Filiz BAHÇIVAN

Filiz BAHÇIVAN

04 Aralık 2025 Perşembe

    DİĞER YAZARLARIMIZ

    İNSANLIĞIN ÖLDÜĞÜ YER: DİYARBAKIR 5 NOLU CEZAEVİ

    İNSANLIĞIN ÖLDÜĞÜ YER: DİYARBAKIR 5 NOLU CEZAEVİ
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    12 Eylül’den amaç, “kardeş kanını durdurmak” denilmişti.

    • Ama önce kardeş kardeşe düşman edildi.
    • Sonra kardeş kanı dökülmeye başlandı.
    • Yetmedi… Sokak katliamları yaşandı.
    • Yetmedi… Çorum’da, Maraş’ta daha büyük katliamlar yaşandı.

    Ama kardeş kanı döken kurşunun arkasındaki irade görülmedi, sorulmadı. Darbeciler de bu iradeyi görmedi ve de sormadı. Çünkü önlerine böyle bir Türkiye haritası sergilenmişti.

    Ve de onlar, böyle bir felaketten vatanı kurtardığını sanarak ülkeyi bir cezaevine çevirmişlerdi. Hem de Atatürk ve Cumhuriyeti korumak, kollamak adına!

    Ve Atatürkçülük gölgesinde 12 Eylül darbesi ile:

    • Ülke açık ve kapalı bir cezaevine dönüştürüldü.
    • Sağcı-solcu gençler cezaevlerine dolduruldu.
    • “Eşitlik olsun diye bir sağdan astık, bir soldan” diyerek soldan Necdet Adalı, sağdan Mustafa Pehlivanoğlu ile başlayan idam sehpaları kuruldu.
    • Ve Atatürkçülük adına, 17 yaşındaki Erdal Eren’in yaşı büyütülerek idam edildi.

    12 Eylül cuntası döneminde Türkiye’de istisnasız bütün cezaevlerinde yoğunlaşmış bir baskı, işkence ve yıldırma politikası uygulandı.

    12 Eylül darbesinin ardından, 1980-1984 yılları arasında Diyarbakır 5 No’lu Askeri Cezaevi’nde ise buna ek olarak, özel bir politikayla insanların etnik/ulusal kimliklerini ve dillerini aşağılama ve yok etme hedeflendi. Baskı ve işkencenin keyfiyet derecesi katmerli bir şekilde artırıldı.

    Diyarbakır 5 No’lu Askeri Cezaevi’nde uygulanan işkence yöntemlerinin çeşitliliği ve dozunun aşırılığı, uygun koşullar sağlandığında, 12 Eylül darbecilerinin topluma ve halka yönelik baskı, işkence ve terör politikalarının sınırsızlığından öte, insan unsurunun hemcinslerine karşı kötücül yaratıcılığının sınırsızlığını ortaya koydu.

    12 Eylül 1980 Darbesi ve öncesinde gelişen olayların üzerinden tam 45 yıl geçmesine rağmen, o günleri yaşayan tanıklar hâlâ yaşadıklarını unutmuş değil.

    İsterseniz o zorlu dönemi bir de tanıklarından olan Abdullah Delibalta’dan dinleyelim.

    — Bize kendinizden bahseder misiniz?

    1958 Şanlıurfa Siverek doğumluyum. İkamet yerim İstanbul.

    — Ne ile suçlanıyordunuz ve ne kadar süre cezaevinde kaldınız?

    Örgüt kurup sevk ve idare etmekten toplam on yıl ceza aldım.

    İki defa Diyarbakır, sonra Selimiye, Sağmalcılar ve tekrar Metris derken cezamı infaz ettim.

    İlk yakalandığımda henüz darbe olmamıştı. Sıkıyönetim vardı. Gözaltında bilmediğim birkaç yerde işkenceyle çözmeye çalıştılar. Ama tabii ki bu işkenceler darbe sonrası çok daha şiddetliydi.

