14 Aralık 2024 Cumartesi
Ortaokul birinci sınıfı, öğrenci fazlasından ötürü hademe odasından bozma, paspas kokulu, ışık görmez bir bodrum katında okudum. İkinci sınıfa geçtiğimde bizi diğer sınıflara dağıttılar ve nihayet normal insan muamelesi görmeye başladık.
İkinci sınıfta, adını sanını unuttuğum Türkçe öğretmenimiz çok gaddardı. Öğretmenden ziyade boya küpüne batmış bir finoya benziyor, asabi ve kibirli bir hâl sergiliyordu. Uzun ve ojeli tırnaklarının acısını, aklıma geldikçe bugün bile ciğerimde hissederim.
Tembel değildim. Derslerimi zamanında yapar, kimseden geri kalmak istemezdim. Ama yaşım gereği her türlü yaramazlığın içinde olmak bana gayet normal görünüyordu.
Eylülde okula başladık, ekimde dayak başladı. Kasım aynı, Aralık aynı, Ocak yine aynı… Her fırsatı ganimet sayan bu hanım, beni ve benim gibi köyden “yarın” gelmiş birkaç arkadaşı ya tahta cetvelle haşlıyor ya da yeni ojelerinin kalitesini kulaklarımızda test ediyordu. Canımız yanıyordu.
Sınıfta görünmez olmaya çalışsak da, bir şekilde bizi buluyordu.
On beş tatil gelince, benden daha sivri zekâlı ve aynı dertten muzdarip bir sıra arkadaşım, Sivas’ta bir tekke olduğunu ve gidip orada dua ederek halimizi anlatmayı önerdi.
Gittik. İçinde neyin ya da kimin yattığını bilmeden dua ettik. Demir beşer lirayı da –ki o zaman simit 25 kuruş, pişmaniye 50 kuruştu– sadaka olarak attık. Çiko’nun dediği gibi:
“Gitti ya la bizim 5 gayme!”
Okul başladığında, monoton dayak rutinimiz aynen devam etti. Çareyi ölü taklidi yapmakta bulduk. Fakat giden beş liranın acısı içimden çıkmadı.
Bir zaman sonra başka tekke ve “evliya” türbesini öneren bir arkadaşım daha oldu. Ama bu kez katılmadım.
“Sen ne b*k yersen ye, bu karıdan kurtulmanın yolu o tekke dediğin taş yığınları değil arkadaş,” diye karşı çıktım ve artık o yollara tenezzül etmedim.
Sene sonunda, galiba bir bebek sayesinde, o öğretemeyen “öğretmenden” kurtulduk. Bu vesileyle üzerimde hakkı olan, ismini unuttuğum din dersi öğretmenime, Turan Hocama, Hülya Hocama ve Rukiye Hocama saygılarımı, ebedi minnet ve şükranlarımı sunuyorum.
Bu trajikomik tekke olayını neden yazdım?
Akşam TRT kanalında Celaleddin Rûmî’yi anma ve öğretileri(!) ışığında düzenlenen Şeb-i Aruz Törenleri’ne dair bir tanıtım haberine denk geldim. “Şeb-i Aruz” ifadesi Türkçe mi, neden Türkçesi kullanılmaz, hâlâ anlamış değilim.
Haberlerde, Rûmî’nin türbesi ile beraber Tebrizli Kalenderî Şems’in türbesini de insanların huşû içinde ziyaret edip salya sümük dua ve yakarışlarda bulunduklarını gördüm.
Keşke Kimya Hanım’a kıymasaydın. Keşke Alaeddin Çelebi ve Ahi Evren (Nasreddin Hoca) katline sebep olmasaydın. Belki o zaman hakkında kötü şeyler demezdim. (Celaleddin Rûmî’yi başka bir yazıda irdelemek üzere bırakıyorum.)
Şemsi Tebrizi, bir Kalenderî şeyhi ya da dervişiydi. Yarı çıplak, saç sakal karışmış, işsiz güçsüz, pek bir iş yapmayan; dilencilik, toplayıcılık ve toplumun infakıyla bugünü atlatıp yarını düşünmeyen bir kafa yapısı vardı. Sekiz asır sonra bu adamı uçurdular.
