Filiz BAHÇIVAN

Filiz BAHÇIVAN

24 Mart 2025 Pazartesi

    SİYASET GENÇLERİN UMURUNDA MI SANIYORSUNUZ

    SİYASET GENÇLERİN UMURUNDA MI SANIYORSUNUZ
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Ülkemde ne zaman bir karışıklık çıksa, içimde anlam veremediğim bir korku başlıyor.
    Ve aklıma ilk gelen, Suriye’de yaşanan iç savaş oluyor. Bir yanım, “Kapat şom ağzını, her şey yoluna girecek” diyor; diğer yanım, “Ya girmez de kardeş kardeşini vurursa?” diyor. Dışarıdaki karışıklığa içimin karışıklığı ekleniyor. Sonra ne mi oluyor? Bütün siyasi partilere arkamı dönüp sadece Allah’a yöneliyorum.
    Önce ülkemin sapasağlam ayakta kalması, bayrağımın sonsuza dek havalanması ve “şu partili, bu partili” diye ayırmadan bütün halkımızın iyi olması için dualar ediyorum.

    Şimdi gelelim asıl konumuza.
    İBB Başkanı Ekrem İmamoğlu’nun gözaltına alınmasıyla birlikte başlayan süreç, pek çok kesimden tepkiyi beraberinde getirdi.
    Halkın bir bölümü, CHP’nin olası Cumhurbaşkanı adayına destek vermek için meydanlara koştu. Bazı sanatçılar, sosyal medya hesaplarından paylaşımlar yaptı. Kimi de balkonundan tencere tava çalarak protestolara katıldı.
    Fakat herkesin gözden kaçırdığı bir detay var! En çok tepkiyi, her zaman olduğu gibi, gençler veriyor. Peki neden?
    Verdikleri tepki, salt İmamoğlu’nun gözaltına alınmasına, diplomasının iptal edilmesine mi sizce? Artık sıkışan Türk siyasetine, ekonomisine, demokrasisine tepki veriyorlar.

    ODTÜ’lü gençler günlerdir sokaklarda… Diğer öğrenciler de onlara omuz verdi. Hatta onlar olmasa, şimdiye kadar belki de protestolar sona erecekti. Sanıyor musunuz dertleri sadece İmamoğlu’nun yargılanıyor olması…

    Gençlerin derdi başka! Gençler, artık ülkenin çağa ayak uydurmasını istiyor. İktidarıyla, muhalefetiyle, sivil toplum kuruluşlarıyla, üniversiteleriyle, tüm birimleriyle Türk gençliği, artık muasır medeniyet seviyesinde yaşamak istiyor.

    Sosyal medyada karşıma çıktı. Sokak röportajında mikrofon uzatılan bir başka gence, “İmamoğlu’nun gözaltına alınması hakkında ne düşünüyorsunuz?” diye soruluyor. Başında takkesi, çember sakalıyla muhafazakâr olduğu anlaşılan gencin “Oh olsun” diyeceğini sanıyor herkes. Ama tam tersine, demokrasilerde bu işin başka türlü çözülebileceğini ve artık özledikleri şeyin siyasi kavgalar değil, siyasi barış olduğunu dile getirip, “İnşallah” diyerek sözlerini bitiriyor.

    Artık gençler; ne yiyeceklerine, ne giyeceklerine, ne okuyacaklarına, ne izleyeceklerine karışacak siyasi güçler istemiyor. Gençler, nasıl okuyabilecekleri, nasıl dünyayı gezebilecekleri, nasıl kendilerine değer katabileceklerine ışık tutacak yol ve liderler arıyorlar.
    Ne yazık ki ülkemizde ne iktidar, ne muhalefet, ne de diğer kurumlar gençlerin beklentilerini anlamıyor. Onların dilinden anlamıyor… Kendi siyasi kaygılarının peşine düşmüş, bir kör döğüş içinde “koltuk senin olacak, benim olacak” kavgasındalar.

    Bu nedenle sağı solu, AKP’si CHP’si yok! İktidar ya da muhalefet, o lider ya da bu lider de değil, gençleri dinlemezseniz hiçbirinizin o koltukta yeri yok.
    Diyeceksiniz ki, “Her partinin gençlik kolları var.” Var ama sadece partizanlardan oluşan, hâlihazırdaki köhnemiş siyasetleri devam ettiren gençlik kolları onlar. Gençlik örgütlerinin başında gördüğünüz gençler, siyasi abilerinden, amcalarından farksız; kravatlarını takıp ahkâm kesiyorlar. Sokaktaki gençlerin temsilcileri asla değiller.

    İddia ediyorum, Türkiye’deki hiçbir siyasi parti, hiçbir lider, hiçbir milletvekili, “Gençler ne konuşuyor, nasıl anlaşıyor, dünyaya bakışları, beklentileri ne?” bilmiyor.
    “Hangi renk onlar için ne ifade ediyor, hangi emoji hangi anlama geliyor, kendi aralarında nasıl bir dil kullanıyorlar?” Bunu bilen kimse yok!

