
03 Aralık 2025 Çarşamba

Tercüman Gazetesi

EVLİLİKTE YALAN: GERÇEĞİ DEĞİL, İLETİŞİMİ KAYBETMENİN SESSİZ ÇIĞLIĞI

ZÜLFÜ YARE DOKUNMAK: YİTİRDİKLERİMİZ

"Halka Aşkla Hizmetin Adı: Arapgir Modeli" Belediye Başkanı Haluk Cömertoğlu ile Röportaj

KUŞLAR YAĞMURDA DA UÇAR

DURUŞ

İNSANLARA RAĞMEN, İNSANLIK İÇİN

YENİDEN MİLLİ MÜCADELE (ÇAĞRI)

Neden İznik?…

BİR DAMLA KAN, BİN BİR ENDİŞE

Bilgi ve Adalet

KADINIM HAKLARIM VAR

AYNADAKİ LEKE

KAN BAĞIŞI: BİR YAŞAMIN KIRILMA NOKTASINDAKİ KÜÇÜK BİR MUCİZEDİR

SALEBE’NİN HİKÂYESİNİ BİLİYOR MUSUNUZ?

Ne Bu Dünyada Ne De Öteki Dünyada

FATİH'İN VE ATATÜRK'ÜN İZİN VERMEDİĞİ PAPA'YA NEDEN İZİN VERİLİYOR?

VAZO ÖNÜNDE SATILAN ÜRÜNLER SAĞLIKLI MI?

DİJİTAL ÇAĞDA TAPU ÇİLESİ, BÜROKRASİDE “BANK NÖBETİ” SÜRÜYOR…

ÜÇ SIFIRIN ADALETİ, BİR İNSANIN VİCDANI: Prof. Dr. Ayten Erdoğan Meselesi

YOK DEVE

Milletin Vekili Olmak Cesaret İster

ADIM ADIM İLERLİYOR KÖTÜLÜK

ENGELSİZ ÖZGÜRLER

DİNDARLIK VE AYDINLIK

EĞİTİMDE SOSYAL ADALET

HAK ARAMAK HAKKIMIZ MI?

İNSANLARIN EN İYİ İLACI

SABAH VE ŞİİR

EVLAD-I FATİHAN ve SELANİKLİ MUSTAFA

Ticareti “Franchise’laştıran AKP

Uzun yıllar İslami ekollerin içinde bulunanların ömrü zâyi oldu bu ülkede! Mısır, Pakistan, Suriye, Arabistan; oralarda üretilen dini yorumları sorgulamadan ithal ettik, kutsal kitap okur gibi okuduk. O fikirler kendi coğrafyalarında bir anlam ifade edebilirdi, sorun çözebilirdi (ki bugün hiçbir sorunlarını da çözemediği görüldü) bizim için o bilgi ile bu coğrafyadaki sorunları çözmezdi, çözemedi de… Anladık. Anladık ama geç anladık!
İnsan hakları ile sorun oldu mu adres “Batı”, sol akımlarda adres “Batı”, geleneksel sorunlarımız olduğunda adres “Doğu”… Hep ithal… Hep ithal… Hep yabancı!
Kendimize has bir ideolojimiz bile yok. Milliyetçilik diyeceksiniz! O bile bizden değil artık!
Tuğrul Bey’in milliyetçilik anlayışını bugün icra eden bir sistem olsa tüm dünya gıpta ile bakardı eminim.
Yerli bir ateistimiz bile yok, yerli bir komünistimiz bile yok. Onlar da yabancı ithal! Hep başkalarına öykünme ile geçti asırlar.
Zihnimiz felç olmuş sanki. Bilgi bize o kadar uzak ki…
Oysa 1100 ve 1350 yılları arasında İslam aleminde üretilen eserlerin yüzde 90’ı Selçuklu döneminde yazılmıştır. Bilgiyi ithal etmiyorduk; ihraç ediyorduk; ve ihraç ettiğimiz bilgi oranın sorunlarını da çözüyordu. Teorik bilgi üretmek için en ideal ortamı hazırlayabilen bir yönetim anlayışımız vardı. Bilim, makuliyetin sağlandığı ortamlarda gelişir; makuliyet de ancak adaletle var olur, makuliyet liyakati getirir, yani adil ve makul ortamlarda liyakat inkişaf eder. Herkes yerini bulur ve her şey yerli yerine oturur. Zaten adaletin tanımı da bu değil mi? Adalet her şeyi yerli yerine koymaktır. Her şeyin yerinde olduğu ortamda, bilgi de, sanat da, edebiyat da, huzur da var olur. İnsanlar huzur bulur, hem bu dünyada hem öteki dünyada huzura kavuşur.
Dünya ahiretin tarlası ise adaletin, bilimin, sanatın hâkim olduğu topraklarda ne yeşermez ki?
Ya şimdi? Ya şimdi diyesi geliyor insanın. Şimdi nasılız? Şimdi dumura uğramış onlarca neslin bakiyesiyiz! Bilgi ithal, adalet ihtiyaç duyulmayan eskimiş bir bez parçası, erdemler tozlu raflarda küflenmiş, vicdan ve merhamet deseniz kurumuş bir dal parçası! Düşünce, düşünenin şahsında aşağılanıp dayak yemekte! Düşünce adamı istibdat altında ya susturulmuş ya pusturulmuş! Böyle bir ortamda düşünce adamı nasıl çıksın? Cemil Meriç bu konuda: “Düşüncenin kuduz köpek gibi kovaladığı ülkede düşünce adamı çıkmaz” der. Ne kadar haklı değil mi?
Öyle ya da böyle “Bilgi kendine kayıtsız kalan toplumları affetmez.” Affetmiyor da…
Bilgi ihtişamdır, sahibini muhteşem kılar. Bilgi üreten, bilgiye sahip olan toplumlar muhteşemdir, güçlüdür, hâkimdir. Üretirseniz hâkim olursunuz, hâkim olursanız yönetirsiniz.
Bilgi sahibi olarak yönetene “hâkim” denir, yani hikmet sahibi, eşyanın hakikâtine göre davranan insan; bilgi sahibi olmadan yani “tahakküm” ile yönetene de zalim denir.
Bilgi bir toplumda eteğini toplayıp çıkınca yerini zulümata bırakır. Örnek isteyen İslam alemine baksın!
Ne mi yapmalıyız? Bu sorunun cevabı o kadar zor ki!
Önce titreyip kendimize gelmeli ve çöpe attığımız, eskittiğimiz, küflendirdiğimiz bizi biz yapan değerlerle tekrar kendimizi rehabilite etmeliyiz.
Kolay mı deseniz kolay değil. Ama Anadolu yani Küçük Asya geç gelenlerin ve geç kalanların ülkesi biraz da!
Kısaca Anadolu’da hiçbir şey için geç değil ve geç değil bir şey için hiçbir şey. Burası Anadolu. Her şey mümkün, zor olan yapılır, çok zor olan da zaman alır. Yeter ki zahmeti ve zamanı göze alacak yiğitler titreyip çıksın meydana!
Muhtaç olduğumuz heyecan, kudret, tarihimizin şanlı sayfalarında mevcuttur.

Kötünün sektörü çok para getiriyor, çirkinin sektörü çok para getiriyor, ahlaksızlığın sektörü çok para getiriyor; ama iyinin, güzelin ve ahlaklının sektörü para getirmiyor.
Televizyonlarda ahlâkı törpüleyen, ahlaksızlığı normalleştiren dizilere, gündüz kadın programlarına bakalım; ahlaksızlık ne kadar çoksa izlenme oranları o kadar yüksek! Bir de kültür programlarına bakalım diyeceğim ama artık kültür programı yok. Kimse para harcamıyor, harcasa da alıcısı yok artık.
Yani günah ve günah işlemek çok kârlı; sevap ve sevap işlemek kârlı değil. Kâr getiriyorsa, ahlaksızlık da ahlaktır. Kapitalist ahlak, kendini kâr ile tanımlıyor! Kapitalizm böyle bir şey.
İdeal olan, “insanı yaşatmaktır” der. Ama para getiriyorsa öldürebilirsin de…
Mantığı çok sağlam bu sistemin. Mantık tamamen kâr odaklı ve menfaat odaklıdır.
Irak işgalinde milyonlarca insan öldü. Suriye’de milyonlarca insan öldü. Gazze’de binlerce insan öldü deseniz, “Olsun ama biz kâr ettik!” derler.
Hepimiz insanız ama hepimiz aynı insan değiliz;
Zenginler daha çok insan, zengin olmayanlar daha az insan, fakirler ise “insanımsı” insan…
Kapitalizmin insan tanımı bu!
Kapitalist sistemin özü bu.
Ve İslam âlemi, Batı’nın icat ettiği bu kapitalist sistem kadar güçlü ve mantıklı bir sistem bulamazsa, sömürülmeye ve öldürülmeye devam edecektir.
Ali Şeriati, “Kendi ahlak anlayışımıza göre ekonomik bir model bulmalıyız.” derken bu çıkarımları kast ediyordu.
“İslam âlemi” derken, bu âlemin mensupları kendileri hariç herkese bakıyor. Bir kurtarıcı, bir kahraman bekliyor. Kahraman otururken çıkmaz; kahraman, yolda olanların içinden çıkar. Yola revan olanımız var mı?
Kendi hikâyemiz yok. Kendi hikâyemizi yazmazsak, başkasının bizim hakkımızda yazdığı hikâyede rol alırız.
Bu rol de genellikle köle ya da maraba rolüdür; efendisini seven, hatta sevmekle kalmayıp kutsayan mankurtlaşmış köle bir ruhun rolü…!
Kısaca: Kendi hikâyemizi kendimiz yazmalıyız.
Anadolu’da bin yıldır binlerce hikâye yazıldı. Şimdi neden yazılmasın?
Vira Bismillah diyelim, yeter ki!

“Öğretmen, öğrencisinin hatırlamasına vesile olandır.” diyor Sokrates.
Sokratik düşünceye göre, hakikat her insanda vardır, ama her insan hakikatin içinde olduğunu bilmez. Bu yüzden öğretmen, zaten öğrencinin içinde olan hakikati öğrenciye hatırlatan, “hakikati tanımış” kişidir der.
Öğretmen, öğrencisine “hakikat yoksunu” olduğunu ve bu yoksunluktan nasıl kurtulacağının yolunu açandır.
Sonuç olarak öğrenci, içinde gömülü olan hakikati hatırlar. Ve öğretmen, hakikati bulan öğrencisini kendi içine dönmesi için kendinden uzaklaştırır, mezun eder, icazet verir. Kendi içine dönen öğrenci, hakikati önceden bildiğini keşfetmez ama hakikatten yoksun olduğunu keşfeder. Öğretmen sadece vesiledir bu düşünceye göre. Çünkü hakikat yoksunluğunu sadece insan keşfeder; çünkü bütün dünya bilse dahi, o hakikati ancak insan keşfederse keşfetmiş olur.
Buna bizim kültürümüzde insanın içindeki “cevher”i keşfetmesi diyebiliriz. Yani geleceğin kâşiflerine bugünden rehberlik eden kâşif diyebiliriz.
Zaten Sokratik düşünce, bizim kadim kültürümüzde yadırganmamıştır. Hoca-talebe, mürşit ve mürit ilişkisinin temeline bakacak olursak ideal bir öğretici, insanı kendine tanıtır.
Yunus’un “İlim ilmi bilmektir, sen kendini bilmezsen bu nice okumaktır” dizelerindeki anlam bütünlüğü, Sokratik düşüncenin açılımıdır sanki.
İnsan, İslam fıtratı üzerine doğar. Kadim bilgisini bu felsefi düşünceye uyarlarsak; insanın içinde hakikat veya cevher -de diyebiliriz- zaten vardır. Onu ortaya çıkaracak, “hatırlatıcı”, “yol gösterici”, “öğreticiler” vesiledir, sadece vesile olmaktadır.
Kendi içinde saklı hakikatten habersiz yaşayanlar özgür olamazlar. Çünkü hakikatten uzak olan dışlanmıştır, dışlanan insan, ait olmak istemediği yerdedir. İstemediği yer, insan için Soma (hapishane)dir. İşte öğretmen, öğrenciyi bu hapishaneden kurtaran “kahraman”dır, kurtarıcıdır. Öğrenciyi cehaletten ve kendisinden kurtararak hakikat ummanına ışık tutan deniz feneridir.
Peki hakikat öğrenilen bir şey midir?
Hakikat ortada değildir; bu, onun olmadığı anlamına gelmez. Hakikati aramak, öğrenilebilir olduğu için aranır zaten…
Hakikati anlamak, sorularla ve sorulara verilen doğru cevaplarla bulunur. Öğretmen, öğrenciye soru sorarak ve cevaplama yetisini de öğreterek hakikat arayışına çıkar.
Fıtratında olan cevher diyelim ya da hakikati… Beraber çıkarırlar.
Sokrates, öğretmeni bir “ebe”ye benzetir. Sorularla doğurtur öğrenciyi der. Kendini de böyle tanımlar.
Öğrenci, kendi kendini harekete geçiremez, ivme kazanamaz. İşte öğretmen, öğrenciyi harekete geçirendir. Bu ömür boyu sürecek bir harekettir.
Bir ömür boyu sürecek bu hareketlilik sevgi olmadan olmaz. Öğretmen, öğrenciyi sevmelidir. Arayışın temeli sevgi olmalıdır.
Öğretmen ve öğrenci, öğreten-öğrenen ilişkisine dayandığı için eşit değildir. Eşit olmayan ilişkilerde sorun olur. Ancak sevgide farklılar eşit ve anlamlı hâle gelir. Dolayısıyla öğretmen, seven de olmalıdır, sevilen de…
Öğretmen, öğrenciye geçmişin tecrübesini bugün ile harmanlayıp geleceği inşa etmenin yollarını sunan rehberdir aynı zamanda.
Öğretmene, kültürümüzde peygamberden sonraki makamı vermişiz. “Âlimler peygamberlerin varisleridir.” sözü, “bilgi”nin yüceliğini göstermesi bakımından çok önemlidir.
Bilgi muhteşemdir, sahibini de muhteşem kılar. Ama bilgi, kendine kayıtsız kalan toplumlara da uğramaz. Bilginin uğramadığı topraklar çoraktır. Çorak toprakların bahçıvanı ve ıslah edicisi de öğretmendir.
Öğretmen, mimardır aynı zamanda. Toplumu bilgisiyle imar eder, mamur eder, imar eder ve bir umran meydana getirir.
Bir toplumun kültürü, o toplumda öğretmene verilen değerle ölçülür.
Bizlerin ölçü nedir bilmem ama kısaca bu yazıyı özetleyelim:
Öğretmen,
Vesiledir
Hatırlatıcıdır
Yol gösterendir
Hareket ettiricidir
Kurtarıcıdır
Sevendir
Sevilendir
Deniz feneridir
Rehberdir
Kâşiftir
Madencidir; cevheri çıkaran…
Okunmayacağını tahmin ederek böyle bir öğretmen tanımı yaptım.
Böyle öğretmenlerimizin çok olduğu kanaatindeyim.
Rutin dışına çıkarak öğretmenlerimin Öğretmenler Günü’nü böyle uzun ve sıkıcı bir yazıyla kutlamak istedim.
Evet…
Tüm öğretmenlerimizin günü kutlu olsun.
Yeni nesil her zaman olduğu gibi sizlerin eseri olacaktır.
Saygı ile.

Tüm medeniyetlerde, bilimi icra eden insanlar ve mensup olduğu kurumlar vardı. Babillilere baktığımızda; tapınaklar, rasathaneler hem bilimi üreten insanları barındıran hem de bilimsel faaliyetlerin üretildiği mekânlardır. Mısır’da da benzer şekilde tapınaklar ve piramitler — ki onlar da rasathanedir.
Platon’un Akademisi, Aristo’nun Lisesi gibi mekânlar her medeniyette bulunur. Bu durum Budist ve Çin dünyasında da böyledir.
Peki, İslam dünyasında nasıldı?
İslam dünyasına baktığımızda, yine benzer şekilde cami-tapınak ilk merkez yer olarak görülebilir. Ama öncelikle entelektüel faaliyetler yapan insanların evleri, o dönemde küçük birer akademidir.
Mesela, Nesâvî adlı matematikçi ve tabip, kendi evinde İbn-i Sina ile Birûnî’yi ağırlıyor ve onlar geldiği zaman etraftaki entelektüel faaliyet yapan insanları davet ederek karşılıklı fikir alışverişinde bulunuluyordu.
Benzer örnekler Fahreddin Râzî’nin seyahatlerinde de dikkati çekiyor. Özellikle entelektüel faaliyetler, meraklı sultanların ilgisi dolayısıyla saraylarda yürütülürdü.
“Medrese”, ders yapılan yer demektir.
İnsanlık tarihinde, bir medeniyette ortak dil ve aklın yaratılması — dolayısıyla bilginin toplumsallaşması — için eğitim açısından şimdiye dek icat edilmiş, geliştirilmiş en önemli kurumlardan biridir.
Medreselerin olumlu ve olumsuz tarafları ilk kurulduğu günden bu yana tartışılmıştır.
Mesela, İbn-i Ekfânî, eserinde medreseler kurulduğu zaman Mâveraünnehir’de ulemanın yaptığı protesto yürüyüşünden bahseder.
Belki de tarihte bilgiye ilişkin görülen ilk yürüyüştür bu:
Bir tabut alınır, içine hokka ve kalem konulur, üzerine cenazelerde kullanılan örtü örtülür ve üstüne “Kullu nefsin zâikatul mevt” (Her nefis ölümü tadıcıdır.) âyeti yazılır.
“İlim öldü”, çünkü ilim artık siyasetin kontrolüne girdiği için, ehil olmayan insanların eline düşecek;
ehil olmayanlar omurgasız insanlar olacaklar, bilginin haysiyetinden çok yöneticilerin haysiyetini gözetecekler… diye yürüyüş yapıyorlar.
Demek ki eskiden beri ilmin siyasetin baskısı altına girmesine âlimler tepki vermiş.
Bugün âlimlerimiz, bin yıl önceki âlimlerden daha geride demek..!
O dönemde padişah rektör atayamaz, müfredat belirleyemezdi.
Zira “Hoca ile öğrenci arasına metinden başka kimse giremezdi.”
Kısaca, “Tarihinin gerisinde kalmış bir milletiz.”
Âlimlerimiz de tarihimizin çok gerisinde..!

