlediğini gösteriyor. Bir dönemde görmezden gelinen şey, başka bir dönemde ağırlaştırılmış müebbetle cezalandırılıyorsa, ortada hukuk değil, iktidar menfaati vardır.

    Yiğitlik Beklentisi mi?

    15 Temmuz gecesi karargâhını darbecilere teslim eden ve bu durumda esir düşen Hulusi Akar’dan, 12 Eylül sabahında bir Ömer Halisdemir serdengeçtiliği beklemek zaten hayaldi. Bu ülkede “yiğitlik” hep alt rütbeli askerlerden, garibanlardan beklendi. Makamı, rütbesi, itibarı olanların ise en iyi yaptığı iş “sonradan kahraman yazılmak” oldu.

    Siyasi İrade ve Menfaat

    12 Eylül sonrasında siyasetçiler, darbeci generallerle hesaplaşmak yerine onların gölgesinde iktidarlarını sürdürmeyi tercih ettiler. 28 Şubat’ta da aynı tabloyu gördük. Tankların yürüdüğü, iradenin esir alındığı o karanlık süreçte kimse ciddi anlamda yargılanmadı. Bugün dönüp bakın: 12 Eylül’ün alt rütbelisi de, 28 Şubat’ın paşası da hiçbir ciddi yaptırımla yüzleşmedi.

    15 Temmuz sonrasında ise iktidar, meşruiyetini “darbe karşıtı kahramanlık” üzerinden yeniden inşa etti. Bu nedenle alt rütbelilerin en sert biçimde cezalandırılması siyasi faydaya dönüştürüldü. Kiminin suçlu, kiminin ise “kahraman” ilan edilmesi tamamen iktidarın ihtiyaçlarına göre belirlendi.

    Adaletin Terazisi Şaştığında

    Bir tarafta darbenin içinde olup yıllar sonra devletin en yüksek makamlarına yükselenler… Öte tarafta darbe gecesi komutanının emrini uyguladığı için işkence gören, hücrelerde çürüyen, ömür boyu damgalanan gençler…

    Adaletin terazisi bu kadar şaşarsa, toplumun vicdanı nasıl tatmin olacak?

    Son Söz

    Mesele Akar’ı, Yıldırım’ı ya da herhangi bir alt rütbeli subayı aklamak değil. Mesele, adaletin herkes için eşit uygulanması gerektiğini hatırlatmaktır. Çünkü adalet birilerine bol, birilerine dar ölçülürse, aslında hiç kimseye yok demektir.

    Ben bir Türk milliyetçisi ve Ülkücü olarak devletimin, milletimin yanındayım. Ancak adaletsizlik karşısında susmak da inancıma, töreme sığmaz. Bizim töremiz “zulme rıza zulümdür” der. Adalet terazisi şaştığında kıyam durmak da imanımızın, ülkücülüğümüzün gereğidir.

    Cenab-ı Hak Maide Suresi 8. ayette buyuruyor ki: “Bir topluluğa olan kininiz, sizi adaletsizliğe sevk etmesin. Adaletli olun. Bu, takvaya en yakın olandır.”

    Unutmayalım: Adalet ya herkese eşittir ya da hiç kimseye yoktur.

    Devamını Oku

    BAYKAR’IN HAKKI, SESSİZ DEVLERİN HAKKI

    BAYKAR’IN HAKKI, SESSİZ DEVLERİN HAKKI
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    (Siyasi değil, hakkaniyetli yazıdır.)

    İtiraf edelim: Baykar ve Selçuk Bayraktar, bu ülkenin yüzünü ağartan işlere imza attı. Bayraktar TB2’den Akıncı’ya, Kızılelma’ya kadar her bir platform, sahada başarıyla sınandı ve Türk mühendisliğinin rüştünü ispatladı. Bugün dünyanın dört bir yanında adı anılan bu SİHA’lar, sadece bir şirketin değil, milletimizin gururudur. Bunun için emeği geçen herkese teşekkür borçluyuz.

    Ama burada bir parantez açmak zorundayım. Zira Baykar’ın başarısı gökyüzünde parlayan bir yıldız gibi görünse de, o yıldızın ışığını mümkün kılan Roketsan’ın mühimmatı, ASELSAN’ın gözleri (kameraları ve radarları), TUSAŞ’ın platform desteği, TÜBİTAK’ın bilim insanları ve yüzlerce taşeron firmanın alın teridir. Bir zincirin halkaları gibi birbirine bağlı bu ekosistem olmadan tek bir şirketin sahada varlık göstermesi mümkün değildir.

    Şimdi her bokolog AKP’ciler ve iflah olmaz Tayyipçiler bana yine kızacaktır ama kelleye göre tıraş, nabza göre şerbet, şakşak almak için yazmak ancak Tayyipçilerin yapacağı seviyesizliktir. Bir ülkücüye yalakalık yapmak yakışmaz.

    Ne var ki iktidar ve yandaş medya, bu başarıyı sadece bir aileye, bir şirkete mal ederek diğer kurumları gölgede bırakıyor. “Her iyilik bizden, her kötülük dış güçlerden” mantığıyla hareket eden bu zihniyet, adaleti zedeliyor, hakkı teslim etmiyor. Oysa savunma sanayii, kişisel kahramanlık öykülerinden çok, yüz binlerce mühendisin ortak gayretinin eseridir.

    Ben, hakkaniyetli olmayı şiar edinmiş bir insan olarak şunu söylüyorum: Baykar’ın hakkını verelim, Selçuk Bayraktar’ın emeğini teslim edelim. Ama aynı zamanda Roketsan’ın, ASELSAN’ın, TUSAŞ’ın, TÜBİTAK’ın ve ismi duyulmamış yüzlerce mühendisin hakkını da yiyemeyiz. Çünkü bu ülkenin güvenliği tek bir soyadına değil, milletin ortak iradesine emanettir.

    Ve vicdan sahipleri bilip takdir ederler ki,
    Bu iktidar gelmeden önce bizler, sapan taşıyla sadece kuş avlıyorduk ve elimizde mızrak, ardımızda yaprak gezmiyorduk.

    Selam ve muhabbetle.

    Devamını Oku

    Balığın Başı ve Vatanın Ahlâkı

    Balığın Başı ve Vatanın Ahlâkı
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Ozan Arif’in şu dizeleri yüreğime işliyor:
    “Vatan, vatan tabi; vatan vatan da
    Esrar satan da var, karı satan da…”

    Aradan yıllar geçti ama bu dize hâlâ gerçekliğini koruyor. Çünkü vatan sevgisi sadece toprağı sevmek değildir; üzerinde yaşayan insanların ahlâkını, imanını, vicdanını korumaktır. Eğer bunları kaybedersek, geriye sadece harita kalır; ruhunu yitirmiş bir vatan.

    Son on gündür şahit olduğum olaylar bu acı gerçeği tekrar hatırlattı. Trafikte hoyratlık, devlet dairesinde kayırmacılık, gençlerin uyuşturucuya itilmesi, sokakta nezaketin kaybolması… Bütün bunlar bize şunu söylüyor: Asıl çürüme ahlâkta başlıyor. Ozan Arif’in “balığın başı bozulmuş” demesi tam da bu yüzden.

    Kur’ân-ı Kerîm’de Rabbimiz buyuruyor:
    “Bir toplum kendilerinde olanı değiştirmedikçe, Allah onlara olanı değiştirmez.” (Ra’d 11)
    Demek ki toplumsal değişim, bireylerin ve yönetenlerin ahlâkını düzeltmesiyle başlar. Eğer baştakiler adaletli olursa, halk da adaletli olur. Eğer yöneticiler israftan kaçınırsa, toplum kanaatkâr olur. Ama baştakiler yanlış yaparsa, millet de yanlış yapar. Peygamber Efendimiz (s.a.v.) de şöyle buyurur:
    “Hepiniz çobansınız ve hepiniz sürünüzden sorumlusunuz.” (Buhârî, Ahkâm 1)

    Vatan sadece sınırlarla, taşla toprakla değil; imanla, vicdanla, adaletle ayakta durur. Namuslu bir esnaf, dürüst bir memur, merhametli bir genç, edepli bir aile… İşte bu manzara vatandır. Eğer bunlar yıkılırsa, bayrak dalgalansa da içimizde huzur dalgalanmaz.

    Kendi kendimize de sormamız gerekiyor: “Ben bu ahlâkın neresindeyim?” Sadece baştakileri suçlamak kolaydır ama her birimizin imtihanı kendi vicdanındadır. Trafikte saygısızlık yapan biz değil miyiz? Rüşvet teklif eden veya kabullenen kim? Evinde harama el uzatan kim? Hep başkasını suçlamak yerine önce kendimize bakmalıyız.

    Ancak bir gerçeği de teslim etmek lazım: Toplumsal bozulma yukarıdan aşağıya yayılır. Bu yüzden adaletin terazisini taşıyanların daha hassas olması gerekir. Çünkü bir milletin kaderi, yönetenlerin adaletiyle doğru orantılıdır. Ozan Arif’in feryadı da buradan yükseliyor:
    “Ah Arif ah, vatanımız Cennet de
    Velakin balığın başı bozulmuş.”

    Vatan sevgisi, sadece millî bayramlarda nutuk atmak değil; her gün hakkı, adaleti ve ahlâkı yaşatmaktır. Peygamber Efendimiz (s.a.v.) buyurduğu gibi:
    “Vatan sevgisi imandandır.” (Süyûtî, el-Câmiu’s-Sağîr, 2/14)
    Bu sevgi, sadece toprak parçasına değil; o toprağın üzerinde insanca ve imanla yaşama idealine olan sevgidir.

    Son sözüm şudur: Eğer gerçekten vatanımızı seviyorsak, önce ahlâkımızı ve imanımızı koruyacağız. Çünkü ahlâkı kaybetmiş bir millet, Cennet vatanında bile huzur bulamaz.

    Selam ve muhabbetle.

    Devamını Oku

    Sivas – Sultan Şehir, Gönlümün Başşehri

    Sivas – Sultan Şehir, Gönlümün Başşehri
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Sivas ellerinde sazım çalınır
    Çamlıbeller bölük bölük bölünür
    Dosttan ayrılmışım bağrım delinir
    Katip arzuhalim yaz yâre böyle

    Ben Sivaslıyım. Sivas’ta doğdum, Sivas’ta büyüdüm. İlk nefesimi onun bozkır rüzgârında aldım, ilk gözyaşımı onun toprağına düşürdüm. Hayatı öğrendiğim, insanlığı bellediğim, dostluğu tattığım yer burası. İlk adımı attığım sokakları, ilk harfi öğrendiğim okul duvarlarını hâlâ yüreğimde taşırım.

    Sivas, benim için sadece bir şehir değil; gönlümün başşehridir. Onun gökyüzü, kışın sert soğuğuyla bile sıcaktır bana. Kangal’ın vakur duruşunda, Divriği’nin taş işçiliğinde, Hafik’in gölünde, Zara’nın yaylasında, Gemerek’in buğday başaklarında hep başka bir hikâye vardır.

    Çocukluğumun yaz tatilleri, Yıldız Irmağı’nın serin sularında yüzerek geçti. O günlerin neşesi, suyun berraklığı ve güneşin alnımıza vurduğu sıcaklık hâlâ aklımda. Yıllar geçse de o yazların tadı başka hiçbir yerde yok.

    Sivas’ta insanlar ekmeğini paylaşmayı, selamı eksik etmemeyi bilir. Kapı tokmağını çalmadan önce komşunun gönlünü yoklamak, bizde âdettir. Sözümüz merttir, gönlümüz açıktır.

    Yukarı Tekke mezarlığında Abdulvahabî Gazi Türbesi vardır. Bir gün, ebedî istirahatgâhım orası olacak. Bu düşünce bile içime huzur verir; çünkü orası da Sivas’ın bağrıdır.

    Kimi yârenler benim Sivas sevdamla bazen şaka yollu, latife olsun diye gırgır geçerler. Ama bilirim ki bu, alay değil; dost meclisinde sevdanın kıymetini tatlı bir tebessümle anmaktır.

    Nerede bir 58 plakası görsem yüreğim pırpır eder. Kendimle baş başa olduğum anlarda, bazen öyle bir duygu yoğunluğu yaşarım ki, didelerimden süzülen katrelere engel olamam.

    Ben Sivas’ı, rahmetli anamı sevdiğim gibi sevdim: Karşılıksız, amasız, fakatsız, beklentisiz, itirazsız, itaatkâr, derinden ve derunî.

    Benim sevdam sonsuz, muhabbetim sınırsız.

    Çünkü ben bilirim ki insan, memleketinin suyuyla yoğrulur, toprağıyla mayalanır. Benim mayam Sivas’tandır. Her ne kadar uzaklara düşsem de, bir yanım hep Sivas’tadır; Gök Medrese’nin gölgesinde, Buruciye’nin avlusunda, eski taş evlerin ahşap pencerelerinde.

    Sivas, gönül balımın ilk damladığı yerdir. Ve bilirim ki, bu sevda ömür boyu eksilmez; aksine her an çoğalır.

    Selam ve muhabbetle,

    Devamını Oku

    Diplomalı Zalimler Enstitüsü

    Diplomalı Zalimler Enstitüsü
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    “Dünya zalımlar dünyası
    Giden zalım gelen zalım
    İnsanlığın yüz karası
    Hayvan gibi ölen zalım…”
    — Mahsuni Şerif

    Çocukluğumdan beri Milliyetçi, Türkeşçi, Ülkücü, Bozkurt bildiğim rahmetli Yaşar Reyhani’nin:

    “Ne Sülo’nun sağındayız
    Ne Eco’nun solundayız
    Biz Allah’ın yolundayız
    Bize lazım bizden olan”

    türküsünü günümüze ve kendi duruşuma uyarlayacak olursak:

    “Ne Tayyip’in yanındayım
    Ne Ekrem’in ardındayım
    Milletimin derdindeyim
    Bize lazım bizden olan”

    Allah rızası için siyaset yapanın siyasî konularda yazmasının ne kadar zor olduğunu acı şekilde tecrübe ettim; yaşadım, yaşıyorum zorluğunu. Çünkü hakkaniyetli olmak, parti ve lider taassubundan beri olmayı gerektirir.

    İktidar da muhalefet de, elindeki gücü hoşuna gitmeyenleri susturmak için kullanınca, ortaya garabetli bir durum çıkıyor. Kısacası, ceremesini çekmeyeceğin cürmü işlemek akıllıca olmasa gerek.

    Konuya dönecek olursak; bizim memlekette zalim hiç tükenmez, sadece konusu değişir. Eskiden zulüm, vergi yüklemekti, köylünün öküzünü elinden almaktı… Şimdi ise zulüm, masum bir kâğıda “diploma” yazıp duvara asmak.

    Günlerdir aynı sahne tekrarlanıyor:

    Birinin diploması yıllardır tartışmalı, bir başkasınınki iptal edilmiş… Kimi siyasîler görevdeyken yüksek lisans yapmış görünüyor, ama hangi ders hangi sınıfta, bilen yok. İktidarı, muhalefeti fark etmiyor; hepsi aynı suçu farklı logolarla işliyor.

    Sahte diploma, sıradan bir kâğıt sahteciliği değildir. O, alın teriyle kazanılmış bir hakkın çalınmasıdır. Yıllarca sınava hazırlanıp gecesini gündüzüne katan gencin emeğini, üç imza ve bir mühürle çöpe atmaktır. Ve bu, İslam’a göre en ağır suçlardan biri olan kul hakkıdır.

    Mahsuni Şerif, sanki bugünü görmüş gibi yazmış:

    “Almış ele arsızlığı
    Baştan başa yolsuzluğu
    Bilmem neden hırsızlığı
    Yapan gibi bilen zalim…”

    En acı olan ise yalnızca yapanın değil, göz yumanın da aynı günaha ortak olmasıdır. “Şeytan bendense melektir, melek benden değilse şeytandır” anlayışının hâkim olduğu o muhteris kafalarda olan; “Bizden olana dokunma” anlayışı, bu ülkenin en büyük ahlak yarasıdır. Adalet, sadece rakiplerine uygulandığında adalet olmaktan çıkar; o zaman sadece intikam olur.