    Asla unutmamalıdır ki; ülkelerin, toplumların geleceği her zaman gençlerdedir.

    Devamını Oku

    KADINLAR KIRMIZI RENGİ SEVMEZLER

    KADINLAR KIRMIZI RENGİ SEVMEZLER
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    “Şey, ben feminist olacağım, nerede kayıt olacaktım acaba?”
    “Hanımefendi, burası Doğayı Koruma Derneği.”
    “Peki, nereden feminist kaydı yaptırabilirim?”
    “Bayan, burası değil işte.”
    “Hımm, peki burası neresiydi?”
    “Doğayı Koruma Derneği.”
    “Peki, o zaman ben de buraya kayıt olayım. Bir şey soracağım, siz miting falan yapıyor musunuz?”
    “Evet, neden sordunuz?”
    “Hiççç.”

    (Kadınları stres topu gibi gören beyler. Görürsünüz sizi milletin içinde nasıl rezil edeceğim, umarım televizyona da çıkarım mitingdeyken. İşte o zaman bittiniz beyler, bittiniz.)

    Bu kadar fazla şaşırmayın! Hanımlar, beyler. Gösterdiğim tepki gayet doğal ve yerinde bir tepkidir.
    Bugün 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü. Yani benim günüm. Yani yılda bir kez özgürce konuşabildiğim, kendimi ifade edebildiğim tek gün.

    Neyse!
    “8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü kutlu olsun.” diyerek başlayayım söze.
    Erkek egemen toplumda, erkek egemen bir dinle kadın olmak ya da olmamak arasında sürgit garip bir dünyadayız.
    Kadına şiddet, kadına taciz, kadına berdel, kadını silahla, bıçakla öldürme, kadın sokağa çıkamaz, kadın kahkaha atamaz, gülemez, kadının soframızdaki yeri öküzümüzden sonra gelir, kadına ayıp, kadına günah, kadına müstahak.
    İşte kadının toplumdaki yeri tam da bu kadar.

    Peki, gerçekte kimdir kadın?
    Kadın anadır, bacıdır, eştir, evlattır.
    Kadın dediğin bildiğin dört duvarlı evi yuvaya çevirendir; çiçekli mutfak perdeleri, bir domates, bir soğan ve bir parça maruldan oluşan salatanın sofrada yer alışı; bir parça etten koca bir tencere yemek yapandır.
    Akşam pazarlarını dolaşır üşenmeden, çürüklü de olsa ucuza alır, gerekirse yıkar, eder yine de yemek masasını donatır, gülümsemesini eksik etmeden.
    Hazırlanan sofraya gelen eş “Yine mi bu yemek?” dediğinde, kocasını utandırmamak adına, “Daha iyisini alacak paramız mı var?” demeyecek kadar asil, düşüncelidir kadın.
    Tek istediği huzur ve mutluluktur.
    Bir de sevgi. Onu da zaten kaşıkla verip, kepçeyle geri alıyorlar.

    Gel de kadın ol. Gel de insan gibi yaşa bu ülkede, bu dünyada.
    Kadınlara “sabırlı olun” demekten başka ne denildi?
    Ama bakın görün bugün erkekler ne nutuklar çekecekler kadınlar üstüne.
    Utanmadan, sıkılmadan bir de!

    Vıcık vıcık iltifatlar, gerçekle bağdaşmayan övgüler, kutlamalar, nutuklar, çelenkler ve tüm bunlara harcanan paralar.
    Haa, bir de bugüne özel hanımlara büyük bir nezaketle armağan edilen kırmızı karanfiller var.
    Sahi, neden gül değil de karanfil? Daha ucuz olduğu için mi acaba?
    Neyse! Çok da art niyetli olmamak gerek. Biz kadınlar aza kanaat etmeyi de biliriz, yeter ki içten olsun.

    Kan kırmızısı karanfiller!
    Kadına en çok yakıştırılan tek renk. Kırmızı.
    “Kadın’ın kırmızı ojelisi, kırmızı rujlusu, kırmızı giysilisi makbuldür” diyor birçok beyefendi.
    Gerçekten kadına yakıştırdıkları için mi dersiniz? Cıksss. Sadece ve sadece cinselliği çağrıştıran bir renk olduğu için.

    Biliyor musunuz? Aslında biz kadınlar, özümüzde kırmızı rengini hiç sevmeyiz.
    Neden mi?
    Çünkü.
    Kız çocuklar kan ile ergen olur, şanslı olanların aileleri hazırlamışlardır hem pedlerini hem de kızların kendilerini. Bazı kızlar regl olduğunda ölüyor olduğunu sanırlar! Korkarlar! İlk kime söylerlerse, anne mi olur, abla mı, “Şişttttt. Sus, duymasın kimse, al şu çaputu, kirlenmişsin sen!”