Bunu Konya’da ifade etsem beni taşlarlar mutlaka.
“Yedek subay olarak askerlik yapandan başkomutan, iki yıllık gece okulunu üniversite sayıp en üst yönetici makamı verilmez,” dediğimde de taşlanmıştım. Ama bilirsiniz:
“Ardından yüz it havlamayan kurt, kurt değildir!”
Selam ve muhabbetle,
Gazi Kaya (Kadiroğlu Gazi)
Bir milletin konuştuğu dil, o toplumun kimliğinin başlıca ögesidir. Yüzyıllar içerisinde oluşan kültür bir milletin bilgi birikimiyse, o birikimin hafızası ve kaynağı da dildir. Bir milletin kendi başına var olması ve devamı da ancak dilin yaşaması ile mümkün olabilir. Çünkü bir milletin ortak değerleri sadece dil sayesinde sonraki nesillere aktarılabilir. Yani dil yaşadıkça millet de, kültür de yaşar.
Kimi tarihçilerin Uz ve Kuman bakiyesi olarak ifade ettiği, haklarında Evliya Çelebi’nin de bölgesel olarak bahsettiği, ancak yakın zamana kadar pek bilgi sahibi olmadığımız bir topluluk: Gagavuzlar.
Gagavuz Yeri olarak adlandırılan özerk bölgenin başkenti Komrat’tır. Tarihçiler, onları şu isimlerle ifade etmişlerdir: Gök-Oğuz, Gaga-Uz / Aga-Uz, Keykâvus – Gaygavuz, Kalavuz – Kılavuz, Kara-guz / Gara-Guz.
Balkanların belki de en gariban insanlarıdır Gagauzlar. Bitlerinin kanlanmasına bile müsaade edilmemiş bir halktır.
Çarlık Rusya’nın yıkılmasından sonra, komünist yönetimle biraz nefes almışlar. Ancak anonim çocuğu Stalin döneminde yaşadıkları açlık/kıtlık ölümleri, sürgünler, ağır vergiler ve daha birçok maddi manevi baskı onları tükenme noktasına getirmiştir.
Mihail Çakır gibi yerel ve Hamdullah Suphi Tanrıöver gibi Türk diplomatlarına, Gagavuz Türklerini tanımamız konusunda çok şey borçluyuz.
Yazıyı fazla uzatmayacağım, çünkü uzun yazılar bazen sıkıcı olabiliyor ve bu sebeple okuyan da pek olmuyor.
Başı sıkışan Müslüman milletlerin yardımına koşan hükümetin bu faaliyetlerini takdirle karşıladığımı her zaman dile getirdim. İslam dünyasında aradığını bulamayan, Batı ile zaten gen uyuşmazlığı yaşayan hükümetin, bir noktadan sonra yönünü ve yüzünü TÜRK DÜNYASINA dönmesini ve oralara TİKA eliyle bir şeyler yapmasını da takdir ediyorum ve bu durumu ayakta alkışlıyorum.
Gagauz ve Hazar Türkleri gibi topluluklara, Müslüman Sünni olmadıkları için sahip çıkılmasını kabul etmeyen ve bu topluluklara ilgisiz kalan dar kafalılara diyecek bir şeyim yok. Onlara sadece şunu tavsiye ederim:
“Türkiye’den çıkın ve dış dünyadan Türk Dünyasına bakın. Bir topluluğun adı TÜRK ise, dini aidiyet önemli değil, o topluluk Batı için potansiyel bir tehlike olarak görülür.”
Hülasa, Türkiye’den (Edirne) 650 km uzakta olan ve biraz eski de olsa bizim gibi Türkçe konuşan insanlarımız mevcut. Bilirsiniz, sonradan TÜRK olunmaz, TÜRK doğulur.
Gazi Kaya (Kadiroğlu Gazi)
Önümdeki kâseyi önüne koyup,
“Ana ye sen, seviyon bunu,” dedim.
“Yok oğlum, sen ye; işe gidiyon, gece gündüz sen çalışıyon,” deyip tekrar bana doğru iteledi.