On beş yıl önce terörü bitirmek için birkaç başarısız deneme yapıldı; kimi “açılım” dedi, kimi “atılım” dedi, kimi de “saçılım” dedi. Saçılım diyenler haklı çıktı. Çünkü adalet, adalet saraylarından değil, çadırlarda tecelli etti!
Dağdan inen mimli teröristlere çadırda mahkeme kuruldu, çadırda affedildi, çadırda çiçekler verildi! Hâkimler, savcılar çadıra girdiler çadıra! Daha ne olsun ki! Yazınca, okuyunca bile insanın içi kanıyor!
Cezalar indirildi, törenler yapıldı, rengârenk çiçeklerle, “Megri Megri” türküleriyle duygulanıldı, ağlandı, sarmaş dolaş olundu, gözyaşları ve sümükler birbirine karıştı; Serok Barzani dendi, hatta Mesut Abi dendi, saz çalındı, türküler söylendi, vs. vs…
Tek eksikleri vardı: Dağdan inen teröriste plaket vermek! Eminim akıllarına gelmemiştir; gelseydi:
“Türk milletine yaşattığınız bunca acıdan dolayı bu plaketi size vermeye uygun gördük!” diye, onu da yaparlardı.
Teröristlere “Dağdan inin, ovada siyaset yapın” dendi… Dendi… Dendi de dendi!
Denmedik bir şey kalmadı. Terörist kulakların duymak istedikleri her şey dendi, vatansever insanların duymak istedikleri tek bir şey denmedi.
Bu süreç figüranların politik çıkarları için ileri bir tarihte tekrar kullanılmak üzere derin dondurucuya atıldı.
Velhasıl geldik günümüze…
“Terörsüz Türkiye” mottosuyla, Amerika patentli yeni bir “açılım” kondu önümüze.
İsmi lazım değil bir siyasi parti liderinin salı grup konuşmasından sonra, gözümüzü çarşamba sabahına açtık, bir baktık ki ne görelim:
“Aa terör bitmiş, kırk yılda, elli bin şehide sebep olan Kürt ve terör sorunu çözülmüş, Öcalan olmuş yine Sayın Öcalan…”
Madem bu kadar kolaydı da; teröristine, Dem’lisine, demsizine, İP’lisine İP’sizine, Öcalan’ına, Öcalmış’ına sözünüz geçiyordu da şimdiye kadar neredeydin be adam, demezler mi adama?
Gerçekten neredeydin? Sendeki bu ne aşk, bu ne sevda, bu ne merhamet…
Seninki artık sevda da değil, seninki karasevda! Öyle tatlı tatlı “sayın Öcalan”, “sayın kurucu önder” diyorsun ki, gören ağzında bal var sanır!
İkinizin muhabbeti, rahmetli Kayahan’ın “Bizimkisi Bir Aşk Hikayesi” şarkısını hatırlatıyor!
Ya canımızı acıtmasa sorun yok aslında, ne haliniz varsa görün.
Ancak canımız acıyor ve sizin bu aşkınız meşru değil!
Gayrimeşru ilişkilerle meşru hedeflere varılmaz!
Devletin bekasını hiçe sayıyorsunuz!
Sanki dağdaki silah arkadaşları gibisin!
Resimlerini, posterlerini okşuyorsun, seviyorsun.
Bizi çok şaşırtıyorsun; sendeki bu insan sevgisi bize niye hiç uğramıyor?
Ankara’nın orta yerine düşen ateş, Sinan Ateş seni neden yakmadı?
Teröristlere gösterdiğin merhameti, Sinan Ateş’in yetimlerine neden göstermedin?
Onların posterlerini okşadığın gibi, o yetimin başını neden okşamadın?
Aç kurtların önüne attın ailesini!
Şaşkınız! Dilimiz damağımıza yapışıyor şaşkınlıktan!
Gösterdiğin merhamet ve sevgiye bakınca;
Aranızda bir illiyet bağı olmalı!
Muhabbetiniz daim olsun, ne diyelim!
Bu cihanda berabersiniz, inşallah öteki dünyada da beraber olursunuz!
Kiminle mi?
Sayın Kurucu Önder ile…
Vesselam.

Yeryüzünde kapladığımız yeri anlamak ve anlamlandırmak zorundayız. Kendimizi anlayamıyoruz; anlayamadığımız için de anlamlandıramıyoruz. Anlamak için tanımak ve bilmek lazım.
Anladıktan sonra da anladığımızı “anlamlandırmak” işin kemal noktasıdır.
Hep başkasının gözüyle tanımlıyoruz kendimizi. Sağlıksız ve kompleks yüklü bir acziyet bu!
İşte bundan dolayı bir sorunla karşılaştığımızda gözümüz ve kulağımız dışarıda!
Tarihe bakıldığında utanılacak bir durum.
Oysa bin yıl tüm İslam âleminin sorunları Anadolu’da üretilen bilgi ve tecrübeyle çözüldü.
Bu tecrübenin içinde Roma tecrübesi vardı, Sasani tecrübesi vardı, Hint tecrübesi vardı. Tüm bu kadim tecrübeleri dışlamadan, ötekileştirmeden kendi kültürümüzle harmanlayıp bir medeniyet kurduk.
Selçuklu medeniyeti, Osmanlı medeniyeti tanımlamalarını kullansak abartmış olmayız.
Veya Türk-İslam medeniyeti gibi daha kapsamlı tanımlar da kullanabiliriz.
Sorun çözücü ve operasyonel bir devlet anlayışımız vardı.
Oluşturulan medeniyet havuzuna tüm kültürlerin de kendilerine yer bulacağı makul bir ortam sağlandı.
Her millet, her kültür bu devleti “benim devletim” anlayışıyla içselleştirdi.
İmparatorluk böyle bir şey…!
Böyle bir tarihi tecrübesi var bu toprakların.
Var ama hâlâ sorunlarımızı başkasından görüp duyduklarımızla çözmeye çalışıyoruz.
Gırtlağa kadar acziyet bu!
Anadolu toprağının tecrübesi var.
Yaşadığımız kültürel ve dini sorunlarımızın çözümünü kimisi İran’dan arıyor, kimisi Mısır’dan, kimisi Suriye’den, kimisi Amerika’dan ve Batı’dan arıyor.
Bin yıllık bu toprakların tecrübesi ne oldu, tarihin dibine mi battı!?
Biz Türk tarih tecrübesini düşünmenin konusu kılmazsak bizden adam olmaz!
Yeniden millet olma becerisini gösteremeyiz, yeniden bir arada ortak bir ufka yürüyemeyiz.
Ve hiçbir işi halledemeyiz!
Önce kendi tarihî tecrübemizi düşüncenin konusu kılacağız; övgünün değil, sövgünün değil…
Tarihimiz övgüden ve sövgüden ibaret…
Övgü ve sövgü işaret vermez bize, bilgi vermez.
Yani bir yeri işaret etmez bize; sadece duygusal bir tatmin verir.
Lanet bilgi üretmez.
Bize övgü ve sövgü değil, bilgi lazım.
Bilgi olmadan işaretlerin anlamını anlayamayız.
“İnsan = Bilgi” diyor Hz. Ali…
Bilgiyle aramızı bozduğumuz zaman, bilgi bizden intikamını alır…
Anlatısı olmayan milletlerin teklifi olmaz.
Din bir anlatıdır mesela…
Fetih bir anlatıdır.
Anadolu’ya geldiğimizde bir anlatımız vardı.
Anadolu’da yaşayanlar bu anlatıya katıldılar.
Ermenisi katıldı, Rumu katıldı…
Türk devlet geleneğinde siyasi anlatı çok önemlidir.
Hatta yer yer din bile bu anlatının gerisinde kalmıştır.
Tarih ile problemi olan bir millet iflah olmaz. Yakın ya da uzak tarih fark etmez.
Neden?
Çünkü:
Bir anlatı inşa edemediğimiz için,
Başkasının bizim için uygun gördüğü teşhis ve tedaviyi uyguladığımız için kendimizi iyileştiremiyoruz!
Reçetemiz ya İran’dan, ya Mısır’dan, ya Suriye’den, ya Batı’dan geldiği için…
İnsanlığın hafızasıyla problemi olan bir millet, medeniyet kuramaz!
Vesselam.

Yargıya güvenin zedelendiği, liyakat tartışmalarının devletin her kademesini sardığı, sosyal medyada ifade özgürlüğü ile denetim arasındaki sınırların tartışıldığı, OHAL ve KHK mağduriyetlerinin hâlâ gündemde olduğu bir dönemde Millet Partisi Genel Başkanı Cuma Nacar sert konuşuyor:
“Adaletin öldüğü gün devlet de ölür!”
Dördüncü bölümde; yargı bağımsızlığını garanti altına alacak anayasal değişikliklerden, liyakat esaslı kamu yönetimi modeline; sosyal medyada özgürlük–denetim dengesinden OHAL mağdurlarının haklarının iadesine kadar çarpıcı başlıklar masaya yatırılıyor.
Türkiye’de adalet sistemine güvenin azaldığı söyleniyor. Yargı bağımsızlığını güçlendirmek için hangi anayasal veya yasal düzenlemeleri öncelikle gündeme alırsınız?
Cuma NACAR:
Hazreti Ali’ye atfedilen “Devletin dini adalettir” sözü çok önemli bir gerçeği ortaya koymaktadır. Çünkü devletler ancak adaletle var olur ve varlığını sürdürür. Bu nedenledir ki “Adalet mülkün temelidir” denmiş ve mahkemelerin duvarları da bu sözle bezenmiştir.
İstanbul’u fethederek Bizans’ı tarihin çöplüğüne atan, bir çağı kapatıp bir çağı açan Fatih Sultan Mehmet Han “Aklı öldürürsen, ahlak da ölür. Akıl ve ahlak öldüğünde millet bölünür. Kadı’yı satın aldığın gün adalet ölür. Adaleti öldürdüğün gün devlet de ölür” diyerek adaletin yok oluşu ile devletin de yok olacağına işaret etmiştir.
Adalet tüm insanların din, dil, etnik köken, mezhep veya herhangi bir kimlik değerinden bağımsız olarak eşit muamele gördüğü bir düzeni ifade eder. Bu düzen, özgürce yaşama hakkını, hukukun üstünlüğünü ve anayasal demokrasi çerçevesinde bireyin temel hak ve hürriyetlerini garanti altına alır.
Bu nedenle Millet Partisi iktidarında, adalet mülkün gerçekten temeli olacak, adaletin yerini bulması için yargı mensuplarının kanunları uygulamada yeterli donanıma sahip olmaları ve sadece vicdanlarının sesini dinleyerek karar vermeleri sağlanacaktır.
MP iktidarında bu manada aşağıdaki önlemler alınacaktır.
Böylece Türkiye Cumhuriyeti Devletinin insan hak ve hürriyetlerine dayalı tam bir hukuk devleti olması sağlanacaktır.
Kamu yönetiminde liyakat tartışmaları yoğun. Millet Partisi devlet kadrolarında liyakati garanti altına almak için nasıl bir sistem öneriyor?
Cuma NACAR:
Yönetimden maksat; aklın ve bilimin rehberliğinde mal ve hizmet üreterek topluma sunan üretici ile bu hizmet ve ürünü kullananların memnun olduğu süreçten bahsediyoruz demektir. Bu süreçten yöneten ve yönetilenlerin memnun olması için beş temel sütun üzerine kurulacak bir sistemin işliyor olması gerekir.
Sistemin üzerine kurulacak beş temel ilke: 1- Adalet, 2-Ehliyet, 3-İstişare, 4-Maslahat (Bireysel çıkar yerine kamunun çıkarını önceleme, bir şeyin amaca uygun özellikte olmasını temin, fesadın ortadan kaldırılması, iyi, uygun, yararlı ve iyi olana ulaştıran çaba), 5-Emanet.
Bu ilkelerin ilki olan adalet, hukukun güvencesi altındadır. Ve adalet üzerine kurulu sistem, bireylerin sahip olduğu temel hak ve hürriyetlerin hukukun güvencesi altında korunduğu bir yapıyı gerektirir.
Bu ilkelerin altını bu manada doğru dolduran ülkeler, refah toplumu olma yolunda önemli mesafeler kat etmiş ve kat etmektedirler. MP iktidarında bu temel sütunlar esas alınarak yönetim icra edilecek ve refah toplumu olma yolunda kısa sürede önemli kazanımlar sağlanacaktır.
Bugün ne acıdır ki; ülkemizin yönetimi ehliyetsiz bir insanın araba kullanması gibidir. Kurallar ve kurumların kültürel birikimi rafa kaldırılmıştır adeta. Devlet Planlama Teşkilatı gibi önemli bir kurum kapatılmıştır. Bakanlıkların sigortası konumundaki Müsteşarlık makamları kaldırılmıştır.
Kadim kültürümüzde; “Emaneti ehline veriniz, yoksa kıyameti bekleyiniz” denmiştir. Kastedilen, gelmesi muhakkak olan o kıyamet değil şüphesiz. Zira insanın bir kıyameti olduğu gibi devletin de milletin de bir kıyameti vardır. İnsanın kıyameti ölümü, devletin kıyameti yıkılması, milletin kıyameti ise yok olmasıdır.
Ehliyetsiz ve liyakatsiz insanların elinde devlet yönetimi ile ülkemizin geldiği durum ortadadır. Bu durumdan çıkışın ilk şartı emaneti ehline vermektir. Bunun da şartı yönetim konusunda bilgi çağının gerektirdiği bilgi, beceri ve tutum/değer boyutunda donanımlı insan yetiştirmektir. Şeyh Edebali’nin “İnsanı yaşat ki devlet yaşasın” dediği gibi insanı yaşatmak, yani insanı bilginin yanında, ahlak ve erdem sahibi kılmak gerekir.
Devlet yönetiminde akıl, bilim ve ahlaki kuralları esas almak zorunluluğu vardır. Akıl, bilim ve ahlakın işaret ettiği yönetim adaleti hedefler. Adaletle yönetmiyorsanız zulümle yönetiyorsunuz demektir. Yukarıda da belirtildiği üzere yönetimde adalet, ehliyet, istişare, maslahat ve emanet ilkeleri esas olacaktır. Bunun yolu da karar mekanizmalarına ehil insanların, liyakat sahibi, görevin hakkını verecek donanımlı insanların getirilmesi sağlanacaktır. Bu konuda taviz verilmeyecektir.
Sosyal medyanın denetimi ve ifade özgürlüğü sık sık tartışılıyor. Özgürlüğü koruyup dezenformasyonla mücadeleyi nasıl dengelemeyi planlıyorsunuz?
Cuma NACAR:
Sosyal medya denilen iletişim amaçlı mecraların neredeyse tamamı yabancı kökenli olup, bunlara her yaştan ve her kesimden insanlar serbestçe ve ücretsiz olarak erişip kullanmaktadır. Sosyal medyada herkes bir sesli, yazılı mesaj, resim ve videolar yükleyip paylaşmaktadır.
İletişim aracı olan bu mecraların, kişisel veya kurumsal tanıtım ya da tatmin amacıyla kullanılması, sosyal ve siyasi mesaj verme gayretleri yanında istenmeyen içerikler de paylaşılmaktadır. Bu bağlamda doğal olarak konunun denetim fonksiyonu gündeme gelmektedir.
Sosyal medyanın denetimi ile bireyin ifade özgürlüğü arasında denge kurmak önemli bir konu. Zira bir yandan yanlış bilgi ve nefret söylemi gibi tehditlerle mücadele edilmesi gerekirken, öte yandan bireylerin fikirlerini özgürce ifade edebilmesini sağlamak gerekiyor. Bu dengeyi kurabilmek için öncelikle denetim mekanizmalarının siyasi baskılardan uzak olması gerekir. Aynı zamanda sistem şeffaf/açık bir şekilde yürütülmelidir. Bu manada keyfi sansür uygulamalarından kaçınılmalıdır. Açıklık bağlamında birlikte yaşama kültürünü olumlu/olumsuz etkileyecek neyin paylaşılıp, neyin paylaşılmayacağı açık ve net şekilde ortaya konulmalıdır.
Diğer taraftan: Medya okuryazarlığı eğitimi ile bireylerin bilgiye eleştirel yaklaşması teşvik edilmelidir. Algoritmaların nasıl çalıştığı ve içeriklerin nasıl yayıldığı hakkında topluma bilgi verilmelidir.
Sosyal medya kuruluşları, dezenformasyonu yayan içeriklere karşı daha aktif ve sorumlu davranmalıdır. Ancak bu müdahaleler kullanıcıların ifade özgürlüğünü keyfi şekilde kısıtlamayacak ve bağımsız denetime açık olacaktır.
Sosyal medyada içerik denetimi kararları için bağımsız bir itiraz ve denetim mekanizması kurulacaktır. Sosyal medya kullanıcıları, içeriklerinin kaldırılması ya da hesaplarının kapatılması gibi işlemlere karşı başvuru hakkına sahip olacaklardır.
Düşünce ve ifade özgürlüğü, demokratik toplumların temelidir. Ancak bu özgürlük sınırsız değildir. Dezenformasyon kamu düzenini, toplumsal barışı ve birey haklarını tehdit edebilir. Dolayısıyla özgürlüğü korurken, toplumsal hayatın dirlik ve düzenini koruma sorumluluğu arasında hassas bir denge kurulması gerekir. Bu denge, ancak şeffaflık, hukuk devleti ilkeleri ve katılımcı politika yapımıyla mümkün olabilir.
MP iktidarında bu konuda gerekli tedbirler, tarafların katılımı ile ve farkındalık oluşturularak bireyin ifade özgürlüğü ile toplumun hak ve hukuku dengelenecektir.
OHAL ve KHK süreçlerinden sonra birçok vatandaşın hak kayıpları oldu. İlk 100 günde bu kayıpları gidermek için hangi somut adımları atarsınız?
Cuma NACAR:
15 Temmuz hain darbe girişimi ile Türk Kamu Yönetimi OHAL ve KHK ile tekrar karşılaşmıştır. OHAL ve KHK uygulama sürecinde çok sayıda vatandaşımızın hak kayıpları yaşadığı gerçektir. Aslında OHAL yönetimde istisnai bir süreçtir. Ancak OHAL ve KHK Türkiye’de olağan yönetim süreci olarak yaşanmış ve yaşanmaktadır.
Diğer taraftan 15 Temmuz öncesinde 10 yıl süren Ergenekon/Balyoz davalarında onlarca üst rütbeli Türk Silahlı Kuvvetleri mensubu mağdur olmuştur. Bu davalarda 335’i tutuklu, 408’i tutuksuz olmak üzere toplam 743 subay yargılanmıştır(2). Bunların içinde, biri emekli Genel Kurmay Başkanı olmak üzere 68’i general rütbesinde görev yapan askerlerdir. Yine tutuklanan 125 albaydan 87’sinin ordunun geleceğindeki komuta kademesini oluşturması beklenen kurmaylardan oluştuğu düşünüldüğünde bu süreçte TSK’nın aldığı yaranın boyutu ortaya çıkmaktadır.
Aralarında suçlandıkları konuları gururlarına yediremeyip intihar edenler, hastalanıp hayatını kaybedenler olmuştur. Bu konuda da büyük dramlar yaşanmıştır. 10 küsur yıl süren Ergenekon/Balyoz davası sonunda “böyle bir örgüt yokmuş” diyerek adalet süreci kapanan ancak açtığı yaraları kapanmayan bir garabet süreçte ne yazık ki kaybeden TSK ve yurdum insanı olmuştur.
Şurası iyi bilinmektedir ki 15 Temmuz sonrasında OHAL ve KHK uygulamaları ile rövanşist mantıkla harekete geçilmiştir. Bu süreçte de Türk Ordusunun komuta kademesi büyük yara almış ve ardından Türk tipi başkanlık sistemine geçilmiştir. Türk tipi başkanlık sistemi ile yasama, yürütme ve yargı tek elde toplanmış ve kuvvetler birliği uygulaması hakim kılınmıştır.
MP iktidarında yargı mekanizmasının bağımsız ve tarafsız işlemesi temel öncelik olacaktır. Hukukun üstünlüğünde yasama, yürütme ve yargıda güçler ayrılığı süreci başlatılacak, denge ve denetim vazgeçilmezimiz olacaktır.
Yargıda berat kararı alan kişi ve kurumların hak kayıpları kesinlikle telafi edilecektir.
Röportaj dizimizin beşinci ve son perdesinde Millet Partisi’nin milliyetçilik anlayışını, Muhteşem Türkiye vizyonunu ve dış politikadaki sert çıkışlarını bulacaksınız.
En dikkat çekici bölümlerden biri de hiç şüphesiz Filistin olacak. Cuma Nacar’ın İsrail’e karşı önerdiği nota, ambargo ve İslam ülkelerine ortak tavır çağrısı çok tartışılacak.
Final bölümünde “Muhteşem Türkiye” idealini ve dış politikada sert mesajları kaçırmayın!