    Zalim değişir, zulüm baki kalır. Bugün sahte diplomayla gençlerin önüne çıkanlar, haklarını çalanlar, KUL HAKKI yiyenler, yarın aynı gençlerin önünde başka engeller çıkaracak. Ama bilsinler ki, kul hakkının mezuniyet töreni ahirette yapılır ve orada torpil de, sahte diploma da, parti de, amblem de, parti başkanı da, şeyh de, hoca da fayda etmez.

    Adaletin terazisi, bu dünyada tökezlese de, Hakk’ın huzurundaki hesap gününde hak yerini mutlaka bulacaktır.

    Selam ve muhabbetle.

    Devamını Oku

    Anavatan Tarife Üstü

    Anavatan Tarife Üstü
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Memlekete dönmek bazen sevgiliye kavuşmak gibidir; gün sayarsın, hayalini kurarsın… Ama bazen de, o sevgili kapıda seni karşılar karşılamaz “Hediyemi getirdin mi?” diye sorar. İşte gurbetçinin anavatana dönüş hikâyesi, çoğu zaman böyle başlar.

    Gurbetin en güzel yanı, memleketi uzaktan sevmektir. Oradan bakınca her şey daha berrak, daha sıcak, daha samimi görünür. Ezan daha bir içten, komşu selamı daha bir candan, ekmek kokusu bile insanın burnuna anne eli gibi gelir. “Memleketime dönünce huzura ereceğim,” dersin. Ne de olsa orası doğup büyüdüğün, senin toprağın, senin yuvan…

    Sonra uçağın tekeri piste değer. Kapılar açılır, pasaport kontrolünden geçersin, yüzünde o tarifsiz gülümseme. İlk selamın havada yakalanır: — Ooo, gurbetçi gelmiş! Ve o günden itibaren, sana bakışların alt yazısı hep hazırdır: “Bunda döviz var, bunda euro var…” (Gurbetçi üflesin seni lüzumsuz antilop)

    Anavatanda gurbetçiye karşı üç temel refleks vardır: Bir, kıskanmak. İki, çekememek. Üç, alışverişte unutur gibi yapıp, fiyatı iki katına çıkarmak. Pazarda domates sorarsın, tezgâhtar önce seni bir süzer, “Bu gurbette yaşamış, fiyatlardan anlamaz” bakışı atar, sonra rakamı söyler ve tezgâh arkasından çürük şeyleri tartar. Taksiye biner, kısa mesafede bile dünyanın turunu attıracak kadar dolaştırır. Ve bunları yaparken öyle bir rahatlık vardır ki, sanki vatana hizmet ediyordur.

    Bütün bunlar olurken içinden şunu söylersin: “Yav ben de bu sokaklarda çocuk oldum, bu çeşmeden su içtim, bu bayrak için dua ettim… Ne oldu da kendi toprağımda yabancı oldum?” İşte o an anlarsın: Gurbet bazen kilometre değil, muamele meselesidir.

    Yine de bilirsin, bu topraklar sensiz, sen de bu topraklar olmadan eksiksin. Her şeye rağmen, tabutundan önce yüzüne, cebinden önce gözüne bakıldığı; kıskançlığın yerini hasretin aldığı; fiyatların pasaporta göre değil, vicdana göre belirlendiği bir memleket hayal edersin.

    Çünkü insan, kendini en çok ait hissettiği yerde güvende olur ve o güven duygusu, euro ile değil, samimiyetle ölçülür. Çünkü insan, en çok ait olduğu yerde incinince, en çok da orada yaralanır.

    Devamını Oku

    EMİR ERİNİZ DEĞİLİZ EVLATLARIM!

    EMİR ERİNİZ DEĞİLİZ EVLATLARIM!
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Eskiden çocuklar büyüklerine su uzatırken iki eliyle tutardı bardağı. Şimdi anne babalar çocuklarının peşinde bardakla koşturuyor. Çocuk suyu isterken “lütfen” demezse ayıp olurdu bir zamanlar. Şimdi “anne su!” emriyle irkilip fırlayan ebeveynler görüyoruz. Çocuklar büyümedi; ama taht kurdular. Kime? Bizim sırtımıza.

    Bir nesil çıkardık ortaya: Adına “Ben Nesli” diyoruz. Ama sadece çocukları suçlamak kolaycılık olur. Bu nesli, “evladım üzülmesin”, “kırılmasın”, “ağlamasın” diye her dediğine “tabii ki yavrum” diyen bizler yetiştirdik. Şimdi çocuklar “hayır” kelimesini hakaret sayıyor.

    Aşkla değil, açlıkla büyüttük

    Sevgiyi sınırsızlık zannettik. “Onu seviyorsam her istediğini yapmalıyım” gibi hastalıklı bir mantığı, adına “modern ebeveynlik” dedik. Halbuki çocuk sevilerek şımarmaz, ölçüsüzce sevilerek şımarır.
    Birçok anne-baba, çocuğuna sınır çizince travma yaşatacağını sanıyor. Oysa sınır çizilmeyen çocuk, hem kendine hem topluma zarar verir.

    Çocuk her istediğini elde edince mutlu olmaz; sabretmeyi, beklemeyi, mücadeleyi öğrenemediği için içten içe boşalır.
    Bir oyuncağı değil, hayatı kaybediyoruz.

    Sevgiyle değil, suçlulukla ebeveynlik yapıyoruz

    Çocuğu yeterince göremediğimiz için oyuncak alıyoruz. Başımız ağrıdığı için tableti önüne koyuyoruz. “Beni seviyorsan o oyuncağı al” diyen bir çocukla karşılaşınca, sevgiyi satın alınabilir bir şeye dönüştürüyoruz.
    Halbuki çocuk sevgiyi şefkatte, kararlılıkta, sınırda ve rehberlikte öğrenir.
    “Hayır evladım, bu senin için doğru değil” diyemeyen bir anne-baba, çocuğuna iyilik değil, gelecek borçlanması yapar.

    Çocuğuna “hayır” diyemeyen, dünyaya “evet” demek zorunda kalır

    Bu “Ben Nesli” birdenbire çıkmadı. Biz büyütürken, çocuğun gözüne bakmayı saygı, bizi eleştirmesini özgüven, şımarıklığını “karakter” saydık.
    Oysa Allah Resulü (s.a.v.) çocukları severdi ama onlara sınır çizmeyi de ihmal etmezdi.
    Hazreti Lokman’ın öğüdünü hatırlayın:
    “Yavrucuğum, yaptığın iş bir hardal tanesi ağırlığında olsa ve bir kayanın içinde bulunsa da Allah onu ortaya çıkarır…” (Lokman 16).
    Çocuklara Allah’ı, sorumluluğu, adaleti ve mahviyeti öğretmeden sadece “sen çok özelsin” demek, onları hayata değil, heveslerine hazırlamaktır.

    Önce kendimizi terbiye edeceğiz

    Şımarık nesillerin asıl kaynağı, disiplin eksikliği değil; vicdanını rahatsız etmeyen bencil ebeveynliğimizdir.
    Çocuğuna “Hayır, canım evladım. Bunu yapamayız. Çünkü bu doğru değil.” diyebilen bir anne-baba, modern çağın en asil direnişçisidir.

    Biz bu nesli değiştiremeyebiliriz.
    Ama yeni nesli “biz” diyebilen, şükür ve sabır bilen, sınır tanımayan değil; sınır koyabilen bir karakterle büyütebiliriz.
    Aksi halde her çocuğun tahtı olur, ama toplumun tacı olmaz.

    Devamını Oku

    VICDANSIZ MAHLUKLAR

    VICDANSIZ MAHLUKLAR
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Bazı adamlar var bu dünyada… Ve evet, özellikle “adamlar” diyorum. Erkekliği sadece bacak arasındaki cinsiyet hanesine hapsedip, insanlıktan nasibini almamış mahlûklardan söz ediyorum. Yıllarca aynı sofrayı paylaştıkları, çocuklarının annesi olan, hastalandığında başını okşamaları gereken eşlerini; bir yastıkta kocadıkları hanımlarını, hastane odasında yalnız bırakıp başka kadınların peşine düşen “erkekler”…

    Ne demeli bu sefil güruha?

    Hastalıkta ve sağlıkta, iyi günde ve kötü günde beraber olacağına dair söz verip; o sözleri ilk sarsıntıda çöpe atan bu insan müsveddeleri, hangi aynaya bakınca adam olduklarını zannediyorlar? Merhameti olmayanın imanı olur mu? Allah aşkına, hangi kitapta yazıyor bu pespayelik?

    Karıcığı tedavi görürken, yanında olmak yerine flört uygulamalarında cirit atan; kemoterapi gören eşini bir başına bırakıp yeni sevgilisinin peşinden tıpış tıpış giden adamlar gördük bu ülkede. Evet, adam diyorum ama aslında dilim varmıyor, yazık!

    Bir kadının hasta yatağında çektiği acılar yetmezmiş gibi, bir de hayat arkadaşının kaçışıyla bir başka yara daha açılıyor iç dünyasında. Bu, sadece bir terk ediş değil; bu, bir kadının inancını, güvenini, umudunu da gasbetmek demektir.

    Kadınlar bunu yapmaz çoğunlukla. Yapamaz. Yüreği elvermez. Çünkü kadın sebat eder, merhamet eder, kıyamaz. Aynı duruma düşse bile, çoğu zaman eşini terk etmeyi aklından bile geçirmez. Çünkü onun için sadakat sadece bir söz değil, bir duruş, bir varoluş biçimidir.

    Oysa bazı erkekler… Ne diyeyim size? Siz sadece kadınları değil, evlatlarınızı da terk ediyorsunuz aslında. Çünkü o kadın sizin çocuklarınızın annesi. Ona yaptığınız vefasızlık, evlatlarınıza da işlenmiş bir ihanettir. Bir gün o çocuklar büyüdüğünde, size değil, terk edilen annelerine benzemek isteyecekler. Çünkü orada insanlık var, sizde ise sadece bencillik.

    Bazı günahlar vardır ki mahkemelerde değil, vicdanlarda yargılanır. Ve o mahkeme kararı bozulmaz.

    Ne zamandan beri sevgililik hormonlara, eşlik cüzdana, sadakat ise sağlık raporuna bağlı hâle geldi?

    Bir adam, hanımı hastayken terk ediyorsa; o adam değildir. Nokta.

    Devamını Oku

    BİR SÖZ, BİR HAREKET…

    BİR SÖZ, BİR HAREKET…
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    İnsan vardır, bir söz söyler; yürek ferahlar.
    Bir hareket eder; suskun vicdanlar dile gelir.
    Sadece varlığıyla etrafına edep, izzet, merhamet ve vakar taşır. Gölgesi bile sükûnet verir. Hani öyle insanlar vardır, onları görmeye gerek yoktur; arkalarından anılırlar, “O adam gibi adamdı.” diye. Bir sözüyle hayat dersi verir, bir duruşuyla insanlığın onurunu temsil eder.

    Ama insan vardır…
    Öyle bir cümle kurar, öyle bir davranış sergiler ki, insanlığına dair inancınızı sorgulatır.
    “Bu mudur insanlık?” dersiniz.
    Nezaketin, hakkaniyetin, sadakatin dilini unutmuş bir ruhtur o.
    Bir tebessümle onarılacak kalpleri bir bakışıyla kırar.
    Bir özürle çözülecek meseleleri kibriyle çözümsüz hâle getirir.

    Ve bir grup daha vardır…
    Ne iyiliği dokunur ne kötülüğü.
    Varlığıyla yokluğu arasına sıkışmış bir boşluk gibidirler.
    Ne iyiliğin taşıyıcısı olurlar ne de kötülüğün; ama bu da bir nevi kötülüktür.
    Çünkü “güzel” olma ihtimali varken bunu heba etmiş, yaratılış cevherini pas tutmuşlardır.
    Konuşurlar ama ses yoktur; yürürler ama iz bırakmazlar.

    O yüzden derim ki:
    Bal teknesinden sızan şey baldır; necaset tenekesinden necaset.
    İçinde ne varsa, dışına o sızar.

    Bugün çevremize baktığımızda — mevkiler, unvanlar, sosyal medya övgüleri arasında kaybolmuş yüzlere — şunu sormak gerekiyor:
    Senden ne sızıyor?
    Sözlerinden, yazdıklarından, yürüyüşünden, susuşundan ne yayılıyor etrafa?

    Kiminin susması bile hikmettir; kiminin konuşması bela.
    Kiminin tebessümü sadaka olur; kiminin bakışı fitne tohumu.

    Biz bu çağda “herkesin konuştuğu ama kimsenin söyleyecek sözü olmadığı” bir gürültünün içindeyiz. Ve tam da bu sebeple, susup hâl diliyle konuşanlara, kendini pazarlamayan ama güzel ahlakıyla yol açanlara, adeta “bal teknesi” gibi kendi tabiatıyla etrafa güzellik sızdıranlara muhtacız.

    Unutmayalım:
    Nice insanlar vardır, sessiz sedasız yaşar ama arkasından rahmet okunur.
    Nice insanlar da vardır, adını duymaya tahammül edemezsiniz.

    Kimi baldan bir iz bırakır; kimi pislikten ibaret bir leke…

    Şimdi sen söyle Ey Dost,
    Senden sâdır olan nedir?

    Selam ve muhabbetle.

    Devamını Oku

    BABA OLMAK, AİLE OLMAK

    BABA OLMAK, AİLE OLMAK
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Baba olmak, çocuğunun üzerine titremek demek değildir sadece. Sevmenin en sessiz, en derin hâlidir baba sevgisi. Çocuk hastalandığında gece uykusuz kalmak, okuldan geç geldiyse sessizce kapıya bakmak… Ama sabah hiçbir şey olmamış gibi davranmaktır bazen baba olmak. Çocuklarına güvenli bir dünya kurmak için dışarıda fırtınalara göğüs germek, ama eve geldiğinde o fırtınayı içeri taşımamaktır.

    Baba olmak, çocuğunu şımartmadan sevmek; ona hayatı öğretirken bir yandan da onun gözyaşına dayanamayacak kadar merhametli olmaktır. Her istediğini vermemek ama ihtiyaç duyduğu her an yanında olmak… Bazen bir adım geride durmak, bazen önde siper olmaktır.

    Ben de baba olduğumda fark ettim: Bu işin stajı yok, hazırlık sınıfı yok. Direkt sahaya sürüyorlar seni. Babanın babalığını örnek alırsın bir yere kadar, sonrası senin vicdanınla aklının sınavıdır.

    Aile olmak ise sadece aynı çatı altında yaşamak değildir. Aile olmak, birbirine katlanmaktır; bazen susmak, bazen affetmektir. Aile olmak, en çok da sabırdır. Kimi zaman eşinin sevmediği huylarına göz yummaktır, kimi zaman çocuklarının bitmeyen sorularına sabırla cevap vermektir. Bazen sofrada eksik bir tabakla idare etmek, bazen kalabalıkta kimsenin dışlanmadığından emin olmaktır.

    Aile dediğin şey sevgiyle kurulur; ama fedakârlıkla ayakta kalır. Sevmediğin bir yemeği yerken yüzünü ekşitmemektir aile olmak. Yorgun olduğun hâlde eşinin bir derdini dinlemektir. Hakkını helal etmeyi bilmektir. Paylaşmak, bölüşmek, yer açmak, kalbinde yer tutmaktır.

    Şimdi geriye dönüp baktığımda görüyorum ki, baba olmak her gün yeniden başlanan bir meslek. Diplomayı çocuk doğduğu an alırsın, ama usta olmak yıllar sürer. Her düşen çocuğuyla birlikte dizini tutan babalar gibi… Her yanlışta kendini sorgulayan, her başarıda bir adım geri duran babalar gibi…

    Ve aile… Aile, insanın sığındığı ilk liman, terk edemediği son kaledir. Zaman geçtikçe anlıyorsun ki, dünyada herkes seni yarı yolda bırakabilir. Ama gerçek bir aile, sen yolda kalırsan gelip seni omzunda taşır.

    Bugün ne kadar baba olduğumuzu, ne kadar aile olabildiğimizi sorgulama vaktidir belki de. Çünkü her şeyin hızla tüketildiği şu zamanda, en çok da “baba” olmak ve “aile” kalmak zorlaştı. Ama işte tam da bu yüzden, en kıymetlisi bu artık.

    Ve bu çağda, bu hengâmede hâlâ baba kalabilmek ve aile olabilmek… İşte o, en büyük imtihandır.

