Filiz BAHÇIVAN

Filiz BAHÇIVAN

04 Aralık 2025 Perşembe

    DİĞER YAZARLARIMIZ

    KADINIM HAKLARIM VAR

    KADINIM HAKLARIM VAR
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Bakmayın siz takvimlerin “5 Aralık Dünya Kadın Hakları Günü” dediğine…

    Takvimlerin yaptığı iş, kurulu saatler misali, gün be gün hatırlatmadır kendisine yüklenen bilgileri bizlere…

    Yarın “5 Aralık Kadın Hakları Günü”, bugün de, günleri yarın da, öbür gün de ve yaşadığımız her gün de kadınların haklarını insanca yaşama günleridir değerli okurlarım.

    Dünyanın başlangıcını Âdem ve Havva ile başlatır kutsal kitaplar.

    Bezm-i elestte Rabbimiz, “Elestü bi Rabbiküm!.. –Ben sizin Rabb’iniz” derken erkek ya da kadın diye ayırarak hitap etmez!.. Genel hitap eder.

    Allah, Kur’an-ı Kerîm’de, 23 yerde “Ey insanlar!..”, 65 yerde insan, 230 yerde de “nas” –insanlar, halk, herkes– şeklinde seslenir bizlere…

    Hz. Muhammed Vedâ Hutbesi’ne “Ey insanlar!” diye başlar…

    “Ey insanlar! Bilmiyorum, belki de bugünden sonra burada sizinle bir daha buluşamayacağım. Allah’ın rahmeti bugün sözümü işitip onu iyice kavrayanların üzerine olsun…”

    Kadınlarla ilgili bölümde de şunları söyler:

    “Ey insanlar! Kadınların haklarına riayet etmenizi ve bu hususta Allah’tan korkmanızı tavsiye ederim. Siz kadınları Allah’ın emaneti olarak aldınız. Onların namus ve iffetini Allah adına söz vererek helâl edindiniz. Dikkat edin! Sizin kadınlar üzerinde hakkınız olduğu gibi onların da sizin üzerinizde hakları vardır.”

    “Ey insanlar! Yarın beni sizden soracaklar. O zaman ne diyeceksiniz?” deyince ashap, “Allah’ın Risâlet’ini tebliğ ettin, görevini yaptın, bize nasihatte bulundun diye şahitlik ederiz” dediler. Bunun üzerine Resulullah şehadet parmağını semaya doğru kaldırdı, sonra da insanlara doğru çevirip indirerek, “Şahit ol yâ Rab, şahit ol yâ Rab, şahit ol yâ Rab!” diye bitirir…

    Bu hitabın tarihi Milâdî 632’dir.

    Kadın Hakları Günü olarak kutlanan 5 Aralık tarihinin temeli, Olympe de Gouges’un 1791’deki Kadın ve Kadın Yurttaş Hakları Bildirgesi’ne dayanmaktadır.

    İşte bizim ve modern dünyanın Kadın Hakları konusunda çelişkilerinden birisini ortaya koyan iki kaynak: Bir yanda Kur’an ve Hz. Muhammed gerçeği, diğer yanda da 1150 yıl sonra ortaya konan bir bildirge. Acaba Kur’an’ı ve Hz. Muhammed’i anlasaydı insanlık, 1789 Fransız İhtilâli’nden sonra yayınlanan 1791’deki bildirgeye ihtiyaç duyar mıydı insanlık?

    Dünyanın gündemine aldığı ve kutladığı bu gün, ülkemizde Mustafa Kemal Atatürk tarafından 5 Aralık 1934 tarihinde “Kadınlara seçme ve seçilme hakkı” tanınmasıyla daha da anlamlı bir gün hâline gelmiştir.

    İtalya’da 1945, Fransa’da 1944, Belçika’da 1960, İsviçre’de 1971 yılında kadınlara seçme ve seçilme hakkı verilmesiyle Türkiye ve Türk kadınları bir anlamda da dünyaya örnek ve öncü olmuştur.

    1934 yılından günümüze kadar kadınlarımız, eğitimden sağlığa, yasama, yürütme ve yargıdan iş dünyasına, siyasetten ekonomiye, sanattan spora kadar hayatın her alanında başarıyla görev almışlar ve almaya da devam etmektedirler.

    “Kadın Hakları Bildirgesi ve Maddeleri”ni Google’dan okuyabileceğiniz için buraya almıyorum değerli okurlarım. Şu kadarını hatırlatayım: 1. maddede şöyle der:

    “Madde I: Kadın özgür doğar ve erkeklerle haklar bakımından eşittir.” İnancın kaynağı da bunu söylememiş mi zaten…

    Maslow’un ihtiyaç piramitinde sıraladığı: (Fiziksel ihtiyaçlar / Güvenlik ihtiyacı / Ait olma ve sevgi ihtiyacı / Değerli hissetme ihtiyacı / Kendini gerçekleştirme ihtiyacı) beş basamağın 1. basamağını gerçekleştirmeden diğerlerini inşa edemezsiniz değerli okurlarım.

    Osmanlı Devleti’nin çöküş sürecini yaşadığı son üç yüz yılında gittikçe en yukarıdan en aşağıya eriyen ihtiyaç piramitinin dibe vurduğu dönem de 93 Harbi adıyla bilinen 1877-1878 Osmanlı-Rus Harbi ile başlayan, 9 Eylül 1922’de noktalanan 40 yıllık savaşlar dönemidir.

    Bu bağlamda Mustafa Kemal Atatürk’ü ve Türkiye Cumhuriyeti Devletimizin değerli oluşu da tam da bu noktadadır. İhtiyaç piramitinin en alt basamağındaki Türk milletini kadınıyla erkeğiyle yeniden ayağa kaldırması ve piramit basamaklarını tırmandırması ve bugünlere getirmesidir.

    Kadınların güçlenmesi, toplumun güçlenmesidir. “Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün kadına verdiği değer, çağdaş haklar ve özgürlükler ile birlikte; siyasi konularda da ön plana çıkmalarının yolunu açan, kadınlara seçme ve seçilme hakkının tanınmasının 91. yıl dönümü ve 5 Aralık Dünya Kadın Hakları Günü kutlu olsun.”

    Devamını Oku

    GERÇEKTEN İNDİRİM Mİ YAPILIYOR, AKLIMIZLA MI DALGA GEÇİLİYOR?

    GERÇEKTEN İNDİRİM Mİ YAPILIYOR, AKLIMIZLA MI DALGA GEÇİLİYOR?
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Black Friday, Muhteşem Cuma, Kasım İndirimleri vs… İsimler birbirinden çok farklı ama biliyoruz ki hepsinin de tek hedefi var: Bolca tüketim.

    Kara Cuma, ABD’de Şükran Günü’nü izleyen Kasım ayının son günlerine denk gelen, cuma günü yapılan büyük indirim gününe verilen isim. Perakendeciler için 1952 yılından bu yana Kara Cuma, aynı zamanda yılbaşı alışveriş sezonunun da açılışı anlamına geliyor. Yani, vahşi kapitalizmin, tüketim manyağı hâline getirdiği bireylerin dolduruşa getirildiği gün.

    Peki Kara Cuma nasıl ortaya çıktı?

    1960’ların Amerika’sında, insanların her yıl kasımın dördüncü perşembesinde kutlanan Şükran Günü’nden sonraki ilk cuma günü başlayan ve Noel alışveriş sezonunun resmi başlangıcı kabul edilen küresel bir indirim etkinliğidir. “Black Friday” terimi, 1960’larda Philadelphia’da alışveriş nedeniyle oluşan izdiham, yoğun trafik ve kaostan alınmıştır. Alışveriş merkezlerinde yaşanan izdihamlarla anılırdı. Polisler, sağlıkçılar, satış personeli ve halka hizmet etmesi gereken herkes yorgun ve bitkin düşerdi. Gazeteler ertesi gün “Bugün tam bir felaket!”, yani “Black Friday” diyerek başlık atarlardı.

    Böylelikle “Cuma” oldu “Kara Cuma”.

    İsmini başlangıçta olumsuz bir anlam taşısa da zamanla mağazaların rekor satışlar yaptığı ve bilançolarının “kırmızıdan (zarardan) siyaha (kâra)” döndüğü günü simgeleyerek olumlu bir anlama kavuşmuştur.

    Sonrasında yavaş yavaş Amerikan eyaletlerinden tüm dünyaya yayılmıştır. 2011 yılında, indirim döneminde alışveriş merkezleri bir önceki perşembe gecesinden açılmaya başlamıştır. Hâliyle gece 24.00’te başlayan alışveriş yarışı “Kara Cuma” adının perçinlenmesine destek olmuştur.

    1980’lere kadar Amerika Birleşik Devletleri’nin bazı eyaletlerinde karşımıza çıkan bu indirim uygulaması, 2000’lerde tüm dünya mağazalarında görülmeye başlamıştır. 2010’lu yıllarda online alışverişin yaygınlaşmasıyla birlikte, mağazalardaki rekabet dijital dünyaya taşınmıştır. Online alışveriş sektöründe de, ülkemiz dâhil, tüm dünyada en az mağaza kampanyaları kadar rağbet gören bir alışveriş dönemine dönüşmüştür.

    Aslına bakacak olursak, “Black Friday” terimi ilk olarak 19. yüzyılın ikinci yarısında Amerika Birleşik Devletleri’nde kullanılmıştır. 1869 yılında Jay Gould ve James Fisk adındaki iki yatırımcının altın piyasası üzerindeki manipülasyonu (hileli yönlendirme) çöküşe neden olmuştur. Birçok küçük yatırımcının iflasıyla sonuçlanan bu manipülasyon, altın piyasasının bu kara gününü takvimlere işaretlemiştir.

    Sonra kapitalizm ya da “yeni dünya”, bu alışveriş çılgınlığını —yani felaketi— fırsata çevirmiştir.
    “Kara Cuma” sloganını kullanmaya başlamışlardır.
    “Zararı kırmızıyla, kârı siyahla yazarız,” demişler.
    “O hâlde bu gün kazancın günü olsun.”
    Ve “kara”, ticaretin dilinde paranın rengine bürünmüştür.

    Amerika’da başlayan bu çılgınlık, bütün ülkelere yayılmaya başladı ve Türkiye’ye de yetişti.
    Türk esnafı, Cuma’nın karalığına bakmadan, sevdiği bu günü hiç kaçırır mı?
    Paranın olduğu yerde, Cuma’nın “Kara Cuma” olması önem arz etmemekte…

    Bugün dünyanın neresi olursa olsun “Kara Cuma” denince aklımıza olması muhtemel olmayan indirimler, kavgalar, izdihamlar, kuyruklar, tıklım tıklım mağazalar geliyor:

    • Sabahın köründe AVM kapısında bekleyen kalabalıklar…
    • Tükenmeden almak için birbirini ezen insanlar…
    • Sosyal medyada “Son fırsat, son 3 gün!” diye bağıran kampanyalar…
    • “Zararına satışlar!”
    • “%80 indirim!”
    • “Kapanın elinde kalıyor!”
    • “Patron çıldırdı!”

    gibi akla mantığa sığmayan afişler…

    Soruyorum:
    Gerçekten indirim mi yapılıyor, aklımızla mı dalga geçiliyor, yoksa aklımız mı indirime uğruyor?
    “İhtiyacım yok ama fiyatı çok uygundu.”
    “Bir gün lazım olur.”
    Diyen milyonlar, çağımızın trajikomik fotoğrafı…

    Tüketim, ihtiyacın önüne geçti.
    Artık kimse “Lazım mı?” demiyor, sadece “Ucuz mu?” diye soruyor.
    Cuma’nın ruhuyla “Kara Cuma”nın yan yana gelişi, modern insanın bölünmüşlüğünü özetliyor.
    Yani paranın olduğu yerde “anlam” ve “anlamsızlık”; “Cuma” ve “Kara Cuma” aynı anlama gelmekte.

    Böylelikle, her durumda bizimle dalga geçen ve manevi değerlerimizi açlığımızla zedelemeye çalışan Hristiyanlar bunu da başarıyorlar.
    Tıpkı Kemal Sunal filmlerinde “Şaban”, “Recep”, “Ramazan” gibi manevi isimleri filmlerdeki saf (?) kişilere vermeleri gibi…

    Zamanla bu “Kara Cuma” oyunu, duyarlı esnaf tarafından fark edilerek Türkiye’de “Efsane Cuma”, “Şahane Cuma” gibi isimlerle yumuşatılmaya çalışıldı.
    Ama burada mesele isim değil; içimizdeki niyet karardı.
    Çünkü mesele satış değil, mesele indirim değil; indirilen insanlık.

    Türkiye ve Müslümanlar olarak bu günü geri almalıyız.
    “Kara Cuma” ismini belki “Paylaşma Günü” yapmalıyız.
    Tarihini de aralık ayının ilk cumasına çekmeliyiz.
    Bir gün boyunca alışveriş yaparak değil, aldıklarımızı yardımlaşmaya ayırarak değerlendirebiliriz.
    Sepetimizi sanal mağazalarda değil, bir ihtiyaç sahibinin sofrasında doldurabiliriz.
    Bir çocuk kitabı, bir gıda kolisi, bir tebessüm…
    Hepsi birer “gerçek indirim” olurdu: egodan, hırstan, bencillikten uzak.
    O zaman cuma, yeniden nur olurdu.
    Ve biz, indirimle değil, insanlıkla yükselen insanlar olurduk.

    Devamını Oku

    BAŞIMIZA NE GELİYORSA, BIRAKIN YAPSINLARDAN GELİYOR

    BAŞIMIZA NE GELİYORSA, BIRAKIN YAPSINLARDAN GELİYOR
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    İzninizle yazıma bir haberle başlamak istiyorum.
    İzmir’de arkadaşlarıyla Cadılar Bayramı kutlamasına giden 16 yaşındaki lise öğrencisi, etkinlik öncesi alkol aldıktan sonra fenalaşarak hayatını kaybetti.
    Bu kardeşimiz hayatını nerede kaybetmiş?
    “Cadılar Bayramı” kutlamasında.

    Modern çağla birlikte hemen her sınır silikleşti, tavsadı, zayıfladı ve daha ötesi sorgulanıp gereksiz sayıldı. “Bırakın yapsınlar, ne var bunda, canı istemiş, sen dönüp bakma, takılma, gençtir, özgürdür” ve buna benzer yaklaşımlar; sınırsız ve kaygısız, ilkesiz ve kuralsız eylemlerin mazereti hâline geldi.

    Ne garip bir bayramdır bu Cadılar Bayramı.
    Karanlıkta parlayan boyalar, şapkalı “cadılar”, yüzü bembeyaz makyajlı gençler…
    Başka bir kültürün, başka bir inancın, başka bir tarihin ürünü olan o meşhur Halloween.
    Ne yazık ki, yabancı kültürler artık sadece dizilerle, filmlerle değil; sokağımızın köşesine, gençlerimizin kalbine kadar sızmış durumda.

    Batı’nın bayramı bizim ülkemizde ne arıyor?
    Cadılar Bayramı, Hristiyanlığın erken dönemlerinde pagan geleneklerinden türeyen, sonrasında “All Hallows Eve” olarak anılan bir gelenektir. Ruhların dünyaya döndüğüne inanılan bir gece…

    Oysa bizim coğrafyamızın inanç sisteminde; cadı, ruh çağırma, ölülerin kostümle karşılanması gibi kavramlar yoktur.
    Bizde ölüyü rahmetle anar, dua eder, mevlit okuruz.
    Bir milletin bayramları, o milletin karakterini anlatır. Bizim bayramlarımızda paylaşmak vardır, birlik vardır, sevgi vardır. Ama bu tür kutlamalarda daha çok “kostüm, alkol, gösteriş ve tüketim” ön plandadır.

    Özellikle Peygamberler Şehri Şanlıurfa…
    Yüzyıllardır ezan sesiyle yankılanan, imanla yoğrulmuş bu şehirde geçtiğimiz günlerde “Cadılar Bayramı” kutlandı.
    Evet, yanlış duymadınız: Cadılar Bayramı!
    Bir zamanlar Hz. İbrahim’in ateşinin suya döndüğü bu şehirde, şimdi kanlı maskeler, bıçaklı kostümler ve korkunç makyajlarla süslenmiş bir “kutlama” yapıldı.

    Bu manzara bir eğlence değil, ruhsal çöküştür.
    Korku, kan ve dehşet üzerine kurulu bir geleneği “modernlik” diye pazarlamak, bu topraklara yapılabilecek en büyük hakarettir.
    Batı’nın “medeniyet” diye sunduğu şey, kanla yoğrulmuş barbarlıktır.
    Bugün Cadılar Bayramı maskesi takan zihniyet; dün Cezayir’de, Bosna’da, Irak’ta ve bugün Gazze ile Doğu Türkistan’da çocukları katleden zihniyetin kardeşidir.

    Onlar korkuyu eğlenceye çevirdiler; bizse o korkunun gerçekliğini mazlum coğrafyalarda yaşadık.
    Şimdi utanmadan aynı karanlığı ülkemizin kalbine sokuyorlar.
    Demem o ki; gençlerimizi bu tür tuzaklardan uzak tutmak, ebeveynlere düşüyor.
    Çocuklarınıza bazı şeylerin olmayacağını, olamayacağını anlayabilecekleri şekilde anlatın.
    Yapılan yanlışları hoş görmeyin. “Gençtir, özgürdür, zamanla düzelir.” demeyin.
    Unutmayın, çoğu zaman kaale alınmayan, görünmeyen bazı yanlışlar; ileride daha da büyük yanlışlara sebep olabilir.

    Devamını Oku

    BİZ CUMHURİYETİ HİÇ ANLAYAMADIK

    BİZ CUMHURİYETİ HİÇ ANLAYAMADIK
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Küçücük bir beylikten muhteşem bir imparatorluğa dönüşen Osmanlı Devleti, 600 küsur yıllık varlığının son günlerinde kurtlar sofrasında pay edilmeye başlanmıştı.
    Bir yanda savaşlardan bitap düşmüş bir halk, diğer yanda hazinesi boşalmış, borç batağında bir devlet. Sonuç olarak: itibarı elinden alınmış bir padişah ve artık eski gücü kalmamış, küçüldükçe küçülmüş bir imparatorluk.

    İmparatorluğun halktan, halkın da imparatorluktan umudunu kestiği günler. “Osmanlı” tebaasından olmanın vasfını kaybettiği günler.

    Yenilmiş ve ezilmiş bir halk, dağılmış bir ordu.

    Ancak:

    Artık “Bitti” denildiği anda açılan yeni bir sayfa, yazılan yeni bir tarih ve küllerinden doğan yeni bir devlet.

    Bunu nasıl başardılar? Nasıl bir ruh hali oluşturdular ki onca yıkılmışlıklara rağmen, onca yokluklara rağmen her şeyin üstesinden gelebildiler.

    Kaybedecek bir şeyi kalmamış insanların can havliyle hayata tutunmaları mıdır yoksa bu?

    Bu canlanmayı sağlayan, bu ateşi yakan kişi doğduğundan beri bugüne mi hazırlanıyordu?

    “Mustafa Kemal” olmak onun kaderi miydi?

    Mustafa Kemal, yıkılmak üzere olan ülkeyi düze çıkartacak yeni çareleri arıyordu.

    Evvela yönetim şekli değişmeliydi. Ve yeni yönetim şeklinin Cumhuriyet olmasını uygun buldu. Bunu arkadaşları ile paylaşarak gereken yasa tasarısını hazırlattı ve yapılan oylamalar sonucunda devletin yönetim şeklinin “Cumhuriyet”, devletin adını da “Türkiye Cumhuriyeti” olmasına karar verildi. Böylece 29 Ekim 1923’ten itibaren Cumhuriyet ilan edildi.

    Atatürk’ün önderliğinde, 11 milyonu köyde yaşayan 13 milyon yorgun insanla kurulmuştu Cumhuriyet.

    Ve kurucular, çağdaş bir devlet olmanın yanında büyük hedefler koymuştu.

    Peki hedef ne idi?

    “Çağdaş, laik, demokratik bir devlet” olmaktı.

    Kurucular bu hedefi koymuştu.

    Ama olmadı, olamadı.

    Çünkü:

    • Halkından korkmayan bir devlet, devletinden korkmayan bir halk idi hedef. Olmadı.
    • Şairinden, yazarından korkmayan bir devlet idi hedef. Olmadı.
      Yani kalemin silahtan tehlikeli görülmediği bir Türkiye idi hedef. Olmadı, olamadı.

    Ve hedef:

    • Bağımsız, tarafsız ve güven sağlamış bir yargı idi. Olmadı.
    • Üstünlerin hukuku yerine hukukun üstünlüğü idi. Olmadı.
    • Ayrımcılığın, ötekileştirmenin yok olması idi. Olmadı.
    • Önyargının yıkıldığı, bilinçaltının temizlendiği bir Türkiye idi. Olmadı.

    “Akdeniz’e bir kısrak gibi uzanan bu memleket bizim” diyordu Nazım.

    Ama olmadı, olamadı.

    • Çünkü 1950’den itibaren ülke toprakları ABD üsleriyle, NATO üsleriyle dolduruldu.
    • Çünkü okyanus ötesinden dost edinildi, komşularımızla düşman olundu.

    Ve de “Üç tarafı denizle çevrili, dört tarafı düşmanla çevrili bir devlet” olundu.

    En büyük hedef ne idi?

    “Yurtta sulh, cihanda sulh” idi.

    Ama olmadı, olamadı.

    • Çünkü ülke içinde bile düşmanlık bitmedi.
    • Çünkü farklılıklara karşı önyargılar yıkılamaz oldu.

    İşte Cumhuriyet’in 102. Yılında sorgulanması gereken bir Türkiye görüntüsü.

    Oysaki bu ülke Alevi-Sünni, Türk-Kürt, yani tüm farklılıkların birlikte verdiği kanlı bir savaşla kurtarılmıştı.

    Ve de Cumhuriyet, emperyal işgale karşı verilen bu savaşın üzerine inşa edilmişti.

    İşte o günleri ve o günlerin heyecanını yaşatan bu bayram, tüm halkımıza kutlu olsun.

    Devamını Oku

    SEN ÇAL KARDEŞİM, SANA HELAL OLSUN

    SEN ÇAL KARDEŞİM, SANA HELAL OLSUN
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Vefa.
    İstanbul’da bir semte adı verildi. “Şeyh Vefa”, Fatih devrinin en büyük âlimlerindendi, şeyhlerindendi.
    Akşemseddin, Molla Gürani gibi devrin önderlerindendi. Bu büyük zatın oyun yaşlarında bir oğlu vardı. Tahtanın üzerine bir çivi çakmış, su taşımaya yarayan o devrin kırbalarını deliyordu. Ahali edebinden şeyhe bir şey diyemedi uzun zaman.
    Ancak olay canlarına tak etti. Usulünce söylediler.

    Şeyh, olanları duyunca çok şaşırdı. Nasıl olur da özenle yetiştirdikleri bir çocuk böyle bir şey yapar? Bile bile haram yedirmediler. Gözlerinden sakındılar.
    Düşündü, taşındı, bulamadı.
    Olayı hanımına anlattı.
    “Senin böyle bir zaafiyetin oldu mu?”
    O da düşündü. Sonra aklına geldi.
    Hamileyken komşuya gitmişti. Sehpanın üzerinde bir kapta portakal vardı. Utandı, isteyemedi. Canı çekti.
    Komşu kadın odadan dışarı çıkınca, iğne ile portakaldan su aldı.

    Şeyh hemen hanımını helallik istemeye gönderdi.
    Kendisi de kırbası delinen esnafın zararlarını ödedi. Kendine yakışanı yaptı ve haramı kendinden uzaklaştırdı.

    Benzer birçok hikâye, kıssa var.
    Peki ya günümüzde?
    Ne yazık ki tam zıttı. Öyle bir düzen kuruldu ki, hırsızlık mübah sayıldı.

    Çocukları aldılar. Evlerde, yurtlarda baktılar.
    Besleyip büyüttüler.
    Kendi bünyelerinde yetiştirdiler.
    Haraç kestiler.
    Şantaj yaptılar.
    İnsanların üzerine kara bulut gibi çöktüler.

    Topladıkları haram paralar ile devşirdiklerini beslediler.
    Sonuç:
    Halkına kurşun sıkan insanlar.

    Bitmedi.
    Dini alet ederek, himmet adı altında para topladılar. Yapılan yardımları ceplerine indirdiler.
    Jet hızıyla mevki, makam sahibi olan bazı gözü doymazlar; jet hızıyla çalıp çırptılar.
    Yetmedi, yedi sülalelerini doyurdular.
    Türlü entrikalarla, dalaverelerle halkın parasını gasp ettiler.

    Evet, tüm bunlar bizim ülkemizde oldu.
    Peki daha neler oluyor?
    İşte onu hiç sormayın.

    İşgüzar bir adam, muhtemelen çocukları için marketten kahvaltılık çalarken yakalandı. Olacak iş değil(!)
    Kahvaltılık çalarak ülke ekonomisini zarara uğratmak ne demek? Düpedüz hainliktir bu(!)
    “Bu babayı esefle kınıyorum.” diyeceğimi sanıyorsanız, yanılıyorsunuz.

    Yoksulluk ve yoksunluk, babaların marketten yiyecek çalmak zorunda kalmalarıyla dile geliyor.
    Hatırlar mısınız? Geçtiğimiz yıllarda Antalya’da, bir baba bebeği için mama çalarken yakalanmıştı.

    Yoksulun en temel tüketim kalemlerinden biri olan meyve ve sebze, ulaşılamayacak fiyatlara tırmandığı;
    ekmeğin gramajı küçülürken fiyatının arttığı;
    akaryakıtın her an otomatiğe bağlanmışçasına zamlandığı;
    işçinin maaşı cebine girmeden eridiği Türkiye’de,
    emekçiler artık çocuklarını doyurmak için çalmak zorunda kalıyor.

    İnsanın boğazı düğümleniyor, değil mi?
    Kelimeler kifayetsiz kalıyor.
    Ne desek boş.

    İntihar girişiminde kendisini ikna etmeye çalışan polislere
    “Sen manavın önünden geçerken, meyveleri canları çekip istemesin diye montunla yüzlerini kapatıyor musun?”
    diyen babalarla dolu dört bir yanımız…

    Hırsızlık, her ne şekilde olursa olsun hırsızlıktır. Dinimizce haramdır.
    Gösterilecek iyi bir tarafı, hırsızı masum gösterecek bir yüzü yoktur.
    Ancak şöyle dönüp arkamıza baktığımızda, büyük para babalarının çaldıkları vergiler, yaptıkları yolsuzluklar, gasp ettikleri ücretleri anımsayınca…
    Asıl hırsızın o baba değil, onun cebini boşaltanlar olduğunu anlıyoruz.

    Ve evet, ortada ciddi anlamda bir suç olduğu kesin.
    Ama o suç hırsızlık değil, insanlık suçudur.

    Market sahibi hakkını helal etti mi bilemem.
    Ama etmediyse de, ben bir kısım sevaplarımdan feragat ederek diyorum ki:
    “Çal kardeşim, sen çal.”
    Helal-i hoş olsun.

    Devamını Oku

    BİR DAHAKİ ERKEK OLSUN İNŞALLAH

    BİR DAHAKİ ERKEK OLSUN İNŞALLAH
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Birleşmiş Milletler (BM) Genel Sekreterliği 2011 yılında bir karar aldı: BM’nin 66/70 sayılı önergesiyle 11 Ekim, dünya genelinde kız ve oğlan çocuklar arasında süregelen ayrımcılığı önlemek amacıyla “Dünya Kız Çocukları Günü” olarak benimsendi. Kanada merkezli olup birçok ülkede faaliyetler yürüten Plan International örgütünün “Because I’m a Girl / Çünkü Ben Bir Kız Çocuğum” adlı kampanyasının tüm dünyaya yayılması sonucunda Kanada Hükümeti’nin BM’de bu konuyu gündeme getirmesi ve Türkiye ile Peru hükümetlerinin de bu öneriyi desteklemesiyle 11 Ekim Dünya Kız Çocukları Günü kabul edildi.

    Bizler dünyaya cinsiyetlerimizle değil, insanlığımızla geliyoruz. Önce bir insan doğuyor, sonra bu insanın cinsiyeti soruluyor. Kişi, cinsiyetinden dolayı değil, yaptığı eylemlerden dolayı sınıflandırılıyor.

    Doğumu her zaman sevinçle karşılanmaz; bazılarınca erkek çocuk mutluluk verirken, “Keşke, tüh, bir dahaki erkek olsun inşallah!” denerek hayata başlayandır kız çocuğu…

    Rüyada bile ‘erkek çocuk’ hayırlı haberken, kötü haber olarak yorumlanandır kız çocuğu…

    “Kızını dövmeyen dizini döver” sözünü söyleyen atalardan gelen nesil, kendini kızının namusunu korumaya adar. Bunun için ne mi yapar? Döver, söver, sindirir, ezer; kendi hemcinslerinden kendi kızını sakınır. Ne de olsa evinin namusudur kız çocuğu…

    Kız okumaz, yazmaz, öğrenmez; doğurganlık yaşı gelince baba ocağından gidecektir nasılsa… Bir evi çekip çevirecek; eğitimi anasından alsın yeter! Hatta kendisi evcilik oynayacak yaştayken hayatla evlendirilir; yaşarken önce çocukluğu, sonra ruhu elinden alınandır kız çocuğu…

    Güler, ‘ayıp olur’; konuşur, ‘asi olur’; susar, ‘aklı ermez olur’; sorar, ‘meraklı olur’; sormaz, ‘cahil olur’… Hayatı boyunca yaptığı ve yapmadığı her şeyden ‘sorumlu’ tutulandır kız çocuğu…

    Kelime anlamını bile bilmezken, bir tutam saçının dedesi yaşındaki adamlarda uyandırdığı ‘şehvet’ için saçından; zaman geçtikçe oluşan kıvrımlarından dolayı kendi vücudundan utanır olur. Karşı cinsi ayartmasın, aman günah olmasın diye kapatılandır kız çocuğu…

    Dörde kadar ‘helal’, başlık parasına ‘satılık’, başka bir kıza ‘kuma’ olan; anasının ‘gözünün nuru’ iken başka bir adamın ‘elinin kiri’ oluverendir kız çocuğu…

    Yatakta iki damla kanı akmadı diye canı alınan, namusu temizlenmesi gereken, cinayeti ‘intihar’ diye geçiştirilen; kimliği bile çıkarılmadan, nüfusa dahi geçmeden mezara konan zavallıdır kız çocuğu…

    Dağda, bayırda, tarlada çalıştırılırken güçlü, becerikli; okumaya, çalışmaya gelince beceriksiz, aciz görülüp eve kapatılandır kız çocuğu…

    Kendi ilkel zihniyetlerine ölçü koyamayanların, etek boyuna göre ahlakına ölçü verdikleri; kendi vicdanlarını insanlığa gömenlerin; o küçücük bedenlerine sahip olup, masum ruhlarını ömürlerine gömdükleridir kız çocuğu…

    “Erkek gibi koşup oynayamazsın, sen kızsın; bu saatte sokakta kalamazsın” diye oyunlarıyla birlikte hayalleri de sınırlanan; önce duyguları, sonra düşünceleri yok edilen, “Saçı uzun, aklı kısa” denendir kız çocuğu…

    Ne yazık ki ülkemizde hâlâ bu dramlar yaşanıyorken, geçen yıl 27 bin kız çocuğu evlendirilmişken, kız çocukları ‘tecavüzcüsüyle evlendirilmeye’ çalışılırken; dünyada erkek çocuklar için iş-eğitim oranı 1/4 ve kız çocuklar için bu oran 1/10 iken, bu zalim savaş dünyasında çocuğa, kadına şiddet, tecavüz, cinayet oranı gitgide artıyorken…

    Tabii ki ülke olarak biz de geri kalmayalım! Her an hayatımıza bir yenisi eklenmeye çalışılan bir ‘günü’ daha coşkuyla kutlayalım:

    11 Ekim Dünya Kız Çocukları Günü kutlu (!) olsun!

    Devamını Oku

    ANNE-BABA HAKKI ÖDENMEZ PARANIZI CEBİNİZE KOYUN

    ANNE-BABA HAKKI ÖDENMEZ PARANIZI CEBİNİZE KOYUN
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    “Gençlik dediğin kitap okunmuş artık
    Eyyamı bahar uzaklaşmış kış artık
    Bir neşeli kuştu gençlik fakat heyhat
    Gelmiş, konmuş, ötüp de uçmuş artık”

    Ömer Hayyam

    Her canlının yaşamında belli evreler vardır. Her canlı doğar, gelişir, yaşlanır ve kendine yaşam hakkını verene geri döner. Öncelikle doğan her çocuk için sevinir, çığlıklar atar, Allah’a şükürlerle o gelişi karşılarız. Hiç düşünmeyiz ki bu doğan kişi yaşadığı zaman zarfında nelerle karşılaşır, karşılaşacağı zorlukları aşabilir mi, yoksa ona yenik mi düşer diye. Yani başta ağlayacağımız duruma gülerken, sonunda kendimizi göz yaşlarına boğarak, hıçkıra hıçkıra ağlarız. Ne çare ki, ne giden zamanı, ne de gideni geri getiremeyiz. Bırakın geri getirmeyi, kendi sonumuzun da aynı olacağını hiç ama hiç düşünmeyiz. Zannederiz ki hayat hep böyle devam edecek. Yaşlı kişi de aynısını düşünmüştü. Ancak hiçte düşündüğü gibi olmadığını, ancak yaşlanınca öğrendi.

    Atalarımız, “Yaşlılık kapıya konulacak şey değildir” derken, çoğu gençin gülüp geçtiği görülür.
    Öyle ki, biz de yaşlanacağız, elden ayaktan düşeceğiz, yardıma muhtaç hale geleceğiz diye düşünmez, hatta yaşlılarla “dinozor”“bunak” diye alay edilir. Deneyimlerinden yararlanmak, ilgi ve sevgiyle saygı göstermek akla gelmez. Yaşlı iş başında ise, bir an önce emekli olsa ya da ölse de, yerine ben geçsem diye gözlerinin içine bakılır.

    İster kabul edin, ister etmeyin — birçoğumuz yaşlılara saygıyı, hürmet etmeyi unuttuk. Yaşlı tecrübelerinden faydalanmayı, onun yorgun ve güçsüz haliyle dalga geçilen bir oyuncak olmayıp, insan olduğu gerçeğini unuttuk. Yaşlıyı küçümseyip, hakir görmek ve ona hakaret etmek, ne adap, ne edeb’e sığar, ne de inançlarımızla bağdaşır. Zannetme ki bugün yaptığın çirkinlik yanına kar kalır; unutma ki, misliye sana geri döner. İşte o zaman “eyvah” dersin ama iş işten çoktan geçmiştir. Anne ve babalara nasıl davranılması, nelere dikkat edilmesi gerektiğini, çeşitli yerlerden ve uzmanlardan araştırarak, ileride “eyvah” dememeniz için sizler için yazıyorum.

    Yaşlı anne ve baba için öncelikle neler yapmalıyız?

    Öncelikle ilaçlarına odaklanmalıyız. Şeker hastalığı, eklem romatizması, duyma, hafıza sorunları, kalp damar problemleri, inme gibi rahatsızlıklar, ileri yaşta sıklaştığından, bu sorunlara karşı önlem almanız ve doğru bir tedavi planı oluşturmanız gerekir.

    Tedavi amaçlı verilen ilaçların kullanımını, bizzat yapmanızda yarar var. Ne de olsa yaşlı insanlar, ilaçları karıştırıp, ilaçtan fayda yerine zarar görebilir. Baston, gözlük, duyma cihazı gibi aletlerin, yakınınızın yaşamına kolaylık katacağını ve yaşam kalitesini artıracak küçük ama önemli yardımcılar olduğunu unutmamalısınız. İlerleyen yaşla birlikte oluşan kilo kaybının — hafıza sorunlarından depresyona, kalp yetmezliğinden kansere kadar — çeşitli sağlık sorunlarının ilk göstergesi olabileceğini bilin.

    Yakınınız kilo veriyorsa, mutlaka doktora gitmesi için onu teşvik etmelisiniz. Ve gerekirse, doktora kendi ellerinizle götürmelisiniz. Belki size “yük olmak” istemeyecektir. Bu hususu da göz önüne alarak, doktor işini ihmal etmemelisiniz. Kişisel temizliğine dikkat etmeyen, kıyafetlerini değiştirmeyen, evini toplamayan ve temizlemeyen kişilerde hafıza sorunları veya depresyon olabilir. Duş almak, dişlerini fırçalamak, giyinmek gibi günlük aktiviteler de iyi bir ipucudur. Yakınınız bu tür yaşamsal aktiviteleri yerine getiremiyorsa, sorunun ne olduğunu anlamak için mutlaka doktora başvurmalısınız. Ve bu aktivitelerin yaşlılar tarafından yerine getirilip getirilmediğini, uzaktan da olsa kontrol edip, yerine göre uyararak, yapmalarını sağlamalısınız.

    Aile bireyinizin duygusal durumunu da incelemelisiniz. Herkesin zaman zaman kendini mutsuz, çaresiz, endişeli veya değersiz hissettiği zamanlar olsa da, yaşlılarda depresyon sık yaşanan bir sorundur ve çoğunlukla da fark edilmez. Yakınınızın arkadaşlarıyla iletişimi koparması, sürekli evde kalması, hiçbir hobi veya aktiviteyle ilgilenmemesi, uyarıcı işaretlerdir. Bu durumda tıbbi yardımda başvurmalısınız. Ve mutlaka, kendi akranlarıyla, eski arkadaşlarıyla ilişkilerini koparmasına müsaade etmemelisiniz. Bu ilişkilerin, karşılıklı ziyaretlerle sağlanmasına çalışmalısınız.

    Yapmak istediği hiçbir işe müdahale etmeden, kendisine bir uğraş bulmasına katkı sağlamalısınız. Yaşlılarınıza, kesinlikle yaptığınız işi satmayınız, bağırıp çağırmayınız. Her yaptıkları harekete, biraz hoş görüyle yaklaşınız. İnanın, bu sonuçtan herkes memnun olacaktır.

    Tüm büyüklerimizin 1 Ekim Dünya Yaşlılar Gününü kutluyor, sağlıklı ve mutlu bir yaşam diliyorum.

    Devamını Oku

    ÇAĞIN HASTALIĞI ALZHEİMER’İ UNUTMAYALIM

    ÇAĞIN HASTALIĞI ALZHEİMER’İ UNUTMAYALIM
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Hay Allah! Ne yazacaktım ben?
    Bir dakika şimdi hatırlayacağım.
    Neydi, neydi, neydi. Hah buldum.
    Offf yine unuttum.
    Neyse!
    Anlatacaklarımı boşverin. Beni tanıyanınız var mı içinizde?
    Kimim ben. Adım neydi benim unuttum.
    Lütfen evime götürün beni. Evim nerede bilmiyorum.
    Unuttum. Kahretsin her şeyi unuttum.
    Merhaba sevgili okurlarım.
    Eylül ayı, tüm dünyada “Alzheimer Farkındalık Ayı” olarak anılmaktadır.
    Bugünkü röportaj konusu olan Alzheimer hastalığının nasıl bir illet olduğunu, Alzheimer hastalığına yakalanmış bu tarz unutkanlıkların bin beteriyle baş başa çaresiz kalan insanların yaşadığı dramı düşünün istedim.
    Lütfen bugün hepiniz sadece bir dakika, bu konu üzerinde düşünün.
    Anneniz veya babanız. Siz de olabilirsiniz.
    Bir sabah uyandığında ayakkabılarını nasıl bağlayacağını unutmuş. Bağcıkları ardından sürünerek giderken, bir vitrin camında gördüğü kendi yüzünü anımsayamadan: sanki bu kişiyi tanıyorum: çıkaracağım. Adı neydi? diye kendi kendine konuşuyor. Gecenin bir yarısı kalkıp öylece şehrin sokaklarında yürüyüp kayboluyor! Üç yaşında bir çocuk kadar masum, savunmasız ve bir o kadar garip.
    Düşünün ki en sevdiğiniz yanınızdadır ama o bir yabancıdır artık.
    Peki bu kadar ciddi bir hastalığı ne kadar tanıyoruz? Hastalık hakkında neler biliyoruz?
    Öğrenmek istiyoruz değil mi? O halde hemen röportajımıza geçelim.
    Bugünkü röportaj konuklarım Nöroloji Uzmanı Uz. Dr. Ali Yavuz SERTPOLAT ve Alzheimer hastası yakını Mehlika GİRGİN.


    “Annemiz bizim cennet kokumuz”

    — Merhaba Mehlika Hanım. Röportajımıza sizinle başlamak istiyorum. Kısaca kendinizden ve hastanızdan bahseder misiniz?
    Öncelikle Merhaba. Ben Mehlika GİRGİN, 33 yaşındayım. İzmir’de yaşıyoruz. Eski güvenlik görevlisiyim… Annem Gülten GİRGİN, 55 yaşında emekli. Kendi döneminin çocuk işçilerinden. 11 yaşında iş hayatına atılmış, 16 yaşında sigortalı işçi olmuş, 18 yıl İzmir’de Taç Sanayi (eski adı Hacı Bey) fabrikasında işçi olarak çalıştı ve 33 yaşında emekli oldu.
    Bir de kız kardeşim var. İsmi Gülçin GİRGİN, kendisi 30 yaşında ve güvenlik görevlisi olarak çalışmakta.

    — Annenizin hastalığı tam olarak nedir?
    Annemin hastalığı Erken Yaşta Hızlı İlerleyen Demans. Doktorlar tam olarak bize böyle bir açıklamada bulundu. Biz çok doktor gezdik, çok hastane, özel klinik dolaştık. İlk önce ağır depresyon geçirdi ve ağır depresyon en sonunda demansı tetikledi ama anneminki ne yazık ki hızlı ilerleyen türünden.

    —Sizinle röportaj öncesi konuştuğumuzda annenizin geçmişte yaşadığı bazı travmalardan bahsettiniz. Neydi o travmaların sebebi? Okurlarımızla paylaşmak ister misiniz?
    Annemin yaşadığı travmalar, daha önce de söylediğim gibi ağır depresyon. O da babamız tarafından hem anneme, hem de bize uyguladığı şiddete bağlı. Şiddet derken hem psikolojik hem de fiziksel şiddetti.

    — Babanızın, annenize sık sık şiddet uyguladığını ve bu şiddet esnasında birçok kez kafasına darbe aldığını söylediniz. Annenizin kafasına aldığı darbeler hastalığı tetiklemiş olabilir mi? Doktorunuz bu konu hakkında ne düşünüyor?
    Evet, hem fiziksel hem de psikolojik şiddet mağduruyuz maalesef ki. Öyle ki her anımızda, doğum günlerimiz dahil, hayatımızın her anında şiddet gördük. Normal insanlar, hatta karı kocalar uyandıklarında “Günaydın” diyerek güne başlarken, bizler en kallavi (gün yüzü görmemiş) küfürleri duyarak güne başlardık. Annemin hastalığının tetiklenmesi konusuna gelince, şiddet baskı ağır depresyonu, ağır depresyon da demansı tetikledi demişti. Dediğim gibi biz çok hastane ve doktor dolaştığımız için bazı doktorlar ise beynine aldığı darbelerin sonucu olabileceğini söylemişti.

    — Hastalığın hangi evresindesiniz?
    Annemin hastalığının evresini tam olarak bilmiyoruz maalesef ki, sadece çok hızlı ilerlediğini biliyoruz ve palyatif bakım merkezinde yattığımız dönemde gelen nöroloji doktorumuz ise yoğun bakım sürecinin hastalığını bir kat daha ilerlettiğini söyledi.

    –Hastalık sürecinde sizi en çok zorlayan ne oldu?
    Öyle kötü bir depresyon geçirdik ki banyo yapmak istemezdi, üzerindeki kıyafetleri değiştirmek istemezdi. Öyle ki ilk etapta ancak 15 günde bir üzerindeki kıyafetleri değiştirebiliyorduk. Tabii o da nasıl tarif edeyim, ısrar kıyamet, bağırış çağırış şeklindeydi. Üzerini değiştirene kadar hep bağırırdı. İstemediği için yemek yer-di, yemekte hiç sıkıntı olmadı ama giyim ve banyo konusunda çok uğraşırdık.

    —-Alzheimer hastalığı sadece yakalanan kişinin değil, yakın çevresindekilerin hayatını da olumsuz etkiliyor. Bu zor süreci hem hastanızın hem de kendinizin günlük yaşamını kolaylaştırmak adına ne tür tedbirler alıyorsunuz?
    Şöyle söyleyeyim, benim annem Demans hastası ve onu rahat ettirmek için elimizden gelen her şeyi yapıyoruz. Annemiz için kaliteli ve iyi bir yatakta uyusun ve yaşamını devam ettirsin diye hastane yataklarından aldık. Bası yarası için kaliteli havalı yatak aldık, yeter ki yarası çabuk toparlansın diye. Kaliteli yemek yedirmeye çaba gösteriyoruz. Bizim etkilenmemiz için ise kız kardeşim zaten çalışıyor, arkadaşları ve memurları ile vakit geçirebiliyor. Benim de günlük sokağa çıkabilmem için bakkal, market işlerini bana yaptırıyor ki ben de kısa da olsa sokağa çıkıp hava alabiliyorum…

    — Alzheimer hastası yakınlarının en sık karşılaştıkları sorunlar nelerdir?
    Şöyle söyleyeyim, en büyük sıkıntımız ilk başta yalnızlık. Çünkü Demans hastalığını, tabiri caizse bulaşıcı bir hastalık geçiriyormuşuz gibi herkes çevremizden kaçtı. Sadece uzak akrabalar değil, en yakınlar bile. Kimi hastaların evlatları, çocukları bile o hastalardan uzak duruyor. Bizde öyle bir durum yok, ömrümüz yettiğince annemizin yanında olacağız çünkü o bizim cennetimiz, cennet kokulumuz, vatanımızdır.
    İlk etapta yalnızlık, ardından da yaşanılan en büyük sorun devletimizin kollarına ulaşamamak. Evde bakım hizmetlerine rahatlıkla ulaşamıyoruz, ulaştığımızda ise çıkan sonuçlar için geri dönüş yapılmıyor.
    Birçok Alzheimer hastasında belli bir zaman sonra bası yarası oluşur. O yaraları temizlemek, pansumanını yapmak çok zor. Eve gelen ekipler bizi genç görüyorlar ve pansumanı bizim yapmamız gerektiğini söyleyerek gidiyorlar. Ama unuttukları bir şey var ki, biz hasta yakınları pansuman uzmanı değiliz, evrelerini bilemiyoruz, bu konuda gerçekten yardıma ihtiyacımız oluyor. Belediyelere de kolaylıkla ulaşamıyoruz yardım talebinde bulunmak için ve bazı belediyelerin yaş sınırı var. Yatalak hastalar için yaş sınırı olmaması gerekiyor. Tecrübe gerekiyor bu hastalara bakma konusunda ve devlet görevlileri de hasta yakınlarına bu konuda yardımcı olmuyor ya da bizleri genç gördükleri için yardımı reddediyorlar…

    Mehlika Hanım’ın annesine ve tüm Alzheimer hastalarına geçmiş olsun diyor ve hemen Alzheimer hakkında merak ettiklerimizi sormak üzere hocamız sayın Uz. Dr. Ali Yavuz SERTPOLAT’a dönmek istiyorum.


    “Her Alzheimer hastası demans hastasıdır, ama her demans hastası Alzheimer değildir”

    —Merhabalar. Kısaca sizi tanıyabilir miyiz?
    Uz. Dr. Ali Yavuz SERTPOLAT, 42 yaşındayım, evliyim, 1 erkek çocuk babasıyım. Gaziantep Özel DEFA LIFE Hastanesi’nde Nöroloji uzmanı olarak çalışmaktayım.


    — Alzheimer hastalığı anlayacağımız şekliyle nedir?
    Genellikle 60 yaş üstü kişilerde görülen, beyindeki sinir hücrelerinin zamanla ölmesine bağlı hafıza kaybı ve genel anlamda bilişsel fonksiyonların azalmasıyla ortaya çıkan tıbbi duruma Alzheimer hastalığı denir.


    — Alzheimer ve Demans arasında ne fark vardır?
    Demans ve Alzheimer hastalığı aynı şey değildir.
    Demans hastalığının birçok çeşidi var. En sık görülen demans türü ise Alzheimer hastalığıdır. Demans bir ana başlık, Alzheimer hastalığı ise sadece altındaki çeşitlerden birisi. Her Alzheimer hastası aynı zamanda demans hastası ama her demans hastası aynı zamanda Alzheimer hastası değildir.