Pers İmparatoru Kambis, Mısır seferine çıkarken zaferinden emindi. Çünkü bütün kâhinler ittifak halindeydi.
“Zühre yıldızı” demişlerdi hep bir ağızdan; “İmparatorun burcuna girdi. Mısır’ın fethi yakındı.”
Öyle de oldu. Kırk gün kırk gece sürer Nil’in yanı başındaki savaş. Ve Mısır düşer.
Ama önceden müjdelenmiş bu fetih acımasız Pers İmparatoru’na kâfi gelmez.
Merkiz Kalesi’nin önüne bir otağ kurdurur ve mağlup Mısır Kralı Kısamelutu huzuruna çağırtır. Amacı bellidir: mağlup kralı daha da aşağılamak.
Muzaffer Pers alayları otağın önünden geçer önce. Ardından mağlup Mısır ordusunun generalleri; başları önde ve yüzlerinde horlanmanın utancı… Generalleri öteki rütbeli askerler izler; süngüsü düşmüş Mısır ordusunun sefil artıkları… Hangi kral bu utanç verici manzara karşısında aşağılanmanın ezikliğini duymaz ki?
Oysa Mısır Kralı yüzünü kırpmamıştı. Öylesine gururludur, öylesine soğukkanlı… Perişan bir halde önünden geçen ordu sanki kendi ordusu değilmiş gibi.
Sonra kralın sevgili kızı, Mısır prensesi geçer otağın önünden; beş paralık bir cariye kılığında. Pers ordusunun çirkin bir aşçı yamağı saçlarından tutup sürükler prensesi. Bunu gören Mısır ahalisinin acı çığlığı yeri göğü inletir. Hangi yürek, o güzeller güzeli prensesi böyle bir düşmüşlük içinde görmeye katlanabilir?
Fakat Mısır kralının kılı dahi kıpırdamamıştır. Bir aşçı yamağının cariyesi olan kız sanki kendi kızı değilmiş gibi…
Az sonra kralın biricik oğlu, veliaht prens geçer otağın önünden… Kolları bağlı, ayakları prangalı; iki yanında dağ gibi birer Pers askeri. Darağacına doğru sürüklerler veliaht prensi ve hemen oracıkta idam ederler.
Fakat kral kılını bile kıpırdatmaz. Az önce idam edilen oğul sanki kendi oğlu değilmiş gibi…
Sonunda hizmetçisi geçer otağın önünden. Mısır Kralı yerden yere atar kendisini. Hizmetçisini zincire vurulmuş görünce acımasızca yumruklar göğsünü, dövündükçe dövünür, iki gözü iki çeşme…
Pers İmparatoru hem memnundur bu manzaradan hem de hayretler içindedir… Ordusunu, kızını, oğlunu, ülkesini, her şeyini kaybetmiş kral soğukkanlılığını korur da; maiyetinde en değersiz kişinin hizmetçisinin perişanlığını gördüğünde böylesine yıkılmıştır.
Neden?
Çünkü insan en değersiz şeyini kaybedince, her şeyi kaybettiğini anlar.
İdeallerinizi gerçekleştiremiyorsanız, gerçeklerinizi idealleştirin.

Modern zamanın önümüze çıkardığı sorunları geleneksel yöntemlerle çözmek, geleneksel sorunlarımızı da modern araçlarla çözmek gibi bir alışkanlığımız var. Anlam ve değer dünyamızın dağınıklığı, dünya resmimizin olmaması bizi kucağımızdaki sorunlarla baş başa bırakıyor. Yeni bir şey değil. İki asırdır içinde dağılıp durduğumuz sorunların kaynağı “anlam ve değer” dünyamızdaki dağınıklıktır… İki asırdır var olmayı denedik, hâlâ deniyoruz… Yolun sonu belli… Çıkmaz sokak. Bu çıkmaz sokakta iki asırdır bir ileri bir geri giderek yön bulmaya çalışıyoruz. Tüm bu beceriksizliğimizin ağırlığı altında ezildiğimizde karşı bir savunma mekanizması geliştirdi son yüzyılda… Mensup olduğumuz medeniyeti yermek… Hem de vicdansızca ve bilgisizce… Mensubiyet mesuliyet gerektirir. Mesuliyet sorumluluğu, sorumluluk çalışmayı… Hepsinden uzağız, çalışmak ve üretmek en zor iş. Bu yüzden en iyisi “tarihe çatmak”…
İçinde boğulduğumuz sorunları sanki hepsini çözdük, hiç sorunumuz yok, tek bir sorunumuz: “Selçuklu ve Osmanlı’nın resmî dili neden Farsça, neden Arapça?” Bu bağlamda hareketle “Osmanlı Türkleri sevmezdi, Selçuklu Türkleri sevmezdi, Arap hayranlıkları vardı” gibi deli saçması varsayımlarla kendimize “entelektüel kimlik” inşa etmeye çalışıyoruz.
Selçuklular 960’da Cend’e indiklerinde yurtları yoktu. İslâm medeniyetinin ortasına gelip yerleşmişlerdir. Selçuk Bey akıllı ve ferasetli bir liderdi. Dışarıdan büyük bir medeniyete girmenin üç yolu vardır: Ya Moğollar gibi yakıp yıkıp gireceksiniz, ya o medeniyet içinde erimeyi göze alıp gireceksiniz ya da Selçuklular gibi içeri girip erimeden kalacaksınız.
Selçuklular en zoruna talip olmuşlar; İslam medeniyetine girdiler ama diğer kavimler, diğer Oğuzlar gibi yok olup gitmediler. “İslâm medeniyeti bir çay ise Selçuklular o çaya girdiler, eridiler ama yok olmadılar; çayın da tadını değiştirdiler.” diyor bir düşünür.
Selçuklular Cend’e indiklerinde, içinde bulundukları medeniyet yaklaşık 500 yıllık büyük bir medeniyetti. Dünyada yapılan tüm bilimsel ve felsefî metinlerin hepsi tercüme edilmiş, Arapça gelişmiş, Kindi’ler, Farabi’ler çıkmış, İbn-i Sinalar meydanda çatır çatır eser veriyor…
Selçuklular bu zamanda neler yapıyor? Bu çok önemli bir sorudur. Selçuklular izliyor, tartıyor, coğrafyayı tanıyor ve: “Ben nasıl yönetirim bu coğrafyayı?” diyor, hesap kitap yapıyor. Elindeki insan malzemesine bakıyor; yeterli değil. Konuştukları dile bakıyor; yeterli değil. Pragmatist davranıyor, teşkilatlanmaya ve organize olmaya önem veriyor. Bu atılan temelle, kendinden yaklaşık yüz yıl sonra nesli 1040’ta Dandanakan Savaşı’yla sahneye çıkıyor, Büyük Selçuklu Devleti’ni kuruyor.
Mevcut medeniyete ve kurumların hiçbirine karşı çıkmadan olduğu gibi alıyor. Arapça; resmi dil, bilimin ve felsefenin dili… Türkçe diye bir dil yok ortada henüz. Tuğrul Bey, İslam âleminin dağınıklığını “ortak dil” inşa ederek kurmayı amaçlıyor. Ama bu dilin içinde Türkçe yok. Çünkü henüz Türk yok o coğrafyada… “Ortak dil”, sonra “ortak akıl” ve “ortak vicdan”ı oluşturup, İslam dünyasının lideri konumuna geliyor. 1100’lü yıllara gelindiğinde, bilimde ve felsefede büyük yüzler ortaya çıkmaya başlıyor Selçukluların himayesinde.
1200’lü yıllar, bilimde ve felsefede adeta bir Türk asrı olmuştur. İslam âleminde yazılan eserlerin yüzde doksanı, 1200 ile 1300 arasında yazılmıştır.
Peki, Selçuklular Türkçeyi neden kullanmadı? Hâkim olduğu coğrafyanın ancak yüzde onu Türk’tü. Nasıl Türkçe konuşulsun? O zamana kadar yazılmış ne bir Türkçe felsefe metni, ne Türkçe bir matematik kitabı, ne de bir astronomi kitabı vardı. Edebiyatın dili Farsça, bilim ve felsefenin dili Arapça idi. Türkçeyi bunların karşısına nasıl konumlandıracaktı?
Yazı, M.Ö. 3200 yılında bulunmuş. M.Ö. 7. yüzyılda yazılmış Homeros’un eserleri var. Araplar 700’lü yıllarda başlamışlar tercüme metinlerine. Farslar eski bir medeniyet… Dolayısıyla dil ile başa çıkmak mümkün değildi. Onlar mümkün olanı yaptı. Türk aklını İslam’la mayaladıktan sonra, bu coğrafyada Acem ateşi içinde yanmadan o ateşi de kontrol altına aldı. İşte Türklük bu idi… Tüm İslam âlemini kültürel olarak yakıp kavuran Acem ateşini kontrol altında tutmak…
Bu zor olanı yapabilen mümkün olsaydı, eminim ki Türkçeyi de resmî dil yapar, bilimin ve felsefenin dili hâline getirirdi. Öyle ki, o dönemde Türklük bir şahs-ı manevî olmuştu. Yapılan en zor ve en güzel işler hep Türklere mal edilirdi. Ki öyleydi de… Selahaddin Eyyubi bile Yemen seferine “El-Harekat-ı Oğuziye” ismini vermişti. Oğuz gibi, yani Türk gibi olmak…
Yönetimin hakkını vermişler. Rasyonalist davranmışlar. Günümüzde olduğu gibi “entelektüel kompleksleri” yok. Hangi sorunu neyle, nasıl çözebiliyorlarsa onu yapmışlardır.
Tarihimizde ilk aklı başında yazılı Türkçe metin, ancak 1274’te Yunus Emre’nin şiirlerinde olmuştur. Mutlu oluyoruz Türkçe ve Yunus Emre denilince… Acı ama gerçek olan şu olguyu da aklımızda tutalım: Yunus Emre’nin 1274’te şiirleri bir araya toplandı. Oysa yazı, M.Ö. 3200 yılında bulundu. 4700 yıllık bir gecikme… Evet, acı ama ne yapalım – gerçeğimiz bu. Tüm bunları bilerek bir entelektüel kimlik inşa etme zorunluluğumuz var.
“Selçuklular, koskoca bir imparatorluk kurmuşlar; Oğuzların arasında konuşulan, Oğuzca denilen dilimi resmi dil yapacaklardı?” sorusu can acıtıcı bir sorudur. Bu sorunun cevaplarını vermek durumundayız.
Osmanlılar, Selçuklular kadar talihli değillerdi. Zira Selçuklular, 500 yıllık bir İslâm medeniyeti içinde var oldular. Ama Osmanlı öyle değildi. Batı Anadolu henüz İslam’la tanışmamıştı. Kuruluş döneminde Osmanlı halkının yüzde yetmişi gayrimüslimdi. Yüzde otuzluk Müslüman kesim ise değişik mezhep ve inançlara sahipti. Kısaca Osmanlı’nın işi Batı Anadolu’da çok zordu.
Bizans surlarının hemen dışında kurulan bir beylik… Beylik ama devlet rüyası gören bir beylik… Osmanlıyı sadece çadırdan ibaret sanmak yanılgıların en büyüğü olur. Tarihi tecrübeleri hep heybelerinde taşımışlar. Yeri ve zamanı beklemeyi bilmişler. 1299’da kurulduğundan kısa bir süre sonra, hemen kurumsallaşmaya başlamıştır. Orhan Gazi, 1337’de İznik’te ilk medreseyi kurmuş. Medresenin başına getirdiği kişi, Selçuklu devlet geleneğini sindirmiş, Anadolu irfanına en uygun şahsiyet olan Davud-i Kayseri’yi getirmiştir.
Büyük bir devlet rüyası var. Bunun için hukuk bilen ve şehirlerde, kasabalarda kadılık yapacak, yöneticilik yapacak adamlara ihtiyaç var. Medreseler, onlarca yıl hukukçu yani fakih yetiştirmişler. Bilim ve felsefe çalışmaları başlamış. Bilimin dili hâlâ Arapça tabii. Ama o dönemde dikkat edilmesi gereken konu Türkçenin “terim” yoksunluğu meselesidir.
Türkçe terim bakımından yoksul olduğu için henüz bilimde ve felsefede kullanılamıyor. Bir mantık kitabını mesela Türkçe yazmak mümkün değildi. Ama I. Murad’la beraber Türkçeleşme hareketi başlatılmış; yavaş yavaş “pratik bilimler” Türkçe yazılmaya başlanmıştır.
Ordunun dili her zaman sorun olmuştur. Onlarca değişik milletten teşkil edilen bir ordu, ancak 1502 tarihinde Türkçe konuşmaya başlamıştır. Türkçede bu tarih milât olmuştur. Bu tarihten sonra yazılan çoğu eser Türkçedir. Artık astronomi ve matematik kitapları Türkçe yazılmaya başlamıştır. Şiirde ve edebiyatta da Türkçe kendini göstermiştir. Fuzuli bu dönemin şairidir. Nesirde Sinan Paşa gibi bir dev çıkmış; Türkçenin yolunu açmıştır.
1500’lü yılların ikinci yarısından itibaren Osmanlı entelektüel ve şairleri, hemen hemen tüm eserlerini Türkçe yazmaya başlamıştır. Dil konusunda o kadar çok kendilerine güven gelmiştir ki, şair Nevâî: “Ne Acemi, ne Farsı, Acem gelsin şiir nasıl yazılır, nesir nasıl yazılır bizden öğrensinler.” demiştir.
Hülasa, bir dilin gelişmesi birkaç yıllık birikimle olmaz. 1299’dan 1500 yılına kadar, yaklaşık 300 yıllık bir serüvenin sonucunda bir dil kendini oluşturmuş.
Dil konusunda hassas olan “tatlı su milliyetçileri”nin, kucaklarında biriken sorunlara tarihsel tecrübe ve şimdinin imkânlarıyla en ufak bir çözüm sunamamaları, tamamen kendi tembelliklerinden kaynaklanmaktadır. Tüm yükü, tüm suçu tarihe atmak ve sorumluluktan kurtulma çabasında olanlara, Farabi’nin ifadesiyle hitap etmeliyiz: “Nevabit…” Ayrık otu…