    Kirlenmek!
    Bazı toplumlarda adı budur.
    Ne kötü bir terim.
    Bazı toplumlarda regl denir, baba da bunu bilir, üstelik ayıp da değildir.
    Öbür toplumun babası da biliyordur elbette kirlenmek ne demektir, gelin görün ki o baba bunu bilmek istemez.
    Kirlenemez bir babayiğit babanın kızı.
    Göğüsleri de çıkamaz, çıkarsa inatla tülbentle sarar sarmalar, görünmez hale getirir kız anası.

    Kızlar kan ile kadın olur, bazı bölgelerde pembe renkli bu kan kıpkızıl kana bulanır, cansız bedenlerin bedelidir, namus denir adına!
    Doğum kanlıdır, sancısının yanında.
    Bir erkek tarafından dövüldüğünde, öldürüldüğünde ağzından, burnundan, karnından fışkıran kandır.

    Velhasıl, kan kırmızıdır ve kan acıdır. Bu nedenle biz kadınlar kırmızı rengini hiç sevmeyiz!

    Son olarak, tüm kadınlarımızın Kadınlar Günü’nü kutluyor ve beylere vermek istediğim kısacık bir mesajla yazımı noktalıyorum:
    Kadınlarınızı çok sevin. Yüce kitabımız Kuran’da kadınları yüce Rabbimiz TARLA (Bakara Suresi 223. Ayet) diye bahsediyor. Tarlaya bakacaksın, özen göstereceksin, ekeceksin ki meyve mahsul versin. Ve sonra hep onda yatacaksın. Çünkü son durak yine odur. Ne de olsa toprağınız yine onlar olacak. Yani kadınlar bu dünyada sevilmeyi hak eden yegâne varlıklardır.

    Filiz Bahçıvan

    Devamını Oku

    LANETLE ANILAN GÜN (28 ŞUBAT)

    LANETLE ANILAN GÜN (28 ŞUBAT)
    1

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    28 Şubat 1997 yılında ülkemizde yaşanan post-modern darbenin yıldönümü.
    Aslında kötü olayların yıldönümlerini kutlamak, aynı acıları yaşamak ve yaşatmak anlamına geldiği için pek doğru değil. Ancak yanlışlardan ders alıp doğruları bulmamız için bunları bilmemiz de gerekiyor.

    28 Şubat’ta ne yaşanmıştı, hatırlayalım.
    Halkın alışageldiği darbelerden farklı olan 28 Şubat, İslam düşmanı bütün kesimlerin seferber edildiği, bir irtica paranoyasının hâkim olduğu bir dönemdi. Laik ve anti-laik şeklinde kutuplaşmalar yaşandı. Gerici-yobazdı dindarın adı bazı kesimler nezdinde.

    28 Şubat 1997’de Türkiye, hafızalardan silinmeyecek bir güne uyandı. O gün, olağanüstü toplanan Milli Güvenlik Kurulu’nda alınan kararlar ve sonrasında yaşanan süreç, bütün bir ülkeyi sarstı.
    28 Şubat öncesi bir irtica tartışması hortlatıldı. Toplumun her kesimi bu tartışmaya alet edilmeye çalışıldı. 4 Şubat 1997’de, o günlerin deyimiyle “demokrasiye balans ayarı” yapıldı. Ankara Sincan’da düzenlenen “Kudüs Gecesi”ni bahane ederek yürütülen tanklar, 28 Şubat sürecinin simgesiydi.
    28 Şubat’ta, Türkiye tarihinin en uzun Milli Güvenlik Kurulu toplantısı gerçekleştirildi. Postmodern darbe olarak nitelendirilen o toplantıda alınan kararlar, inanç özgürlüğünü hiçe sayan uygulamaları da beraberinde getirdi. Muhafazakâr kesime tam bir baskı uygulanmaya başlandı. İmam Hatip liselerinin ortaokul kısımları kapatıldı. Üniversiteye girişte katsayı uygulaması getirilerek, İmam Hatip liselileri engellemek adına, tüm meslek lisesi öğrencileri mağdur edildi.

    70’lerin ikinci yarısından itibaren çocuklarını okutmaya başlayan Anadolu insanı, 80’lerle birlikte başörtüsü mücadelesinin içerisinde buldu kendisini. Kimi başını açarak okuyabildi, kimi okulunu bıraktı, kimi okuluna bile gidemedi.
    90’lı yıllarda “ikna odalarına” sokulan kız öğrencilerin sayısı az değildi.
    Saralı gibi görüldü nedense kızların başörtüsü. Helalinden bir iş bulmak için okuyan çocukların önleri kesildi, bulunan katsayı sayesinde. Çünkü onlara göre, İHL’lerde okuyan çocukların tercih ettikleri bölümlerin başında hukuk ve siyasal bilgiler fakülteleri geliyordu. İlköğretimi bitirmeyen çocukların yaz tatilinde cami ve kurslarda Kur’an öğretimine yasak getirildi.