Yarım dakika kadar bekleyip, aynı şeyleri tekrar ederek yine ikram ettim.
Az önceki benzer sözleri yine duyup, çok sevdiği Kellogg’s dolu kâseyi önüme sürdü.
(Kellogg’s’un Türkçesini ben de bilmiyorum. Mısır gevreği gibi, bal ile tatlandırılmış bir kuru ve çıtır yiyecek. Eskiden beri severdi.)
Karşılıklı olarak aynı şeyi defalarca yineledik.
Ben, eskiden beri sevdiği bir şeyleri burada kaldığı süre içerisinde ikram etmek isterken, o yaşlı insan, evimin bereketi, başımın tacı, bunu bana yedirmek derdindeydi.
Biz böyle karşılıklı cedelleşirken, elindeki telefonla meşgul olduğunu sandığım ciğerimin içi torunumun kıs kıs güldüğünü gördüm.
Göz edip,
“Hayrola, bir şey mi oldu?” diye gülümseyerek sordum.
“Dede, sen büyük annanneye, o sana verip durdunuz ama kimse yemedi. Ortada duruyor.”
“Sana kurban olurum. Büyük nene biraz rahatsız, biliyorsun. Bazen ısrar etmek, bazen itiraz ettiği halde çaktırmadan önüne koymak iyi oluyor. Az sonra iddiasını unutup afiyetle yiyor ama bu sefer hata bende oldu. Önüne bırakıp dışarı çıksaydım, bu kadar olmazdı.”
“Ama dede, niye zorluyorsun ki? Büyük annane zaten alzheimer değil mi? Hemen unutuyor. Sen de seviyon, sen yeseydin ya?” diye masumane bir çözüm sundu kendince.
Önümdeki bardaktan bir yudum alıp, sözlerimin yaralamadan yerine varabilmesi için beklediği cevabı vermeye zaman kazanmak istedim.
“Doğru, Kellogg’s benim severek yediğim bir güzelliktir.
Ama büyük nine burada misafir.
Misafire, hastaya, büyüklere senin sevdiğin ve onların hoşlandığı şeylerden ikram etmek inancımız gereğidir.
Doğru mu?”
“Doğru.”
“Evet, büyük nine konuştuğumuzu hemen unutuyor ve birkaç saniye sonra aynı şeyi tekrar soruyor veya söylüyor.
Doğru mu?”
“Doğru.”
“Büyük nine alzheimer hastası ve sen bunun ne olduğunu biliyorsun.
Doğru mu?”
“Evet, biliyorum.”
“Ama kurban olduğum, o hasta olsa da ben hasta değilim, ben alzheimer değilim.”
Yüzü al al oldu ciğerpâremin. Gözleri buğulandı, ağladı ağlayacak. Yüreğim parçalandı. Ağlasa ben de ağlarım.
Buğulu gözler, titreyen sesiyle bana dönüp usulca:
“Dede, sen hasta olma. Tamam mı? Yoksa ben çok üzülürüm!..”
Gazi KAYA (Kadiroğlu Gazi)
Geçen günlerde sosyal medyada bir kısa videoya denk geldim. Kör olan bir eşeğin tabiat ortamına bırakılıp, bir zaman sonra ölmesini konu ediyordu.
Evin büyüğü; “Ben kör olsam, beni de mi dağ başına bırakacaksın?” diye oğluna sorunca, eşek o iş göremez kör haliyle, ölene kadar iki yıl daha normal şekilde besleniyor. Vefâ, kıymet bilmek, adalet konusunda güzel bir örnek.
Birkaç gün önce yaşlı kayinvalidemi almak için havalimanına gittik. Aile büyüğü olduğu için, vakit geç de olsa, kızım da iki çocuğunu alıp, büyük annesini karşılamaya gelmiş. Haberimiz yoktu, görünce hem mutlu olup sevindim hem de, ninesine olan saygısından onur duydum. Bir şeyleri doğru yaptığımızın ispatıydı bu.