    Selam ve muhabbetle.

    Devamını Oku

    Ahlâksız Dindarlık: En Büyük Fitne

    Ahlâksız Dindarlık: En Büyük Fitne
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Geçtiğimiz yıllarda tatil için çeşitli otellere ya da lokantalara uğradığım oldu. Fark ettiğim bir manzara var ki, her defasında içimi burkuyor:

    Bazı insanlar, orada asgari ücretle çalışan gençlerin yüzüne bile bakmadan, “küçük dağları ben yarattım” edasıyla emirler yağdırıyor. Garsona “Bir çay getir” derken, sanki bir insana değil de bir robota sesleniyor gibiler. Ama vakit namazı gelse, en ön safta yerlerini almayı da ihmal etmiyorlar. Bu çelişki yüreğimi derinden yaralıyor.

    Ben ise elimden geldiğince o kardeşlerimize gözlerinin içine bakarak, gülümseyerek, “kardeşim”, “gardaşım” diyerek hitap ediyorum. Bir isteğim varsa, rica ile söylüyorum. İlk anda gözlerinde bir bocalama, bir şaşkınlık görüyorum. Çünkü belli ki buna alışık değiller. Ama birkaç gün sonra o çocuklar beni görünce gözlerinin içi gülüyor; ayaküstü de olsa sohbet etmek için fırsat kolluyorlar.

    Bu durum beni sevindirmiyor, aksine içimi acıtıyor. Çünkü o çocuk benim hizmetçim değil. O da bir insan. Allah’ın yarattığı bir kul… Belki de Allah katında benden çok daha salih birisi.

    Ama biz kibri takvâ, sevgisizliği vakar, üstünlüğü ise şekil sanmaya başladık.

    Kur’ân bize şunu hatırlatıyor:
    “İyilikle kötülük bir olmaz. Sen kötülüğü en güzel şekilde sav.”
    (Fussilet, 34)

    Ve yine buyuruyor:
    “İnsanlara yüz çevirme, yeryüzünde böbürlenerek yürüme. Allah kendini beğenmiş, övünen kimseleri sevmez.”
    (Lokman, 18)

    Ne yazık ki dindarlığımız camide başlıyor ama kapıdan çıkarken tükeniyor.
    Kıldığımız namaz, yüreğimizdeki kibri eritmeye yetmiyorsa, secdeye yalnızca bedenimiz değil, imanımız da değmemiş demektir.

    Allah Resûlü şöyle buyuruyor:
    “Ben güzel ahlâkı tamamlamak için gönderildim.”
    (Muvatta, Hüsnü’l-Hulk, 8)

    Yani ahlâk, dinin kenarında köşesinde değil, tam merkezinde yer alır.
    Ama biz ne yaptık? Namazı önemsedik, ahlâkı ihmal ettik. Tesettürü savunduk ama kibirli dili, kırıcı bakışları görmezden geldik.

    Hakkı haykırdık ama hakkaniyeti unuttuk.

    Bir başka hadiste Resûlullah şöyle soruyor:
    “Müflis kimdir, bilir misiniz?”
    Ashâb: “Namaz kılan, oruç tutan ama sevapları, başkalarına yaptığı haksızlıklardan dolayı tükenen kişidir.”
    (Müslim, Birr, 59)

    Bugün en büyük tehlike, dinin sadece görüntüde kalmasıdır.
    Ahlâksız bir dindarlık, dine en büyük zararı verir.
    Gençler dinden soğuyorsa, bunun sebebi dinsizlik değil; dindar görünenlerin sevgisizliği, kibri ve hoyratlığıdır.

    Artık başkalarını değil, kendimizi sorgulama vaktidir.
    Kıldığımız namaz, tuttuğumuz oruç, giydiğimiz kıyafet, yüzümüzdeki sakal ya da başımızdaki örtü…
    Bütün bunlar ahlâka dönüşmüyorsa, dışımızla değil, içimizle Allah’tan uzaklaşıyoruz demektir.

    Unutmayalım:
    “Dindarlık secdede başlar ama ahlâk ile tamamlanır.”
    Ve ahlâksız dindarlık, bu ümmetin en büyük fitnesi, belki de en büyük felaketidir.

    Selam ve muhabbetle.

    Devamını Oku

    HAYÂ NEDİR, NASIL KAYBETTİK?

    HAYÂ NEDİR, NASIL KAYBETTİK?
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Hayâ, utanmak değildir sadece.
    Utanmamak ise hiç değildir.

    Hayâ; insanın içindeki ahlak alarmıdır, yanlış bir şey yapınca çalan vicdan zilidir.
    Hayâ; gözün yere bakması, elin yanlış yere gitmemesi, dilin haddi aşmaması, bedenin edebe bürünmesidir.

    Hayâ; örtüdür, ölçüdür, özdür.
    Ama şimdi?

    Şimdi hayâ, tozlu raflara kaldırılmış; üzerine “çağa uygun değil” etiketi yapıştırılmış bir eski eşya gibi.

    Modası geçmiş sayılıyor. Çünkü bu çağda utanmak, “özgüven eksikliği” zannediliyor.
    Reklamlar bağırıyor: “Kendin ol, cesur ol!”
    Yani ne demek?
    “Ne edep bırak, ne sınır… Soyun, sergile, göster, beğenil, onaylan!”
    Hayâ ise diyor ki: “KENDİNİ UCUZLATMA!”

    Bir zamanlar hayâsızlık bir ayıptı.
    Şimdi utanmak ayıp oldu.
    Bir zamanlar kadın hayâsıyla yücelirdi, şimdi ne kadar teşhir ederse o kadar ‘trend’ oluyor.

    Eskiden insanlar hayâdan ağar ağar yürürdü; şimdi sokaklarda, ekranlarda hayânın cesedi çiğneniyor.

    Üstelik bu çürümenin adına da “medeniyet” deniyor.
    Dijital ekranlardan sarkan arsızlıklar, sosyal medyada “fenomen” diye alkışlanıyor.
    Çocuk yaşta dans ettirilen kızlar “çok tatlı” bulunuyor.
    Altmış yetmiş yaşındaki başörtülü ablaların şebeklikleri eğlenceli, komik görülüyor.
    (Otur evinde torun sev, yetiştir be zottirik abla!)

    Hayâlı gençlere “geri kafalı” deniyor.
    Ve biz hâlâ soruyoruz:
    Hayâ nereye gitti?

    Hayâ gitmedi;
    biz gönderdik.
    Hem de bayraklarla, müzikle, reklamla, kanunla, eğitimle, “özgürlük” nutuklarıyla uğurladık.
    “Hayâ, seni çok sevdik ama bu çağ bize dar geliyor” dedik.

    Sonra ne mi oldu?

    Hayâ gitti, mahremiyet öldü.
    Hayâ gitti, güven çöktü.
    Hayâ gitti, kadın metaya, erkek güce, çocuk ekrana emanet oldu.
    Hayâ gitti, utanmazlar kürsüye çıktı, utananlar köşeye itildi.

    Peki, çözüm ne?

    Kur’an “takvâ elbisesi”nden söz eder:

    “Ey Âdemoğulları! Size çirkin yerlerinizi örtecek giysi indirdik. Takvâ elbisesi ise daha hayırlıdır.”
    (A’râf, 7/26)

    Peygamber Efendimiz buyurur:

    “Hayâ imandandır.”
    (Buhârî, İman 16)

    “Allah’tan gerektiği gibi hayâ edin.”
    (Tirmizî, Kıyamet 24)

    Çünkü hayâ, insanın dışını örtmeden önce içini arındırır.
    Hayâ, kalbin örtüsüdür; kalp çıplak kalırsa beden zaten sergilenir.

    Hayâyı kaybeden toplum;
    önce terbiyesini,
    sonra tarihini,
    en sonunda da geleceğini kaybeder.

    Artık utanmayan değil,
    utanabilen insan kıymetli.

    Bir toplumda hâlâ utanan birileri varsa,
    umut bitmemiştir.

    Hayânın geri dönüşü,
    belki bir kişinin ekranı kapatmasıyla,
    belki bir annenin kızına “Kızım, edep elbisen olsun” demesiyle,
    belki bir babanın oğluna “Evladım, göz hayâsı da vardır” hatırlatmasıyla başlar.

    Hayâyı kaybettik, evet.
    Ama bulmak için çok geç değil.

    Yeter ki
    utanılacak yerde utanabilmeyi,
    giyinilecek yerde giyinebilmeyi,
    susulacak yerde susabilmeyi
    tekrar öğrenelim.

    Çünkü hayâsı olmayanın sınırı olmaz.
    Ve sınırı olmayan bir toplumun da
    sonu hep felakettir maalesef.

    Selam ve muhabbetle.

    Devamını Oku

    TAYYİPÇİ DEĞİLİM AMA HAKKANİYETLİYİM

    TAYYİPÇİ DEĞİLİM AMA HAKKANİYETLİYİM
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Türkiye’de bir cümleye “Tayyip”le başlayıp “iyi bir şey”le devam ettiğinizde, sizi ya saraya damat sanıyorlar ya da hâlihazırda köşeyi dönmüş biri.
    Oysa ben ne saraya yakınım, ne köşeyi döndüm – hâlâ apartmanın merdivenlerini dönmekle meşgulüm. Ama vicdan terazisi hâlâ çalışıyor, çok şükür.

    Bakın, Tayyip Erdoğan ve AK Parti iktidarı bu memlekette pek çok yanlış yaptı, bunu kimse inkâr etmiyor.
    Ama bu yanlışların arasında, parlayan birkaç doğru da vardı.
    Bunları söyleyince hemen “Yandaşlaştı bu da!” yaftası geliyor.
    Hayır kardeşim, ne yandaşım ne candaş. Ben sadece hakkı teslim etmeye çalışan bir vatandaşım.

    Şimdi örnek ister misiniz?
    Alın mesela şehir hastanelerini…
    Evet, devasa binalar yapıldı. Öyle büyük ki, içinde kaybolan hastalar için “Hasta Takip Uygulaması” geliştirildi.
    Hatta bazı hastalar, taburcu olana kadar acil servisi bulamıyor.
    Ama yine de bu hastaneler bir sistem kurma niyetini gösterdi – onu inkâr etmeyelim.

    Lakin…
    İyi niyetle kurulan bu dev binaların içinde hâlâ bir randevu almak için mübarek NASA’ya başvurmak gerekiyor.
    E-Nabız desen, nabzını tutana aşk olsun.

    Yani sağlıkta bir şeyler yapıldı mı? Yapıldı.
    Yeterli mi? Değil. Doktor gidiyor, hemşire gidiyor, vatandaş da “gittikçe kötüleşiyor” diyor.
    Sistemi büyütmek başka, işlevli hâle getirmek başka.
    Bizde birincisi var, ikincisi hâlâ yolda – trafik sıkışık.

    Diğer yandan, savunma sanayi gibi alanlarda inkâr edilemeyecek atılımlar var.
    Onu da söyleyelim.
    Eskiden “milli üretim” deyince akla sadece salça gelirdi.
    Şimdi SİHA geliyor – hem de ihraç ediliyor.

    Tabii, bu da tek başına “her şey yolunda” demek değil.
    Tank yapıp paletini dışarıdan alıyorsan, o da yarım milli oluyor.
    (Südüklüğün dursun babasını soyan sakallı Ethem

    Velhasıl kelam, ben Tayyipçi değilim.
    Ama her taşın altından yanlış çıkacak diye bir kaide de yok.
    Bazı taşların altından doğru işler de çıkabiliyor – yeter ki üstüne basmayalım.

    Hülasa:
    Hakkı söylemek yandaşlık değil; dürüstlüktür.
    Eleştirmek namus borcuysa, takdir de adaletin gereğidir.

    Devamını Oku

    ÇIRILÇIPLAK MEDENİYETİN GİYİNİK YALANLARI

    ÇIRILÇIPLAK MEDENİYETİN GİYİNİK YALANLARI
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    “Kim demiş Avrupa insanı medeni?
    Ne edep var ne hayâ, çırılçıplak bedeni!
    Eğer medeniyet açıp saçmaksa bedeni;
    Desenize hayvanlar bizden daha medeni!”

    M. Akif ve/veya Necip Fazıl’a atfedilen bu meşhur dörtlük şöyle başlıyor:
    “Kim demiş Avrupa insanı medeni?”
    Sorunun kendisi zaten tokat gibi. Hani bazen bir kelime, bir cümle insanın ensesine soğuk su gibi dökülür ya… İşte öyle bir meydan okuma bu.

    Modernliğin adı “medeniyet” olmuş, içi ise iç çamaşırı gibi: görmemiş gibi bakan, bakarken de her şeyi göz önünde bırakan.
    Edep desen “baskı” diyorlar, hayâ desen “özgüvensizlik” sanıyorlar.
    Özgürlükle arsızlık arasındaki çizgiyi silmiş bir çağdayız.
    İnsan vücudu podyumda, ahlak ise kuliste ağlıyor.

    Binbir çeşit sosyal medya paylaşımlarıyla her türlü rezalet ekranlarda; edep ise süresiz tatile gönderildi.
    Meselenin en acı tarafı ise bunu yalnızca yetişme tarzı itibarıyla icraya yatkın olanların değil, sözde başörtülü olanların da yapıyor olmasıdır.

    Kur’an-ı Kerim’in ilk öğrettiği şeylerden biri örtünmekti.
    Adem (a.s.) ile Havva (a.s.) cennette yasak meyveden yiyince, ilk yaptıkları şey örtünmek olmuştu.

    Bir zamanlar “ahlak dersi” vardı, şimdi “kişisel gelişim atölyesi” var.
    Önce edebi sildiler, sonra hayâyı susturdular.
    Şimdi utanma duygusunu “psikolojik engel” sayıyorlar.
    Freud bile mezarında “bu kadarını ben bile düşünmedim” diye ters dönüyordur herhâlde.

    Dörtlüğün son mısrası zaten konunun özeti gibi:

    “Desenize hayvanlar bizden daha medeni!”

    Hayvanlar en azından doğaldır; utanmazlar çünkü fıtratları öyledir.
    Ama insan… Hem örtüsüz, hem arsız, hem de kendini en gelişmiş sayarsa, orada artık medeniyet değil, medya-niyet devreye girer:
    Göz boyamak.
    Akıl uyutmak.
    İffetle alay etmek.

    Çünkü bu çağda örtünmek “gericilik”, soyunmak “özgürlük”,
    ahlaklı olmak “dar kafalılık”, ahlaksız olmak ise “cesur yaşam biçimi” sayılıyor.

    Soruyorum şimdi:
    Medeniyet bu mudur?
    Eğer buysa, affedersiniz ama ben cahil kalayım!

    Selam ve muhabbetle,

    Devamını Oku

    Teşhir Çağında Giyinmemenin Psikolojisi

    Teşhir Çağında Giyinmemenin Psikolojisi
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Çıplaklık, bir çağdaşlık ölçüsü mü? Yoksa karakterin dikiş yerlerinde patlayan bir çığlık mı?

    Honoré de Balzac diyor ki:

    “Giyimin ihmali, ahlâkî bir intihardır.”

    Paris’in çamurlu sokaklarında yürürken bu sözü yazan Balzac, eğer bugünün sokaklarını görebilseydi, herhâlde yalnızca intihardan değil, doğrudan ahlâkın infazından söz ederdi.
    Çünkü ortada artık bir ihmal değil;

    bilinçli bir inkâr ve teşhir var.

    Eskiden giyinmek, insanın sabah yaptığı ilk ahlâkî eylemdi. Aynaya bakar, “Bugün topluma karşı nasıl bir duruş sergilemeliyim?” diye düşünürdü.
    Şimdi aynaya bakmadan çıkanlar çoğaldı.
    Çünkü görünmekle var olmak arasındaki çizgi bulanıklaştı. Bazıları, ne kadar görünürse o kadar özgür olduğunu sanıyor.

    Geçtiğimiz günlerde, YKS’ye yarı çıplak hâlde gelen bir genç kızın görüntüleri sosyal medyada yayılınca, mesele sadece bir giyim tercihi olmaktan çıktı.
    Bu görüntüyü

    savunanlar da oldu, eleştirenler de.
    Ama şu soruyu sormadan edemiyorum:
    Çıplaklık özgürlükse, bir erkek mayo ile sokağa çıksa ne olur?
    Ya linç edilir ya da “deli” diye tımarhaneye kapatılır.
    Demek ki mesele sadece “özgürlük” değil.
    O hâlde çıplaklık neyin göstergesi?