    —- Peki bu hastalığı tetikleyen nedenler neler?
    Depresyon, stres, kısıtlı sosyal ilişkiler, sigara, özellikle erken yaşta başlayan hastalıkta genetik faktörler, diyabet, hipertansiyon, kolesterol yüksekliği, yaşlılık, düşük eğitim seviyesi, Down Sendromu, tekrarlayan kafa travmaları, geçirilmiş kalp krizi öyküsü, kalpte ritim problemi, alkol kullanımı ve de obezite diğer suçlanan risk faktörleri olarak sayılabilir.


    — Stres burada nerede duruyor?
    Stres bu hastalıkta çok önemli bir yer tutuyor.
    Özellikle baş edemediğimiz, kronikleşen stres bu hastalığa yakalanma riskini artırıyor.
    Kronik stresin etkisi beyinde en çok “hippocampus” adı verilen ve hafızanın saklandığı, oluştuğu ve yönetildiği kısımda görülüyor.
    Alzheimer hastası kişilerin hippocampus bölümünde bulunan hücrelerin öldüğü bilinmektedir.
    Kronik stres ise beyinde hücrelerin ölümüne neden olarak özellikle yaşlı kişilerde geri dönülemez hasarlar bırakmaktadır.


    — Alzheimer Hastalığı tam olarak nasıl başlıyor?
    Hastalık unutkanlık şikayeti ile başlar.
    Hastalığın en önemli ve ilk bulgusu unutkanlıktır.
    Alzheimer hastası yakın geçmişteki bilgiyi, kişileri ve olayları unutur.
    Hastalık ilerledikçe kişi daha sık unutmaya başlar ve bu bilgileri hatırlayamaz.
    Unutkanlık, hastalığın ilk dönemlerinde basit unutkanlıklar şeklinde başlar. Daha sonra hastalığın evresine göre ilerler.


    — Zaman içinde hastanın yaşamında ne gibi değişiklikler oluyor?
    Alzheimer hastalığı ilerledikçe hastanın günlük yaşam aktiviteleri bozulur. Hastaların çoğu günlük işlerini planlayamaz ve tamamlamakta güçlük çeker. Yemek pişirmek, giysi seçmek ya da telefonla konuşmak gibi basamaklı işleri yapmakta zorluk yaşamaya başlarlar. Hasta geçmişte iyi yaptığı becerilerini kaybeder.
    Örgü öremez, çivi çakamaz, yemek yapamaz, enstrüman çalamaz, tuvalete gidemez, banyo yapamaz, yemek yiyemez, kaybolmalar başlar, para hesabı yapamaz, alışveriş yapamaz, idrar ve gaitasını altına veya evin değişik yerlerine yapar.


    — Birçok hastalıkta olduğu gibi Alzheimer için de erken tanı önemli diyebilir miyiz?
    Evet, erken tanı birçok hastalıkta olduğu gibi Alzheimer hastalığının tanısında da çok önemli bir yer tutuyor.
    Hastalığın yavaşlatılması ve hastanın yaşam kalitesinin düşmemesi açısından erken tanı önemlidir. Bu, uzun dönem araştırmalar ile kanıtlanmıştır.
    Alzheimer hastalığının erken tanısı; geri dönebilir semptomların (bellek problemleri, uyku bozukluğu, algı bozukluğu vb.) tedavisi için şans verir.
    Hastalığa eşlik eden psikiyatrik sorunların (depresyon, ilgisizlik, aşırı telaş, suçlama, yanılsama, vb.) erken dönemde anlaşılmasını; tanı ve tedavi için bir şans verilmesini sağlar. Bu problemlerin hastadan değil hastalıktan kaynaklandığını bilmek, hasta yakınlarının ve toplumun hastalığı kabullenmelerini kolaylaştıracaktır. Keza bu sorunların erken tanısı ve tedavisi ile hastalığa bağlı hastaneye yatış olasılığı azalacaktır.
    Erken tanı, hastaya ve yakınlarına mali hesapları planlama, hayat akışına dair doğru kararları verme ve hukuki açıdan gerekli önlemleri alma gibi konularda fırsat verecektir. Bu dönemde aile bireyleri, hastanın da görüşünü alarak, gelecekte yaşanacak önemli kararları birlikte erken dönemde alabileceklerdir.


    — Bu hastalığın herhangi bir tedavisi var mı? Varsa nasıl bir tedavi şekli uygulanıyor?
    Günümüzde hastalığın tam bir tedavisi olmasa da belirli bir süre ilerlemesinin durdurulması ya da yavaşlatılması mümkün.
    Kullanılan bazı ilaçlarla, hastanın kendisine ve çevresine zarar vermesi önlenebilir.
    Hastanın yaşam kalitesi korunur ve kendine daha uzun süre bakabilmesi sağlanır.
    Depresyon, huzursuzluk, uykusuzluk gibi ruhsal bozuklukların tedavisi için de uzun zamandır kullanılan çok sayıda etkili ve güvenilir ilaçlar mevcuttur.
    Alzheimer hastaları için ilaç tedavisinin yanı sıra, özenli bir bakımın da önemi büyüktür.
    Hastalık ilerledikçe, günlük yaşamda daha fazla yardım ve güvenlik ihtiyacı doğar.


    — Alzheimer’dan korunmanın yöntemleri var mı?
    Evet vardır. Bunları kısaca özetlersek:
    Hastalıktan korunmada zihinsel canlılığı sağlayan egzersizler önerilebilir.
    Okumak (gazete, kitap vs.), kişinin okuduğunu, öğrendiğini, gün içinde yaşadıklarını anlatması, yakınlarıyla paylaşması oldukça önemli.
    Ayrıca strateji ve muhakeme gerektiren oyunlar oynanmalıdır (Briç, sudoku yararlı olabilir).
    Sigara ve alkol kullanımının bırakılması hastalık riskini azaltabilir.
    Sağlıklı beslenme, trans ve doymuş yağ oranının azaltılması, sebze, bakliyat, tahıl ve meyve tüketilmesi, vitamin E ve vitamin B12 alınması ve fiziksel aktivitenin devamlılığını tavsiye edebiliriz.
    Uzun süre TV seyretmelerini önermiyoruz.


    — Alzheimer neden ve nasıl ölüme sebep olur?
    Alzheimer hastaları, hastalığa bağlı komplikasyonlar sonucu hayatını kaybetmektedir.
    Zaman içerisinde Alzheimer hastaları yutkunma, öksürme ve nefes alma gibi bizi hayatta tutan doğal reflekslerini kaybederler. Tat alma, konuşma ve hareket etme yetileri de zayıflar ve yok olur. Alzheimer hastalarında en sık rastlanan ölüm sebebi, yutma refleksi kaybına bağlı olarak gıdaların akciğere kaçıp nefes alamamasıdır. (Boğulmaya bağlı) Bu durum, hasta çiğneme ve yutkunma yetisini kaybettiğinde, yiyeceği soluk alırken içine çekmesi sonucunda yaşanır. Soluk borusuyla vücuda giren yiyecek veya içecek akciğerlere yerleşir. Normalde sağlıklı bir insan kuvvetli bir öksürük ile bu besini dışarı atabilir. Ancak Alzheimer hastalarının sıfıra yakın bilinç halleri sebebiyle vücutları bu hareketi yapmaları gerektiğini anlayamaz. Alzheimer hastaları yardımsız hareket etme yetisini kaybettiğinden genelde yatağa bağlı bir şekilde yaşamak zorunda kalırlar ve uzun süreli hareketsizliğe bağlı inme (felç), kalp krizi ve yatak basısına bağlı yaralardan dolayı gelişen enfeksiyonlardan ölürler.


    —- Neredeyse her gün onlarca Alzheimer hastası sokaklarda evinin yolunu bulamadığı için kayıplara karışıyor. Hasta yakınlarına bu konuda ne önerirsiniz?
    a- Kaybolma olasılığına karşı hastanın üzerinde bileklik, kolye, giysi etiketi vb. gibi aksesuarları bulundurmalarını öneririm.
    b- Parmak izi sistemini öneririm. (Emniyet Genel Müdürlüğü, kaybolma ihtimaline karşı, isteyen Alzheimer hastalarının parmak izlerini ve adres, telefon gibi kişisel bilgilerini kayıt altına alıyor.)


    — Hastanın sosyal çevreden kopuşu ve içine kapanmasının önüne nasıl geçilebilir?
    En fazla yapılan yanlış, hastanın sosyal çevreden izole edilmesidir ki bunu yapmayalım. Tam tersi, hastamız ile birlikte vakit geçirelim, nereye gidersek hastamızı da birlikte götürelim. Onu bir odaya kapatıp TV’nin karşısında vakit geçirmesine müsaade etmeyelim. Hastamıza gülümseyip elini tutup, şefkatli davranalım. En ileri evrede bile hastanın sevgiye, şefkate ihtiyacı vardır. Ellerini tutmak, ona sarılmak veya sadece onunla oturmak bile onun çevreyle olan iletişiminin devam etmesine katkı sağlayacaktır.


    — Alzheimer uzun yıllar sürebilen ve bu uzun zorlu süreçte hasta yakınlarını bir hayli yoran bir hastalık. Hasta yakınlarının daha sabırlı, daha sağlıklı düşünebilmeleri için bir uzmandan yardım almaları gerektiğini düşünüyorum. Ne yapmalılar, kimden yardım almalılar?
    Yardım almak istemeyenler neler yapmalılar?
    Evet, bir uzmandan yardım almaları gerektiğini düşünüyorum.
    Türkiye Alzheimer Derneği’ne veya bu konuyla yakından ilgilenen nöroloji doktoruna başvurabilirler.
    Hayatın sadece hastanızdan ibaret olmadığını unutmamak lazım, hasta yakını ne kadar iyi olursa hastasına o kadar iyi yardımcı olabilir.
    • Alzheimer’lı kişiye baktığımız zaman kendi ihtiyaçlarımızı da dikkate almamız gerekir.
    • Diğer aile fertlerini de baştan itibaren bakıma dahil etmeliyiz.
    Böylece tüm sorumluluk bizim üzerimizde olmaz.

    Devamını Oku

    17. CADDEDEN ÇIKAN EMİRLER

    17. CADDEDEN ÇIKAN EMİRLER
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Bir yandan idam sehpasına gidenler… Diğer yandan kin, nefret ve öfkeyle onları idam sehpasına götürenler…
    Ve toplum vicdanında asla kabul görmeyen ve de asla unutulmayan idamlar…
    Ve de “Bir sağdan, bir soldan” diyen bir zihniyetle yapılan idamlar…

    Resmî bilgilere göre 1920-1984 arası, 15’i kadın toplam 712 kişi idam edilmiştir.
    Bunun 438’i 1922-1950 arası, 38’i 1950-1960 arası, 77’si 1960-1970 arası, 16’sı 1970-1980 arası ve 49’u 1980-1984 arası yapılmıştır.

    Son idam 1984’te yapılmış; kaldırıldığı güne kadar da başka idam uygulanmamıştır.
    Ve DSP-MHP-ANAP koalisyonu döneminde, “savaş ve savaş tehdidi hallerinde işlenmiş suçlar hariç” olmak üzere 3 Ağustos 2002’de idam cezası kaldırılmıştır.

    Ülkemizde idam dendi mi akla ilk gelen isimler, Deniz Gezmiş ve arkadaşları; Adnan Menderes ve arkadaşları olur.
    Adnan Menderes; 10 yıl Başbakanlık yapmış, 27 Mayıs darbesiyle devrilmiş, yargılanmış, 1961 yılının 17 Eylül günü İmralı Adası’nda idam edilmişti.
    Bir gün önce de iki bakan arkadaşı, Fatin Rüştü Zorlu ve Hasan Polatkan idam edilmişti.

    Adnan Menderes ile Fatin Rüştü Zorlu ve Hasan Polatkan’ın idam edilmelerinin yıl dönümü kara bir leke… Ama emrin 17. Caddeden geldiğini hepimiz biliyoruz.

    ABD’de Beyaz Saray, 17. Cadde üzerindedir.

    Maraş Olayları: 17 Aralık’ta çıkarıldı.

    Yargı darbe girişimi: 17 Aralık – 17-25 Aralık, unutmadık.

    150 yıllık yakın tarihimize baktığımızda, her ayın 17’sinde ABD’nin parmağı olan bir olay yaşanmıştır. Sadece Türkiye’de mi? Elbette değil, dünyanın her köşesinde 17. Cadde hatırlatması yapılmıştır.

    Adnan Menderes’in idamı 17 Eylül’dedir. Ama Londra’ya giderken yaşadığı uçak kazası 17 Şubat’ta olmuştu. Mucize eseri kurtulmuştu.

    Marmara Depremi 17 Ağustos’ta oldu.

    Kullandığı silahla kendisini dünyaya tanıtan Mehmet Ali Ağca, Papa II. Jean Paul’u tam saat 17.17’de vurdu. Ama esas olan, o tabancanın tanıtımıydı!

    Önemli bir hareketin lideri olan Gandhi de evinin bahçesinde saat tam 17.17’de vuruldu.

    29 kişinin öldüğü Ankara’daki bombalı saldırı 17 Şubat’ta gerçekleşti. Gözler Beyaz Saray’ın 17. Caddesine çevrildi. PKK’ya silah ve patlayıcı sağlayan ABD yandaşları gündeme geldi.

    17 Ekim’de Hakkâri Yüksekova saldırısı…

    Tesadüf mü, değil mi? Karar sizin. “Tamamen tesadüf” denilse de sansasyonel olayların 17’sinde yaşanması kafaları karıştırmıyor mu? Ben de iki gündür yazayım mı, yazmayayım mı diye düşünüyorum…

    Dünyada da derin iz bırakan olayların ayın 17’sinde gerçekleştiğini görünce dikkatimi çekti. Türkiye’de öyle, dünyada da öyle… 17. Caddeden çıkan sinyaller…

    Alparslan Aslan, 17 Mayıs 2006’da Danıştay’ı kana buladı.

    1912 – Bulgaristan, Yunanistan ve Sırbistan bir araya gelerek Osmanlı Devleti’ne karşı savaş açtı. Kimin desteği ile? Elbette “17” seçildi.

    1919 – Batı Trakya’daki İskeçe kasabası, Yunanlılar tarafından işgal edildi.

    Bunlar gibi yüzlerce olayın ayın 17’sinde olması bir tesadüf olabilir mi?

    17 Eylül’de: Menderes, Zorlu ve Polatkan’ın sırf milleti “terbiye etmek” amacıyla idam edilmeleri, demokrasimizin karanlık sayfalarından biridir! Emri kim verdi, ona bakın: 17. Cadde.

    Merhum Başbakan Adnan Menderes ile Fatin Rüştü Zorlu ve Hasan Polatkan’ın idam edilmelerinin altında yatan gerçeklere iyi bakmak gerek.

    17 Eylül sebebiyle, Türk demokrasisinin bu önemli şahsiyetlerine Allah’tan rahmet diliyorum.

    Devamını Oku

    İNSANLIĞIN ÖLDÜĞÜ YER: DİYARBAKIR 5 NOLU CEZAEVİ

    İNSANLIĞIN ÖLDÜĞÜ YER: DİYARBAKIR 5 NOLU CEZAEVİ
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    12 Eylül’den amaç, “kardeş kanını durdurmak” denilmişti.

    • Ama önce kardeş kardeşe düşman edildi.
    • Sonra kardeş kanı dökülmeye başlandı.
    • Yetmedi… Sokak katliamları yaşandı.
    • Yetmedi… Çorum’da, Maraş’ta daha büyük katliamlar yaşandı.

    Ama kardeş kanı döken kurşunun arkasındaki irade görülmedi, sorulmadı. Darbeciler de bu iradeyi görmedi ve de sormadı. Çünkü önlerine böyle bir Türkiye haritası sergilenmişti.

    Ve de onlar, böyle bir felaketten vatanı kurtardığını sanarak ülkeyi bir cezaevine çevirmişlerdi. Hem de Atatürk ve Cumhuriyeti korumak, kollamak adına!

    Ve Atatürkçülük gölgesinde 12 Eylül darbesi ile:

    • Ülke açık ve kapalı bir cezaevine dönüştürüldü.
    • Sağcı-solcu gençler cezaevlerine dolduruldu.
    • “Eşitlik olsun diye bir sağdan astık, bir soldan” diyerek soldan Necdet Adalı, sağdan Mustafa Pehlivanoğlu ile başlayan idam sehpaları kuruldu.
    • Ve Atatürkçülük adına, 17 yaşındaki Erdal Eren’in yaşı büyütülerek idam edildi.

    12 Eylül cuntası döneminde Türkiye’de istisnasız bütün cezaevlerinde yoğunlaşmış bir baskı, işkence ve yıldırma politikası uygulandı.

    12 Eylül darbesinin ardından, 1980-1984 yılları arasında Diyarbakır 5 No’lu Askeri Cezaevi’nde ise buna ek olarak, özel bir politikayla insanların etnik/ulusal kimliklerini ve dillerini aşağılama ve yok etme hedeflendi. Baskı ve işkencenin keyfiyet derecesi katmerli bir şekilde artırıldı.

    Diyarbakır 5 No’lu Askeri Cezaevi’nde uygulanan işkence yöntemlerinin çeşitliliği ve dozunun aşırılığı, uygun koşullar sağlandığında, 12 Eylül darbecilerinin topluma ve halka yönelik baskı, işkence ve terör politikalarının sınırsızlığından öte, insan unsurunun hemcinslerine karşı kötücül yaratıcılığının sınırsızlığını ortaya koydu.

    12 Eylül 1980 Darbesi ve öncesinde gelişen olayların üzerinden tam 45 yıl geçmesine rağmen, o günleri yaşayan tanıklar hâlâ yaşadıklarını unutmuş değil.

    İsterseniz o zorlu dönemi bir de tanıklarından olan Abdullah Delibalta’dan dinleyelim.

    — Bize kendinizden bahseder misiniz?

    1958 Şanlıurfa Siverek doğumluyum. İkamet yerim İstanbul.

    — Ne ile suçlanıyordunuz ve ne kadar süre cezaevinde kaldınız?

    Örgüt kurup sevk ve idare etmekten toplam on yıl ceza aldım.

    İki defa Diyarbakır, sonra Selimiye, Sağmalcılar ve tekrar Metris derken cezamı infaz ettim.

    İlk yakalandığımda henüz darbe olmamıştı. Sıkıyönetim vardı. Gözaltında bilmediğim birkaç yerde işkenceyle çözmeye çalıştılar. Ama tabii ki bu işkenceler darbe sonrası çok daha şiddetliydi.

    — 12 Eylül darbesi denilince akıllara ilk gelen Diyarbakır 5 No’lu Cezaevi oluyor. Okurlarımıza orayı anlatır mısınız?

    “Anlamak için yaşamak gerekir” gibi gereksiz bir cümle kurmayacağım. Düşmanım dahi olsa oralara yolunun düşmesini asla istemem. Her cezaevinin kendine özgü anıları vardır. Ancak hiçbiri 5 No’lu kadar vahşet yaşatmadı. Diyarbakır 5 No’lu Cezaevi Türkiye’nin karanlık belgesidir. Sonu belli olmayan sınırsız vahşet koridorudur.

    Oraya adımını atan bir insan için yarın yoktur. Doğacak güneşin hiçbir anlamı yoktur. Umudun, hayatta sağ kalma ihtimalinin karartıldığı dipsiz bir kuyudur. Diyarbakır Cezaevi adını, 12 Eylül 1980 darbesinden sonra yaşanan korkunç işkencelerle duyurduğu aşikâr. Adeta bir “işkence okulu” idi. Öyle ki, The Times gazetesi tarafından 29 Nisan 2008’de “Dünyanın en kötü 10 cezaevi” içerisinde gösterildi.

    — Cehennem dediğiniz 5 No’lu zindanda ne gibi zorluklarla karşılaştınız?

    30 kişilik koğuşta 100’e yakın kişi kalıyorduk. Her yatakta 2-3 kişi yatıyordu. Geriye kalanlar ise beton üzerine bir karton sererek, üzerine de bir battaniye alarak yatıyordu. Çoğu da ranzaların altında zar zor uyumaya çalışıyordu. Bu süre içerisinde her türlü işkenceye maruz kaldık. İşkencelerimiz ilk olarak falaka ile başladı.

    Falaka yaygın ve sürekli uygulandı. Ayak tabanı, ellerin içi gibi vücudun kaslı bölgelerine kalas, cop, zincir vb. vurularak gerçekleştirilirdi. Bu yöntem, ayak tabanlarını ve el ayalarını patlatır, kaba yerleri ezer, morartır, tırnakları sökerdi. El-ayak gibi herhangi bir yeri kırar, sakat bırakırdı.

    Daha sonra Filistin usulü askı denilen bir işkence türüyle tanıştık. Filistin usulü işkence şu şekilde oluyordu: Eller arkadan kelepçeleniyor, kol pazılarından iple tavana asılıyordu. Bu işkence suçlamaları kabul edene kadar sürüyordu.

    Günlerce mahkûmlara hassas yerlerinden elektrik verildi. Mahkûmlara köpeklerin saldırması sağlanırdı. “Ölmesini istedikleri mahkûmlara kum işkencesi yapıyorlardı.” Kum torbası işkencesi yapılan mahkûmlar serbest bırakılıyordu. Zaten iç organları parçalanmış olan mahkûmlar, altı ay sonra ölüyordu. Ve daha bunun gibi onlarca akla zarar işkence tekniği…

    — O günleri düşündüğünüzde ne hissediyorsunuz?

    Bugün dönüp geriye baktığımda o dönemde yaşadıklarıma inanmakta güçlük çekiyorum. O günleri gerçekte yaşamış mıydım? Evet, yaşamıştım. Ve bu benim değişmeyecek olan gerçeğimdi. Her ne kadar zaman zaman yaşadıklarımı unutmaya çalışsam da, hayatı elinden alınanlarımızın çığlık sesleri yankılanır kulaklarımda. Ne unutmaya yürek dayanır, ne de unutturmaya vicdan!


    Yazımı hazırlamamda bana yardımcı olan ve yaşadıklarını anlatan Abdullah Delibalta’ya teşekkür ediyor, 12 Eylül darbesinde hayatını kaybeden vatandaşlarımızı saygıyla anıyorum.

    Devamını Oku

    30 AĞUSTOS ZAFER DESTANI’NIN YAZILDIĞI GÜNDÜR

    30 AĞUSTOS ZAFER DESTANI’NIN YAZILDIĞI GÜNDÜR
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Tam 103 yıl önce Mustafa Kemal Atatürk ve silah arkadaşlarının, tek vücut olarak “Kuvay-i Milliye” ruhuyla emperyalizme ve sömürgeciliğe karşı canlarını feda ederek kazandıkları büyük zaferlerin yıldönümü.
    Ayrıca “Türk Silahlı Kuvvetleri Günü”, ulusumuzun Zafer Bayramı. 30 Ağustos 1922 tarihinde zaferle kazanılan Dumlupınar Savaşı, bir ulusun kaderini çizmiştir; onu yeniden yaratmıştır. Bu zaferler kolay kazanılmadı elbette. Yokluk ve sefalet içinde bir halk, güçlü ve birleşmiş düşmanlara karşı, üstelik ihanet ve hıyanet içindeki iç düşmanlarla savaşarak kazandı bu zaferleri.

    “Tarih tekerrürden ibarettir” denir, inşallah bir daha öyle zor durumlarda kalmayız!
    Bu önemli gün tarih kitaplarında şöyle özetlenir: Başkomutan Gazi Mustafa Kemal Paşa, Batı Cephesi Komutanı ve İnönü Savaşları kahramanı İsmet Paşa ve Genelkurmay Başkanı Fevzi Çakmak Paşa, büyük bir gizlilik içinde taarruz planlarını hazırlarlar.

    1922 Ağustos ayında, Türk Ordusu’nun taarruza geçmesi için Kurmay Heyeti’nce karar verilir. Mustafa Kemal, İsmet Bey, Fevzi Çakmak ve diğer paşalar ile kurmaylar, savaşı yönetmek üzere Kocatepe’ye gelirler.

    26 Ağustos sabahı, saat 05.30’da Türk topçu birlikleri, Afyon’un güneyinden düşman siperlerini ateşle vurmaya başlar. Ardından piyadeler hücuma geçerler. Planlandığı gibi Büyük Taarruz devam eder ve düşman gerilemeye başlar, bozguna uğrayarak ikiye ayrılır.

    30 Ağustos’a kadar düşman ordusu çembere alınır.
    30 Ağustos sabahı, 1. Ordu ve avcı hatlarını ile 4. Kolordu’yu denetleyen Başkomutan Mustafa Kemal Paşa, saat 14.00’te Aslıhanlar yakınındaki Komuta Karargâhı’ndan taarruz emrini verir. Dumlupınar’da ordumuz düşmana son darbeyi vurur. Düşman askerleri kaçmaya başlar. Mustafa Kemal Paşa, kaçan düşman askerlerini kovalamak için,
    “Ordular, ilk hedefiniz Akdeniz’dir. İleri!” komutunu verir. Yunan Başkomutanı General Trikupis dahil çok sayıda esir alınır.

    Şahlanan Türk Ordusu, düşman güçlerini İzmir’e kadar kovalar.
    9 Eylül 1922 günü Türk Ordusu İzmir’e girer. Batı Anadolu’yu yakan yıkan düşman kuvvetleri canlarını zor kurtararak, geldikleri gibi gemilere binerek giderler.

    30 Ağustos 1922 tarihi, Türk ulusunu esir etmek isteyen emperyalist güçlere karşı; kadınıyla, çocuğuyla, ordusuyla topyekûn verdiği bir savaşın, ulusal benliğini kurtardığı ve Zafer Destanı’nın yazıldığı gündür.


    Ve Ahmet Kutsi Tecer’in dizelerinde böyle anlam bulur

    30 AĞUSTOS

    Her yıl bugün olur, Otuz Ağustos
    İçime bir ordu havası dolar.
    Başlar dimdik, gözler çelik, yüzler pos
    Bayrak imil imil geçer ordular.

    Geçer tunç adımlar, demir göğüsler,
    Geçer Mehmetçikler, geçer subaylar.
    Hepsinin alnında zaferler süsler
    Geçer hayalimde bir bir alaylar.

    Geçer toplar, geçer atlar, yağız al
    Geçer dağlar, geçer yollar, şehirler.
    Yangınlar üstünde ince bir hilal
    Yaralılar düşe kalka geçerler.

    Çılgın bir istekle bu şan akını
    Afyon’dan İzmir’e kadar çağıldar.
    Unutmuş at gemi, kılıçlar kını
    Can canı unutmuş zafere kadar.

    Ne var bu dünyada sana yakışan
    Alnında bir zafer sabaha kadar.
    Sen Mehmetçik, söyle büyük kahraman,
    Sana zafer kadar yakışan ne var?

    Her yıl bugün olur, Otuz Ağustos
    İçime bir zafer havası dolar.
    Başlar dimdik, gözler çelik, yüzler pos
    Bayrak imil imil geçer ordular.

    Devamını Oku

    GÖRSEL MEDYA GENÇLERİN ZİHNİNİ ELE GEÇİRİYOR

    GÖRSEL MEDYA GENÇLERİN ZİHNİNİ ELE GEÇİRİYOR
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Bazen haber bültenleri peş peşe akan görüntülerden ibaret sanılır. Ama ardı ardına gelen o kısa cümleler, bir ülkenin ruh hâlini ele verir. Son günlerde iki haber düştü önümüze: Ahmet Minguzzi… Daha 15’inde, yaşama dair hayalleri olan bir genç. Hayatı, Berkay Budak’ın bıçak darbeleriyle son buldu. Sebep mi? Aslında her seferinde “küçük” diye geçiştirdiğimiz, ama her defasında daha da büyüyen öfke, şiddet ve hoyratlık.

    Ve Hakan Çakır… Ankara’da kız kardeşi ve annesine laf atan bir grubun üzerine gitti. Kim olsa giderdi. Onurunu, ailesini korumak istedi. Ama karşısında kavga değil, ölüm vardı. Bıçak darbeleriyle hayattan koparıldı.

    İki olay, iki şehir, iki farklı hikâye… Ama tek bir ortak nokta: Hayatın değersizleşmesi. Artık sokakta birine ters baktınız mı, arabada selektör mü yaptınız, kaldırımda birinin “haddini” mi aştınız… Sonu mahkeme salonları ya da mezar taşları. Bu kadar kolay, bu kadar sıradan.

    Hepimiz çok iyi biliyoruz ki, şiddet durup dururken gelmedi. Adım adım, gözümüzün önünde, gün gün içimize işlendi. Televizyon dizileri, sosyal medya birçok gencin beynini zehirledi.

    Bizimkiler, Perihan ablalar, Yazlıkçılar, Mahallenin muhtarları gibi sevgi saygı aşılayan diziler vardı. Önce Televole’lerle değerlerin içi boşaltıldı. Sonra Deli Yürekler, Kurtlar, mafyalar silahlarıyla mahalleyi bastılar. Çiçekler yerine kurşunlar yağmaya başladı. O namuslu gençlerin yerini silah zoruyla her şeye sahip olan zorbalar aldı.
    Yetmedi “Eşkıyalar, Çukur”dan çıkıp kalan diğer yerleri de ele geçirdiler. Tabancalar, otomatik silahlar, bıçaklar ve kamaların olmadığı tek sahne yoktu. Kelleler havada uçuştu, oluk oluk kan aktı.

    Ne kadar kan, o kadar “reyting”di. Reyting paraydı.
    Para için sınır tanımaz oldular. Ameliyathanede doktorun kafasına silah dayayıp, kafasından, karnından, göğsünden, ayağından kurşunlanmış, kevgire dönmüş adamı göstererek “Bu adam ölürse sen de ölürsün!” diye bağırdılar. Azrail’in elinden bile adamı alırız imajı oluşturuldu.
    Yaşamın gerçeklerine, Allah’ın varlığına, kazaya, kadere, ölüme kafa tutuldu.

    “Nereden bulursan, nasıl kazanırsan kazan, yeter ki zengin ol” düşüncesi makbul oldu.
    Zenginler fütursuz, fakirler onların eğlencesi oldu.

    Tecavüz sahneleri masum bir kaçamak veya gizli bir buluşma, kavuşma olarak gösterildi.
    Ayrıca gayrimeşru ilişkiler, alkol, evlilik öncesi ve evlilik dışı ilişkiler, evlenmeden önce çocuk sahibi olma modern çağ adı altında normal gösterildi.
    Yani özetle hem İslam’ın haram kabul ettiği şeyler, hem de örf ve adetlerimizin bir hükmünün kalmadığı beyinlere işlenmek istendi.

    Sonuç.
    Silah erkeğin vazgeçilmezi, tetiğe basmak, öldürmek hobileri oldu.
    Alkol tüketimi ve uyuşturucu bağımlılığı 12-14 yaş arası çocuklarda sık rastlanmaya başlandı.
    Toplum olarak hepimiz bu tarz dizilerden rahatsız olduğumuz halde izlemeye devam ettik.
    Bu dizilerdeki yaşantıların gerçeklik payının olmadığını bildiğimiz halde bu yaşantılara özendik.
    Onlar gibi yaşamaya çalıştık, onların yolundan gittik.

    Onca derdin tasanın arasında bu gidiş nereye? diye sormazlar mı insana.
    Hem Fuzuli çok önceden “den” vurmuş ya bu müşkül durumumuzdan.

    Dost bi-perva felek bi-rahm devran bi-sükun,
    Dert çok hem-derd yok düşman kavi tali zebun.
    Bir de anlayacağımız dilden yazayım.
    Dost umursamaz, felek acımasız dünya karışık.
    Dert çok, dert ortağı yok, düşman güçlü, talihim ise aciz..
    Fuzuli..

    Devamını Oku

    DEPREM TRAVMAMIZ HİÇ GEÇMEYECEK

    DEPREM TRAVMAMIZ HİÇ GEÇMEYECEK
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Saat 03.02… Herkes uykudaydı. Kimisi rüyasında, kimisi derin bir uykunun tatlı sarmalında. Ve bir anda… Yer, gök birbirine karıştı. O gece ne gökyüzünde yıldız gördük, ne de sokaklarda ışık. Karanlık, uğultu ve çığlıklar… İşte 17 Ağustos 1999’u böyle hatırlıyorum.

    O anı yaşayan hiç kimse unutmuyor. Benim için de hâlâ dün gibi. O sessizlik, ardından gelen uğultu, insanların çaresiz koşuşturması… Ve saniyeler içinde yıkılan koca bir şehir.

    İnsanlar sokaklarda koşuyor, kimisi yarı çıplak, kimisi çocuğunu kucağında taşıyor, kimisi enkazdan gelen seslere doğru yöneliyordu. Zifiri karanlıkta herkes bir açık alan arıyor, artçı sarsıntılar korkuyu büyütüyordu.

    Gün ağardığında manzara çok daha ağırdı. Beş kat ve üzerindeki binaların çoğu yıkılmıştı.

    Resmi rakamlara göre 17-18 bin can kaybıydı ama halk arasında sayının daha yüksek olduğu konuşuldu.

    Yıllar geçti, insanlar yavaş yavaş unuttu. Ama Maraş ve Hatay’da yaşanan felaketler, 17 Ağustos’u yeniden hatırlattı.

    6 ŞUBAT FELAKETİ ACILARIMIZI ARTIRDI

    6 Şubat 2023 yılının gecesi saat 4.17’de ülkemizin güneyinde 11 şehrimiz depremde büyük yıkım yaşayarak yerle bir oldu.

    Açıklanan resmi rakamlara göre 53.000 civarında canımız hayatlarını kaybetti.

    On binlerce insanımız yaralandı.

    Sayıları tam tespit edilemeyen birçok insan, ekseriyeti çocuk olmak üzere, kayıp.

    İkinci yılına girilmesine rağmen büyük çoğunluğu çadır ve baraka türü yerlerde yaşamlarını sürdürmeye çalışıyorlar.

    Bölgeden binlerce insan ülkenin değişik yerlerine göç etmiş bulunuyor.

    Sıkıntılar, yokluklar, soğuk hava, barınma ve benzer birçok noksanlık devam ediyor.

    Olası İstanbul depremi konuşuluyor. Milyon kayıp olacağı anlatılıyor. Artık ilmin ve teknolojinin gereklerine göre yerleşim yerleri kurma mecburiyetinde olduğumuzu görmemiz ve bilmemiz gerekiyor.

    Bu kadar kayıplardan bir ders almamız kaçınılmaz oluyor.

    Japonya’da 7, 8 şiddetinde depremde can kaybı olmuyor.

    Bizde ise taş taş üstünde kalmıyor.

    Bizi idare edenler başta yetki ve sorumluluklarını yerine getirmelidir.

    Vatandaş olarak bilinçli olup kendimize mezar değil ikamet edeceğimiz konut isteme ve yapmaya kararlı olmalıyız. Parası olan iyi para kazanılıyor diye inşaat yapmaya başladı. Doğru dürüst denetim yok, kaçak inşaatlara bile politik nedenlerle ruhsat verildi. Her olumsuzluğu Allah’a havale etmeyelim. Allah akıl ve fikir vermiş. Artık bahane üretmekten vazgeçilmelidir.

    Allah 6 Şubat depremi dâhil olmak üzere öncesinde ve sonrasındaki felaketlerde hayatını kaybeden kardeşlerimize rahmet eylesin.

    Yaralılarımıza acil şifalar diliyoruz.

    Bu acılar son olsun! İnşallah.

    Devamını Oku

    Şaşırma Yeteneğimi Yitirdim

    Şaşırma Yeteneğimi Yitirdim
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Bu durumun bir tek bana has bir şey olmadığından eminim.

    Şaşırmıyoruz, abi!

    Saflığımızı, masumiyetimizi çaldılar.

    Ne güzeldi eskiden, olur olmaz her şeye şaşırırdık.

    Sokakta alkol alan adam gördüğümüzde şaşırırdık. Bugün kadınlar ellerinde bira şişeleriyle parklarda nara atıyor ama umrumuz olmuyor.

    Bendeki duyarlılık mı kayboldu? Hayır. Aynı duyarlılığımı taşıyorum.

    Niçin bu noktaya geldim?

    Ülkede olup biten yolsuzluklara “Olamaz bu kadar!” deyip tepki gösterdim. Yapanın yanına kâr kalmaz, dedim. Baktım ki yapanın yanına kâr kaldığı gibi yolsuzlukların ardı arkası kesilmiyor. Düzen böyle kurulmuş. En iyisi şaşırmayı bırakayım, dedim ve bıraktım.

    Şu kimse ihaleye fesat karıştırmış, malı götürmüş deniyor. Çok da umursamıyorum.

    Atamalarda ehliyet ve liyakat rafa kalkmış deniyor. Kılımı kıpırdatmıyorum.

    Sınavlarda kopya çekiliyormuş. Hiç umursamıyorum.

    Biri haksız kazanç mı elde etmiş? Yüzümü çevirip bakmıyorum.

    Sahte diploma, sahte akademisyen haberleri yazılıp çiziliyor. “Kimmiş bunlar?” demiyorum.

    Hayat pahalılığı varmış, esnaf fahiş fiyata satıyor demiyorum.

    Boşanmalar artmış, ahlaksızlık diz boyu olmuş, toplumda ve kurumlarda kokuşma varmış… Hiçbirini umursamıyorum.

    Bu noktaya nasıl geldim? Buna şaşıra şaşıra şaşırmamayı öğrendim, tepkisiz biri oldum diyelim.

    Artık bu ülkede olumsuzluk adına her ne varsa hiçbirine şaşırmıyorum. “Daha pisliği ortaya çıkmamış neler var!” diyorum.

    Yanlışı savunanlara da şaşırmıyorum.

    Şaşkınlığım tümden gitti mi? Gitmedi. “Nedir seni şaşkınlığa sevk eden?” derseniz, olsa olsa olumlu şeyler beni şaşkınlığa uğratır. “Var mıymış, kaldı mı daha böyleleri?” diyorum. Bu da çok ender olur. Buna da şaşırma denmez.

    Ne faydası var şaşırmamanın derseniz? Hayattan hiç beklentiniz kalmıyor. Kimseye bel bağlamıyorsun. Beklentinizin olmaması hayal kırıklığına uğratmıyor.

    Başka ne yapıyorum? İç geçiriyorum sadece. O da içime zarar veriyor ama o kadar da olsun.

    Bulursam kafa yapıma uygun birini, onunla dertleşip içimi boşaltıyorum.

    Mevcut durumları savunan ya da sessiz kalan kimseleri gördüm mü, ortam müsait ise birkaç kelam ediyorum.

    Olmadı, buraya içimi döküyorum. “Bundan, şundan hoşnut değilim!” diyorum. Sağ olsun, “Yeter, nedir senden çektiğim, ben senin dert ortağın mıyım?” demiyor. En vefalı dost değerli okurlarımız.

    Devamını Oku

    GAZZE’DE ÇOCUKLAR AÇLIKTAN ÖLÜYOR

    GAZZE’DE ÇOCUKLAR AÇLIKTAN ÖLÜYOR
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Günler önce sosyal medyaya bir video düştü. Eminim çoğunuz bu videoyu izlemişsinizdir.
    Videoda, elinde boş bir tabakla yemek için ağlayan bir çocuk, babasına yalvarıyordu. Babası titrek bir sesle sadece şunu diyebildi:
    “Allah şahit, sana verecek tek bir lokma yok.”

    İçime oturdu bu cümle.

    Siz açlık nedir bilir misiniz?
    Öyle sağlıklı yaşam için yapılan saçma sapan diyetlerden bahsetmiyorum.
    Yiyecek bir lokma ekmek olmadan güne uyanmaktan bahsediyorum.
    Çocuğuna süt emzirememekten. Onun büyüyeceğine dair umutlarını kaybetmekten.
    Üstelik bir gün değil, her gün bu gerçeklikle uyanmaktan, yeni güne.

    Yanı başınızda ya da dünyanın birçok yerinde, milyarlarca “Müslümanlık” naraları atanların arasında, çığlık çığlığa can vermekten bahsediyorum.
    Her gece, “Bu gece son gecem mi?” diyerek uyumaya çalışmaktan…
    Gazze’de ölen insanlar değil, ölen insanlığımızdır. Vicdanımızdır, kavgamızdır, umudumuzdur.
    “Komşusu açken, tok yatan bizden değildir.” dedi yüce Peygamberimiz.

    Yüz binlerce çocuk aç giriyor yataklarına.
    Yatak dediğime bakmayın sakın.
    Uyumak için uzandığı yere aslında.
    O çocukların yüzde doksan dokuzu, en son ne zaman sıcak bir yatağa girdi, kim bilir?
    En son ne zaman lunaparka gittiler?
    Ailesiyle en son ne zaman pikniğe gidip gönüllerince eğlendiler?

    Biz bir elimiz balda, öbürü yağda hayatımıza devam ederken, Gazze’de bu yaşanıyor.
    Biz bir saat aç kalsak hemen buzdolabına koşuyoruz.
    Yemek seçen çocuğumuza hemen başka yemek yapıyoruz, değil mi?

    Hiç aç uyudunuz mu?
    Bir kere deneyin.
    Biraz fazla acıktığımızda “öldüm açlıktan” diyoruz ya…
    İşte Gazze’de bu cümle gerçeğe dönüştü.

    Gazze’de çocuklar her gece aç ve uyuyamıyor.
    İsrail’in ablukası altında, Gazze’de ekmeğe ulaşmak için sokağa çıkan insanlara kurşun sıkılıyor.
    Bir torba un alacak diye canından oluyor.

    Gazze’de ölen insanlar değil, ölen insanlığımızdır. Vicdanımızdır, kavgamızdır, umudumuzdur.
    “Komşusu açken, tok yatan bizden değildir.” dedi yüce Peygamberimiz.
    Yüz binlerce çocuk aç giriyor yataklarına.
    Yatak dediğime bakmayın sakın. Uyumak için uzandığı yere aslında.
    O çocukların yüzde doksan dokuzu, en son ne zaman sıcak bir yatağa girdi, kim bilir?

    Bunlardan geçeli çok oldu artık.
    Kuru bir ekmeğe muhtaçlar şimdi çocuklar.
    Seslerini duyan var muhakkak ama karşılığı yok.
    Bir millet, sırf ekonomik olarak güçlü değil diye, tüm dünyanın gözleri önünde usulca yok oluyor.
    İşin acıklı yanı ise, dünya bunu sadece seyrediyor.

    Bazıları kınıyor, bazıları da dua ediyor.
    Dua nedir? Dua gayrete tabi değil midir?
    Hiçbir şey yapmayan birisinin duası neden kabul olsun?
    Ayağa kalkmamız için, bir şeyler yapmamız için ne olması gerekiyor?

    Peki, soykırım nedir?
    Bir şeyin soykırım olması için ne olması gerekir?
    Anlamak için kulaklarımıza, ruhumuza hangi sözlerin söylenmesi gerekir?

    Çocuklar, yaşlılar, kadınlar, erkekler ölüyor ey insan!
    Gazze’de insanlık ölüyor ey insan!
    İnsanlık ölüyor.

    Devamını Oku

    MAHALLE YANARKEN SAÇINI TARAYANLAR

    MAHALLE YANARKEN SAÇINI TARAYANLAR
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Yanıyor Türkiye, yanıyor…

    Bu sadece bir orman yangını değil.
    Bu, çocuklarımızın geleceğine atılan kıvılcım.
    6000 dekar orman alanı önce tapularla parçalandı, sonra ateşe verildi.
    Şimdi ne kuş kaldı dalında, ne gölgeye sığınacak bir can.
    Zeytin ağaçları — barışın simgesi — feryat ediyor.
    Duyabiliyor musunuz?
    Yok edilen sadece ağaçlar değil, umutlarımız.
    Ve tabii yitip giden insanlarımız.

    Eskişehir’deki sıradan bir orman yangını değildi.
    Canını dişine takan 10 can, 10 emekçi, ekmeğini alevlerin arasında arayan 10 insan… Öldüler.
    Peki, neden?
    Yangına zamanında ulaşacak araçları yoktu.
    Konunun tekniği açısından yeterli eğitim almamışlardı.
    Liyakat değil, sadakatin geçerli olduğu kurallar vardı.
    Zira bizim kültürümüzde hâlâ önlem almak, yangını çıkmadan önlemek gibi tedbirler angarya sayılıyor.

    Neyse!
    Memleket yanmaya devam ederken, dört bir yandan acı haberlerle içimiz kavrulurken, medya maymunları durumdan çirkin vazifeler çıkarmaktan yine geri durmuyor.

    Yaşadığımız her acı, doğal ya da doğal olmayan afetin ardından, vicdanı kurumuş, insafı tüketmiş beşer afetler mide bulandırıyor.

    Yangından kaçayım derken evlerini terk eden insanların evlerine hırsızlığa gireni mi dersiniz, yoksa birkaç yüz takipçi kasmak için itfaiye kıyafetiyle makyaj yapıp bunun videosunu paylaşanı mı?
    Bir de utanmadan, hayatını kaybeden 10 kahraman orman işçisiyle dalga geçer gibi “Kahraman dediğin eyelinerı kalın olur” demesi kanıma dokunuyor.

    Nasıl bir şımarıklık ve aymazlıkla böylesi paylaşımlar yapabildiklerine inanamıyorum.
    Bunların cezasız kalmasına da inanmak istemiyorum.

    Sizce de bunun bir cezası olması gerekmez miydi?
    Hatta öyle bir ceza olmalı ki gıdası ve nefesi sosyal medya olan bu tip medya farelerini, internet ve sosyal medyaya yasaklamak lazım.

    Bağımlısı oldukları ve yedi yirmi dört paylaşım yapamadan duramadıkları internetten ve sosyal medya araçlarından mahrum bırakmak gerekir.

    Diğer taraftan can derdiyle evini bırakıp kaçanların evine giren hırsızlara ne demeli?

    Nasıl cezalandırılabilecekleriyle ilgili “dilim varmıyor” demeye ama parmaklarım da yazmaya yanaşmıyor.

    Her yıl yaşadığımız bu yangın felaketlerine ilişkin onca haber yapılmasına rağmen, yaktığı anızlarla, tarlasını alevlerle temizlemeye çalışanlarıyla, yok yatağını yakmaya çalışırken yangını ve alevleri bir temizlik aracı gibi görüp yangınlara sebep olan o insanlar, en ağır cezalarla cezalandırılmadıkça, hatta yangınlarda ölenlerin katili gibi yargılanıp cezalandırılmadıkça maalesef bu yangınların sonu gelmez.

    Gelmez çünkü insanlar eylemleriyle değil, o eylemlerin ortaya çıkardığı sonuçlarla cezalandırılmalı.
    Cezalandırılmalı ki bir daha benzer eylemlerinin sonuçlarından korksun.

    Aksi halde yakmaya ve yanmaya devam edeceğiz.
    Yangını ve alevlerini bir temizlik aracı gibi kullanıp bütün yurdu kirletmeye ve vicdanlarımızı kurutmaktan vazgeçmeyeceğiz.

    Bizi ne kurtarır?
    Yangınlara karşı, havadan söndürme araçları dâhil yeterli sayıda ekipman sağlanmalı ve olası yangınlara karşı Orman Bakanlığının bütçesi artırılmalı.

    Diğer yandan, yangınlara cehaletleriyle sebep olanların en ağırından caydırıcı cezalarla cezalandırılması ve bir yandan hırsızların, vicdanı kurumuş medya farelerinin de haddinin bildirilmesi lazım gelir.

    Devamını Oku

    BUNALTAN SICAKLARA DİKKAT

    BUNALTAN SICAKLARA DİKKAT
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Sıcak… Çok sıcak… Birkaç gündür bu kelimelerden başka bir şey konuşamaz olduk… Çünkü gerçekten çok sıcak… Bunaltıcı bir hava resmen… Ve bu havada açık alanlarda çalışan işçiler… Allah onlara yardım etsin; çok zor bu havada çalışabilmek!

    Türkiye’nin yazları, özellikle son yıllarda küresel ısınmanın etkisiyle daha da yakıcı hale geldi. Temmuz ve ağustos aylarında termometreler neredeyse her bölgede 40 derecelere yaklaşırken, sıcak hava sadece fiziksel değil, ruhsal olarak da hepimizi etkiliyor. Özellikle büyük şehirlerde beton yapılar, asfalt yollar ve artan nem oranı, yaz aylarını katlanılmaz bir hale getiriyor. Bu durum sadece bireysel konforu değil, aynı zamanda genel halk sağlığını da tehdit eder boyuta ulaşıyor…

    Hamileler İçin Tehlike Kapıda

    Hamilelik döneminde vücut sıcaklığı doğal olarak yükselir.
    Küresel ısınmanın getirdiği aşırı sıcaklar ise bu doğal artışı tolere etmeyi zorlaştırır.
    Bilimsel çalışmalara göre:

    35°C üzerindeki hava sıcaklıkları, düşük, erken doğum ve doğum kusurları riskini artırabilir.