    — 12 Eylül darbesi denilince akıllara ilk gelen Diyarbakır 5 No’lu Cezaevi oluyor. Okurlarımıza orayı anlatır mısınız?

    “Anlamak için yaşamak gerekir” gibi gereksiz bir cümle kurmayacağım. Düşmanım dahi olsa oralara yolunun düşmesini asla istemem. Her cezaevinin kendine özgü anıları vardır. Ancak hiçbiri 5 No’lu kadar vahşet yaşatmadı. Diyarbakır 5 No’lu Cezaevi Türkiye’nin karanlık belgesidir. Sonu belli olmayan sınırsız vahşet koridorudur.

    Oraya adımını atan bir insan için yarın yoktur. Doğacak güneşin hiçbir anlamı yoktur. Umudun, hayatta sağ kalma ihtimalinin karartıldığı dipsiz bir kuyudur. Diyarbakır Cezaevi adını, 12 Eylül 1980 darbesinden sonra yaşanan korkunç işkencelerle duyurduğu aşikâr. Adeta bir “işkence okulu” idi. Öyle ki, The Times gazetesi tarafından 29 Nisan 2008’de “Dünyanın en kötü 10 cezaevi” içerisinde gösterildi.

    — Cehennem dediğiniz 5 No’lu zindanda ne gibi zorluklarla karşılaştınız?

    30 kişilik koğuşta 100’e yakın kişi kalıyorduk. Her yatakta 2-3 kişi yatıyordu. Geriye kalanlar ise beton üzerine bir karton sererek, üzerine de bir battaniye alarak yatıyordu. Çoğu da ranzaların altında zar zor uyumaya çalışıyordu. Bu süre içerisinde her türlü işkenceye maruz kaldık. İşkencelerimiz ilk olarak falaka ile başladı.

    Falaka yaygın ve sürekli uygulandı. Ayak tabanı, ellerin içi gibi vücudun kaslı bölgelerine kalas, cop, zincir vb. vurularak gerçekleştirilirdi. Bu yöntem, ayak tabanlarını ve el ayalarını patlatır, kaba yerleri ezer, morartır, tırnakları sökerdi. El-ayak gibi herhangi bir yeri kırar, sakat bırakırdı.

    Daha sonra Filistin usulü askı denilen bir işkence türüyle tanıştık. Filistin usulü işkence şu şekilde oluyordu: Eller arkadan kelepçeleniyor, kol pazılarından iple tavana asılıyordu. Bu işkence suçlamaları kabul edene kadar sürüyordu.

    Günlerce mahkûmlara hassas yerlerinden elektrik verildi. Mahkûmlara köpeklerin saldırması sağlanırdı. “Ölmesini istedikleri mahkûmlara kum işkencesi yapıyorlardı.” Kum torbası işkencesi yapılan mahkûmlar serbest bırakılıyordu. Zaten iç organları parçalanmış olan mahkûmlar, altı ay sonra ölüyordu. Ve daha bunun gibi onlarca akla zarar işkence tekniği…

    — O günleri düşündüğünüzde ne hissediyorsunuz?

    Bugün dönüp geriye baktığımda o dönemde yaşadıklarıma inanmakta güçlük çekiyorum. O günleri gerçekte yaşamış mıydım? Evet, yaşamıştım. Ve bu benim değişmeyecek olan gerçeğimdi. Her ne kadar zaman zaman yaşadıklarımı unutmaya çalışsam da, hayatı elinden alınanlarımızın çığlık sesleri yankılanır kulaklarımda. Ne unutmaya yürek dayanır, ne de unutturmaya vicdan!


    Yazımı hazırlamamda bana yardımcı olan ve yaşadıklarını anlatan Abdullah Delibalta’ya teşekkür ediyor, 12 Eylül darbesinde hayatını kaybeden vatandaşlarımızı saygıyla anıyorum.