Millet Partisi Genel Başkanı Cuma Nacar ile 5 Bölümlük Büyük Röportaj Dizisinin İlk Perdesi!
Türkiye zor bir dönemeçten geçiyor. Genç işsizlik rekor kırıyor, eğitim sistemi sürekli değişiyor, tarım çöküşte, enerji bağımlılığı kırılganlığı artırıyor, deprem gerçeği ise her an kapıda. Siyasetin ve devletin çözüm üretmekte zorlandığı bu tablo karşısında, Millet Partisi (MP) Genel Başkanı Cuma Nacar ile masaya oturduk.
Sorularımız sert, yanıtlar net oldu. Ekonomiden hukuka, milliyetçilikten dış politikaya uzanan geniş bir yelpazede, Millet Partisi’nin çözüm reçetelerini konuştuk. Röportajımızı 5 bölüm halinde yayımlıyoruz. Her bölümde farklı bir alana odaklanacak, çarpıcı başlıkları doğrudan MP Genel Başkanı ağzından aktaracağız.
İlk bölümde Türkiye’nin sosyo–ekonomik sorunlarını masaya yatırıyoruz. Millet Partisi Genel Başkanı Cuma Nacar, “Türkiye’nin çözülemeyecek problemi yoktur” diyerek iddialı bir çıkış yapıyor. En çok da gençlere sesleniyor: “Üniversite şartlanmışlığını kıracağız, meslek liselerini eski ihtişamına kavuşturacağız. Gençler ülkesini terk etmeyecek, beyin göçü bitecek!”
SORU: Efendim hoşgeldiniz. Okurlarımız adına yönelttiğimiz sorulara net ve samimi cevaplar vereceğinizi ümit ediyoruz. Millet partisini konumlandıracak olursak, nereye konumlandırabiliriz? Kimdir Millet Partisi?
CEVAP: Biz Millet Partisi (MP) kadroları olarak gücümüzü bu Aziz Milletten; azim, karar ve heyecanımızı ise insanlığın yüz akı tarihi yazan kahraman ecdadımızdan alıyoruz.
Bu bağlamda Türkiye’nin problemlerinin halli konusunda Bilge Lider Rahmetli Aykut EDİBALİ‘nin şu sözünü kendimize düstur edinmişiz. “Türkiye’nin çözülemeyecek problemi yoktur… Bunun için dürüst, samimi, çalışkan ve cesur olmak yeterli ve gereklidir.”
Bizim MP kadroları olarak bu ahlaki meziyetlerden şüphemiz yok. Onun için Türkiye’nin problemlerinin çözümü Millet Partisinin ehliyetli kadroları eliyle kolay olacaktır.
Bu bağlamda soruları cevaplandırmadan önce Millet Partisinin Siyasi Arenada Kendini Nereye Konumlandırdığını belirtirsek cevaplar daha anlamlı olur diye düşünüyorum.
MP siyasi arenada;
MP, Türk ve İslam kültürü ile insan hakları bağlamında, evrensel insanlık kazanımlarının kesiştiği noktadadır…
MP, tam olarak idealizmle vatanseverliğin, aklın ve bilimin buluştuğu yerdedir …
MP, ülke ve insanlık problemlerine çözümlerin üretildiği mevkidedir,
MP, İnsan sevgisi, millet sevgisi ile hak ve hukukun, doğruluğun bağlandığı yerdedir…
MP, Türk milletinin varlık ve geleceğinin, güçlü ileri mutlu Türkiye hedefiyle «Muhteşem Türkiye» idealinin, şerefli mazisiyle geleceğin örtüştüğü boyuttadır…
Millet Partisi, namusun ve haysiyetin, ahlakın ve onurun, ilmin ve hikmetin, mutluluğun ve yüceliğin altın çağının tam üstündedir.
Millet Partisi, demokrasi ve hukukun, halkçılığın; kalkınma ve zenginliğin; muhafazakârlık ve modernliğin perçinlendiği çizgidedir.
Öte yandan Millet Partisi, makam-mevki hırsının, çıkar ilişkilerinin, karanlık bağlantıların dışındadır.
Millet Partisi, yüz kızartıcı suçların ve illegal davranışların hiçbir şekilde bulaşmadığı noktadadır…
SORU: Türkiye’de genç işsizlik oranı yüksek. Partinizin gençlere yönelik istihdam yaratma konusunda önerdiği en somut mekanizmalar nelerdir?
CEVAP:
Evet, ülkemizde genç işsizlik oranları TÜİK’in verilerine göre gerek AB ülkeleri ve gerekse OECD ülke ortalamalarına göre oldukça yüksektir. 15-24 yaş grubunu kapsayan genç nüfusumuzda işsizlik oranı Haziran 2024 itibariyle %17,6 dır. Bunun cinsiyete göre dağılımı; erkeklerde %14,8, kadınlarda ise %23,2 olduğu tahmin ediliyor. Bu yaş grubunda AB(1) ülke ortalaması % 6,3 ve OECD ülkeleri ortalaması ise % 11,49’dur. (TÜİK, Haziran 2024)
Gençler başta olmak üzere, her yaştan iş arayanların istihdamı açısından; sermayenin ve kredilerin spekülatif alanlar yerine doğrudan sanayi, tarım, inşaat ve hizmet sektörlerine kaydırılması gerekmektedir. Bu bağlamda yapılması gereken ilk iş, enflasyonun düşürülerek yatırım ortamlarının iyileştirilmesi, devlet destekleri ve teşvikleri, işletmelerin ekonomiye yüksek katma değer sağlaması büyük önem arz etmektedir.
Elbette yatırım ve iş imkanları artırılırken işgücünün de eğitimli ve nitelikli hale getirilmesi gerekmektedir.
Ülkemizde gençler ne yazık ki üniversite okumak için şartlandırılmaktadır. Oysa gerçek istihdam ara elaman yetiştirerek sağlanır. Bugün Türkiye’de ara elaman istihdamında sorunlar yaşanmaktadır. Yani iş yerleri bilgi, beceri ve tutum değer boyutunda yetişmiş ara eleman bulamamaktadır…
Başta Türk Kamu yönetimi olmak üzere Türk iş dünyası; istihdamda ehliyet ve liyakatin esas alındığı, emeğin değer gördüğü ve insana değer verilen kurumsal kültürün yerleştiği yapılara dönüşürse, çalışanlar için ülkemizdeki kurumlar tercih edilen yerler olacaktır. Bu bağlamda yurtdışının cazibesine kapılan gençlerimiz ülkeyi terk etmeyecek, ülkesine hizmet etmenin gururunu yaşayacak ve beyin göçü de yaşanmayacaktır.
Diğer taraftan iş dünyası ile işbirliği halinde “Meslek Lisesi Memleket Meselesi” olarak ele alınacaktır. İnşaat, tarım, sağlık vb. meslek liseleri Milli Eğitim Bakanlığının koordinesinde, ilgili bakanlıkların bünyesinde ve kolayca stajın yapılabildiği bir işleyişe kavuşturulacaktır. Bir anlamda bu okullar eski canlılığına kavuşturulacak ve ülkenin ara elaman açığı kapatılarak istihdam yaratılacaktır.
Bu çerçevede meslek liseleri ve Meslek Yüksek Okullarının küçük sanayi siteleri ve Organize Sanayi Bölgeleri ile ilişkileri gözden geçirilerek karşılıklı işbirlikleri güçlendirilecektir. Bu manada toplumsal sorunlara duyarlı geliştirilen proje tabanlı çalışmalar özel teşviklerle yaygınlaştırılacaktır.

Devam Edecek…
Röportaj dizimizin ikinci bölümünde Millet Partisi’nin eğitimde köklü değişim planlarını bulacaksınız. Sık sık değişen müfredat ve sınav sistemine karşı nasıl bir model öneriyorlar? Öğrencilerin dosyalarla değerlendirildiği, test sisteminin gölgesinden kurtulmuş bir eğitim mümkün mü?
En çok da şu sorunun cevabı gündem yaratacak: “Neden yeniden Öğretmen Liseleri?”
Millet Partisi, öğretmeni yeniden eğitim sisteminin merkezine koyuyor. Peki bu model Türkiye’yi nereye taşır?
👉 Yayımlanacak ikinci bölümde, eğitimde istikrar ve kalite tartışmalarına dair çok konuşulacak yanıtları okuyacaksınız.

Ortak Bir Geleceğin İnşası İçin Düşünsel Zemin Arayışı
Son yıllarda Türkiye’nin toplumsal ve siyasal yapısı; artan kutuplaşma, kimlik merkezli gerilimler ve düşünsel üretimin daralması gibi birçok yapısal problemle karşı karşıya kalmıştır. Kamusal alanda düşünsel çeşitliliğin temsili zayıflamış; siyasal tartışmaların niteliği, neredeyse tamamen ideolojik tahakküm mekanizmalarının gölgesinde şekillenmeye başlamıştır.
Böyle bir ortamda, farklı düşünce ve inanç çevrelerinden gelen katılımcıların bir araya gelerek memleket meselelerini konuştuğu ve çözüm önerileri sunduğu bir çalıştay düzenlemek, yalnızca bir etkinlik değil; aynı zamanda uzun yıllardır hayalini kurduğum bir düşünce eylemiydi.
Bu bağlamda, Malatya’nın tarihi ilçesi Arapgir’de gerçekleştirilen ve üç gün süren çalıştay, yalnızca siyasal çözüm süreçlerini değil; aynı zamanda bu süreçlerin sosyo-kültürel, tarihsel ve epistemolojik boyutlarını da tartışmaya açmıştır. Türkiye’nin dört bir yanından gelen yazarlar, şairler, akademisyenler, hekimler ve araştırmacılar yalnızca mesleki kimlikleriyle değil; aynı zamanda taşıdıkları farklı kültürel, ideolojik ve düşünsel arka planlarla bu çok sesli yapının birer taşıyıcısı oldular. Bu çokluğun bir çatışma değil, yapıcı bir etkileşim zemini oluşturması ise çalıştayın en kıymetli kazanımlarından biriydi.
Çalıştayın temel hedefi, ülke meselelerine dair “tekçi” yaklaşımların ötesine geçerek; farklılıkların bir aradalığı üzerinden ortak bir dil ve anlayış geliştirmekti. Bu hedef doğrultusunda gerçekleştirilen oturumlar boyunca, özellikle son yıllarda tekrar gündeme gelen “çözüm süreci” ve onun toplumsal bellekte bıraktığı etkiler, yalnızca siyasal bir mesele olarak değil; aynı zamanda bir toplumsal öğrenme alanı olarak ele alındı. Katılımcıların büyük bir çoğunluğu, geçmişte yaşanan deneyimlerin analizini yaparak bu sürecin neden başarısızlığa uğradığını, toplumsal karşılığının neden zayıf kaldığını ve nasıl daha katılımcı, kapsayıcı bir anlayışla yeniden ele alınabileceğini sorguladı.
Bunun yanı sıra, eğitimden kültürel politikaya; yerel yönetimlerin rolünden medyanın etkisine kadar birçok alanda yaşanan sorunlar da masaya yatırıldı. Tartışmalar genellikle siyasal pozisyonlardan değil; toplumsal sorumluluk, etik düşünce ve ortak akıl arayışı üzerinden yürütüldü. Bu da çalıştayın özgün niteliğini belirleyen önemli bir unsur olarak öne çıktı. Nitekim toplantının ruhu, katılımcılar arasında dini inanç, mezhep, etnik kimlik ya da ideolojik yönelim farkı gözetmeden; sadece “ülkenin geleceği” ortak paydasında buluşmayı mümkün kıldı.
Burada altı çizilmesi gereken temel noktalardan biri de şudur: Siyasetin her şeyi belirlediği, hatta çoğu zaman kirlettiği bir toplumda, düşüncenin bağımsız kalması artık bir zorunluluk halidir. Bu bağlamda çalıştay, yalnızca sorunları teşhis eden bir zemin değil; aynı zamanda siyaset dışı alanların, özellikle kültür, edebiyat, düşünce ve bilim çevrelerinin yeniden “söz” sahibi olması gerektiğine dair güçlü bir çağrıdır.
Katılımcılar olarak bizler, meseleye salt politik düzlemde yaklaşmak yerine; daha geniş, tarihsel ve kültürel perspektifle yaklaştık. Sorunların yalnızca iktidar ya da muhalefet kaynaklı olmadığını; bilakis sistemsel bir krizle karşı karşıya olduğumuzu, dolayısıyla çözümün de ancak çok boyutlu ve çok katmanlı bir düşünsel işbirliğiyle mümkün olabileceğini vurguladık.
Arapgir Belediye Başkanı Sayın Haluk Cömertoğlu’nun himayesinde, Nizamettin Gökay ve Mesut Kavas Bey’in koordinasyonuyla, Sayın Süreyya Şahin Hoca’nın moderatörlüğünde gerçekleşen bu çalıştay; sadece dört günlük bir program değil, aynı zamanda uzun vadeli bir düşünsel seferberliğin başlangıç noktası olarak belirlenmiştir.
Sonuç olarak, bu çalıştay bize bir kez daha gösterdi ki; ortak bir gelecek inşa etmek yalnızca siyasi iradeye değil; toplumsal iradeye ve düşünsel cesarete de bağlıdır. Düşünen, dertlenen, sorumluluk alan insanların hâlâ var olması, bu ülkenin en büyük umududur.
Kısaca, söyleyecek bir şarkısı olan, dinleyecek kulak aramaz. Biz, Anadolu’nun bin yıllık tecrübesi ile her zorluğun altından kalkacağına inanıyoruz. Bu çalıştayın amacı yalnızca sorun tespit etmek değil; aynı zamanda bir “teklif” sunmaktır. Teklif sahibi olmak, bir iddia sahibi olmayı gerektirir.
Amacımız, bu çalıştayı sürekli kılmak ve her kesimin katkısı ile hazırlanacak metni bir teklif olarak topluma sunmaktır.
Çünkü mesele yalnızca sorunları konuşmak değil; ortak bir dili, ortak bir aklı ve ortak vicdanı yeniden inşa etmektir. Ve bunun ilk basamağı Arapgir Çalıştayı’dır.
Başta Arapgir Belediye Başkanı Sayın Haluk Cömertoğlu olmak üzere emeği geçen herkese teşekkür ediyorum.

Eski zamanlarda kendi hâlinde yaşayan bir çoban varmış. İşini çok iyi yapar, sürüyü en verimli otlaklarda otlatır; kurda kuşa yem etmezmiş. Çok dürüst ve namuslu imiş. Dürüstlüğü tüm şehirde yayılmış, şehirdeki büyük zenginler çobanı transfer etmek için cazip teklifler sunmuş ama “namuslu çoban” aza kanaat etmenin faziletinden dem vurarak teklifleri reddetmiş.
Gel zaman git zaman, günlerden bir gün padişahın sürüsüne dürüst ve namuslu bir çoban aranır olmuş. Ünü her tarafta bilinir olduğu için padişah vezirini çobana yollamış.
Çoban sürüsünü otlaktan getirirken köye bakmış, kalabalık; askerler, vezirler vs. İlk önce korkmuş, yaklaşınca kalabalığın kendi evinde olduğunu anlayınca korkudan her tarafı titremeye başlamış. Eve girdiğinde vezirin sarayda iş teklifine muhatap olmuş.
Reddetmek gibi lüksü yok. El mahkûm kabul etmiş. Sarayda sevilen simalar arasına girmeyi başarmış, dürüstlük ve namusun timsali olmuş; bu özelliğinden dolayı padişahın sohbet halkasına dahi girmiş.
Günlerden bir gün, bir oğlak uçurumdan aşağı inerek bir mağaraya girmiş. Çoban dürüst ve namuslu olduğu için hayatı pahasına oğlağın arkasından mağaraya girmiş. Mağarada bir altın kâse, bir tepsi ve bir de YÜZÜK bulmuş. Yüzüğü parmağına takmış; kâse ve tepsiyi de almış.
“Mağaranın içi de dışı da padişahımızın mülküdür,” diyerek padişaha teslim etmiş. Bir sürü nümayiş düzenlenmiş bu erdemli davranışı için çobanın. Parmağındaki yüzüğü vermemiş tabi.
Birkaç gün sonra, padişahın sohbet halkasında otururken rastgele parmağındaki yüzüğü ters çevirmiş; yanındakilerde bir telaş. “Çoban şimdi yanımızdaydı, nereye kayboldu?” diye sesli konuşmalarını duymuş. Yüzüğü tekrar çevirince bu defa “Çoban sen cin misin, in misin?” bir görünüp bir kayboluyorsun diyerek telaşlanmışlar.
Velhasıl bizim “dürüst ve namuslu çoban” yüzüğün tılsımlı olduğunu anlamış. Bir defa çevirince görünmez oluyor, iki defa çevirince görünür oluyor.
Sabaha kadar gözüne uyku girmemiş. Dünyanın hazinelerine parmağımdaki bu yüzükle sahip olabilirim diye şeytanî düşüncelerin istilasına uğramış. Ama namı, ünü var. Nasıl yapacak?
Sabah sürüyü otlamaya götürmek içinden gelmemiş, çok geç çıkarmış hayvanları otlağa. Bir gün iki gün, padişahın dikkatini çekmiş. Kalabalık bir ortamda azarlamış “namuslu çobanı”.
Çobanın içinde padişaha karşı zapt edilmez bir öfke ve kin kabarmış. Hızlı hızlı nefes alırken kalbi duracak gibi olmuş.
Şeytan artık çobanın kılavuzu olmuş. O ne derse o…
Bir gece yüzüğü ters çevirmiş, görünmez olmuş ve padişahın odasına girerek boğazını kesmiş. Sabah padişahın öldüğü haberi yayılmış. Ertesi gün tılsımlı yüzükle hazineye, yani o zamanın merkez bankasına, arka kapıdan girmiş, “kefen parası”na kadar boşaltmış. Hazineyi doldurmak için yeni vergiler konarak milletin nefesi kesilmiş. Bizim “namuslu çoban” tılsımlı yüzükle tekrar tekrar hazineyi boşaltmış. Dünyanın en zengin insanı olmuş.
Namuslu çobanın “namussuz” olduğu gerçeği bir türlü anlaşılamamış.
Bu masaldan sonra sorumuz şu olsun:
“Böyle bir tılsımlı yüzüğe sahip olsak, namuslu ve dürüst kalabilir miyiz?”
Gece yastığa başımızı koyduğumuzda bunu ciddi ciddi düşünelim.
Aynı kalırım diyen varsa günümüzde “tılsımlı yüzük” ile zengin olan “namussuz çoban”ı eleştirme hakkı var demektir.
Sahi..! Bizler gerçekten dürüst ve namuslu muyuz? Yukarıdaki sorunun cevabı aynı zamanda bu sorunun da cevabı.
Belki de, hırsızlık yapacak istidat ve kabiliyetimiz olmadığı için hırsızlara kızıp küfrediyoruz.!
Evet.. Ya tılsımlı bir yüzüğümüz olsa.. Ne yaparız?