    Anne adaylarında sıvı kaybı, tansiyon dalgalanmaları ve sıcak çarpması daha sık görülür.

    Özellikle üçüncü trimesterde, sıcaklığa bağlı kan basıncı artışı hem anne hem bebek için tehlikeli olabilir.

    Engelliler İçin Ekstra Zorluklar

    Engelli bireyler, özellikle hareket kısıtlılığı veya nörolojik hastalıkları olanlar, vücut ısısını düzenlemekte zorlanabilir.
    Bazı örnekler:

    Felç geçirmiş bireyler ya da MS hastaları, terleme mekanizması bozulduğu için sıcaklıkla baş edemez.

    Zihinsel engelli bireyler, susuzluk hissini tanımlamakta zorlanabilir veya dışarıdan yardıma ihtiyaç duyar.

    Görme engelliler, dış ortam koşullarına bağlı riskleri fark etmekte zorlanabilir.

    Kronik Hastalığı Olanlar İçin Ciddi Riskler

    Kalp hastaları, sıcak havalarda kalbin daha fazla çalışması nedeniyle risk altındadır. Sıcaklıkla birlikte kan basıncı oynar; ritim bozuklukları artar.

    Astım ve KOAH hastaları, sıcak ve nemli havalarda nefes almakta zorlanır. Havadaki ozon seviyesi yükseldikçe bu bireylerde kriz riski artar.

    Şeker hastaları, terleme ve sıvı kaybı nedeniyle kan şekeri dalgalanmaları yaşar. Ayrıca insülinin sıcak ortamda bozulması tedaviyi aksatabilir.

    Böbrek hastaları, sıvı kaybı nedeniyle akut böbrek yetmezliği riski altına girer.

    Ne Yapmalı? Nasıl Korunmalı?

    Günün en sıcak saatlerinde dışarı çıkmamalılar (11:00 – 17:00 arası).
    Gerekirse doktor kontrolü dışındaki randevular akşam saatlerine alınmalı.

    Bol su içilmeli; şekerli ve kafeinli içeceklerden kaçınılmalı.
    Günlük su tüketimi bireyin sağlık durumuna göre artırılmalı. Diyaliz, kalp yetmezliği olanlar mutlaka doktora danışmalı.

    İnce, açık renkli, pamuklu kıyafetler tercih edilmeli.
    Kafa bölgesi korunmalı; mümkünse şapka ve güneş gözlüğü takılmalı.

    Kapalı ortamlar serin tutulmalı.

    Gölgelikler ve perde sistemleriyle doğrudan güneş engellenmeli.

    Eğer klima yoksa, vantilatör ve soğuk su buharı ile serinletme yapılmalı.

    Belediyeler serinleme noktaları (iklimlendirilmiş sosyal alanlar) kurmamalı.

    Toplumsal Sorumluluk: Biz Ne Yapabiliriz?

    Komşularımızda yaşlı, hasta, engelli veya hamile birey varsa onları düzenli olarak kontrol etmeliyiz.

    Mahalle bazlı gönüllü yardım grupları kurulmalı.

    Belediyeler:

    Serinleme alanları açmalı (klimalı sosyal merkezler).

    Mobil sağlık ekipleri ile ev ziyaretleri gerçekleştirmeli.

    Parklar, otobüs durakları, AVM’ler gibi alanlara serin alan uyarı levhaları yerleştirilmeli.

    Sonuç: Isı Artıyor, Empati Azalmasın

    Bilimsel veriler sıcaklıkların önümüzdeki 10 yılda daha da artacağını söylüyor.
    Ama sadece sıcaklık değil; dayanışmamız, dikkatimiz, şefkatimiz de artmalı.
    Çünkü bir toplum, en zayıf bireyine verdiği değer kadar güçlüdür.

    Hamileler, engelliler, kronik hastalar…
    Bizim sorumluluğumuzda.
    Onları görün, anlayın, koruyun. Çünkü bu sıcak dünyada hepimizin biraz serinliğe ihtiyacı var…

    Devamını Oku

    HEM ŞEREFSİZ HEM VATAN HAİNİ

    HEM ŞEREFSİZ HEM VATAN HAİNİ
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Kimi insan önce düşünür, sonra konuşur; onlara gıpta etmem, benim gerçeğimi değiştirmiyor, maalesef.
    Ben, konuşarak düşünürüm! Aynı durum yazarken de geçerlidir. Duygu ve düşüncelerimi bu şekilde toparlarım. Bu konuda anlaştığımızı varsayarak, ülkemizde yaşananlar hakkında içimden geçenleri aktarmak istiyorum izninizle.

    15 Temmuz 2016’da, darbe adı altında bir felaket yaşadık bu ülkede.
    Aylarca darbeyle yatıp, darbeyle kalktık. Üzerimizde yarattığı etkisi hâlâ geçmedi.
    Bitmek bilmeyen o kara gecede ne olmuştu, kısaca hatırlayalım…

    15 Temmuz akşamı saat 22:30 sularında cep telefonlarımıza garip haberler gelmeye başlamıştı. Zamanla bu haberlerin, ülkemizin bir darbeye sürüklendiğini işaret ettiğini anladık. Fakat bir tuhaflık vardı. Taşlar yerine oturmuyordu. Bir yanda asker bazı noktalara el koyuyor, bir yanda hükümet yetkilileri açıklamalar yapıyordu.

    Kısa süre içinde durum netleşti: Önceden planlanmış bir darbe girişimi yaşanıyordu.
    “Darbe” kelimesi bile insanda soğuk bir ürperti yaratır. Canımız sıkıldı, keyfimiz kaçtı. İlerleyen dakikalarda, Cumhurbaşkanımızın cep telefonuyla yaptığı tarihi konuşmaya tanık olduk. Aynı anda TRT ekranlarında zorla okutulan darbe bildirisi vardı.

    Zaman geçtikçe taşlar yerine oturdu. Kimin, ne için yaptığı hâlâ tam belli olmayan bir darbe girişimiyle karşı karşıyaydık.
    Türk halkı, son 15 yılda türlü krizler yaşamış, tecrübe kazanmıştı. O gece, yöneticilerin halkı meydanlara çağırmasıyla millet sokaklara döküldü. Emrini neden aldığını bile bilmeyen askerler ne yapacağını şaşırdı.
    Korkuyu yenen, tanklara yürüyen, vücudunu siper eden Türk milleti; ülkesine, bayrağına, geleceğine kasteden kravatlı, apoletli teröristlerin hain planlarını darmadağın etti.

    Hayat bizi hep sınar. Bazen sevgisizlikle, bazen yoklukla, kimi zaman sağlıkla… Ama 15 Temmuz’da bu ülkenin evlatları, canından çok sevdiği vatanıyla sınandı.
    Ve sınavı alnının akıyla geçti.

    Eskiden, şerefsizliğin bile bir ölçüsü olurdu.
    Ama artık o da kalmadı.
    Son yıllarda ülkemizde yaşananlara baktıkça, eskilerin şerefsizliğini bile arar olduk.
    Sözün bittiği yerdeyiz…
    Öyle şerefsizlikler yaşanıyor ki, bu ülkede en şerefsiz addedilen bile zemzemle yıkanmış gibi kalıyor.
    Karısını satanı da gördük, öz evladına kıyanı da… Para için her türlü rezilliği yapanı da duyduk.
    Ama ülkesini, milletini, haysiyetini dış mihraklara peşkeş çeken bir hainliği ilk kez bu kadar net gördük!

    Babam hep şunu derdi bize:

    “Hayat zor olabilir. Aç kalabilirsiniz. Sokaklarda da yaşayabilirsiniz. Ama kimseye boyun eğmeyin! Şerefinizi satmayın! Bizim arkamızdan kötü söz getirmeyin; kemiklerimizi sızlatmayın!”

    15 Temmuz’da, babamın o sesi kulaklarımda yankılandı.
    Ve darbeci askerlerin ailelerini düşündüm…
    Onlar, hayatlarının sonuna kadar onursuz bir mirasla yaşayacaklar.
    Ölmüş ana babalarının kemikleri sızlıyordur belki de…
    Ne feci!

    İç sesim bağırıyor:
    Değdi mi? He, söyleyin, değdi mi?!

    Gazetelerde, ekranlarda yan yana konulmuş iki resim:
    Biri rütbeli, ihtişamlı, kibirli…
    Öteki merdivenlerden düşmüş, gözleri sönmüş, zavallı.
    İçimden geçirdim:
    “Bu muydu paşam? Amiral! General! Adının titrettiği halkın karşısında, şimdi ne hâldesin?”

    İtibar senindi, güç senindi, apolet senindi…
    Altında araba, üstünde üniforma, emrinde yüzlerce asker…
    Ne eksikti? Ne yetmedi?
    Emekliliğine ne kalmıştı? Ömrüne kaç yıl?
    Ne geçti eline?

    Elli yıl da yaşasan, üç gün de…
    Kul’a değil, Allah’a kulluk etseydin; şerefinle yaşayıp şerefinle ölecektin.
    Ama sen, seksen beş milyonun ahını aldın.
    Hâlâ merak ediyorum:
    Ne olacaktı darbe başarılı olsaydı?
    Adın tarihe mi geçecekti?
    Bu milletin kanı üzerinden kahramanlık mı yazacaktın?

    **

    Yazık… Çok yazık.
    Oysa ki şerefsizliğin bile bir ölçüsü olur!

    Devamını Oku

    MADIMAK DER, SUSARIM

    MADIMAK DER, SUSARIM
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    2 Temmuz 1993 – Sivas Katliamı

    “Sivas ellerinde sazım çalınır.” diye başlıyordu Aşık Veysel.
    Ama o saz… İşte o saz çalmaz oldu o gün. Yani 2 Temmuz 1993 günü.
    O sazı çalanlar ve o sözü söyleyenler susturuldu o gün. Hem de yanarak, yakılarak.
    Ve o gün için,
    “Şu Sivas’ın elinde sazım çalınmaz / Güllerim yandı, yüreğim dayanmaz” diyordu Edip Akbayram.

    Onlar bu ülkenin yüz akıydılar. Göz göre göre yakıldılar.
    Gencecik insanlar, hayatının başlangıcındaydılar. Daha görecek günleri vardı.
    Bizim insanlarımız, yine bizim insanlarımız tarafından öldürüldüler. Ve biz…
    Biz bir şey yapamadık.

    Peki, ne olmuştu Sivas’ta?
    Neden “yüreğim dayanmaz” diyordu Edip Akbayram?

    1-4 Temmuz 1993 tarihlerinde, Pir Sultan Abdal Etkinlikleri’nin dördüncüsü düzenlenecekti.
    Şenlik kapsamında birçok yazar, sanatçı ve düşünür, dönemin Sivas Valisi Ahmet Karabilgin tarafından şehre davet edilmişti.
    İçlerinde Aziz Nesin, Metin Altıok, Asım Bezirci, Hasret Gültekin gibi tanınan isimlerin de bulunduğu davetli listesi, şehirdeki radikal İslamcı kesimin tepkisini çekti.
    Özellikle, etkinliğin onur konuğu olan Aziz Nesin’in o dönem birçok İslam ülkesinde yasaklanmış olan Salman Rüşdi’nin Şeytan Ayetleri adlı romanını çevirmesi ve Aydınlık gazetesinde yayımlaması nedeniyle, Nesin’in şehre gelmesi istenmedi.
    Pir Sultan’ın bir heykeli yapılmış ve Kültür Merkezi’nin önüne dikilmişti.

    İşte bu ortamda, Alevi kıyımı yaparak yurt genelinde Alevi-Sünni gerginliği yaratmak isteyen derin irade harekete geçti.
    Çünkü 1993 yılı, Türkiye’nin en karanlık yılıydı.
    Çok sayıda çatışma, çok sayıda ölüm, çok sayıda şehit…
    23 Mayıs 1993’te silahsız 33 askerin şehit edilmesi hâlâ hafızalardaki yerini koruyor.
    Doğudaki çatışmalarda derin güçlerden endişe duyan Jandarma Genel Komutanı Eşref Bitlis’in ölümü üzerindeki sis perdesi kalkmadı.
    24 Ocak 1993’te arabasına konulan bombayla öldürülen Uğur Mumcu cinayeti hâlâ aydınlatılamadı.

    İşte o gün, Aziz Nesin provokatörler için bir “malzeme” hâline getirildi.
    Zaten yapılması planlanmış olan saldırı, Aziz Nesin üzerinden örgütlenerek halk tahrik edildi.
    Şenlik yalnızca ilk gün yapılabildi.
    O gün Vali’nin de katıldığı toplantıda uzun bir konuşma yapan Aziz Nesin, yerel gazetelerce hedef hâline getirildi.

    İkinci gün, sabahın erken saatlerinden itibaren tehdit büyümeye başlamıştı.
    Öğle namazının ardından toplanan grup, kalabalıklaşarak önce Sivas Valiliği’ne, ardından Kültür Merkezi önüne yürüdü.
    Taş ve sopalarla gösteri yapan kalabalık, sonra katılımcıların konakladığı Madımak Oteli’ne yöneldi.

    Grup önce otelin önündeki araçları ateşe verdi, ardından oteli taşladı.
    Madımak Oteli; tutuşturulan perdeler ve alt kattaki eşyalarla birlikte yakıldı.
    Otele sığınanlardan; Asım Bezirci, Nesimi Çimen, Muhlis Akarsu, Metin Altıok ve Hasret Gültekin’in de aralarında bulunduğu 35 kişi yanarak veya dumandan boğularak can verdi.

    Aziz Nesin de içerideydi.
    İtfaiye merdiveniyle kurtarılmak istendi, ancak merdivendeki görevli tarafından darbedildi, aşağıdaki kalabalığa itildi.
    Başından yaralanan Nesin’i linç girişiminden araya giren polis kurtardı.
    Yaralılar polis araçlarıyla Tıp Fakültesi Hastanesi’ne götürüldü.

    Olaylar sonucunda 33 konuk, 2 otel görevlisi ve 2 gösterici yaşamını yitirdi.
    Akşam saatlerinde ilan edilen 2 günlük sokağa çıkma yasağı ile güvenlik sağlanabildi.

    Peki, neydi bu olayın amacı?
    Bu katliamla ne hedeflendi?

    Elbette Alevi-Sünni gerginliğini diri tutmak.
    Toplumu sınıfsal ve demokratik mücadeleden uzaklaştırmak.
    İnanç ve etnik kimliklere hapsederek kutuplaştırmak.

    Peki, kimin işine yarar bu?
    Elbette emperyalizmin ve onun yerli işbirlikçilerinin…
    Çünkü tüm bu toplumsal olaylardan onlar zarar görmez.
    Bu yangınlardan ne Alevi kazançlı çıkar, ne Sünni…
    Kazanan sadece kaostan beslenenlerdir.

    Ne yazık ki, bir irade Alevi’ye karşı önyargıyı harekete geçirmiş, Sünni halk provoke edilmiştir.
    Ve Sivas, tarihinin en büyük felaketini yaşamıştır.
    Öyle ki, Sivas’la da yetinilmemiştir.
    Bu karanlık senaryonun ikinci perdesi, 3 gün sonra Erzincan Başbağlar Köyünde oynanmıştır.
    Sivas’ın intikamı alınır gibi, Başbağlar’da başka bir katliam gerçekleştirilmiştir.

    Devamını Oku

    AHLAKIMIZLA PARA KAZANMAYI UNUTTUK MU?

    AHLAKIMIZLA PARA KAZANMAYI UNUTTUK MU?
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    İzniniz olursa, yazıma başlamadan evvel bir soru sormak istiyorum.
    Bize para mı lazım, ahlak mı?
    Tabii ki öncelikli olarak ahlak lazım. Ahlaklı davrandığınız sürece para size bir şekilde gelecektir. Para kazanılır ama ahlaklı para kazanmak daha kutsal olur.
    Ancak ne yazık ki, günümüzde para, ahlaktan önce geliyor.
    Bunun en yakın örneği geçtiğimiz günlerde Marmaris’te yaşandı.

    Geçtiğimiz günlerde Türkiye, Marmaris’te yarı çıplak dans ederek turistleri eğlendirmeye çalışan, aynı saç tıraşına sahip birkaç genci konuşuyor. Öyle bir hâl aldı ki İsrail-İran arasındaki füze yağmuru bile ikinci plana itildi.
    Sosyal medyada yayınlanan ve özellikle yaşı ilerlemiş kadın turistleri eğlendirmeye çalıştıkları iddia edilen bu gençlerin görüntüleri, memleketin en önemli meselesi oluverdi.

    Kimileri bu garip dansları tacize benzetip gençleri topa tuttu; kimileri de sosyolojik tahlillere girişti. Avrupa’nın sosyal yardımlarla geçinen kalitesiz turistlerinin bu tür eğlencelerden hoşlandığını söyleyen de vardı, bu gençleri buna zorlayanların cezalandırılmasını isteyen de…
    Ne olduğu belirsiz bu hareketlerden keyif alacak kadar kalitesiz birinin, bırak turist olmasını, insan olarak varlığına bile inanmak zor. Çünkü yapılanlar ne bir dans, ne de bazılarınca iddia edildiği gibi erotik bir şov. Ama ortada ciddi bir gerçek var: Bacasız sanayi dediğimiz turizm, göz göre göre tükeniyor!

    Bu şovlar bizi Tayland gibi “ucuz eğlence” ülkesi hâline getirir mi, bilinmez. Ama şu biliniyor: Avrupa’da pek çok ülke, vatandaşlarını Türkiye’ye gitmemeleri konusunda uyarıyor. Gezginler, fenomenler, seyahat blogger’ları; hepsi sosyal medya hesaplarında Türkiye yerine İspanya’yı, Yunanistan’ı öneriyor.

    Elbette bu çöküşün sorumlusu, üç kuruş uğruna garip hareketler sergileyen gençler değil.
    Mesela İngiltere Dışişleri Bakanlığı, Türkiye’ye seyahat edecek vatandaşlarına yönelik güncellenmiş bir seyahat uyarısı yayınladı. Diyor ki:

    “Taksilere binerken dikkatli olun. Plakayı not edin, rota dışına çıkılmadığından emin olun.”

    “Sahte içkiye karşı tetikte olun. Büyük marketler dışında alkol almayın, otel dışı içkiler ölüm riski taşıyor.”

    “Kimliksiz dolaşmayın, toplumsal olaylardan uzak durun.”

    Yani açıkça diyor ki: “Türkiye’ye giderseniz can ve mal güvenliğiniz tehlikede.”

    Ne acı değil mi?

    Şöyle bir baktım… Biz İngiltere’ye, İtalya’ya, İspanya’ya seyahat edecek vatandaşlarımızı hiç uyarmamışız.
    “Ama zaten vize alamıyoruz ki, uyarılsak ne olur” mu diyorsunuz?
    O da ayrı bir dram! Hatta başka bir yazı konusu.

    Fenomenler demiştik ya… Onlar da Türkiye’de yaşadıklarını ballandıra ballandıra(!) anlatıyor:

    Kapıdan zorla çekildikleri restoranlar…

    Fahiş fiyatlar…

    Kalitesiz hizmet…

    Dolandırılma girişimleri…

    Gerçi bu örnekleri biz zaten çok iyi biliyoruz. Taksicilerin zaman zaman fahiş fiyatlar almalarını, otellerin, yemek yerlerinin, eğlence mekânlarının fahiş fiyatlar alması ya da istemesi sonucu yerli turist de dâhil olmak üzere yabancı turistin iyice ülkemizden uzaklaşmaya başladığını görmekte ve gözlemlemekteyiz.
    Yerli turistlerin dahi ülkemiz tatil beldelerini değil de yabancı ülke tatil beldelerini tercih etmelerinin nedeni de yine ahlaksızca uygulanan fahiş fiyatlar üzerinden olmasıdır. Yoksa adam neden sınırları aşıp da başka ülkeleri tercih etsin ki?

    Turizm Bakanımız Mehmet Nuri Ersoy belki bunları bilmiyor olabilir… Ama sahil şeritlerinde, sokak aralarında, o “turizm cennetinde” neler döndüğünü birilerinin ona anlatması gerek!

    Eğer acil önlem alınmazsa bu kaynak da elimizden kayıp gidecek.
    Avrupa basını Türkiye’de havaalanlarındaki fahiş fiyatları yazıyor.
    Turistlerin başına gelenleri manşetlerine taşıyor.
    Hükümetler resmi uyarılar yayınlıyor.
    Sosyal medya fenomenleri, “Türkiye’de kazıklanmayın, tacize uğramayın; başka ülkelere gidin” diye çağrı yapıyor.

    Turizm ülkesiyiz diye övünürken, turistin adını duymak istemediği bir lokasyon hâline geliyoruz.

    Acil önlem alınmazsa bu bereketli kaynak da kuruyacak.
    Ve elimizde sadece turiste yapılan garip danslar kalacak.

    Devamını Oku

    BABALARIN ÇEKTİKLERİ ÇİLE PEK GÖRÜLMEZ

    BABALARIN ÇEKTİKLERİ ÇİLE PEK GÖRÜLMEZ
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Değerli Okuyucularımız;

    Baba sevgisi, bana göre dünyanın en güzel, en doyumsuz ve en anlamlı sevgilerinden biridir…

    Baba sevgisinin kıymetini, baba ocağından uzak bir yerde olduğumuzda ya da o ulu çınar bu dünyadan göçüp gittiğinde daha iyi anlayabiliyoruz… (Ben de o ulu çınarı kaybedenlerden biriyim).
    O nedenle, babalarımızın kıymetini sağlığında ve yanımızda olduklarında daha iyi anlamalıyız ve sevgimizle de gönüllerini fethedebilmeliyiz… İşte o zaman babaların yüzlerinde tatlı bir gülümseme ve kalplerinde de sevgi dolu sımsıcak duygular oluşmasına şahit olabiliriz…

    Şimdi; haydi geliniz yazımızı, baba sevgisinin en güzel örneğini yansıtan ve toplum olarak ders alınması gereken bir öyküyle tamamlayalım:

    “Yaşlı bir baba, kuzu etinden imal edilmiş yaprak döneri çok severmiş… Bir gün canı yaprak döneri çok çekmiş. Babasının isteğini fark eden oğlu, almış babasını ve güzel bir lokantaya götürmüş… Baba, yemeği önce kendisi yemek istemiş… Ancak; yaşlılığın verdiği zayıflık sonucu elleri titrediği için lokmayı ağzına götürmek istediği her seferinde üzerine dökmüş, yağı sakalına damlamış… Lokantadaki insanların bakışları da pürdikkat onların üzerindeymiş… Aşağılayıcı bakışlar, alaycı tavırlar, surat ekşitmelerle arada bir yaşlı babaya bakıyorlarmış. Bir süre sonra oğlu sabır ve itina ile lokmaları babasının ağzına koymaya başlamış… Nihayet yemek bitmiş ve oğlu babasını alıp lavaboya götürmüş, elini yüzünü iyice yıkamış, üstünü başını silip temizlemiş, saçını sakalını düzeltip taramış, gözlüklerini silip gözüne takmış, ardından da koluna girip dışarı çıkartmış… Lokantada bulunanların hakaretamiz bakışları hâlâ onların üzerinde… Hiçbir bakışı umursamayan çocuğun ise yüzünde hep tebessüm varmış, babası çok sevdiği yemekten yiyip lezzet aldığı için… Yemek parasını ödeyip çıkıyorlardı ki, arkalardan yaşlı bir amca seslenmiş:

    – Hey evlat, burada bir şey bıraktığını unutmadın mı?
    Az düşündükten sonra çocuk cevap vermiş:
    – Hayır, masada bir şey bıraktığımı sanmıyorum!
    Yaşlı amca:
    – Hayır evlat, yanılıyorsun. Sen burada çok değerli bir şey bırakıp gidiyorsun!
    Şaşkınlık içinde:
    – Ne bırakmışım ki amca?!
    – Sen burada, her evlat için bir ders ve her baba için bir umut bırakıp da gidiyorsun!…

    Tam bir sessizlik hâkim olmuştu salona… Herkes yaptığından, düşündüğünden utanç duyuyordu… Unutmuşlardı bir an, her sıkıntıda babalarına sığındıklarını:
    – Baba! Şunu istiyorum.
    – Baba! Bana şunu al.
    – Baba! Şu okulda, şu üniversitede okumak istiyorum, şu kadar harç gerekiyor.
    – Baba! Okul masrafları için şu kadar para lazım.
    – Baba! Falan şehre gezmeye gitmek istiyorum, para ver.
    – Baba! Doğum günümde bana ne aldın?
    – Baba!…
    – Baba!…

    BABALARIN ÇEKTİKLERİ ÇİLE PEK GÖRÜLMEZ
    Babaların koca bir aileyi sırtlayıp götürmek için ne büyük çileler çektiklerini bilmeliyiz. Babaların çektikleri pek görülmez. Hepimiz babaların neler çektiklerinin en yakın tanıklarıyız. Yokluk ve sıkıntılar içinde bizi, onurlu ve başı dik insanlar olarak yetiştirmeye çalışırlar. Gerçekten de babaların çektikleri takdire değer. Ömürleri boyunca gık demeden çileler çekerler; tabii bunları genç kuşaklara anlatmak zor. Geçmişten bugüne nasıl gelindiğini merak etmeyi bırakın, dinleme tahammülleri bile yok. Bizi bugünlere getiren, getirirken bin bir çile çeken ulu çınarları bir an olsun aklımızdan çıkarmayalım.

    Onlar hediyelere boğulmak istemiyorlar, sadece saygı ve tatlı bir gülüş bekliyorlar çocuklarından. Yılda bir kez alınan hediyelerle bugünü geçiştirmemeliyiz, biz yetişinceye kadar onların ne zahmetlere katlandığının bilinciyle hareket etmeliyiz. Maddî durumu iyi olanlar için babaları bu şekilde onurlandırmak kolay; ya diğerleri bunun nasıl üstesinden gelecek? İşin maddiyat boyutunun dışında da düşünebilmeliyiz.

    BABA SEVGİSİ BİR GÜNE SIĞMAZ
    Belki de milyonlarca insan böyle bir gün olduğunun bile farkında değildir. Bu farkındalığı bir günün dışına taşırmak gerekiyor. Babalarımız ister yaşıyor olsun, isterse dünyadan göçüp gitmiş olsunlar, her zaman saygıya değer olduklarını göstermeliyiz. Onları incittiğimiz, üzdüğümüz zaman gönüllerini almayı unutmamalı. Onlar çocuklarından çok şey istemez; tek istedikleri kendileri olmaları ve ele güne muhtaç olmadan, bağımsız yaşamalarını isterler.

    Zaten birçok baba da kendi kendine yeten, kişilikli insanlar yetiştirmenin derdindedir. Çocukların yetişmesine yeterince olumlu katkıda bulunamıyor muyuz? Bu biraz da insanın ekonomik, sosyal ve kültürel gelişmişliğine bağlı. Her şeye karşın babalar kan ter içinde çocuklarını yetiştirmeye, üzerine düşen sorumlulukları yerine getirmeye çalışıyor. Yetiştirmede babalar hata yapmıyor mu? Yapıyor, ne olursa olsun bunun da bilincindeyiz. Babalarla birlikte bu yaşam yolculuğunu doğru yere götüreceğiz. Bu sadece babaların değil, çocukların da sorumlu hareket etmelerini gerektirir. Ortak sorumluluk almak, işler ters gittiğinde, her şeyi babanın üzerine yıkmamak lâzım. İçinde bulunulan sıkıntıları hep babaların üzerine yıkarak, işin kolayına kaçanlar da vardır. Adil davranıp, hiç bunlardan olmamak gerekiyor.

    Ne olursa olsun babaların yaptıklarını küçümsemek anlayışından uzak durmalıyız. Baba sevgisi paraya pula endekslenecek bir şey değil. Hediyeni alırsın, çeker gidersin, böylece görevini yapmış olursun. Bu değil mesele; onlar ilgi istiyorlar, sevgi istiyorlar, aranıp sorulmak istiyorlar, anlaşılmak istiyorlar, herkesin mutlu olmasını istiyorlar. Dünyada bizim de sorumluluklarımız olduğunu bilerek suçlamalardan uzak durulmalı. Babalık zor zanaat, herkes baba olamıyor. Ne mutlu bu zanaatı layığıyla yerine getirebilenlere ve getirmek için çaba harcayanlara…

    Devamını Oku

    İNTİHAR ETMEYİ DÜŞÜNENLER BURADA MI?

    İNTİHAR ETMEYİ DÜŞÜNENLER BURADA MI?
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL


    İntiharın eşiğinde olan pek sevgili arkadaşlar,
    Aklınızdan geçenleri eyleme dökmeden evvel bana beş dakikanızı ayırır mısınız? Ama öncesinde, elinizde sıkı sıkı tuttuğunuz şu silah, ip, zehir, ilaç vb. her ne haltsa artık, masanın üzerine bırakır mısınız?
    Bıraktınız mı? Hah, tamam. Teşekkür ederim.

    Belli ki hayatınızı sonlandırmaya kararlısınız. “Aman yapmayın, etmeyin,” diyemem. Üstelik bu sizin kararınız, saygı duymak zorundayım.
    Eh, madem yolculuk var, biletler de kesilmiş… O halde son bir bardak çayınızı benimle içer misiniz? Hem biraz da sohbet ederiz, ne dersiniz?

    Yorgunsunuz, biliyorum. Hayat bu, hepimizi yorar bazen. Türlü acılar çektirir.

    Mesela sen. Derin düşüncelere dalan arkadaş. Evet evet, sen.
    Daha dün milyonlarını sayarken, bugün sıfırı tükettin, değil mi? Belki de çoluk çocuk sefalet içinde yaşıyordur. “Ahhh, bir çift ayakkabı alamadım evladıma,” diyen iç sesin taa ötelerden duyuluyor. Zor elbet, hem de çok zor.

    Aramızda ay gibi parlayan genç bir kızımız var.
    Dur, ne olduğunu tahmin edeyim. Sevdiğin adam tarafından terk edildin. Hayallerin, umutların buhar olup uçtu. Canın çok yanıyor ve bu acıyla yaşamak istemiyorsun.

    Burada eşi tarafından terk edilen bir arkadaşımız daha var. Yalnız bu arkadaşımızın hâl ve hareketlerinden, kesmiş olduğu biletin iki kişilik olduğunu anlayabiliyorum. Büyük olasılıkla önce eşini öldürecek, hemen ardından tetiği kendi kafasına sıkacak.

    Tam da bu noktadasınız, değil mi? “Tamam,” dediniz. “Yeter artık.” Pes ettiniz.
    Öyle anlar olur ki devam edecek gücü kendinde bulamazsın. “Tamam,” dersin, “tamam artık benden bu kadar, buraya kadarmış.”
    Hayat öyle ya da böyle bir gün bir şekilde hepimizi yoruyor.
    Yani yalnız değilsiniz aslında. Fiziksel olarak bir arada değiliz, evet. Ama çektiğimiz acılarda ortağız.
    Dertlerimiz de farklı olabilir üstelik, veyahut acı katsayılarımız birbirinden oldukça farklıdır.
    Ama gel gör ki mevzu bahis hayat yorgunluğuysa —evet işte— orada hep birlikte bir bütünüz.

    Hayat hepimizden bir şeyler çaldı. Kimimizin gençliğini, sevdiklerini, enerjisini, vaktini… Kısacası, hayat el koyabildiği her şeyi fütursuzca aldı bizden.
    İşte bu noktada ortağız, çünkü hepimiz bakakaldık gidenlerin ardından.
    Şimdi ben oturup anlatmaya başlasam tüm hayatımı taa en başından, dersiniz ki: “Seninki de dert mi arkadaş?”
    “Dağına göre kar verirmiş,” derler.
    Benim derdim de bana büyük, vesselam.
    Kısacası herkes, kendi hayatında bir şeylerin mücadelesini vermekte. Kapalı kapılar ardında türlü çeşit yaşamlar sürmekte.

    Bizim gülüşlerimize, canlı duruşumuza aldanıp da “Benim hayatım berbat, ben ufaktan yol alayım o zaman,” demeyesin.
    Bizler, mutluluk maskesiyle dolaşan, iyi rol yapanlardanız o kadar.
    Siz sanıyor musunuz ki bizim hayatımızda her şey tıkırında? Çiçekler, böcekler havalarda uçuşuyor?
    Alakası yok, anam babam, alakası yok!
    Sadece tam da sizin geldiğiniz o noktada, küçücük de olsa bir umut ışığı görüp onun peşine takılıp giden insanlarız biz.

    Misal ben. Bazı geceler dalarım öylece.
    Geleceği düşünürüm. “Aşılması imkânsız sorunlarımı nasıl alt edebilirim?” diye kafamda hesaplar yaparım.
    Eviririm, çeviririm… Cıkss! İşin içinden çıkamam. Kalakalırım olduğum yerde.
    Umutsuzluğun dibe vuruş anını izlerim aynadaki yüzümde.
    Tam yelkenleri suya indiriyorum ki o da ne? İç sesim düğün alayı kurmuş, çalıp söylüyor!
    Bırakıyorum aklı, mantığı. “Amaan, Allah büyük, elbet bir yol gösterecek,” ferahlığıyla iç sesime eşlik ediyorum.
    Bağıra bağıra şarkılar söylüyoruz birlikte.
    Dertler mi? Olduğu yerde duruyor.
    Yerinde durmayan tek şey, beni depresyona iten Şeytan’ın vesveseleri.

    Umut her zaman var diye boşa demiyorlar. Cılız da olsa o ışık bir yerlerde daima yanar, seni bekler.
    Sadece dikkatli bakmayı bil.
    Tutun şimdi o umut ışığından.
    Ucu ucuna mı tutunursun, sımsıkı mı sarılırsın, orası sana kalmış artık.

    Kalk ayağa, hadi! Yapabilirsin!
    Sar yaralarını, yeni yaralara hazırla kendini.
    Kalk hadi ayağa. Devam edelim yaşamaya.

    Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ), dünyada her 40 saniyede bir intiharın, her 3 saniyede ise bir intihar girişiminin gerçekleştiğini; son 45 yılda intiharların %60 civarında arttığını ve intiharın tüm dünyada ilk on ölüm nedeni arasında yer aldığını bildiriyor.
    TÜİK verilerine göre de Türkiye’de son üç yılda intihar edenlerin sayısı 9 bini aştı.

    Umutlar sizinle olsun. Sevgiyle kalın.

    Devamını Oku

    SİZ ÇOK EŞLİLİĞİ ÇOK YANLIŞ ANLAMIŞSINIZ

    SİZ ÇOK EŞLİLİĞİ ÇOK YANLIŞ ANLAMIŞSINIZ
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    İslamiyet’te çok eşlilik konusu hassas ve halk arasında iç yüzünün çok az bilindiği bir konudur.
    Kimileri bu durumu eleştirmeye bir bahane olarak kullanmak için, kimileri ise durumdan faydalanmak için gerçeği araştırmanın peşine düşmez.
    Evlilik, önemli bir kurumdur, dünya üzerindeki ülkelerin birçoğunda yasal olan tek eşliliktir.

    Peki İslam gibi ahlak kurallarına ve hoşgörüye dayalı bir dinde niçin çok eşlilik haktır?

    Erkekler için 4 eş, yani 4 kadınla nikâh kıyma, evlenme ruhsatı vardır…
    Evet, bu durum Kur’an’da ayetle de sabittir!
    Rabbimiz tarafından bu ruhsatın verildiği ayetler ise:

    “Şayet yetimler hakkında adaleti yerine getiremeyeceğinizden korkarsanız, size helâl olan başka kadınlardan ikişer, üçer, dörder alınız.
    O kadınlar arasında adaleti sağlayamayacağınızdan korkarsanız, bir tane alın!
    Yahut sahip olduğunuzla (bir ile) yetinin!
    Zulüm ve haksızlık etmemeniz için en uygun olan da budur.”
    (Nîsa Sûresi – 4/3)

    İşte toplumda “Ayet var! 4 eş iznini Allah (CC) vermiş!” denilerek bahsi geçen ayet, bu ayettir…
    Nîsa Sûresi 3. ayet…

    Bu ayet, farklı anlamlar çıkmayacak kadar net kelimeler içeriyor.
    Hadi cümle cümle giderek açalım bu net ayeti!
    Şayet yetimler hakkında adaleti yerine getiremeyeceğinizden korkarsanız…” diye başlamış Rabbimiz…

    Dönem ve konum olarak Arap halkları arasında sürekli savaşların olduğu o yılları düşünelim…

    Savaşa kim gider?
    ERKEKLER!
    Bu sebeple savaşlarda en fazla can kaybı hangi cinsiyette olur?
    ERKEKLERDE!

    Yani sürekli savaşların olduğu bir coğrafyada doğal olarak erkeklerin sayısı azalmış olur, değil mi?
    Bunun bir başka sonucu da birçok kadının eşini veya birçok çocuğun babasını kaybetmiş olmasıdır.

    Ve hepimizin bildiği üzere o dönem ve şartlardaki kadınlar; sosyal hayatın dışında, işi olmayan, eşinden kendine kalan bir iş veya para olsa dahi bunu yönetemeyen, sadece evlerinde çocuklarıyla ilgilenen yapıdaymışlar…

    Peki bu durumda ne sonuç çıkar?
    Kadınlar ve çocuklar ya muhtaç hâldeler…
    Ya da mal varlıkları kötü niyetliler yüzünden tehlikede…
    Kısacası kadınlar ve çocukların korunmaya, bir erkek tarafından sahiplenilmeye ihtiyaçları varmış!

    İşte bu ayet bu sebeple:
    “Şayet yetimler hakkında adaleti yerine getiremeyeceğinizden korkarsanız…” ifadesiyle başlar!
    Ve “bu durum var ise” devamında gelir ruhsat:
    “Size helâl olan başka kadınlardan ikişer, üçer, dörder alınız.” şeklinde.

    Şimdi biz bu ayetin sadece bu cümlesini alalım…
    4 eş izni var!
    Ayet belli!
    Rabbimiz izin vermiş!

    Gelelim günümüze…
    Günümüzde ikinci, üçüncü eş neden alınır?
    Savaş mı var? Hayır. Çok şükür!
    Yoksul, muhtaç kadınlara yardım mı ediyoruz? Cıkssss. Alakası yok.

    Neden peki?

    Eşimizle anlaşamıyoruz diye…

    Onu artık güzel bulmuyoruz diye…

    Gönlümüz başkasına kaydı diye…

    Heyecan arıyoruz diye…

    Öyleyse ruhsat sizin.
    4’e kadar hakkınız var.
    Ayetle sabit!

    Ancak…
    Acele etmeden aynı ayetin devamını da anlayalım isterseniz…

    “O kadınlar arasında adaleti sağlayamayacağınızdan korkarsanız, bir tane alın!
    Yahut sahip olduğunuzla (bir ile) yetinin!
    Zulüm ve haksızlık etmemeniz için en uygun olan da budur.”

    Tekrar gelelim günümüze…
    Özellikle son yıllarda evli kadınlar, evli adamlarla çoluk çocuğu, eşi, evini barkını düşünmeden arkalarında bırakıp birbirlerine kaçıyorlar.
    Kaçar kaçmaz da soluğu imamın yanında alıyorlar.
    Ve dini nikâhlarını kıyıyorlar.

    Hani Allah’tan çok korkuyorlar ya…
    Hani dini nikâhı kıyarak günahlardan sıyrılabileceklerini düşünüyorlar…
    Ah, ne büyük cehalet!

    Madem konu buralara kadar geldi, hemen hemcinslerimi bu konuda kısaca bilgilendireyim:

    İslam hukukunda erkeğe verilen çok eşlilik ruhsatı, kadına verilmemiştir.
    Ayrıca imam nikâhında kadının kocasını boşama hakkı tek bir şekilde verilmiştir.

    Eğer kadın, evlilik sırasında boşama hakkının kendisine verildiğini kabul ederek evlenmişse, bu durumda “boş ol” demesi boşanma işlemini başlatabilir.

    Sizi bilmem ama ben bugüne kadar hiçbir kadının böyle bir şart koyarak imam nikâhı kıydırdığını görmedim, duymadım.
    Yani kısacası kıyılan bu tarz nikâhların hiçbir hükmü yoktur.

    Her ne kadar dinin arkasına sığınsanız da bal gibi zina ediyor ve günaha giriyorsunuz.

    Devamını Oku

    ÇOCUKLAR ELLERİNİ KANA BULUYOR

    ÇOCUKLAR ELLERİNİ KANA BULUYOR
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Artık şunu iyice öğrendim: Bir insan iyiyse iyidir, kötüyse kötüdür!
    Ben ki yıllarımı iyi niyete adayan biri olarak diyorum bunu. Şöyle ki, her bebeğin masum doğduğuna inanırım, bu yüzden de yanlış eğitilmiş hiçbir bebeğin yetişkin olduğunda ortaya saçtığı kötülüklerden dolayı onları sorumlu tutamam.
    Kimi sorumlu tutarım?
    Onları yetiştirenleri.
    Eee, onları da yetiştiren birileri vardı. Demek ki suçu onlarda da aramamak gerekiyor, daha da geriye gitmekte fayda var derken… Git git, nereye kadar?
    Ben de zaten gitmeyi düşünmüyorum. Hümanistik de bir yere kadar, değil mi?
    Yaşı, cinsiyeti, kimliği ne olursa olsun, katil katildir. Net!

    “İnsan acı duyabiliyorsa canlıdır, başkasının acısını duyabiliyorsa insandır.” demişti Tolstoy.
    Burnumuzun direğini sızlatan, gözyaşlarının içimize içimize aktığı, yüreğimizi yakan nice durumlarla karşılaşmışızdır şuncacık ömrümüzde.
    Ya duymadıklarımız, görmediklerimiz?
    Kimi gazete sayfalarından, kimi de televizyon ekranlarından evlerimize kadar gelseler de kendi yalnızlığında, kendi mecrasında acısını yaşamıştır.
    Türk anne ile İtalyan babanın on dört yaşında İstanbul Kadıköy’de hayattan koparılan, katledilen Ahmet’i bu kez de yüreğimiz yandı.

    Diğerlerinden farklı olmayan bir günün sabahında ayrılmıştı evinden. Nereden bilebilirdi ki o eve bir daha asla dönemeyeceğini, anne babasını bir daha göremeyeceğini…
    Bilseydi daha çok sarılmaz mıydı? Sımsıkı tutar, öper, bırakmazdı annesinin ellerini.

    Sokağa bırakılmış serseri mayın gibi dolaşan caniler tarafından bıçak darbeleriyle katledilen Ahmet’in yarım bırakılan bir hikâyesi var artık, ondan geriye kalan.
    Bir de acıları ve anıları her daim yaşayacak gözü yaşlı bir anne baba.

    Aslında sürekli gündemde olan fakat bir şekilde üzeri örtülen önemli bir mesele…
    15 yaşındaki Mattia Ahmet Minhuzzi’nin, yaşı 18’den küçük olan bir katil tarafından öldürülmesi ile gündeme taşındı.
    Katil zanlısı, 18 yaşından küçük olması sebebiyle ceza kanunlarımıza göre indirimli ceza ile yargılanacak.
    Hukukçuların yorumlarına göre katil ortalama 10 yıl ceza alacak ve şartlı olarak salıverilecek.
    Durum bu şekilde olunca halkın tepkisi bir anda yükseldi.

    Türk Ceza Kanunu’na göre, 12 yaşından küçük çocuklar işledikleri suçlar karşısında ceza almıyor.
    15 yaşını doldurmamış olanlar da işlediği suçun hukuki sonuçlarını algılayamaması halinde yine ceza almamakta.
    Suç işlediği anda 15 yaşını doldurmuş olup, 18 yaşının altında olan kişiler de ağırlaştırılmış müebbet hapis cezasının gerektirdiği suçlar için 18 yıldan 24 yıla, müebbet hapis cezasının gerektirdiği suçlar içinse 12 yıldan 15 yıla kadar hapis cezası alıyorlar.

    Avrupa ülkelerinde ise verilen cezalar çok daha farklı.
    Vahşice işlenen cinayetlerde katil, 18 yaşından gün almamış olsa da yetişkinler gibi yargılanıyor.
    ABD’nin birçok eyaletinde de ağır suç işlemiş olan 16-17 yaşındaki çocuklar yetişkin gibi yargılanıyor, bazı eyaletlerde de bu sınır 14 yaşa kadar düşüyor.
    Türkiye’de 2010-2022 yılları arasındaki periyotta suça sürüklenen çocuk sayısı %148 arttı.

    2022 yılında, çocuk diyeceğimiz çağdaki kişilerin işlediği her üç suçtan ikisi yaralama ve hırsızlık oldu.
    Uyuşturucu ise en çok isnat edilen üçüncü suç olarak kayıtlara geçiyor.
    18 yaş altındaki kişilerde suç işleme oranı gün geçtikçe artış gösteriyor.
    Ortada, hepimizi ürküten bir durum var.
    Ülkemizin geleceğini emanet edeceğimiz, yeni nesil adeta bir suç makinesine dönüşmek üzere.

    Aile, arkadaş ve yakın çevrenin etkisi, bu artıştaki en önemli faktörleri oluşturuyor.
    Parçalanmış aileler, ihmalkâr ebeveynlik olarak adlandırılan; çocuklarıyla ilgilenmeyen, sevgi göstermeyen, disiplin kurallarını öğretmeyen aile yapıları…
    Sosyal ve ekonomik olarak istikrarı olmayan anne ve babaların liderlik ettiği ya da edemediği diyebileceğimiz aileler…
    Aile içinde, akrabalarda ya da arkadaş çevresindeki çocukların kendine örnek aldığı olumsuz davranışlar gösteren şahıslar bizi bugünlere getirdi.

    Hemen hemen her gün sosyal medyada, kız çocuklarının birbirlerine işkence yaparak çektiği kavga etme videoları paylaşılıyor.
    Geçmiş yıllara baktığımızda hanım hanımcık yetiştirilen, kibarlıklarıyla ve nezaketli davranışlarıyla tanınmak isteyen kız evlatları ne yazık ki artık mafyavari davranışlarla kendilerini ispat etme yoluna girdiler.

    Televizyon kanallarında yayınlanan, suça özendiren dizi ve benzeri yapımların da önemli bir etken olduğunu unutmamak gerekli.
    Buna müteakip, yaptıkları uygunsuz davranışları sosyal medyada paylaşmayı marifet sayan bir yeni nesil ile karşı karşıyayız.
    Okul eğitimi ile çocuk suçluluğu arasında da ters bir orantı var.
    Ortaokul, lise öğrenimi gören çocuklar suç işlemekten uzak duruyor.
    Fakat ne okula giden ne de çalışan, yani boşta kalan çocukların suç işleme oranı çok daha yüksek.

    Şehirleşme, hızla artan nüfus, kalabalık ortamlar gibi sebeplerden dolayı da çocukların kontrol altında tutulması daha zor hale geldiği için 18 yaş altının suç işleme oranı artış gösteriyor.
    Bu yaş grubunun işlediği suçlara baktığımızda, kırsal kesimden kente yapılan göç sonrası büyük şehirlerde istediği imkânları elde edemeyen çocukların daha fazla suç işlediği dikkat çekiyor.

    İlaveten, birçok etken saymamız mümkün.
    Hepimizin bildiği gibi, eğitim ailede başlar.
    Çocuklar öncelikle anne ve babalarını örnek alırlar.
    Suç oranlarının düşürülmesi için öncelikle ebeveynlerin ele alınıp eğitilmesi, gerekli ahlak kurallarının onlardan başlanarak öğretilmesi muazzam derecede önemli.
    Bunun yanında, çocuklarımızın suç işlemesini engellemek için caydırıcı anlamda cezaların Avrupa standartlarında uygulanması, aynı zamanda suç işleyen çocukların ebeveynlerine de benzer miktarda cezalar verilmesi faydalı olacaktır.
    Bu meseleyi önemsemeyip gerekli tedbirleri almadığımız takdirde, ortalama 20 yıl sonra çok daha vahim manzaralarla karşılaşmamız mümkün.

