
04 Aralık 2025 Perşembe

Tercüman Gazetesi

EVLİLİKTE YALAN: GERÇEĞİ DEĞİL, İLETİŞİMİ KAYBETMENİN SESSİZ ÇIĞLIĞI

ZÜLFÜ YARE DOKUNMAK: YİTİRDİKLERİMİZ

"Halka Aşkla Hizmetin Adı: Arapgir Modeli" Belediye Başkanı Haluk Cömertoğlu ile Röportaj

KUŞLAR YAĞMURDA DA UÇAR

DURUŞ

İNSANLARA RAĞMEN, İNSANLIK İÇİN

YENİDEN MİLLİ MÜCADELE (ÇAĞRI)

Neden İznik?…

BİR DAMLA KAN, BİN BİR ENDİŞE

Bilgi ve Adalet

KADINIM HAKLARIM VAR

AYNADAKİ LEKE

KAN BAĞIŞI: BİR YAŞAMIN KIRILMA NOKTASINDAKİ KÜÇÜK BİR MUCİZEDİR

SALEBE’NİN HİKÂYESİNİ BİLİYOR MUSUNUZ?

Ne Bu Dünyada Ne De Öteki Dünyada

FATİH'İN VE ATATÜRK'ÜN İZİN VERMEDİĞİ PAPA'YA NEDEN İZİN VERİLİYOR?

VAZO ÖNÜNDE SATILAN ÜRÜNLER SAĞLIKLI MI?

DİJİTAL ÇAĞDA TAPU ÇİLESİ, BÜROKRASİDE “BANK NÖBETİ” SÜRÜYOR…

ÜÇ SIFIRIN ADALETİ, BİR İNSANIN VİCDANI: Prof. Dr. Ayten Erdoğan Meselesi

YOK DEVE

Milletin Vekili Olmak Cesaret İster

ADIM ADIM İLERLİYOR KÖTÜLÜK

ENGELSİZ ÖZGÜRLER

DİNDARLIK VE AYDINLIK

EĞİTİMDE SOSYAL ADALET

HAK ARAMAK HAKKIMIZ MI?

İNSANLARIN EN İYİ İLACI

SABAH VE ŞİİR

EVLAD-I FATİHAN ve SELANİKLİ MUSTAFA

Ticareti “Franchise’laştıran AKP

12 Eylül’den amaç, “kardeş kanını durdurmak” denilmişti.
Ama kardeş kanı döken kurşunun arkasındaki irade görülmedi, sorulmadı. Darbeciler de bu iradeyi görmedi ve de sormadı. Çünkü önlerine böyle bir Türkiye haritası sergilenmişti.
Ve de onlar, böyle bir felaketten vatanı kurtardığını sanarak ülkeyi bir cezaevine çevirmişlerdi. Hem de Atatürk ve Cumhuriyeti korumak, kollamak adına!
Ve Atatürkçülük gölgesinde 12 Eylül darbesi ile:
12 Eylül cuntası döneminde Türkiye’de istisnasız bütün cezaevlerinde yoğunlaşmış bir baskı, işkence ve yıldırma politikası uygulandı.
12 Eylül darbesinin ardından, 1980-1984 yılları arasında Diyarbakır 5 No’lu Askeri Cezaevi’nde ise buna ek olarak, özel bir politikayla insanların etnik/ulusal kimliklerini ve dillerini aşağılama ve yok etme hedeflendi. Baskı ve işkencenin keyfiyet derecesi katmerli bir şekilde artırıldı.
Diyarbakır 5 No’lu Askeri Cezaevi’nde uygulanan işkence yöntemlerinin çeşitliliği ve dozunun aşırılığı, uygun koşullar sağlandığında, 12 Eylül darbecilerinin topluma ve halka yönelik baskı, işkence ve terör politikalarının sınırsızlığından öte, insan unsurunun hemcinslerine karşı kötücül yaratıcılığının sınırsızlığını ortaya koydu.
12 Eylül 1980 Darbesi ve öncesinde gelişen olayların üzerinden tam 45 yıl geçmesine rağmen, o günleri yaşayan tanıklar hâlâ yaşadıklarını unutmuş değil.
İsterseniz o zorlu dönemi bir de tanıklarından olan Abdullah Delibalta’dan dinleyelim.

