21 Aralık 2024 Cumartesi
Bugün 3 Aralık Dünya Engelliler Günü.
O nedenle bugünkü yazımı “Engelli kardeşlerimize” ayırdım. Ancak sizlerden küçük bir ricam olacak. Hepinizin bu yazıma ortak olmanızı istiyorum. Yapmanız gereken tek şey, empati kurmak.
Boşaltın kafanızı. Sadece ve sadece konumuza odaklanın. Herhangi bir bedensel engele karşı ne kadar güçlüsünüz? Onu ne şekilde karşılar, ne şekilde mücadele edebilirsiniz? Beyninizde canlandırın. Kendinizi, annenizi, babanızı, eşinizi, evladınızı; kimi istiyorsanız ona göre empati kurun.
Şimdi izin verirseniz, tüm aklımla ve kalbimle engelli küçük bir çocuğumuzun dünyasına girerek ilk ben başlamak istiyorum.
Emre, doğuştan bedensel engelli olduğu için kısacık yaşamında sırtında ağır acı dolu küfesiyle yaşamaya çalışıyordu.
Küçücük bedeninin içinde, koca bir adamın bile taşıyamadığı güçlü bir yürek edinmişti kendine.
Yaşıtları gibi haşarı, yaramaz değil; aksine özel durumundan dolayı olgun bir havaya bürünmüştü.
Böylelikle bu haliyle güçlü görünecek, kimse ona acımayacaktı.
Her ne kadar büyük adam tavrı takınsa da o hâlâ bir çocuktu ve kendince, kendi kurduğu dünyasında oyunlar oynuyordu.
Tüm dünyası dört duvar, anne ve babasından ibaretti.
Bir de arada dışarıyı izlemesine yardımcı olan odasının penceresi.
Her zamanki gibi annesinin yardımıyla cam kenarına oturtulmuş, dışarıyı izliyordu.
Sokakta koşan, oynayan çocuklara dikti buğulu gözlerini ve uzun hayallere daldı…
O da aralarındaydı artık.
Bir kelebek kadar özgür ve mutluydu.
Oradan oraya koşuyor, odasında geçen kısacık ömrüne nispet yaparcasına gülümsüyordu.
Penceresinin köşesinde kurduğu hayal dünyasındaki büyü, birkaç çocuğun oyun esnasında çıkardıkları sesle bozuluvermişti.
Duvarları izledi bu defa da.
Ne yapmıştı, suçu neydi? Kendine ait bir dünya yaratmaktan başka? İçindeki çocuğu dışarı çıkartmak mıydı hatası?
Kendini suçladı; durmadan ve dakikalarca duvarlarla konuştu.
Öyle ya, tüm arkadaşı bu dört duvar değil miydi?
Onu tek anlayan, onunla dalga geçmeyen, hor görmeyen…
Ağlamak istemedi, güçlüydü, öyle görünmeliydi.
Annesi bu hâlini görüp üzülsün istemedi.
Fakat artık çok bunalmıştı, aylardır sokak yüzü görmemişti.
Ve içinde hapis olduğu dünyadan kaçmak istercesine bağırmaya başladı. Annesi telaşla Emre’nin odasına koştu.
“Neyin var yavrum?” dedi kadın.
Emre, “Anne, bizim hiç paramız yok mu?” dedi.
Annesi bu soruya anlam verememişti.
“Çok fazla paramız yok oğlum” demekle yetindi sadece.
Emre, “Peki anneciğim, hava çok mu pahalı?” dedi ve elindeki iki kuruşu annesine uzatarak, “Bu hava almamıza yeter mi?” diye sordu.
Kadın, Emre’nin aslında ne istediğini çok iyi anlamıştı.
Canından çok sevdiği oğlu, normal çocuklar gibi ne çikolata ne de şeker istiyordu.
Emre’nin günlerdir dışarıya hasret kaldığını, nefes almakta bile zorlandığı odasından çıkıp tertemiz bir havayı ciğerlerine doyasıya depolamak istediğini biliyordu.
Emre’nin kendisini suçladığı gibi, kadın da kendini suçlu hissetmiş ve vicdan azabıyla kahrolmuştu.
İlk defa parasız olmak, onun bu denli çaresiz hissetmesine neden olmuştu.
Yavrusunun avucundaki iki kuruşa baktı ve fakirliklerine hayıflandı. “Şayet paramız olsaydı, oğluma bir tekerlekli sandalye alabilir ve çok istediği havayı ona doyasıya teneffüs ettirebilirdim” diye geçirdi aklından. Oysa o da biliyordu ki bu hayalden başka bir şey değildi. Hiçbir zaman tekerlekli sandalye alacak kadar paraları olmayacaktı.
İnsana dair umudun solduğu bir yüzyılda yaşıyoruz.
Elbette önceki yüzyıllarda da insanların başka dertleri, başka açmazları, başka çığlıkları, başka (hatta dünya!) savaşları vardı.
Ama sorumlusu olduğumuz bu yüzyılda umut, günbegün soluyor gözümüzün önünde…
Duyarsızlık, yok sayış, ihmal, kasıt nedeniyle bizatihi toplumun cinayetidir bunlar.
Ebeveynleri engelli çocuklarını öldürdü. Üstüne de intihar etti.
Tüyleriniz ürperdi değil mi? Peki, bu olaylar neden medyada görünür olamadı, kamuoyunda tartışılamadı?
Arka arkaya ebeveynlerin engelli çocuklarını öldürüp, intihar etmeleri dikkat kesilmek gereken bir mesele değil miydi?
Toplumsal cinayet, toplumun cinayeti değil midir bu? Şüphesiz üzerine konuşulup, nedenleri analiz edilmeliydi.
Çünkü sistematik, yakıcı ve ivedilikle çözüm gerektiren bir sorun var.
O kadar ki aileler, “İnşallah çocuklarımız bizden önce ölür” diyorlar. Bu cümlenin kendisi dahi “Bir dakika” demeyi gerektirirdi.
Zira ülkemizde engelli çocuğu olan ailelerin öldükten sonra çocuklarına dair endişeleri var.
Ki bu konuda yerden göğe kadar haklılar. Ne yazık ki, arkada kalan engelli çocuklar ve gençler ya dilenci çetesinin eline düşüyor ya da “bakım merkezlerine” alınıyorlar.
Bu kurumların da durumları malum. Bu ülkedeki tüm bakım merkezleri kötüdür diyemeyiz. Ancak ne yazık ki, bazı kurumlarda engelli bireylere şiddet uygulanırken, çoğu zaman bu şiddet ölüme kadar uzanıyor. Eğer biraz araştırırsanız, durumun vahametini daha iyi anlayacaksınızdır.
Demem o ki, ülkemizde binlerce engelli kardeşimiz, çocuğumuz var. Onlar yılda bir defa değil, yılın her günü hatırlanmak istiyorlar. Onların, sözüm ona bugüne özel düzenlenen saçma sapan eğlence programlarına da ihtiyaçları yok. Acımadan, hor görmeden, göstereceğiniz küçük bir ilgi, sevgi, hatta bir gülümseme bile onları daha çok mutlu edecektir.
Tüm engelli kardeşlerimizin Engelliler Haftası’nı kutlarken, bu hatırlatmanın sadece bir hafta ile sınırlı kalmamasını, her an hatırlamamız gerektiğini bir kez daha vurgulamak istiyorum.
Filiz Bahçıvan