    Devamını Oku

    BUGÜN GÜNLERDEN DENİZ GEZMİŞ VE ARKADAŞLARI

    BUGÜN GÜNLERDEN DENİZ GEZMİŞ VE ARKADAŞLARI
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Bu ülkede iki idam, bu toplumun hafızasından hiç silinmedi. Ve bu ülkede iki idam, bu toplumun vicdanında hiç onaylanmadı.
    Biri Adnan Menderes ve iki Bakan arkadaşının idamı, diğeri Deniz Gezmiş ve iki arkadaşının idamı.

    Hiçbir idam, bu toplumun vicdanını bu idamlar kadar yaralamamıştı. Hiçbir idam, bu toplumun içini bu denli kanatmamıştı.

    Ve de hiçbir idam, bu idamlar kadar toplumsal bir öfkeyi yükseltmemişti.

    Ve daha da acısı:

    “Üçe üç” denilerek oylanmıştı Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan’ın idamı.

    Acıyorsam sana anam avradım olsun.
    Ama aşk olsun sana çocuk, aşk olsun.”

    diyordu Can Yücel, Deniz Gezmiş için.

    Çünkü o, bugün dahi rüzgârı devam eden bir kuşağın idolü olmuştu.

    Çünkü o ve o kuşak, bu halk için hayatlarını veren, bağımsızlık için başkaldıran yürekli ve yurtsever bir kuşaktı. Ve o kuşak, emperyalizme ve yerli uşaklarına boyun eğmeyen onurlu bir kuşaktı.

    Onlar, parasız eğitim demişlerdi.

    “Eşitlik, özgürlük” demişlerdi.

    “İnsanca, hakça düzen” demişlerdi.

    Ve de “Ne sömüren ne de sömürülen” demişlerdi.

    Demişlerdi ama…

    1972’nin 6 Mayıs’ında, yani bir Hıdrellez gününün ilk saatlerinde, tek tek idam sehpasına çıkarılmışlardı.

    Aylardan Mayıs ve yıl 1972.

    Ankara’da güvenlik birimlerinde tüm izinler kaldırılmış. Sabaha karşı üç fidanın kalbi durdurulacak, bir daha düzene, sisteme karşı gelinmeyecek, o gencecik yüreklerin karşısında ezilmekten kurtulunacaktı.

    Çünkü o gençler yürekliydi, çünkü o gençler çıkarsızdı, çünkü o gençler halkları için mücadele ediyordu.

    Saat 00.30 olmuş, Halit Çelenk ve Mükerrem Erdoğan evlerinden alınmışlar. Her iki avukat Cezaevi’ne doğru yola çıkmış. Ankara’da Mamak Askerî Cezaevi çok sayıda güvenlik kuvveti ve tanklarla çevrilmiş. Bazılarının yüreğine su serpilecek, “oh kurtulduk” dedirteceği, bazılarınınsa yürekleri ilelebet kan ağlayacağı vakte dakikalar kalmış.

    Görevlilere telsiz ile komutlar gelmiş ve Deniz, Hüseyin, Yusuf’un bulunduğu hücrelerin kapısı açılmış. Yusuf ve Hüseyin daha önceden yazmış oldukları mektupları koyunlarına koymuşlar. Deniz ise darağacına karşı mektubunu yazacakmış. Dışarıda her biri için ayrı araç bekletiliyormuş.

    Ayakları zincire vurulmuş, elleri arkadan kelepçelenmiş olarak dışarı çıkarılıp araçlara bindirilmişler.

    Arabalar arka arkaya Merkez Cezaevi’ne yanaşmış. Koşuşturmalar ve hazırlıkların ardından araçların kapısı açılıp Deniz başgardiyan odasına, Yusuf ilerideki başka bir odaya, Hüseyin mahkûmların görüşme odasına getirilmiş.

    Deniz, son mektubunu hazırlamadığından son mektubunu darağacının karşısında o söylemiş, zabıt kâtibi yazmış:


    Baba,
    Mektup elinize geçmiş olduğu zaman aranızdan ayrılmış bulunuyorum. Ben ne kadar dersem yine de üzüleceğinizi biliyorum. Fakat bu durumu metanetle karşılamanı istiyorum, insanlar doğar, büyür, yaşar, ölürler. Önemli olan çok yaşamak değil, yaşadığı fazla şeylerdir.

    Bu nedenle ben erken gitmeyi normal karşılıyorum ve kaldı ki benden evvel giden arkadaşlarım hiçbir zaman ölüm karşısında tereddüt etmemişlerdir.

    Seni, annemi, ağabeyimi ve kardeşimi devrimciliğin olanca ateşiyle kucaklarım.

    Oğlun
    DENİZ GEZMİŞ


    Deniz mektubunu yazdırmakta iken, avukatlarının aramaları bitince içeriye alınmışlar. Deniz onlara “Hoş geldiniz.” demiş. Bir ara infaz savcısı Sami Uğur, Deniz’e doğru eğilerek “Nasılsınız?” dediğinde Deniz “Çok mutluyum ve rahatım.” yanıtını vermiş.
    Avukatları, Deniz’e son arzusunu sormuş. O da cezaevindeki ve dışarıdaki arkadaşlarına selam söylemelerini ve idam sehpasına nasıl gittiklerine tanık olmalarını istemiş.

    Avukatları, Deniz’in yanından ayrılıp Yusuf’un odasına gittiklerinde Yusuf “Hoş geldiniz.” diyerek karşılayıp babasını ve babasının nasıl olduğunu sormuş. Avukatları “Bir diyeceğin var mı?” diye sorduğunda Yusuf, “Biz inanıyoruz ki bu mücadele bizim ölmemizle son bulmayacak. Son bir kez Deniz’i görmek istiyorum.” demiş.
    İnfaz savcısı bunu gereksiz görmüş olacak ki neden gerek gördüğünü sormuş.

    Avukatları “İdam hükümlülerinin son istekleri yerine getirilir, sakınca yoktur.” diyerek Yusuf’u Deniz’in odasına götürmüşler. Ayakları zincirli, elleri kelepçeli iki fidan, dallarını olanca gücüyle birbirlerine sarmış ve yapraklarıyla, kokularıyla vedalaşmışlar.

    Avukatlar Hüseyin’in odasına doğru yola çıkmışlar ve Hüseyin de onları “Hoş geldiniz.” diyerek karşılayıp babasını sormuş. Avukatları “Baban seninle gurur duyuyor.” dedikten sonra Hüseyin de aynı istekte bulunmuş. Yusuf, Deniz ile son kez karşılaştırılmış.

    Gitme vakti gelmiş, ayaklarındaki prangalar çıkarılmış. Beyaz elbiseleri, gelinlik misali giydirilmiş.

    Onlar, alınları açık, başları dik, yüreklerinde korku olmadan, utanç duymadan halkı için, vatanı için canlarını vermekten çekinmediler ve bunun gururuyla 46 sene önce bugün göğe gittiler.

    Deniz’in göğe gelin oluş saati: 01.25.
    Deniz’in nabzı atıyormuş, öylece dönüp duruyormuş ve saat 02.15’te boynundaki ip kesilmiş.

    Yusuf’un göğe gelin oluşu saati: 02.25.
    Onun da bedeni öylece dönüp duruyormuş. Boynundaki sicimi seyreden gözler, Yusuf’un dönmesi durduğunda, saat 02.50’de ipini kesmişler.

    Hüseyin’in göğe gelin oluşu saati: 03.00.
    Üç fidan sonsuzlukta…

    Ve üçünün babasına haber verildi. Halkı, vatanı için canını çekinmeden feda eden evlatlarının naaşlarını almaya gelmişti babaları.

    Baba Hıdır İnan, oğlunu görmek istediğini söylemiş.
    Deniz, Yusuf, Hüseyin yıkanmak üzere yan yana, üzerleri örtülmüş olarak uzatılmışlar. Baba Hıdır İnan yüzlerini açıp önce Deniz’i, sonra Yusuf’u, sonra da oğlu Hüseyin’i alınlarından öpmüş.
    “Vatan ve Bağımsız Türkiye sağ olsun.” demiş.

    6 Mayıs, üç fidanın katledildiği, Türkiye’nin tarihine geçen kara bir lekedir.

    Sustu 6 Mayıs’ta…

    Ankara sustu, faşistler sustu, olmayan vicdanları sustu, insanlık sustu…

    Selam olsun Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan, Hüseyin İnan gibi ölenlere.
    Sizleri saygıyla anıyoruz.

    Devamını Oku

    KANA BULANAN BİR MAYISLAR

    KANA BULANAN BİR MAYISLAR
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Her yıl Türkiye iki defa gerilir. Bunlardan birincisi Nevruz, ikincisi 1 Mayıs’tır.
    Bu tarihlerde halkla polisin karşı karşıya gelmesi kaçınılmazdır. Bunun sonucunda da yaralananlar, gözaltına alınanlar, hatta ölenler de olur. Sonunda herkes birbirini suçlar ve olaylar unutulur gider.

    Peki ya unutulmayan, hafızalardan silinmeyen 1 Mayıs olayları…
    İsterseniz biraz geçmişe uzanalım ve o dönemde yaşanmış, unutulmayan 1 Mayıs olaylarını anımsayalım.

    1 Mayıs 1977

    1977 yılı Türkiye tarihinde çok sıkıntılı bir dönemdi. Sürekli değişen hükümetler, olaylar, faili meçhul cinayetler bitmek bilmiyordu. Ülke çok sıkıntılı günler yaşıyordu.
    Ekonomi öyle bir darboğaza girmişti ki, en basit ihtiyaç maddeleri bile karaborsaya düşmüştü. Financial Times gazetesi 25 Kasım günü durumu şöyle özetliyordu:
    “Türkiye iflas etmiş bir ülkedir.”

    Öte yandan anarşi ve terör artarak sürmekteydi ve toplumsal kutuplaşma can almaya devam ediyordu.
    1 Mayıs 1977 günü İşçi Bayramı’nı kutlamak üzere çeşitli illerden İstanbul’a gelen yaklaşık 500 bin kişi, DİSK’in organizasyonu önderliğinde Taksim Meydanı’nı doldurdu.
    Katılımın yüksek olması sebebiyle kortejlerin alana girmesi uzun sürmüş, miting de uzamıştı.

    Saat 19.00 sularında dönemin DİSK Başkanı Kemal Türkler konuşmasının sonuna geldiğinde etraftan silah sesleri duyulmaya başlandı.
    Sular İdaresi binasının üstünden ve meydandaki otelin çeşitli katlarından açılan bu ateş sonucu insanlar panik halde kaçmaya başladı. Kısa bir süre içinde Etap Marmara Oteli’nin üst katlarından da ateş açıldı.
    İnsanlar panik halinde kaçmaya çalışırken, panzerler de kalabalığın arasına doğru girmeye ve kitleleri sıkıştırarak Kazancı Yokuşu’na itmeye başladı. Kalabalığa ateş açılıyordu; fakat polis ateş açanlara değil, kalabalığın üstüne saldırıyordu.
    Bir kamyonun tıkadığı Kazancı Yokuşu’ndan aşağıya kaçmaya çalışan kalabalığı daha da korkutmak için bir daha ateş açıldı. İnsanlar panzerler altında kalarak ve birbirlerini ezerek kaçmaya devam etti.

    28 kişi ezilme ya da boğulma nedeniyle, 5 kişi vurulma nedeniyle, 1 kişi de panzer altında kalarak yaşamını yitirdi, yaklaşık 130 kişi de yaralandı.
    Ölenlerin çoğu Kazancı Yokuşu’nun başında, park edilmiş kamyon yüzünden sıkışarak ölmüşlerdi.
    470 kişi gözaltına alındı fakat hiçbirinin olayla ilgisi kurulamadı. Ateşi kimin açtığı tam olarak belirlenememiş, olay hâlen aydınlatılamamıştır.
    Sular İdaresi’nin çatısından ve otel odalarından ateş açanlar bulunamamıştır.

    Kontrgerilla tarafından askeri darbe hazırlığı olarak yapıldığı MİT tarafından Başbakan Süleyman Demirel’e rapor edilince ve 29 Mayıs 1977’de muhalefet lideri Bülent Ecevit’e İzmir Atatürk Meydanı’nda suikast düzenlenince, dönemin Kara Kuvvetleri Komutanı 1 Haziran 1977’de derhal emekliye sevk edilmiştir.

    Yıl 1996.
    Taksim Meydanı’nın yasaklı olduğu gerekçesiyle Kadıköy’de düzenlenen 1 Mayıs kutlamalarına yaklaşık 150 bin kişi katıldı.
    Eylemin ilk dakikalarında polisin silahsız göstericilere açtığı ateş sonucu 3 kişi hayatını kaybedince, Kadıköy’de büyük bir kitlesel isyan gerçekleşti.
    Bu olaydan sonra Kadıköy, 2005 yılına kadar 1 Mayıs kutlamalarına yasaklı kaldı.
    Ayrıca telsizin sesini açık unutan bir sivil polisin göstericiler tarafından oldukça şiddetli bir şekilde dövülmesi hafızalara kazındı.

    2007 yılında
    1 Mayıs’ı tekrar Taksim’de kutlayarak aynı zamanda 1977’de olan olayları anmak isteyen grupları polis, silah, biber gazı ve gaz bombası kullanarak durdurmaya çalıştı.
    100’den fazla kişi yaralandı. Valiliğe göre 580, diğer kaynaklara göre 700’e yakın gözaltı gerçekleşti.
    Bir vatandaşımız da hayatını kaybetti.

    2008 yılında
    Sendikaların hükümetle 1 Mayıs’ı Taksim’de kutlama konusunda uzlaşmaması sonucunda, sendikalar Taksim’e yürüme kararı aldı ve bazı sol görüşlü partiler de bu yürüyüşe katılacaklarını açıkladı.
    Bunun üzerine güvenlik güçleri bir gün öncesinden hazırlıklara başladı ve sabah 06.30’dan itibaren Şişli’de; Osmanbey’de, Pangaltı’da, Nişantaşı’nda, Okmeydanı’nda, Dolapdere’de ve Kurtuluş’ta olaylar çıktı.
    Polis; DİSK, Makina Mühendisleri Odası İstanbul Şubesi, ÖDP ve Halkın Kurtuluş Partisi binasında ve bir hastanenin acil servisi girişinde gaz bombası atarak birçok kişinin yaralanmasına neden oldu.
    DİSK binası önündeki olaylarda CHP Milletvekili Mehmet Ali Özpolat, sıkılan biber gazı nedeniyle kalp spazmı geçirdi.
    Ayrıca Okmeydanı’nda Burhan Gül isimli 19 yaşında bir genç başından plastik mermiyle vurularak yaralandı.

    2013
    1 Mayıs’tan 4 ay önce, “Taksim’i Yayalaştırma Projesi” adı altında 1 Mayıs’ın Taksim’de kutlanılması yasaklandı. Buna rağmen bazı gruplar Taksim’de kutlama yapmaya çalıştı. Polis izin vermedi ve göstericilere karşı ateşli ve ateşsiz silah kullandı.
    Hastanelere gaz bombası atarak ambulansları durdurdu. Bu olay, 1977’den sonra en olaylı 1 Mayıs olarak tarihe geçti.

    2014
    Taksim’e izin verilmedi! 19’u polis olmak üzere toplam 90 kişi yaralandı. 266 kişi gözaltına alındı.

    Peki gerçek anlamda 1 Mayıs ne günüdür?

    1 Mayıs; işçi, memur ayırımı olmadan tüm emekçilerin işine, emeğine, ekmeğine, bugün ve yarınına sahip çıktığı gündür.
    1 Mayıs; her alanda ayrıma tutulan kadınların, taciz ve istismara uğrayan çocukların, köylünün, esnafın günüdür.
    1 Mayıs; 1977’de ölüp kanları yerde kalanları anma günüdür.
    1 Mayıs; kucaklaşma, alanları doldurma, birlik ve beraberlik olma günüdür.

    Devamını Oku

    FIRSATÇILAR DURACAKLARI YERİ DE BİLMİYOR

    FIRSATÇILAR DURACAKLARI YERİ DE BİLMİYOR
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Marmara’da olan 6,2 şiddetindeki deprem yüreklerimizi ağzımıza getirdi. Allah’a şükürler olsun ki can kaybı olmadı. Ama hepimiz çok korktuk.

    Uzmanlar yıllardır Marmara’da büyük bir depremin olacağını açık açık söylüyorlardı, hatta adını da Büyük İstanbul Depremi koydular. Deprem olmadan adını bile koydular, yani İstanbul’da deprem olacağından o kadar eminler.

    Kısaca İstanbul’da büyük bir deprem bekleniyor.

    Bu deprem olduğunda da büyük bir felaket yaşanacağını, İstanbul’da büyük bir yıkım olacağını, bunun nedeninin de çarpık kentleşme, dikey binalar, kontrolsüz yapılan inşaatların sebep olacağını yine uzmanlar söylüyordu.

    Doğal olarak da Marmara’da oluşan 6,2 şiddetindeki deprem halkta büyük bir panik yaşattı.
    İnsanlar panik içinde evlerinden kaçtı, kimi balkondan atladı, birçok insan geceyi dışarıda, arabalarında, çadırlarında geçirdi.
    Tabii bu durumda fırsatçılara gün doğdu, çadır fiyatları ve ilk yardım seti gibi deprem sonrası kullanılabilecek malzemelerde fiyatlar tavan yaptı.

    Sevindiğimiz bu depremin üzücü yanları da vardı. Mesela fırsatçılığımız ortaya çıktı. Ajansların haberine göre deprem öncesi ve deprem sonrasında fiyatlardaki astronomik yükseliş dikkat çekti.

    Daha önce 800-1000 lira fiyat aralığındaki İstanbul-Ankara tek yön uçak fiyatları 8.859 liraya kadar çıkmış.
    İki odalı, on kişilik çadırlar, depremden önce 8.711 lira iken deprem sonrası 9.480 liraya yükselmiş.
    Rakamlara boğmayayım. Deprem çantasından tutun da deprem esnasında ihtiyaç olan ne varsa hepsinin fiyatı uçmuş.

    Ulaşım ve çadıra dair verdiğim rakamlarda arz-talep durumuna göre makul yükselişi bir yere kadar normal görürüm. Ama verdiğim örneklerdeki rakamlar normal değil. Kazığın kazığı fiyatlar.

    Yıkıcı olmayan bir depremde bile gereksinim duyulan fiyatlar bu şekilde uçuyorsa, bir de yıkıcı deprem sonrası ihtiyaç maddelerinin oluşabilecek fiyatlarını düşünmek bile istemiyorum. Gerçi Kızılay bile 6 Şubat depreminde depremzedenin çadır beklediği bir ortamda çadır satıyorsa, vatandaşa ne diyeceksin?

    Fiyatlardaki bu ani yükseliş tek kelimeyle fırsatçılığımızı gösteriyor. Belki de gerçek yüzümüzü ortaya koyuyor. Bu demektir ki mutluluğumuz başkasının mutsuzluğu ve mecbur kalmasına bağlı.

    Deprem sonrası fiyatlardaki bu ani yükselişi gören vatandaş, “denetim yok” serzenişinde bulunuyor. Elbette denetim şart. Ama her bir esnafın yanına bir maliyeci koyamazsın ki.

    Sattığı ürünü makul fiyata satması esnafın vicdanına da bırakılamaz.

    Fırsatçılığımızın önüne geçmek için ne yapılabilir?
    Her yıl bir hafta kutladığımız ve yere göğe sığdıramadığımız esnaf kuruluşu Ahilik pekâlâ işlevsel hale getirilebilir.
    İlla Ahiliği yeniden diriltmemiz gerekmiyor. Bugün her meslek grubunun meslek odası var. Odalara Ahiliğin görevi verilebilir. Böylece her meslekte bir iç denetim olmuş olur.

    Odalar sadece üst fiyat sınırı belirleyen ve üyesinden aidat alan, birilerinin keyif çattığı yerler olmamalı.
    Her oda, hile hurdayla satış yapan, ürününe tağşiş yapan ve fahiş fiyata satan meslek üyesini tebdili kıyafet ile denetleyebilmeli, tüketicinin şikayetlerini yerinde inceleyip ağır müeyyideler verebilmeli.
    Kısaca, odalara sorumluluk ve yetki verilerek bu işe başlanabilir.

    Bunun dışında satışa sunulan hangi ürün olursa olsun, her ürünün üzerine ikinci, üçüncü etiket yapıştırmadan perakende satış fiyatı yazılabilir.
    O ürüne zam gelse bile, o posta ürün bitinceye kadar üzerindeki fiyatla satılır. Bu, zorunlu olmalıdır.
    Deprem de olsa vatandaş çadır alacaksa üzerinde yazılı fiyat ne ise onu öder.
    Yeni posta çadırın fiyatı ile eski ürünün fiyatı farklı farklı satılır.

    Bunun uygulamasını Turgut Özal, tekel ürünlerinde bir ara uygulamıştı.
    Bu uygulama ile çoğu esnaf zarar etti. Tanıdığım biri, sigaraya zam gelecek diye arabasını satarak sigara stoku yaptı.
    Sigaraya zam geldi ama esnaf sevinemedi. Çünkü eski ürünler üzerindeki fiyatla satılacak dendi.
    Esnaf mecburen stok ettiği sigaraların üzerinde yazan eski fiyatla sigarasını sattı.
    O zaman bakkallarda eski ürün, yeni ürün farklı farklı fiyatlarla satıldı.
    Bence Özal’ın bir dönem uyguladığı bu sistemi bugün uygulamamızda hiç sakınca olmaz.
    Bu şekil satış, denetimden de odaların takibinden de daha etkilidir.

    Sözün özü, ürünlerin üzerine fiyat yazmakla ve ürünü, üzerinde yazılı fiyatla sattırarak fırsatçılığımızın önüne geçebiliriz.

    Devamını Oku

    GÜNÜMÜZÜN TRENDİ, HER ŞEYİ MÜBAH SAYMAK

    GÜNÜMÜZÜN TRENDİ, HER ŞEYİ MÜBAH SAYMAK
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Toplumuzun gidişatı hakkında yazacak olsam, en çok ahlak ve ahlaksızlık üzerinde durmak isterim.
    Her şeye bir çare bulunur: eğitimsizliğe, yoksulluğa, hatta acıya ve üzüntüye bile çare bulunabilir. Ama buna karşılık ahlaksızlığa çare bulmak artık giderek zorlaşıyor.

    Etrafımıza baktığımızda, bencilliğin, hoşgörüsüzlüğün ve saygısızlığın giderek yaygınlaştığını görmek mümkün. Trafikte birbirine yol vermeyen sürücüler, sosyal medyada acımasızca eleştiren anonim hesaplar, komşuluk ilişkilerinin zayıflaması… Tüm bunlar, toplumsal dokuyu oluşturan ahlaki ipliklerin yıprandığına işaret ediyor gibi.
    Son yıllarda tüm değerlerimiz birbirinin içine girdi. Doğru olan yanlış, ayıp olan normal oldu. Neredeyse her yıl değişen eğitim sistemi, her gün fikir değiştiren siyasi yaşam, bir gün birine küfredip ertesi gün el ele veren siyasiler… Milletin kafası o denli karıştı ki, toplumun en önemli değeri ahlak çöktü!

    Artık herkese her şey mübah!

    Mesela 21 yaşındaki genç, kayınvalidesine “Seviyorum, evleneceğiz” diyebiliyor.
    Kayınvalide ile evde güreşirken görüntülerini çekiyor ve bunlar televizyonlarda yayınlanıyor.

    13 yaşındaki çocuğu pazar yerinde bıçaklayan çocuklar türedi. Yargılanan arkadaşlarını desteklemek için katledilen çocuğun mezarını tahrip edebilecek kadar şuursuz bir nesil yetişti.

    Sapanca’da bungalovun yatak odasına gizli kamera yerleştirebilecek kadar ahlaksız var mesela. Skandal ortaya çıkınca, “Bir önceki müşteri takmıştır” diye pişkince savunma yapan işletme var!

    Kadın doğum kliniğinde para karşılığı kadınların yumurtalarını alıp ABD’ye satan şebeke türedi. Ataşehir’deki kadın doğum kliniğinin, ihtiyaç sahibi kadınları ağına düşürüp yumurtalarını sattığı ortaya çıktı.

    Türkiye’nin önde gelen piliç firmasının, hem de ‘Anne Köftesi’ diye sattığı üründe ‘Listeria’ bakterisi çıktı. Şirket, “Tüm ürünlerimizde yok, olanlar toplatıldı, özür dileriz” dedi. Yıllık cirosu 19 milyar TL olan şirkete 210 bin TL ceza kesildi. Türkiye’de en ucuz sıfır otomobil bir milyonun üzerinde fiyatlarla satılıyor. Ölümcül bakterinin cezası bir otomobilin dörtte biri bile etmiyor.

    İşin ilginç yanı ne biliyor musunuz, bu skandallara adı karışan hiç kimse kendini suçlu hissetmiyor.
    Hani bir atasözümüz vardır, “Yavuz hırsız ev sahibini bastırır” diye… Tam olarak yeni Türkiye profili buna dönüştü.

    Ahlak sükût etti.
    Ne yazık ki, en büyük sorunumuz artık ahlak sorunudur.

    Ahlakı olmayan, ister dindar ister milli olsun, kimseye faydası olmaz. İşte tam da bu yüzden öğretmenler çok önemli. Kaliteli öğretmeniniz yoksa kalitesiz insan yetişir. Boş verin şimdi nasıl düşünüp nasıl yaşadığını, sizden olup olmadığını… Liyakat sahibi öğretmenlere dokunmayın. Çünkü toplumun tamamen çökmesini onlar engelliyor. Papaz eriğini imam eriğine çeviren nesil değil, Canan Dağdeviren gibi meme kanserinin erken teşhisi için geliştirdiği giyilebilir ultrason cihazını uzaya gönderen bireyler yetiştirmenin başka yolu yok.

    Tam da bu nedenle eğitim önemli… Ama bu ülkede, “Okuma oranı arttıkça beni afakanlar basıyor. Ben daha çok cahil ve okumamış, tahsilsiz kesimin ferasetine güveniyorum bu ülkede. Yani ülkeyi ayakta tutacak olanlar, okumamış, hatta ilkokul bile okumamış, üniversite okumamış cahil halktır.” diyen eğitimci vardı, değil mi?

    Devamını Oku

    BUGÜN KANSERE KARŞI EMPATİ KURACAĞIZ

    BUGÜN KANSERE KARŞI EMPATİ KURACAĞIZ
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Nisan ayının ilk haftası, yani geçtiğimiz günlerde 1 ve 7 Nisan arası “Kanser Haftası” kutlandı. O nedenle bu haftaki yazımı “kansere” ayırdım. Ancak sizlerden küçük bir ricam olacak. Hepinizin bu yazıma ortak olmanızı istiyorum. Yapmanız gereken tek şey, empati kurmak.

    Boşaltın kafanızı. Sadece ve sadece kansere odaklanın. Kansere karşı ne kadar güçlüsünüz, onu ne şekilde karşılar, ne şekilde uğurlarsınız, beyninizde canlandırın. Şimdi izin verirseniz ilk ben başlamak istiyorum.

    Uzun zamandır aşırı yorgunluk, anlayamadığım bir halsizlik vardı üzerimde. Parmağımı kıpırdatacak hali bile bulamıyordum çoğu zaman kendimde. Sürekli uyumak, yataktan hiç çıkmak istemiyordum. Beni ısrarla doktora götürmek isteyen anneme “kansızlıktır, dinlenince geçer” diyerek atlatıyordum. Nihayet annemin evlat acısı korkusu galip gelmiş ve beni kolumdan tuttuğu gibi en yakın hastaneye götürmüştü. Haftalarca süren tetkikler, zaten yorgun olan bedenimi iyiden iyiye halsizleştirmişti. Ve nihayet yapılan tüm tetkikler sonuçlanmış, bunun sevinciyle güle oynaya doktorumun odasına koşmuştum. Elimde bir yığın tahlil raporunu doktoruma uzatarak “Oturabilir miyim?” diye sordum.

    “Buyurun, oturun.” dedi ve hiç vakit kaybetmeden çıkan sonuçlarıma göz atmaya başladı. Uzun bir sessizliğin ardından bana dönerek “Bizi annenle yalnız bırakır mısın?” dedi. İçime bir korku düşmüştü.

    “Ben çocuk değilim Doktor Bey, ne varsa bana da söyleyebilirsiniz.” dedim ve oturduğum sandalyeye sırtımı iyice yaslayarak dinlemeye başladım.

    Annem benden daha fazla tedirgin olmuştu. Yüzü sapsarı kesilmiş, ağzından kelimeler zorla dökülüyordu:

    “Nesi var kızımın Doktor Bey? Kansızlık değil mi? O kadar da söylüyordum, bakmıyorsun kendine diye ama dinletemiyordum.”

    “Kansızlık mı?” Sorusu, aslında duymak istediği tek cevaptı ve içinden ettiği dua, kulaklarımı sağır edecek kadar içten ve yüksekti.

    Doktor, “Sanırım daha ciddi bir sorunla karşı karşıyayız hanımefendi. Lütfen güçlü olmaya çalışın, kızımız çok genç ve hayat dolu. Hastalığı atlatacağından eminim.” dedi.

    Doktorumun adını bile zikredemediği hastalığı, ben içimde taşıyormuşum meğer. Kanserdi beni genç yaşımda hayattan alarak sonsuzluğa, kara toprakla buluşturacak olan.

    Elim kolum bağlı, hayatta olan hiçbir şeyden zevk almıyorum artık. Etrafımda bir şeyler yapmak için çabalayan insanların değişen beden dillerini görmezden gelerek, uyumak, sadece uyumak istiyorum.

    İçimde günden güne bir şey büyüyor, büyüdükçe acılarım, ağrılarım fazlalaşıyor. Arsız ağrılarım, yorgun olan bedenimi uyutmuyor geceleri. Uykusuz gecelerimde bana yarenlik eden günlüğüme geçmişte yaşadığım iyi-kötü anılarımı yazarak moral bulmaya çalışıyorum. Güzel anılarımı yazdıkça “Allah’ım, lütfen biraz daha zaman tanı” diye dua ediyorum. Yapmam gereken daha çok şey olduğunu hatırlıyorum ve içten içe hiçbir zaman doğmayacak olan kızımdan özür diliyorum.

    Var olmamış kızım affederdi beni belki… Peki ya kırdığım kalpler, yapamadığım iyilikler, en önemlisi iyi bakamadığım bedenim beni affedecekler miydi?

    Tüm bunları düşünürken iç sesim devreye giriyor: “Korkaksın sen!” diye avazının çıktığı kadar bağırıyor.

    “Korkak değilim ben!” diyorum.

    “Pes ettin. Çok çabuk kabullendin ölümü. Korkaksın işte!”

    “Ne yapabilirim? Kaderde genç yaşta ölüm varsa, elimden ne gelir ki?”

    “Elinden geleni yaptın mı?”

    “Sus artık sus. Uyumak istiyorum, git buradan.”

    “Annenin hıçkırık seslerini duyuyor musun? Allah kahretsin, git diyorum sana, git! Ne istiyorsun benden?”

    “Kalk ayağa hemen. Topla kendini, hayatına bir yön vereceğiz şimdi.”

    “Nasıl?”

    “Kalem ve kâğıt al eline. Bir liste hazırlayacağız seninle.”

    Seni sevenler, mutlu edenler, yanında olan gerçek dostların nerede?
    Yanımda.

    Sevmeyenler, mutsuz edenler, üzenler, dert üstüne dert yükleyenler nerede?
    Yanımda.

    Hadi, hayatına olumsuzluk eken herkesi ama herkesi çıkart hayatından. Hemen şimdi.

    Mutlulukların, sevinçlerin, yapmaktan hoşlandığın hobilerin nerede?
    Yanımda.

    Dertlerin, üzüntülerin, olumsuz düşüncelerin, karamsarlığın nerede?
    Kafamın içinde.

    Seni üzen ne varsa, fırlat at camdan sokağa. Bu dünyada hiçbir dert, senin tek damla gözyaşına değmez.

    Şimdi söyle, sen mi daha güçlüsün, kanser mi?
    Bilmiyorum…

    “Korkaksın sen, anlıyor musun? Ayrıca bencilin tekisin. Senden sonra sevdiklerinin kahrolacak olması umurunda bile değil.”

    “Hayır, umurumda. Ben güçlüyüm. Ben kanserden daha güçlüyüm!”

    “Peki şimdi kanseri yenecek misin?”

    Emin değilim. Kafam çok karışık.

    Toparla kafanı o hâlde. Düşün. Geçmişte yaşadığın onca zorluğa karşı verdiğin büyük mücadelelerini ve her defasında kazandığın zaferleri düşün.

    Gelecek güzel günler için değil miydi tüm savaşın? O güzel günleri göremeden mi öleceksin? Peki ya durmadan andığın doğmamış kızın? Kızını da mı seninle birlikte kara toprakta uyutacaksın?

    Hayır, hayır, hayır!

    Peki tamam. Kendime söz veriyorum. Kendim için, sevenlerim için kanseri yeneceğim. Ant olsun kanser, seni yeneceğim! Ve güzel günlere doğru ilerleyeceğim.

    Ben öncelikle tüm kanser hastalarımızdan çok özür diliyorum. Olayın anlattığım kadar basit ve sıradan olmadığını çok iyi biliyorum. Biliyorum çünkü biz babamla birlikte tam beş yıl kansere karşı mücadele verdik. Bugünkü kanser hakkındaki tüm düşüncelerim o zamanlardan kalma.

    Defalarca babamla paylaştım düşüncelerimi. Ama kendini öyle çok hazırlamıştı ki ölüme, dediklerimi anlamadı bile. Ama siz anlayabilirsiniz. İnanın bana, çok zor değil. Sadece kendinize inanın. Biliyorum, başaracaksınız. Kanser illetini elinizin tersiyle iterek hayata sımsıkı tutunacaksınız.

    Tüm kanser hastalarımıza acil şifalar diliyorum.

    Devamını Oku

    BU DÜNYADAN BİR ALPARSLAN TÜRKEŞ GELDİ GEÇTİ

    BU DÜNYADAN BİR ALPARSLAN TÜRKEŞ GELDİ GEÇTİ
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    28 yıl öncesi bu ülkede, ülkücülerin Başbuğ’u diye bilinen, asker, siyasetçi, sert bakışlı bir adam yaşardı.
    70’li yıllar gençliği, onun kurdu olmak için can atarlardı. Hayatını benimsediği davasına adayan idealist bir liderdi. Yolundan asla dönmedi. Soyadının anlamına uygun yaşadı.

    Peki, kimdir Alparslan Türkeş?
    Alparslan Türkeş, 1917’de Lefkoşa’da doğdu, 4 Nisan 1997’de Ankara’da vefat etti. Türk asker ve siyaset adamı.
    Ülkücülerin “Başbuğ”u olarak adlandırılan Türkeş, aynı dönem Türk siyaset yaşamını etkileyen liderlerden biriydi.

    Türkeş, Kuleli Askerî Lisesi ve Harp Okulu’nu bitirdikten sonra, 1944’te yüzbaşı rütbesindeyken “Turancılık” davasından yargılandı.
    Dava sonunda aldığı ceza 1 yıldan az olduğu için orduya tekrar dönebildi. 1948’de Harp Akademisi’ni bitirdi. 1959’da albaylığa yükseldi.
    27 Mayıs 1960 harekâtının bildirisini radyodan okuduktan sonra adı sıkça duyulmaya başlandı. Bu dönemde Millî Birlik Komitesi içindeki görüş ayrılığı sonucu, 14 üye ile birlikte emekliye ayrıldı.
    Bir süre sonra Hindistan’a büyükelçi müşaviri olarak gönderilen Türkeş, 1963’te yurda dönerek Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi’ne (CKMP) girdi.

    1965’te bu partinin başkanı oldu ve aynı yıl milletvekili seçildi. CKMP programını, ünlü kitabı 9 Işık’taki görüşler doğrultusunda değiştirdi ve 1969’da partinin adını Milliyetçi Hareket Partisi (MHP) yaptı.
    1975’ten sonra koalisyon hükümetlerinde başbakan yardımcılığı görevinde bulunan Türkeş, 12 Eylül Darbesi’nden sonra 4,5 yıl tutuklu kaldı.
    1987’de siyaset yasağının kalkmasıyla birlikte Milliyetçi Çalışma Partisi’ne (MÇP) girdi ve aynı yıl yapılan olağanüstü kongrede genel başkanlığa seçildi.
    1991 genel seçimlerinde RP ile seçim ittifakı yapan MÇP lideri Türkeş, yeniden parlamentoya girdi. Ancak, daha sonra MHP adını alan partisi, 1995 genel seçimlerinde Türkiye barajını aşamadığı için Türkeş de parlamento dışında kaldı.

    Bir ömür adanmıştı bu toprağa. Bir fikir için, bir millet için, bir istikbal için yaşanmıştı her an.
    Alparslan Türkeş yalnızca bir siyasi lider değildi; o, bir çağrının sesiydi. Duruşuydu Türk’ün, vakarının şekle bürünmüş hâliydi.
    “Önce ülkem ve milletim” diyen, inancını pazarlık masalarına hiç oturtmamış bir dava adamıydı.

    Askerdi, devlet adamıydı. Sürgünler gördü, hapisler yaşadı. Ama dimdik durdu. Darbelere direndi, baskılara boyun eğmedi.
    Milletinden aldığı güçle yürüdü hep. Gölgesi bile umuttu nice yüreğe. Bir bayrağın peşinde, bir milleti tek yürek yapmayı başardı.
    Başbuğ’un ardından gözyaşı dökenler yalnızca onu yakından tanıyanlar değildi. Onu bir kez bile görmemiş, ama fikirleriyle büyümüş, ülküsüyle hayat bulmuş gençler vardı elleri semada, kalbi yaslı.

    Türkeş, milliyetçiliği yalnızca bir slogan değil, bir yaşam biçimi olarak gördü.
    Türk milletinin varlık mücadelesini, kültürel değerlerini, bağımsızlığını her şeyin üstünde tuttu.
    Onun için millet, sadece bir coğrafyanın insanları değil; aynı idealde birleşmiş bir ruhun yansımasıydı.

    Bugün onun ardından konuşurken, yalnızca geçmişi anmıyoruz; bir fikri, bir öğretiyi, bir ömrü yâd ediyoruz.
    O artık aramızda değil belki, ama bıraktığı izler hâlâ capcanlı.
    Her genç ülkücüde, her vatan sevdalısında, her bayrak aşığında yaşıyor onun emaneti.
    Onun adı, tarih kitaplarında bir satır değil; yüreklerde bir ülkü, zihinlerde bir ışık, milletin geleceğinde bir rota.

    28. ölüm yıldönümünde Türk Subayı ve Devlet Adamı Başbuğ Alparslan Türkeş’i rahmet ve saygıyla anıyoruz.

    Devamını Oku

    SİYASET GENÇLERİN UMURUNDA MI SANIYORSUNUZ

    SİYASET GENÇLERİN UMURUNDA MI SANIYORSUNUZ
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Ülkemde ne zaman bir karışıklık çıksa, içimde anlam veremediğim bir korku başlıyor.
    Ve aklıma ilk gelen, Suriye’de yaşanan iç savaş oluyor. Bir yanım, “Kapat şom ağzını, her şey yoluna girecek” diyor; diğer yanım, “Ya girmez de kardeş kardeşini vurursa?” diyor. Dışarıdaki karışıklığa içimin karışıklığı ekleniyor. Sonra ne mi oluyor? Bütün siyasi partilere arkamı dönüp sadece Allah’a yöneliyorum.
    Önce ülkemin sapasağlam ayakta kalması, bayrağımın sonsuza dek havalanması ve “şu partili, bu partili” diye ayırmadan bütün halkımızın iyi olması için dualar ediyorum.

    Şimdi gelelim asıl konumuza.
    İBB Başkanı Ekrem İmamoğlu’nun gözaltına alınmasıyla birlikte başlayan süreç, pek çok kesimden tepkiyi beraberinde getirdi.
    Halkın bir bölümü, CHP’nin olası Cumhurbaşkanı adayına destek vermek için meydanlara koştu. Bazı sanatçılar, sosyal medya hesaplarından paylaşımlar yaptı. Kimi de balkonundan tencere tava çalarak protestolara katıldı.
    Fakat herkesin gözden kaçırdığı bir detay var! En çok tepkiyi, her zaman olduğu gibi, gençler veriyor. Peki neden?
    Verdikleri tepki, salt İmamoğlu’nun gözaltına alınmasına, diplomasının iptal edilmesine mi sizce? Artık sıkışan Türk siyasetine, ekonomisine, demokrasisine tepki veriyorlar.

    ODTÜ’lü gençler günlerdir sokaklarda… Diğer öğrenciler de onlara omuz verdi. Hatta onlar olmasa, şimdiye kadar belki de protestolar sona erecekti. Sanıyor musunuz dertleri sadece İmamoğlu’nun yargılanıyor olması…

    Gençlerin derdi başka! Gençler, artık ülkenin çağa ayak uydurmasını istiyor. İktidarıyla, muhalefetiyle, sivil toplum kuruluşlarıyla, üniversiteleriyle, tüm birimleriyle Türk gençliği, artık muasır medeniyet seviyesinde yaşamak istiyor.

    Sosyal medyada karşıma çıktı. Sokak röportajında mikrofon uzatılan bir başka gence, “İmamoğlu’nun gözaltına alınması hakkında ne düşünüyorsunuz?” diye soruluyor. Başında takkesi, çember sakalıyla muhafazakâr olduğu anlaşılan gencin “Oh olsun” diyeceğini sanıyor herkes. Ama tam tersine, demokrasilerde bu işin başka türlü çözülebileceğini ve artık özledikleri şeyin siyasi kavgalar değil, siyasi barış olduğunu dile getirip, “İnşallah” diyerek sözlerini bitiriyor.

    Artık gençler; ne yiyeceklerine, ne giyeceklerine, ne okuyacaklarına, ne izleyeceklerine karışacak siyasi güçler istemiyor. Gençler, nasıl okuyabilecekleri, nasıl dünyayı gezebilecekleri, nasıl kendilerine değer katabileceklerine ışık tutacak yol ve liderler arıyorlar.
    Ne yazık ki ülkemizde ne iktidar, ne muhalefet, ne de diğer kurumlar gençlerin beklentilerini anlamıyor. Onların dilinden anlamıyor… Kendi siyasi kaygılarının peşine düşmüş, bir kör döğüş içinde “koltuk senin olacak, benim olacak” kavgasındalar.

    Bu nedenle sağı solu, AKP’si CHP’si yok! İktidar ya da muhalefet, o lider ya da bu lider de değil, gençleri dinlemezseniz hiçbirinizin o koltukta yeri yok.
    Diyeceksiniz ki, “Her partinin gençlik kolları var.” Var ama sadece partizanlardan oluşan, hâlihazırdaki köhnemiş siyasetleri devam ettiren gençlik kolları onlar. Gençlik örgütlerinin başında gördüğünüz gençler, siyasi abilerinden, amcalarından farksız; kravatlarını takıp ahkâm kesiyorlar. Sokaktaki gençlerin temsilcileri asla değiller.

    İddia ediyorum, Türkiye’deki hiçbir siyasi parti, hiçbir lider, hiçbir milletvekili, “Gençler ne konuşuyor, nasıl anlaşıyor, dünyaya bakışları, beklentileri ne?” bilmiyor.
    “Hangi renk onlar için ne ifade ediyor, hangi emoji hangi anlama geliyor, kendi aralarında nasıl bir dil kullanıyorlar?” Bunu bilen kimse yok!

    Asla unutmamalıdır ki; ülkelerin, toplumların geleceği her zaman gençlerdedir.

    Devamını Oku

    KADINLAR KIRMIZI RENGİ SEVMEZLER

    KADINLAR KIRMIZI RENGİ SEVMEZLER
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    “Şey, ben feminist olacağım, nerede kayıt olacaktım acaba?”
    “Hanımefendi, burası Doğayı Koruma Derneği.”
    “Peki, nereden feminist kaydı yaptırabilirim?”
    “Bayan, burası değil işte.”
    “Hımm, peki burası neresiydi?”
    “Doğayı Koruma Derneği.”
    “Peki, o zaman ben de buraya kayıt olayım. Bir şey soracağım, siz miting falan yapıyor musunuz?”
    “Evet, neden sordunuz?”
    “Hiççç.”

    (Kadınları stres topu gibi gören beyler. Görürsünüz sizi milletin içinde nasıl rezil edeceğim, umarım televizyona da çıkarım mitingdeyken. İşte o zaman bittiniz beyler, bittiniz.)

    Bu kadar fazla şaşırmayın! Hanımlar, beyler. Gösterdiğim tepki gayet doğal ve yerinde bir tepkidir.
    Bugün 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü. Yani benim günüm. Yani yılda bir kez özgürce konuşabildiğim, kendimi ifade edebildiğim tek gün.

    Neyse!
    “8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü kutlu olsun.” diyerek başlayayım söze.
    Erkek egemen toplumda, erkek egemen bir dinle kadın olmak ya da olmamak arasında sürgit garip bir dünyadayız.
    Kadına şiddet, kadına taciz, kadına berdel, kadını silahla, bıçakla öldürme, kadın sokağa çıkamaz, kadın kahkaha atamaz, gülemez, kadının soframızdaki yeri öküzümüzden sonra gelir, kadına ayıp, kadına günah, kadına müstahak.
    İşte kadının toplumdaki yeri tam da bu kadar.

    Peki, gerçekte kimdir kadın?
    Kadın anadır, bacıdır, eştir, evlattır.
    Kadın dediğin bildiğin dört duvarlı evi yuvaya çevirendir; çiçekli mutfak perdeleri, bir domates, bir soğan ve bir parça maruldan oluşan salatanın sofrada yer alışı; bir parça etten koca bir tencere yemek yapandır.
    Akşam pazarlarını dolaşır üşenmeden, çürüklü de olsa ucuza alır, gerekirse yıkar, eder yine de yemek masasını donatır, gülümsemesini eksik etmeden.
    Hazırlanan sofraya gelen eş “Yine mi bu yemek?” dediğinde, kocasını utandırmamak adına, “Daha iyisini alacak paramız mı var?” demeyecek kadar asil, düşüncelidir kadın.
    Tek istediği huzur ve mutluluktur.
    Bir de sevgi. Onu da zaten kaşıkla verip, kepçeyle geri alıyorlar.

    Gel de kadın ol. Gel de insan gibi yaşa bu ülkede, bu dünyada.
    Kadınlara “sabırlı olun” demekten başka ne denildi?
    Ama bakın görün bugün erkekler ne nutuklar çekecekler kadınlar üstüne.
    Utanmadan, sıkılmadan bir de!

    Vıcık vıcık iltifatlar, gerçekle bağdaşmayan övgüler, kutlamalar, nutuklar, çelenkler ve tüm bunlara harcanan paralar.
    Haa, bir de bugüne özel hanımlara büyük bir nezaketle armağan edilen kırmızı karanfiller var.
    Sahi, neden gül değil de karanfil? Daha ucuz olduğu için mi acaba?
    Neyse! Çok da art niyetli olmamak gerek. Biz kadınlar aza kanaat etmeyi de biliriz, yeter ki içten olsun.

    Kan kırmızısı karanfiller!
    Kadına en çok yakıştırılan tek renk. Kırmızı.
    “Kadın’ın kırmızı ojelisi, kırmızı rujlusu, kırmızı giysilisi makbuldür” diyor birçok beyefendi.
    Gerçekten kadına yakıştırdıkları için mi dersiniz? Cıksss. Sadece ve sadece cinselliği çağrıştıran bir renk olduğu için.

    Biliyor musunuz? Aslında biz kadınlar, özümüzde kırmızı rengini hiç sevmeyiz.
    Neden mi?
    Çünkü.
    Kız çocuklar kan ile ergen olur, şanslı olanların aileleri hazırlamışlardır hem pedlerini hem de kızların kendilerini. Bazı kızlar regl olduğunda ölüyor olduğunu sanırlar! Korkarlar! İlk kime söylerlerse, anne mi olur, abla mı, “Şişttttt. Sus, duymasın kimse, al şu çaputu, kirlenmişsin sen!”

    Kirlenmek!
    Bazı toplumlarda adı budur.
    Ne kötü bir terim.
    Bazı toplumlarda regl denir, baba da bunu bilir, üstelik ayıp da değildir.
    Öbür toplumun babası da biliyordur elbette kirlenmek ne demektir, gelin görün ki o baba bunu bilmek istemez.
    Kirlenemez bir babayiğit babanın kızı.
    Göğüsleri de çıkamaz, çıkarsa inatla tülbentle sarar sarmalar, görünmez hale getirir kız anası.