Uçak inmiş olsa da, yolcuların gelmesi biraz süreceği için, kapı önüne bir sigara içmeye çıktım. On yaşındaki torunum da benimle beraber gelmek istedi. “Hava serin, üstündekiler de pek kalın değil, ceketimi giyersen gelebilirsin,” dedim. “Yok dede, sen üşüme!” dedi ama yine de geldi.
Dışarıda, delikanlı boyunda olan torunumla, oradan buradan sohbete başladık. Bir ara: “Büyük nene niye geliyor Almanya’ya?” diye sordu. “Büyük nene yaşlı ve biraz rahatsız. Birilerinin onunla birlikte yaşaması ve ona arkadaşlık etmesi gerekiyor ve bunu da Türkiye’deki büyük teyzeyle biz yapıyoruz güzel oğlum,” diye cevapladım.
Biraz durup: “Dede, Almanya’da yaşlıları huzurevine (yaşlılar evi) bırakıyorlar. Siz büyük neneyi niye oraya bırakamıyorsunuz?” diye ikinci merak ettiği durumu sordu. “Ben veya annen yaşlanınca bizi o dediğin yerlere bırakır mısın?” Sustu. Derin bir sessizlik. Her duygu yoğunluğunda yaşadığı gibi yüzü kızarmaya başladı. O susunca ben de üstüne gitmedim ama yandan bakınca içinde kopan fırtınaları anlamak zor olmuyordu.
Bir zaman sonra, ağlamaklı gözlerle bana dönüp: “Dede ben seni seviyorum, ben seni hiçbir yere bırakamam.” “Ben de sana kurban olurum aslan parçası,” deyip bağrıma bastım. Dersini almış, öğrenmesi gerekeni öğrenmişti bu sefer de.
Yaşayarak öğrenmek, öğrenirken yaşamak gibi güzel durum bir olmasa gerek. Bizler takatten düşen hayvanlarını bile yazıya/yabana atmayan, atamayan Türk milletinin mensuplarıyız.
“İnsan bugününü değerlendirirken geçmişini, atalarını bilmeli ve saygı duymalı,” der büyüklerimiz.
Yüksek öneme sahip değerlerimizi yaşayarak ve yaşatarak öğretmezsek, kendi eskiliklerimizi ve hatalarımızı kamufle etmek için, menşei dışarıda olan “Z KUŞAĞI” teranesine gün gelir kendimiz de inanırız. İnsanlıktan nasip almamış mahluklar müstesna.
Şeyh Edebali’nin damadı Kara Osman Bey’e dediği gibi: “EY OĞUL; ANANI ATANI SAY, BEREKET BÜYÜKLERLE BERABERDİR.”
Selam ve muhabbetle.
Gazi KAYA
Kayahan bir şarkısında diyordu ya hani:
“Bizimkisi bir aşk hikayesi
Siyah beyaz film gibi biraz!”
Bizimkisi aşk değil, Ocak, Ülkü Ocağı hikayesi.
Üstelik siyah beyaz da değil,
Üstüne kan rengi düşen bir sevda.
Ruhi Kılıçkıran’dan Fırat Çakıroğlu’na uzanan bir hikaye,
Tekbirlerle yolcu ettiğimiz binlerin hikayesi.
Kaybeden iyilerin, mertlerin, dürüstlerin, cesurların, adam satmayanların, yolda bırakmayanların, karşılıksız sevenlerin, yiğitlerin hikayesi bu hikaye.
Parayı ve makamı bulanlarca yüzlerine kapılar çarpılanların hikayesi.
“Ülkücülük bazen evinin bir köşesine çekilip, lekesiz, onurlu bir şekilde yaşamaktır.” diye yalnızlaşan, bir köşede oturarak makus kaderine şükreden, kalbi kırılsa da isyan etmeyenlerin hikayesi.
Kısacası,
Dünyayı ocak, ocağı dünya belleyen;
İdealleri, vefaları, hatıraları olan,
Mücadele azimleri hiç bitmeyen Ülkü Ocaklı yiğitlerin hikayesi.
Bir Ülkücü yazmış, alıp okumak boynumun borcudur.
Bilir ve derim ki:
Ülkücü olsun da çamurdan olsun!
Gazi KAYA