İnsanın sahtesinin olduğu bir zamanda diplomanın sahtesine şaşırıyoruz. Böyle sıradan ve önemsiz şeye şaşıranlara da ben şaşırıyorum! Ekonomistin bile sahtesi var bu memlekette; öğretmenin, doktorun, hâkimin, savcının, doçentin, profesörün sahtesi olmuş çok mu? Asıl mesele, seçimlerden sonra sahte milletvekillerinin olup olmadığıdır; sahte mazbatalarla mecliste dolaşan vekil var mı? Kim gönül rahatlığıyla “yok” diyebilir bu kadar olaydan sonra? Müslümanın sahtesi yok mu mesela, dindarın sahtesi veya milliyetçinin sahtesi vs. vs… Sahtesi olmayan tek şey “sahtecilik”…
Her şeyin sahtesini bir erdemin maskesiyle; her günahın utancını bir ayetin mecazıyla, her utancı daha büyük bir utançla, her yalanı daha büyük bir yalanla ve her günahı da daha büyük bir günahla gizleyebilen siyasetin hâkim olduğu, gerçekten de sadece “sahtecilik”in sahtesinin olmadığı ilginç bir ülkede yaşıyoruz.
Bu kadar sahtelik yeter diyelim ve “sahici” şeylerden bahsedelim. Ve siyasetçilere soralım:
Ülkede yaşanan ekonomik sorunlara, geçim sıkıntılarına, açlıklara, umutsuzluklara, karamsarlıklara diyecek bir sözünüz var mı?
Ülkeyi terk etmek için gün sayan zeki çocuklara “giderseniz gidin”den başka diyecek sözünüz var mı? Onlar sadece ekonomi kötü diye değil, adam yerine konulmadıkları, onurları sizin partililer tarafından kırıldıkları için gidiyorlar, bu gençler için bir sözünüz olmalı, bir sözünüz var mı?
“Ülkede sorun yok, cennet gibi ülkede mutlu mesut yaşayıp gidiyoruz ve tüm dünya bizi kıskanıyor” derken gerçekten bu dediklerinize inanıyor musunuz? Akademinin hâli ortada, ekonominin hâli ortada, tarımın, hayvancılığın hâli ortada, çiftçinin hâli ortada, emeklinin hâli ortada, tüm bunlara diyecek sözünüz var mı?
Yarattığınız sahte cennette yaşıyor halk, ama azap çekiyor! Markete gittiğinde azap çekiyor, pazara çıktığında azap çekiyor, çocuğuna harçlık verirken azap çekiyor, bir düğüne giderken bir taziyeye giderken azap çekiyor! Bunlara diyecek bir sözünüz var mı?
Aslında sözün bittiği yerde olduğunuzu siz de biliyorsunuz… Ama bizim diyeceklerimiz var size:
Bu ülkede yerin altındakiler de yerin üstündekiler de mutsuz kardeşim! Mutsuz! O kadar mutsuz, o kadar yorgun ve karamsar ki mutluluğu yaşayacak heyecan ve enerjileri dahi yok artık! Ya bu millet size ne yaptı! Ne istediniz de vermedi! “Dört yüz” dediniz verdi; yetmedi “elli artı bir” dediniz verdi! En kıymetli koyları, sahilleri, dağları, ovaları verdi! En ballı ihaleleri, yolları, köprüleri, limanları, otelleri, havalimanlarını verdi. Vermediklerinizi yaktınız… Vermediklerinizi kazdınız… Yakarak, kazarak, yıkarak yerin altını da aldınız, üstünü de…
Sizin artık topluma vereceğiniz bir şeyiniz kalmadı. Geleceğe dair yalandan başka söyleyecek sözünüz kalmadı.
İnsanı insaniyete taşıyan erdemleri çürüttünüz, tüm kutsalları yerle bir ettiniz. Erdemi ve kutsalı keskin bıçaklı acımasız bir çark gibi öğüttünüz.
Siyaseti, adaletsizlikten, hukuksuzluktan, rüşvetten, iltimastan, sahtecilikten harap ve bitap düşmüş “düşkünler” yurdu hâline getirdiniz.
Siyaseti, merhameti, vicdanı ve ahlakı değersizleştiren; halkı karanlık gündüzlere mahkûm eden, gözü kanlı, tırnakları tüylü azgınlar topluluğu hâline getirdiniz.
Sizi siz yapan bizi, dünyanın en itibarsız milleti hâline getirdiniz. Hâlâ bize “biz” diye hitap ederken bizi ürküten bir yumuşaklıkla ve hınzırca bir gülüşle hitap ediyorsunuz. Ve bu bizi daha da korkutuyor. Bu yumuşaklığınız hayra alâmet değil; bir celladın idam mahkûmuna son saatte gösterdiği yumuşaklık gibi geliyor.
Korkunun ecele faydası yok! Bu kadar kararttığınız, kir pas içine fırlattığınız birkaç nesli var. Çivisi çıkmayan tek kurumun kalmadığı, ülkeye emek verenlerin cezalandırıldığı, liyakatin olmadığı, makuliyetin sağlanmadığı, adaletin işlemediği bir memleketin yorgun da olsa vatanperver evlatları var. Ve onların sizlere söyleyecek sözleri var. Her ne kadar şimdilerde susturulmuş ve susturulmuş olsa da yüreklerinde buzdağlarını üfleyerek eritecek azim ve kararlılıkları var. Ve onlar sizin yazdığınız hikâyede olmadılar, olmak istemediler. Onlar kendi hikâyelerini yazıyorlar. Ortak dil, ortak akıl ve ortak dünya tasavvurlarıyla muhteşem bir hikâye yazıyorlar. Onları kendinize benzetemediniz ve bu sizi çılgına çevirdi. Şimdi bakalım onların yazdığı hikâyede siz nasıl yer alacaksınız. Onlar okuyor, onlar yazıyor.
Siz sahtecisiniz onlar sahici…

Roma İmparatorluğu, muhteşem bir devlet kurmuştu. Hukuk, teşkilat, sanat ve felsefede, modern dünya bile hâlâ Roma İmparatorluğu’nu referans olarak gösterir. Büyük komutan ve büyük devlet adamları vardı. Devlet adamlarının ilk dönemde çoğu filozoftu. Modern hukuk kaynağını Roma’dan alır… Roma İmparatorluğu, dünyanın üçte ikisini yönetir hâle gelmiş, artık doğal sınırlarının ötesine geçmişti.
Zevke, gösterişe ve ihtişama olan düşkünlükleri, devleti işlemez hâle getirdi.
Gösteriş… Gösteriş… Lüks… Lüks… Çok lüks hayat takıntıları artık “istek” değil, “ihtiyaç” hâlini almıştı. Hayat standartlarında en ufak bir düşüşte, hayatın yaşanamaz hâle geldiğine inanırlardı.
Yemekli toplantılarda, birbirinden lezzetli yüzlerce yemek çeşidinden tatmak isterler, midelerinde yer açmak için sarayın özel odasında bulunan “kusak havuzları”na gider, kusar, tekrar gelip yerlerdi. Ünlü kusak havuzları, Romalılardan literatürünüze girmiştir; ki bunu sık sık yazdığımı hatırlıyorum.
Yabancı misafirlere ya da elçilere gösteriş için, dünyanın en güzel tavus kuşlarını getirir, o muhteşem renkleriyle gösteri yaptırır, bu muazzam gösteride ağzı açık kalan misafirlerin şaşkınlığı geçmeden, tavus kuşunu keser, pişirir, yerlerdi.
İhtiyaca göre değil, isteklere göre yaşanan hayatın tatmin olması mümkün değil.
Lüks ve gösteriş, kültürden öte eğer ihtiyaç hâlini almışsa, o topluluğun doyması mümkün değildir.
Mütevazı Topkapı Sarayı varken dünyayı yöneten bir devlet, lüks ve gösteriş için yaptırdığı Dolmabahçe Sarayı’nda beka sorunu yaşamaya başladı. Bugün de köşkten Beştepe’deki saraya taşınınca aynı sorunlara düçar olmamız, tarihten ders almadığımızın göstergesidir.
İbret alınacak tek kaynağımız tarihtir. Tarih, ölü hadiseler yığını değildir, bilakis tarih canlıdır ve her an yaşanır. Gelecekte bir gün “bugün” ile karşılaşacağız. Tarihten yeterince ibret aldığımızı sanmıyorum. Silkinip kendimize gelmek için yarın çok geç olabilir.
Çok şükür, çok şükür Rabb’ime… Biz henüz tavus kuşunu kesip yemiyoruz!

Lafı evelemenin, gevelemenin gereği yok. Sizi sevmiyoruz arkadaş… Zaten olmayan vicdanınızın azabını çekmeyesiniz diye öldürmeye niyetlendiğiniz kişileri önceden böcekleştiriyorsunuz biliyoruz. Bizim sizin böceğiniz olduğumuzu da biliyoruz!
Dargın mıyız, kırgın mıyız size? Hayır ne münasebet! İnsan sevdiği insanlara darılır, kırılır. Biz sizden nefret ediyoruz. Şikâyetçi miyiz? Bu dünyada gücümüz yetmez ama öte dünyada evet şikâyetçiyiz. Size duyduğumuz öfke ve nefretin bu dünyamızı zindan ettiğini biliyoruz; ama öte dünyada da bize cennetin kapılarını açacağına olan inancımıza güveniyoruz. Ve bu bize güç veriyor.
Sizi sevmiyoruz arkadaş… Sevemeyiz… Sevmeyeceğiz de… Muhabbet de duyamayız… Duymayacağız da… Size duyulan muhabbet ve sevginin, münafıklığın baş alâmeti olarak görüyoruz.
Öfke ve nefret gibi insanı çirkinleştiren duyguların öznesi siz olunca bu duygular bile ne kadar da güzelleşiyor farkında değilsiniz.
Bir aralar sever gibi yapmıştık sizi… Odur budur yıllardır tövbe istiğfar ediyoruz.
Sizi sevmiyoruz arkadaş… Sevmeyeceğiz de…
Zulme uzun süre maruz kalan mazlumlarda merhamet duygusu ölür diyor eskiler! Bizdeki merhameti öldüremediniz; öldüremezsiniz de.? Çünkü zulmeden bizden çıktı, bizden çıktınız. Başka mahalleden zulme uğrasaydık merhametimiz ölürdü, haklılar eskiler… Ama siz bizim bağrımızdan çıktığınız için hıncımız var size. Size inat merhameti yaşatacağız. Merhamet toplumu inşa edeceğiz size inat.
Sizin derdiniz ne biliyor musunuz? Sizin derdiniz bizi, size, kendinize benzetememeniz! İnat ise inat. İnat ettik! Size benzemeyeceğiz. Çocuklarımız da sizin çocuklarınıza benzemeyecek. Tufeylilerden olmadık, çocuklarımız da olmayacak.
Size olan öfkemiz ve size benzemememiz öte tarafta çok işimize yarayacak.
Sizi sevmiyoruz arkadaş… Sevmeyeceğiz de…
Sizi sevmemenin ve sizden nefret etmenin ne ulvî bir duygu olduğunu bilseydiniz eminim siz de kendinizden nefret eder sevmezdiniz.
Üç günlük dünyalık için ahiretinizi batırdınız. O kadar vicdansızsınız ki, sizinle beraber binlerce samimi insanın da ahiretini batırdınız; onları da kendinize benzettiniz.
Bu millet sizin gibi azgınları hangi ara yetiştirdi; bir türlü anlamıyoruz.
Sizi sevmiyoruz arkadaş… Sevmeyeceğiz de… Size olan nefretimiz ve buğzumuz da bâki.
Ne olursa olsun arkadaş… Sevmiyoruz sizi… Sevmeyeceğiz de…
Öfkemiz de bâki, nefretimiz de…
Sizi sevmiyoruz arkadaş!
Sevmeyeceğiz de…

Ülkemizde ihmal edilen sektörlerin en başında tarım ve hayvancılık sektörü gelmektedir.
Avrupa ortalamasına göre en az et tüketen ve en az tarımsal üretim yapan ülke durumundayız.
Eksikliklerimizin uzun yıllardır farkında olmamıza rağmen bir türlü “planlı üretim” aşamasına geçemedik.
Geçici pansuman tedavileri ile kronikleşen hastalıklarımızdan kurtulmaya çalışıyoruz; acele, plansız ve isabetsiz desteklemeler ile işi her geçen gün daha içinden çıkılmaz hale getiriyoruz.
Yıllardır “sürdürülebilir” ve “öngörülebilir” bir tarım ve hayvancılık politikamız olmadı.
Salgın ile birlikte tüm dünyada tarımın ve hayvancılığın, kısaca gıdanın ne kadar önemli olduğu gerçeği ortaya çıktı.
Avrupa ve ABD, acı reçetenin gereğini yaparak bütün üreticilere büyük destekler vererek ders aldıklarını gösterdi.
Ülkemiz hariç herkes bu salgında politikalarını baştan sona üretici lehine değiştirerek yeni bir aşamaya geçtiler.
Tarımsal ve hayvansal üretim stratejik sektör haline geldi.
Bu sektörlerde çok gerilerde olduğumuzu rakamlar ortaya koyuyor; kendimize yetemiyoruz, tamamen dışa bağımlı hale geldiğimizi artık biz de kabul ediyoruz.
Maalesef tüm farkındalıklara rağmen sağlıklı bir üretim modeli oluşturmayı başaramıyoruz.
Uyguladığımız modeller ise daha büyük coğrafi problemlere neden oluyor.
KONYA YERİN DİBİNE BATIYOR
Tarımda plansız üretim sadece ihtiyaçlarımızı karşılamamakla kalmıyor; artık coğrafyamızın geleceğini tehdit ediyor.
1 kg kırmızı et için gereken su: 15.000 litre,
1 kg kuru yonca için gereken su: 800 litre,
1 kg kuru mısır için gereken su: 700 litre…
Yem bitkilerinin büyük çoğunluğu Konya, Aksaray, Karaman gibi İç Anadolu bölgesinde üretilmektedir.
Besi ve süt hayvancılığının büyük kısmı da bu bölgelerde yapılmaktadır.
Konya ve civarı yeterli yağış alan bölgeler değildir.
Dolayısıyla burada üretilen yem bitkilerinin çoğu artezyen kuyularından karşılanmaktadır.
Her açılan artezyen kuyusu, toprağın bağrına saplanan bir hançer gibidir.
Toprağa ve yer altı jeolojik yapılara büyük zarar vermektedir. Bu tespitler bilimsel araştırmalar ile ortaya konmuştur.
Konya’da meydana gelen devasa büyüklükteki “obruklar”, bu artezyen kuyularının sonucudur.
Bir coğrafyada obruk görülüyorsa yerin altı intihar ediyor demektir.
Yüz metre çapında, onlarca metre derinliğindeki obruklar Konya’da her geçen gün daha fazla görülmektedir.
Yonca, mısır, reygras gibi çok su isteyen bitkiler için açılan artezyen kuyuları Konya’yı tehdit etmektedir.
İlgili bakanlıkların bir an önce masalarında bulunan bu sorunlara acil çözüm getirmeleri gerekmektedir.
Konya Ovası’na dışarıdan su taşımak, her ne kadar tarım için ihtiyaç duyulan su ihtiyacını karşılasa da yer altı sularına faydası olmayacağı gerçeği de göz önünde tutulmalıdır.
Artezyen kuyuları ile çekilen sular, yağışlarla yerine gelmezse her geçen gün devasa obruklarla karşılaşma ihtimalini artırmaktadır.
Başka yerlerden taşınan su, Konya’nın “obruk” derdine deva olmayacak; sadece tarımsal sulama için gerekli olan ihtiyacı karşılayacaktır.
Bunun, toprağın pH’ını ve jeolojik yapısını bozacağı gerçeğini Ziraat Fakültesi birinci sınıf öğrencileri dahi bilir.
Hayvancılıktaki sıkıntılarımız ve heyecanla alınan kararlar sonucunda Konya elimizden çıkmak üzere…
Konya’da bu ürünlere yönelik ekim desteklemeleri bir an önce kaldırılarak uygun bölgelere verilmelidir.
Bu bölgelerde açılan kayıt dışı binlerce artezyen kuyusu acilen kapatılmalıdır.
Kapatılmayan kuyulara ağır cezalar verilerek yeni açılacak kuyuların önüne geçilmelidir.
Konya dışından su getirme projeleri üretim arzını artırsa bile, mevcutta hâlâ yoğun kullanılan kuyular işletilmeye devam ettiği sürece Konya toprağının geleceği tehlike altında olacaktır.
Buğday, arpa, fiğ ve baklagiller gibi çok suya ihtiyaç duymayan ürünlere ağırlık verilmelidir.
“Konya ülkemizin tahıl ambarıdır” gerçeğini yıllardır derslerde okutuyoruz.
Tahıl ambarı olarak biliyoruz ve öyle de kalmalıdır.
Plansız üretimin coğrafyamızı tehdit eder hale gelmesi, ülkemizde aklı selim bir üretim politikasının olmadığı gerçeğini gözler önüne seriyor.
Dünya, iklim değişikliğinde yaşanacak krizler için uluslararası toplantılar düzenlerken bizler hâlâ kemirgen gibi toprağımızı kemiriyor ve yok ediyoruz.
Selçuk Bey ve ailesi 960 yılında Aral Gölü’nün kuzeyinden Cend’e geldiklerinde bir karış toprağa sahip olmak için bir ömür verdiler.
Hayvanlarına otlak bulmak için 960’dan 1040’a kadar tam 80 yıl seyyar millet olarak yaşadılar.
İki yıl üst üste bir otlakta kalamadılar. Harzemşahlar kovdu, Karahanlılar kovdu, Gazneliler kovdu…
Topraksızlığın acısını çok çektiler; bıçak kemiğe dayandığında artık ne olacaksa olsun diyerek 1040’ta Gaznelilere karşı savaşarak Büyük Selçuklu Devleti’ni kurdular.
Bu topraklar kolay kazanılmadı ama çok kolay kaybediyoruz…
Ey Türk, titre ve kendine gel…
Hadi hep beraber titreyip kendimize gelelim…
Yönetenler dahil…

Zihni boş insanların içine düştüğü ontolojik (varlıksal) bir hastalık…
Toplumda var olabilme yetisi olmayan “zavallı” zihinlerin, sanal dünyada “kendini kendine ispat” etme çabası… Eksikliklerini, olmak isteyip de olamadıklarını sosyal medyada inşa ettikleri “ego” ile tatmin etme acizliği…
Bir düşünür, böyle tiplere “zihni mastürbasyoncular” tanımını yapmıştı. Çok haklı… Fikri paylaşımlarına, kaynaklı eleştiriler sunduğunuzda çılgına dönüyorlar.
Bu türden insanların sosyal medya hesaplarına bakınca gerçek bir trajedi görünür; bazıları kitap da yazmıştır. Profil resimlerinde yazdıkları üç beş kitabın resmini koyarak takipçileriyle aralarına mesafe koyarlar. Eleştirel yorumlara kapalıdırlar. Sanal bir kişilikleri vardır; içi boş, kof ve tahammülsüzdürler. “Kitabım var, ben kültür abidesiyim, eleştiriden uzağım” aymazlığında yaşayan zavallı ukala tipler…
Herhangi bir kesimin “ağır abilerinden”, beş on kitap yazmış, yazmakla da kalmamış, kitap resimlerini profil resmi yapmış, kelimenin tam anlamıyla cehalet havuzuna düşmüş kimselere sıkıysa eleştiri getirin; trolleriyle dünyayı başınıza yıkarlar. Düşünce adamlarının (!) da trolleri olabiliyormuş, demek…
Geçen yıl bu muhterem (!) zatlardan biriyle tartışmaya girmiştim; hakaretle son buldu. Güya Yavuz dönemini eleştirecek…
“Rasathaneleri yıkma sebebini, meleklerin mahrem yerlerinin izlenmesine” bağlıyor.
Acizane ben de, o dönemde Batı’da kilisenin rasathaneye karşı olduğunu; kilise papazlarının “meleklerin mahrem yerleri izlenir” diye reddettiklerini yazdım.
Arkadaşın savunduğu fikir, kilisenin fikri… Bu nasıl bir hainliktir ki, kilisenin papazlarının fikrini getirip tarihimize monte edebiliyorsunuz? Bunun cehaletle yazılması mümkün değil. Burada açık bir ihanet var. Türk’ün diliyle değil, kilisenin diliyle konuşmaktır bu…
İddiamı kaynakla yazdığım hâlde hakaretle karşılık bulmuştum.
İslam’da meleklerin cinsiyeti yok ki bacaklarına bakılsın! Kendine ve tarihine bu kadar önyargı ve düşmanlık genelde bizden çıkıyor!
Bu ne düşmanlık, bu ne hınç tarihe karşı böyle? Anlamak mümkün değil…
Geçmişine bizden fazla söven başka bir millet yoktur!
Dikkat çekmenin olmazsa olmazı: tarihe çatmak!
Sosyal medyada çok prim görüyor böyle tipler. Haklı olarak kendilerine sanal bir kişilik oluşturuyorlar.
Psikopat tiplerdir bunlar. Varlık sorunlarını, var olmayan sanal bir ortamda var etmek için zavallıca bir gayret içindeler…
Bunların sosyal medya psikopatlığı anlaşılır bir şey.
Anlaşılmaz olan, onların pohpohlanması…
Değersiz tiplere önem atfeden bir de “sosyal medya aptalları” var…
Bu aptallara da müstakil bir yazı yazacağım.