    Kızlar kan ile kadın olur, bazı bölgelerde pembe renkli bu kan kıpkızıl kana bulanır, cansız bedenlerin bedelidir, namus denir adına!
    Doğum kanlıdır, sancısının yanında.
    Bir erkek tarafından dövüldüğünde, öldürüldüğünde ağzından, burnundan, karnından fışkıran kandır.

    Velhasıl, kan kırmızıdır ve kan acıdır. Bu nedenle biz kadınlar kırmızı rengini hiç sevmeyiz!

    Son olarak, tüm kadınlarımızın Kadınlar Günü’nü kutluyor ve beylere vermek istediğim kısacık bir mesajla yazımı noktalıyorum:
    Kadınlarınızı çok sevin. Yüce kitabımız Kuran’da kadınları yüce Rabbimiz TARLA (Bakara Suresi 223. Ayet) diye bahsediyor. Tarlaya bakacaksın, özen göstereceksin, ekeceksin ki meyve mahsul versin. Ve sonra hep onda yatacaksın. Çünkü son durak yine odur. Ne de olsa toprağınız yine onlar olacak. Yani kadınlar bu dünyada sevilmeyi hak eden yegâne varlıklardır.

    Filiz Bahçıvan

    Devamını Oku

    LANETLE ANILAN GÜN (28 ŞUBAT)

    LANETLE ANILAN GÜN (28 ŞUBAT)
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    28 Şubat 1997 yılında ülkemizde yaşanan post-modern darbenin yıldönümü.
    Aslında kötü olayların yıldönümlerini kutlamak, aynı acıları yaşamak ve yaşatmak anlamına geldiği için pek doğru değil. Ancak yanlışlardan ders alıp doğruları bulmamız için bunları bilmemiz de gerekiyor.

    28 Şubat’ta ne yaşanmıştı, hatırlayalım.
    Halkın alışageldiği darbelerden farklı olan 28 Şubat, İslam düşmanı bütün kesimlerin seferber edildiği, bir irtica paranoyasının hâkim olduğu bir dönemdi. Laik ve anti-laik şeklinde kutuplaşmalar yaşandı. Gerici-yobazdı dindarın adı bazı kesimler nezdinde.

    28 Şubat 1997’de Türkiye, hafızalardan silinmeyecek bir güne uyandı. O gün, olağanüstü toplanan Milli Güvenlik Kurulu’nda alınan kararlar ve sonrasında yaşanan süreç, bütün bir ülkeyi sarstı.
    28 Şubat öncesi bir irtica tartışması hortlatıldı. Toplumun her kesimi bu tartışmaya alet edilmeye çalışıldı. 4 Şubat 1997’de, o günlerin deyimiyle “demokrasiye balans ayarı” yapıldı. Ankara Sincan’da düzenlenen “Kudüs Gecesi”ni bahane ederek yürütülen tanklar, 28 Şubat sürecinin simgesiydi.
    28 Şubat’ta, Türkiye tarihinin en uzun Milli Güvenlik Kurulu toplantısı gerçekleştirildi. Postmodern darbe olarak nitelendirilen o toplantıda alınan kararlar, inanç özgürlüğünü hiçe sayan uygulamaları da beraberinde getirdi. Muhafazakâr kesime tam bir baskı uygulanmaya başlandı. İmam Hatip liselerinin ortaokul kısımları kapatıldı. Üniversiteye girişte katsayı uygulaması getirilerek, İmam Hatip liselileri engellemek adına, tüm meslek lisesi öğrencileri mağdur edildi.

    70’lerin ikinci yarısından itibaren çocuklarını okutmaya başlayan Anadolu insanı, 80’lerle birlikte başörtüsü mücadelesinin içerisinde buldu kendisini. Kimi başını açarak okuyabildi, kimi okulunu bıraktı, kimi okuluna bile gidemedi.
    90’lı yıllarda “ikna odalarına” sokulan kız öğrencilerin sayısı az değildi.
    Saralı gibi görüldü nedense kızların başörtüsü. Helalinden bir iş bulmak için okuyan çocukların önleri kesildi, bulunan katsayı sayesinde. Çünkü onlara göre, İHL’lerde okuyan çocukların tercih ettikleri bölümlerin başında hukuk ve siyasal bilgiler fakülteleri geliyordu. İlköğretimi bitirmeyen çocukların yaz tatilinde cami ve kurslarda Kur’an öğretimine yasak getirildi.

    Başörtülü anneler, başörtüsü sebebiyle asker ocağında oğlunun yemin törenine alınmadı, tel örgüler arkasında çocuklarının yeminini izlediler.
    Yükselme umudunu taşıyan asker ve mülkiye erkanı, başı açık eşler aradı hep. Çünkü “disiplinsizlik nedeniyle” YAŞ’ta tahtaya basıp kapının önünde bulabilirlerdi kendilerini.
    Askeriyenin nizamiyelerinde başörtülüler ve sakallılar alınmadı.
    Askeriyede ve sivil bürokraside, sırf karısının başı açık mı diye, memur alkol alıyor mu diye kokteyller düzenlendi.
    2000’li yıllarda, başörtülü eşleriyle birlikte devlet erkanını karşılayamadı devletin tepesindeki yetkili kişiler. Eşli-eşsiz davetiye türü çıktı bu zaman diliminde. Kurdukları partiler “irticanın odağı” olmaktan bir bir kapandı.

    Okul ve işyerlerinde insanların ibadet edeceği bir yeri bulabilmeleri neredeyse imkânsızdı.
    Din Kültürü dersleri olsun mu olmasın mı, vay efendim laik bir ülkede bunlar olur mu olmaz mı, dinin eğitimi değil, öğretimi yapılmalı gibi tartışmalar hiç eksik olmadı. Yıllar yılı kamusal alanla yattık, kamusal alanla kalktık maalesef.

    Tüm bu yapılanlarla güya İmam Hatip mezunlarının tıp, hukuk gibi bölümlere girmesi engelleniyordu, ancak olan tüm Türkiye’ye oldu.
    Ülke ekonomisi bir yandan işsizlikten kırılırken, diğer yandan ara eleman yetiştiren meslek okullarına vurulan darbeler nedeniyle iş dünyası da işçi bulamamaktan şikayetçi hale geldi.
    Kısacası, 28 Şubatçıların “kurunun yanında yaş da yanar” anlayışı sadece onların hasımlarını değil, tüm Türkiye’yi yaktı.

    Elbette 28 Şubat zorbalığının tek kurbanı eğitim kurumları olmadı: Terzisinden kasabına, avukatından siyasetçisine kadar neredeyse tüm nüfus fişlenmeye başlandı.
    İhbarcılık vatanseverlik haline getirildi. Gümüş yüzükler takibe alındı, bıyık şekilleri istihbarat raporlarına girdi, eşlerin etek boyları ölçüldü.

    Bütün bu yaşananlar, demokrasiyle, milli iradeyle alakası olmayan, baskıcı bir rejimin ibret alınacak örneğidir.
    Allah o günleri bu millete bir daha yaşatmasın. Ve milletimiz, güven beslediği, onur duyduğu ordusuyla birlik ve beraberlik içinde, dış dünyaya karşı gücünü ve itibarını gösteren mutlu, huzurlu bir hayat yaşasın.

    Filiz Bahçıvan

    Devamını Oku

    14 ŞUBAT GELDİ ÇATTI, MENDİLLER HAZIR MI?

    14 ŞUBAT GELDİ ÇATTI, MENDİLLER HAZIR MI?
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    14 Şubat Sevgililer Günü geldi çattı. Hani şu hediyelerin, kırmızı güllerin, “Seni seviyorum”ların havada uçuştuğu, daha doğrusu uçuşmak zorunda kaldığı o zoraki gün. 14 Şubat.
    Nereye baksak reklam, nereye baksak kırmızı. Of ki of! Bakmayın siz benim oflar çektiğime, bu özel günü heyecanla bekleyen öyle çok insan var ki, sürüsüne bereket. Hele gençler, günler öncesinden başladı onların heyecanı. Kiminin yanakları al al, hayaller alemine daldı; sevgilisi nasıl bir sürpriz yapacaktır?
    Ah, hele sevgilisi olmayanların bir of çekişi var ki, karşıki dağlar yıkılır. Günler öncesinden hummalı bir çalışma başlar. Güzel, çirkin, iyi veya kötü, zengin ya da fakir, hiç fark etmez. İki eli iki bacağı olsun, hatta durun, azıcık da abartayım, nefes alsın yeter. Sevgililer Günü’nde yanında biri olsun, günü kurtarsın. Sonrası Allah kerim.
    Kör talihine küsmüş oturanlar da yok değil hani. “Yine bir 14 Şubat ve ben yine yalnızım.” Bunu ben söylemiyorum, yanlış anlaşılmasın. Kesinlikle yalnız olmaktan şikayetçi değilim. Bu başlığı Facebook’ta bir kız arkadaşım paylaşmış. Ne maksatla paylaştı, birilerine mesaj mı vermek istedi, yoksa yalnızlık canına mı tak etti, bilemiyorum.
    Benim asıl merak ettiğim şu: Geçen yıl taksitle tek taş alanlar hala taksitlerini ödüyorlardır da, hala aynı ödeme güçleri var mıdır? Sevgililik durumları devam etmekte midir? Ayrıldılarsa, kız yüzüğü iade etmiş midir? Ettiysa, delikanlı yüzüğü satmış mıdır, yoksa saklamış mıdır? Bu yıl yeni sevgiliye mi hediye olacaktır? Ah, o yüzükte her hâlükârda kaç kişinin ahı kalacaktır!
    Hadi gelin, biraz da evli çiftlerin 14 Şubat’ı nasıl karşılayacaklarına bakalım.

    Erkek: Merhaba hayatım, ben geldim.
    Kadın: …
    Erkek: Hayatım, evde misin?
    Kadın: Bu saatte nerede olacağım? Evdeyim işte.
    Erkek: Yemekte ne var? Kurt gibi acıktım.
    Kadın: …
    Erkek: Hayatım, neyin var?
    Kadın: Bir şeyim yok.
    Erkek: Bir şeyin yoksa niye öyle sinirle “Bir şeyim yok” diyorsun o zaman?
    Kadın: Demek ki bir şeyim var o zaman.
    Erkek: “La havle”! Ee, sende söyle o zaman.
    Kadın: Ben söylemeden bir kere de sen anlasan.
    Erkek: Ben bir sebep göremiyorum. Hayatımız her zamanki gibi devam ediyor. Ediyor da, bu gün değişen ne?
    Kadın: Haklısın. Benim kaderim hiç değişmeyecek, hep aynı devam edecek.
    Erkek: Hayatım, sadede gelsen de artık, ne olduğunu anlasam ben de.
    Kadın: Bugün Sevgililer Günü ve sen bir gül bile bana çok gördün. (Instagram’dan bir resim gösterir) Bak, Nejla’nın parmağındaki tek taşa. Kocasının bugüne özel armağanı.
    Erkek: Metresine ne aldı acaba?
    Kadın: Bir şey mi dedin?
    Erkek: Yok hayatım, güzelmiş, güle güle kullansın dedim.
    Kadın: Bu resme bakınca bunu mu söyleyebiliyorsun?
    Erkek: Allah aşkına hayatım, bu mu seni sinirlendiren şey?
    Kadın: Ben senden bir şey istedim mi bugüne kadar? Ama mesela sadece bugüne özel bir şey yapabilir, sevgini gösterebilirdin.
    Erkek: Seni ne kadar sevdiğimi bilmiyor musun?
    Kadın: Biliyor muyum? Sadece duyuyorum. Ama bunu hissetmek ve hatta görmek istiyorum.
    Erkek: …..

    Ve günün sonunda, ellerinde birer adet gül, hoplaya zıplaya giden şanslı kızlara fesat gözler eşlik edecek. Birilerinin içleri burkulacak, hayal kırıklığı yaşayacaklar. Ve yine çok gözyaşı akacak yastıklara.
    Sizin için sevgi ya da aşk, Sevgililer Günü’nde alınacak bir hediye demekse ve üstelik o hediyenin maddi değeriyle orantılıysa, vay halinize!
    Sevgiyi ifade etmenin yolu hediye almaktan ya da vermekten mi geçer? Şart mıdır, tarihini birilerinin belirlediği özel günler için tüketim çılgınlıklarının bir parçası olmak?
    Sevgi, senede tek bir gün yaşanabilecek kadar ucuz bir olay değildir, günü olmamalıdır.
    Taraflar birbirlerine sevgi dolu kalplerini, daha ötesi ömürlerini hediye etmişlerdir. Hangi pahalı hediye bu yüce duyguyla boy ölçüşebilir ki? Kapitalistin umurunda mı sizce aldığınız hediye ve sevgililerinizin mutlu olması? Tabii ki hayır. Aşk ve ticari amaç kadar birbirine zıt düşen bir acayiplikte sistemin bir parçası olmayın.

    Sevgilisini her gün Sevgililer Günü gibi seven ve sevgiyi “pahalı hediye” olarak görmeyen sevgililere sonsuz mutluluklar diliyor, herkesin bugünü özel ve kırmadan, kırılmadan geçirmesini diliyorum.

    Filiz Bahçıvan

    Devamını Oku

    6 ŞUBAT DEPREMİNİN ÜZERİNDEN 2 YIL GEÇTİİ, ENKAZ ALTINDAN KURTULANLARIN ÜZERİNDEN ETKİSİ GEÇMEDİ

    6 ŞUBAT DEPREMİNİN ÜZERİNDEN 2 YIL GEÇTİİ, ENKAZ ALTINDAN KURTULANLARIN ÜZERİNDEN ETKİSİ GEÇMEDİ
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Asrın felaketinin üzerinden tam 2 yıl geçti.
    Herkesin -depremi hissetmeyenlerin bile- büyük travmalar yaşadığı korkunç bir süreçti ülkemiz için.
    Kahramanmaraş merkezli depremlerde kimi evini, kimi ailesini kaybetti. Yakınlarını kaybedenlerin acısı ise hâlâ taze. Onlar şimdi, yeniden hayata tutunmaya çalışırken diğer yandan da kaybettiklerinin acısını dindirmeye gayret ediyor.


    Onlardan biri de Antakya’daki yıkılan evlerinin enkazından sağ çıkarılan ama yüreğinin yarısını orada bırakan Selma Rıdvanoğulları.

    Selma Rıdvanoğulları, depremde yaşadıklarını anlattı.

    –Depremi hissettiğiniz ilk anı ve sonrasını anlatır mısınız?

    Tüm depremzedeler ne hissettiyse ben de aynı hisleri yaşadım. İlk an şaşkınlık, korku ve büyük bir belirsizlik.
    Sonrası kıyamet!
    Sarsıntı geçmiş, kendimi toparlamaya çalışıyordum ki, yan odada yatan annemin ve engelli ablamın çığlık seslerini duydum.
    Yaşadığım sürece birçok defa çaresiz kaldım, ama bu durum çok başkaydı. Üzerimize koca bir bina yıkılmıştı ve ailece enkaz altında kalmıştık. Neredeyse üzerimde bir binanın ağırlığını taşıyordum ama hiçbir acı hissetmiyordum. Çünkü sevdiklerimin acı çığlıkları bütün acılarımı bastırıyordu.

    –Enkaz altında ne kadar kaldınız?

    Tam emin değilim ama sanırım 12 saat sonra, Suriyeli bir kardeşimizin yardımıyla çıkarıldım enkaz altından.
    Annem benden önce kurtarılmış, orada bulunan Suriyelilerden beni ve ablamı kurtarmaları için yardım talebinde bulunmuş, sağ olsunlar hiç vakit kaybetmeden zor şartlar altında beni çıkardılar.

    –Enkazdan çıkarıldığınızda ne durumdaydınız?

    Vücudumun çeşitli yerlerinde kırıklar, ezilmeler vardı sadece, çok şükür.

    — Depremde yakınlarını kaybeden ailelerden birisiniz. Okurlarımıza acı kaybınızı anlatmak ister misiniz? Kimleri kaybettiniz? Ve nasıl oldu?

    Ablamı kurtaramadık. Maalesef! Yan odanın duvarı üzerine yıkılmıştı. Beni kurtaran Suriyeli kardeşimiz tek başına o duvarı kaldıramadı. Belki diyorum bazen, o an bir ekip olsaydı ablam ölmemiş olabilirdi. Cansız bedeni altı gün sonra Ankara’dan gelen gönüllü vatandaşlar tarafından çıkarıldı.
    İşin ilginç yanı ne biliyor musunuz? İçiniz kan ağlasa da yasınızı tutamıyorsunuz. Cenazeniz nereye gömülecek, nasıl gömülecek bilmiyorsunuz. Kışın soğuğu iliklerinize kadar işlemiş. Kafanızı sokacak bir eviniz yok. Sokaktasınız ve çaresizce ne beklediğinizi bilmeden bekliyorsunuz. Bütün ailesini depremde kaybetmiş küçük çocukları görüyorsunuz. İncecik pijamalarla üşüyen, ağlayan. Ağlamaya utanıyorsunuz. Acınızı ister istemez içine gömüyorsunuz.

    –Bizler için koca ancak belki de sizler için kısa 2 yıl geride kaldı. Bu süreç hayatınızda nasıl değişimlere neden oldu? Artık farklı biri var diyebilir miyiz?

    Duygularım karmakarışık. Bir gecede evimi, ablamı, arkadaşlarımı, akrabalarımı, işimi gücümü kaybettim.
    Durup tüm bunları düşünmeye devam edersem inanın bir saatte aklımı kaçırırım. Ama benim böyle bir lüksüm yok. Evet, Allah elimden her şeyimi aldı, ama teselli bulmam için de annemi bıraktı. Bunun için Allah’a ne kadar şükretsem az. Bu dünyada sadece annem kaldı yanımda. Onunla birlikte konteynırda yaşıyoruz. Bu yüzden dik durarak, anneme bakmak için güçlü olmak zorundayım.


    Bize yaşadıklarını anlatan bir diğer depremzede konuğumuz Dr. Hasan Ayparlar.

    –Merhaba, sizi tanıyabilir miyiz?

    İsmim Hasan Ayparlar. 15 Şubat 1954, Kırıkhan doğumluyum. Kadın Hastalıkları ve Doğum Uzmanı doktoruyum. Emekliyim. Çalışmıyorum. Deprem sonrası Kırıkhan Çamsarı köyünde yaşamaktayım.

    –Sizin için çok zor bir an biliyoruz ancak yaşanan felaketin yıl dönümünde 6 Şubat tarihinde neler yaşadığınızı bize anlatır mısınız?

    6 Şubat 2023 depreminde Kırıkhan’da yaşamakta olduğumuz tek katlı evimiz çöktü, enkaz altında kaldık. Kendi yakınlarımızın olağanüstü çabaları ile 12 saat sonra kurtarıldık. Bu 12 saatin her anı hafızamda canlı olarak duruyor.

    Uykunun en derin olduğu bir sırada korkunç bir sarsıntı ile uyandık. Ani bir refleksle, yatak kenarında oturur pozisyon aldık. Başucu lambası yanıyor, oda aydınlıktı. Duvarlar, eşyalar salıncak misali gidip geliyordu. Deprem çok şiddetliydi. Sarsıntı uzun sürdü. Nihayet durdu. Bu aşamada bir yıkılma olmadı. Büyük bir şaşkınlık içinde idik. Düşünecek halde değildik. İlk sarsıntıdan sonra kısa bir süre geçmişti ki, odanın iç kapısı füze yemiş gibi büyük bir gürültü ile oda içine doğru patladı. Aynı anda, korkunç bir gürültü ve sarsıntı ile duvarlar bir anda içeri doğru çökerken, dam da üstümüze indi.
    Yıkıntı altında zifiri bir karanlıkta ve bir boşluk yerdeydik. Seslenerek ve el yordamıyla eşimle birbirimizi bulduk. Başucumuzdaki telefon yardımı ile bulunduğumuz ortamı belirlemeye çalıştım. Tavan başımızın dört parmak üzerine kadar inmişti. 1.5-2 metrekarelik bir üçgen boşlukta idik. Etrafımız enkaz doluydu. Tek sağlam yer başucumuzda ve bahçe tarafındaki pencerenin alttan 30-40 cm’lik kısmı idi. Pencerenin sağlam duruşu ve arka bahçeye bakıyor oluşu bizim için bir umut oldu.

    Deprem durmuş, yerimizi ve pozisyonumuzu belirlemiştik. Saat daha 4.5’tu. Sabahı beklemekten başka yapacak bir şeyimiz yoktu.

    Dam çöktüğü esnada her ikimiz de ıslanmıştık. Oturduğumuz yatak da ıslanmıştı. Üşüyor ve titriyorduk. Allah’tan üstümüzde bir metanet, sabır ve sükûnet vardı. Konuşmaya başladık. Dedik ki;

    “Eğer vademiz geldiyse Allah bugün bizi burada teslim alır. Eğer vademiz dolmadıysa, bir şekilde bizi buradan çıkarırlar. Yapmamız gereken şey kurtulunca kadar gücümüzü ve metanetimizi muhafaza etmek…” Dualar okuyup helalleştik ve beklemeye başladık.

    Nihayet, ortalık aydınlanmaya başlamış olmalı ki, pencere tarafında, tavanın hemen altından bir çizgi halinde ve kuş gözü kadar bir ışık huzmesi sızmaya başladı. Bu ışık huzmesi bize ümit oldu. Biraz sonra da sokaktan insan sesleri gelmeye başladı. Bu arada biz de “imdaaaat” diye bağırmaya başladık. Bir ara bizim imdat seslerimize dışarıdan bir cevap geldi:
    -Amca…Amca…
    Ses, kardeşim Şaban’ın kızı Ceren’in sesine benziyordu. Emin olmak için sordum:
    -“Ceren sen misin?”
    -“Benim amca. Siz iyi misiniz? Ben, hemen ötekilere haber veriyorum,” dedi.
    Biraz sonra kardeşlerim, yeğenlerim ve yakınlarımız geldiler. Çalışmaya başladılar. Ama bir türlü bize ulaşamıyorlardı. Derken, şoförümüz İboş: “Böyle olmayacak, ben köyden traktörü getirmeye gidiyorum”, dedi ve gitti. Bir saatten fazla bir zaman sonra İboş traktörle geri döndü. Arka bahçede traktörle çok uğraştılar…Ama bir türlü bize ulaşamıyorlardı. Derken, bir ara içinde bulunduğumuz boşluğa bir taş düştü ve içeri ışık doldu. Artık dışarı ile temas sağlanmıştı. İboş, “Tamam amca, şimdi yerinizi kesin belirledik, sizi yarım saate kalmaz çıkarırız inşallah, sabredin” dedi ve çok yoğun bir çalışma başlattılar.
    Ellerinde uzun bir demir taş sökücü vardı. Önce ışık gelen yerdeki bir taşı daha düşürdüler. Delik biraz daha genişledi. İçerden onları, hangi yöne doğru ve hangi taşı düşüreceklerini tarifle yönlendirmeye başladım. Bundan sonrası kolay oldu. O ışık giren el ayası kadar boşluk, bir tünel haline gelmeye başladı. Bir kişinin girip çıkmasına izin verecek kadar da genişletildi. Artık çıkabilirdik. Ancak, eşimin ayakları taşlar altında sıkışıktı ve kendi haline çıkabilmesi ihtimali yoktu. Dışarıdan yardım gerekiyordu. Bunun için bize bir cep telefonu vererek, “ayakların, taşın ve bulunduğumuz yerin durumu resim olarak çekin,” dediler. Resimleri çekip verdik. İboş’un yeğeni Özgür, “ben içeri girerim,” dedi ve büyük bir cesaretle tünelden geçerek içeri girdi. Elindeki çekiç ve taş keskisi ile yavaş yavaş vurarak taşı parçaladı ve ayağı kurtardı. Artık eşim de serbestti. Önce eşim sonra ben, tünelden sürünerek dışarı çıkarıldık.
    Dışarı çıktığımda evin, pencerenin ve enkaz altında kaldığımız yerin halini görünce dondum kaldım. O ortamda bize ulaşmaları, tünel açmaları ve bizi çıkarmaları gerçekten bir mucize idi. Akraba ve yakınlarımız, at kuyruğu gibi yağan yağmurun altında ve tamamen kendi imkan, araç ve gereçleri ile aralıksız 9 saatlik bir çalışarak bu mucizeyi gerçekleştirmiş, bizi kurtarmışlardı. Biz şu an yaşamakta olduğumuz canımızı önce Allah, sonra da onlara borçluyuz.

    –Enkaz altında ne kadar kaldınız?

    Enkaz altında 12 saat kaldım.

    –Deprem anında ne düşündünüz, o an tek hissettiğiniz neydi?

    Enkaz altında eşimle birlikte kaldık. Deprem sarsıntıları durduğunda, içinde bulunduğumuz ortamı belirledikten sonra, birlikte “eğer ecelimiz geldiyse Mevlam bizi burada teslim alır. Ecelimiz gelmediyse bir şekilde bizi buradan çıkarırlar,” dedik. Ölebileceğimizi de var sayarak helalleştik, dua edip beklemeye başladık. Üzerimizde olağanüstü bir sükûnet vardı. Ölüm korkusunu hiç hissetmedim.

    –Size o anları tekrar hatırlatmak istemiyoruz ancak dışarıdan bakıldığında korkunç bir görüntüye sahip bir enkazda sağ çıktınız. O süreci nasıl geçirdiniz? Bilinciniz açık mıydı?

    Enkaz altında 1.5-2 metrekarelik bir üçgen boşlukta idik. Saat 4.30 ile 7.30 arası ortamda bir ölü sessizliği vardı. 7.30 gibi sokaklardan kurtarma sesleri duyulmaya başladık. Bilincimiz açık, her şeyin farkındaydık. Bu süreyi tamamen sessiz, telaşsız, efor sarf etmeden, soğuğa karşı direnerek geçirdik. Sürekli dua edip kendi kendimize moral vermeye çalıştık. İnancımızı hiç yitirmedik.
    Kurtarma seslerini duyunca biz de ses vererek kendimizi duyurmaya çalıştık. Yarım saat kadar sonra bizi duydular ve yerimizi öğrendiler. Ondan sonra kurtarma çalışmaları başlattılar. Kurtarmaya katılanlar kendi akraba ve tanıdıklarımızdı. 9 saatlik fiili bir çalışmadan sonra kurtarıldık.

    –Deprem, hayatınızdan, elinizden neleri, kimleri götürdü?

    1 dönüm içinde 200 m² tarihi yapı özelliklerine sahip bağımsız evimiz tamamen yıkıldı. Keza, şehir merkezinde 300 m² üzerine kurulu iki katlı, dört daireli iş yerim de tamamen yıkıldı. Hissedarı olduğum bir özel hastane binası ağır hasar aldı.
    Can kaybı olarak bir kız kardeşimi, eniştemi ve iki yeğenimi kaybettim.

    –En zor anlarda bile insanlar kendilerine bir umut ışığı arar… Sizin felaket anındaki umudunuz ne oldu?

    Ecelimiz gelmediyse bir şekilde kurtarılacağımız umudunu hiç kaybetmedim.

    –Belki de enkaz altında kaldığınız süre kadar uzun geçen ‘ilk ışık’ anı… Sizi kurtarmaya geldiklerinde ne hissettiniz?

    İlk sesimizi duyurduğumuzda, “Tamam, inşallah kurtulduk.” dedim. Enkazı dıştan göremediğim için kurtarılışımızın kısa sürede tamamlanacağını sandım. Ama yoğun bir yağış altında, 7-8 kişilik bir grubun çalışması ve köyden getirilen traktörün de yardımıyla ancak 9 saat sonra dışarı çıkarılabildik. Dışarı çıkıp felaketin ve enkazın boyutunu görünce durumun vahametini ve kurtuluşumuzun bir mucize olduğunu anladım.

    –Depremin ilk gününde karşılaştığınız manzara, şehrin yaşadığı kaosta en çok dikkatinizi çeken neydi?

    Yıkımın çok ağır ve yaygın olduğu, şehrin yüzde 70’inin yıkıldığı, ölü sayısının çok olabileceği ilk bakışta dikkat çekiyordu.

    –Son olarak tüm depremzedelerin sesi olmanızı istersek, özellikle hâlâ konteynerde yaşayan depremzedeler adına ne demek istersiniz?

    Konteynerlerdeki hayat asla insani değil.
    Depremzedelerin bir an önce kalıcı konutlarına yerleştirilmeleri,
    Bir süre daha doğrudan devlet desteğinde bulunulması,
    Ev eşyalarının karşılanması,
    Yapılan deprem evlerinin karşılıksız veya en azından maliyeti karşılığı verilmesi gerekmektedir.


    Her iki konuğuma ve tüm depremzede kardeşlerimize, Tercüman Gazetesi ve kendi adıma tüm yüreğimle geçmiş olsun dileklerimi sunuyor ve teşekkür ediyorum.

    Allah’ım, ülkemize bir daha böylesi acılar yaşatmasın ve milletimizi korusun.

    Filiz Bahçıvan

    Devamını Oku

    ÖLÜNCE BENİ KİM YIKIYACAK? GASSAL

    ÖLÜNCE BENİ KİM YIKIYACAK? GASSAL
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL
         

    Filmler, diziler, programlar, Televizyon kanallarının vaz geçilmezleri olduğu gibi dijital platformların da vaz geçilmezleridir. Dijital platformlarda yayınlanan dizilerin, diğer açık yayın yapan kanallardan farklı olarak, daha değişik, daha ilgi çekici diziler ve programlar olmasına dikkat ediliyor. Türkiye de pek çok dijital kanal yayın yapmakta. Bunlardan bir tanesi de Tabii kanalı. TRT’nin yerli uluslararası dijital platformu olan Tabii, 2 Mayıs 2023 tarihinde yapılan lansmanda tanıtılmıştı. Platform, 5 farklı dil seçeneği ile 7 Mayıs 2023 tarihinde yayın hayatına başlamıştı. Bugünlerde filmlerin yanında uluslararası maçları da yayınlamaya başlayan kanal ilk açıldığında ücretsizdi. Şimdi ise farklı yayın paketleri ile hizmet veriyor.

    TRT dijital platformu TABİİ de yayınlanan dizi son günlerin en çok konuşulan yapımı oldu. Gassal bugüne kadar yapılan en güzel yerli diziler arasına ismini yazdırmış durumda..
    Televizyon ekranlarında izlenme rekorları kıran “Gassal” dizisi, sadece dramatik yapısıyla değil, aynı zamanda derinlikli temaları ve karakter analizleriyle de dikkatleri üzerine çekiyor. Her bölümünde ölüm, kayıp ve insanın karşılaştığı en büyük gerçeklerle yüzleşme cesareti üzerine düşündüren dizi, izleyiciyi derin bir içsel yolculuğa çıkarıyor..
    Dizi boyunca verilen ince mesajlar ilmek ilmek işlenmiş. Son sahneden bahsetmiyorum bile tek kelime ile mükemmel. Yerinde gülmeli bir dram olmuş. ‘’Zaman diriyken kıymetli, ölenin zamanı bol olur.’.
    Sade, olağan, duygusal ve gerçek. Mafya yok, yasak aşk yok, villa yok, yalı yok, ağa yok, aşiret yok. Dizide sadece biz varız insani duygularımız var.

    Peki, bu diziyi bu kadar özel ve ilgi çekici kılan nedir?

    “Gassal”ın başarısının arkasında, insanın en evrensel korkusuyla yüzleşme cesareti ve ölümün kaçınılmazlığına dair hissettirdiği gerçekçilik yatıyor. Dizi, cenaze işleriyle ilgilenen bir karakterin etrafında şekilleniyor. Gassal, bir anlamda ölülerin son yolculuklarını hazırlayan bir meslekten çok, yaşayanların kayıplarıyla baş etme yöntemlerine dair bir hikâye sunuyor. Karakterlerin cenaze hazırlıklarını yaparken, bir yandan da hayatla ve ölümle olan ilişkilerine dair izleyicilere derin anlamlar veriyor.

    “İnsanın en evrensel korkusuyla yüzleşme cesareti”

    Dizinin karakterleri, ölümün kendisinden ziyade, geride kalanların duygusal travmalarına odaklanıyor. Kaybın ardından yaşanan yalnızlık, ölüme karşı duyulan korku ve kayıpların yaşamda bıraktığı boşluklar, her bir izleyicinin hayatına dokunan evrensel temalar.

    “Gassal” dizisinin izlemiş olduğum bazı bölümlerindeki dikkatimi çeken sarsıcı cümleler ve karşılıklı konuşmalar şunlardır:

    “Zaman diriyken değerlidir, ölenin vakti bol olur.”

    “Ölüm bizi masumlaştırır, her ölü biraz bebeksidir.”

    “Ölüm bütün planları bozar, randevuları iptal ettirir.”

    “Küsmek dirilere özgüdür, bence artık barışmıştır.”

    “Öldüğümde beni kim yıkayacak?”

    “ Herkes acısını başka türlü yaşar Baki. Kimi helvayı kavururken kimi yerken kimi de pişirirken üzülür. Sen de acını yaşa Baki! Ağlamıyorsun, senin de gassalin öldü. Sözünü tutamaz artık Nazım. Seni yıkayamayacak. Git! Tut yasını.”

    Hemşire Hanım:

    -Bu kadar çok ölü görmeye nasıl dayanıyorsun?

    Baki:

    -Ben de normal insanları anlamıyorum bu kadar diri görmeye nasıl dayanıyorlar diye.

    -“Senin bakış açına heyecan getirmen gerekiyor, bu böyle olmaz. Sürekli ölüleri görmekten için dışın kurumuş Baki!

    -Ne yapayım, istifamı edeyim?

    -Onu demiyorum, yaşamayı da bir düşün. Bir bebek olsan kucağına ölecekmişsin gibi Baki!

    -Ne alası var?

    -Şu evine, şu etrafına bakar mısın? Şöyle bir bak. Bu eve kadın eli değmeli abiciğim. Kadın dokunduğu yeri güzelleştirir, oraya heyecan katar. Artık ben ölünce beni kim yıkayacak diye de düşünmeyeceksin.”

    -“Gardaş, sen gassal mısın? Ben şoför olarak başladım bugün de.

    -İyi ettin, hayırlı olsun.

    -Bak bu adamlar mafya ben sana diyeyim. Gelmeden gidecektim, araştırdılar.

    -Doğrudur.

    -Sen mafya da yıkıyor musun ya?

    -Ölürlerse tabi.

    -Kurşunladılar, feci. Sokağın başına silahlı adamlar da yerleştirdiler. İşe bak, ilk günden kime denk geldik.

    -Ben zaten masa başı bir iş istemiştim.”

    -“Kadın yas tutuyor ya simsiyah da giyinmiş, ah ah!

    -Yas tutmak öyle bir şey değil kardeş.

    -Ya nasıl bir şey?

    -Üstünde ne varsa öyle çıkar gelirsin evden.

    -Gerçek yas cenazeye ayıcıklı pijamayla gelmeyi gerektirir.”

    -“Mezar yerinin adresini verdiler gelirken. Adamlar özel yer almış ya! Püfür püfür eser havası.

    -Ölülerin manzaraya ihtiyacı olmaz Merdan.

    -Ziyaretine gelenler manzaraya doysun istemez miydin?

    -İstemem.

    Eğer hâlâ izlemediyseniz, TRT’nin Tabii platformunda yayınlanan Gassalı mutlaka izleyin. Hem hayatın farklı yönlerini görüp düşünme fırsatı bulacaksınız hem de duygu dolu anlar yaşayacaksınız. Bu dizi, yalnızca bir yapım değil, aynı zamanda izleyen herkes için bir yaşam dersi..

    Filiz Bahçıvan

    Devamını Oku

    TOPLUMUN KAFASI KARIŞIK: YILBAŞI MI NOEL Mİ?

    TOPLUMUN KAFASI KARIŞIK: YILBAŞI MI NOEL Mİ?
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Noel – Türkiye’de kutlanmaz, yılbaşı kutlanır. Ya da biz öyle deriz. Müslüman âleminin büyük bir bölümü yılbaşını Hristiyan bayramı diye kutlamaz, kutlayanlar Noel’le yılbaşının karıştırıldığını söyler.

    Peki yılbaşı, noel, Aziz Nicholas Günü ve Yuletide nedir ve hepsini birbiriyle karıştırmamızın sebebi nereden geliyor, yılbaşında çam ağacı geleneği ne kadar eski ve Noel Baba gerçekten de var mı? Eğer ki varsa, Türk müydü?

    Öncelikle anlamamız gereken konu, aralık ayında pek çok önemli gün vardır ve farklı kültürlerde, farklı amaçlarla bu günler kutlanmıştır. Son birkaç yüzyılda pek çok kültürün iç içe geçmesiyle bu günlerin asıl kutlanma amaçları, biçimleri ve hatta kutlandığı tarihler değişmeye başlamıştır.

    Hristiyanlıkta Hz. İsa’nın dünyaya 24 Aralık’ı 25 Aralık’a bağlayan gece geldiğine inanılır ve bu nedenle 24 Aralık Noel arifesi (Christmas Eve) ve 25 Aralık Noel Günü (Christmas Day) olarak kutlanır. Noel, Hristiyanlar tarafından “kurtarıcı Mesih” olarak kabul edilen Hz. İsa’nın doğum gününün geleneksel olarak kutlandığı bayramdır. Ermeni Kilisesi gibi bazı Doğu Ortodokslar ise Noel’i Jülyen takviminde 25 Aralık’a denk gelen 6 Ocak’ta kutlar.

    Hepimizin Noel Baba olarak tanıdığı kişi aslında Likyalı bir piskopos olan Aziz Nikolaos’un ta kendisidir. Aziz Nikolaos, bugünün Antalya sınırları içerisinde yer alan Patara Antik Kenti’nde dünyaya gelmiştir. Dönemin son derece zengin ailelerinden birinin çocuğu olan Nikolaos, zayıf ve fakir insanları koruyup kollamayı, onlarla zenginliğini paylaşmayı kendine görev bilmiştir. Yardımsever kişiliğinin yanında son derece mütevazı olan Nikolaos, yaptığı iyiliklerin bilinmesinden ve gösterişten uzak olduğundan bunların çoğunu gizli gizli yapmıştır. Noel arifesinde çocukları mutlu etmek için bacalardan hediye dağıtması onun en çok bilinen iyiliklerinden biridir.

    Nikolaos, 6 Aralık’ta bugünün Demre sınırlarında kalan Myra’da vefat edince, mucizelerle dolu ve iyiliksever yaşamından dolayı azizlik mertebesine yükseltilmiştir.

    Yaprak dökmeyen ağaçların, ölümsüz yaşamın simgesi olarak benimsenmesi çok eskiye dayanır. Türkler, Çinliler, Mısırlılar, Avrupa’daki Pagan topluluklar ve Yahudiler aynı düşünceyle bu ağaçlara dinî ritüellerinde yer vermişlerdir. Süslü Noel ağacı geleneği en çok Almanya’da yaygındı. 1605’te başlayan çam süslemesi daha sonra Avusturya, İsviçre, Polonya ve Hollanda’da yayıldı. Göçmen Almanların Kuzey Amerika’ya XVII. asırda götürdükleri Noel ağacı, XIX. asırda moda oldu. Kraliçe Victoria döneminde, XIX. asır ortalarında Noel ağacı geleneği İngiltere’de yayıldı. Kraliçe’nin Alman asıllı eşi Prens Albert ülkesinin bu geleneğini İngilizlere benimsetti. Çam dallarına kâğıt zincirlerle asılmış güller, rengârenk kurdeleler, mum, şekerlemeler, kek ve meyveler ana süsleri oluşturuyordu. Japonya ve Uzak Doğu’ya XIX. ve XX. asırda Batılı misyonerlerin tanıttığı Noel ağacı geleneği, ince işlenmiş kâğıt süsler, renkli fenerlerle donatılmaya başlandı.

    Türkler bu geleneğe yabancı değildi. Çünkü tarih öncesine dayanan ağaç kültünde, Hayat Ağacı ve rengârenk çaputlarla süslenmiş Dilek Ağacı geleneği günümüzde de Asya’nın en doğusundan Balkanlar’a kadar her yerde yaşamaktadır.

    Hristiyanların İsa’nın doğuşu olarak kutladığı Noel bayramı, aslında çok eskiden Türklerin kutladığı “Yeniden Doğuş Bayramı”dır. Bunu iki kültten öğreniyoruz: Hayat Ağacı ve Güneş.

    Kült kavramı; yerel özellikler içeren dini törenler, töreler ve simgeleri kapsar. Ağaç kültü, birçok doğa inançlarının barındırdığı animizmde, ağaçların saygı gösterilmesi gereken bir ruha sahip oldukları ve ağaçlara gösterilen saygının bereketi etkilediğine inanmaktan kaynaklanır.

    Eski Türklerin ve Moğolların inancı Tengricilikte ve Kuzey Amerikalı yerli inançlarında, dünyanın merkezinde duran, yer ve gök âlemini birleştirdiğine inanılan “Dünyalar Ağacı” vardır. Türklerin inanç sistemindeki Tanrı anlayışı ile Hayat Ağacı arasındaki benzerlikler vardır. Tanrı kâinatta var değildir, kâinatı yaratandır, tek hâkimdir, hiçbir şeye benzemez, canı veren de O’dur, alan da. Bununla birlikte Hayat Ağacı da tektir, canlıların hayat kaynağıdır, daima canlı ve diridir. Ağaç kültünün izleri Oğuzlara kadar korunmuştur. “Bay Terek”, “Temir Kavak” veya “Hayat Ağacı” denilen kutsal “Evliya Ağaç” inanışına benzer inançlara sadece Türk mitolojisinde değil, tüm dünya mitolojilerinde rastlanır.

    Türk kültüründe Ağaç Kültü, bütün dünya kültürlerinde yaygın şekilde yer alan Hayat Ağacı motifine yoğunlaşmıştır. Türk boylarında Hayat Ağacı çeşitli adlarla anıldığı gibi, yaratılış kökeni olarak Türk destanlarında da yer alır. Akçam denilen bu evliya ağaç yeryüzünün tam ortasında bulunur. Hayat Ağacı ve üzerindeki Kartal motifinin, Türklerde hayatın başlangıcını, ilk insanın yaratılışını; dünyadan uçmak ve ölmeyi de temsil ettiği destanlar ve mitlerde açıklanmıştır. Hayat Ağacı motifini, bizim bütün halı, kilim ve işlemelerimizde görebiliriz.

    Türkiye’de daha önceleri elçiliklerde yapılsa da, ilk büyük çaplı yılbaşı kutlaması miladi takvime geçişin olduğu, 1927’ye bağlayan yılbaşı gecesi oldu. İlk özel yılbaşı piyangosu 1931 yılında verildi. Gazetelerde 1940’lardan itibaren yılbaşı temalı reklamlar yer almaya başladı.

    Özellikle son yıllarda Türkiye’de yılbaşı, Noel’e çok benzer bir şekilde kutlanmaya başlandı. Batı’da Noel için hazırlanan ve en az 12 gün boyunca dikili duran Noel ağacı, Türkiye’de yılbaşı ağacı olarak girdi. Batı’da herkesin birbirine hediye vermesi bir Noel geleneği iken Türkiye’ye bir yılbaşı geleneği olarak yerleşti. Dini anlamlarından tamamen arındırılmış Noel Baba, Batı’daki çocuklara Noel arifesi gecesi hediye bırakırken, Türkiye’de amacı tam olarak bilinmeyen bir dekorasyon ürünü oldu. Dahası, tüm bu benzerlikler Türkiye’nin seküler ve geleneksel kesimi arasında çatışmalara da sebep oldu.

    Bazı muhafazakârlar yılbaşının bir gavur bayramı olup Müslüman Türklerce kutlanmaması gerektiğini savunurken, yılbaşını kutlayan Türkler yılbaşının Noel’den farklı olduğunu savunuyordu. İşin aslı ise, Türklerin yılbaşını dini olmayan Noel figür ve dekorasyonlarıyla kutluyor olmasıydı.

    Konuyu toparlayacak olursak: Evet, doğru; yılbaşı ile Noel birbirinden farklıdır. Ama Noel kutlamalarının devamı olan yılbaşı gecesi onlar gibi eğlenmek, çam kesip evi çamla süslemek asla doğru olmaz. Çünkü bayramlarında onlar gibi eğlenmek, onlara benzemek olur. Zira Peygamber Efendimiz, “Kim bir kavime benzemeye çalışırsa, o da onlardandır” der. İlle de kutlayacağız diyorsanız da, abartmadan usulünce kutlayın.

    Yeni yıl hepimize sağlık, mutluluk, huzur getirsin. Yeni yılımız kutlu olsun.
    Filiz Bahçıvan

    Devamını Oku

    KAPANMAYAN YARA, MARAŞ KATLİAMI

    KAPANMAYAN YARA, MARAŞ KATLİAMI
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Maraş’tan bir haber geldi.
    Dediler ki merik ölmüş.
    Keşke merik ölmeseydi.
    Kesileydi elim kolum.
    Oy merik merik merik.
    Ben kurbanım sana merik.
    Ben hayranım sana merik oy oy oy.
    İşte bu dizeler geçmişin izlerini taşıyor.
    Maraş’ta yapılan katliamın izlerini!
    Gelin Maraş’ta yaşanan olayları bütün acısıyla bir hatırlayalım, vicdanı olanlarda ellerini vicdanına bir koyuversin!

    Gözlerin görmez olduğu, kulakların duymaz olduğu, vicdanların sızlamaz olduğu bir gün olmuştu 24 Aralık.
    Ve 12 Eylül 1980 darbesinin, ilk kilometre taşının döşendiği gün olmuştu 24 Aralık.
    Yaşanan ve belleklerden silinmeyen Maraş katliamı.
    Ağır ağır sistemli bir şekilde gelen bir katliamdır Maraş Katliamı.
    Olaylarda hani o filmlerde gördüğünüz, Kırk Haramiler masalında olduğu gibi, Alevi ailelerin yaşadığı evlerin kapıları bir bir boyanır. Söylediklerine göre nüfus sayımı yapılmaktadır.

    Çiçek sineması’nda oynatılan Zeynel ile Veysel adlı aşk filmi, Ülkücü Gençlik Derneği tarafından değiştirilerek “Güneş Ne Zaman Doğacak” adlı film gösterime sokulur ve belediye anonslarıyla Kırım Türklerinin Sovyetler Birliği’ne karşı direnişini anlatan bu filmin gösterime girdiği duyurulur.
    ( O zamanlar da zaten sağcı-solcu ayrımının had safhada olduğu dönemler, zaten 2 yıl sonra da darbe oluyor.) Üç gün sonra (10 Aralık 1978) toplanan aşırı sağcı kesim sinemaya doluşuyor ve film saat 20,00’de izlenmeye başlıyor. Fakat filmin ortalarında (20.45) sinemada tahrip gücü düşük bir dinamit patlatılıyor ve-1’i ağır 7 kişi yaralanıyor.

    Patlayıcıyı atan, Ökkeş Genger adında, kendini ülkücü olarak ifade eden genç bir insandır. Bu olaydan sonra bombalamayı solcuların yaptığı haberi bir anda yayılır. Çevre illerden getirilen insanlarla birlikte, halk galeyana gelir. CHP binasına, PTT bİnasına ve bir derneğe saldırırlar.
    Ertesi gün Alevilerin uğradığı bir kırathane bombalanır. Olayın olduğu günün akşamı ise iki tane öğretmen evlerine giderken solcu oldukları gerekçesiyle öldürülür.
    Daha sonraki gün öğretmenlerin cenazeleri kaldırılır. Beş bine yakın insan vardır cenazede. Fakat daha önceden toplanmış olan sağcı bir grup ellerindeki taşlarla, sopalarla ve kesici aletlerle cenaze namazının kılınmasını engellerler. Olaylarda çatışma çıkar. Güvenlik güçlerinin müdahale etmediği olaylarda, sağcı grup Alevilerin işyerlerine ve CHP’li insanların dükkanlarına da saldırırlar.
    O gece sağcı gruplar Alevilerin saldıracağı safsatalarıyla halkı silahlandırırlar.
    Ertesi gün karşılıklı çatışmalar başlar. Ve günlerce sürer.