    Eğer çıplaklık çağdaşlık sayılıyorsa, bu durumda en çağdaş varlıklar maymunlar olmalı.
    Ama biz maymunlara değil, insanlara sorumluluk yüklüyoruz.
    Çünkü insanın kendine karşı saygısı, başkasına gösterdiği saygının da

    temelidir.
    Ve dış görünüş, sadece başkasına değil, kendine verdiğin değerin de bir aynasıdır.

    Pijamayla markete inenleri geçtik; pijamayla nikâha gelenler var.
    Camiye tayt, düğüne eşofman, okula “az önce yataktan kalktım” havasında giren bir kuşak yetişti.
    Bu bir ihmalkârlık değil, bir “halden düşme” biçimi.
    Şıklık kibir sanılıyor, zarafet gösteriş.
    Oysa Balzac tam tersini söylüyordu:

    “Zarafet, zekânın vücuda gelmiş hâlidir.”

    Kıyafet, sadece teni örtmez; aynı zamanda ruhu da taşır.
    Ceketinizin düğmesini iliklemek, yalnızca kumaş kapatmak değil; dağınık bir ruh hâlini toparlamaktır.
    Ütüsüz gömlek sadece bir estetik eksikliği değil; bazen kişiliğin kırışıklığına da işarettir.
    Ve evet, Balzac bugün yaşasaydı, ütülenmiş kumaşları değil, buhar olmuş karakterleri yazardı.

    İnsanın kendine gösterdiği özen ile topluma sunduğu ahlâk arasında ince bir dikiş vardır.
    O dikiş patladığında sadece

    pantolon sökülmez — karakter de açılır.

    Kıyafetin modası geçebilir, ahlâkın değil.
    Herkes istediğini giysin diyorsak, o hâlde herkes istediği gibi de düşünsün, eleştirsin, sorgulasın.
    Çünkü bazı kıyafetler teni değil, zihni çıplak bırakıyor.
    Ve toplumun gözü artık kamaşmıyor, yoruluyor.

    Devamını Oku

    Barış Güvercini Mi, Bölücülüğün Şairi Mi? – Ağıtla Aklananlar Kervanı

    Barış Güvercini Mi, Bölücülüğün Şairi Mi? – Ağıtla Aklananlar Kervanı
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    “Biri ölünce ya susulur, ya da doğru konuşulur. Üçüncü yol yoktur.”

    Ben kendimce, rahmet dilemedim ama konuşmadım da.
    Fakat konuşanlara bakınca ve en sonunda Devlet Bey’in taziye yerinde resmini “ciciiii… ciciiii!..” diye sıvazlamasını görünce, susmanın ehl-i vicdan sahiplerine karşı vicdan ölçülerine uymayacağına kanaat getirdim.

    ☆☆☆

    Geçtiğimiz günlerde bir cenaze oldu; ardından da sağda-solda, özellikle sağda(!), bir matem havası esti.
    Kimi “barış elçisi” dedi, kimi “şair adamdı be!” diye iç çekti.
    Yetmedi, ülkücü-muhafazakâr geçinen bazı kesimler, neredeyse Selahattin Demirtaş’la karıştırıp “halkların kardeşliği” güzellemesi yapacaktı.

    Sözüm ona milliyetçi olduğunu söyleyenlerin, bölücü çizgiden gelmiş birine ağıt yakmasını görünce düşündüm:
    “Biz ne ara bu kadar balık hafızalı olduk?”
    Ya da hafızasız değilsek, nereden buluyoruz bu kadar geniş midesi olan vicdanları?

    Sırrı Süreyya Önder edebi yönü olan biriydi, evet.
    Ama bu onun siyasi geçmişini, fikriyatını temize çeker mi?
    HDP’nin kurucu iradesiyle içli dışlı olmuş, Gezi olaylarında sokakları “ayaklanma alanı”na çeviren söylemlerin başında durmuş biri, nasıl oldu da muhafazakârların gönlünde ‘GÜVERCİN’ oldu?

    Mezarı başında şiir okuyup gözyaşı döken muhafazakârlar, acaba o şiirlerin yazıldığı siyasi atmosferi de okudular mı?
    Yoksa alışkanlık mı yaptı bu “ölünce aklanma” modası?

    Milliyetçi-Muhafazakârlar: Siz Hangi Sağın Mensubusunuz?

    Eğer sağcılık, bu toprakların birliğini savunmaksa;
    Eğer milliyetçilik, milletin bütünlüğüne göz dikenlere karşı durmaksa — ki budur —
    O zaman Önder’in siyasi çizgisiyle milliyetçiliği yan yana getirip “hoş hatıralar” üretmek, bu davaya ihanettir.
    Kusura bakılmasın, mertçe konuşalım:
    Milliyetçilik, duygusal cenaze edebiyatıyla sulandırılacak bir aidiyet değildir.

    Sosyal medyada “Helal olsun, ne güzel konuşuyordu” diyerek onu romantize eden sağcı kitleye soruyorum:
    Ne zamandan beri güzel konuşmak, doğru konuşmak anlamına geliyor?

    “Şairane” diye bölücülüğü alkışlayan bir kafa, yarın kendi toprağını da satar, farkında olmaz.

    ☆☆☆

    Cenazeye Katılanın Vicdanına mı Bakılır, Geçmişine mi?

    Ölüm, elbette haktır.
    Ama bu, kişisel geçmişin çamaşır suyuyla yıkanacağı anlamına gelmez.
    Mezarlıkta merhamet olur; fakat fikir dünyasında ilkesizlik olmaz.
    Bugün ona ağıt yakanlar, yarın bir başka bölücüyü de “mizahtan anlamıştı aslında” diye uğurlar mı?

    Bu ülkede ölünce her şey unutuluyor.
    Bir tür “postmortem aklanma töreni” var artık.
    Sağcılar da bu gösterinin ön sırasına oturmuş, alkış tutuyor.

    Sonuç: Hafıza Kaybı mı, İlke Kaybı mı?

    Sırrı Süreyya Önder’in ölümü ardından ortaya dökülen “barış çiçeği” methiyeleri, asıl meseleyi gölgede bırakıyor:
    Bu topraklarda saf tutmuş insanların, hangi cephede yer aldığı belli değil artık.
    Milliyetçilik etiket olmuş, içi ise “barış romantizmi” ile doldurulmuş.

    O yüzden soruyorum:
    Biz hangi sağız?
    Ve hangi sağduyuya sahibiz?

    Devamını Oku

    Dumanlar Arasında Kaybolan Değerler (Tesettürlü TikTok’lar, Lokumlu Partiler)

    Dumanlar Arasında Kaybolan Değerler (Tesettürlü TikTok’lar, Lokumlu Partiler)
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    “Kim bizden olmayanlara benzemeye çalışırsa, o onlardandır.” buyuruyor Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.v.).

    Vaktiyle muhafazakârlık, hayâ demekti, vakar demekti, ölçü demekti.
    Ya şimdi?
    Şimdi mahallenin ortasında duman makinesiyle gender reveal (cinsiyet ifşa) partisi yapıyoruz, mavi-pembe dumanlar arasında değerlerimiz de buhar olup uçuyor. Üstelik bunu yaparken başımızda örtü, elimizde telefon, dilimizde “elhamdülillah” var. Ne diyelim, artık her şey ‘hayırlı gösteriş’ mertebesine ulaştı.

    Organizasyon İslami, ama davranış TikTok menşeli

    Önceden çocuk doğunca dua edilirdi, şimdi cinsiyet açıklanınca konfeti patlatılıyor.
    Yetmedi; bekârlığa veda partileri de “helal versiyon” etiketiyle paketlenip piyasaya sürüldü. Abla bir yandan ağlıyor “evleniyorum” diye, diğer yandan story atıyor: “Kına gecemde DJ Mehdi’den özel set.”
    Arka planda dindar görünümlü kızlar zıplıyor; başörtü sabit, değerler yerle yeksan.

    Bir yandan “İslami ahlak, dava bilinci” diyoruz, öte yandan mevlit organizasyonlarına özel neon ışıklı arka fon kiralıyoruz:
    “Ali’nin Sünnetine Hoş Geldiniz – #Elhamdülillah”

    Mübarekler, eğlenin ama bizimle dalga geçmeyin

    Kimse kimsenin eğlenmesine düşman değil. Gülün, oynayın, rahatlayın. Ama lütfen bunu “İslami kimlik” ambalajına sarıp pazarlamayın.
    “Helal dans” ne demek yav?
    “Mütedeyyin DJ” hangi evsafta bulunur?
    “Abdestli Roman havası” diye bir tür mü icat ettiniz?

    Kutlamaların içine biraz dua, biraz tesettür serpiştirince her şey mubah mı oluyor?
    İki “maşallah” ile her şeyin üstü örtülüyor, ama aslında ne örtü kalıyor ne ölçü. Gelenekle dinin, tüketimle takvanın karıştırıldığı bu menülerde mide bulanıyor. Lüks pastalar, gösterişli süslemeler, hediyelik sabunlar…
    O sabunu sadece misafire değil, biraz da vicdana sürmek gerek galiba.

    Sonuç: Mahalle Yanıyor, Dumanını Konfeti Sanıyorlar

    Artık mesele sadece eğlence değil; zihinsel bir savrulma, ahlâkî dejenerasyon, kültürel yozlaşma.
    Kendi değerlerini yabancılaştırarak modernleştiğini sanan bir kitleyle karşı karşıyayız. Batı’dan ithal edilen her saçmalığı “İslami ambalajla” sunmak, hem dini sulandırıyor hem ciddiyeti yok ediyor.

    Ve ne acıdır ki, bu gidişatı eleştirenler “asık suratlı”, “gerici”, “yobaz”, “çağdışı” yaftasıyla susturuluyor.
    Oysa mesele ne gülmek, ne eğlenmek.
    Mesele: Ne uğruna güldüğümüzdür.

    Devamını Oku

    Ah Mezarcı Ah

    Ah Mezarcı Ah
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Ben, yaşım itibarıyla Hasan Mezarcı’nın Mehdilik iddiasıyla yaptığı propagandalara şahit olmuş,
    “Falanca gün ayın on dördü, gece gökyüzüne bakın, benim siluetimi göreceksiniz” gazına gelenleri de tanımış oldum.

    ☆☆☆

    Buca’da “Forbes” denilen bir alışveriş sokağı var.
    Kaynanamın kızıyla geziyoruz, bir müddet sonra her zamanki gibi sıkıldım ve bir gölgeye oturdum. Yaktım bir cigara, suyumu yudumluyorum.

    Sokağın alt tarafından, yirmili yaşlarda bir genç girdi.
    Bağıra çağıra Kur’an ayetleri okuyor. (Ya da okuduğunu sanıyor.)
    Gele gele benim gölgeliğe geldi, yanıma oturdu.

    “Deli paratoneri miyim?” diye kendimden şüphe ettim.

    Selam verdi, aldım. “Ben irşat ediyorum insanları abi,” dedi.
    “Kolay gelsin sana, şurada iki dakka nefes alacağım, haydi Allah versin, git işine.”
    Hiç tınmadı.
    Koltuğunun altındaki Kur’an’ı banka koydu, başladı sapır supur konuşmaya.

    “Ben şöyle ilim sahibiyim, ben böyle Kur’an okurum, ben öyle insanları aydınlatırım…”
    Sıcak tepemden çıkmış, İzmir sıcağı bu, boru değil, adamı canından bezdirir.
    “La bi s*ktir git” diyemedim, hır çıkacak.

    Dedim ya, İzmir burası; kimilerinin kapalı yerleri, açık yerlerinin yanında aksesuar gibi kalıyor.
    Ama iktidarın bir ampul kafalısı,
    “İnsanların günah işleme özgürlüğüne müdahale edemezsiniz,” gibi bir laf etmişti.
    Gerçi o zat bu ifadeyi 17-25 Aralık Yolsuzluk ve Rüşvet konusunda kendi yol arkadaşlarını savunmak için etmişti ama; günahsa, o da günah, bu da günah.

    Bizimki de bu durumdan kendine vazife çıkarıp, başladı “hicap, cilbab, tesettür, nisa, ar, namus” konularında kendince Kur’an ayetlerini yorumlamaya, onlardan manalar çıkarmaya, yaptığını zannettiği irşat cihadını icraya koyuldu.
    Benim sinirler gerilmeye başladı, yay gibi oldu.

    Kişi Kur’an’dan konuşsun, İslam’dan konuşsun, tarihten konuşsun ama Kur’an adına konuşmasın, İslam adına konuşmasın, tarih adına ahkâm kesmesin.
    Çünkü onlar adına konuşmak her yiğidin değil, er yiğidin kârı.
    Bilgi gerek, eğitim gerek, hazım gerek, usûl gerek, üslup gerek.

    Onun, oturduğumuz bankın üstüne koyduğu Kur’an’ı hemen dizlerimin üstüne almış, onu dinliyor ve ya susmasını, benden ümidi kesip gitmesini ya da susturacak yeri kolluyorum.
    Sol yanıma gelip oturan kaynanamın kızını görünce, sağımda oturan yarı cahile karşı kafamda kurduklarımın hepsi yerle yeksan oldu.

    Arada dik dik verdiğim cevaplara şahit olunca, sol yanımdan böğrüme bir dirsek yedim.
    “Gazi Efendi uğraşma, bırak gidelim.”
    “Yav sana kurban olayım, geç şurada pılı pırtıya bak, canın ne istiyorsa al, bana eccük müsaade et.”
    Gitmez, biliyorum.
    Gitmedi de.

    Sağ yanımda Kur’an ve İslam adına konuşan bir manyak, solumda ise içimden geçenleri yaptığımı görse haklı olarak bana bir kağnı laf sayacak olan konunun erbabı.

    Bu manyağa gol atmazsam kendimi yiyip bitireceğim.
    Uzatmalarda olduğumun farkındayım, son saniye golüne kafayı taktım.
    İster normal, ister ofsayt golü, hiç fark etmez.
    İçim ferahlasın yeter.

    Besmeleyle açtım Kur’an’ı.
    Kur’an okumaya aşina olanın neredeyse ezbere bildiği Yâsîn Suresi’ni buldum.
    “Oku canım,” dedim.
    Okudu.
    İlk sayfadaki 12 ayetin, ilki hariç çoğunda birçok yanlış yaptı.
    “Sadakallahü’l-azîm” deyip kitabı kapattım.

    “Bak canım,
    Ben kelam âlimi değilim, fıkıh âlimi değilim, hafız da değilim.
    Sıradan piyade, kendi halinde sade bir Müslüman ve Türk’üm.
    Ne kadar çok öğrenirsen, o kadar az ama öz konuşursun.
    Baban yaşındaki insana irşat yapmak boyunu aşar.
    Sana bir baba/abi tavsiyesi:
    Bilmediğin konuyu git mektebinde, ehlinden oku.”

    Sol yanımdaki kolumdan çekiştirmeye başladı, böğrüme ikinci dirseği yemeden kalktım.
    Bilirsiniz:
    Allah’tan korkan kul olur, karısından korkan mutlu.

    Az önceki cevval ve çok bilmiş usûl ve üslubun yerini sitayişe bırakmış:
    “Abi bu abla kim?” diye sordu.
    “Birazdan gelir, ümüğünü sıkarsam anlarsın kim olduğunu,” diye kinayeli ama gülümseyerek kafamı salladım.

    Bir iki adım gidip, arkamızdan bakan gence döndüm:
    “Unutma delikanlı,
    Yarım doktor candan eder, yarım hoca dinden eder.
    Sen hiç yarıma razı olma.
    Ya tam ol, ya hiç olma.
    Bu da sana son sözüm!..”

    İlk kafamdaki gibi fikirler gerçekleşmedi, genci kendi açtığı kuyuya gömemedim ama daha eftal olan hâliyle diyeceğimi demiş oldum.
    Eve kadar yine de yediğim zılgıtlara ölü taklidi yaptım ve rahat ettim.