Devlet ve Medeniyet Bağlamında Putin’in Çıkmazı…
Hiçbir devletin ömrü, içinde bulunduğu medeniyetin ömründen uzun olamaz. İslam medeniyeti 1400 yıllık bir medeniyettir; ama onlarca devlet bu medeniyet içinde kurulmuş, büyümüş ve ölüp gitmişlerdir. Devletler, tıpkı insan gibidir; sağlığına, kendine dikkat ederse uzun ömürlü olur; etmezse erken yaşta hastalanır, ölür. Devletin temeli adalettir, adalet üzerine inşa edilir. Adalet temeli sağlamsa o devlet sağlıklıdır, değilse er ya da geç ölür; tıpkı insan gibi…
İbn Haldun, devletlerin ömrü üç nesildir der, yani yaklaşık yüz yirmi yıl. Alınan önlemler sadece bir iki nesil ömrünü uzatır; ama eninde sonunda devletler de insanlar gibi doğar, yaşar ve ölür. Osmanlı aydınlarının kâbusu olmuştu İbn Haldun’un bu öngörüleri. Eninde sonunda yıkılma korkusunu her zaman yaşadılar.
Sonra şu soruyu sordu ulema: “Ölmemek için ne yapmak lazım?”
Bu soru, Osmanlı entelektüellerini nesiller boyu meşgul etti. “Devlet-i ebed müddet” idealini törpüleyen korkuydu bu. Sonra ünlü filozof Taşköprülüzâde, “Adalet varlığın yani devletin ömrünü uzatır,” diyerek denmesi gerekeni dedi; dedi ama bu sözü söylediği zamanlarda içten içe çürümeler çoktan başlamıştı.
Osmanlı’nın çürümesi uzun sürdü, yıkılması daha uzun. Rahmetli Mehmet Genç Hoca şöyle demişti:
“Osmanlı’nın kuruluşu değil, yıkılışı bir mucizedir; zira iki yüzyılda kurulup dört yüzyılda yıkılan başka devlet yoktur.”
Evet… Devletin dini adalettir, devletin nefesi hukuktur. Adalet ne kadar sağlıklıysa, hukuku ne kadar güçlü ise, devlet de o kadar sağlıklı ve uzun ömürlü olur.
Tarihte devletler önemliydi ama daha önemli olan, içinde bulunduğu medeniyetti. Dârü’l-İslâm olduktan sonra Araplar mı yönetmiş, Türkler mi yönetmiş; önemli değildi. O yüzden savaşı kazanan devletler âlimlere dokunmazdı; çünkü aynı medeniyetin mimarları olarak görürlerdi onları…
Medeniyetlerin ömrü, devletlerin ömründen uzundur. Hristiyan Batı medeniyeti var; bu medeniyet içinde yüzlerce devlet kurulmuş, yıkılmış ama Batı medeniyeti hâlâ yaşıyor. İslam medeniyeti var; içinde yüzlerce devlet kurulmuş, yıkılmış ama İslam medeniyeti hâlâ var. Çin medeniyeti, Mısır medeniyeti… vesaire, vesaire…
Medeniyet inşası kolay bir iş değildir velhasıl!
Ötekine tahammülden ziyade, onu var sayma, kendinden bilme gereklidir.
Rusya, imparatorluk kurmuş büyük bir devlettir; ama bir Rus medeniyetinden bahsetmiyoruz. Amerika büyük bir devlettir; ama bir Amerikan medeniyetinden söz edemeyiz. Bir asırda bir medeniyet inşa edilmez; yüzyıllar gerektirir.
Kısaca: Devletler gider, medeniyetler kalır. Tarihte de böyle olmuştur, şimdi de olan budur.
Putin bu gerçeği iyi biliyor. Medeniyet inşasına gücünün yetmeyeceğini de biliyor. O yüzden imparatorluk özlemi içinde.
Devletlerin değil, tarihte hep büyük savaşlar medeniyetlerin savaşı olmuştur.
Bence, bir medeniyete ait olamamanın sancısını çekiyor Putin. O yüzden bu kadar hırçın ve kararlı. Bir medeniyet inşası değil ama bir imparatorluk inşasının temellerini atıyor. Bu onun rüyası!
Aydınlanmadan sonra bir deha Çar’ın tarih sahnesine çıkardığı Rusya, yeni bir medeniyet inşasına mı, yoksa bir imparatorluk inşasına mı girişecek? Bakıp göreceğiz…
Bir Deli Petro mu çıkacak, yoksa bir Stalin mi?

Kişilere değer katan, erdem ve fazilettir. Sosyal kurumların, yani devletin erdemi ise adalettir.
Adaletli olmayan devlet, erdemsizdir. Farabi, Medinetü’l Fazıla adlı eserinde erdemli toplumun vasıflarını sayar; ve der ki: “Erdemli toplumun erdemli devleti, erdemli devletin de erdemli toplumu olur.”
Erdemli bir toplumu, erdemsizler yönetemez.
Kısaca:
Erdemsiz devletin erdemli vatandaşı olmaz.
Cennete giden yollar erdemle döşenmiştir; erdemi yani fazileti olmayanın ebedi saadeti de olmaz.
Adalet, yer gösterme işidir. Bu açıdan topoğrafyayla ilgilidir.
Adalet tecelli ettiğinde, “Adalet yerini buldu” deriz.
Mecelle, “Adalet, eşyayı yerli yerine koymaktır” diye tarif eder.
Yani adalet; atın önündeki eti ite, itin önündeki otu da ata vermemektir.
Adalet, her şeyi olması gereken yere koymaktır.
Hakkın yerini bulmasıyla, adaletin yerini bulması farklıdır.
Örneğin; biri diğerinin hakkını aldığında, o hak gasp edenden alınıp hak sahibine verildiğinde “hak yerini buldu” deriz. Ancak burada adalet tam tecelli etmiş olmaz.
Adalet, hakkı gasp eden suçlunun da hakkını gözetmeyi gerektirir.
Suçlunun hakkı ise cezadır.
Suçluya ceza verilmezse, bu kez suçlunun hakkına girilmiş olur.
Ancak adalet, kimseye “yerin erdemlerinden” bahsetmez; herkese “yer”ini bulma hakkı tanır.
Bunu da hukuken teminat altına alır.
Adalet; kimse için “iyi”nin ne olduğunu söylemez.
Asıl ilgilendiği şey, herkesin herhangi bir “iyi”yi seçme ve terk etme hakkının güvence altına alınmasıdır.
Adaletin kuralı, aklın kuralıdır.
Aklın ve adaletin istikameti ise ahlaktır.
Adaletsizlik, bir nevi akılsızlık ve ahlaksızlıktır.
Adalet; “eşitlere eşit muamele et, benzer şeylere benzer muamele et” der.
Adaletin kuralı hakikat değil, makuliyettir.
Kısaca:
Adalet, en yüksek “iyi” değilse bile, en yüksek kamusal iyidir.
Çünkü bir yerde adalete ihtiyaç duyuluyorsa, orada zaten adaletsizlik vardır.
Bu yüzden diyoruz ki:
Adalet, en iyi erdem değilse bile, en yüksek kamusal iyidir.
Peki, adaletin de üstünde olan erdemler var mıdır?
Elbette vardır:
Vefa, diğergâmlık, fedakârlık, isâr ruhu, merhamet, vicdan…
Tüm bunlar, adaletin üstündeki erdemlerdir.
Adalet, makuliyeti var eder.
Makuliyet; ortak bir varoluşun asgarî standartlarını arama iştiyakına denir.
Adalet olmazsa, makuliyet olmaz.
Makuliyet olmazsa, makbuliyet olmaz.
Makbuliyeti olmayan “devlet” sayılmaz.
Makbul olmayan devletin, makbul vatandaşı da olmaz…
Bu yüzden:
Her yerde adalet.
Her zaman adalet.
Herkese adalet.
Bu söz, sadece bir dilek değil, bir varoluş ilkesi olmalı.
Ve dilimize pelesenk olmalı…

Hayvanlar iki boyutlu düşünür, insanlar da iki boyutlu düşünür. İnsanları hayvanlardan farklı kılan şey, geçmişini idrak etmesidir. Yani tarihinin olmasıdır. Tarih, geçmişin idrak edilmiş hâlidir. Hayvanların geçmişi olur, tarihi olmaz; çünkü hayvanlar geçmişi idrak edemezler.
İdrak yetisiyle insan, hayvanlardan farklı olarak üç boyutlu düşünür. İnsan sadece Homo sapiens değildir; insan Homo sapiens sapiens’tir. Yani düşündüğünü düşünen canlı. Düşünen canlı iseniz, tarihiniz var demektir.
Bunu zaman dilimine de uyarlayabiliriz. Şöyle:
Hayvanlar iki boyutlu yaşar: şimdiki zaman ve gelecek zaman. Şimdiki zaman için avlanır, karnını doyurur. Bir de gelecekte yiyeceğini depolar.
İnsan, şimdiki zaman ve gelecek zamanın yanında geçmişi de düşünür. Yani tarihini… Geçmişin idrak edilmiş hâli. Müdrik insan yani.
Geçmişi düşünen canlının duygusu olur, pişmanlığı olur. Geçmişi olmayanın, yani tarihi olmayan canlının pişmanlığı olmaz.
Tek boyutlu yaşam canlılara mutluluk; iki boyutlu yaşam mesuliyet; üç boyutlu yaşam ise hem pişmanlık, hem ders, hem de tedbir gerektirir.
Delilerin mutlu olması, sadece şimdiki zamanda yaşadıkları içindir. Yani geçmişlerini idrak edememiş, geleceklerini tahayyül edememiş insanlar oldukları içindir.
Günlük olaylara takılıp sevinmek ya da üzülmek, delilik emaresidir. Düşünen insan, geçmiş ile gelecek arasına sıkışmış şimdiyi, geçmişin ışığında yeniden inşa eden insandır.
Kısacası,
Eğer hayvan değilsek, bir tarihimiz var demektir.
Eğer deli değilsek, geçmişimizi idrak etmek zorundayız.
Geçmişini idrak etmeyen ya hayvandır ya da delidir.
Delilik ile hayvanlıktan, rasyonel düşünen tarihçiler ve entelektüellerin eliyle çıkabiliriz…
Vesselam

Millete hitap ederken gizli özne kullanıyorlar aslında, “biz” derken “ben” demek istiyorlar. Ben ve benim gibi birkaç avanem demek istiyorlar.
Kullandıkları “biz”deki gizli öznenin tekil olduğunu biliyorum. Ben, ailem ve beslediğim asalaklar demek istiyorlar.
İçinde “biz” olmayan bir “biz” bu.
Biz derken ben anlamındadır onların “bizi”.
Bakmayın beraber ıslandık yağan yağmurda, beraber yürüdük biz bu yollarda demelerine.
Ne onların ıslandığı yağmur bizim yağmurumuz,
Ne de yürüdükleri yol bizim yolumuz.
Onlar zengin, biz fakir… Onlar tok, biz aç.
Malatyaca sevdiğim bir ifade var: “Zengine yağmurda yaş, kavgada taş değmez.”
Bize taş yağar, onlara rahmet;
Onlar rahmete layıktır, biz taşa.
Neden? Açız çünkü!
Aç insanın ahlakı olmaz diyor kudema.
Aç insan her zaman çıkar odaklı düşünür, entelektüel faaliyeti olmaz; entelektüel insanları sevmez, pragmatisttir mecburen.
İdeal bir dünya tasavvuru yoktur, olamaz da…
Açlık kendi içinde bir kültür geliştirir; bu kültür sefalet kültürüdür.
Sefalet kültürü sorgusuz sualsiz biat etmeyi gerektirir; el açmayı olağan görür; hep el açar, hep talep eder ihtiyaçlarını karşılamak için.
En vahim olan ise bu sefalet kültürü miras olarak gelecek nesillere bırakılır.
Sosyolojinin kurucusu İbn Haldun, Mukaddime adlı eserinde şöyle der:
“İnsanın karakterini, ihtiyaçlarını karşılama şekli belirler.
El açarak ihtiyaçlarını karşılayan insan ile, üreterek, ticaret yaparak ihtiyaçlarını karşılayan kişinin karakteri aynı olmaz.”
Peki tüm bunlar ne anlama geliyor günümüzde?
Eğer kudema doğru söylüyorsa, yani “Aç insanın ahlakı olmaz” savı doğruysa, bu mihvalde toplumu nasıl tanımlayacağız?
Yüzde altmış beşi açlık sınırının dahi altında yaşayan insanlara nasıl “ahlaksız” diyeceğiz?
Bu savın doğruluğu tartışılır elbette.
Ama asıl tartışılması gereken konu şu:
Karun kadar zengin olan bir kesimin açları kastederek “biz” demesindeki o saklı olan özneyi ve amacı ortaya çıkarmazsak, buradaki gerçek niyeti de göremeyiz.
Sömürüye dayalı “biz” güzellemesi mi,
Yoksa gerçekten “biz”in anladığımız manasıyla mı kullanılıyor?
İşte politika buradan devreye giriyor:
Aç insanı biat ettirmek, kendine tâbi kılmak, kendine razı kılmak çok kolay çünkü.
Aç insan daha iyisini istemeye korkar, eleştiremez, talep edemez; mevcudun da elinden gitmesinden korkar.
İşte tam da siyasetçinin istediği de budur. Ve bununla iş görürler.
Bunun için toplumun bir bireyi gibi görünür ve topluma çoğul hitap ederler, tıpkı sık sık kullandıkları “biz” gibi!
Bence siyasetçilerin kullandığı “biz” tekildir,
Bu yüzden onların kullandığı “biz”in kolektif anlamı yoktur;
Bizimki çoğul, dolayısıyla kolektif anlam bizde vardır.
Onların tekil “biz”imi,
Bizim çoğul ve kolektif “biz”imize muhtaç oldukları için sık sık şirinlik yapıyorlar bize.
Başarıyorlar, zorlanmıyorlar; inanmaya teşne bir toplum inşa ettiler çünkü.
Peki ne yapacağız?
Ya – ama aç, ama umutsuz, ama üzgün, kırgın, yorgun – açacağız tüm damarlarımızı emsinler diye;
Ya da artık bir kenara fırlatıp attığımız aklımızı işler hâle getireceğiz.
Biz “biz” olamadıktan sonra sıra şah damarımızda…
Bir dahaki sefere şah damarımızdan emilmek üzere onlar “biz” demeye devam edecek…!
Peki biz inanmaya devam edecek miyiz?