    Bir tanığın ifadeleri.
    Evimize saldırmışlardı.
    Kaçtık.
    Mecburen Mahmut Kuşat’ın (Kürt Mahmut) evine sığındık. Kendisinden korkuyorduk.
    Bize, “Biraz sonra geleceğim” diyerek dışarı çıktı.
    O sırada telefonu çaldı, açtım.
    Telefona çıkan şahıs, “Ben Ahmet Yıldız’ım dedi ve Mahmut’u sordu.
    Kendisine “Evde olmadığını ve benim de akrabası olduğumu” söyledim.
    Biz burada komünist Alevileri epeyce öldürdük dedi.
    Elimize geçen komünist kurtulamıyor, doğruca fabrikaya atıyoruz.
    Nusret (Nusret Kusat, Mahmut’un oğlu) İslahiye’den bir sandık silah getirdi.
    Burada pek gözükmemesi için gönderdim.
    Herhalde eve gelir.
    Şu anda bizim Bekir ve Mehmet bir Alevi’yi çevirdiler.
    Durum iyi.
    Bizim gibi yaparlarsa, şehirde hic bir Alevi komünist sağ bırakmayacağız.
    Sizin orada durum nasıl? dedi. İyi, iyi burası sakin, dedim ve korkudan kapattım.

    Hemen Vilayeti aradım.
    Çıkan komutana, 15 dakika içerisinde bizi kurtarmazsanız öldürecekler dedim.
    Eğitim Enstitüsü’ne de telefon ettim.
    Bizi kurtarmaları için yardım istedim.
    15 dakika kadar sonra zil çaldı.
    İçeri Mahmut Kuşat girdi.
    Hemen telefona koştu. Telefonda Başhekim Çetin Diker’le görüştü.
    Ağabey komünist Aleviler’in seni öldürdüğünü duyduk ve çok üzüldük, şükür sağsın dedi.
    Evde bulunanlar titremeye başladık. Askeri arabalar o anda geldi. Kurtulduk.

    Yapılan saldırılardan sonra acilen evlerde kadın ve çocukların kurşuna dizildiği, boğazlarının kesildiği, daha sonra ölülere gaz dökülerek evlerinin ateşe verildiği bildirilmiştir.
    Maraş katliamının en büyük farkı nedir siye sorarsanız; ortada bir başkaldırı yok, bir olay yok, karşı karşıya gelmiş gruplar yok, evinde işinde başına geleceklerden habersiz Masum insanların kadın, çocuk, yaşlı, fakir, zengin köylü, memur denmeden en vahşi yöntemlerle katledilmesidir.
    Yani daha bir gün önce komşusu ile yemek yiyen, çay içen, sohbet eden insanlar, yine o komşularına öldürtülmüşlerdir.

    İşte böyle olmuştur, bu ülkede bu ülkenin halkına yaşatılan.
    Saldırılar sonucunda resmi verilere göre 150 kişi öldüğü, 176 kişi yaralandığı, 200 ev’in yakıldığı, 70 işyerinin tahrip edildiği açıklanır.
    İktidarda CHP vardı Başbakan Ecevittir. Olaylardan sonra İçişleri Bakanı yaptığı açıklamada olayların sorumlusunu sol örgütler olduğunu söyler. Ve partisinden çok büyük tepki alır. İstifa eder.
    Alevilerin hemen hemen hepsi olaylardan sonra Maraş’ı terk eder.
    Bu acılar o günün askeri mahkemesinde nasıl sonuçlanmış birde oraya göz atalım!

    Davanın Sonucu ve Yargılanmalar.
    Adana, Kahramanmaraş, Gaziantep, Adıyaman, Hatay İlleri Sıkıyönetim Askeri Komutanlığı 1. Nolu Askeri Mahkemesinin gerekçeli kararı şöyledir.
    804 kişi hakkında dava açılır. Bu sanıklardan 29’u ölüm cezasına, 7’si müebbet hapse, 7’si 15-24 yıl arasında, 29’u 10-15 yıl, 259’u da 5-10 yıl arasında, 26’sı ise 1-5 yıl arasında hapis cezası almışlardır. 379 kişi davadan beraat ederken 68 kişi firarda olduğu, veya dava sırasında ölmüş olduğu için davadan düşerler. Öte yandan ölüm ve müebbet hapis cezaları dışındakilere 1/6 oranında cezai indirim uygulanmış ve cezaları azaltılmıştır.
    Ardından mahkemenin kararı Yargıtayca bozulmuştur. Yeni yargılama sonucunda da idam cezaları uygulanmadı.

    Kanlı Maraş dosyası sessizce kapatılmış oldu.
    Acıların, acı çektiği, kurbanların o vahşet içindeki çığlıkları ile kapalı vicdanlara, yüreklere seslendiği ve adeta belleklerimizden silmek istediğimiz o gerçeklere artık sahip çıkarak, onların sahipsizliğine sahip, acılarına ağıt olmamızı bekliyorlar.
    Maraş Katliamını unutmayalım, unutturmayalım.

    Filiz Bahçıvan

    Devamını Oku

    İKİ KURUŞA BİR NEFESLİK HAVA

    İKİ KURUŞA BİR NEFESLİK HAVA
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Bugün 3 Aralık Dünya Engelliler Günü.
    O nedenle bugünkü yazımı “Engelli kardeşlerimize” ayırdım. Ancak sizlerden küçük bir ricam olacak. Hepinizin bu yazıma ortak olmanızı istiyorum. Yapmanız gereken tek şey, empati kurmak.

    Boşaltın kafanızı. Sadece ve sadece konumuza odaklanın. Herhangi bir bedensel engele karşı ne kadar güçlüsünüz? Onu ne şekilde karşılar, ne şekilde mücadele edebilirsiniz? Beyninizde canlandırın. Kendinizi, annenizi, babanızı, eşinizi, evladınızı; kimi istiyorsanız ona göre empati kurun.

    Şimdi izin verirseniz, tüm aklımla ve kalbimle engelli küçük bir çocuğumuzun dünyasına girerek ilk ben başlamak istiyorum.

    Emre, doğuştan bedensel engelli olduğu için kısacık yaşamında sırtında ağır acı dolu küfesiyle yaşamaya çalışıyordu.
    Küçücük bedeninin içinde, koca bir adamın bile taşıyamadığı güçlü bir yürek edinmişti kendine.
    Yaşıtları gibi haşarı, yaramaz değil; aksine özel durumundan dolayı olgun bir havaya bürünmüştü.
    Böylelikle bu haliyle güçlü görünecek, kimse ona acımayacaktı.

    Her ne kadar büyük adam tavrı takınsa da o hâlâ bir çocuktu ve kendince, kendi kurduğu dünyasında oyunlar oynuyordu.
    Tüm dünyası dört duvar, anne ve babasından ibaretti.
    Bir de arada dışarıyı izlemesine yardımcı olan odasının penceresi.
    Her zamanki gibi annesinin yardımıyla cam kenarına oturtulmuş, dışarıyı izliyordu.

    Sokakta koşan, oynayan çocuklara dikti buğulu gözlerini ve uzun hayallere daldı…
    O da aralarındaydı artık.
    Bir kelebek kadar özgür ve mutluydu.
    Oradan oraya koşuyor, odasında geçen kısacık ömrüne nispet yaparcasına gülümsüyordu.

    Penceresinin köşesinde kurduğu hayal dünyasındaki büyü, birkaç çocuğun oyun esnasında çıkardıkları sesle bozuluvermişti.
    Duvarları izledi bu defa da.
    Ne yapmıştı, suçu neydi? Kendine ait bir dünya yaratmaktan başka? İçindeki çocuğu dışarı çıkartmak mıydı hatası?

    Kendini suçladı; durmadan ve dakikalarca duvarlarla konuştu.
    Öyle ya, tüm arkadaşı bu dört duvar değil miydi?
    Onu tek anlayan, onunla dalga geçmeyen, hor görmeyen…
    Ağlamak istemedi, güçlüydü, öyle görünmeliydi.
    Annesi bu hâlini görüp üzülsün istemedi.

    Fakat artık çok bunalmıştı, aylardır sokak yüzü görmemişti.
    Ve içinde hapis olduğu dünyadan kaçmak istercesine bağırmaya başladı. Annesi telaşla Emre’nin odasına koştu.
    “Neyin var yavrum?” dedi kadın.
    Emre, “Anne, bizim hiç paramız yok mu?” dedi.

    Annesi bu soruya anlam verememişti.
    “Çok fazla paramız yok oğlum” demekle yetindi sadece.
    Emre, “Peki anneciğim, hava çok mu pahalı?” dedi ve elindeki iki kuruşu annesine uzatarak, “Bu hava almamıza yeter mi?” diye sordu.

    Kadın, Emre’nin aslında ne istediğini çok iyi anlamıştı.
    Canından çok sevdiği oğlu, normal çocuklar gibi ne çikolata ne de şeker istiyordu.
    Emre’nin günlerdir dışarıya hasret kaldığını, nefes almakta bile zorlandığı odasından çıkıp tertemiz bir havayı ciğerlerine doyasıya depolamak istediğini biliyordu.

    Emre’nin kendisini suçladığı gibi, kadın da kendini suçlu hissetmiş ve vicdan azabıyla kahrolmuştu.
    İlk defa parasız olmak, onun bu denli çaresiz hissetmesine neden olmuştu.
    Yavrusunun avucundaki iki kuruşa baktı ve fakirliklerine hayıflandı. “Şayet paramız olsaydı, oğluma bir tekerlekli sandalye alabilir ve çok istediği havayı ona doyasıya teneffüs ettirebilirdim” diye geçirdi aklından. Oysa o da biliyordu ki bu hayalden başka bir şey değildi. Hiçbir zaman tekerlekli sandalye alacak kadar paraları olmayacaktı.

    İnsana dair umudun solduğu bir yüzyılda yaşıyoruz.
    Elbette önceki yüzyıllarda da insanların başka dertleri, başka açmazları, başka çığlıkları, başka (hatta dünya!) savaşları vardı.
    Ama sorumlusu olduğumuz bu yüzyılda umut, günbegün soluyor gözümüzün önünde…
    Duyarsızlık, yok sayış, ihmal, kasıt nedeniyle bizatihi toplumun cinayetidir bunlar.
    Ebeveynleri engelli çocuklarını öldürdü. Üstüne de intihar etti.

    Tüyleriniz ürperdi değil mi? Peki, bu olaylar neden medyada görünür olamadı, kamuoyunda tartışılamadı?
    Arka arkaya ebeveynlerin engelli çocuklarını öldürüp, intihar etmeleri dikkat kesilmek gereken bir mesele değil miydi?

    Toplumsal cinayet, toplumun cinayeti değil midir bu? Şüphesiz üzerine konuşulup, nedenleri analiz edilmeliydi.
    Çünkü sistematik, yakıcı ve ivedilikle çözüm gerektiren bir sorun var.
    O kadar ki aileler, “İnşallah çocuklarımız bizden önce ölür” diyorlar. Bu cümlenin kendisi dahi “Bir dakika” demeyi gerektirirdi.

    Zira ülkemizde engelli çocuğu olan ailelerin öldükten sonra çocuklarına dair endişeleri var.
    Ki bu konuda yerden göğe kadar haklılar. Ne yazık ki, arkada kalan engelli çocuklar ve gençler ya dilenci çetesinin eline düşüyor ya da “bakım merkezlerine” alınıyorlar.

    Bu kurumların da durumları malum. Bu ülkedeki tüm bakım merkezleri kötüdür diyemeyiz. Ancak ne yazık ki, bazı kurumlarda engelli bireylere şiddet uygulanırken, çoğu zaman bu şiddet ölüme kadar uzanıyor. Eğer biraz araştırırsanız, durumun vahametini daha iyi anlayacaksınızdır.

    Demem o ki, ülkemizde binlerce engelli kardeşimiz, çocuğumuz var. Onlar yılda bir defa değil, yılın her günü hatırlanmak istiyorlar. Onların, sözüm ona bugüne özel düzenlenen saçma sapan eğlence programlarına da ihtiyaçları yok. Acımadan, hor görmeden, göstereceğiniz küçük bir ilgi, sevgi, hatta bir gülümseme bile onları daha çok mutlu edecektir.

    Tüm engelli kardeşlerimizin Engelliler Haftası’nı kutlarken, bu hatırlatmanın sadece bir hafta ile sınırlı kalmamasını, her an hatırlamamız gerektiğini bir kez daha vurgulamak istiyorum.

    Filiz Bahçıvan

    Devamını Oku

    BU DÜNYADAN BİR ATATÜRK GEÇTİ

    BU DÜNYADAN BİR ATATÜRK GEÇTİ
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Hayatını iyi ya da kötü bir biçimde yaşayan, zamanı dolunca da hiç var olmamışçasına yok olan organizmalarız biz.

    Devletler de kursak, devletler de yıksak, tekerleği de icat etsek, sultan da olsak, düşkün de olsak, vaktimiz geldiğinde biz de öncekiler gibi doğumumuzla başlayan gerçeğimizi yaşayacağız.

    Ne İstanbul’u fetheden Fatih Sultan Mehmet, ne Osmanlı İmparatorluğunu kuran Osman Bey, ne de son padişah Vahdettin.

    Hiçbirisi yok arık.

    Albert Einstein: “Ben görevimi burada bitiriyorum.” diyerek gitmiştir bu dünyadan, Kanuni Sultan Süleyman: “Ben ölünce bir elimi tabutumuzun dışına atın. İnsanlar görsün ki padişah olan Kanuni bile bu dünyadan eli boş gitmiştir” diyerek.

    Bu büyük insanlar, esas sonsuzluğa bu dünyada arkalarında bırakacakları eserlerle erişebileceklerini biliyorlardı.

    Atatürk: “Benim naçiz bedenim elbet bir gün toprak olacaktır ancak Türkiye Cumhuriyeti İlelebet payidar kalacaktır” derken, kendi varlığının devletin varlığının önünde olmadığını ifade etmişti.

    Bedenen yok oluşunun üzerinden 86 yıl geçti.

    85 yılda geldiğimiz şu nokta şimdi bizi ne kadar memnun ediyor iyi bir düşünmek lazım.

    Onun bize açtığı yolda, gösterdiği hedefe hiç durmadan yürüyerek ulaşabildik mi diye sorgulamak lazım.

    Dünden bugüne onu “tabu” yapanlar da oldu bu ülkede, ona “deccal” diyenler de oldu. Aslında o olağanüstü askeri ve siyasi yetenekleri olan, bu ülkenin kurucusu olan liderdi. Ve o, 85 yıl önce yapabileceklerini yapmış, söyleyeceklerini de söylemişti.

    O. “Yurtta Barış ve “Dünyada Barış” demişti.

    Ama ne yurtta barış oldu ne dünyada barış. Ne farklılıkların birlikte yaşayabileceği toplumsal bir yapı inşa edildi, ne de komşularla bir barış köprüsü kuruldu bu ülkede.

    Ve o, “tam bağımsızlık” demişti. Ve de “Tam bağımsızlık ve tam serbestliktir” diye tanımlamıştı.,

    Ama onun ölümüyle emperyalizme boyun eğildi. Ülke toprakları Amerikan ve NATO üsleriyle dolduruldu: ordusu NATO’ya bağlı, siyaseti ABD’ye bağlı, ekonomisi İMF ve Dünya Bankası’na bağlı bir ülke olundu.

    -O. “Düşünceler, zorla, şiddetle, topla ve tüfekle kesinlikle öldürülmez” demişti.

    Ama cezaevleri, karakollar, mahkemeler bu ülkede toplumun terbiye edildiği mekanlar oldu.

    Ve yazdıkları için Nazım’ın, Kemal Tahir’in, Necip Fazıl’ın Orhan Kemal’in ve daha nice yazar, çizer, şair ve düşünürlerin mekânı olmuştu cezaevleri.

    -O. “Okuyan, yazan, soran, sorgulayan bir nesil” demişti. Ve de “Gerçeği konuşmaktan korkmayınız” demişti.

    Demişti ama gerçeği söylemekten korkar olundu, gerçeği görmekten çekinir olundu. Soran, sorgulayan vatan haini gibi görüldü. Ve daha vahimi: siyaset kendi gerçeğine gözerini kapatır, kendi gerçeğinden korkar oldu bu ülkede.

    -O. “Fikri hür, vicdanı hür nesiller” demişti. Biz fikri bağlı, vicdanı bağlı nesiller yetiştirdik.

    -O. “Ben, manevi miras olarak hiçbir doğma, hiçbir kalıplaşmış kural bırakmıyorum. Benim manevi mirasım bilim ve akıldır” demişti.

    Biz onu tabulaştırarak bir sığınak yaptık, günümüze tercüman olan siyasal öngörüsünü okuyamaz olduk.

    -O, “Beni görmek demek, mutlaka yüzümü görmek demek değildir: benim fikirlerimi, benim duygularımı anlıyorsanız ve hissediyorsanız, bu yeterlidir” demişti.

    Biz heykeliyle, resmiyle ve rozetiyle yetindik.

    O. “Türk, öğün, çalış, güven” demişti. Biz çalışmadan övündük.

    Bugün Mustafa Kemal Atatürk’ün ölüm yıldönümü.

    Elbette yine alışık törenler yapılacak! Yine övgüler dizilecek! Yine paylaşılmaz olacak bugün!

    Yine büyük adamlar büyük sözler söyleyecek! Yine eksikliğini daha çok duyuyoruz Atam denilecek!

    Ve de yine ağıtlar yakılacak!

    Ve yarın yine unutulacak, dün gibi, önceki gün gibi.

    Geriye heykelleri, resimleri, Atatürk köşeleri, rozetleri kalacak. Dahası, düşünceleri, fikirleri, söylemleri hatırlanmayacak.

    “O” üzerine aldığı vazifesini layıkıyla yaparak ebediyete göç etti. Bundan sonra olacak hiçbir şeyden ne haberi olacak ne de etkilenecek. Bundan sonra yapacağımız her şeyin dönüşü iyi ya da kötü bizedir. Çocuklarımıza, torunlarımıza, geleceğimizedir.

    O’na saldırmakla ve yıpratmaya çalışmakla kendi geleceğimizi yok etmekten öteye geçemeyiz.

    Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ü saygı, rahmet ve minnetle anıyorum.

    Filiz Bahçıvan

    Devamını Oku

    FETHULLAH GÜLEN HRİSTİYANLIK ÜZERE GÖMÜLDÜ

    FETHULLAH GÜLEN HRİSTİYANLIK ÜZERE GÖMÜLDÜ
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Yıllardır Türkiye’nin baş belası olan FETÖ terör örgütü lideri Fethullah Gülen’ öldü.
    FETÖ terör örgütü lideri Fethullah Gülen’in öldüğü, FETÖ’ye yakın medya tarafından duyuruldu.
    Fethullah’ın sitesi Herkül tarafından paylaşılan haberde Gülen’in 20 Ekim’de öldüğü kaydedildi.
    Evet, ha öldü, ha ölecek derken Fetullah Gülen öldü. Hem de nerede? İlk çıktığı yıllarda ABD’yi hedef tahtasına oturtup bir süre lakırdı yaptığı yerde öldü.

    Uzun yıllar, Hizmet hareketi olarak lanse ediliyordu. Sümüğünü akıta akıta göz yaşı dökerek verdiği vaazler tabanına bir mesajdı. Sanki hiç ölmeyecekmiş gibi birçok mürüdü Gülen’i göklere çıkarıyordu. Bir çok dershane ve okul açtı. Sadece Türkiye’de değil dünyanın bir çok ülkesinde de bu faaliyetlerine devam etti. Bu yoğurdun bolluğu nereden geliyordu. Tabii ki topladıkları kurban derileri ve aldıkları yüksek bağıştan geliyordu.

    Türkiye’den kaçıp hizmetine girdiği, emperyalizmi n dünyadaki en büyük temsilcisi Amerika Birleşik Devletlerine sığınmasının üzerinden 25 yıl geçti. O sığınma aslında hiç de şaşırtıcı değildi. Giderek anlaşıldı ki, o sığınma;
    -İkinci vatanına hicret gibi bir şeydi!..
    Tam bir “ihanet belgesi” gibi bir şey!..
    Feto adıyla anılmaya başlayan, içinde Türkiye Cumhuriyeti Devletini ele geçirme amaçlı ihanet örgütün Erzurumlu vaizin, orada Komünizmle Mücadele Derneği’nin (!) başına getirilmesiyle temeller atılmıştı.

    Ve gelelim asıl konumuza.
    Vatan haini Fetullah Gülen’in sağlığında saklamaya çalıştığı gerçek yüzü, cenazesinde ortaya çıktı. Vatan haininin cenazesi Hıristiyanlık üzere gömüldü.
    Cenazesinde tekbir getirmek, Fatiha okumak ve Arapça dualar yasaklandı.
    FETÖ elebaşı Fetullah Gülen için örgüt üyeleri, ABD’nin New Jersey eyaletindeki 5 bin 500 kişilik Skyland Baseball Stadyumu’nda cenaze töreni düzenledi. ABD’nin farklı eyaletlerinden ve dünyanın dört bir yanından FETÖ’cüler stadyuma geldi. ABD polisi bölgede geniş güvenlik önlemi aldı. Örgüt üyeleri stadyuma kendi isimlerine hazırlanan QR kodla giriş yaptı.

    Tabutunun başına gelen ismi açıklanmayan bir Hıristiyan Kardinalı, incil’den bölümler okuyarak dua etti. O kardinal; Allahü teala’ya Hıristiyanların kullandığı ifade olan Lordumuz dedi.
    Kardinal dua sırasında Fetullah Gülen’in gizli Hıristiyan olduğunu şu sözlerle açık etti: Kendisini bizim için feda etti.

    Kardinalın duasını tamamlamasından sonra Fetullah Gülen’ıin Hıristiyanlar için yapılmış tabutu, Kardinallerin kullandığı cenaze arabasına konuldu.
    Tabutu yanlarındaki kulplar tutularak cenaze arabasına yerleştirildi.
    Gülen’in tabutunun üzerine konulan sözde ayetler olduğu söylenen örtüye dikkatli bakıldığında İsrail’in bayrağındaki yıldızların olduğu görüldü.

    İşin ilginç yanı, Fetullah Gülen’in gözlerinin önünde Hıristiyanlık üzere gömülmesine tek bir FETÖ’cü karşı çıkmadı.

    Filiz BAHÇIVAN

    Devamını Oku

    SİLAHIN ŞAKASI YOK (BİREYSEL SİLAHLANMAYA HAYIR) 

    SİLAHIN ŞAKASI YOK (BİREYSEL SİLAHLANMAYA HAYIR) 
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Ülkemizde siviller silahlanıyor. Kimi ruhsatlı, kimi ruhsatsız tabanca, kimi av tüfeği, kimi pompalı tüfek.

    Herkes silahlanma peşinde. 

    Düğünlerde sağa sola silahla ateş eden mi ararsın? Trafikte yol vermedin diye silahını çeken mi ararsın? Sevgisine karşılık alamayıp öldürülen mi ararsın? Sudan sebeplere çıkan kavgalarda silahına davranan mı ararsın? Hepsi ve fazlası ülkemizde var. 

    Beline silah takan kendini daha “erkek” sanıyor ve yaşadığı zamanın eski zaman olduğunu düşünerek kovboy edasıyla silahına davranıyor. 

    Kin dolu yaşamak, nefretle tanışmak, şiddete başvurmak günlük yaşamımız gibi sanki. Toplum olarak pek bir sinirliyiz. Üstelik neşeli de olsak, sinirli de olsak silah sıkmak için hep bir bahanemiz var. 

    Bir de şu namus konusu var ki uykuları kaçırtır. Dışarı çıktı diye kız kardeşine, karısına şiddet uygulayan, döven, öldüren namus kumkuması insanlarımız var bizim maalesef. 

    Planlı plansız, mantık süzgecinden geçmeyen düşüncelerle basılan her tetik sadece öldürülenin değil geride kalanlarında fazlasıyla canını yakıyor.  

    Bir hiç uğruna evladı öldürülen yüzlerce anne ve babanın ağıtları Arş-ı Ala ya yükseliyor.  

    Ah ne büyük acı. 

    2017 yılı ekim ayında İstanbul Pendik’te Lise öğrencisi 17 yaşında dünya güzeli bir kızımız, zorba biri tarafından okulunun önünde hunharca öldürüldü. Helin Palandökenden bahsediyorum. 

    Bugünkü röportaj konuklarımdan bir tanesi Helin’in acılı babası Nihat Palandöken. 

    Ne denir, nasıl denir bilmiyorum.  Başınız sağ olsun. Acınızı yürekten paylaşıyorum. Sizi tanıyabilir miyiz?

    Teşekkür ederim. Ben Nihat Palandöken. Helin Palandöken’inin babasıyım.  Organize deri Sanayi bölgesinde bir fabrikada çalışıyorum. 

    Helin’i kaybetmeden önce büyük bir kayıp daha yaşamışsınız. Eşinizi kaybetmişsiniz. Geriye siz ve iki kızınız bir başınıza kalmışsınız. Çocuk yaşta annesiz kalmak çak zordur. Çocuklarınız ve siz o zorlu dönemi nasıl atlattınız?

    Evet maalesef eşimi 2013 yılında trafik kazasında kaybettim. Helin daha 13, diğer kızım da 7 yaşındaydı. Anneye en fazla ihtiyaç duydukları zamanlardı. Eşim vefat ettikten sonra .çocuklarıma hem anne hem de baba oldum. Çok şükür ki çocuklarım yaşlarından daha olgun ve çok akıllılardı. Ben onlara kol kanat gerdim onlarda beni hiç üzmediler ve her konuda destek oldular. 

    Okurlarımıza  Hellni anlatır mısınız? Kimdi Helin?

    Helin 17 yaşında Lise öğrencisiydi. Bilişim ve Teknoloji okuyordu. Aynı zamanda Tuzla Belediyesinde staj yapıyordu. Üniversite sınavlarına girerek, bölümüyle ilgili tasarım okumak istiyordu. 

    Saygılı ve sevecen tavırlarıyla çevresi tarafından sevilen ve takdir edilen biriydi. 

    Lise öğrencisi gencecik bir kız Helin Palandöken, arkadaş olmayı reddettiği Mustafa Yetgin tarafından okulunda pompalı tüfekle başından vurulup öldürüldü. Olayın ardından hepimiz yüreklerimizin yandığını söyledik. Üzüldük, ağladık, veryansın ettik. Eli kalem tutanlarımız kınama yazıları yazdı. İnsan yaşamı hepimiz için önemiydi. Ancak, her zaman ateş esas olduğu yeri yakar. 

    Bir baba böylesine büyük bir acıyı yaşadığında ne hisseder?

    Nasıl anlatayım ki? Evlat, canınızın bir parçası. Hayattaki her şeyiniz. Varınız, yoğunuz. Büyük umutlarla büyüttüğünüz. Üzerine titrediğiniz. Sizi yaşama bağlayan yegâne varlık.  Hayata onun gözleriyle bakarken cani ruhlu biri karşısına çıktı. Onu bizden ve bu hayattan koparttı! Bu acı nasıl anlatılır bilmiyorum. Hayatınız bir anda yok oluyor. Ölmüyorsunuz ama yaşamıyorsunuz da.  

    Olay nasıl olmuş? Siz olayı nasıl öğrendiniz? 

    Helin’in öldürüldüğü gün Adandaydım. Bir gün kalıp dönecektim. Acı haberi alır almaz İstanbul’a döndüm. Bana yaralı dediler ama ben cenazesi ile karşılaştım. 

    Katil, Helin’e arkadaşlık teklif ediyor ama Helin her defasında reddediyor. Katil bunu takıntı haline getiriyor. Ve bir gün Helin okula giderken yolunu kesiyor. Helin’i ve yanında olan iki arkadaşını pompalı tüfekle vuruyor. Helin hayatını kaybederken, iki arkadaşı yaralanıyor. 

    Katilin pompalı tüfeği internetten aldığı doğru mu? 

    Evet. Katil M.Y, Pompalı tüfeği 9 taksitle internetten almış. Silah satan yeri denemek için kendim de aradım. “Bana bir silah lazım, nasıl alabilirim” dedim.  “Siz paranızı hazırlayın biz getiririz” dediler. Bir cezasının olup olmadığını sordum. “Yok” dediler. Evime teslim edebileceklerini söylediler. İşte silah almak bu kadar basit ve kolay. 

    Acı olayın ardından bireysel silahlanmaya karşı imza kampanyası başlattınız.  Nedir bu imza kampanyası? 

    “Allah’ın verdiği canı sadece Allah alsın istiyorum ben. Başka da bir şey istemiyorum. Benim canım yanıyor ama bu sadece benim meselem değil. Benim gibi canı yanmış yüzlerce hatta binlerce aile var. 

    Biz şunu istedik, artık hiç kimsenin canı yanmasın, başka Helinler ölmesin. Analar babalar ağlamasın. 

    Bireysel silahlanmaya hayır dedik. Meclise gittik dilekçemizi verdik. İnternette satılan silahların durdurulmasını istedik. 

    Kadın cinayetlerinin durabilmesi için bireysel silahlanmaya karşı ve internetten alınan silahlara karşı imza kampanyası başlattık.

    Bireysel silahlanmaya karşı olan sadece Nihat bey değil, ülke olarak çoğumuz karşıyız. 

    Bu konu ile ilgili bildiğim sadece “Umut Vakfı” çalışmaları. Herhangi bir ideolojiye ait olmaksızın bireylerin ateşli silahlarla donanmasını bireysel silahlanma olarak tanıyorlar ve bu konu ile ilgili etkinlikler düzenliyorlar. 

    Bizde bugünkü röportajımızda Umut Vakfı Başkanı Özben Önal’a bireysel silahlanma konusunu konuştuk ve merak ettiklerimizi sorduk. 


    — Merhabalar. Sizi tanıyabilir miyiz?

    Merhaba. Ben Umut Vakfı Başkanı Özben Önal. 

    TED Ankara Koleji’den mezun olduktan sonra İsviçre Montreux -European University’de otelcilik eğitimi aldım, Lausanne’de de Business School sertifika programını tamamladım. 3DE3 Gayrimenkul Danışmanlığı Yönetim Kurulu üyeliğini, Özben&Penok Mücevherat Ortaklığı Yönetim Kurulu Başkanlığı’nı ve 2014 yılından beri Tımarhane Tasarım Atölyesi kuruculuğunu sürdürmekteyim.

    Kıymetli annem Nazire Dedeman adalete kavuşabilmek için büyük bir hukuk mücadelesi verdi. Ve 27 yıl önce bu vakfı kurdu; başka Umut’lar sönmesin, diye. Yılmadan, yorulmadan mücadelesini sürdürdü. Kurulduğu günden beri vakıf çalışmalarında aktif olarak rol alıyordum. Sevgili annemin 4 Şubat 2019 tarihinde aramızdan ayrılışından sonra annemin bugüne kadar taşıyıp getirdiği bayrağı bundan sonra ailemle birlikte ben taşımaya devam edeceğim.

    –Umut Vakfı’nın kuruluşundan ve amaçlarından kısaca bahseder misiniz? 

    Umut Vakfı, 1993 yılında, ‘Bireysel silahsızlanma’ temelinde kurulmuş toplumsal bir vakıf olup, Sivil toplum kuruluşudur. (STK) statüsünde etkinlik göstermektedir. Vakfın kuruluşuna neden olan olay, Dedeman oteller zinciri sahibi Dedeman ve Önal ailelerinden, Nazire Dedeman’ın oğlu, 17 yaşındaki Umut Önal’ın, 28 Eylül 1993 günü, arkadaşının silahından çıkan kurşunlarla hayatını kaybetmesidir.

    YÜZDE 66 ARTTI

    Umut Vakfı olarak; verilere ulaşmakta zorlandığımız için; 2014 yılından bu yana yerel ve ulusal medyayı günü gününe takip ederek medyaya yansıyan silahlı şiddet olaylarının istatistiğini tutuyoruz… Ve o yıldan bu yana her yeni yılın ilk ayında “SİLAHLI ŞİDDETİN HARİTASI”nı raporlaştırarak yayımlıyoruz… Ayrıca 28 Eylül Bireysel Silahsızlanma Günü’nde de, her yıl Eylül ayına kadar Türkiye’de yaşanan bireysel silahlı olayları rakamlarla kamuoyuyla paylaşıyoruz… Sizinle 2020 yılının 28 Eylül’ü öncesi 24 Eylül’e kadar basına yansıyan rakamları paylaşayım… Bu yıl; Ocak ayının başından bu yana yani 24 Eylül 2020 tarihine kadar Türkiye genelinde; 2 bin 61’i ateşli silahlarla olmak üzere toplam 2 bin 455 olay basına yansımış bulunuyor… Umut Vakfı’nin ilk istatistiksel çalışmayı yaptığı 2014 yılında ise 24 Eylül tarihine kadar yansıyan olayların sayısı toplam bin 481… Bireysel silahlarla meydana gelen şiddet olaylarında; geçen yılın aynı dönemine göre bu yıl yüzde 3 artış olduğu görülürken 2014 yılına göre; aradan geçen 6 yılda yüzde 66 bireysel silahlı şiddetin arttığı dikkat çekiyor… Üstelik de; bu yıl salgın hastalık süreci yaşanmasına ve aylarca insanların evlerde kapalı kalmasına rağmen… Evet… Her geçen yıl silahlanma ve silahlı şiddet artıyor… Maalesef bu yıl gördünüz salgına rağmen sokaklarda, eğlencelerde insanlar umursamazca yine silahları kullandı, kullanıyorlar… Ve biz Umut Vakfı olarak; hiç yılmadan uyardık, bir kez daha uyarıyoruz:“SİLAHIN ŞAKASI YOK…”

    —Son yıllarda artan silahla yaralama, öldürme gibi şiddet olayları karşısında ne düşünüyorsunuz?

    Elbette ki; çok üzücü…

    Bireysel silahlanma, her an bir başka kişinin yaşam hakkını ortadan kaldırabilecek bir cinayet aracına sahip olmak, demektir. Bu önlenmelidir, ciddi yasal düzenlemeler yapılmalıdır…

    Maalesef en büyük sorun silaha kolay ulaşım ve de cezasızlık… Evdeki, beldeki, arabadaki silah öldürür… Evdeki silahlara sahibi dışındakilerin de kolaylıkla ulaşabiliyor olması gibi durumlar da şiddete açık bir davetiyedir

    Küçücük çocukların bile bu yüzden sık sık silahla oynarken en yakınlarını, arkadaşlarını, hatta kendilerini öldürdüklerine tanık oluyoruz…

    Bireysel silahlanma hem kişilerin güvenliği için, hem de ülkemizin güvenliği, geleceği için tehlikeli boyuta gelmiş bulunuyor…

    — Türkiye’de bireysel silahlanma oranı nedir? 

    Türkiye’de yüzde 85’i ruhsatsız en az 25 milyon silah bulunuyor…

    Maalesef ülkemizde bireysel silahlanma son yıllarda büyük tırmanışta… Çünkü silaha ulaşım çok kolay yani silah bir tık ötede… Her tür silahın internetten pervasızca reklamı yapılıyor ve kargoyla kapıya kadar teslimat sağlanıyor… Yine bir tıkla silaha ulaşanların sosyal medyada aldıkları silahlarla pervasızca poz verdiklerine tanık oluyoruz…

    Siz gazeteciler de görüyorsunuz, tanık oluyorsunuz; pek çok olayda, kadın cinayetlerinde silahların internetten alındığına, suçlunun suçu işlemesinden önce o silahla sosyal medyada poz verip, yayınladığına…

    Aslında bireysel silahlanma sadece ülkemizde değil tüm dünyada son yıllarda hızla yayılıyor.

    — Bireysel silahlanmanın sebepleri sizce neler? 

    Güvensizlik mi? Korunma isteği mi? Eğitimsizlik mi? Bu sorunun yanıtını yetkililer daha iyi biliyordur eminiz… Şunu söyleyebiliriz ki; Umut Vakfı tarafından yapılan bir araştırmaya göre, bu bireysel silahlar tamamen öldürme amacıyla ediniliyor.

    — Özellikle internet ortamında ekmek peynir gibi silah satışı yapılıyor. Hatta Sosyal Medya hesaplarından biri olan fecebook üzerinden açılan grup sayfalarında ikinci el silah satışlarına bile rastlayabiliyoruz. Sizce de insanlar bu konuda fazla rahat değil mi? 

    İnsanlar bir kitap ya da gazete alırken “ne kadar pahalı, alamıyoruz” diye yakınıyorlar, ama öte yandan internetten bir tıkla silaha ulaşabiliyorlar. Silahlanmanın; bir olay sonrası yakalanan şahıslara kesilen para cezasının dışında hiçbir caydırıcılığının olmadığına tanık oluyoruz maalesef.

    Yani caydırıcı ciddi cezaların olmaması silahlanmayı artırıyor…

    — Ülkemizde Ruhsatsız silah satmanın ve bulundurmanın cezası nedir?

    Ruhsatsız Silah Bulundurma, Taşıma veya Satın Alma Suçunun Cezası 6136 Sayılı Kanun’da eğer bir adet ise 2 yıla kadar hapis, birden fazla ise 3 yıla kadar hapisi öngörüyor… Ama her gün kamuoyuna yansıyan cinayet haberlerinde yaralama olaylarında genellikle suçlunun salıverildiğini görüyoruz…

    Yönetim Kurulu Üyemiz Psikiyatr Dr. Ayhan Akçan bu konuda, “ Bizim ülkemiz bu konuda gevşek uygulamanın olduğu ülkeler kategorisinde. Yani kayıt altına alayım problemi çözeyim mantığı var. Tabi kanun dışı silah aldığınız zamanda çok fazla cezai müeyyidesi de yok” yorumunu yapıyor.

    — Bireysel silahlanmanın önüne geçilemediği takdirde Ülkemizi nasıl bir tablo beklemededir?

    Bakın bugün insanların sokaklarda çatıştıklarına, en ufak tartışmada ya da alacak verecek tartışmasında evleri, işyerlerini kurşunladıklarına, miras, arazi anlaşmazlıkları da dahil acımasızca birbirlerini öldürdüklerine tanık oluyoruz, izliyoruz. Bu olaylar sürekli artıyor. Alacağını almak için, hakkını almak için mahkemeye, adli yollara başvurmuyor bir takım insanlar… Yetkililer silahlanmayı önlemenin yanısıra toplumda dalga dalga yayılan ve artan bu olayları da, neden, niçin oluyor, diye masaya yatırmalı…

    Daha bir kaç gün önce Tekirdağ Çorlu’da yaşları 18’den küçük olanların da aralarında bulunduğu iki grubun sokakta çatıştıkları gazetelerde yer aldı. 16-17 yaşına ragmen pek çok suç kaydı bulunan, ellerinde silahlarla sokakta pervasızca çatışan bu insanlar neyin habercisi sizce? Bu olay sonrası 6’sı 18 yaşından küçük 9 kişi gözaltına alındı…

    Bu gibi olaylara son zamanlarda sıklıkla rastlanıyor ve bireysel silahlanmanın önüne geçilmezse de daha da artacağı bir gerçek..

    Adına serseri deyin, maganda kurşunu deyin ne derseniz deyin her yıl 100’lerce insan da “maganda” kurşunlarıyla ölüyor… Ve de bireysel silahlanmanın önüne geçilmediği, cezasızlık sürdüğü müddetçe de “maganda kurşunlarıyla ölümler” de artarak sürecek…

    Burada Umut Vakfı’nın hep vurguladığı “uzlaşma kültürü”nün önemi ortaya çıkıyor… “Farklılık, barış ve uzlaşma” sac ayağı gibi… Evimizden okula, medyadan TBMM’ye her yerde, dinleme, dinlenildiğinin hissettirilmesi çok önemli, sorunların barışçıl yollarla, uzlaşmayla çözülmesi çok önemli…

    Çözüm tepeden tırnağa uzlaşma kültürünün egemen olunmasıyla, silahsızlanmayı özendirici çalışmalarla ve silahlanmaya, yasadışı silah satışını önlemeye yönelik alınacak ciddi önlemlerle, caydırıcı cezai yaptırımlarla mümkün.

    Yine Vakıf Yönetim Kurulu Üyesi hukukçu Prof. Dr. Timur Demirbaş’ın İzmir ve İstanbul’da yaptığı ‘adalete ne kadar güveniyoruz’ konulu anket çalışmasından bahsetmek isterim. Bu anket çalışmasının sonucu yüzde 38’ken, beş yıl sonra aynı çalışmanın tekrarında bu oran yüzde 32’lere düştü. Şu anda adalete güvenin daha da aşağıda olma ihtimali yüksek. Sizin otorite olarak adaletinize güvenilmez yani sizin adaleti sağlayamadığınız tartışılır ise yerine maalesef farklı adalet sistemleri arayışları başlıyor. Ve otoriteniz sarsılıyor. Dünyanın en gelişmiş ülkelerinde bile adalete güven en fazla yüzde 60’lardadır. Almanya, Fransa gibi. Adalete güven duygusu yine yüzde 30’larda olup, bize en yakın ülke; Rusya’dır.

    Çatışmalar her zaman olur. Fakat çözülemez ise adalet, yargı devreye girmelidir. Ki adaletin güvenirliliği ve insanların adalete en kısa zamanda ulaşması, adaletin hakça olması önemlidir.

    —Bireysel silahlanmanın önüne nasıl geçilir, çözüm önerileriniz nelerdir? 

    Ülkemizde, evlerimizde acı olayların yaşanmaması için yapılması gereken de çok basit…Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin ilgili komisyonunda kadük hale getirilmiş olan “Silah Kanun Tasarısı” yeniden ele alınarak silahlanmayı zorlaştırıcı düzenlemeler, silah bulundurma ve taşıma ruhsatı olan kişilerin sağlık kontrolleri ve saklama kuralları denetimleri sık sık yapılmalıdır. Eğitim, öğretim kurumlarında öfke kontrolü bulunmayan ve şiddete eğilimli yetişkin ve çocuklara rehberlik danışmanlığı ve eğitimlere önem ve ağırlık verilmeli, yaygın olarak sürdürülmelidir. Bunun için ülkenin yöneticilerine ve tüm siyasi partilerin milletvekillerine duyarlı davranmaları çağrısında bulunuyoruz. Aksi halde silahlı şiddet sonucu ölen, yaralanan her insanın, canlının vebali onların boynunadır… Cezalar ağırlaştırılmalı, mahkemelerce ertelenmemeli, para cezasına çevrilmemelidir… Ve tüm kamuoyuna sesleniyoruz: Silah bir oyuncak değildir. Çocuklarımızı daha bebeklikten itibaren eğitelim, silahın bir oyun aracı olamayacağını anlatalım.

    Devamını Oku

    HERKES CEBİNDE BİR BOMBA MI TAŞIYOR?

    HERKES CEBİNDE BİR BOMBA MI TAŞIYOR?
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    “İsrail’in Lübnan’daki taşınabilir çağrı cihazlarına sızıp patlatması sonucu çok sayıda kişinin öldüğü ve yaralandığı bildirildi.

    Lübnan resmi ajansı NNA’ya göre, İsrail’in “pager” isimli çağrı cihazlarına sızması sonucu çok sayıda Lübnanlı yaralandı. Patlayan cihazlar, 1990’lı ve 2000’li yıllarda popüler olan, pager diye bilinen cihazlardır. Hizbullah bu cihazları örgüt içi iletişimde kullanıyor. İddialara göre, bu cihazların en son teslim edilenlerine patlayıcı düzenek yerleştirildi. Bu cihazlarla bir numaradan temasa geçince de cihazlar infilak ediyor.” (İnternet Haber)

    Ajanslara düşen bu haber, gösterdi ki bu çağda kimse bulunduğu yerde güvenli değil. Çünkü çağrı cihazları üzerinden bu infilak yapılabiliyorsa, cep telefonları üzerinden bu tür suikast ve toplu cinayetler hayli hayli yapılır. Ki cep telefonu olmayan dünyalı bugün için yok gibi. O yüzden her nerede olursak olalım, bir terör saldırısına ve toplu katliama maruz kalma riski söz konusu. Yeter ki birileri bir başkasını ve başkalarını ortadan kaldırmak istesin.

    Deselerdi ki bir gün gelecek, insanlık için bir kolaylık olan bu teknoloji başına bela olacak, herkes cebinde bomba ve kendini intihara sürükleyecek aletini cebinde veya elinde bulunduracak. Herhalde hiçbirimiz inanmazdı.

    Yine çağrı cihazı üzerinden yapılan bu saldırı gösterdi ki teknolojiyi üretenler, terörle mücadele ettiğini veya kendini savunduğunu söyleyen kişi ve devletler, ürettikleri cihazları satarak hem para kazanıyorlar hem de sattıkları ürünle, “biri bizi gözetliyor” türünden bizi dinliyor, ne yaptığını, nereye gittiğini takip ediyor hem de sattığı ürünü silah olarak kullanmak suretiyle ortadan kaldırıyor.

    Dünyayı yöneten, dünyaya yön veren ve ipin ucunu daima elinde tutan bunlara karşı kimse, “ben şunlarla mücadele ediyorum, ülkemi koruyorum” demeye falan kalkmasın. Rakibin, düşmanın ürettiği ile kişilerin veya devletlerin kendini koruması mümkün değil. Çünkü onlar izin verdiği müddetçe hayattayız.

    Ne zaman ki başta teknoloji olmak suretiyle her şeyi kendi üreten kişi ve ülkeler, işte o zaman her türlü mücadeleyi kazanır ve dünyada söz sahibi olur.

    İslam dünyası, namerde muhtaç olmayacak şekilde; teknolojide, bilimde, ekonomide, sermayede, üretimde, savunmada, icatta söz sahibi olmadığı ve kendi kendine yetmediği, rakip ya da düşmanlarının ürettiklerini parayı bastırıp aldığı ve kullandığı müddetçe bir arpa boyu yol ilerleyemez, dertten kurtulamaz, dünyada söz sahibi olamaz.

    Çağrı cihazları üzerinden yapılan bu siber saldırı, İslam dünyasının, geri kalmış ve gelişmekte olan ülkelerin aklını başına alması gerektiğini gösteriyor.

    Hamaset ve sloganı bırakıp sadede gelmedikçe, dert de bizim, sıkıntı da bizim, ölüm ve yaralanma da bizim, kan ve gözyaşı da bizim olmaya devam eder.

    Yapacağımız tek şey, kendimizle yüzleşmektir.

    Filiz BAHÇIVAN

    Devamını Oku

    GEREKİRSE BABAYA BİLE GÜVENMEYECEKSİNİZ

    GEREKİRSE BABAYA BİLE GÜVENMEYECEKSİNİZ
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Üzgünüm ama, tam da bu devirdeyiz. Beyler, hiç kusura bakmayın, ya da bakın, inanın umurumda bile değil. Evladını gözünden sakınan babalar, ne demek istediğimi bildiği için zaten bana hak verecektir. Art niyetli olanlar da bir zahmet kusura baksın; tabii önce kendi kusurlarına baksın.

    Son yıllarda aklımızla ve sabrımızla oyun oynarcasına gelişen gündemin en ağır yumrukları çarpıyor yüzümüze bir bir. Korkuyla ve dehşetle izliyorum olan biteni. Ülkede kayıp çocuk, öldürülen çocuk, tacize uğrayan çocuk olaylarının ardı arkası kesilmiyor. Günlerdir herkes kayıp Narin’den gelecek güzel haberler için dualar ediyor. Ancak, ne yazık ki her geçen gün tek bir ize bile rastlanılmaması, dahası aile bireylerinden birinin Narin’in kaybıyla ilgisi olduğu şüphesiyle tutuklanması tüm umutlarımızın tükenmesine neden oldu. Biz yine de tüm iyi niyetimizle son ana kadar umutla ve dualarla beklemeye devam edeceğiz.

    Çocuk tacizi ve cinayetleri konusunda listeleri zorlayan, önde gelen bir millet haline geldik. Tüm iyi niyetleri bir araya toplayıp konduramıyorum yine de. “Yok canım, benim ülkemin insanları bu kadar sapkın olamaz. Kesin bir komplo teorisiyle karşı karşıyayız,” diyorum. Öyle en saf hâlimle. Neyse!

    Burkuluyor insan böylesi zamanlarda değil mi? Daralıyor, ölümden beter gibi oluyor. Asıl beter olan, hiçbir şey yapamadan öylece izlemek. Tek bildiğimiz kamu spotu tadında klişe sözler. Bunca iğrençliğin içindeyken ve hatta bizzat bir parçasıyken, iki damla gözyaşı dökünce, iki satır “Lanet olsun sana”, “Allah kahretsin” sitemi edince, vicdanımızın rahatladığını, insanlık görevini yerine getirdiğimizi sanıyoruz. Herkes o kadar temiz, o kadar normal ki, bunca ruh hastası sapık nereden türüyor diye merak ediyor insan.