    Başörtülü anneler, başörtüsü sebebiyle asker ocağında oğlunun yemin törenine alınmadı, tel örgüler arkasında çocuklarının yeminini izlediler.
    Yükselme umudunu taşıyan asker ve mülkiye erkanı, başı açık eşler aradı hep. Çünkü “disiplinsizlik nedeniyle” YAŞ’ta tahtaya basıp kapının önünde bulabilirlerdi kendilerini.
    Askeriyenin nizamiyelerinde başörtülüler ve sakallılar alınmadı.
    Askeriyede ve sivil bürokraside, sırf karısının başı açık mı diye, memur alkol alıyor mu diye kokteyller düzenlendi.
    2000’li yıllarda, başörtülü eşleriyle birlikte devlet erkanını karşılayamadı devletin tepesindeki yetkili kişiler. Eşli-eşsiz davetiye türü çıktı bu zaman diliminde. Kurdukları partiler “irticanın odağı” olmaktan bir bir kapandı.

    Okul ve işyerlerinde insanların ibadet edeceği bir yeri bulabilmeleri neredeyse imkânsızdı.
    Din Kültürü dersleri olsun mu olmasın mı, vay efendim laik bir ülkede bunlar olur mu olmaz mı, dinin eğitimi değil, öğretimi yapılmalı gibi tartışmalar hiç eksik olmadı. Yıllar yılı kamusal alanla yattık, kamusal alanla kalktık maalesef.

    Tüm bu yapılanlarla güya İmam Hatip mezunlarının tıp, hukuk gibi bölümlere girmesi engelleniyordu, ancak olan tüm Türkiye’ye oldu.
    Ülke ekonomisi bir yandan işsizlikten kırılırken, diğer yandan ara eleman yetiştiren meslek okullarına vurulan darbeler nedeniyle iş dünyası da işçi bulamamaktan şikayetçi hale geldi.
    Kısacası, 28 Şubatçıların “kurunun yanında yaş da yanar” anlayışı sadece onların hasımlarını değil, tüm Türkiye’yi yaktı.

    Elbette 28 Şubat zorbalığının tek kurbanı eğitim kurumları olmadı: Terzisinden kasabına, avukatından siyasetçisine kadar neredeyse tüm nüfus fişlenmeye başlandı.
    İhbarcılık vatanseverlik haline getirildi. Gümüş yüzükler takibe alındı, bıyık şekilleri istihbarat raporlarına girdi, eşlerin etek boyları ölçüldü.

    Bütün bu yaşananlar, demokrasiyle, milli iradeyle alakası olmayan, baskıcı bir rejimin ibret alınacak örneğidir.
    Allah o günleri bu millete bir daha yaşatmasın. Ve milletimiz, güven beslediği, onur duyduğu ordusuyla birlik ve beraberlik içinde, dış dünyaya karşı gücünü ve itibarını gösteren mutlu, huzurlu bir hayat yaşasın.

    Filiz Bahçıvan

    Devamını Oku

    14 ŞUBAT GELDİ ÇATTI, MENDİLLER HAZIR MI?

    14 ŞUBAT GELDİ ÇATTI, MENDİLLER HAZIR MI?
    1

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    14 Şubat Sevgililer Günü geldi çattı. Hani şu hediyelerin, kırmızı güllerin, “Seni seviyorum”ların havada uçuştuğu, daha doğrusu uçuşmak zorunda kaldığı o zoraki gün. 14 Şubat.
    Nereye baksak reklam, nereye baksak kırmızı. Of ki of! Bakmayın siz benim oflar çektiğime, bu özel günü heyecanla bekleyen öyle çok insan var ki, sürüsüne bereket. Hele gençler, günler öncesinden başladı onların heyecanı. Kiminin yanakları al al, hayaller alemine daldı; sevgilisi nasıl bir sürpriz yapacaktır?
    Ah, hele sevgilisi olmayanların bir of çekişi var ki, karşıki dağlar yıkılır. Günler öncesinden hummalı bir çalışma başlar. Güzel, çirkin, iyi veya kötü, zengin ya da fakir, hiç fark etmez. İki eli iki bacağı olsun, hatta durun, azıcık da abartayım, nefes alsın yeter. Sevgililer Günü’nde yanında biri olsun, günü kurtarsın. Sonrası Allah kerim.
    Kör talihine küsmüş oturanlar da yok değil hani. “Yine bir 14 Şubat ve ben yine yalnızım.” Bunu ben söylemiyorum, yanlış anlaşılmasın. Kesinlikle yalnız olmaktan şikayetçi değilim. Bu başlığı Facebook’ta bir kız arkadaşım paylaşmış. Ne maksatla paylaştı, birilerine mesaj mı vermek istedi, yoksa yalnızlık canına mı tak etti, bilemiyorum.
    Benim asıl merak ettiğim şu: Geçen yıl taksitle tek taş alanlar hala taksitlerini ödüyorlardır da, hala aynı ödeme güçleri var mıdır? Sevgililik durumları devam etmekte midir? Ayrıldılarsa, kız yüzüğü iade etmiş midir? Ettiysa, delikanlı yüzüğü satmış mıdır, yoksa saklamış mıdır? Bu yıl yeni sevgiliye mi hediye olacaktır? Ah, o yüzükte her hâlükârda kaç kişinin ahı kalacaktır!
    Hadi gelin, biraz da evli çiftlerin 14 Şubat’ı nasıl karşılayacaklarına bakalım.