    Devamını Oku

    BUGZ ETME

    BUGZ ETME
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Elinde iki bardak çayla geldi, selam verip karşıma oturdu.
    “Al iç de içindeki buzlar erisin.”
    “Çayım var ya gardaş,” deyip önümdeki bardağı işaret ettim.
    “Sabahtan beri seni gözlüyorum, bardak sana bakıyor ama sen bardağı görmüyorsun.
    Gemileri nerede batırdın, hayrola?”
    “Gemiciklerim olmadı ki batıracak gemilerim olsun yav!” diye cevapladım gülümseyerek.
    “Gemicikleri karıştırma, politika yapma.
    Bugün Cuma, haksız kazananın gövdesinden veya rahmetlik Adil emminin dediği gibi ‘canı g*tünden’ çıksın.”
    “Eyvallah gardaşım.”
    “De hele, neyin var?”
    “Yok bir şey yav, öylesine dalmışım dışarıyı seyrediyordum.”

    Anlaşılan ya beni yine sinir etmek istiyordu ya da dalgın halimin sebebini öğrenmekti derdi.
    Cuma namazı sonrası, arası yakın olan ikindiyi beklerken yanlış adama yakalandık bugün.

    “Bir şey sorsam cevaplar mısın?” diye çalım atmaya teşebbüs ettim.
    Muzipliği üstünde,
    “Yolla gelsin, pilavdan dönen kaşığın sapı kırılsın.”
    “Bugz nedir; bugz etmek nedir?
    Bir insan bir başkasına neden bugz eder?
    Hadi bakalım, bu üçünün cevabını ver,” diyerek, bir TV dizisinden duyduğum muzipçe cevapla lafı bitirdim.

    “Keşke sormaz olsaydım,” diye ciddi bir tavır aldı, “suç bende, ne diye gidip arı kovanına çomak sokarsın, bırak kendi başına, bir zaman sonra durulur, dinginliğe erer, hayata döner.
    Sana ne ulan kendi fırtınasında cedelleşen bir deliye yardım elini uzatmak.”

    “Anlamadım?”
    “Yok yav Gazi, kendi kendime konuşuyorum ya da sesli düşünüyordum.”
    “Ha tamam; eee… bir soru sordum, cevap?”
    Sessizlik.
    Elindeki bardağı tepesine dikip,
    “Bir bardak çay alıp geliyorum.”
    Normalden uzunca sürse de, ocaktan dumanı tüten çayla gelip yerine oturdu.

    “Bak gardaşlık,
    Benim sözlerim ve ifade şeklim senin okuduğun kitaplarda yazmaz.
    Zaten yazsa sormana gerek kalmazdı.”

    “Eyvallah, seni dinliyorum.”

    Başladı anlatmaya:
    “Bir insan başkasının başarısını, bu ister iş hayatı olsun ister sosyal hayat veya yatırımlar olsun, kıskanırsa;
    kendini ona karşı yetersiz hissederse, senin varlığın bile, hakkına ortak olduğun duygusuyla, onu rahatsız ederse bugz eder,” diye girizgâh yapıp uzunca bir izah ve konuşma yaptı.
    O anlattı ben dinledim, ben dinledim o anlattı.
    “Ama,” dedi, “ehl-i vicdan sahibi, imanı sağlam, Allah korkusu bâki, ahlakı yerinde olan hiç kimse bir başkasına karşı bugz etmez.
    Bilirsin,
    Ebu Cehilgiller de peygamberimize bugz etmişti.
    İnsanız be Gazi, senin sık sık dediğin gibi,
    ‘Kötüler olmasa iyilerin kıymetini nasıl biliriz!’ değil mi?”
    “Haklısın gardaş.
    Son bir soru.”
    “Aydın işi olsun!”
    “Kardeşler arasını bozmaya kadar varan bugzu nasıl izah edersin çok bilmiş gardaşım?”
    “Hoooppp Gandıralı, orada dur işte.
    Öyle bir mayası bozuk olanı ifade ve izaha benim aklım da ermez.”
    “Benim de ermedi de sana sordum.”

    “Allah versin Gazi efendi,
    De hadi, kalk gidelim, eli kulağındadır, hoca şimdi ‘Allahü Ekber’ der.”
    Ayağa kalkarken;
    “Battı fishing,
    Yan going,” dedi.
    “O ne yav?!”
    “Battı balık yan gider sözünün Yozgat İngilizcesi cahil gardaşım.
    Ben gidiyorum, ister gel istersen soğuk çaylarla aşk yaşamaya devam et,” deyip, sıvışıp gitti malamat herif.

    Kitaplar güzeldir amma kitaplardan daha güzeli gönlü güzel yarenlerdir, değil mi?

    Gazi KAYA (Kadiroğlu Gazi)

    Devamını Oku

    GEL DE SÖVME!..

    GEL DE SÖVME!..
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Adamın birini, çok küfür edip sövdüğü için, zülf-i yârine dokunan biri tarafından mahkemeye verilir.
    Mahkemede beklerken, sırası gelen birisi hakime derdini anlatıp çare sorar:
    “Hakim bey, babam öldü, analığım (üvey anne, babanın sonradan evlendiği ikinci eş) bana düşer mi?”
    (Yani onunla evlenebilir miyim?)

    Bunu duyan bizim küfürbaz ayağa fırlar:
    “Hakim bey, işte ben böyle gavatlara sövüyorum.
    Varsa suçum, kır kalemimi.

    Kanım akarsa namussuzum!..” diye isyan eder.

    Son haftalarda NOEL BABA, YILBAŞI, SANTA CLAUS, ÇAM AĞACI, NARDUGAN, DED MOROZ konularında;
    Daha önce BEKARLIĞA VEDA, BEBEK CİNSİYET PARTİSİ, İLK ADIM PARTİSİ, ŞAMPANYALI ve PONPONLU REVÜ KIZLARIYLA ORYANTAL KUTLAMALARI vb. konularda eleştirel yazılar yazdım, özellikle “bizim gibi, bizden ve bizim mahalleden” olanların yaptıkları saçma, bihûde, eblehâne icraatları eleştirdim durdum.

    Aynı fikirde olduğum dostlardan destekleyici görüşler geldiği gibi, onlardan bazıları da taşı gediğine koyup, ampul kafalı lüzumsuz bir zottirigin lafıyla, iyi niyetli olarak, ikaz edip:
    “KİMSENİN GÜNAH İŞLEME ÖZGÜRLÜĞÜNÜ ELİNDEN ALAMAZSIN!” dedi.
    El-Hak, haklıydı bu yârenim.

    Yılbaşı geçti, isteyen istediği gibi yeni yılı karşıladı ve kutladı.
    Kimsenin tercihine karışmak diye bir hevesim olmadı, hâlâ da yoktur.
    Ne toplum mühendisliğine, ne de ahlak zabıtalığına soyunmak diye bir derdim de yoktur.

    Lâkin,
    Sosyal medyaya düşen kimi kutlamalar insanı zıvanadan çıkaracak derecede.
    Yanlış anlaşılmasın,
    Seküler kesimle işim olmaz, benim kavgam, Türk gibi görünüp Türk’ün kültür anlayışına uymayan,
    Müslüman gibi görünüp, Müslüman’ın hayatına yakışmayan cürümleri icra edenlerle.
    Yani benim derdim, benim gibi inandığını iddia edenlerle, en azından dış görünüş itibariyle öyle görünenlerle.
    Ben de bilirim ki,
    Kişinin kalbi yalnızca Allah’a (cc) ayandır.

    Yoksa, isteyen hak ederek Firdevs-i Âlâ’da mukim,
    İsteyen,
    “ilâ cehenneme zümerâ. (Zümer-71)” olur.

    Selam ve muhabbetle
    Gazi Kaya

    Devamını Oku

    NOEL BABA – AYAZ DEDE

    NOEL BABA – AYAZ DEDE
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Noel Baba var mı? Var.
    Ayaz Dede var mı? Vallahi o da var.
    Peki, bize ne bu iki heriften?

    Noel Baba, diğer isimleriyle Aziz Nikolaos veya Santa Claus isimli bu fânînin M.S. 3. yüzyılda Antalya Demre bölgesinde yaşamış bir papaz olduğu veya ondan ilham alınarak bir kült haline geldiği biliniyor.

    Asıl Noel Baba imajının ise 19. ve 20. yüzyılda, aslı Hristiyan olmayan kapitalist Batı Dünyası tarafından popüler hale getirildiği, yoksullara ve fakirlere hediyeler verdiği söylenen Aziz Nikolaos figürüne uygun olarak bir “tüketim ekonomisi/pazarı” oluşturduğu da biliniyor.

    “Aslı Hristiyan olmayan kapitalist Batı” ifadesini bilerek yazdım. Çünkü kapitalizmin kaymaklı kremasını Siyonistlerin yediğini hepimiz biliyoruz.

    40 yıldır yaşadığım Hristiyan Dünyasında, 24-25 Aralık tarihlerinde Hz. İsa’nın doğumu kutlanır ve buna çok önem verilir. Fakat dindar İsevîler Noel Baba, yani Nikolaos kültünü kaale almaz ve hatta bunu eleştirir. Tüketim çılgınlığı keşmekeşinde seslerini pek duyan olmaz, çünkü piyasaya muazzam bir canlılık gelir. Yani kapitalizmin ve Siyonizmin çarkları arasında sesleri boğulur.

    Bir de “Ayaz Baba – Nardugan” olayı çıktı.
    Ayaz Baba var mı? Var.
    Peki, Türkçeye “Ayaz Baba” olarak çevrilen bu kişinin Türklerle veya kadim Türk kültürüyle ilgisi var mı?
    Vallahi yok.

    Yani Ayaz Ata dedikleri Nardugan Yılbaşı kutlaması veya kültü Türk kültüründe ve tarihinde yoktur. Hiçbir yerde, hiçbir kaynakta bu konu yazılı değil.

    “Ayaz Ata,” Rusçada “Ded Moroz” olarak bilinir. Bu, Türk kültüründe var olduğu iddia edilen Ayaz Ata’nın Rus kültüründeki karşılığıdır ve “Dede Kış” ya da “Buz Dede” anlamına gelir. Ded Moroz, Rus folklorunda kış mevsiminin ve Yeni Yıl armağanlarının simgesidir; genellikle Noel Baba’ya benzer bir figürdür.

    -30 derecede yaşamak zorunda olan bir Türk’ün hayat öncelikleri çok farklıdır. Rus kültürünü Türk kültürü diye kabul ve iddia etmek sadece aymazlık değil, kendi kültürüne ihanettir aslında.

    Yıllarca Rus baskısı altında kalan Türkler arasında Ayaz Ata benzeri figürler kullanılmış olsa da erken dönemlerde, Avrasya Bozkırlarında “Nardugan” veya “Ayaz Ata” ile ilgili hiçbir belgenin ve bilginin bulunmadığını biliyoruz. Tarihi bir belge ortaya koyacak babayiğit varsa, onu da görmek isterim.

    Son yıllarda sebebini tam ifade edemediğimiz bir durum ortaya çıktı.
    Batıya karşı ezik, kompleksli, geçmişinden habersiz, kültüründen bilgisiz ve kendine “Türk” diyen kimi lüzumsuzlar; Batı Dünyasının Noel Babasıyla Ayaz Baba – Nardugan üzerinden sidik yarışına girmeye heveslendiler.

    Hristiyan Batı’dan Nikolaos, Hristiyan Ruslardan Ayaz Dede – Nardugan (Ded Moroz) geldiler ve Müslüman Türkiye’de kendilerine yer buldular. Kimi kendine Müslüman diyenler evlerine çam ağacı süsleyip koydular, kimi kendine Türk diyenler “Sizin Nikolaos, Santa Claus’unuz varsa bizim de Ayaz Dedemiz, Nardugan’ımız var.” diyorlar.

    Ula Nikolaoscular,
    Eğer Türk iseniz, biliniz ki Türklerde çam ağacı değil, kayın ağacı değerlidir.
    Ula Nardugancılar, dinsiz, din karşıtı komünist Rus’un Nardugan’ından size ne?

    Hülasa kıymetli dostlar,
    Batıya özenerek çağdaş olunmaz,
    Batıya nispet ederek Türk olunmaz.

    Selam ve muhabbetle,
    Gazi Kaya.

    Devamını Oku

    Ya CAMİ ya KİLİSE

    Ya CAMİ ya KİLİSE
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Türkiye gibi Avrupa’da da 3 harfli marketler zencileri var. Ama bir farkla, Avrupa’dakiler belli harflerle sınırlı değil, birçok harf veya isimleri var.

    Elimde Başçavuşun verdiği alışveriş listesi, raflar arasında aheste aheste mekik dokuyorum. Başçavuş bu listeyi beş dakikada tamamlar, geri kalan zamanı “bu hafta veya haftaya ihtiyaç olur, çocuklar torunlar gelir” diye kocaman arabayı doldururdu, ben de sesimi çıkarmazdım.

    Raflar arasında gezerken onu gördüm. Eşiyle alışveriş yapıyor. Eşiyle çarşı pazarda denk geldiğim kişi [eğer akrabam değilse, kan bağım yoksa] burun buruna gelmedikçe uzak durur, selam bile vermemeye çalışırım. Yetiştiğim kültür çevresi böyle belletti bana.

    Market büyük, oldukça da müşteri yoğunluğu var. Bir ara köşedeki çam ağaçlarının yanına doğru gittiğini gördüm. “Allah Allah… Ne işi olur ki?” diye dikkat kesildim. Gerçekten çam ağaçlarına alıcı gibi bakıyor, fiyatı sabit olsa da, en iyisini almaya çalışıyordu galiba.

    Hanımın yanından ayrılıp alt kata yöneldiğini görünce ben ona yöneldim, o da bir tane çam ağacı beğenip alışveriş arabasına koydu. Dağ başında bisiklete binen papaza ceza yazan polis moduna girdim:
    “Şimdi yaktım çıranı mikrop!..”

    “Selamünaleyküm. Norüyon gardaş?” Gayri ihtiyari “Aleykümselam” dedi, beni görünce eli yüzü değişti. Hiç bozuntuya vermeden,
    “Sen yılan olmayı kabul edersen, ben sevmediğin ot olmaya dünden razıyım gardaşlık” diye gülümseyerek devam ettim.

    “Yav torunlar istedi, yoksa benim ne işim olur çamla mamla Gazi.” diye kıvırmaya, durumu kurtarmaya çalıştı gayri ihtiyari olarak.

    “Hindi de kesecük mü? Eğer bir Müslümana kestirirsen, bir budunu isterim gardaş.” diye takıldım.
    “Teessüf ederim… Ben Müslüman değil miyim?”
    “Ramazanda Müslüman gibi teravihe gidip, Aralık’ta çam ağacı süsleyene Müslüman denirse, he gardaş, sen de Müslümansındır herhalde.”
    “Haydaaa…”

    “Haydaa yaa… Ne gezersin bu çayda… Sen torununa Türk ve İslâm’ı anlatmazsan, onlar senin muhabbet ve sevgini istismarla sana bugün çam, yarın bira aldırır be malamat avanak gardaşım.”
    “Yav eyle deme yav…” diye savunmaya geçerken lafını yarıda bölüp;
    “Serçe ile papazın hikayesini bilir misin?” diye devam ettim. O lafın nereye gideceğini düşünürken ben sözüme devam ettim:
    “Bilirsin bilirsin, eşşek kadar adamsın; hatta sen eşşekten de büyüksün. Bir güzel serçe kiliseye dadanmış, gidip oradaki puta pisliyormuş. Papaz punduna getirip serçeyi enselemiş. [Ula serçe eğer Müslümansan kilisede ne arıyon, eğer Hristiyansan niye puta pisliyon?!] diye sigaya çekmiş. Şimdi ey muhterem gardaşım, Hristiyansan dün Cuma’da ne işin vardı, Müslümansan bu çam ağacının budaklarını bilahare nerde kullanacan?”

    O çam ağacının budaklarını düşünürken, ben hanımına yakalanmadan kaçmanın derdine düştüm.

    “Haydi eyvallah, görüşürüz” deyip, gitmek için arkama döndüğümde hanımıyla karşı karşıya geldik. Neyi duydu, ne kadar duydu bilmiyorum.
    “Yav Gazi abi Allah rızası için şu adama bir şey de, gavur gibi çam ağacı almaya geldi. Neymiş torunlar istiyormuş. Beni dinlemedi, sen bir şey de; biz gavur muyuz?”
    “Yenge o koskoca bir insan, ne akıl vermek benim üstüme vazife ne de onun benim aklıma ihtiyacı yoktur. Allah’a emanet olun!” diyerek devam ettim.