Gibilik her zaman insanı heyecanlandırır. Gibilikte bir gizem vardır çünkü. Bu gizem insanı büyüler, bazen efsunlar ve farklı boyutlara taşır. Sanatta bunu görüyoruz.
Gibilik, asıl ile suret arasında bir yerde durur; durur ama hem asıldan hem de suretten daha çok etkiler insanı. Bu özelliğiyle hayatın her alanında vardır gibilik…
Sanat da “gibilik” üzerine kurulur bir anlamda. Özellikle resim ve heykel ne kadar aslı gibiyse, ne kadar aslını işaret ediyorsa o kadar anlamlı ve değerlidir. Bir nevi taklittir aslında sanatta gibilik: hem doğayı taklit hem de resim ve heykelde aslını taklit.
Arkadaşımız Ahmet’e benzeyen birini gördüğümüzde “Aynı Ahmet gibi!” der, hayran hayran bakarız. O Ahmet’e benzeyen, yani Ahmet gibi olan özne, Ahmet’in kendisinden daha çok dikkat çeker. Aslına işaret eden gibilik bazen aslından daha cazibeli ve etkileyici olur. İnsanın gördüğü, işittiğinden daha çok etkileyicidir.
Evet… Gibilikte derin bir gizem vardır; insan da doğası gereği her zaman gizemli olan şeylere ve kişilere ilgi duyar. O “gibilik”e anlam ve değer yüklemesi yapar; hem dünyevi hem de uhrevi beklentilerinin tümünü o gibilik’in üzerine inşa eder. İşte burada yıkım başlar: hem dünyevi hem de uhrevi yıkım!
Gibilik faydalı olduğu kadar tehlikelidir de… Sanatın dışındaki gibilik çoğu zaman yıkıcıdır.
Sanatın olmazsa olmazıdır bu kavram. Bir göl resmi aslı gibiyse değerlidir; bir resim aslına gibiyse değerlidir. Bu, o eserleri sanat eseri sınıfına sokar.
Maalesef gibilikle sadece sanatta karşılaşmıyoruz. Sosyal ve siyasal hayatımızın büyük bölümü hep gibilik üzerine kuruludur. Sosyal ve siyasal hayattaki bu gibilik kavramı, sanattaki kadar faydalı değildir; zararlıdır. Hem insanı hem toplumu çürütür.
Sosyal hayatta mesela:
İnsan gibiyiz… Dost gibiyiz… Müslüman gibiyiz… Adil gibiyiz… Dürüst gibiyiz… Namuslu gibiyiz… Ahlaklı gibiyiz…
Ama gerçekten öyle miyiz? Ben dahil, bu sorunun cevabını kimsenin kendine vereceğini sanmıyorum!
Siyaset ve siyasiler hep bu gibilik metaforuyla ömürlerini uzatıyor:
Adil lider gibi… Hz. Ömer gibi… Hz. Peygamber gibi… Hz. Ali gibi… Fatih gibi… Yavuz gibi… vs. vs.
Ama “Öyle misiniz?” sorusunun cevabı yok; soru ortada kalıyor cevapsız!
Siyasetteki gibilik asla “aslına” işaret etmez bizde. Tamamen sömürü ve ütme üzerine temellenmiştir çünkü!
“Hz. Ömer’in adaleti gibi adaleti inşa edeceğim” söylemi, tamamen politik çıkar için ortaya atılmış bir söylemdir. Aslıyla uzaktan yakından alakası olmayan boş bir retoriktir.
Ama gibilikte gizem var demiştim ya, bu gizem halkı etkiler. “Hz. Ömer gibi” söylemini kullananları Hz. Ömer, “Hz. Peygamber gibi” söylemini kullananları da peygamber görür halk.
Sureti, aslına rücu ettirir halk. Bunun tecellilerini toplumda sık görüyoruz değil mi?
Bir politikacı için “O peygamberdir” söylemi, artık münferit söylemler değil toplumda!
Hülâsa-i kelâm:
İyi gibiyiz ama iyi miyiz…
Adil gibiyiz ama adil miyiz…
Dürüst gibiyiz ama dürüst müyüz…
Namuslu gibiyiz ama namuslu muyuz…
Bu ve benzeri onlarca sorunun cevabını kendimize vermeliyiz.
Özellikle siyasilerin, devleti yönetenlerin bu karmakarışık ortamda bu iç hesaplaşmayı yapmalarını arzu ediyorum.
Yukarıdaki şu soruları sormalarını temenni ediyorum kendilerine:
Adil gibi görünüyorum; ama gerçekten adil miyim?
Âlim gibi görünüyorum; ama gerçekten bilgeliğe sahip miyim?
Ve namuslu gibi görünüyorum; ama gerçekten namuslu muyum?
Bu erdemlerin sahibi miyim, yoksa gibisi miyim?
Sizce..?
Sevgi ve saygı ile.

Bu yüzyıl Türk Yüzyılı olabilir mi?
Bilmiyorum, bilemiyorum. Anadolu coğrafyası, tarihte çıkmazların yaşandığı dönemlerde her zaman bir umut ışığı olmuştur. Türkler, Anadolu’da 1075 yılında “yer” tuttuktan bir asır sonra Miryokefalon Savaşı’yla “yer”i “yurt”a çevirip İslam âlemine ışık tutmuştur.
Peki günümüzde, İslam ülkelerinin yaşadığı bu kaosta tekrar ışık olup umut dağıtabilecek mi?
Yaşanan olayları tarihin tecrübesiyle yorumlarsak neler söyleyebiliriz?
Anadolu’nun etrafı ateş çemberi; kuzey yanıyor, güney yanıyor, şimdi de doğusu yanıyor. Ateş çemberi içinde, sağlıklı bir dış politika üretebiliyor muyuz sorusunun cevabını ben veremiyorum; bu, siyaset biliminin işi.
Ancak, tarihte batıda uzun süre at koşturmuş bir millet olarak, bugün yaşanan tüm savaşların, tüm ittifakların hedefi ne Suriye, ne Irak, ne Lübnan… Hepsi bir asır önce bizim topraklarımızdı. Devlet olma sürecini başaramamış devletçiklerden bahsediyoruz. Emperyalist güçlerin bu hınçları, yüzyıl önce kendilerinin kurduğu bu devletçiklere değil; bu devletlere duydukları “göstermelik” hınçları, aslında bize duydukları nefreti perdelemek için ürettikleri sanal bir düşmanlık…
Asıl hedef biziz…
Asıl hedef Anadolu…
Peki neden doğrudan biz değiliz?
Neden Kürt sorununu iyice kaşıyıp, insan hakları adı altında akbaba gibi başımıza üşüşmediler? Çünkü onlar bugünümüzden değil, dünümüzden yani tarihimizden korkuyorlar. Romantik ya da milliyetçi bir söylem değil; tarihi okumalardan çıkardığım sonuç bu.
Bu kadim topraklarda devlet geleneği olan iki devlet var: İran ve Türkiye… İran’ın yaşadığı iç sorunlar, ekonomik sıkıntılar ve iç çekişmeler İran’ı kolay lokma hâline getirdi. Rusya’nın kendi derdine düşüp İran’a destek verememesi, Çin’in Batı ve ABD ile olan çekişmesi de İran’ı yalnızlaştırdı. Bölge, uzun yıllar devam edecek olan sıkıntılara gebe.
İran’ın İslam âlemiyle mezhep temelli örgütlerle ön cephe açması, kendini öyle var etmesi, İslam dünyasında antipatik hâle getirdi.
Şimdi ne olacak?
Biz, bu tarihin dönüştüğü noktada nerede duracağız ve ne yapacağız?
İlk önce geç kalmadan iç bütünlüğümüzü sağlamalıyız, iç çekişmeleri bir kenara bırakıp millet olma vasfını inşa etmeliyiz. Politik çıkarlar için oluşturulan kamplaşmaları ve çekişmeleri bir tarafa bırakıp el ele vermeliyiz.
Parti taassupları bizi zehirledi. Farklı görüşler, farklı fikirler bizi biz yapan özelliklerimizdir. Farklı düşünüyoruz diye birbirimizin düşmanı değiliz.
Tarihin en büyük kırılma noktalarından birinden geçiyoruz. Artık birbirimizi sevmeyi, kırgınlıklarımızı ve nefretimizi rehabilite edip yeniden muhabbet ve sevgi köprüleri kurmalıyız.
AKP’sizler vatan haini değil, CHP’sizler vatan haini değil.
Artık kendimizle uğraşıp enerjimizi ve vaktimizi boşa harcamayalım.
Ateş geldi kapıya dayandı, cehennem alevleri içinde yanarken coğrafyamız, biz ‘biz’ ile mücadele edemeyiz.
Tez elden birlik, tez elden adalet, tez elden hukuk demeli ve yeniden millet olma şuurunu inşâ etmeliyiz.
İran örneği ortada.
Kendimize gelelim.

Cehalet hep üstün geliyor, emrediyor, hükmediyor, tüm yetkileri kullanıyor, asıyor, kesiyor… Hep galip, hep galip. Düşünen aydın insan hep mağlup, hep mağlup!
Tanrı değiller ama Tanrıcılık rolünü iyi oynuyorlar. Karşı çıksanız hem bu dünyada hem öteki dünyada ziyandasınız!
İki cihanda da muzaffer sanıyorlar kendilerini. Ellerinde sonsuz güç, kalplerinde kibir, ceplerinde para, karış karış tüm ülkeye hâkim arsız bir güruh.
Yakıyorlar, yıkıyorlar! Yanan, yıkılan sadece bugünümüz değil, memleket değil; sorgulayan, düşünen, anlayan, geçmişin tecrübesi ve bugünün birikimiyle geleceğe ışık tutan insanlar da yanıyor. Umutları, hayalleri, heyecanları ve tüm hevesleri de yanıyor.
Her daim nefret soluyan bu azgın güruh ile aydın, okumuş, dil bilen, dünyayı tanıyan insanların mücadele etmesi çok zor. Cehaletin zirvesindeler çünkü. Onlarla mücadele için onlar gibi olmak, onların silahıyla mücadele etmek lazım. Eğitimli insanlarda bu yok.
“Düşmanın silahıyla silahlanın” düsturu bu kalıba uymuyor. Düşman cehalet ile silahlanmış, ahlaklı insanlar bu silaha çok yabancı!
Bu cehalet yangını “din mangalı”ndan çıkan bir kıvılcımla başladı. Cehaletin yorumu ile küllenen mangaldan… Bu kıvılcım birkaç nesli kül etti. Bu yangından nasıl en az zararla kurtuluruz sorusu çok önemli! Düşünmeye, okumaya ve anlatmaya bıkmadan usanmadan devam etmeli. İnzivavari bir hayat mı kirlenmemek için! Bilmiyorum. Bildiğim tek şey, iyi ve ahlaklı insanların bu azgın güruhun yarattığı karanlıkta bir mum yakmaları. Önceden kötülük azınlıktaydı, şimdi çoğunlukta… Belki bir mum yetmeyecek aydınlığa; ama olsun, bir mumla safı belirlemek lazım. İyilerin iyi kalabilmesi adına o mum önemli. Herkes, iyilik adına, adalet adına ellerinde bir mumla aydınlığı beklemeli. Ve iyilik galebe çalana kadar bıkmadan, usanmadan dost halkası genişletilmeli, dostlar vefalı olmalı, kötülüğe karşı iyilik cephesi kurulmalı. Zor ama imkânsız değil.
Ve rahmet şemsiyesi altında bir merhamet toplumu inşa etmeli.
Ve iyi insanlar cehenneme girmemeli.
Hem bu tarafta hem o tarafta!
Vesselam…

Yaklaşık bir asırdır üstümüze aldığımız yorgan… Isınmak için, güvende olmak için bizden öncekilerden; dedelerimizden, babalarımızdan bize kalan miras. Bizler de gözümüzü bu yorganın altında açtık dünyaya. Sıcak, emniyetli ve güvenilirdi yorganın altı. Işıtmasa da ısıtıyordu. Yorganın altında kimse diğerinden eman dilemezdi.
Dışarısı soğuktu, yabancıydı, acımasızdı; Şubat soğuğu gibi soğuklar vardı, yüzümüzü ve içimizi ısıran! Yorganın altında, farklı gruplarda da olsa birlik ve beraberlik vardı dışarıdaki adaletsizliğe karşı. Aynı fikirde olmasak bile birbirimizi ısıtıyor, birbirimize sırtımızı rahatlıkla dayayabiliyorduk.
Muhafazakâr insanların bir araya gelip sığındığı emniyetli bir yerdi yorganın altı. Sık sık dışarıdan yorganın altına adam devşirmeye çalıştık uzun süre. İmanlarını kurtarmak adına kutsal bir görev ifa ettik küçücük sığınağımızda. Yorganın altına aldıklarımız imanlı, dışarıda kalanlar imansız ve düşmandı bize. Elimizdeki sivri mızrakları dışarıdakilere karşı hazır tutuyorduk.
Şeytan taşlar gibi dışarıdakileri taşlamak adeta büyük bir cihad gibi geliyordu. Nesilden nesile bu zihniyet miras kaldı bize, biz de bizden sonrakilere miras bıraktık. Isıtıyorduk ama ışıtabiliyor muyduk? Bu soruyu sormak kimsenin aklına gelmedi. Zira elimizdeki fenerlerle tüm insanlığı aydınlatacağımıza inanmıştık.
Gel zaman git zaman, modern dünyanın renkli cazibesi bizi yorganın dışına çıkardı. Daracık yerden kurtulup uçsuz bucaksız dünyaya açıldık. İlk başlarda gözlerimiz kamaştı, bu kadar ışıltılı dünyaya alışmamıştık. Sersemliğimiz uzun sürmedi. Artık düşmanın silahıyla silahlanmanın zamanı gelmişti.
Düşman kimdi ve ne tür silahlar kullanıyordu, kısa sürede öğrendik. Düşman azılıydı, elindeki silahlar da acımasız. İktidar sahipleriydi, büyük sermaye sahipleriydi. Ve silahları; politika ve sermaye gücüydü. Düşmanın bu silahları muhafazakâr insanlara uyar mı, uymaz mı tartışması uzun yıllar sürdü.
Yorgan altı dostlarımızdan okur yazar olanların verdiği o rahatlatıcı ve ufuk açıcı fetvalarla artık her yol mubah sayıldı. Dar’ul harp olan yeri Dar’ul İslam yapmak için kolları sıvadık. Acımadık ama çok acıttık. Bir yandan dünyevileşirken, diğer yandan uhrevi hayatımızı dizayn eden fıkıhçıların fetvalarıyla ve yaptıklarımızla cenneti hak ettik!
Politik güç ve sermaye bizi sarhoş etti. Sallana sallana yaşamaya başladık. Ve buna sarhoşluk değil de “cezbe” hâli dedik. İnanması zor olsa da inandık veya inandırıldık.
Yorganın altında kazaya bıraktığımız bir vakit namazımız yoktu. Sonra soğuk havalarda ve yoğun iş temposunda abdest almayı bıraktık. Tabi abdesti olmayanın namazı olmazdı. “Olsun” dedik! Olsun!
“Ümmetin istikbalini selamette göreceksek, cehennemin alevleri içinde yanmaya hazırız” dedik ve tüm ibadetlerimizi çok ileri bir vakitte kazaya bıraktık. Ama hâlâ dava adamlığımız devam ediyordu.
Çeyrek asırda tüm dünya tarafından kıskanılan ve çekinilen bir güce kavuştuk! Dünyalık işlerimiz yolunda, uhreviyata dair işlerimizi de kendi yandaşlarımıza yaptığımız hayır işleriyle garantiye aldık! Öyle diyordu çünkü ulu fakihimiz.
Ölümü unuttuk mu? Hayır. Cenaze namazlarına milyon dolarlık arabalarla, yirmi bin liralık montlarla ve on binlerce liralık güneş gözlükleriyle katıldık. Nasıl unuturduk!
Yorganın altı sıcaktı, dışarısı Şubat soğuğuydu. Şimdi dışarıdayız. Üşümüyoruz. Cüzdanı ve banka hesabı kabarık olan üşür mü hiç! Tüm bunlar “Allah’ın lütfu” değil miydi? Daracık alandan çıkıp hem içeride hem dışarıda âlemin hâkimi olmak…
Düşmanın silahıyla silahlandık. Önce bu silahlar Müslümanların eline uymaz; zira biz adaletten şaşmayacağız, onların silahıyla onların yaptıklarını yaparsak onlardan farkımız kalmaz dedik. Sonra elimize aldığımız silahlara baktık ve “tam bize göre şeylermiş” dedik. Güç, para, makam, mevki, itibar, kasa, masa, nisâ vs. vs…
Şimdi namazsız niyazsız bir Müslüman tipine evrildik. Kadınlarımız da bizden farklı değil. Altın varaklı şamdanlar, altın kaplama yemek takımları ve altın işlemeli kadehlerle doğum günü kutlamaları…
Seramik makyajlar, dört çeker arabalar ve alkolsüz şampanya patlatmalar… Ama çok şükür başları türbanlı! Tek sorun, seramik makyajla abdest nasıl alınacak? Bunu da uygun bir fıkıhçıdan “olur” alarak çözdük sanırım. Zira seramiksiz hanımlarımız yok denecek kadar az artık!
Öyle veya böyle bu noktadayız. Nedeni ve niçini, uzun sosyolojik araştırmaların neticesinde ortaya çıkar. Sosyologlar eminim bu sosyolojik evrilmeyi çalışacaklardır.
Şimdi sorumuz şu olsun:
“Yorganın altı mı üstü mü hayırlı, yoksa üstü mü altı mı hayırlı imiş?”
Yazıma son verirken bir hadis aklıma geldi:
“Öyle bir zaman gelecek ki, yerin altı yerin üstünden daha hayırlı ve güvenli olacaktır.”
İnsanın, “Eyvah! Nebi’nin, ‘Yerin altı yerin üstünden hayırlıdır’ dediği günler bugünler mi?” diyesi geliyor.
Selam ve dua ile.