    Erkek: Merhaba hayatım, ben geldim.
    Kadın: …
    Erkek: Hayatım, evde misin?
    Kadın: Bu saatte nerede olacağım? Evdeyim işte.
    Erkek: Yemekte ne var? Kurt gibi acıktım.
    Kadın: …
    Erkek: Hayatım, neyin var?
    Kadın: Bir şeyim yok.
    Erkek: Bir şeyin yoksa niye öyle sinirle “Bir şeyim yok” diyorsun o zaman?
    Kadın: Demek ki bir şeyim var o zaman.
    Erkek: “La havle”! Ee, sende söyle o zaman.
    Kadın: Ben söylemeden bir kere de sen anlasan.
    Erkek: Ben bir sebep göremiyorum. Hayatımız her zamanki gibi devam ediyor. Ediyor da, bu gün değişen ne?
    Kadın: Haklısın. Benim kaderim hiç değişmeyecek, hep aynı devam edecek.
    Erkek: Hayatım, sadede gelsen de artık, ne olduğunu anlasam ben de.
    Kadın: Bugün Sevgililer Günü ve sen bir gül bile bana çok gördün. (Instagram’dan bir resim gösterir) Bak, Nejla’nın parmağındaki tek taşa. Kocasının bugüne özel armağanı.
    Erkek: Metresine ne aldı acaba?
    Kadın: Bir şey mi dedin?
    Erkek: Yok hayatım, güzelmiş, güle güle kullansın dedim.
    Kadın: Bu resme bakınca bunu mu söyleyebiliyorsun?
    Erkek: Allah aşkına hayatım, bu mu seni sinirlendiren şey?
    Kadın: Ben senden bir şey istedim mi bugüne kadar? Ama mesela sadece bugüne özel bir şey yapabilir, sevgini gösterebilirdin.
    Erkek: Seni ne kadar sevdiğimi bilmiyor musun?
    Kadın: Biliyor muyum? Sadece duyuyorum. Ama bunu hissetmek ve hatta görmek istiyorum.
    Erkek: …..

    Ve günün sonunda, ellerinde birer adet gül, hoplaya zıplaya giden şanslı kızlara fesat gözler eşlik edecek. Birilerinin içleri burkulacak, hayal kırıklığı yaşayacaklar. Ve yine çok gözyaşı akacak yastıklara.
    Sizin için sevgi ya da aşk, Sevgililer Günü’nde alınacak bir hediye demekse ve üstelik o hediyenin maddi değeriyle orantılıysa, vay halinize!
    Sevgiyi ifade etmenin yolu hediye almaktan ya da vermekten mi geçer? Şart mıdır, tarihini birilerinin belirlediği özel günler için tüketim çılgınlıklarının bir parçası olmak?
    Sevgi, senede tek bir gün yaşanabilecek kadar ucuz bir olay değildir, günü olmamalıdır.
    Taraflar birbirlerine sevgi dolu kalplerini, daha ötesi ömürlerini hediye etmişlerdir. Hangi pahalı hediye bu yüce duyguyla boy ölçüşebilir ki? Kapitalistin umurunda mı sizce aldığınız hediye ve sevgililerinizin mutlu olması? Tabii ki hayır. Aşk ve ticari amaç kadar birbirine zıt düşen bir acayiplikte sistemin bir parçası olmayın.

    Sevgilisini her gün Sevgililer Günü gibi seven ve sevgiyi “pahalı hediye” olarak görmeyen sevgililere sonsuz mutluluklar diliyor, herkesin bugünü özel ve kırmadan, kırılmadan geçirmesini diliyorum.

    Filiz Bahçıvan

    Devamını Oku

    6 ŞUBAT DEPREMİNİN ÜZERİNDEN 2 YIL GEÇTİİ, ENKAZ ALTINDAN KURTULANLARIN ÜZERİNDEN ETKİSİ GEÇMEDİ

    6 ŞUBAT DEPREMİNİN ÜZERİNDEN 2 YIL GEÇTİİ, ENKAZ ALTINDAN KURTULANLARIN ÜZERİNDEN ETKİSİ GEÇMEDİ
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Asrın felaketinin üzerinden tam 2 yıl geçti.
    Herkesin -depremi hissetmeyenlerin bile- büyük travmalar yaşadığı korkunç bir süreçti ülkemiz için.
    Kahramanmaraş merkezli depremlerde kimi evini, kimi ailesini kaybetti. Yakınlarını kaybedenlerin acısı ise hâlâ taze. Onlar şimdi, yeniden hayata tutunmaya çalışırken diğer yandan da kaybettiklerinin acısını dindirmeye gayret ediyor.


    Onlardan biri de Antakya’daki yıkılan evlerinin enkazından sağ çıkarılan ama yüreğinin yarısını orada bırakan Selma Rıdvanoğulları.

    Selma Rıdvanoğulları, depremde yaşadıklarını anlattı.

    –Depremi hissettiğiniz ilk anı ve sonrasını anlatır mısınız?