    Paralel kasadan çıkarken çam ağacının alışveriş arabasında olmadığını, arkadaşın yüzünün sütçü beygiri gibi turşu sattığını, eşinin de muzaffer bir komutan edasıyla kubardığını gördüm.

    Kasadan çıkınca bu defa eşi,
    “Gazi abi Allah razı olsun. Allah’tan korkmuyon bâri şu adamdan utan dedim de ağacı bıraktı” dedi.
    “Dedim ya yenge, o eğriyi doğruyu bilecek biri. Benim aklıma ihtiyacı yok.”

    Allah (cc) bu durumdan inşallah razı olur ama arkadaşın razı olmadığı aşikâr fakat yapacak bir şey yok.

    Yılbaşı münasebetiyle evine çam ağacı alıp süslemek heves ve gafletinde olanlara tavsiyem:
    Dallı budaklı olanı alın, kuruyunca da işinize yarar mutlaka.

    Selam ve muhabbetle.

    Gazi Kaya

    Devamını Oku

    TAŞTAN MEDET UMMAYIN

    TAŞTAN MEDET UMMAYIN
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Ortaokul birinci sınıfı, öğrenci fazlasından ötürü hademe odasından bozma, paspas kokulu, ışık görmez bir bodrum katında okudum. İkinci sınıfa geçtiğimde bizi diğer sınıflara dağıttılar ve nihayet normal insan muamelesi görmeye başladık.

    İkinci sınıfta, adını sanını unuttuğum Türkçe öğretmenimiz çok gaddardı. Öğretmenden ziyade boya küpüne batmış bir finoya benziyor, asabi ve kibirli bir hâl sergiliyordu. Uzun ve ojeli tırnaklarının acısını, aklıma geldikçe bugün bile ciğerimde hissederim.

    Tembel değildim. Derslerimi zamanında yapar, kimseden geri kalmak istemezdim. Ama yaşım gereği her türlü yaramazlığın içinde olmak bana gayet normal görünüyordu.

    Eylülde okula başladık, ekimde dayak başladı. Kasım aynı, Aralık aynı, Ocak yine aynı… Her fırsatı ganimet sayan bu hanım, beni ve benim gibi köyden “yarın” gelmiş birkaç arkadaşı ya tahta cetvelle haşlıyor ya da yeni ojelerinin kalitesini kulaklarımızda test ediyordu. Canımız yanıyordu.

    Sınıfta görünmez olmaya çalışsak da, bir şekilde bizi buluyordu.

    On beş tatil gelince, benden daha sivri zekâlı ve aynı dertten muzdarip bir sıra arkadaşım, Sivas’ta bir tekke olduğunu ve gidip orada dua ederek halimizi anlatmayı önerdi.

    Gittik. İçinde neyin ya da kimin yattığını bilmeden dua ettik. Demir beşer lirayı da –ki o zaman simit 25 kuruş, pişmaniye 50 kuruştu– sadaka olarak attık. Çiko’nun dediği gibi:
    “Gitti ya la bizim 5 gayme!”

    Okul başladığında, monoton dayak rutinimiz aynen devam etti. Çareyi ölü taklidi yapmakta bulduk. Fakat giden beş liranın acısı içimden çıkmadı.

    Bir zaman sonra başka tekke ve “evliya” türbesini öneren bir arkadaşım daha oldu. Ama bu kez katılmadım.
    “Sen ne b*k yersen ye, bu karıdan kurtulmanın yolu o tekke dediğin taş yığınları değil arkadaş,” diye karşı çıktım ve artık o yollara tenezzül etmedim.

    Sene sonunda, galiba bir bebek sayesinde, o öğretemeyen “öğretmenden” kurtulduk. Bu vesileyle üzerimde hakkı olan, ismini unuttuğum din dersi öğretmenime, Turan Hocama, Hülya Hocama ve Rukiye Hocama saygılarımı, ebedi minnet ve şükranlarımı sunuyorum.

    Bu trajikomik tekke olayını neden yazdım?

    Akşam TRT kanalında Celaleddin Rûmî’yi anma ve öğretileri(!) ışığında düzenlenen Şeb-i Aruz Törenleri’ne dair bir tanıtım haberine denk geldim. “Şeb-i Aruz” ifadesi Türkçe mi, neden Türkçesi kullanılmaz, hâlâ anlamış değilim.

    Haberlerde, Rûmî’nin türbesi ile beraber Tebrizli Kalenderî Şems’in türbesini de insanların huşû içinde ziyaret edip salya sümük dua ve yakarışlarda bulunduklarını gördüm.

    Keşke Kimya Hanım’a kıymasaydın. Keşke Alaeddin Çelebi ve Ahi Evren (Nasreddin Hoca) katline sebep olmasaydın. Belki o zaman hakkında kötü şeyler demezdim. (Celaleddin Rûmî’yi başka bir yazıda irdelemek üzere bırakıyorum.)

    Şemsi Tebrizi, bir Kalenderî şeyhi ya da dervişiydi. Yarı çıplak, saç sakal karışmış, işsiz güçsüz, pek bir iş yapmayan; dilencilik, toplayıcılık ve toplumun infakıyla bugünü atlatıp yarını düşünmeyen bir kafa yapısı vardı. Sekiz asır sonra bu adamı uçurdular.

    Bunu Konya’da ifade etsem beni taşlarlar mutlaka.

    “Yedek subay olarak askerlik yapandan başkomutan, iki yıllık gece okulunu üniversite sayıp en üst yönetici makamı verilmez,” dediğimde de taşlanmıştım. Ama bilirsiniz:

    “Ardından yüz it havlamayan kurt, kurt değildir!”

    Selam ve muhabbetle,
    Gazi Kaya (Kadiroğlu Gazi)

    Devamını Oku

    GAGAUZLAR

    GAGAUZLAR
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Bir milletin konuştuğu dil, o toplumun kimliğinin başlıca ögesidir. Yüzyıllar içerisinde oluşan kültür bir milletin bilgi birikimiyse, o birikimin hafızası ve kaynağı da dildir. Bir milletin kendi başına var olması ve devamı da ancak dilin yaşaması ile mümkün olabilir. Çünkü bir milletin ortak değerleri sadece dil sayesinde sonraki nesillere aktarılabilir. Yani dil yaşadıkça millet de, kültür de yaşar.

    Kimi tarihçilerin Uz ve Kuman bakiyesi olarak ifade ettiği, haklarında Evliya Çelebi’nin de bölgesel olarak bahsettiği, ancak yakın zamana kadar pek bilgi sahibi olmadığımız bir topluluk: Gagavuzlar.

    Gagavuz Yeri olarak adlandırılan özerk bölgenin başkenti Komrat’tır. Tarihçiler, onları şu isimlerle ifade etmişlerdir: Gök-Oğuz, Gaga-Uz / Aga-Uz, Keykâvus – Gaygavuz, Kalavuz – Kılavuz, Kara-guz / Gara-Guz.

    Balkanların belki de en gariban insanlarıdır Gagauzlar. Bitlerinin kanlanmasına bile müsaade edilmemiş bir halktır.

    Çarlık Rusya’nın yıkılmasından sonra, komünist yönetimle biraz nefes almışlar. Ancak anonim çocuğu Stalin döneminde yaşadıkları açlık/kıtlık ölümleri, sürgünler, ağır vergiler ve daha birçok maddi manevi baskı onları tükenme noktasına getirmiştir.

    Mihail Çakır gibi yerel ve Hamdullah Suphi Tanrıöver gibi Türk diplomatlarına, Gagavuz Türklerini tanımamız konusunda çok şey borçluyuz.

    Yazıyı fazla uzatmayacağım, çünkü uzun yazılar bazen sıkıcı olabiliyor ve bu sebeple okuyan da pek olmuyor.

    Başı sıkışan Müslüman milletlerin yardımına koşan hükümetin bu faaliyetlerini takdirle karşıladığımı her zaman dile getirdim. İslam dünyasında aradığını bulamayan, Batı ile zaten gen uyuşmazlığı yaşayan hükümetin, bir noktadan sonra yönünü ve yüzünü TÜRK DÜNYASINA dönmesini ve oralara TİKA eliyle bir şeyler yapmasını da takdir ediyorum ve bu durumu ayakta alkışlıyorum.

    Gagauz ve Hazar Türkleri gibi topluluklara, Müslüman Sünni olmadıkları için sahip çıkılmasını kabul etmeyen ve bu topluluklara ilgisiz kalan dar kafalılara diyecek bir şeyim yok. Onlara sadece şunu tavsiye ederim:
    “Türkiye’den çıkın ve dış dünyadan Türk Dünyasına bakın. Bir topluluğun adı TÜRK ise, dini aidiyet önemli değil, o topluluk Batı için potansiyel bir tehlike olarak görülür.”

    Hülasa, Türkiye’den (Edirne) 650 km uzakta olan ve biraz eski de olsa bizim gibi Türkçe konuşan insanlarımız mevcut. Bilirsiniz, sonradan TÜRK olunmaz, TÜRK doğulur.

    Gazi Kaya (Kadiroğlu Gazi)

    Devamını Oku

    AMA BEN DEĞİLİM!..

    AMA BEN DEĞİLİM!..
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Önümdeki kâseyi önüne koyup,
    “Ana ye sen, seviyon bunu,” dedim.
    “Yok oğlum, sen ye; işe gidiyon, gece gündüz sen çalışıyon,” deyip tekrar bana doğru iteledi.

    Yarım dakika kadar bekleyip, aynı şeyleri tekrar ederek yine ikram ettim.
    Az önceki benzer sözleri yine duyup, çok sevdiği Kellogg’s dolu kâseyi önüme sürdü.
    (Kellogg’s’un Türkçesini ben de bilmiyorum. Mısır gevreği gibi, bal ile tatlandırılmış bir kuru ve çıtır yiyecek. Eskiden beri severdi.)

    Karşılıklı olarak aynı şeyi defalarca yineledik.
    Ben, eskiden beri sevdiği bir şeyleri burada kaldığı süre içerisinde ikram etmek isterken, o yaşlı insan, evimin bereketi, başımın tacı, bunu bana yedirmek derdindeydi.

    Biz böyle karşılıklı cedelleşirken, elindeki telefonla meşgul olduğunu sandığım ciğerimin içi torunumun kıs kıs güldüğünü gördüm.
    Göz edip,
    “Hayrola, bir şey mi oldu?” diye gülümseyerek sordum.
    “Dede, sen büyük annanneye, o sana verip durdunuz ama kimse yemedi. Ortada duruyor.”

    “Sana kurban olurum. Büyük nene biraz rahatsız, biliyorsun. Bazen ısrar etmek, bazen itiraz ettiği halde çaktırmadan önüne koymak iyi oluyor. Az sonra iddiasını unutup afiyetle yiyor ama bu sefer hata bende oldu. Önüne bırakıp dışarı çıksaydım, bu kadar olmazdı.”

    “Ama dede, niye zorluyorsun ki? Büyük annane zaten alzheimer değil mi? Hemen unutuyor. Sen de seviyon, sen yeseydin ya?” diye masumane bir çözüm sundu kendince.

    Önümdeki bardaktan bir yudum alıp, sözlerimin yaralamadan yerine varabilmesi için beklediği cevabı vermeye zaman kazanmak istedim.

    “Doğru, Kellogg’s benim severek yediğim bir güzelliktir.
    Ama büyük nine burada misafir.
    Misafire, hastaya, büyüklere senin sevdiğin ve onların hoşlandığı şeylerden ikram etmek inancımız gereğidir.
    Doğru mu?”
    “Doğru.”
    “Evet, büyük nine konuştuğumuzu hemen unutuyor ve birkaç saniye sonra aynı şeyi tekrar soruyor veya söylüyor.
    Doğru mu?”
    “Doğru.”
    “Büyük nine alzheimer hastası ve sen bunun ne olduğunu biliyorsun.
    Doğru mu?”
    “Evet, biliyorum.”
    “Ama kurban olduğum, o hasta olsa da ben hasta değilim, ben alzheimer değilim.”

    Yüzü al al oldu ciğerpâremin. Gözleri buğulandı, ağladı ağlayacak. Yüreğim parçalandı. Ağlasa ben de ağlarım.

    Buğulu gözler, titreyen sesiyle bana dönüp usulca:
    “Dede, sen hasta olma. Tamam mı? Yoksa ben çok üzülürüm!..”

    Gazi KAYA (Kadiroğlu Gazi)

    Devamını Oku

    YAŞAYAN DEĞERLER/DEĞERLERİ YAŞATMAK

    YAŞAYAN DEĞERLER/DEĞERLERİ YAŞATMAK
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Geçen günlerde sosyal medyada bir kısa videoya denk geldim. Kör olan bir eşeğin tabiat ortamına bırakılıp, bir zaman sonra ölmesini konu ediyordu.

    Evin büyüğü; “Ben kör olsam, beni de mi dağ başına bırakacaksın?” diye oğluna sorunca, eşek o iş göremez kör haliyle, ölene kadar iki yıl daha normal şekilde besleniyor. Vefâ, kıymet bilmek, adalet konusunda güzel bir örnek.

    Birkaç gün önce yaşlı kayinvalidemi almak için havalimanına gittik. Aile büyüğü olduğu için, vakit geç de olsa, kızım da iki çocuğunu alıp, büyük annesini karşılamaya gelmiş. Haberimiz yoktu, görünce hem mutlu olup sevindim hem de, ninesine olan saygısından onur duydum. Bir şeyleri doğru yaptığımızın ispatıydı bu.

    Uçak inmiş olsa da, yolcuların gelmesi biraz süreceği için, kapı önüne bir sigara içmeye çıktım. On yaşındaki torunum da benimle beraber gelmek istedi. “Hava serin, üstündekiler de pek kalın değil, ceketimi giyersen gelebilirsin,” dedim. “Yok dede, sen üşüme!” dedi ama yine de geldi.

    Dışarıda, delikanlı boyunda olan torunumla, oradan buradan sohbete başladık. Bir ara: “Büyük nene niye geliyor Almanya’ya?” diye sordu. “Büyük nene yaşlı ve biraz rahatsız. Birilerinin onunla birlikte yaşaması ve ona arkadaşlık etmesi gerekiyor ve bunu da Türkiye’deki büyük teyzeyle biz yapıyoruz güzel oğlum,” diye cevapladım.

    Biraz durup: “Dede, Almanya’da yaşlıları huzurevine (yaşlılar evi) bırakıyorlar. Siz büyük neneyi niye oraya bırakamıyorsunuz?” diye ikinci merak ettiği durumu sordu. “Ben veya annen yaşlanınca bizi o dediğin yerlere bırakır mısın?” Sustu. Derin bir sessizlik. Her duygu yoğunluğunda yaşadığı gibi yüzü kızarmaya başladı. O susunca ben de üstüne gitmedim ama yandan bakınca içinde kopan fırtınaları anlamak zor olmuyordu.

    Bir zaman sonra, ağlamaklı gözlerle bana dönüp: “Dede ben seni seviyorum, ben seni hiçbir yere bırakamam.” “Ben de sana kurban olurum aslan parçası,” deyip bağrıma bastım. Dersini almış, öğrenmesi gerekeni öğrenmişti bu sefer de.

    Yaşayarak öğrenmek, öğrenirken yaşamak gibi güzel durum bir olmasa gerek. Bizler takatten düşen hayvanlarını bile yazıya/yabana atmayan, atamayan Türk milletinin mensuplarıyız.

    “İnsan bugününü değerlendirirken geçmişini, atalarını bilmeli ve saygı duymalı,” der büyüklerimiz.

    Yüksek öneme sahip değerlerimizi yaşayarak ve yaşatarak öğretmezsek, kendi eskiliklerimizi ve hatalarımızı kamufle etmek için, menşei dışarıda olan “Z KUŞAĞI” teranesine gün gelir kendimiz de inanırız. İnsanlıktan nasip almamış mahluklar müstesna.

    Şeyh Edebali’nin damadı Kara Osman Bey’e dediği gibi: “EY OĞUL; ANANI ATANI SAY, BEREKET BÜYÜKLERLE BERABERDİR.”