    Oysa ki ülkede ruhu kirli öyle çok insan var ki. Öyle aç, öyle bir kör iştah. Duracağı, doyacağı yeri bilmiyor. Normal görünüp ama müsait her anında porno izleyenler. Karşılaştığı her kadının belden aşağısını hayal edenler. Normal ilişkilerden haz almayıp küçük çocuk fantezileriyle mutlu olanlar. Dahası, partner bulamayınca hayvanlara tecavüz edenimiz bile var. Tüm bu saydıklarım başka bir ülkede değil, dini, dili, örfü, âdeti aynı olan bizden birileri yapıyor. Uzaklarda aramasın gözleriniz. Komşumuz, iş arkadaşımız, “amca, dayı” diye seslendiklerimiz, çok acı ama “baba” dediğimiz kişiler. Ama illaki bizden, içimizden birileri. 4 yaşında Irmaklar, 18’inde Özgecanlar, 8 yaşında Eylüller hep bu sapkın ruhların kurbanı.

    Her şey bunlarla sınırlı değil tabii. Yasak, günah, ayıp. Ne aileler bilir kızına-oğluna cinselliğin nasıl yaşanması gerektiğini anlatmayı ne de öğretmenler dillendirebilir hayatın bu gerçeğini. Cesaret edip sorana ahlaksız gözüyle bakılır. Henüz cinsiyeti belirgin hale gelmemiş küçük bir kız çocuğuna tecavüz edilmesi ve öldürülmesi, bu ülkenin kahrolası gerçeğindendir. Alınmaca, gücenmece yok! Herkes eğecek başını önüne. Kimse “Ahh” bile demeyecek.

    Peki yok mu çocuklarımızı bu sapıkların iğrenç emellerinden kurtaracak çözümler? Var aslında. İzniniz olursa birkaç önerimi sizlerle paylaşmak istiyorum. “Hadi bakalım, akıllı külot mu üretildi yoksa?” diye sevinmeyin, yok öyle bir şey, peşinen söyleyeyim! Gerçi bir ara çocuk tacizlerini önlemek amacıyla üretilmiş bir giysiden söz ediliyordu, kendini koruyamayan, derdini anlatamayanlar için düşünülmüş bir üretimdi; lakin ülkemizde ilgi gördü mü, satın alan oldu mu bilmiyorum.

    Neyse! Gelelim önerilerime. Öncelikle annelerden başlayalım. Hiç lafı ağzımda eveleyip gevelemeyeceğim. Ben yeni nesil anneleri hiç beğenmiyorum. Net! Tabii istisnalar hariç. Bir kere ilgili bir anne olduklarını sanırlar ama değiller. Ellerinde birer cep telefonu, internet aracılığıyla çocuk yetiştirmeye çalışıyorlar. Evet, uzmanlardan bilgi almak önemli ama bu yetmez. Siz cep telefonlarından çocuğunuzun yetişmesinde yardımcı olacak bilgileri zihninize depolarken, çocuğunuzu yalnızlaştırıyorsunuz. O zaman da çocuk, ona her gülümseyenden sevgi ve ilgi bekliyor. Sonrası malum!

    Çocuğunuzu gözünüzün önünden ayırmayın. Tek bir saniye bile kimseye emanet etmeyin. Birinci dereceden akrabanız dahi olsa, çocuğunuza dokunmasına, kucağına oturtmasına, öpmesine izin vermeyin. Hatta ve hatta gerekiyorsa ki, kadınlar aslında kocalarının karakterini çok iyi bilir; böylesi bir sapkınlığa meyilleri varsa babalarından bile uzak tutun.

    Gelelim diğer önerilerime. Çocuk istismarına karşı el ele verelim. Yetmez. Toplumda bu tip hastalar, sapıklar varsa bunları tespit edelim ve yargı önüne çıkartalım. Mümkün olduğunca çocuklarımızı yabancılardan uzak tutalım. Çocuğa küçük yaştan itibaren tanımadığı kişilerle bir yere gitmemesi, onlardan gelecek yiyecek-içecekleri kabul etmemesi gerektiğini uygun dille anlatalım. Çocuğumuza “hayır” demeyi öğretelim. “Hayır” deme becerisi gelişmiş çocuk, istismarcısına da “hayır” diyebilir. Çocuğa bedeninin kendisine ait olduğunu, o istemediği sürece hiç kimsenin ona dokunamayacağını anlatın. Mahrem yerlerinin anne, baba ve doktordan başka kimsenin göremeyeceğini söyleyin. İş sadece bizim temkinlerimizle bitmiyor elbet. Bunca felakete, bunca iğrençliğe karşın devlet kurumları da artık gerekeni yapsın. Gönlümden geçen idam olmasa da, caydırıcı cezalar uygulayarak çocuk tacizlerini ortadan kaldırsın.

    Filiz BAHÇIVAN

    Devamını Oku

    DEPREMDEN KORKUYORUZ AMA UMURSAMIYORUZ

    DEPREMDEN KORKUYORUZ AMA UMURSAMIYORUZ
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    17 Ağustos 1999 depremini sanki daha dün olmuş gibi hatırlıyorum. Gecenin karanlığında birdenbire başlayan bir sarsıntı, korkudan yerimden kıpırdayamıyorum bile, sanki hiç bitmeyecekmiş gibi geliyordu o an. Ardından korkunç bir manzara: yıkılan binalar, on binlerce hayatını kaybeden insan, geride kalan yaşlı gözler ve endişeli bekleyişler.

    Ne yazık ki ülkemizde inkâr edilemez bir deprem gerçeği kesinlikle var. Ülkemizin neredeyse tamamı deprem kuşağında bulunuyor. Ama en riskli bölge Doğu bölgemiz. Daha sonra da Marmara Bölgesi geliyor. Şöyle durup geçmişe baktığımızda 1939 Erzincan depremi, Varto depremi, Van depremi ve daha niceleri hep doğuda oldu. Tabii iç Anadolu’da da olmuş depremler var. Örneğin 1970 yılında Gediz depremi, daha sonra Afyon depremi. Ve tabii yakın zamanda yaşadığımız Hatay depremi, Marmara’daki Gölcük ve Yalova depremleri ülkemizin ne denli bir deprem tehdidi altında olduğunu göstermektedir.

    Fay hatları üzerinde yaşarız, depremden müthiş derecede korkarız, ancak ne bir çare ararız ne de önlemimizi alırız! Biz sadece deprem sonrası ne yapabiliriz diye düşünüyoruz. Düdük, su şişesi, fener, radyo, bisküvi gibi enkaz altında kaldığımızda bize yararlı malzemeleri bir çantaya koyup yatmayı planlıyoruz. Ya da depremin bitmesini bekleyip merdivenlere doğru yönelmemeyi öğreniyoruz.

    Peki ya öncesi? İşte orası çok vahim. Ev alırız, konu komşuya hava atarız. Bilmem kaç bin ödedik diye, sağlamlığını kontrol etmek yerine banyosunun renk ahengine, evi yapan müteahhitin sicilini araştırmak yerine mutfağının güzelliğine kanarız. Deprem uzmanlarını dinlemeyi yalnızca deprem sonrasında severiz, diğer zamanlarda içimizi karartır, zira! “Depremlere alışmalıyız” der. “Depremlerden ziyade binalar öldürür” der, duymak istemeyiz. Hani “Kocam beni aldatmaz!” diyen kadınlar gibi.

    Oysa gerçekler vardır yaşamda; istediğin kadar kafanı kuma sok, ne fayda? En basit yöntemlerden biri eşyaları sabitlemek, hangimiz sabitledik? “Bana bir şey olmaz!” gibi, anlamsız bir özgüven. Tam olarak “özgüven” değilse de, tam anlamıyla bir boş vermişlik, bir kadercilik, bir türlü kurtulamadığımız sığ düşünce, işlemiş ciğerlerimize, hücrelerimize.

    AIDS için “Bize bulaşmaz” diye önlem almayan erkeklerin, “Kocam beni aldatmaz asla” diyen kadınların pek bol olduğu ülkede deprem gerçeği ne kadar kabullenilebilir ki? Ancak, yüzleştiğimizde farkına vardığımız, bir süre korkudan ödümüzün patladığı ve sonrasında her şeyde olduğu gibi unutmayı tercih ettiğimiz bir gerçek. Gerçeklerle yüzleşmek yerine “Dokunulmaz” hissetmek istiyoruz kendimizi. Yıkılan binalar ile ayakta kalanların hesabını deprem anında akıl ediyoruz; farkına bile varmadan ne kadar kazanç sağladığımızı düşünemiyoruz.

    Her defasında “Kader” deyip geçiyoruz. Kader diye bir gerçek de var elbet, mantık dahilindeki tüm önlemler alındıktan sonra tabii. Mesela, etrafımızda özellikle büyük şehirlerde binlerce rezidans tipi konutlar yapılıyor. Bunlara giden paralarla yüzbinlerce en fazla iki katlı ucuz konutlar yapılabilirdi. Bu binalara rezidanslardan daha fazla talep olurdu. Kaçak yapıların üzerinde daha ciddi bir çalışma yapılarak depreme uygun olup olmadığı denetlenmeli. Birçok çalışma yapılıyordur muhakkak. Ancak, taşlar tam olarak yerine oturmuş değil. Ve bugün bir deprem olsa ki olmaması için dua ediyoruz hepimiz, bu çalışmalar bize fayda sağlamayacaktır. Netice olarak, depremden çok korkuyor görünüyoruz ama umursamıyoruz.

    Filiz BAHÇIVAN

    Devamını Oku

    DARÜLACEZE’DE YANKILANAN ŞİİRLER

    DARÜLACEZE’DE YANKILANAN ŞİİRLER
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Hiç dikkat ettiniz mi, bir sohbette “Acılar olgunlaştırır insanı” dediğinizde bazılarının yüzünde buruk tebessümler olur. Çünkü sol yan bir şekilde kırık, yorgun ya da eksiktir yaşanmış acılara dair. Ve gerçekten derin yaşanmışsa, sarsmışsa epeyce, mutlaka açık verir, saklayamaz kendini acının izleri. Sessizce gelir, oturur yüzüne. Buruk buruk gösterir kendini. Dudak kenarlarına yayılır hafifçe ve gözlerle bütünleşir; kah nemli, kah hüzünlü, “Ben buradayım” der. Mağrur da bir eda taşır aslında. Olgunlaştırmış ya, ondan herhalde. Haklıdır da kendince. O değil midir çektiği acıya rağmen dimdik ayakta duran? Her yaşanmış acıda yıkılsa dahi, tekrar tekrar toparlanarak ayağa kalkan. Doğru tahmin ettiniz.

    Bu haftaki röportaj konuğum, acıların olgunlaştırdığı, yıkılmak yerine hayata meydan okumayı başarmış bir halk ozanı, bir şair: Ergün Yılmaz. Buyurun, röportajın devamını birlikte okuyalım.

    –Bize biraz kendinizden bahseder misiniz? Ergün Yılmaz kimdir?

    Ergün Yılmaz: 1970 yılında Erzurum’un Çat ilçesine bağlı Hölenk köyünde dünyaya geldim. 7-8 yaşlarına geldiğimde Erzurum’a veda ederek Manisa’nın Akhisar ilçesine yerleştik. Alem’in yoksul oluşu beni çocuk yaşta çalışmaya mecbur bıraktı.

    Sabahları okula gidiyor, öğleden sonraları da ayakkabı boyacılığı yapıyordum.

    Hayattaki en büyük derdin maddiyat olduğunu düşünürdüm o yıllarda. Ancak 1997 yılında yürüme zorluğuyla başlayan ve sonrasında tekerlekli sandalyeye mahkûm olmamla devam eden sorunlar, “Keşke tek derdim yoksulluk olsaydı” dedirtti.

    –Hastalığınızın seyri hem üzücü hem de çok ilginç bir şekilde ilerlemiş. O uzun süreçte neler yaşadınız, ne oldu?

    Hastalığımın başladığı ilk dönemlerde çalışmaya devam ediyordum. Çalıştığım iş yeri sahibinin hanımı tarafından Eskişehir Devlet Hastanesi’ne yatırıldım. Bir aylık tedavi sürecinden sonra tanı konulamadığı için Ankara’da bir hastaneye sevk edildim. Orada yapılan bir dizi araştırmadan hemen sonra ameliyata alındım.

    Ancak ne yazık ki ameliyat başarısız olmuştu.

    Medya aracılığıyla İstanbul’da tedavi olmam önerildi.

    Ancak yalnız olduğum için yürümekte zorluk çekiyordum. Dolayısıyla tek başıma İstanbul’a gitmem imkânsızdı.

    İl Sağlık Müdürlüğü’nün yardımıyla Bakırköy Devlet Hastanesi’ne yatırıldım. Yaklaşık üç ay hastanede yattım ve bu sürenin sonunda ameliyat olmam gerektiği, ancak ameliyatın çok riskli olduğu söylendi. O nedenle fizik tedavi uygulandı. Bu arada gidecek bir yerim ve kimsem olmadığı için, 7 ay kadar hastanede misafir edildim.

    Yedinci ayın sonunda Şişli Etfal Hastanesi’ne sevkim yapıldı. Ve burada ameliyat oldum. Yapılan ameliyat sonrası boyundan aşağısı felç oldu. Yakın zamanda ölür düşüncesiyle Okmeydanı Darülaceze’ye yatırıldım. Yaklaşık yirmi yıldır buradayım.

    –Çok şükür düşünüldüğü gibi ölmemişsiniz ve gayet iyi görünüyorsunuz. Bunun bir mucize olduğunu düşünüyor musunuz?

    Evet; kesinlikle bir mucizeydi yaşamam. Yüce Yaradan yaşamama izin vermişti; benim de buna karşılık toparlanmam ve güçlü olmam gerek diye düşündüm.

    Ameliyatımdan üç ay sonra azmim ve çabalarımla kollarımı kullanmaya başladım. Bu, benim için büyük bir başarıydı. Bacaklarımı geri kazanamasam da, kollarımla birçok işimi görebiliyorum.

    –Uzun bir süredir huzurevi sakinlerinden biri olduğunuzu söylediniz. Neler yapıyorsunuz orada? Bir gününüz nasıl geçiyor?

    Burası benim yirmi yıllık evim. Burada sıkılma, daralma gibi bir lüksüm yok. Kocaman bir ailenin içindeyim. Dostluklar, arkadaşlıklar dışarıda olduğu gibi sıradan değil. Burada kimse kimseden üstün değil. Hepimiz aynı kaderi paylaşıyoruz. O nedenle sevgimiz de, saygımız da baki.

    –Zaman zaman “keşke” dediğiniz olur mu? En büyük keşkeniz nedir?

    Herkesin bir keşkesi vardır. Benim de var. Ama izin verirseniz, içimde saklı tutmak istiyorum sonsuza dek.

    –Biraz da şiirlerinizden bahsedelim. Şiir yazma hikayenizi anlatır mısınız? İlk ne zaman şiir yazmaya başladınız?

    Şiir yazmaya Bakırköy Devlet Hastanesi’nin uzun koridorlarında başladım. Önceleri yazıp yazıp atardım. Bir gün doktorlarımdan biri şiirlerimi atmamamı ve biriktirmem gerektiğini söyledi. Ben de şiirlerimi boş kâğıtlara değil, defterlere yazmaya başladım.

    –Şiir yazarken nelerden besleniyorsunuz?

    Zaman zaman siz de şiirler yazıyorsunuz. O nedenle siz de çok iyi bilirsiniz ki, şiir yazmak kolay iş değildir. Kafadan uydurulan birkaç cümle ile bitmiyor şiir. Yüreğini ortaya koyman gerekiyor.

    Yüreğimden besleniyorum ben de. Acılarımdan besleniyorum. Ve tabii sevgiden.

    –Binden fazla şiiriniz ve yayınlanmış 6 şiir kitabınız var. Bize bu kitaplardan bahseder misiniz?

    Evet; yayınlanmış olan altı şiir kitabım var.

    “Yolun İlk Yarısı,” “İçimdeki Ukdeler,” “Dermansıza Derman Olsun,” “Kalemin Gözyaşları,” “Duygulara Engel Yok” ve son olarak “Derman Sızım” isimli 6 şiir kitabım yayınlandı. Bunların yanı sıra, kendi bestelerimden oluşan bir de türkü albümüm var.

    –Sizinle söyleşimizi gerçekleştirmeden evvel hakkınızda epey bir araştırma yaptım. Ayrıca birkaç dostunuzla da konuşma fırsatım oldu. İtiraf etmeliyim, yaşadığınız onca zorluğa rağmen etrafınıza yaydığınız pozitif enerjiye hayran kaldım. Peki bunu neye borçlusunuz?

    Yaşadığım onca acıyı düşündükçe hayatın, yaşamanın değerini daha fazla anlıyorum. Acı çektikçe kabuğuma saklanmamın bana bir fayda sağlamayacağını çok iyi biliyorum. İnsanları seviyorum, hayatı seviyorum, dahası yaşamayı çok seviyorum.

    –Son olarak size ve sizinle kader birliği yapmış olan tüm huzurevi sakinlerine sormak istiyorum. Bizlerden isteğiniz, bir arzunuz var mı?

    İstek demeyelim de, bir ricada bulunalım.

    Annelerinize, babalarınıza sahip çıkın. Sevin, sayın. Onların yeri huzurevleri olmasın; başınızın üzeri olsun.

    Bizlere gelince, sadece özel günlerde, bayramlarda değil, biz her gün varız ve buradayız.

    Filiz BAHÇIVAN

    Devamını Oku

    İŞYERİNDE PSİKOLOJİK TERÖR: “MOBBİNG” CAN ALMAYA DEVAM EDİYOR 

    İŞYERİNDE PSİKOLOJİK TERÖR: “MOBBİNG” CAN ALMAYA DEVAM EDİYOR 
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Son on beş gün içinde gencecik iki kardeşimiz, çalıştıkları iş yerlerinde uğradıkları baskı ve mobbing nedeniyle yaşamlarına son verdiler.

    İş yerinde psikolojik taciz. Yani Mobbing. Bu kavramı son yıllarda sıkça duymaya başladık.

    Mobbing, yıldırma, ezme, küçük düşürme başta olmak üzere çalışanlar üzerinde büyük makamların küçük yöneticileri bu yolla sadist duygularını tatmin etmektedirler.

    Mobbing hiç de öyle yabana atılacak türden bir psikolojik işkence değil. Ve neticesinde süreç majör depresyon gibi bir sonuçla atlatılmışsa kendinizi şanslı bile sayabilirsiniz.

    Öyle ki aç kalmakla onurundan ve haysiyetinden taviz vermek arasında karar vermeye zorlananlar arasında intihar etmeyi yeğleyen birçok insan var.

    Peki Türkiye’de çalışanların ne kadarı Mobbinge uğruyor? Mobbing nasıl ispatlanır, mobbinge karşı neler yapılmalı?

    Mobbing hakkında merak edilen soruları Mobbing ile Mücadele Derneği Genel Başkanı İlhan İşman’a sorduk.

    –Merhaba. Kısaca sizi tanıyabilir miyiz?

    Merhaba ben İlhan İşman Mobbing ile Mücadele Derneği Genel Başkanıyım. Dokuz Eylül Üniversitesi İİBF İşletme bölümü mezunuyum. Sırasıyla TRT’de prodüktor, Ulaştırma Bakanlığı Özel Kalem Müdürü, DHMİ Genel Müdür Müşaviri, SGK da Basın ve Halkla İlişkiler Müşaviri, Kurumsal İletişim Daire Başkanı ve farklı 4 daire başkanlığı daha yaptım. Halen SGK’da Sosyal Güvenlik Uzmanı olarak görev yapıyorum. Derneğimizi 2010 yılında kurduk. Daha önce dernekte İletişim Genel Koordinatörlüğü yaptım. ALO 170’in kurucusuyum. Kurucu Genel Başkanımız Hüseyin Gün’ün vefatından sonra 2 dönemdir genel başkan olarak görev yapıyorum.

    –Mobbing nedir? Açıklar mısınız?

    İşyerlerinde bir veya birden fazla kişi tarafından, diğer kişi ya da kişilere yönelik gerçekleştirilen, belirli bir süre sistematik biçimde tekrarlanan, yıldırma, karşısındakini pasifize etme, işten soğutma, iş yaptırmama veya işten uzaklaştırmayı amaçlayan; mağdur ya da mağdurların kişilik değerlerine, mesleki durumlarına, sosyal ilişkilerine veya sağlıklarına zarar veren; kötü niyetli, kasıtlı, olumsuz tutum ve davranışlar toplamıdır.

    –Başlıca Mobbing davranışları nelerdir?

    Çalışma alanıyla ilgili konularda amirine yaptığı tüm önerilerin reddedilmesi, yanıtsız bırakılması, hiç yapılmamış gibi davranılması,

    Toplantılardan ve sosyal faaliyetlerden haberdar edilmemesi, dışlanması, dışarıda bırakılması, yok sayılması,

    Ötekileştirilmesi,

    Oturacağı oda, kullanacağı alet ve teçhizat, laboratuvar, atölye verilmemesi,

    Yeteneklerinin altında işler verilerek küçümsenmesi,

    Gerçekleştirilmesi imkânsız işleri yapması istenmesi,

    Verilen görevlerin abartılı bir şekilde kontrol edilmesi,

    Performansı etkileyecek bilgilerin saklanması,

    Akademik ilerleme ve görevde yükseltilmesinin engellenmesi,

    Cinsiyet ayrımı yapılması,

    Siyasî ve dinî görüşü ile etnik kimliğinden dolayı psikolojik baskı yapılması,

    Sürekli azarlanması, tehdit edilmesi

    Hakaret ve alaylara maruz bırakılması,

    Kişinin iş performansının haksız olarak yerilmesi,

    İşten atılmayla tehdit edilmesi,

    Hakkında dedikodu çıkarılması

    Mağdur kişi hakkında olmamış bir olayın olmuş gibi gösterilerek Şaiya yayılması

    Bilgisiz, beceriksiz, işe yaramaz, psikopat v.b. sıfatlarla damgalanması

    Mesleği ile ilgili uygulama alanlarına alınmaması (örneğin atölye, laboratuvar, klinik ya da ameliyatlara alınmaması)

    Meslektaşları ya da üçüncü kişilerle görüşmesinin engellenmesi ve benzeri davranışlar

    Yıpratma amaçlı olarak mesnetsiz bir biçimde ilgili/ilgisiz makamlara şikâyet edilmesi

    Hiyerarşik sistem içerisinde bir veya birkaç kişinin bir kişiyi dışlayarak sözlü veya fiziksel tacizde bulunmaları

    Hiyerarşik sistem içerisinde alt görevde yer alan bir kişi veya grubun diğer çalışanlar üzerinde sözlü veya fiili baskı oluşturarak yöneticiye karşı çalışanları itaatsizliğe zorlamaları ve benzeri davranışları mobbing davranışları olarak sıralayabiliriz.

    –Bir işletme ya da kurumda mobbing olup olmadığını genel olarak nasıl anlayabiliriz?

    Genelde görev, yetki ve sorumlulukların açık olarak belirtilmediği, kurumsal bir kültürün oluşmadığı işyerlerinde, mobbingin yaygın olduğunu görüyoruz. Katı hiyerarşi, despot bir yönetim tarzı en çok karşılaşılan durumlar. Zor işler hep aynı kişiye mi veriliyor, işgücü devir hızı yüksek mi? Yapamadıklarınız her seferinde yaptıklarınızın önüne mi geçiyor? İnsan ilişkileri kural dışı bir rekabete mi dayanıyor? Dedikodu, şayia yaygın mı? Yöneticiler donanımlı mı? Yeterli bilgi, birikimi ve liyakate sahip mi? Çatışma yönetimi konusunda tecrübeleri var mı? Kriz yönetimi konusunda deneyimleri var mı? Empatik düşünmeye, sosyal zekaya sahipler mi? Onurlu çalışma hakkı gözetiliyor mu? Hak, hukuk, adalet ve hakkaniyetli davranılıyor mu? Ayrımcılık yapılıyor mu?Tüm bu sorular o işyerinde mobbing var mı? Yok mu yu ortaya çıkaran önemli göstergeler.

    –Bir işletme ya da kurumda mobbing niçin yapılır? Gerekçeleri var mıdır?

    En önemli nedeni özellikle özel sektörde, çalışanı yıldırarak kaçırtmak istifaya zorlamaktır. Ayrıca çalışanları baskı altında tutarak izin kullanmalarını zorlaştırmak, fazla mesai ödemesi yapmamak da mobbing uygulama nedenleri arasındadır. İşveren genelde bu davranışlarla çalışanı kendi rızası ile istifa etmeye zorlayarak, kıdem ve ihbar tazminatından kurtulmak istemektedir. Çalışanın başka bir çalışana mobbing uygulamasının arkasındaki neden de çoğu kez yöneticilere daha yakın olabilmek ve varsa performansa dayalı ödemelerden daha fazla pay alabilmektir.

    — Mobbinge maruz kalanlar, haklarını nasıl savunmalıdır? Ne yapmaları gerekmektedir?

    Sakinliğinizi koruyarak, temkinli ve ölçülü bir biçimde size mobbing yapan kişiyi uyarın. Mobbingin bir insan hakları ihlali olduğunu belirtin ve durdurulmasını talep edin. Olumlu cevap alamıyorsanız, silsile yoluyla yöneticilerinize başvurun. Öncelikle bir mobbing ajandası tutarak çatışma hangi konuda ne zaman başladı. Hangi tarihte kiminle başladı. Aşama aşama gün gün nasıl devam etti. Nasıl gelişti, bu olaylara kimler şahit oldu gün gün mobbing ajandası tutun. Bu olaylar kimlerin gözü önünde gerçekleşti, kimler duydu? Ne sıklıkla devam etti? Günlükte ayrıntılı olarak belirtin. Varsa yazışmalar, mesajlar, e-posta mesajlarını saklayın. ALO 170’i arayarak, işyerinde psikolojik taciz konusunda uzman psikologlardan destek alın. Şikâyetin resmi olarak kayda girmesini sağlayın. Mobbing sürecinde anti depresan ilaç kullanıyorsanız reçetelerini biriktirin. Bu süreçte nükseden psikosomatik hastalıklar nedeniyle mümkün ise hekim raporu alın. Mağdur iseniz varsa üyesi olduğunuz sendikadan destek alın. Mahkemeye gitmeden önce mevzuat çerçevesinde CİMER’e, Kamu Görevlileri Etik Kuruluna, Kamu Denetçiliği Kurumuna, tarafınıza dini, siyasi ya da mezhebiniz nedeniyle ayrımcılık yapılıyorsa Türkiye İnsan Hakları ve Eşitlik Kurumuna başvuruda bulunabilirsiniz. Her aşamada [www.mobbing.org.tr]www.mobbing.org.tr web adresimizden derneğimizden de destek alabilirsiniz.

    Mobbing yapıldığını ispat için tanık beyanları, kamera kayıtları, ses kayıtları, e-mailler, doktor raporu, kullanılan ilaç faturaları, yapılan işlemlerle ilgili belgeleri delil olarak sunabilirsiniz. Yargıya intikal eden davalarda delil Mahkemede etkin bir yargılama ve kanaat oluşturmak için önemlidir. Her ne kadar ses ve görüntü kaydı delil olarak sayılmasa da mahkemede kanaat oluşmasına sebep olduğundan, başka şekilde ispatı mümkün olmayan durumlarda ve ani gelişen olaylarda önceden plan yapılmaksızın, sadece cep telefonu ile olay anında ses ve görüntü kaydı alabilirsiniz.

    — Mağdurun en büyük kaygısı kendisine yapılan psikolojik tacizi nasıl ispatlarım endişesidir. Daha önce kazanılmış mobbing davalarından yola çıkarsak, mağdurun dava sürecinde karşılaşabileceği engeller nelerdir?

    Mobbing davalarında ispat yükü mağdurda değil, mobbingi yapan kişidedir. Diğer bir deyişle zorba mobbing yapmadığını ispat etmek zorundadır. Burada özellikle yargıtayın verdiği karara dikkatinizi çekmek istiyorum. Yargıtay; Mobbingin varlığının kabulü için kişilik haklarının “ağır şekilde ihlali ”ne gerek olmadığı, kişilik haklarına yönelik haksızlığın yeterli olduğu, ayrıca mobbing iddialarında ‘’şüpheden uzak kesin deliller’’ aranmayacağını belirtmiştir. İşçinin kendisine mobbing uygulandığına dair kuşku uyandıracak olguların ileri sürmesinin yeterli olduğu, mobbingin gerçekleşmediğini ispat yükünün işverene düştüğünü belirtmiştir. Önceki yıllarda Yargıtay mobbing için “kuvvetli emarelerin varlığını” ararken, bu kararı ile birlikte, mobbingin ispatı zor bir modern dönem çalışma hayatı olgusu olmasından hareketle, makul şüpheyi uyandıracak delillerin olmasını mobbingin varlığını ispat açısından yeterli saymıştır. Hâkim; yaşanan mobbing olayında karar verirken hayatın olağan akışı ve emare hukukundan yola çıkarak hüküm vermektedir.

    — Özellikle son yıllarda, mobbing mağduru birçok insanın, bu nedenle hayatlarına son verdiğini biliyoruz. Tam da bu noktada sormak istiyorum. Mobbing sonuçları neler, nasıl zararlar veriyor?

    Biz dernek olarak yaşanan intiharların objektif bir biçimde hiç kimseyi kollamadan ve kayırmadan, kök nedenlerine inilmesi ve aydınlatılması gerektiğini düşünüyoruz. Kanaatimiz odur ki bu araştırmalar hakkaniyetle yapıldığında %70’inin mobbing kaynaklı olduğu görülecektir. Mobbingin birey üzerinde olduğu kadar kurum üzerinde de tahrip edici sonuçları vardır. Bir işveren ya da yönetici, mobbingin işyerine vereceği zararların ne denli ağır olacağını bilmeli, bu süreçle mücadele etmek ve buna son vermek için süratle elinden geleni yapmalıdır. Bilerek ya da bilmeyerek yapılan psikolojik taciz davranışı, makro düzeyde ülkemizin beşeri ve sosyal sermayesini yok ederken; mikro düzeyde ise çalışanların itibarını ve onurunu zedelemektedir. Çalışma barışını engelliyor, verimliliği düşürüyor, deneyimli, birikimli kalifiye insan kaynağımızı tüketiyor. Çok ciddi ekonomik kayıplara neden oluyor. İnsanımızın sağlığını kaybetmesine neden olarak, çalışma hayatını olumsuz etkiliyor. Unutmayalım Mobbing bir insan hakları ihlalidir. Mobbingin sonu Allah korusun İntihar ya da cinayettir. Geçmişe doğru baktığımızda yaşanan birçok vakanın, işyeri cinayetleri ve intiharları olduğunu görüyoruz. Beşerî sermayemiz olan deneyimli birikimli insan kaynağımız yok olup gidiyor. “İnsanı yaşat ki devlet yaşasın” diyen kadim bir toplum, günden güne erimektedir.

    –Dernek olarak mobbing mağdurlarına ne gibi yardımlarda bulunuyorsunuz?

    Deneyimli birikimli insan kaynağımızla mağdurlara mentörlük yapıyor, eğitimler veriyor, hukuki ve psikolojik destek sağlıyoruz.

    — Son olarak bu konu hakkında ne söylemek istersiniz?

    Ülkemizde Müstakil bir Mobbing ile mücadele kanununun olmaması, zorbaların yeterince bedel ödememesi zorbaların iştahını kabartmaktadır. Bu alanda ihtisas mahkemelerinin olmaması, davaların uzun sürmesi, haksız zenginleşme bahanesiyle mağdurların zararlarının yeterince karşılanmaması, ispatın zor olacağı konusundaki endişeler ülkemizde bu alanda yaşanan sorunlar olarak karşımıza çıkıyor. Ancak son dönemde Anayasa Mahkemesinin Mobbing konusunda aldığı kararlar bizleri cesaretlendiriyor. Örneğin bir kararda Anayasa Mahkemesi Kamusal makamların sorumluluklarını dile getirmiştir.

    “KAMUSAL MAKAMLAR; psikolojik taciz oluşturan durumları tespitle yetinmemeli, bu tür davranışların oluşmaması ya da telafi edilmesi amacıyla etkili önlemleri hızla almalıdır. Kamusal makamların psikolojik taciz iddiaları karşısında hızlı davranarak gerçeği ortaya çıkarması, psikolojik tacizi ortadan kaldıracak, tekrarlanmasını önleyecek tedbirleri alması ve mağdurun zararının giderilmesini sağlamasının bir yandan kamusal hizmetin etkin bir şekilde yürümesine hizmet edeceği, diğer yandan kişinin maddi ve manevi varlığının korunması, bağlamındaki pozitif yükümlülüğün gereği olduğu söylenebilir.” demektedir.

    Her fırsatta söylediğimiz gibi ülkemizde acil olarak müstakil bir mobbing ile mücadele yasası çıkarılmalıdır. Uluslararası Çalışma Örgütü İLO 2019 yılında Çalışma Yaşamında Şiddet ve Tacizin Önlenmesi Sözleşmesini çıkarmış ülkelerin imzasına açmıştır. Bugüne kadar 20 ülkenin imzaladığı bu sözleşmeye Türkiye henüz imza atmamıştır. Biz dernek olarak ülkemizin de bu sözleşmeyi imzalaması için açık çağrımızı dile getiriyoruz. Her yıl şubat ayının ilk haftasını, Türkiye genelindeki 14 il temsilciliğimizle birlikte, çeşitli kurum, kuruluş, STK ve üniversitelerimizle iş birliği içerisinde Mobbing ile Mücadele Haftası olarak kutluyoruz. Amacımız toplumda mobbing farkındalığını artırmak, çalışma barışını sağlamak, onurlu çalışma hakkını korumak, insanların keyifle işyerine gideceği, birlikte çalışmaktan haz alacağı, pozitif işyerleri oluşturmaktır.

    Bize bu fırsatı verdiğiniz için teşekkür ediyor; “Yalnız Değilsiniz” diyoruz.

    İlhan İŞMAN

    Mobbing ile Mücadele Derneği

    Genel Başkanı

    Devamını Oku

    ALLAH MÜSTAHAKIMIZI VERSİN 

    ALLAH MÜSTAHAKIMIZI VERSİN 
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Üzerinize afiyet biraz üşütmüşüm. Aslına bakarsanız biraz değil, çok fazla üşütmüşüm. Temmuz sıcağında üşütmek ne demek? diye sormayın. İnanın ben de bilmiyorum.
    Bildiğim tek şey normal bir durum olmadığı.
    Bugün, hadi bilemedin yarına kadar geçer diye kendimi avuturken, iki gece önce 40 derece ateşle soluğu hastanede aldım.
    İki kişilik bir odaya yatırıldım. Serum, iğne derken ateşim düşürüldü nihayet.

    Yattığım odada benim dışımda 60 yaşlarında bir hanım daha vardı. Tam olarak nesi vardı bilmiyorum, ama hal ve hareketlerinden ciddi bir sorun yaşamadığını anlaya biliyordum.
    Kadın yattığı yerden kızına telefonunu uzatarak birkaç fotoğrafını çekmesini istedi.
    Kız şaşkın bir ifadeyle. Anne! Unuttun galiba. Hastanedeyiz, turistik gezide değil.
    Biliyorum nerde olduğumuzu dedi kadın. Ve devam etti.
    Bu fotoğrafları “fecebook” sayfamda paylaşacağım. Böylelikle işin ciddiyeti anlaşılacak.
    Eş-dost takipçilerim üzgün olduğunu ifade edecek, ardı arkasına geçmiş olsun dileklerinde bulunacaklar.

    Hey güzel Allah’ım, dedim içimden. Azıcık akıl fikir ver bize.
    Ne çok abartıyoruz bazı şeyleri değil mi? Abartmak ruhumuzda var belki de.
    Sosyal Medya’da Yapılan canlı yayınlar, Kola takılan serumla paylaşılan fotoğraflar vs.
    İnanır mısınız? ölen bir adamın defin anını canlı yayında paylaşana bile rast geldim.
    Tüm gariplikler sadece bunlarla sınırlı değil tabii. Daha neler neler.

    Vakit buldukça “fecebook” sayfamda arkadaşlarımın neler paylaştığına bakarım.
    Yalnız var ya, batmış bir iş yerinden çıkmış da, yarına dair hiçbir umudu kalmamış gibi ortalarda dolanan işçilerden farksız öyle çok arkadaşım var ki,

    Mutlu olanları da var tabii. Ya da öyle görünmeye çalışarak dertlerini gizlemeye çalışıyorlar. Kim bilir!

    Arkadaş bir kahve resmi eklemiş fincanda. Türk kahvesi, yanında da lokum. Hemen altında bir yorum. Canım çok iyi geldi. Ellerine sağlık İçti ya, rahatladı! Bedava, anında pişen ve içilen kahve.

    Öteki kebap paylaşmış. Adana, beyti vs. Yanında şalgam, ayran, salatası. Oradan da bir yorum. AFİYET OLSUN. Paylaşımı ekleyen de anında cevap yazıyor. GEL CANIM BERABER OLSUN… Nerede? Düşler sokağındaki kebapçıda mı?

    Sırf bu paylaşımlar yüzünden gecenin üçünde çiğ köfte, sabahın altısında poğaça aldırmış biri olarak bu tür paylaşımları şiddetle kınıyorum. Hadi beni es geçin. Peki ya bebek bekleyen Anne adaylarının göz hakkı ne olacak? İnce düşünmek gerek bazen. Sanal dahi olsa. Benden söylemesi. Neysee!

    Çocuğunun her anını resimleyip, amcaları, teyzeleri bakın oğluşuma diyen Anneler grubuna hiç girmeyeceğim. Çünkü bunları düşününce bile, Anne olma isteğim bir anda buhar olup uçuyor. Hatta, bazen o çocukları bir köşeye sıkıştırıp ağlatana kadar çimdiklemek için yanıp tutuşuyorum.

    Fecebook sayfamdaki gariplikler bunlarla sınırlı değil tabii!

    Bir de şöyle terlik fırlatsam da isabet etse yeridir. Dediğim türden bir erkek grubu var ki. Düşman başına. Nasıl bir erkek öz güvenidir arkadaş anlamak mümkün değil. Erkek egemen toplumda, yaşadığımızdan olsa gerek erkekler kendilerini daha üstün hissediyorlar. Kadınlar, kızlar istemem derler ama isterler düşüncesi pek yaygın! O nedenle hiçbir erkek reddedildiğine inanmıyor! Naz yaptığını düşünür.

    Bir de özgüveni tavan yapmış beyler var!

    Havuz kenarında yarı çıplak bir halde, kim kimin baklavasını döver modunda çekilmiş fotoğraflarıyla gerine- gerine her önüne gelen kadına asılan gençler. Baklava yarıştıracak yaşı geçmiş ama erkeklik hormonlarının hali hazırda var olduğunu kanıtlamak istercesine tombul bir gövdeye geçirdiği beyaz atletiyle ahan da hanımlar bakın ben buradayım tarzında poz veren yurdum erkeği mi dersiniz. Saymakla bitmez bunlar.

    Neredeyse 70 yaşında ki adam 50 yaşındayım demiş. Yerseniz! Amcam be kimi kandırıyorsun. Kendini mi beni mi? Doğruyu söylesen, birikimlerinden bahsetsen. Belki bende bundan faydalanırım. Ama yok senin niyetin belli. Es kaza evet dersem adam heyecandan ölecek. Hayır dersem kahrından. Yahu bu adam her hâlükârda ölecek. Ölmesi neyse de, benim tek derdim bir ömür vicdan yapmak zorunda kalacak oluşum.

    Ne diyeyim Allah bizim müstahakımızı versin!

    Neyse Unutmayalım!

    Paylaşım siteleri hem iyi hem de kötü. Kullanmanıza bağlı. Güzellikleri paylaşma, eski dostları görme. Paylaşım gruplarını iyi oluşturursanız, arkadaşlarınızı iyi seçerseniz olumlu yönleri fazla olacağı tartışılmaz.

    Filiz BAHÇIVAN

    Devamını Oku

    YÜZYILLARDIR SÜRE GELEN AŞURE GÜNÜ VE GELENEĞİ

    YÜZYILLARDIR SÜRE GELEN AŞURE GÜNÜ VE GELENEĞİ
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Kim aşureyi sevmez?
    Aşure tatlıdır, yemektir, çorbadır, kutsaldır, gelenektir, doyurucudur, vitaminlidir ve yapılması eziyetli bir yemektir. Olsun. Ne fark eder. Hem gelenek olacak, hem lezzetli olacak, hem sevap olacak, hem de yapılmayacak. Olur mu hiç öyle şey.

    Aslında böyle bir tatlı İslami bakımdan ne emredilir ne de nehyedilir. Yani, ne yapana yapma denir, ne yapmayana yap. Anlayış ve adet meselesi. Bir hadiste şöyle buyurulur: “Her kim aşure gününde ailesine ve ev halkına ikramda bulunursa Cenab-ı Hak da senenin tamamında onun rızkına bereket ve genişlik ihsan eder.” (et-Tergib ve’l-Terhib, 2/116)

    Aşure, Arapça kökenli bir kelimedir. Arapça “aşara” 10 sayısı demektir. Yani “aşara” kelimesi, Hicri takvimimize göre Muharrem ayının 10. günü anlamı taşımaktadır. “Aşara”, bizim dilimize zaman içinde “aşure” olarak yerleşmiştir.

    Aşurenin:
    Nuh peygamber zamanından geldiği de bilinmektedir. Oğulları olan Sam, Ham ve Yasef kendisine iman etmelerine karşın ne yazık ki çok zulme uğrar ve onların alaylarına maruz kalır. Sonunda kavmini Allah’a şikâyet eder. Allah, Hz. Nuh’a çok büyük bir gemi yapmasını emreder. Ve ona yardım etmesi için Cebrail (as) kendisine yardımcı gönderir. Hz. Nuh emre itaat ederek büyük bir gemi yapar ve kendisine iman eden ne kadar mümin varsa onları gemiye bindirir. Her cinsten birer çift hayvanı da yanlarına alır. Ve Allah sonunda büyük bir tufan kopar. Gökten yağan yağmurlar ve yerden fışkıran sular bütün yeryüzünü kaplar. Ten Nur’un kaynamasıyla gemi hareket eder. Sadece gemiye binen müminler kurtulur. Gemi aylarca suda kalır. Bu zaman zarfında yanlarına aldıkları yiyecekler tükenmeye başlar. Geriye kalan yiyecekleri bir kazanda toplayarak bir çorba pişirmeye başlarlar. O zamanda yapılmış çorbaya bugün aşure diyoruz. Aşurenin hikayesi de bir rivayete göre bu kıssaya dayanmaktadır.

    Aşure günü bazı olaylar meydana gelmiştir. Bu olaylardan on tanesi şöyledir:
    1- Allah, Hz. Musa’ya (a.s) aşure gününde bir mucize ihsan etmiş, denizi yararak Firavun ile ordusunu sulara gömmüştür.
    2- Hz. Nuh (a.s) gemisini Cudi Dağı’nın üzerine aşure gününde demirlemiştir.
    3- Hz. Yunus (a.s) balığın karnından aşure günü kurtulmuştur.
    4- Hz. Adem’in (a.s) tevbesi aşure günü kabul edilmiştir.
    5- Hz. Yusuf (a.s) kardeşlerinin atmış olduğu kuyudan aşure günü çıkarılmıştır.
    6- Hz. İsa (a.s) o gün dünyaya gelmiş ve o gün semaya yükselmiştir.
    7- Hz. Davut’un (a.s) tevbesi o gün kabul edilmiştir.
    8- Hz. İbrahim’in (a.s) oğlu Hz. İsmail o gün doğmuştur.
    9- Hz. Yakup (a.s)’un oğlu Hz. Yusuf’un hasretinden dolayı kapanan gözleri o gün görmeye başlamıştır.
    10- Hz. Eyyüp (a.s) hastalığından o gün şifaya kavuşmuştur.

    Peygamberimizin vefatından sonra da torunu Hz. Hüseyin, Muharrem ayının 10. günü yanındakilerle birlikte Kerbela’da şehit edilmiştir. “Kerbela şehitlerini rahmetle anıyorum. Mekanları cennet olsun.”

    Aşure Günü Ne Yapılır?
    Böylesi manalı ve kudsi olayların gerçekleştiği bu mübarek gün ve gecede asr-ı saadetten beri Müslümanlar başka günlerden daha fazla ibadet etmişler ve daha fazla hayır hasenatta bulunmuşlardır.
    1- Aşure günü oruç tutmak sünnettir. Aşure günü oruç tutanın bir yıllık günahları affolur. (Hadis-i Şerif)
    “Aşurenin faziletlerinden faydalanın! Bu mübarek günde oruç tutan, melekler, peygamberler, şehitler ve salihlerin ibadetleri kadar sevaba kavuşur.” (Hadis-i Şerif)
    2- Akrabayı ziyaret edip, hediye ile veya çeşitli yardım ile gönülleri alınmalıdır.
    “Sıla-i rahmi terk eden, aşure günü akrabasını ziyaret ederse, Yahya ve İsa’nın sevabı kadar ecre kavuşur.” (Hadis-i Şerif)
    3- Sadaka vermek sünnettir, ibadettir.
    “Aşure günü, zerre kadar sadaka veren kimse, Uhud Dağı kadar sevaba kavuşur.” (Hadis-i Şerif)
    4- Çok selam vermeli.
    Aşure günü, on Müslümana selam veren, bütün Müslümanlara selam vermiş gibi sevaba kavuşur. (Hadis-i Şerif)
    5- Çoluk çocuğu sevindirmeli.
    “Aşure günü, aile efradının nafakasını geniş tutanın, bütün yıl nafakası geniş olur.” (Hadis-i Şerif)
    6- O gün, eve ufak tefek erzak alınmalı. Alınırsa bir sene boyunca evde bereket olur.

    “Aşure Günü” olarak bildiğimiz bugün de, “Elhamdülillah Müslümanım” diyen herkesçe dinimize daha sıkı bağlanmamız ve dinimizin dikkat buyurduğu güzellikleri, özellikleri doğru yaşamamız gerekir. Aşure de yapalım bugün, konu komşuyu sevindirelim. Çevremizde aç insan varsa karnını doyuralım. Hz. Nuh misali evimizde ne varsa bakliyat çeşitleri, tatlı-tuzlu yemişler: dolduralım kazanı, kaynadıkça bereketlenir. Gücü olan yapsın tabii aşureyi, çünkü en az yedi çeşit bulunmalı aşure aşında. Hz. Nuh öyle yapmış. Tatlı aşla, Allah’ın buyruğuyla yaptığı gemiye aldığı canları doyurmuş. Velhasıl sevap kazanmak için çok güzel bir gün.

    Filiz BAHÇIVAN

    Devamını Oku

    BAZI HABERLER AR DAMARIMIZIN AĞIRINA GİDİYOR

    BAZI HABERLER AR DAMARIMIZIN AĞIRINA GİDİYOR
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Dünyanın hangi kara parçasında olursa olsun, toplumların başına bela olan kişi veya kişiler, istisnasız “ar damarı çatlamış” kimseler olarak bilinirler.

    Eskiler; “Düşmanın hiç iflah olmayacak kısmı, ar damarı çatlamış olanlarıdır” derler ve “ar damarı çatlamışlarda insan sevgisi olmaz” diye ilave ederler.

    Ar damarı meselesini çok küçük yaşlarda, şimdi ismini hatırlamadığım birisinden duymuştum.

    Ar damarı insanın alnında, iki kaşının ortasında bulunurmuş. Oradaki damar çatlayınca; önce akıl, sırasıyla göz, kulak, dil, mide ve bütün duyular, harama kapılarını açar, helale kapatırmış.

    Yine eskiler derler ki;

    -“İnsan, hayâ duygusunu doğuştan getirir. Yani her insanın fıtratına hayâ duygusu yerleştirilmiştir.

    Konumuzla alakalı olan bu kısa bilgiden sonra, gelelim bu haftaki yazımıza.

    Ama öncesinde sizinle bir haberi paylaşmak istiyorum.

    15 yaşındaki kızını arabada istismar ederken yakalanan baba tekrar tutuklandı. Bursa’da geçtiğimiz yıl arabada 15 yaşındaki kızını istismar ederken suçüstü yakalanan baba Gökmen K., kızın ifadesi değişince serbest bırakılmıştı. Kız, babasının baskıları sonucu istismar teklifini kabul ettiğini belirtmişti. Gökmen K, ilk duruşmada yeniden tutuklandı, kız koruma altına alındı. Sanığın avukatı ise “Mağdurun rızası olduğu için suç oluşturmaz” savunmasını yaptı.

    İnsanın kanını donduran akıllara durgunluk veren bir haber.

    Bu tür haberlere şaşırıyorsak namerdim!

    Şaşırmıyoruz da. Ar damarımızın ağırına gidiyor artık!