    Tüm depremzedeler ne hissettiyse ben de aynı hisleri yaşadım. İlk an şaşkınlık, korku ve büyük bir belirsizlik.
    Sonrası kıyamet!
    Sarsıntı geçmiş, kendimi toparlamaya çalışıyordum ki, yan odada yatan annemin ve engelli ablamın çığlık seslerini duydum.
    Yaşadığım sürece birçok defa çaresiz kaldım, ama bu durum çok başkaydı. Üzerimize koca bir bina yıkılmıştı ve ailece enkaz altında kalmıştık. Neredeyse üzerimde bir binanın ağırlığını taşıyordum ama hiçbir acı hissetmiyordum. Çünkü sevdiklerimin acı çığlıkları bütün acılarımı bastırıyordu.

    –Enkaz altında ne kadar kaldınız?

    Tam emin değilim ama sanırım 12 saat sonra, Suriyeli bir kardeşimizin yardımıyla çıkarıldım enkaz altından.
    Annem benden önce kurtarılmış, orada bulunan Suriyelilerden beni ve ablamı kurtarmaları için yardım talebinde bulunmuş, sağ olsunlar hiç vakit kaybetmeden zor şartlar altında beni çıkardılar.

    –Enkazdan çıkarıldığınızda ne durumdaydınız?

    Vücudumun çeşitli yerlerinde kırıklar, ezilmeler vardı sadece, çok şükür.

    — Depremde yakınlarını kaybeden ailelerden birisiniz. Okurlarımıza acı kaybınızı anlatmak ister misiniz? Kimleri kaybettiniz? Ve nasıl oldu?

    Ablamı kurtaramadık. Maalesef! Yan odanın duvarı üzerine yıkılmıştı. Beni kurtaran Suriyeli kardeşimiz tek başına o duvarı kaldıramadı. Belki diyorum bazen, o an bir ekip olsaydı ablam ölmemiş olabilirdi. Cansız bedeni altı gün sonra Ankara’dan gelen gönüllü vatandaşlar tarafından çıkarıldı.
    İşin ilginç yanı ne biliyor musunuz? İçiniz kan ağlasa da yasınızı tutamıyorsunuz. Cenazeniz nereye gömülecek, nasıl gömülecek bilmiyorsunuz. Kışın soğuğu iliklerinize kadar işlemiş. Kafanızı sokacak bir eviniz yok. Sokaktasınız ve çaresizce ne beklediğinizi bilmeden bekliyorsunuz. Bütün ailesini depremde kaybetmiş küçük çocukları görüyorsunuz. İncecik pijamalarla üşüyen, ağlayan. Ağlamaya utanıyorsunuz. Acınızı ister istemez içine gömüyorsunuz.

    –Bizler için koca ancak belki de sizler için kısa 2 yıl geride kaldı. Bu süreç hayatınızda nasıl değişimlere neden oldu? Artık farklı biri var diyebilir miyiz?

    Duygularım karmakarışık. Bir gecede evimi, ablamı, arkadaşlarımı, akrabalarımı, işimi gücümü kaybettim.
    Durup tüm bunları düşünmeye devam edersem inanın bir saatte aklımı kaçırırım. Ama benim böyle bir lüksüm yok. Evet, Allah elimden her şeyimi aldı, ama teselli bulmam için de annemi bıraktı. Bunun için Allah’a ne kadar şükretsem az. Bu dünyada sadece annem kaldı yanımda. Onunla birlikte konteynırda yaşıyoruz. Bu yüzden dik durarak, anneme bakmak için güçlü olmak zorundayım.


    Bize yaşadıklarını anlatan bir diğer depremzede konuğumuz Dr. Hasan Ayparlar.

    –Merhaba, sizi tanıyabilir miyiz?

    İsmim Hasan Ayparlar. 15 Şubat 1954, Kırıkhan doğumluyum. Kadın Hastalıkları ve Doğum Uzmanı doktoruyum. Emekliyim. Çalışmıyorum. Deprem sonrası Kırıkhan Çamsarı köyünde yaşamaktayım.

    –Sizin için çok zor bir an biliyoruz ancak yaşanan felaketin yıl dönümünde 6 Şubat tarihinde neler yaşadığınızı bize anlatır mısınız?

    6 Şubat 2023 depreminde Kırıkhan’da yaşamakta olduğumuz tek katlı evimiz çöktü, enkaz altında kaldık. Kendi yakınlarımızın olağanüstü çabaları ile 12 saat sonra kurtarıldık. Bu 12 saatin her anı hafızamda canlı olarak duruyor.