    Selam ve muhabbetle.

    Gazi KAYA

    Devamını Oku

    BİZİM HİKAYEMİZ

    BİZİM HİKAYEMİZ
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Kayahan bir şarkısında diyordu ya hani:
    “Bizimkisi bir aşk hikayesi
    Siyah beyaz film gibi biraz!”

    Bizimkisi aşk değil, Ocak, Ülkü Ocağı hikayesi.
    Üstelik siyah beyaz da değil,
    Üstüne kan rengi düşen bir sevda.

    Ruhi Kılıçkıran’dan Fırat Çakıroğlu’na uzanan bir hikaye,
    Tekbirlerle yolcu ettiğimiz binlerin hikayesi.
    Kaybeden iyilerin, mertlerin, dürüstlerin, cesurların, adam satmayanların, yolda bırakmayanların, karşılıksız sevenlerin, yiğitlerin hikayesi bu hikaye.
    Parayı ve makamı bulanlarca yüzlerine kapılar çarpılanların hikayesi.

    “Ülkücülük bazen evinin bir köşesine çekilip, lekesiz, onurlu bir şekilde yaşamaktır.” diye yalnızlaşan, bir köşede oturarak makus kaderine şükreden, kalbi kırılsa da isyan etmeyenlerin hikayesi.

    Kısacası,
    Dünyayı ocak, ocağı dünya belleyen;
    İdealleri, vefaları, hatıraları olan,
    Mücadele azimleri hiç bitmeyen Ülkü Ocaklı yiğitlerin hikayesi.

    Bir Ülkücü yazmış, alıp okumak boynumun borcudur.

    Bilir ve derim ki:
    Ülkücü olsun da çamurdan olsun!

    Gazi KAYA

    Devamını Oku

    DAYANAMIYORUM

    DAYANAMIYORUM
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Bana bazen eski kafalı, bazen örümcek kafalı, bazen çağdışı – yobaz, bazen faşist – ırkçı, bazen de (dini akidelere hassasiyetim sebebiyle) “Allah’cı”, kız babası olarak kesin ve keskin kurallarımdan dolayı “istibdatçı – baskıcı” diye eleştiriler geldi yıllarca.
    Ardından 100 çakal havlamayana kurt mu derim?
    Hele bu insan bir de Bozkurt olma iddiasındaysa, bırak kıyamet kopsun!

    Meşhur özdeyiş vardır, bilirsiniz:
    “Kızını dövmeyen dizini döver,
    oğlunu dövmeyen kesesini döver!”

    Son 20-25 yıldır günbegün artan bir kültür ve ahlak erozyonu yaşıyoruz.
    Batı’dan özentiyle Türk’ün kadim kültürüne uymayan ve Türk İslam Kültürü’nde yeri olmayan eğlence ve organizasyonlar artık kimi çevrelerde sidik yarışı halini aldı.
    “Bekarlığa veda partisi” mi dersiniz,
    “Cinsiyet ifşa partisi” mi dersiniz,
    “İlk adım – ilk diş çıkarma” partisi mi dersiniz,
    “Tesettür mayo defilesi” mi dersiniz, var oğlu var!..
    Benim gibi “örümcek – geri – eski kafalı” birini dinden imandan çıkarmak için her halt mevcut.

    Mehmet Doğan rahmetlik hocamın dediği gibi:
    “Batılılaşmak isterken batıllaşıyoruz” galiba.

    Çağdaş(!) ve ilerici(!) beynini kafasına sıktığı bir kurşunla dağıtarak Cehennemi boylayan zamanın Ankara Valisi Nevzat Tandoğan, Milli Şef marifetiyle 1944’te Türkçülükten tutuklanan Osman Yüksel Serdengeçti’ye:
    “Ulan öküz Anadolulu! Sizin milliyetçilikle, komünizmle ne işiniz var? Milliyetçilik lâzımsa bunu biz yaparız. Komünizm gerekirse onu da biz getiririz. Sizin iki vazifeniz var: Birincisi, çiftçilik yapıp mahsul yetiştirmek. İkincisi, askere çağırdığımızda askere gelmek.”

    Mazbut, muhafazakâr, mütedeyyin aile yapısına sahip olması gereken ve o tür ailelerden geldikleri izlenimi veren zıpçıktılara icra ettirilen bu ezilmişlik, kompleksli, varoş hallerinin dışa vurumu bana Osman Yüksel Serdengeçti’ye söylenenleri hatırlattı.

    Müslüman Türk’ün kültür, anane, gelenek ve görenekleri yine Müslüman Türk’e benzeyenler tarafından tarumar edilir oldu. Müslüman Türk olarak ben bunlara dayanamıyorum.

    Hülâsa;
    Örnek alınan Batı’nın, çanak tutan yerli işbirlikçilerin, “dindar” diye “ahlaksız – töresiz – geleneksiz” nesil yetiştirenlerin idrar yollarına taş dursun, çölde kutup ayısına denk gelsin, bağırsakları bozulsun da abdesthane bulamasın!

    Gazi Kaya

    Devamını Oku

    GÖSTERİŞ VAHŞETİ

    GÖSTERİŞ VAHŞETİ
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Sosyal medya alışkanlığı ve vazgeçilmezliği hepimizce malum.
    İnternet imkânları sınırsız olunca, dünyanın bir ucunda gerçekleşen veya paylaşılan durumları diğer ucunda aynı anda görmek ve takip etmek mümkün hale geldi. Bu durumun elbette bazen yararlı ve etkili faydaları mutlaka vardır.

    Fakat kıymetli dostlar,
    “Hikâye/Story” adı altında ve/veya çeşitli platformlarda komiklik olsun diye yapılan kepazelikler, ar damarı çatlamasının nerelere vardığını ortaya koyar oldu.

    Alkolsüz şampanya ile bekarlığa veda partisi yapan “tesettürlü zottirikler”;
    Çocuğu arka planda kendini paralarken canlı yayın yapan malamatlar;
    Ununu eleyip eleğini asmış olması gerekirken kamera karşısında göbek atan densizler;
    Gencecik eşini sürükleyerek, şah-ı namahrem olan, yatak odasına götürmesini yayınlayan namussuzlar…
    Bu örnekleri daha da çoğaltmak elbette mümkün fakat gereği yok.

    Hele bir de “ne oldum delisi” olanlar var.
    Yediği bir kremalı pastayı, içtiği bir kahveyi, Azmanistan (ABD) markası olan kafelerde avuç dolusu parayla aldığı içeceği paylaşanlar yok mu, onlar tam evlere şenlik.

    “Aşkitomla kahve keyfi”
    “Bebişimle sabah kahvaltısı”
    “Kocişimle gezmeler”
    Yuh ulan alayınıza!..
    Babanın bekini ye…
    Zıkkımın dibini iç, salak, soytarı!..

    Elbette maddi gücün yetiyorsa her şeyin en iyisini ye, en iyisini iç, en kalitelisini giyin kuşan ama bunu kimsenin gözüne sokma, görgüsüz manda!..

    Nefis var nefis.
    Bir de hesap günü var, bilirsin.
    Bugün yediğin hurmalar yarın nereni tırmalar belli olmaz!..

    Gazi KAYA

    Devamını Oku

    İlim Adamı

    İlim Adamı
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Örnek insandır,
    Onurludur,
    Saygıdeğerdir,
    Karakterlidir,
    Merttir ilim adamı.

    Geçen gün bir yerde okudum, bazı Türk tarihçileri ismi değiştirip “Türk Tarihçileri” yerine “Türkiye Tarihçileri” ismini kullanmaya başlamışlar.
    Söver misin, üfler misin?

    İlim tanımında “Türk” yerine “Türkiye”,
    Millet tanımında “Türk Milleti” yerine “Türkiyeli” kullanılıyorsa bu memleket bitmiştir.

    Birileri geldi, on yıllarca Türk milletinin
    dini değerleriyle uğraştı,
    sonra birileri gelip o din/İslam hödüklerinden intikam almak için milletin milli değerlerine saldırdı.
    Geldiğimiz durumdaki son nokta bu olsa gerek.

    Ey efendiler,
    Nedir sizin Türk’e olan bu kininiz?
    Tam değil de bulaşık Türk olduğunuzdan mı?
    Cahil olmadığınıza göre bunun izahı ihanet midir?
    Bu nankörlüğün ifadesi ekmek yediğin kapıya pislemek değil midir?
    Deve sidiği içenle kendi bokunu yiyenin farkı nedir?
    Sahi, sizler hangisini önce yaptınız?
    Deve sidiği mi yoksa kendi def-i hâcetiniz mi?

    Cennetmekân Karakoç ne diyor:
    “Türk’üm diyemiyor da ‘Türkiyeliyim’ diyor,
    Milletin aleyhinde olmadık haltlar yiyor,
    Arşa çıkar gerçeği ot kafalar bilmiyor.

    Bölücüler, hainler sırtımızda bir yüktür,
    Bu sözümden gocunan ‘Türkiyeli dümbük’tür!”

    Gazi KAYA (Kadiroğlu Gazi)

    Devamını Oku

    NE GÜNLERE KALDIK!.

    NE GÜNLERE KALDIK!.
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Sultan Üçüncü Ahmet dönemi. Kendisine hediye edilen çok değerli bir zümrüt yüzüğü divanda göstererek: “Bundan daha değerli bir başka yüzük var mı dünyada?” diye Divan Üyelerine sorar. Susmak olmaz!.. “Hayır yoktur; olamaz; bundan daha güzeli dünyada yok,” gibi fuzuli ama zorunlu ifadelerle geçiştirmeye çalışır oradaki hâzirûn.

    Nevşehirli Damat İbrahim Paşa devreye girerek: “Bu yüzükten de kıymetlisi var Padişahım,” diye itiraz eder.

    Padişahın keyfi kaçar ama yine de sorar: “Nedir?”

    “O yüzüğün takıldığı parmak!..”

    Bir vakit önce, resmiyette ilkokul mezunu olan birinin, yüzlerce kitap, uluslararası makale, araştırma ve çalışmaları olan profesörlere sunum yaptığını, kendini alkışlattığını görünce aklıma bu tarihi olay geldi.

    Ve aklıma meşrebimden biri olan Ziya Paşa’nın o meşhur dizelerini hatırladım:

    “Ne günlere kaldık ey Gazi Hünkar Katır mühürdar oldu, eşek defterdar!”

    Gazi Kaya.

    Devamını Oku

    HÂL-İ PÜRMÂLİMİZ

    HÂL-İ PÜRMÂLİMİZ
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Hikaye bu ya… Bir inek, bir beygir, bir eşek etrafa dağılıp insanların ne yaptıklarını öğrenmeye ve üç yıl sonra tekrar buluşmaya karar verirler. Her biri başka yöne gider.

    Aradan üç uzun yıl geçtikten sonra buluşma yerine önce inek ve beygir gelir. İkisi de perişan bir halde, zayıflamış, dişleri dökülmüş, kamburları çıkmış, adeta çökmüştür.

    Beygir merakla sorar: “Nedir bu halin inek kardeş?”

    İnek acıklı bir şekilde içini çekerek anlatır: “Sorma beygir kardeş… Bu insanlar çok merhametsiz… Beni durmadan birbirlerine sattılar. Alan sütümü sağdı. Bir inek daha bulup onu yanıma koyarak bizi çifte koştular, aç bıraktılar. Canımı zor kurtardım be kardeş.”

    Beygir de acı acı başını sallayarak anlatır: “Ah, sorma… Benim de ağzıma bir demir parçası geçirdiler, ağzımı açamadım. Üzerime bindiler, ses çıkaramadım. Biri indi, öbürü bindi! Binmedikleri zamanlar zincire vurdular. Belim çöküp de onları taşıyamaz bir hale geldiğinde arkama kocaman bir araba bağladılar. Bu sefer birçoğunu yeniden taşımaya başladım. Ben onları taşıdıkça, daha hızlı gitmem için kırbaçladılar. Canımı zor kurtardım inek kardeş.”

    İnek ve beygir böyle konuşurken uzaktan eşek görünür. Hayli neşelidir. Islık çala çala, taşlara tekme ata ata, hoplaya zıplaya gelir. Mutludur. Üstelik şişmanlamıştır. Tüyleri pırıl pırıl parlamakta, gözlerinin içi gülmektedir. Üzerinde lacivert takımlar vardır.

    İnek ile beygir şaşırmış bir şekilde, “Nedir bu halin? Neler oldu? Neden böyle zevkten dört köşesin?” diye sorarlar.

    Eşek keyifli bir şekilde anlatır: “Sizden ayrıldıktan sonra uzakta bir memlekete vardım. Birisi yukarı çıkmış bağırıyor, bağırdıkça insanlar onu alkışlıyordu. Ben de yüksekçe bir yere çıkıp bağırdım. Benim bağırmamı bilirsiniz, yeri göğü inletirim. Sesimi duyan benim yanıma koştu, duyan duymayana haber verdi, etrafım insanla doldu. Onlar geldikçe ben daha çok bağırdım. Haktan, hukuktan, refahtan, adaletten filan bahsettim…”

    “Eee, sonra ne oldu?”

    “Ne olacak beni başkan seçtiler!”

    “Deme yahu.. Yani sen başkan mı oldun?”

    “Evet… Bir şey yapmama gerek kalmadı. Ben bağırdıkça onlar ’Seninle gurur duyuyoruz’ diye alkışladılar. Ben de yedim ve bağırdım, yedim ve bağırdım!”

    “Pekiii, senin eşek olduğunu anlamadılar mı yahu?”

    “Valla, yarısı anladı ama diğer yarısına anlatamadı!”

    Günümüzdeki politik hayatın hâl-i pürmelâlini anlatan güzel bir hikaye değil mi?

    Gazi KAYA

    Devamını Oku

    YOBAZ

    YOBAZ
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Genellikle din düşmanı değil, İslam düşmanları tarafından İslam’ı Kur’an ve sünnet ölçülerinde yaşamaya çalışanlara yapılan bir yaftadır; bunu ikimiz de biliyoruz.

    YOBAZ konusunda benim de yaram olduğu için üzüldüm. Şöyle ki: Ailece ev ziyaretlerinde haremlik-selamlık konusuna dikkat ettim, bana YOBAZ dediler. Komşumun, arkadaşımın karısını, kızını, anasını, bacısını çarşıda, pazarda, sokakta gördüm, tanımazdan geldim, selam vermedim, YOBAZ dediler. Ev ziyaretlerinde kerhen “hoş geldiniz” karşılama ritüeline muhatap olduğum hanımefendiye elimi vermedim, elini havada bıraktım, YOBAZ dediler.

    Beşinci sınıfta kızlarımın başını kapattırdım (emir Allah’ın zaten), YOBAZ dediler.

    Kızlarımı geceleri disko, bar, gece kulübü gibi eğlence yerlerine götürmedim, YOBAZ dediler.

    Düğünlerimi halaysız, horonsuz, şımbambesiz yaptım, YOBAZ dediler.

    Bazı düğünlerde kurulan çilingir sofrasına oturmadım, YOBAZ dediler.

    Arkadaşının, tanışının hanımına cıvık ve lakaytça hitap eden kişilere “hass*ktir” diyerek azarladım, YOBAZ dediler.

    Hani bir insana kırk gün deli dersen deli olurmuş ya, 55 yaşıma az bir zaman kaldı. Bana da kırk yıldır YOBAZ diyenler, sağ olsunlar, beni takıntılı hale getirdi.

    Haa… Bu durumdan şikayetçi miyim? Valla değilim. Çünkü bilirim ki, Allah’ın rızası kulun rızasından milyon kere daha önemlidir.

    Selam ve muhabbetle,

    Gazi Kaya

    Devamını Oku

    DÜŞÜNENDEN KORKMAYINIZ

    DÜŞÜNENDEN KORKMAYINIZ
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Ali Fuat Başgil diyor ki:

    -“Kanaatim şudur ki, biz Türkleri, gerek fert ve gerek cemiyet olarak, Garplılardan ayıran ne zekâ, ne kabiliyet, hatta ne de çalışkanlıktır. Kudret eli, Türke, terakkinin temel şartı olan bu üç nimeti bol bol ihsan etmiştir. Daima söylediğim gibi, biz Türkler, yeryüzünün en zeki, en kabiliyetli milletlerinden biriyiz. Bununla beraber, yüz elli seneden beri ilerlemiyor, bocalıyoruz.