    İnsanın aklı almıyor değil mi? O çocuğun psikolojisini düşünebiliyor musunuz, dünyaya gelmesine sebep olan, ar damarı çatlamış ‘baba ‘dediği, bebekliğinde onu kucağına alıp öpüp okşayan bir kişi, büyüdüğünde genç bir kız olduğunda, ona başka gözle bakmaya başlıyor.

    Çoğumuz çevremizdeki insanlardan adımız gibi eminizdir. Peki ya yanılıyorsak?

     ‘Kızınızın, oğlunuzun, kardeşinizin, en yakın arkadaşınızın, sevgilinizin, eşinizin ‘ensest’ kurbanı olmadığını nereden biliyorsunuz?

    Ensest kurbanlarının ailelerinin bir kısmı kendi çatılarının altında olan biteni bilmiyor, bir kısmı da biliyor ve saklıyor. Çoğu ensest kurbanı bu sırrını kimseye söyleyemeden, saldırgan da ceza görmeden ölüp gidiyor. Ensest, aile içinde gizlenmiş her sır gibi, nesilden nesile aktarılarak kendisine yeni kurbanlar buluyor. Ensest sadece eğitimsiz ailelerde görülmüyor, iyi bir kariyer ya da üniversite diploması ensest dürtülerine dur diyemiyor.

    Ensest kurbanlarının yüzde doksanı başlarından geçeni veya hala geçiyor olanı kimseye söylemiyor, söyleyemiyor.

    Ensest öyle bir şey ki bir babanın kızına, kardeşin kardeşe, dedenin torununa tacizi söz konusu.

    Ve başladığında da devam ediyor. Şiddetle, baskıyla, tehditle çocuk yıldırılabiliyor ve onlarca yıl sürebiliyor tür olaylar.

    Hatırlarsanız iki yıl önce, üniversiteli 22 yaşında bir genç kardeşimiz, yakın akrabası tarafından yıllarca istismara uğramış ve yaşadığı bunalım nedeni ile evinin penceresinden atlayarak intihar etmişti.

    İntihar eden gencin, ablası ve annesi ile yaptığımız ve yakın zamanda sizlerle de paylaşacağım söyleşimizde, hiç mi bir şeylerden şüphelenmediniz? diye sorduğumda- acılı anne oğlunun yıllarca ablalarıyla tehdit edildiği için sustuğunu ve hiçbir şey belli etmediğini anlattı.

    Şimdi bu çocukları düşünün. Ruh halleri bitmiş, ezik. Yıllarca en yakınındakiler tarafından tecavüze uğramışlar. Bu çocuklar yarın normal sağlıklı birer ebeveyn olabilir mi?

    Bu konu ile yazılı materyal de çok az. Ensest diye nette aradığınız zaman karşınıza porno siteler çıkıyor. Bunu izlemekten zevk alan sapık beyinler var ki porno sitelerinde ensest ilişki izlettiriliyor, ensest hikayeler anlatılıyor. İnternet yasakları asıl ensest hikâye yazan porno sitelerine konulmalı. Çünkü böyle bir yarayı pornolaştırıp piyasaya sürenler de en az bunu yapanlar kadar ruh hastasıdır.

    Ensest davranış ve ilişkiler, Türkiye’de ne tıbbın ne psikiyatrinin ne de hukukun tam olarak noktayı koyamamış olduğu en ciddi toplumsal yaralardan ve bozukluklardan birisidir.

    Ensest ilişki kurbanlarına ve bunun farkında olup da saklayan aile bireylerine sesleniyorum;

    Ensest; aileyi oluşturan bireyler tarafından çocuğa ve gence yönelik yapılan her türlü cinsel eylemdir. Aile içinde ensesti yaşayan sorununu açıkladığında, istismar edenin sorumlu olması gerektiği halde istismara uğrayan ayıplanmakta, yalancılıkla suçlanmakta ve aşağılanmaktadır.

    Aile içi cinsel ilişki bir sapıklıktır ve suçtur. Görerek ve bilerek saklayan da en az istismar eden kadar suçludur. Aile içi cinsel istismara uğrayanlar saklamasın, utanmasın, susmasın ve acil olarak ilgili kuruluşlara ihbar etsin. Sadece kız çocuklarına değil, erkek çocuklarına bile aile içinde tecavüz ediliyor olabilir. Aile içi tecavüz suçtur. Suç olmanın yanı sıra içten içe kanayan bir yaradır. Bu yaranın kanamasına, çocuğunuzun göz göre göre tecavüz edilmesine engel olun, çok geç olmadan çocuğunuzu kurtarın.

    Ensest ilişkiyi ihbar edebileceğiniz kurumlar;

    En yakın karakol veya Cumhuriyet Savcılıkları

    Baro’nun Kadın ve Çocuk Hakları Komisyonu

    SHÇEK Genel Müdürlüğü’ne bağlı İl Sosyal Hizmetler Müdürlükleri

    Üniversite ve hastanelerdeki Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı Bölümleri

    Filiz BAHÇIVAN

    Devamını Oku

    DİLERİM KİMSE BABALAR GÜNÜNDE MEZAR TAŞINA SARILMASIN

    DİLERİM KİMSE BABALAR GÜNÜNDE MEZAR TAŞINA SARILMASIN
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Şuan hasta yatağında yatıyorsun. Hissediyorum canın çok yanıyor. Keşke acını paylaşabilsem, keşke sancını içinden çekip alabilsem. Zaman, zaman İki elimle kulaklarımı kapatıyorum. Kızma Babam ne olur, ama ölüyorum diye inlemelerini duydukça kanım çekiliyor.

    Şimdi uyuyorsun ve ben hemen yanı başında seni izliyorum. Bu gece hiç bitmeyecek gibi. İçim daralıyor bir an önce sabah olsa ve sen hiç bir şey yokmuş gibi dimdik ayağa kalksan.

    Bir ara öyle içim geçtiki, ayak ucuna, kıvrılıp uyumuşum. Henüz dalmıştım ki, ellerimle sımsıkı sardığım ayaklarının buz kestiğini fark ettim. Hemen avuçlarımın içine alarak ısıtmaya çalıştım.

    O sırada daha evvel hiç duymadığım bir sesle irkildim.

    Yabancısı olduğum sesin sahibi bir yandan başında dua okuyor, diğer yandan bana bir şeyler anlatmaya çalışıyordu.

    Yorma kendini kızım, onun ayakları çoktan ölmüş!

    Sadece on dakika uyumuştum kahretsin, sadece on dakika. Ben uyurken, sen hala yaşıyorken ölüm fermanını imzalamışlardı bile. Can havliyle kendimi odadan dışarı attım. Sadece ağlamak istiyordum. Hiç susmadan saatlerce, günlerce sadece ağlamak.

    Annem geldi yanıma telaşlıydı, baban fenalaştı koş diye bildi sadece.

    Hepimiz yanına koştuk. Tüm kardeşler kenetlenmiş sana güç vermeye çalışıyorduk, tıpkı senin bize öğrettiğin gibi.

    Kulağına eğildim ve baba yorma kendini bak terliyorsun dedim. Onlar ecel teri kızım dedin.

    Dünya başıma yıkılmıştı. Ecel senin değil de, benim etrafımda dolanıyor gibiydi.

    Seni o halde görmeye daha fazla dayanamadım. İstem dışı arkamda duran duvara attım kendimi. Duvardan güç almak istedim. Duvar sen değildi babam. Beni sen gibi sarıp sarmalamadı. Yere fırlattı hiç düşünmeden.

    Oracıkta yığılıp kaldım. Ailemizin üzerine adım, adım bir felaket yaklaşıyordu bunu hissedebiliyordum.

    Korkuyorum babam. Bütün dünya üzerime geliyor sanki. Nefes alamıyorum, çok çaresizim.

    Hadi koca Necat, hadi Siirt in delikanlısı babam. Kalk artık o yataktan. Kalk lütfen kalk.

    Ve bir baba kızın daha, güzel başlayan masalı dünyanın en büyük acısıyla noktalandı.

    Oysa ne çok yalvarmıştım Babam beni bırakıp gitme diye.

    Çoğu geceler resmine bakıyorum uzun, uzun. Sonra gözlerine ilişiyor gözlerim. Saatlerce bakışlarımızla konuşuyoruz.

    İki kahve yapıyorum biri sana, biride bana. Baba kız karşılıklı içiyoruz. Eskiden olduğu gibi.

    Çenem düşüyor bazen anlattıkça, anlatıyorum. Sende hiç bıkmadan dinliyorsun.

    Sensizliğimi, senden sonra yüzümün gülmediğini, en mutlu anlarda bile ailenin bir tarafının eksik kaldığını, ne kadar büyürlerse büyüsünler boyunlarının bükük kaldığını anlatıyorum.

    Ellerini saçlarımın arasında hissettiğimde ayrılık vaktinin geldiğini anlıyorum. Biraz daha kal babam diyemiyorum. Biliyorum gideceksin, gitmek zorundasın.

    Ve şunu çok iyi biliyorum. Ben nefes aldığım müddetçe biz her gece buluşacağız.

    Bizim masalımız ben yaşadıkça bitmeyecek.

    Tüm babaların babalar gününü kutluyorum. Ayrıca babam başta olmak üzere ölmüş olan tüm babalara rahmet diliyorum.

    Filiz BAHÇIVAN

    Devamını Oku

    ERKEĞİNİZİ PARMAĞINIZDA OYNATIN

    ERKEĞİNİZİ PARMAĞINIZDA OYNATIN
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    İkili ilişkilerde her kadının, istisnasız her kadının ruhunda karşı cinsi yönetme arzusu yatar. Öyle ki Her konuda benim dediğim olsun diyen kadınların sürüsüne bereket.

    Pek tabii Erkeklerde kadınları yönetmeyi sever. Ki, Ülkemiz genelin de yönetirler de.

    Dikkat ettiyseniz son yıllarda evli çiftler arasında kıyasıya bir rekabet var. Sürekli bir çekişme, gereksiz inatlaşma, erkeği ya da kadını parmağımda oynatırım durumları hâkim evlerde.

    Çok ilginç! İnsan neden kukla gibi gördüğü kişiyle hayatını sürdürür hiç anlamıyorum.

    Neyse!

    Şimdi siz haklı olarak, ülkemiz de ve dünya da onca ciddi problem yaşanırken neden bu konuya takıldığımı merak ettiniz tabii.

    Anlatayım.

    Günümüz aşkları, evlilikleri malum.  Nasihat eden de kalmadı eskisi gibi, herkes doğru yolu bulsun. Ne yazık ki insanlar, doğru ya da yanlışı sorgulamadan İnternet aracılığıyla ilerliyor. 

    Bir süredir Sosyal medyada, keşfette her yerden şu ifadeler fışkırıyor:

    *Kendinizi ağırdan satın

    *Onu avucunuzun içine alın

    *Onu parmağınızda oynatın

    *Bırakın burnu sürtsün

    *Aramayın, mesaja hemen dönmeyin

    *Zayıf görünün ki dişil enerjiniz açığa çıksın

    İyi de güzel kardeşim, Neden bir insanı avucumun içine alayım? Bu düpedüz manipülâsyon.

    Neden bir insanı parmağımda oynatayım?

    Bu düpedüz kurnazlık.

    Neden burnu sürtsün?

    Bu düpedüz zalimlik.

    Neden mesaja dönmeyeyim?

    Bu düpedüz bir insanı belirsizlikte bırakmak.

    Bu kadar entrika, strateji, taktik neden?

    Bu şekilde “önemli ve değerli” kadın olunacağını kim ve neden kodlara işlemeye çalışıyor?

    Taktik;

    Savaşta

    Politikada

    Ve sporda olur benim bildiğim.

    İnsan ilişkilerinde ve gönül ilişkilerinde taktik, strateji olmaz. Olmamalı.

    İnsanın elbette sınırları, çizgileri, prensipleri olmalı.

    Ama sevgi, aşk gibi kavramlara taktik gibi mekanik, yapay, maneviyattan uzak unsurlar bulaştırılmamalı.

    İnsan seviyorsa hesapsız, çıkarsız, dolambaçsız, dümdüz ifade edebilmeli.

    Telefona geç cevap vererek ulaşılmaz olunmaz.

    İnsana değer katan ulaşılmazlık değildir ki.

    Sizi bir gün geri dönüşsüz şekilde kaybederlerse o zaman ulaşılmaz olursunuz.

    İnsan sevince, sevgisini gösterince güzel.

    Bırakın bu saçma sapan, basit kodlamaları.

    Kimseyi ne parmakta oynatın, ne avucunuzun içine alın.

    Saf, temiz, dürüst ve kendiniz gibi olarak sevin.

    En güzeli bu

    Filiz BAHÇIVAN

    Devamını Oku

    FİLİSTİN HER ANLAMDA YANIYOR

    FİLİSTİN HER ANLAMDA YANIYOR
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Gündemimiz hep Gazze… yerken, içerken, yürürken, çalışırken, gülerken, ağlarken arka planda sürekli Gazze var. Ve olsun da…

    Bir seneye yakındır acıları bitmiyor.

    Ey vicdansız Dünya… İsrail, Refah’taki kampa saldırdı… Farkındasınız değil mi? Farkındasınız da neden tepki vermiyorsunuz? Bir insanın canı bu kadar mı değersiz… Neden susuluyor? Neden kimse ses çıkarmıyor? Güvenli bölge ne demek? Göz göre göre suç işleniyor… Cayır cayır yanıyor masum kadınlar, çocuklar… Bebek ağlamaları geliyor…

    Filistin bütün dünyanın gözleri önünde cayır cayır yanıyor. Gece gündüz demeden, sivil-asker, kadın-erkek, genç-yaşlı-çocuk demeden insanlar katlediliyor. Büyük kalabalıklar elektriksiz, susuz, ilaçsız, yiyeceksiz bırakılıyor. Bunlar yetmezmiş gibi gece gündüz sivillerin yaşadığı evlere, sokaklara, işyerlerine, okullara, ambulanslara bombalar yağıyor.

    Yıllardır Filistin halkına olmadık zulümleri yapan İsrail’in Siyonist yöneticileri doğurdukları nefretin, çaresizliğin doğal tepkisini anlamaya çalışmak yerine intikam naraları atarak hesabı kanla, bombalarla masum sivillere ödetiyor.

    Yangın yeni değil. 1948’de kurulan İsrail’in 1967’den başlayarak adım adım Filistin topraklarını işgal etmeye başladığı günden beri, Auschwitz benzeri olarak 56 yıldır yanıyor. Kendilerinden olmayan insanları hayvan gibi gören sapık ve arızalı bir anlayışın eseri olarak yanıyor. Nazi kopyası Siyonist yöneticiler ile onlara gaz ve destek veren zalimlerin tutuşturması ile yanıyor.

    Bir şeyler yapacak güçleri olduğu halde yapmayanların, onların oluşturduğu devletlerin, uluslararası kurumların üyelerinin insanlıklarını test etmek için yanıyor.

    Filistin halkına bu zulmü reva görenlerin 2. Dünya Savaşı’nda Nazi zulmü altında inim inim inlemiş, fırınlarda yakılmış mazlumların torunları olmaları ne kadar ibret vericidir. 1945’den bu yana yapıp yaptırdıkları onlarca filmle, yazıp yazdırdıkları yüzlerce kitapla, makaleyle atalarının uğradıkları zulmü dünya kamuoyuna anlatarak sempati toplamaya çalışmış olanlar, gördükleri zulmün çok daha fazlasını abluka, baskı, katliam vs. şeklinde farklı uygulamalar halinde adım adım topraklarını işgal ettikleri Filistin halkına yapmaktan uzak durmamışlardır.

    Çaresizliğe bağlı bir intihar saldırısı şeklinde ülkelerine yönelmiş bu son eylemi adeta alenen ve zorla davet etmişlerdir (ki bu işte parmaklarının olduğuna inananlar da vardır).

    Bugün bombalar altında temel gereksinimlerini karşılayamayacak halde yaşamaya çalışan Filistinli mazlumların tek günahları İsrail ile komşu olmalarıdır. Onlar on yıllardır Siyonistlerin hayalî genişleme emelleri uğruna dünyanın gözü önünde baskıya maruz kalmakta, adım adım topraklarını kaybetmektedirler.

    Uzlaşmaz Siyonist anlayışla yönetilen İsrail bu haliyle dünya ve Ortadoğu için bir sorundur. O sorun enerjisini sırtını dayadığı ve herkesin bildiği emperyalist güçten almakta ve engellenememektedir. Çünkü dünya “aman ağamızı kızdırmamak için yavrusuna söz söylemeyelim, ucu bize dokunmasın” diyen vicdan yoksunu renksiz siyasetçilerle, devlet yöneticileri ile doludur.

    Öte yandan dünya artık eski dünya değildir.

    Şimdi artık konserler de, maçlar da, savaşlar da canlı bir şekilde dünyanın her yerinden izlenebiliyor. Bir yerlerde ve birilerinde insanlık ölmüş olsa da birilerinde ve bir yerlerde de hala yaşıyor.

    Adım gibi biliyorum ki bugün Meksika’nın herhangi bir meyhanesinde savaşı izleyen vicdanlı bir Meksikalı da, pirinç hasadından evine dönüp televizyonunu açmış bir Singapurlu da, haber izleyen yaşlı kimseler de ve hatta samimi pek çok Yahudi de bu bombalamaları, katliamları yapanlara lanet okumaktadırlar.

    Dünyanın her yerinde Filistin’e destek yürüyüşleri yapılıyor genç, yaşlı vicdan sahibi Müslümanlar, Hıristiyanlar, Yahudiler ve her inançtan ötekiler bu yürüyüşlere katılıyor. Ancak ne yazık ki bütün bunlar kısa vadede somut bir sonuca dönüşmüyor.

    Filistin her anlamda yanıyor. Bir Müslüman olmadan önce bir insan olarak bu kıyımı kınıyorum. Kıyıma destek veren, silah verenleri de kınıyorum.

    En uzunu yüz yıl olan insan ömrünün katliamlarla, korkularla, endişelerle bu şekilde tüketilmesine neden olanları evreni var eden yüce yaratıcının adaletine havale ediyorum.

    Filiz BAHÇIVAN

    Devamını Oku

    19 MAYIS VE DEĞİŞEN GENÇLİK

    19 MAYIS VE DEĞİŞEN GENÇLİK
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Nasıl ki insanların hüzünlü ve sevinçli günleri varsa, milletlerin de hayatlarında hüzünlü ve sevinçli günleri vardır. İşte o sevinçli günün yaşandığı tarihlerin yol dönümü geldiğinde o sevinçleri yeniden yaşamak için bir kısım kutlamalar yapılır. Biz Türklerin de tarihinde üzüldüğümüz kadar sevindiğimiz günlerimiz olmuştur. İşte o günleri milletle yad etmek üzere yaptığımız etkinliklerimiz bulunmaktadır. Bunun adı da milli günler veya milli bayramlar olarak adlandırılmaktadır. İşte o sevinçli günlerimizden biri de Atatürk’ü Anma, Gençlik ve Spor Bayramımızdır.

    19 Mayıs, Atatürk’ün doğum günüdür. 19 Mayıs, kurtuluş ışığının Samsun’da parladığı gündür. 19 Mayıs, Türk milletinin kurtuluşa attığı ilk adımdır. 19 Mayıs, Emperyalizme başkaldırışıdır.

    19 Mayıs 1919, zincirlerin kırıldığı gündür. Seneler öncesinde başlayan hain planların, memleket topraklarımıza irin gibi doluşan zalimlerin, Samsun limanında Bandırma vapurunun denize bıraktığı köpükler arasına karıştığı gündür. Büyük önder Atatürk’ün liderlik özelliğini harika bir şekilde yaşadığı İşte Lider anlayışını insanların beynine kazıdığı gündür.

    Katran kazanlarında yakılan askerlerimizin, kendi öz vatanlarında namuslarına göz dikilen analarımızın, bacılarımızın, daha doğmadan analarının karnında deşilen küçük bebelerimizin, evlatlarının gözlerinin önünde öldürülen babalarımızın, dedelerimizin, analarımızın çığlıklarına “DUR” deme günü gelmişti. Ve büyük önder Atatürk bir Türk’e yakışan liderlik vasfıyla, boyun eğmedi.

    Bir adımdı bu, sadece Türk milleti için değil, aynı zamanda tüm dünya için atılmış bir adımdı. Türk Milletinin teknolojiye, etiyle tırnağıyla boyun eğdirdiği günleri unutmadı tüm dünya.

    Yurdun karanlığa gömüldüğü anda, bir alev göründü İzmir’de, bir meşale yandı Samsun’da bütün yurdu aydınlatan bir meşale yandı, yandı.

    19 Mayıs aynı zamanda “Gençlik ve Spor Bayramı” olarak kutlanmaktadır. Atatürk Millî Mücadele sıralarında Türk milletini ileri götürecek olanların ve köhnemiş fikirlere karşı gelecek olanların genç fikirler olduğunu görmüştü.

    Bu nedenle de “gençlik” kavramı Atatürk için ayrı bir önem taşımaktadır. Atatürk gençlerden sık sık bahsederken yaş sınırı dışında fikri olarak gençliği yani, fikirde yeniliği ifade etmiştir.

    O’nun şu sözü çok anlamlıdır, “Genç fikirli demek, doğruyu gören ve anlayan gerçek fikirli demektir.”

    Bugün 19 Mayıs 2024, o günden bugüne çok zaman geçti. Ve bu geçen zaman zarfında çok fazla değiştik maalesef. Yadigâr bırakılan bir gençlik, beklenen gibi değil!

    Her genci bir kefeye koymadan birkaç eleştiri yapmak istiyorum.

    Hayatı dizi filmlerde gördükleriyle anlatabilecek, TV kanallarında izledikleri magazin adı altındaki yozlaşmışlıkla güzellikler bulmaya çalışan, Mecnun ile Leyla’yı, Ferhat ile Şirin’i elinin tersiyle itip, yüz karası, ar kalmamış, iki üç günlük sevgileri kendilerine örnek alarak, “bende seviyorum” diyen, savaşı, barışı, mücadeleyi, haklılığı, haksızlığı cep telefonlarının ekranından takip eden, gençlerimizi gördükçe vahlanıyoruz.

    Ne yazık ki, bir zamanlar gençliklerini, ömürlerinin en güzel yıllarını bu vatan için harcayan dedelerimiz, o günün genç, hatta çocuk sayılacak olan yüce şahısları, şu durumu görseydiler, eminim ki bin kez dirilip, bin kez savaşmak isterlerdi.

    Düşman artık karşımızda bir siperde değil, düşman artık içimizde, yanımızda, yürüdüğümüz kaldırımda bizden bir adım önde ya da bir adım geride.

    Birkaç sene öncesine kadar evlat anaya, babaya, büyüğe hürmet ederken, şimdi neredeyse genç kardeşlerimiz, büyüklerinden hürmet beklemekte.

    Bazen düşünüyorum da, biz mi geride kaldık, yoksa küçük kardeşlerimiz mi çok çok ileriden gidiyor.

    Zevkleri ve renkleri tartışacak değilim. Her genç kardeşimiz istediği kılık ve kıyafeti, kendisine yakıştırdıktan sonra giyebilir. Giysilerden çok içindeki şahısla alakalı konuşmayı tercih ederim.

    Eğlence adı altında, kız arkadaşlarını rencide eden. Espri adı altında bir kız evladına yakışmayacak davranışlar sergileyen bir grup gencimizin görüntüleri elbette hoş karşılanır değil.

    El pençe divan duran bir neslin gölgesi, şimdi sokaklarda hır gür içerisinde yaşamaya çalışan bu kimliğe nasıl büründü böyle bir anda.

    Nene Hatun’un gölgesinin zerresini bulamadığımız genç kızlarımız, İpsiz Recep’in cesaretinden, yiğitliğinden zerre örnek alamamış delikanlılarımız.

    “Anı yaşa” Reklâmlarıyla büyütülen, marka bağımlısı yapılan, kendi memleketinin malını, üzerinde yabancı marka etiketi olmadan almayan gençliğimiz nereye gidiyor?

    Hedefsiz, serseri mayın gibi bir orada, bir burada yaşamaya son verilmesi gerekiyor. Ana ve babalar, ipin ucunu sizler mi bıraktınız yoksa evlatlarınız mı? Neden her iki tarafta birbirinden hızla uzaklaşmakta? Evlatlarınıza bir bakın, onlar sizlerin aynasıdır. Gördüğünüz berraklık sizlerin yansıması olacaktır. Peki, niye bu uzaklık, niye bu başıboş bırakılmış bir gençlik? Buğulanmış aynalara bakmak acıtmıyor mu içinizi, çirkin bulmuyor musunuz, o aynada kendinizi?

    Tüm anne ve babaların, anne ve baba adaylarının Türklüğe yakışır hayırlı evlatlar yetiştirmesi dileğiyle.

    Tüm genç kardeşlerimin günü, tüm Türk milletinin günü kutlu olsun.

    Filiz BAHÇIVAN

    Devamını Oku

    6 MAYISTA İNSANLIK SUSTU

    6 MAYISTA İNSANLIK SUSTU
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Aylardan Mayıs ve yıl 1972.

    Ankara’da güvenlik birimlerinde tüm izinler kaldırılmış. Sabaha karşı üç fidanın kalbi durdurulacak, bir daha düzene sisteme karşı gelinmeyecek, o gencecik yüreklerin karşısında ezilmekten kurtulunacaktı.

    Çünkü o gençler yürekliydi, çünkü o gençler çıkarsızdı, çünkü o gençler halkları için mücadele ediyordu.

    Saat 00.30 olmuş Halit Çelenk ve Mükerrem Erdoğan evlerinden alınmışlar. Her iki Avukat Cezaevi’ne doğru yola çıkmış. Ankara’da Mamak Askeri Cezaevi çok sayıda güvenlik kuvvetleri ve tanklar ile çevrilmiş. Bazılarının yüreğine su serpilecek oh kurtulduk dedirteceği bazılarınınsa yürekleri ilelebet kan ağlayacağı vakte dakikalar kalmış.

    Görevlilere telsiz ile komutlar gelmiş ve Deniz, Hüseyin, Yusuf’un bulunduğu hücrelerin kapısı da açılmış, Yusuf ve Hüseyin daha önceden yazmış oldukları mektupları koyunlarına koymuşlar. Deniz ise darağacına karşı mektubunu yazacakmış. Dışarıda her biri için ayrı araç bekletiliyormuş.

    Ayakları zincire vurulmuş, elleri arkadan kelepçelenmiş olarak dışarı çıkarılıp araçlara bindirmişler.

    Arabalar arka arkaya Merkez Cezaevi’ne yanaşmış. Koşuşturmalar ve hazırlıkların ardından araçların kapısı açılıp Deniz başgardiyan odasına, Yusuf ilerideki başka bir odaya, Hüseyin mahkumların görüşme odasına getirilmiş.

    Deniz son mektubunu hazırlamadığından son mektubunu darağacının karşısından o söylemiş zabıt kâtibi yazmış.

    Baba.

    Mektup elinize geçmiş olduğu zaman aranızdan ayrılmış bulunuyorum. Ben ne kadar dersem yine de üzüleceğinizi biliyorum. Fakat bu durumu metanetle karşılamanı istiyorum, insanlar doğar, büyür, yaşar, ölürler. Önemli olan çok yaşamak değil, yaşadığı fazla şeylerdir:

    Bu nedenle, ben erken gitmeyi normal karşılıyorum ve kaldı ki benden evvel giden arkadaşlarım hiçbir zaman ölüm karşısında tereddüt etmemişlerdir.

    Seni, annemi, ağabeyimi ve kardeşimi devrimciliğin olanca ateşi ile kucaklarım.

    Oğlun DENİZ GEZMİŞ

    Deniz mektubunu yazdırmakta iken avukatlarının aramaları bitince içeriye alınmışlar. Deniz onlara hoşgeldiniz demiş, bir ara infaz savcısı Sami Uğur, Deniz’e doğru eğilerek nasılsınız dediğinde Deniz çok mutluyum ve rahatım

    Yanıtını vermiş. Avukatları Deniz’e son arzusunu sormuş O’da cezaevindeki ve dışarıdaki arkadaşlarına selam söylemelerini ve idam sehpasına nasıl gittiklerine tanık olmalarını istemiş:

    Avukatları Denizin yanından ayrılıp Yusuf’un odasına gittiklerinde Yusuf hoş geldiniz diyerek karşılayıp babasının nasıl olduğunu sormuş. Avukatları bir diyeceğin var mı diye sorduğunda Yusuf, Biz inanıyoruz ki bu mücadele bizim ölmemizle son bulmayacak. Son bir kez Denizi görmek istiyorum demiş. İnfaz savcısı bunu gereksiz görmüş olacak ki neden gerek gördüğünü sormuş.

    Avukatları idam hükümlülerinin son istekleri yerine getirilir sakınca yoktur diyerek Yusuf’u Deniz’in odasına götürmüşler. Ayakları zincirli, elleri kelepçeli iki fidan dallarını olanca gücü ile birbirlerine sarmış ve yaprakları ile kokuları ile vedalaşmışlar.

    Avukatlar Hüseyin’ in odasına doğru yola çıkmışlar ve Hüseyin de onları “hoş geldiniz ” diyerek karşılayıp, babasını sormuş. Avukatları baban seninle gurur duyuyor dedikten sonra Hüseyin’de aynı istekte bulunmuş ,Yusuf, Deniz ile son kez karşılaştırılmış.

    Gitme vakti gelmiş , ayaklarındaki prangalar çıkarılmış. Beyaz elbiseleri gelinlik misali giydirilmiş.

    Onlar alınları açık, başları dik, yüreklerinde korku olmadan utanç duymadan halkı için vatanı için canlarını vermekten çekinmediler ve bunun gururu ile 46 sene önce bugün göğe gittiler.

    Deniz’in göğe gelin oluş saati: 01,25 Denizin nabzı atıyormuş öylece dönüp duruyormuş ve saat : 02.15 ‘te boynundaki ip kesilmiş.

    Yusuf’un göğe gelin oluşu saati : 02.25 .Onunda bedeni öylece dönüp duruyormuş boynundaki sicimi seyreden gözler Yusuf’un dönmesi durduğunda 02.50 de ipini kesmişler.

    Hüseyin’in göğe gelin oluşu saati : 03.00 ‘te . Üç fidan sonsuzlukta.

    Ve üçünün babasına haber verildi. Halkı, vatanı için canını çekinmeden feda eden evlatlarının naaşlarını almaya gelmişti babaları.

    Baba Hıdır İnan oğlunu görmek istediğini söylemiş. Deniz, Yusuf, Hüseyin yıkanmak üzere yan yana üzerleri örtülmüş olarak uzatılmışlar. Baba Hıdır İnan yüzlerini açıp önce Deniz’i sonra Yusuf’u sonra da oğlu Hüseyin’i alınlarından öpmüş. Vatan ve Bağımsız Türkiye sağ olsun demiş.

    6 Mayıs üç fidanın katledildiği Türkiye’nin tarihine geçen kara bir lekedir.

    Sustu 6 Mayıs’ta…

    Ankara sustu, faşistler sustu, olmayan vicdanları sustu, insanlık sustu.

    Selam olsun Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan, Hüseyin İnan gibi ölenlere.

    Sizleri saygıyla anıyoruz.

    Filiz BAHÇIVAN

    Devamını Oku

    ÇOCUK YAŞTA CİNSEL İSTİSMARA UĞRADI BÜYÜKLER SUSTU O SUSMADI

    ÇOCUK YAŞTA CİNSEL İSTİSMARA UĞRADI BÜYÜKLER SUSTU O SUSMADI
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    11 yaşında çocuk işçi olarak çalıştığı işyerinde patronunun cinsel istismarına maruz kaldı. Ve bu istismar uzun süre devam etti.

    15 yaşında tecavüz sonucu dünyaya gelen bebeğini kucağına aldı.

    Ve aradan geçen 35 yıl sonra tecavüz mağduru kadınların, çocukların sesi oluyor.

    Yaşanan bazı üzücü olayların akabinde dibe vurup, yok olduktan sonra küllerinizden yeniden doğmak, doğabilmek. Yeniden var olabilmek…

    Zor bir süreçtir yeniden ayağa kalkabilmek.

    İçimizdeki yüzleşmeler ve hesaplaşmaları yaptıktan sonra.

    “Ben buradayım” diyebilmek.

    Bir çoğumuz kendimizde bulamayız bu gücü.

    Çünkü korkularımız, endişelerimiz, hayatla küskünlüğümüz direnme gücümüzün çok üstündedir.

    Dünyada iki tür insan vardır. Korkudan kaçarak uzaklaşanlar ve korkularının üzerine gidip, onunla yüzleşerek yoluna devam edenler.

    Korkudan kaçmak kolaydır ve genellikle izlenen yol budur fakat korkularla baş etme mekanizmalarını harekete geçirip, üzerine giderek yaşamak kişiyi daha da güçlü kılar.

    Tıpkı Songül Bärisch gibi…

    Songül Bärisch bu ülkede çocukluğu çalınan, hayatı kabusa çevrilen birçok insandan sadece bir tanesi.

    Songül, annesi ve babası ayrıldıktan sonar, 11-12 yaşlarında okulunu bırakarak annesiyle birlikte tarlalarda ve sebze halinde çalışıp ekmek parası kazanmaya çalışan bir çocuktu.

    Songül, sebze halinde annesiyle birlikte çalışırken patronu tarafından önce defalarca tacize uğradı.

    ‘Belki peşimi bırakır’! Umuduyla bir gün dışarı çağırdığında gitti ve patronu tarafından hem şiddet gördü hem de tecavüze uğradı.  Bu yıllarca devam etti. Daha küçücük bir çocuktu ve ne yapacağını bilmiyordu.

    Bana göre bir çocuğun en büyük şansızlığı, ona kol kanat gerecek anne ve babası olmayışıdır.

    Songül, yaşadığı kâbusu ailesine anlatmayı çok istese de babası tarafından öldürülme korkusu onu susmaya mahkûm etti.

    Bu duruma daha fazla dayanamayan Songül, intihar etti ve bir süre komada kaldı. Uyandığında polislere başından geçen her şeyi anlattı. Tecavüz eden patronu gözaltına alındı ve suçunu itiraf etti.

    Bundan sonrası mutlu son olabilirdi. Fakat Songül’ün babası şikâyetten vazgeçtiğini söyleyerek bu kişilerden para alıp ortadan kayboldu. Tecavüz zanlısı da serbest bırakıldı.

    Songül’e bir darbe de babasından gelmişti. Bir süre sonra hamile olduğunu öğrenen Songül, karakola giderek tekrar şikayetçi oldu. Polisler Songül’ü, tecavüz zanlısının yanına götürdü. Bebeği istemediklerini söyleyen aile, çocuğun düşmesi için Songül’ü merdivenden itti.

    Songül, bir belayla tek başına mücadele ederken ikinci bela kapıya dayanmıştı.

    Tecavüz zanlısının dayısı, mahkemede yardım edeceğini söyleyerek yanına çağırdı ve tecavüz etti. Bir de çıplak fotoğraflarını çekerek mahkemeden vazgeçmesini söyledi.

    Daha çocuk yaşta olan Songül, 15 yaşında bebeğini kucağına aldı. Mahkemelerden istediği sonuçları alamayan Songül, kendine yeni bir hayat kurmak üzere bebeğiyle birlikte Antalya Serik’ten ayrıldı.

    Almanya’ya giderek restoranlar açtı ve başarılı bir iş kadını oldu.

    Songül bugün 49 yaşında. Kimseden korkmayan, çekinmeyen güçlü bir kadın, mükemmel bir anne.

    Aynı zamanda Cinsel istismara ve tecavüze uğradığı halde susan kadınların sesi olmak için, birçok güzel işlere imza atıyor.

    Gazetemiz Tercüman adına Songül ile röportaj yaptık. Geçmişi arkamızı bıraktık ve gelecekten bahsettik. Buyurun röportajın devamını birlikte okuyalım..

    — Merhaba, kısaca sizi tanıyabilir miyiz?

    İsmim Songül Bärisch. 49 yaşındayım. Yaklaşık 25 senedir Almanya’da yaşıyorum. Almanya’da yıllardır restoran işletmeciliği yaptıktan sonra ticaretle uğraştım. Son 3 yıldır tercümanlık ve danışmanlık hizmeti vermekteyim ve tekstil işiyle uğraşmaktayım.

    –Yaşadığınız kâbus dolu yılları, benim başıma yıllarca Türk filmlerinde yaşanan her türlü rezalet geldi, diye tanımlıyorsunuz. Tüm bu olanlar başınıza gelmemiş olsaydı sizi, nasıl bir hayat bekliyor olacaktı.

    Bu sorunun cevabını vermeden önce şunu açıklamak isterim: hayat bana negatif şeylerden pozitif şeyler yaratmayı öğretti. Bu şeyler başıma gelmeseydi sanırım şu andaki statüm olmazdı. Bugünkü ben olmamın en büyük sebebi bana yaşatılan acılar. Bu anlamda birçok insana saçma gelecek ama Allah’a şükrediyorum. Aksini düşünmek bana daha çok acı verecek ve öfkemin daha da artmasına sebep olacak: kendimi bu şekilde telkin ediyorum.

    Bunlar yaşanmamış olsaydı çok iyi bir hayatım olmayacaktı ama bu travmalarla yıpranmak zorunda kalmayacaktım. Tekrarlamış gibi olacak ama başıma gelenler Türk filmlerindeki rezaletlerden farksızdı fakat kaderin kurbanı rolünden çıkıp filmin sonunun benim belirleyeceğime inancım sonsuz ve bu da bana güç veriyor.

    — Küçük Songül ile şimdiki Songül arasında nasıl bir fark var?

    Ben bir melektim ve kanatlarımı kırdılar. Büyüdüm ve kırılan kanatlardan pençeler çıktı. Benim pençelerimin olduğunu unuttular. Küçük Songül çaresizdi ve zavallıydı. Şimdi çok güçlü ve kararlı bir kadın.

    –Sizi her şeye rağmen bu kadar güçlü kılan sebep neydi?

    Adalet duygusu ve kızım. Eninde sonunda Adaletin yerine geleceğine ve getirilmesi gerektiğine inanarak yaşadım.

    Peki adaletin sağlandığına inanıyor musunuz?

    Sizce bir insanın çocukluğunu, Hayallerini, genç kızlığını, kadınlığını, bedenini ve ruhunu öldürmenin cezası 1 yıl 8 ay mı olmalıydı? Asla… Adalet ne yazık ki sağlanmadı.

    –Son dönemlerde cinsel şiddete ve çocuk istismarına dikkat çekmek için İnternet’te başınızdan geçenleri anlattığınız videolar yayımlıyorsunuz, aynı zamanda bu konuyla alakalı Türkiye, Almanya bağlantılı bir dernek kurdunuz.

    Bize bu çalışmalarınızdan bahseder misiniz?

    Yokluk çeken ve zulüm görmüş kadınlara ve çocuklara yıllarca bireysel olarak yardım ettim. Hayatımda maddi ve manevi olarak kızımla çok zor günler yaşadık ve bir kişi hariç bize yardım eli uzatan olmadı. O yüzden yokluğun ve çaresizliğin ne olduğunu çok iyi biliyorum. Aynı duyguları yaşayan insanlara elimden geldiği kadar destek olmaya çalışıyorum. Daha fazla insana destek olmak için bireysellikten çıkıp kurumlaşmaya karar verdim. Şu an kurucu üye sayımızı sağlamaya çalışıyoruz ve bunu sağladıktan sonra daha çok mağdur kadın ve çocuklara yardım etmeyi temenni ediyorum.

    –Özellikle çocuk istismarı neden giderek artan bir sorun haline geldi?

    Çocuk istismarı toplumun kanayan yarası. Dünyanın her yerinde çocuk istismarı olmakta. Bence bunun temeli cezaların yeterli ve caydırıcı olmamasından kaynaklanıyor. Bunun yanında aile eğitiminin de büyük önemi var. Ebeveynlerin cinsiyet çifte standardı uygulamaları sonucu erkek çocuklarının devleştirilen egoları, onların her şeyi yapabilme hakkının olduğu düşüncesine neden oluyor. Ülkemizde erkeklerin, kendilerinin kadınlardan üstün olan tek yönünün fiziksel olduğunu kabullenmeleri gerekiyor. Onun dışında her daim eşit olduğumuz aile tarafından öğretilmelidir.

    — Aileler çocuğun istismara uğradığını nasıl anlayabilir? Hangi belirtilerle çocuk istismara uğradığını anlatır?

    Belirtiler çok farklı olabilir ve çocuğunuzu çok iyi takip etmeniz gerekir. Bu konuda uzman değilim ama kendi tecrübelerimden yola çıkarak çocuğunuzda davranış bozuklukları, uyku sorunları ve çevresindeki insanlara tavırlarının değişmesini gözlemlediğiniz durumda çocuğunuzun güvendiği bir kişiyle konuşmasını tavsiye ederim ve sürekli çocuğunuza hiçbir şey için suçlu olmadığını ve ne olursa olsun onun yanında olduğunuza inandırmanızı, onu koruyacağınızı hissettirmenizi tavsiye ederim.

    — Daha fazla hangi çocuklar istismara uğrar?

    Genelde korunmasız, ailesi sorunlu, kimsesiz çocuklar hedefe alınmakta ama bu bir doktorun, avukatın ya da ekonomik durumu üst seviyede olan birinin çocuklarının güvende olduğu anlamına gelmiyor. Yakinen tanıdığım toplumun her kesiminden olan birçok kadının çocukken bir şekilde cinsel tacize uğradığını biliyorum.

    –Çocuk istismarcılarının belli bir profili oluyor mu? Kimlere şüpheyle yaklaşma ve çocuğumuzu ondan korumalıyız?

    Belli bir profili yok maalesef çocuk istismarcılarının: bazen baba ya da aileden başka bir fert, öğretmen ya da okul müdürü olabiliyor. Ülkemizde ve dünyanın diğer ülkelerinde bunların yaşandığını biliyoruz. Bu nedenden dolayı çocuğunuzu dikkatli takip etmeli ve yalnız bırakmaktan kaçınmalısınız. Ayrıca çocuğunuzu küçük yaşta cinsellikle ilgili bilgilendirmenizi tavsiye ediyorum.

    –Çocuk, oyun ile istismar arasındaki farkı anlayabilir mi? Ailenin bu konuyla ilgili çocuğunu bilgilendirmesi gerekir mi?

    Bu çocuktan çocuğa fark edebilir: çocuklar genelde bir şeylerin yanlış olduğunu hisseder fakat bunu adlandıramaz. Bu nedenle çocuğunuza cinsel eğitim vermek çok önemlidir.

    — Çocuğu cinsel istismara uğramış aile ne yapmalı, siz ne öneriyorsunuz?

    Öncellikle çocuğuna inanmalı ve onunla güvenilir bir ortamda konuşmalı, psikolojik destek almalıdır. Çocuğuna her zaman sevgiyle yaklaşıp ona güven duygusu vermeli, bunların bir daha yaşanmayacağını ve çocuğun suçunun olmadığı anlatılmalıdır. Birçok çocuk kendisinin sorumlu tutulacağını düşündüğü için ve aile tepkisinden korktuğu için yaşadıklarını kimseye anlatamıyor ve bu sebepten dolayı daha çok istismara uğruyor. Bu yüzden ailenin çocuğa verdiği güven çok önemli.

    — İstismar suçu işleyen kişilere sizce nasıl cezalar verilmeli?

    Çocuğun uğradığı cinsel istismar çok basite indirgeniyor. Bana göre cinayetten bir farkı yok. Bir çocuğu hayattan koparmak için onun bedeninin yok edilmesi gerekmiyor: istismarla zaten ruhen öldürmüş oluyorsunuz ve yaşayan bir ölü gibi hayata tutunmaya çalışıyor. Bu da bir cinayettir! Bu yüzden cinayet zanlıları ile çocuk istismarcıları aynı şekilde cezalandırılmalıdır!

     –Hayatınızı kamuoyuna anlattıktan sonra ne gibi tepkiler aldınız ve hayatınızda neler değişti?

    Güzel bir konuya değindiniz. Çok farklı tepkiler aldım ve bunların %90ı pozitifti. Bunun yanı sıra birçok kadından mesajlar aldım ve aslında zaten bildiğim ülkemizdeki çocuk istismarının ne kadar yoğun olduğunu ve her 3 çocuktan 2sinin hayat boyunca mutlaka en az bir kere cinsel istismara uğradığını daha net gördüm. Ve en acısı da bunların büyük bir çoğunluğunu asla kimseyle paylaşamadığını ve bu travmayla yaşamak zorunda kaldığını gözlemledim. Ülkemizde ve diğer ülkelerde bence bu konuda daha aktif organizasyonlar yapılmalı ve kadına/çocuğa şiddetin caydırıcı olabileceği yaptırımlar uygulanmalı: Bu konu medya ve film sektöründe daha farklı ele alınmalı.

    –Bize bu konuda örnek verebilir misiniz?

    Evet, şöyle örnek vereyim: film sektöründe genellikle kadına uygulanan şiddetin daha çok vurgulandığı filmler var. Aslında bu filmlerin daha çok mesaj verebilecek şekle dönüştürülmesi gerekiyor. Örnek olarak cinsel istismara uğrayan çocukların nasıl bir psikolojik dönüşüm geçirdiğini ve kendi hayatımdan da örnek verebileceğim gibi bir gün güçlenip geri dönebileceğini, hakkını arayabileceğini ve adaleti sağlayabileyecek duruma gelebileceğini ele alan filmler olmalı. Kadını zavallı ve güçsüz bir kurban olarak gösterip bir dramı ele almaktansa onların da güçlü olabileceğini ve bir erkeğin himayesi altında olmadan da kendi başına hayatı başarabileceklerini gösteren filmler olmalı.  Kadınlar bu filmleri ya da dizileri izlerken daha çok özgüvene sahip olmaları için destekleyici mesajlar verilmeli. Mesela bir iş kurabileceklerini, başarılı olabileceklerini ve tek başlarına da iyi bir hayatı idame edebileceklerini gösteren filmler yapılmalı.

    — Mesajlarınızın gereken yerlere ulaştığına inanıyor musunuz?

    Mesajlarım bir kişiye bile ulaşıp onun dünyasını değiştirmiş ise bu benim için bir başarıdır. Bana gelen mesajlarda bunu başardığıma inanıyorum: birçok kadın benden çok büyük psikolojik destek aldığını ve hayata bakış açılarının değiştiğini söyledi. Bu çok gurur verici bir şey benim için. Fakat ben asıl mesajı cinsel istismar yapan sapıklara vermek istiyorum: ”Bugün elinizi sürdüğünüz küçük çocuk yarın sizin karşınıza güçlü bir kadın olarak çıkıp sizin de hayatınızı mahvedebilir. Böyle bir eyleme kalkışmadan önce bu sapıklar benim hikâyemi hatırlamalı ve zulüm yaptığı çocuğun da benim gibi pençeleriyle geri dönebileceğini unutmamalı.”

    –Yapmak istediğiniz tam olarak neydi?

    Öncelikle benimle aynı kaderi paylaşan kadın ve çocukların sesi olmak amacımdı. Bunu başardığıma inanıyorum. Ayrıca bana yaşatılanları önce yasal yollardan cezalandırmaktı istediğim. Maalesef beni şaşırtmayan şekilde yasalar yanımda olmadı, fakat bir nevi de olsa adaleti sağladığıma inanıyorum. Ben yaşadığım Serik İlçesi’nde neredeyse taşlanarak atıldım. Beni o ilçede herkese rezil ettiler: bunun karşılığında ben de onların yaptığını bütün dünyaya anlatarak onların nasıl bir aile olduğunu herkese gösterdim. Onlar hatalarını kabul etmek yerine beni tehdit ederek hakaret etmeye devam ettiler. Maalesef hiçbir ceza benim acımı dindiremiyor. Davamın yeniden görülmesi için dilekçe verdiğimde adaletin bir nevi de olsa yerine geleceğini ummuştum çünkü 35 yıl önce görülen davamda birçok usulsüzlükler vardı: bana en başta kendi ailem ve eli kolu uzun eller zarar vermişti. Bunun düzeltileceğini umut etmiştim. 35 sene geçmesine rağmen gördüm ki ülkemde hukuki anlamda değişen bir şey yok. Vatanına çok bağlı bir insan ve kadın olarak ülkemde bana yapılan zulmün cezasız kalması beni derinden yaraladı

    –Peki, amacınıza ulaştığınıza inanıyor musunuz?

    Henüz tam olarak değil. Yapmak istediğim çok şey var.  Daha çok insana yardımcı olduğumda amacıma daha da yaklaşmış olacağım.

    Filiz BAHÇIVAN

    Devamını Oku