    Uykunun en derin olduğu bir sırada korkunç bir sarsıntı ile uyandık. Ani bir refleksle, yatak kenarında oturur pozisyon aldık. Başucu lambası yanıyor, oda aydınlıktı. Duvarlar, eşyalar salıncak misali gidip geliyordu. Deprem çok şiddetliydi. Sarsıntı uzun sürdü. Nihayet durdu. Bu aşamada bir yıkılma olmadı. Büyük bir şaşkınlık içinde idik. Düşünecek halde değildik. İlk sarsıntıdan sonra kısa bir süre geçmişti ki, odanın iç kapısı füze yemiş gibi büyük bir gürültü ile oda içine doğru patladı. Aynı anda, korkunç bir gürültü ve sarsıntı ile duvarlar bir anda içeri doğru çökerken, dam da üstümüze indi.
    Yıkıntı altında zifiri bir karanlıkta ve bir boşluk yerdeydik. Seslenerek ve el yordamıyla eşimle birbirimizi bulduk. Başucumuzdaki telefon yardımı ile bulunduğumuz ortamı belirlemeye çalıştım. Tavan başımızın dört parmak üzerine kadar inmişti. 1.5-2 metrekarelik bir üçgen boşlukta idik. Etrafımız enkaz doluydu. Tek sağlam yer başucumuzda ve bahçe tarafındaki pencerenin alttan 30-40 cm’lik kısmı idi. Pencerenin sağlam duruşu ve arka bahçeye bakıyor oluşu bizim için bir umut oldu.

    Deprem durmuş, yerimizi ve pozisyonumuzu belirlemiştik. Saat daha 4.5’tu. Sabahı beklemekten başka yapacak bir şeyimiz yoktu.

    Dam çöktüğü esnada her ikimiz de ıslanmıştık. Oturduğumuz yatak da ıslanmıştı. Üşüyor ve titriyorduk. Allah’tan üstümüzde bir metanet, sabır ve sükûnet vardı. Konuşmaya başladık. Dedik ki;

    “Eğer vademiz geldiyse Allah bugün bizi burada teslim alır. Eğer vademiz dolmadıysa, bir şekilde bizi buradan çıkarırlar. Yapmamız gereken şey kurtulunca kadar gücümüzü ve metanetimizi muhafaza etmek…” Dualar okuyup helalleştik ve beklemeye başladık.

    Nihayet, ortalık aydınlanmaya başlamış olmalı ki, pencere tarafında, tavanın hemen altından bir çizgi halinde ve kuş gözü kadar bir ışık huzmesi sızmaya başladı. Bu ışık huzmesi bize ümit oldu. Biraz sonra da sokaktan insan sesleri gelmeye başladı. Bu arada biz de “imdaaaat” diye bağırmaya başladık. Bir ara bizim imdat seslerimize dışarıdan bir cevap geldi:
    -Amca…Amca…
    Ses, kardeşim Şaban’ın kızı Ceren’in sesine benziyordu. Emin olmak için sordum:
    -“Ceren sen misin?”
    -“Benim amca. Siz iyi misiniz? Ben, hemen ötekilere haber veriyorum,” dedi.
    Biraz sonra kardeşlerim, yeğenlerim ve yakınlarımız geldiler. Çalışmaya başladılar. Ama bir türlü bize ulaşamıyorlardı. Derken, şoförümüz İboş: “Böyle olmayacak, ben köyden traktörü getirmeye gidiyorum”, dedi ve gitti. Bir saatten fazla bir zaman sonra İboş traktörle geri döndü. Arka bahçede traktörle çok uğraştılar…Ama bir türlü bize ulaşamıyorlardı. Derken, bir ara içinde bulunduğumuz boşluğa bir taş düştü ve içeri ışık doldu. Artık dışarı ile temas sağlanmıştı. İboş, “Tamam amca, şimdi yerinizi kesin belirledik, sizi yarım saate kalmaz çıkarırız inşallah, sabredin” dedi ve çok yoğun bir çalışma başlattılar.
    Ellerinde uzun bir demir taş sökücü vardı. Önce ışık gelen yerdeki bir taşı daha düşürdüler. Delik biraz daha genişledi. İçerden onları, hangi yöne doğru ve hangi taşı düşüreceklerini tarifle yönlendirmeye başladım. Bundan sonrası kolay oldu. O ışık giren el ayası kadar boşluk, bir tünel haline gelmeye başladı. Bir kişinin girip çıkmasına izin verecek kadar da genişletildi. Artık çıkabilirdik. Ancak, eşimin ayakları taşlar altında sıkışıktı ve kendi haline çıkabilmesi ihtimali yoktu. Dışarıdan yardım gerekiyordu. Bunun için bize bir cep telefonu vererek, “ayakların, taşın ve bulunduğumuz yerin durumu resim olarak çekin,” dediler. Resimleri çekip verdik. İboş’un yeğeni Özgür, “ben içeri girerim,” dedi ve büyük bir cesaretle tünelden geçerek içeri girdi. Elindeki çekiç ve taş keskisi ile yavaş yavaş vurarak taşı parçaladı ve ayağı kurtardı. Artık eşim de serbestti. Önce eşim sonra ben, tünelden sürünerek dışarı çıkarıldık.
    Dışarı çıktığımda evin, pencerenin ve enkaz altında kaldığımız yerin halini görünce dondum kaldım. O ortamda bize ulaşmaları, tünel açmaları ve bizi çıkarmaları gerçekten bir mucize idi. Akraba ve yakınlarımız, at kuyruğu gibi yağan yağmurun altında ve tamamen kendi imkan, araç ve gereçleri ile aralıksız 9 saatlik bir çalışarak bu mucizeyi gerçekleştirmiş, bizi kurtarmışlardı. Biz şu an yaşamakta olduğumuz canımızı önce Allah, sonra da onlara borçluyuz.