Neden tarikatlar hep köylerde gelişmiştir sorusu hep aklımı kurcalamıştır. Şehir dururken neden köyler? Size basit bir soru gelebilir. Ama benim bir yıla yakın zamanımı aldı. Hangi kaynağa ihtiyaç duyduğumu bile bilmeden aylarca araştırdım diyebilirim. Alttaki beş dakikada okuyacağınız yazı benim aylarımı aldı desem abartmış olmam… Amatörce bir meraktı benimki…
Ama amatörce de olsa bu yazıyı yazmak için aylar harcadım diyebilirim…
“Moğol istilasının en büyük zararı, tasavvufların yapısını bozması olmuştur. İstilaya kadar tasavvuf kurumları her zaman hayatın ve üretimin içinde yer alıyordu.
Özellikle askerlikte dervişler çok önemli görevler alıyorlardı. Hem savaşıyorlardı hem de savaştan sonra ruh sağlığı bozulan askerleri rehabilite ediyorlardı. Savaşta onlarca kişi öldüren, kan gören askerlerin bozulan psikolojileri tekkelerde tedavi edilirdi. O zamanın şartlarında öldürme eylemi çoğunlukla yakın dövüşte olurdu; düşmanın nefesini duyarak, gözlerinin içine bakarak öldürmek insanı insanlıktan çıkarıyordu. Bugünün öldürme eylemi o zamanlara göre daha kolay; bir tetikle, bir düğme ile rakibi görmeden öldürülüyor. Meydan savaşı çok farklıydı. Askerler savaş sonrasında uzun zaman tekkelerde normal hayata döndürülürdü.
Moğol istilası tüm hızıyla giderken, tasavvuf tekkeleri artık yapılacak bir şey yok, “Herkes kendi uzletine, kendi mağarasına çekilsin, dağlarda yaşansın” diyerek toplumdan izole oldular. İstila uzun yıllar sürünce bir daha şehre inmediler; ve dervişler tekkesi kimliğinden uzaklaşıp “miskinler tekkesi” haline geldiler. Bundan sonra artık üretim hayatı içinde de bulunmadıkları için halktan yardım ve bağış altında mal ve para toplamaya başladılar.
İbn-i Teymiye, İbn-i Kesir bu dönemde bu uzletçi tasavvufa karşı çıkmış ve eleştirmişlerdi. Diğer taraftan Ahi grubu, Yunus Emre ve Aşıkpaşa “Hayır, ne demek uzlete çekilelim, gelin tarım yapalım, bahçe bostan yetiştirelim” diye bu uzletçilere karşı çıkan ikinci bir akım olmuştur.
Ama yine de çoğunluğun etkisini kıramamışlardır; o gündür bugündür tekkeler ve tarikatlar bir gram mal üretmeden halktan topladıkları ile yaşar hale geldiler.
Bugün tarikatların genellikle şehir dışında, köylerde ortaya çıkmalarının sebebinin bu tarihi vakıaya dayandığını söyleyebiliriz. Şimdi şehirde de tarikatlar var, onlara ne diyeceğiz? Net cevabını bilmiyorum! Sanırım şehirlerimiz köyleşiyor; sosyal evrimimiz tersine işliyor…”

Türk boylarından bazılarının Şaman inanışlarında KAZ, Göktanrı’yı sırtında taşıyan kutsal bir hayvandır. İda Dağı da tanrılar tanrısı Zeus’u doruklarında taşıdığına göre, zaman içinde Göktanrı’yı sırtında taşıyan kaz motifi ile baştanrıyı doruklarında taşıyan dağ motifi özdeşleşir ve İDA adı yerini KAZDAĞI’na bırakmıştır.
Orta Asya’da fetih hareketleri başladığında, ulaşılması zor hedefleri adeta “işaretlemişlerdir”.
Nasıl mı? Türk inanışında, bir yerde Türk mezarı varsa orası kendilerinin mülkü hâline gelir.
Kazdağı, Yunan antik tanrılarının inanışında kutsal olduğundan, o dağın tapusu hükmünde bir mezar bırakılması gerekiyordu. Zeus’un yaşadığı Kazdağı’nın tepesinde hâlâ ayakta duran bir SARI KIZ türbesi vardır; bu türbe Yunan’a nispet edilerek oraya kurulmuştur. Yani, “bizim mezarımız burada, bu dağ sizin ve tanrılarınızın değil, bizim dağımızdır” mesajı verilmiştir.
Eski Türkçede “Sarı”, olgun, sararmış başak anlamına gelir; sıfat olarak da “Derviş” anlamında kullanılmıştır. Sarı Saltuk yani Derviş Saltuk anlamında kullanılmıştır.
Kazdağları’nın tepesindeki SARI KIZ türbesi de “Derviş Kız” anlamında, Yunan tanrılarına nispet edilmiştir.
Yani sizin tanrınıza karşı bizim “Derviş”imiz var; hem de sizde kadınlar insan sayılmazken, biz kadınlara sizin tanrılarınıza verdiğiniz paye gibi değer veriyoruz anlamı yüklü bir mesaj verilmiştir.
Coğrafyayı işaretlemek, mimlemek, vatan hâline getirmek ve anlam değeri katmak böyle bir aksiyon gerektiriyordu. Tarihte bunu Türk milletinden başka ideal manada yapan başka bir millet yoktur.
Bedenlerini toprağa çakarak gelecek nesillere bir ülkü çizmişlerdir.
Nasıl mı? Şöyle:
“Sarı Saltuk, yani Derviş Saltuk ölürken bedeninin yedi parçaya bölünmesini ve her bir parçasının değişik yerlere gömülmesini vasiyet etmiştir.”
Buralar vatan edinilsin, ben bedenimin her parçasıyla buraların tapusunu size veriyorum; sizin malınızdır artık, gidin alın mesajı…
Şimdi “Ne gereği vardı böyle tarihin tozlu sayfalarında unuttuğumuz olayları?” diyebilirsiniz.
Vatanın kadrini, kıymetini bilelim; üç beş açgözlü insanın politik hırslarına kurban etmeyelim, aklıselim ile düşünelim. Çünkü, İslam semasının en parlak yıldızlarından biri olan İbn-i Haldun bakın ne diyor:
“Suyun suya benzemesinden daha çok, geçmiş ve gelecek hâle benzer.”
Vesselam.

Büyük milletlerin büyük ölüleri olur, diyor Cemil Meriç… Haklı… Büyük, çok büyük ölülerimiz var çok şükür… Övündüğümüz, iftihar ettiğimiz kahraman ve büyük ölülere sahibiz. Dirimizle değil, ölülerimizle övünüyoruz. Ama modern dünyada bu bizi var etmiyor.
Ölü seviciyiz çünkü. Tembelliğimizi, asalaklığımızı hep ölülerimizin kefenleriyle perdeliyoruz… Çok işe yarıyor. Bin ölümüz, borusu öten milletlerin bir dirisi etmiyor. Neden? Onların dirileri en az ölüleri kadar değerli. Dirileri de “yarının büyük ölüleri nasıl oluruz?”un derdindeler.
Büyük milletiz ya… Ne milletiz ama! Bin ölümüz, milyonlarca dirimiz, onların bir dirisi bile etmiyor. Ölü seviciyiz biz… İşe yarar dirilerimize bu yüzden tahammülümüz yok. Onlara değer atfetmek için ölmelerini bekliyoruz.
Ölü seviciyiz biz! Öyle olmasak işe yarar hangi dirimizin kıymetini bildik? Kıymet atfetmek için ölü olmalarını beklemiyor muyuz? Öldükten sonra gözümüz açılıyor…
Bu aymazlık bizim karakterimiz oldu, farkında mıyız? Nasıl bozulduğumuzun farkında mıyız?
Beşer’den insan olmayı beceremedik. Becerseydik yaşam ne, insan ne, adalet ne, vicdan ne bir oturur düşünürdük.
Vicdanı yitik bir millet olduk.
On beş yaşında gencecik bir kız çocuğunun, Sümeyra’nın ölümünün adaletsizlikten, zulümden kaynaklandığını bile erkekçe, namusluca, insanca dillendirmeye korktuk. Ölüleri çok seviyoruz. Ölü seviciyiz biz… Sümeyra’nın arkasında iki damla gözyaşı dökecek kadar erkek olamadık. Olamıyoruz… Ama olanlara suçlu gibi bakıyoruz, bu kadar tahammül bizi insan olmaktan çıkarır.
Sümeyra’nın ölümü, kızının nişanlısıyla kaçan kaynana kadar konuşulmadı, gündem olmadı bu memlekette!
Sümeyralar öte tarafta dört gözle bizi bekliyor olacaklar hesap sormak için, emin olun. Sümeyra, kızma bize, sana özel bir davranış değil bizimkisi. Bizim karakterimiz oldu bu aymazlık!
Sümeyra, sen ve sizler güzel insanların büyük ölülerisiniz. Bizler ise adam gibi ölmeyi dahi beceremeyen yaşayan ölüleriz.
Akif’in “Hey sıkılmaz, ağlamazsın bari gülmekten utan” mısrası bizim yaşadığımız son yıllara hitap ediyor.
Ölü seviciyiz biz… Öldükten sonra seviciyiz…
Dirileri sevmeyi öğrenemedik… Aslında ölüleri de sevmedik. Sevseydik, ölmüşlerin hatırına azıcık insan olurduk…
Evet… Ölü seviciyiz biz…

Beslenmede hayvan ve insan arasında benzerlik vardır; şaşılacak bir şey yok bunda, sonuçta ikisi de canlı. Her canlı için gerekli olan asgari besin, canlıdan canlıya farklılık gösterir. Bu yazının konusu inek… İnek ile insan beslenmesini yorumlayacağım.
Hayvan beslenmesinde dikkat edilecek husus;
Yaşam payı, hayvanların hayatta kalabilmek için gerekli olan asgari besin miktarıdır. Mesela altı yüz kilo ağırlığında bir ineğin yürüyebilmesi, koşabilmesi ve nefes alıp verebilmesi, kısaca ağırlığını taşıyabilmesi için gerekli olan besin miktarıdır. Bir günde bir ineğin canlılığını koruyabilmesi için gerekli olan enerji on bir birim ise, on bir birimlik besin verilir. Yaşam payı dikkate alınarak yapılan beslenmede ineği sadece yaşatırsınız, hayatta tutarsınız; fazladan et, süt ve döl verimi bekleyemezsiniz.
Verim payı, ineğin yaşam payından daha fazla bir yem rasyonuna ihtiyaç duymasıdır. Yaşam payı ile günde on birim yiyen inekten verim alınması için yirmi veya otuz birim besin verilmesi gerekir. Dolayısıyla verim alabilmek için yaşam payından daha fazla beslemek gerekiyor.
Şimdi gelelim insan beslenmesine:
Değerli büyüklerimiz, ücretlendirme politikasında yaşam payı ve verim payı arasında ülkenin bekası için tercih yapmak zorunda kaldılar! Ve yaşam payını dikkate alarak strateji geliştirdiler! Devlet aklı da bu tercihi yapmayı gerektirirdi zaten! Ülkede bir devlet aklı olduğunun en bariz örneği, bana göre bu ücret politikasıdır. Çünkü devletin bekası ile doğrudan ilgilidir!
Vatandaşların sadece yaşam payı (açlık sınırı) için, yani ölmemesi için asgari ücretle ayarlama yapan devlet aklı sağ olsun, var olsun, Allah onlardan razı olsun! Vatandaşlarından verim alabilmesi için asgari ücretin en az 4–5 katı ücret vermesi gerekirken, “Neden ücretler düşük tutulmaktadır?” sorusu çok “kazık” bir soru bence! Bu soruyu soranlar art niyetli ve dış mihraklar tarafından beslenen “dıj güçler”in elemanlarıdır.
Devletin kasası tam takırken neden verim payı üzerinden ücret politikası ayarlansın? Hem ülkenin en verimlileri kendileridir; fazladan verime ihtiyaç yok ki millete para saçılsın! Saçanlar da ihanet içindedir! Önemli olan, devleti yönetenlerin verimli, üreten, düşünen insan olmasıdır. Bu yüzden verim payı, analarının ak sütü gibi helaldir bu zevata!
Hımm, bir de millet vardı değil mi? Verim payı ile beslenen milletin karnı doyar. Karnı doyan düşünür, sorgular ve yöneticilerin başına bela olur, kargaşa çıkar. Onların açlık sınırında yaşamaları ve yöneticilerine tabi olmaları ülkenin bekası için şarttır!
Kısaca; önceden meydanlarda ayda bir başlarına fırlatılan 100 gramlık çay ile, bugün ise maaşlara yapılan yüzde bilmem kaçlık ufacık zamlarla “efendi-köle” ilişkisi demeyelim ama, istikrar için bilinçaltına yavaş yavaş işlenmesi ülkenin yönetilebilirliği açısından son derece elzemdir.
Bu, üzerinde uzun uzun düşünülmüş bir projedir. Atan suçlu değil (!) “Eğilip” alanlar da hiç mi hiç (!) suçlu değil. Küçük zamlardan memnun olup alkışlayanlar da kelimenin tam anlamıyla gerçek birer vatanseverdir!
Aynı zamanda onurludur!
Tüm bu pembe tabloları gölgelemek için; “Vatandaşını bir ineğin verim payı kadar beslemekten imtina eden zevat, dindar nesil yetiştiremez” söylemini dillendiren aklı evveller var. Bu hain söylemi dillendirenlere eminim “milletim” gereken cevabı da verecektir.
Evet… Dindar ama eğilen, boyun büken, kendine efendi arayan köle ruhlu zavallı bir nesil olduğumuzu iddia eden kendini beğenmişler de var.
Hatta burnumuzdaki halkadan, boynumuzdaki prangalardan şikâyet etmiyormuşuz onlara göre. Bir zamanlar yüz gram çay ve makarnaya, şimdi de yüzde bilmem kaçlık zamma ruhumuzu satmışız!
Suçlu bizmişiz! Hak etmişiz! Öyle diyorlar bu aklı evveller… Allah onları ıslah etsin!
Vesselam.

“Lafız (sözcük) ile aptallar, mefhum (kavram) ile âlimler düşünür.” diyor Gazzâlî…
Siyasal İslamcıların kendi çıkarları için ağızlarında çiğneyip tükürdüğü lafızları ağzımıza alıp yıllardır çiğniyoruz. Bizleri gelecek asırlarda dahi utandıracak iğrenç bir karakter(sizlik) bu…
En büyük karakter(sizlik) örneği, “Bekâ-i Devlet” ve “Türkiyelilik” tükürüğü… Adeta milleti aşağılamak için icat edilmiş bir kavram… Metehan’dan günümüze tecrübe ettiğimiz bir devlet geleneğinin, siyasal İslam hokkabazlarının kendi beceriksizliklerinin üstünü örtmek için kullandıkları ipekten bir şaldır “Bekâ-i Devlet” söylemi… Çiğneyip tükürdüler, bununla da kalmayıp ağzımıza tükürdüklerini zorla sokup çiğnettiriyorlar bize… Ne utanılacak durum! Çiğnemeyi reddeden ve ağzından atanların boynuna yapıştırılan yafta: “Hain, işbirlikçi, terörist!”
Bu millet olmadan dünya tarihi yazılamaz. Bu millet “Nizam-ı Âlem” kaidesiyle tarih yazdı demek de haksızlık olur. Tarih yazacak zamanımız olmadı, çünkü at sırtında inemedik asırlarca. Tarih yazmadı, tarih yaptı. “Nizâm-ı Âlem” dedi, “Devlet-i Ebed Müddet” dedi…
Şimdi kim ne diyor, dikkat ediyor musunuz? Tanzimat’ta bir dönem dillendirilen altı boş “beka” söylemi, iki asır sonra yeniden telaffuz ediliyor! Çanakkale’de bile devletin bekası konusunda kimse şüphe duymadı. İkinci Dünya Savaşı’nda ip üstünde siyaset yapıldı, kimse devletin bekası konusunda tereddüt yaşamadı.
Beyler, bu söylem milletin kendine olan inancını zedeler. Bu söylem milletin tarihine olan inancını zedeler. Ne yaptığınızın farkında mısınız? Kendi politik çıkarlarınız için uydurduğunuz bu söylem, belki sizin bugününüzü kurtarır ama milletin geleceğini bitirir.
Ekonomiyi eleştirirsiniz, yafta boynunuza asılır: “Devletin bekasına ihanet!” Siyaseti eleştirirsiniz, yafta hazır: “Taraf olmayan bertaraf olur!” Adınız haine çıkar. Yolsuzluk var dersiniz, adınız hain olur. “Hırsız bizim hırsızımız” dersiniz…
Tüm gördüklerimizi yazsak, bir gram nefes aldırmazsınız bize bu memlekette… Büyük Orta Doğu Projesi’nin en büyük ayağı bence ülkede yıllardır uygulanıyor, farkında değiliz.
Devlet kurumdur; kurumların ahlakı da adalettir. Kuvvetler ayrılığı, bağımsız yargı, işleyen hukuk diyoruz; “Devlet emin ellerde” diyorsunuz. İyi de kardeşim, bu devlet emin ellerdeyse “Bekâ-i Devlet” söylemini kim çıkardı? Siz çıkardınız, siz… Sizin zamanınızda çıktı bu sorun. “Sorunu çıkaranlarla bu sorun çözülmez” diyoruz, başımıza tokmakla vuruyorsunuz.
Ya tamam, muhalifiz… Ne yapalım yani, yaşamayalım mı bu memlekette?
Cüzdanımıza göz diktiniz, verdik; mevzu derindi, devletin bekası söz konusuydu(!), ses etmedik… Elimizdeki avucumuzdaki yetmedi, ölene kadar borçlandık, ses etmedik; mevzu derindi, devletin bekası söz konusuydu, ses etmedik!
Açlık sınırı altında yaşıyoruz yıllardır, ses etmedik; zira mevzu derindi, devletin bekası söz konusuydu!
Kendimizden geçtik, çocuklarımızın ve torunlarımızın da ömrünü çalıp borçlandırdınız, ses etmedik yine; mevzu derindi ve devletin bekası söz konusuydu…
Verecek hiçbir şeyimiz kalmadı artık… Vallahi de billahi de bir şeyimiz kalmadı. Yemin ediyoruz, kalmadı. Cengiz Han olsa inanırdı, siz inanmıyorsunuz… Verecek bir canımız, bir de cebimizdeki nüfus cüzdanımız var.
Canımızı siz istemeden veriyoruz zaten… Zira Mecnun’un Leylâ’sı ne ise, bize de vatan o… Fuzûlî:
“Canımı cânân istemiş minnet cânıma
Bir cân nedir ki vermeyeyim cânânıma”
mısrasındaki “cânân”ı biz Anadolu bilmişiz.
Beka sorununu söyleye söyleye zihinlerimize çaktınız. Bilinçli bir yöntemmiş, geç anladık. Şimdi sıra nüfus cüzdanımızda… “Türkiyelilik” diye şeytanın dahi aklına gelmeyecek kavramlar üretip dayatıyorsunuz. Çin casusları olsa milletin aklını bu kadar karıştıramazdı. Ona göz diktiniz, kimliğimize…
“İtalyalı, Almanyalı, İngiltereli, İspanyalı” gibi tanımlamalar ahmakça dersiniz, ama bu ahmakça fikri Türk’e yakıştırırsınız!
Bir milletin kimliğini unutturmanın şeytan işi olduğunu biliyoruz da, bunu sizin elinizle deneneceği aklımıza gelmezdi… Ama unutturmazsınız, o kimlik bizde. Zira onu siz vermediniz ki siz alasınız. O kimliği bize Çağrı ve Tuğrul diye iki nüfus memuru verdi, tâ bin yıl önce Dandanakan’da…
Alamazsınız…
Ve…
Devletin bekası tehlikede falan değil…
Biz buradayız!