    O halde başka bir eksiğimiz var. İlerlemeye engel olan illetle malülüz. İşte bu eksiğimiz ve bu illetimiz, tenkide tahammülsüzlüğümüz, hür fikre karşı düşmanlığımız; tek kelime ile taassubumuzdur.

    Bu illetimiz kah dini, kah laik, kah siyasi, kah içtimai, çeşitli şekillerde depreşmekte ve bizim enerji kaynaklarımızı tüketip kurutmaktadır. Onun için bizde yüksek tefekkür hayatı doğmuyor, yüksek ilim ve mütefekkir yetişmiyor.

    İlim ve fikir adamları cemiyet yolunu aydınlatan ışıklardır. Hür fikre ve yaratıcı tenkide tahammül gösteremeyen cemiyetlerde bu adamlar yetişmez.

    İlim ve fikir adamlarının hakaret gördüğü memleketlerde bu adamlar siner, her biri kendi kabuğuna çekilir. Nihayet bilgileri ile birlikte mezara gömülür. Bundan cemiyet ve insanlık zarar görür.

    Şarkta ve Garpta, hemen bütün dünya milletlerini tanıdım. Kendi milletimi de gayet iyi tanırım. Bütün bu tanıdıklarım arasında en müsamahasız, maalesef kanaate karşı en merhametsiz, hülasa en mutaassıp, maalesef biz Türkleriz. Moda fikirlere en çok ve en erken de katılan biziz. Ve kapıldığımız fikrin neticeleri gözler önüne serilmiş birer felaket de olsa, taasupta devam ederiz. İşte bunun için ilerleyemiyoruz.

    Fikirden korkmayınız.

    Emin olunuz ki yeryüzünde zararlı tek fikir, tenkit süzgecinden geçmeyendir. Tahammül ve müsamaha gösteriniz. Kabul ediniz ki sizden başka ve belki daha iyi düşünenler vardır.

    Müsaade ediniz fikirler serbestçe münakaşa edilsin, yaratıcı tenkit rolünü serbestçe oynasın. Fikirler çarpışsın, çürükleri dökülsün, sağlamları millet hayatı için birer rehber olsun. İlim, terakki, medeniyet bundan doğar.

    Gazi KAYA

    Ordinaryus Profesör Doktor Ali Fuat Başgil (İlmin Işığında Günün Meseleleri, Yağmur Yayınları, 2. baskı, shf 255-256)1

    Devamını Oku

    31 MART SEÇİMLERİ ÜZERİNE

    31 MART SEÇİMLERİ ÜZERİNE
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Türkiye yerel seçimleri kazasız belasız büyük bir olgunlukla tamamladı.

    Seçimin kazananı CHP’dir. Yeniden Refah Partisi de seçimin kazananıdır. AK Parti ve İyi Parti ve meşhur 6’lı Masanın diğer lüzumsuzları da üçün birini alarak seçimin kaybedenidir.

    DEM’in “müstakilleşelim/rüştümüzü ispat edelim” diyen kanadı seçimin kaybedenidir. Kandile totoş dayayan kesimi kazananıdır.

    AK Parti’nin 2023 Mayıs seçimlerinde hem Meclis’te çoğunluğu elde eden Cumhur İttifakı olarak, hem de Cumhurbaşkanlığı’nı kazanarak elde ettiği başarının ardından, yerel seçimde seçmen “sarı kart” göstermiştir.

    Bu sonucun birçok sebebi vardır lakin başta “ekonomi politikaları” olmak üzere, temel meselelerde uyarı niteliğinde bir ders vermiştir.

    Hatta, çoğunlukla “uyarı”yı ince ayarla yapan seçmen, bu kez öyle yapmamış, bodoslama resim çeker gibi(!) dirsek de göstermiştir.

    AK Parti ve Cumhur İttifakı’nın İstanbul ve Ankara’yı tekrar CHP’ye vermesine ilaveten, Bursa, Balıkesir, Manisa gibi büyük şehirleri de rakibine kaptırması önümüzdeki süreçte “siyaseten” yeni kararlar almasına neden olacaktır.

    CHP’nin İstanbul’da yüzde 10’un üzerinde fark atarken, Ankara’da Turgut Altınok’u ikiye katlayarak seçimi kazanması, AK Parti ve Cumhur İttifakı’nın “sosyolojinin talepleri” konusunda politika geliştirmesine neden olacaktır.

    İzmir’de işkenceci savcının oğlunun bu sefer aday gösterilmemesi CHP Parti içi mesele mi yoksa İzmir’deki milliyetçi oylara yönelik bir hamle mi, bunu bilemem. 35 senedir pek bir belediyecilik hizmetine şahit olmadığım İzmir’e inşallah önümüzdeki dönemde hizmet edilir.

    10 ay önce bir seçim kazanan Cumhur İttifakı’nın 10 ay sonra seçmenden ağır bir ihtar/uyarı alması elbette genel siyaseti de etkileyecektir.

    TALİ AKTÖRLERİN SEÇİME ETKİSİ

    Seçimin üç tali faktörünü biraz tartışmakta fayda var.

    DEM’in Türkiye genelindeki oy oranı yüzde 8 küsurlardan, 5.5’lara gerilemesi bir yana.. Batı’da özellikle İstanbul’da 1 küsurlara düşmesi “Kent İttifakı”nın tuttuğunun en önemli göstergesidir. Ayrıca DEM’in kendi içindeki tartışmada, “Müstakilleşelim, biz bize yeteriz” diyenlerin ağır bir yenilgi aldığını görüyoruz. Bunu mukabil, “CHP ile kent uzlaşısı yapalım. İttifakımız sürsün” diyen Kandil’e göbekten bağlı kanadının kazandığını görüyoruz.

    İyi Parti’nin Türkiye geneli oyları yüzde 10’lardan, 3.5’lara indi. İstanbul’daysa neredeyse sıfırlandı. Seçmeninin CHP’ye kaydığı görülüyor. Zaten CHP kampanyasının merkezinde “İyi Partililer iyi insanlar” sloganıydı. Böylece, İyi Parti Genel Merkezi ile seçmeni arasına kocaman bir duvar çekildi ve başarıldı. Umarım Meral Akşener bundan gerekli dersi çıkarıp, Üniversitedeki Kürsü Başkanlığının Parti Genel Başkanlığı gibi olmadığını anlar ve bu işi bırakır.

    Yeniden Refah Partisi de bu seçimin önemli faktörlerindendir. Anadolu’da Yeniden Refah Partisi büyük bir sıçrama yaptı. Toplam oy oranını yüzde 6 seviyesine çıkarttı. Şanlı Urfa’da ve hatta kalemiz Yozgat’ta belediye başkanlıklarını kazandı. Teşekkürler ortağım.(!!!) Ekranlarda sağdan da soldan da ağzı olan car-car konuşuyor. Özellikle “Bizim Mahallenin” besleme tosunları hâlâ şoku anlatamadı, ellerinde kalan minareye nasıl bir kılıf uyduracakları konusunda arayış içindeler.

    Bu çok bilmiş yorumcuların kahir ekserisinin savunduğu: “AK PARTİ İLK KEZ %36 İLE CHP’NİN GERİSİNDE DÜŞTÜ, MHP, YÜZDE 5’İN ALTINA İNDİ” ifadesi ziyadesiyle zoruma gitti. Bizim ölümüz dirimiz %10-12 bandındadır. Huylu huyundan vazgeçmez. Töremiyesiceler, her türlü başarıyı kendi hanelerine yazıp, acı gerçekler karşısında kafayı kuma sokmayı erdem sayanlardan mertlik, vicdan, insanlık, delikanlılık beklemek boşunadır, bilirsiniz.

    Cumhurbaşkanı yaptığı balkon konuşmasında “öz eleştiri” yapacaklarını ilan etti. Ve şöyle dedi, “Milet uyarısını ve takdirini sandık aracılığıyla verir. 31 Mart bizim için bir bitiş değil bir dönüm noktasıdır. Türk milleti sandığı vesile kılarak mesajlarını siyasetçilere vermiştir. Kazanan demokrasimizdir. Milli idaredir. Kazanan adaylardan önce Türkiye olmuştur. Milletimiz olmuştur. Demokrasimiz olmuştur. Bugün demokratik haklarını kullanan sandığın gücüne güç katan herkes kazanmıştır. Maalesef yerel seçim imtihanından istediğimiz neticeyi alamadık. Her olanda bir hayır vardır.”

    Ekonomi politikalarının “popülizm”den uzak durması genel olarak Türkiye’nin yararınadır. Ancak bir yanda zenginlik artarken, diğer yanda fakirlik artıyorsa buraya bir neşter vurulmalıdır. AK Parti en büyük destekçisi olan kesimleri ihmal etti gibime geliyor.

    Bu arada, Türk Seçmeninin, Memleketim SİVAS hakkında şimdiye kadar “Ceketimi koysam seçilir” sözünü havada bırakan, SİVAS’I bir sevdalısına teslim etmesi, İlçemiz YILDIZELİ belediyesini tekrar MHP’ye emanet eden, Güzel Tokat ilimizin belediyesini, efsane valimiz rahmetlik Recep YAZICIOĞLU’nun oğlu Mehmet Kemal YAZICIOĞLU ile MHP’ye emanet etmesi beni bir nebze de olsa mutlu etmiştir.

    Ne diyelim, Görelim Mevlam neyler, neylerse güzel eyler!..

    Selam ve muhabbetle.

    Kadiroğlu Gazi.

    Devamını Oku

    SÖVME KARANLIĞA, BİR MUM YAK!

    SÖVME KARANLIĞA, BİR MUM YAK!
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Bir adam düşün. Yağmurlu bir günde sokakta ufak tefek bir şeyler satan bir garibanın ayağındaki terlikleri görüyor.

    Adam dilenmiyor, alın teriyle ekmeğinin peşinde. Rızkın en makul ve bereketli olanını kazanmanın derdinde.

    Selam verip yaklaşıyor. Elindekilerin hepsini satın alıyor. Satıcı memnun bir şekilde tam gidecekken: “Gardaş bir bakar mısın?” diye onu durduruyor. Garibanım, “Eyvah, almaktan vazgeçti, parasını geri isteyecek” diye düşünürken, “Yanlış anlamazsan ayağındaki terlikleri de satar mısın bana?” “Abi yağmurlu havada ben neydiyim ayakkabısız” dercesine bakıyor. Sattığı malın parasını geri vermek endişesiyle; “Al bedava senin olsun. Evim yakın, ben şeremetçe giderim. Zaten daha fazla ıslanacak değilim” diyerek terlikleri veriyor. “Yok gardaş, satın almak istedim. Ayakkabı işi kolay” “Şu kadar para” “Al sana iki katı. Bir de şu benim iskarpinleri giy ayağına. 42-43 numara, olur inşallah sana”

    Biri bu satıştan şokta, diğeri ağladı ağlayacak, kafasını kaldırıp satıcıya bakamıyor. Biri yüreği pırpır ederek evine kavuşma telaşında, diğeri kızgın kayaya bir damla su dökmenin beyhudeliğini sorgulamada. Biri yüzünde mahçup bir gülümsemede, diğeri, utanmasa, oyoylarla ağlama derdinde.

    Bilirsiniz, İletişimin, bir gönüle dokunmanın en etkili noktası davranışlardır. Çünkü kelimelerin önemi sınırlıdır. Alışveriş biter. Herkes yoluna gider.

    Yağmur altında gülenle ağlayanın farkı yoktur be gardaşım. Karanlığa sövmektense bir mum yakmak daha değerli değil midir?

    Kadiroğlu Gazi

    Devamını Oku

    KİŞİ KINADIĞINI YAŞAMADAN ÖLMEZ

    KİŞİ KINADIĞINI YAŞAMADAN ÖLMEZ
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Tarih, bir milletin yaşanmış hafızasıdır. İyi okuyup anlarsak, hafızamıza sahip olmuş oluruz. Hafızası olmayan toplumların nerelere gideceğinin, nelere sürükleneceğinin, dahası neler yapabileceğinin hesabı olamaz.

    Tarihe baktığımız zaman “bugün” yaşadıklarımızı “dün” de yaşadığımızı veya birileri tarafından kurulan kahpe oyunlarla nelere maruz bırakıldığımızı görürüz.

    “Dünün tüp, yağ ve mutfak ihtiyacı kuyrukları” üzerinden hesap sormaya çalışılanlar faturayı Global Ambargo yerine dönemin mevcut iktidarına keserken, bugün ülkenin geldiği durumda, kendileri kir tutmayan teflon suratlı olup, her olumsuzlukta dışarıyı işaret etmeleri kendilerini allâme-i cihan görerken, bizleri salak yerine koymaktan başka bir tutum olmasa gerek.

    Kaliteli toplumlar güzel insanları yetiştirip, onlarla güzelleşir. Lider ise, her şeyiyle toplumun aynasıdır. O, “Yaşamanın insanlık görevi, yaşatmanın ibâdet” olduğunu bilmek zorundadır.

    İslâm’ın en önemli temeli ADALET, zulümden uzak durmak, insan haklarına saygı ve Yunus Emre’nin ifadesiyle “Yaratılanı Yaratan’dan ötürü HOŞ görmektir!”

    İnönü der ki: “Ayıyla çuvala girilmez; girilirse de uyanık olmak gerekir!..”

    Uyanık olmayanlar kaybetmeye mahkumdur…

    Kadiroğlu Gazi.

    Devamını Oku

    KENDİMİZİ SİGÂYA ÇEKTİK Mİ HİÇ?

    KENDİMİZİ SİGÂYA ÇEKTİK Mİ HİÇ?
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Hiç kimse sınanmadığı günahın masumu değildir!

    Birisini eleştiriyoruz. Örneğin; “Parayı buldu ya, şımardı.” diyoruz. Ama Parayı bulan biz olsak, ne hale geleceğimizi bilmiyoruz.

    “Makam ve mevki onu bu hale getirdi.” diyoruz. O şöhret sana bana verilse ne hale geleceğimizi biliyor muyuz?

    Derler ki; ‘”Bir insanı ne kadar günahkâr birisi diye eleştirme. Çünkü Allah, onu imtihan ettiği şey ile seni imtihan etseydi, belki de sen daha berbat olacaktın. Sana verdiği nimeti, Allah ona verseydi, o senden daha iyi bir Müslüman olacaktı belki de.” Bak bunu da bilmiyoruz.

    İnsan olarak ‘başkası ve başka şeyler’ ile çok fazla hemhal oluyoruz. Onların bizleri nasıl etkilediğinin farkında bile değiliz. Hani hep deriz ya: “Nelerle meşgulsün?” Çünkü meşgul olduğu şeyler kişinin enerji alanını belirler.

    Biz; dedikodu, gıybet, kusur, günah vb. ile meşgulsek, devamlı o alandaki enerjiyi hayatımızda var ediyoruz demektir. Sonra da; “Benim niye duam, dileğim kabul olmadı, olmuyor?” diyoruz.

    “Her şey de beni buluyor!” diye düşünüyor, isyan ediyoruz. Biz böyle düşük frekanslarda var oldukça, çekim yasası da o yönde çalışacaktır. Hissettiğin, konuştuğun, düşündüğün tüm olumsuzlukları hayatımıza çekeriz. Çünkü biz o alanda varızdır.

    Ahirette Allah’ın bize nasıl davranmasını istiyorsak, dünyada bizim de insanlara öyle davranmamız gerekir. Sadece insana değil, tüm mahlukata.

    Hepimiz mesela ahirette ayıplarımızın örtülmesini istiyoruz. Hangimizin ayıbı yok? O zaman bu dünyada başkasının ayıpları ile uğraşmayacağız. Maneviyatımızı ona yöneltmeyeceğiz.

    Hepimiz istiyoruz ki, hayatımızda bolluk, bereket, huzur, sevgi, neşe olsun. O zaman hayatımızda da bu alanlara odaklanmalıyız. Manevi gücümüzü bu yönde çalıştıracağız. Böylece tevekkülümüzden pozitif olarak yararlanabileceğiz.

    Velhasıl her şey bizimle ilgili.

    Şimdi kendi hikayemizi tekrar gözden geçirelim lütfen.

    Biz hangi alanlarda varız?

    Selametle..

    Devamını Oku