    –Enkaz altında ne kadar kaldınız?

    Enkaz altında 12 saat kaldım.

    –Deprem anında ne düşündünüz, o an tek hissettiğiniz neydi?

    Enkaz altında eşimle birlikte kaldık. Deprem sarsıntıları durduğunda, içinde bulunduğumuz ortamı belirledikten sonra, birlikte “eğer ecelimiz geldiyse Mevlam bizi burada teslim alır. Ecelimiz gelmediyse bir şekilde bizi buradan çıkarırlar,” dedik. Ölebileceğimizi de var sayarak helalleştik, dua edip beklemeye başladık. Üzerimizde olağanüstü bir sükûnet vardı. Ölüm korkusunu hiç hissetmedim.

    –Size o anları tekrar hatırlatmak istemiyoruz ancak dışarıdan bakıldığında korkunç bir görüntüye sahip bir enkazda sağ çıktınız. O süreci nasıl geçirdiniz? Bilinciniz açık mıydı?

    Enkaz altında 1.5-2 metrekarelik bir üçgen boşlukta idik. Saat 4.30 ile 7.30 arası ortamda bir ölü sessizliği vardı. 7.30 gibi sokaklardan kurtarma sesleri duyulmaya başladık. Bilincimiz açık, her şeyin farkındaydık. Bu süreyi tamamen sessiz, telaşsız, efor sarf etmeden, soğuğa karşı direnerek geçirdik. Sürekli dua edip kendi kendimize moral vermeye çalıştık. İnancımızı hiç yitirmedik.
    Kurtarma seslerini duyunca biz de ses vererek kendimizi duyurmaya çalıştık. Yarım saat kadar sonra bizi duydular ve yerimizi öğrendiler. Ondan sonra kurtarma çalışmaları başlattılar. Kurtarmaya katılanlar kendi akraba ve tanıdıklarımızdı. 9 saatlik fiili bir çalışmadan sonra kurtarıldık.

    –Deprem, hayatınızdan, elinizden neleri, kimleri götürdü?

    1 dönüm içinde 200 m² tarihi yapı özelliklerine sahip bağımsız evimiz tamamen yıkıldı. Keza, şehir merkezinde 300 m² üzerine kurulu iki katlı, dört daireli iş yerim de tamamen yıkıldı. Hissedarı olduğum bir özel hastane binası ağır hasar aldı.
    Can kaybı olarak bir kız kardeşimi, eniştemi ve iki yeğenimi kaybettim.

    –En zor anlarda bile insanlar kendilerine bir umut ışığı arar… Sizin felaket anındaki umudunuz ne oldu?

    Ecelimiz gelmediyse bir şekilde kurtarılacağımız umudunu hiç kaybetmedim.

    –Belki de enkaz altında kaldığınız süre kadar uzun geçen ‘ilk ışık’ anı… Sizi kurtarmaya geldiklerinde ne hissettiniz?

    İlk sesimizi duyurduğumuzda, “Tamam, inşallah kurtulduk.” dedim. Enkazı dıştan göremediğim için kurtarılışımızın kısa sürede tamamlanacağını sandım. Ama yoğun bir yağış altında, 7-8 kişilik bir grubun çalışması ve köyden getirilen traktörün de yardımıyla ancak 9 saat sonra dışarı çıkarılabildik. Dışarı çıkıp felaketin ve enkazın boyutunu görünce durumun vahametini ve kurtuluşumuzun bir mucize olduğunu anladım.

    –Depremin ilk gününde karşılaştığınız manzara, şehrin yaşadığı kaosta en çok dikkatinizi çeken neydi?

    Yıkımın çok ağır ve yaygın olduğu, şehrin yüzde 70’inin yıkıldığı, ölü sayısının çok olabileceği ilk bakışta dikkat çekiyordu.

    –Son olarak tüm depremzedelerin sesi olmanızı istersek, özellikle hâlâ konteynerde yaşayan depremzedeler adına ne demek istersiniz?

    Konteynerlerdeki hayat asla insani değil.
    Depremzedelerin bir an önce kalıcı konutlarına yerleştirilmeleri,
    Bir süre daha doğrudan devlet desteğinde bulunulması,
    Ev eşyalarının karşılanması,
    Yapılan deprem evlerinin karşılıksız veya en azından maliyeti karşılığı verilmesi gerekmektedir.


    Her iki konuğuma ve tüm depremzede kardeşlerimize, Tercüman Gazetesi ve kendi adıma tüm yüreğimle geçmiş olsun dileklerimi sunuyor ve teşekkür ediyorum.

    Allah’ım, ülkemize bir daha böylesi acılar yaşatmasın ve milletimizi korusun.

    Filiz Bahçıvan

    Devamını Oku