— Bize kendinizden bahseder misiniz?
1958 Şanlıurfa Siverek doğumluyum. İkamet yerim İstanbul.
— Ne ile suçlanıyordunuz ve ne kadar süre cezaevinde kaldınız?
Örgüt kurup sevk ve idare etmekten toplam on yıl ceza aldım.
İki defa Diyarbakır, sonra Selimiye, Sağmalcılar ve tekrar Metris derken cezamı infaz ettim.
İlk yakalandığımda henüz darbe olmamıştı. Sıkıyönetim vardı. Gözaltında bilmediğim birkaç yerde işkenceyle çözmeye çalıştılar. Ama tabii ki bu işkenceler darbe sonrası çok daha şiddetliydi.
— 12 Eylül darbesi denilince akıllara ilk gelen Diyarbakır 5 No’lu Cezaevi oluyor. Okurlarımıza orayı anlatır mısınız?
“Anlamak için yaşamak gerekir” gibi gereksiz bir cümle kurmayacağım. Düşmanım dahi olsa oralara yolunun düşmesini asla istemem. Her cezaevinin kendine özgü anıları vardır. Ancak hiçbiri 5 No’lu kadar vahşet yaşatmadı. Diyarbakır 5 No’lu Cezaevi Türkiye’nin karanlık belgesidir. Sonu belli olmayan sınırsız vahşet koridorudur.
Oraya adımını atan bir insan için yarın yoktur. Doğacak güneşin hiçbir anlamı yoktur. Umudun, hayatta sağ kalma ihtimalinin karartıldığı dipsiz bir kuyudur. Diyarbakır Cezaevi adını, 12 Eylül 1980 darbesinden sonra yaşanan korkunç işkencelerle duyurduğu aşikâr. Adeta bir “işkence okulu” idi. Öyle ki, The Times gazetesi tarafından 29 Nisan 2008’de “Dünyanın en kötü 10 cezaevi” içerisinde gösterildi.
— Cehennem dediğiniz 5 No’lu zindanda ne gibi zorluklarla karşılaştınız?
30 kişilik koğuşta 100’e yakın kişi kalıyorduk. Her yatakta 2-3 kişi yatıyordu. Geriye kalanlar ise beton üzerine bir karton sererek, üzerine de bir battaniye alarak yatıyordu. Çoğu da ranzaların altında zar zor uyumaya çalışıyordu. Bu süre içerisinde her türlü işkenceye maruz kaldık. İşkencelerimiz ilk olarak falaka ile başladı.
Falaka yaygın ve sürekli uygulandı. Ayak tabanı, ellerin içi gibi vücudun kaslı bölgelerine kalas, cop, zincir vb. vurularak gerçekleştirilirdi. Bu yöntem, ayak tabanlarını ve el ayalarını patlatır, kaba yerleri ezer, morartır, tırnakları sökerdi. El-ayak gibi herhangi bir yeri kırar, sakat bırakırdı.
Daha sonra Filistin usulü askı denilen bir işkence türüyle tanıştık. Filistin usulü işkence şu şekilde oluyordu: Eller arkadan kelepçeleniyor, kol pazılarından iple tavana asılıyordu. Bu işkence suçlamaları kabul edene kadar sürüyordu.
Günlerce mahkûmlara hassas yerlerinden elektrik verildi. Mahkûmlara köpeklerin saldırması sağlanırdı. “Ölmesini istedikleri mahkûmlara kum işkencesi yapıyorlardı.” Kum torbası işkencesi yapılan mahkûmlar serbest bırakılıyordu. Zaten iç organları parçalanmış olan mahkûmlar, altı ay sonra ölüyordu. Ve daha bunun gibi onlarca akla zarar işkence tekniği…
— O günleri düşündüğünüzde ne hissediyorsunuz?
Bugün dönüp geriye baktığımda o dönemde yaşadıklarıma inanmakta güçlük çekiyorum. O günleri gerçekte yaşamış mıydım? Evet, yaşamıştım. Ve bu benim değişmeyecek olan gerçeğimdi. Her ne kadar zaman zaman yaşadıklarımı unutmaya çalışsam da, hayatı elinden alınanlarımızın çığlık sesleri yankılanır kulaklarımda. Ne unutmaya yürek dayanır, ne de unutturmaya vicdan!
Yazımı hazırlamamda bana yardımcı olan ve yaşadıklarını anlatan Abdullah Delibalta’ya teşekkür ediyor, 12 Eylül darbesinde hayatını kaybeden vatandaşlarımızı saygıyla anıyorum.