
01 Aralık 2025 Pazartesi

Tercüman Gazetesi

EVLİLİKTE YALAN: GERÇEĞİ DEĞİL, İLETİŞİMİ KAYBETMENİN SESSİZ ÇIĞLIĞI

ZÜLFÜ YARE DOKUNMAK: YİTİRDİKLERİMİZ

"Halka Aşkla Hizmetin Adı: Arapgir Modeli" Belediye Başkanı Haluk Cömertoğlu ile Röportaj

KUŞLAR YAĞMURDA DA UÇAR

DURUŞ

İNSANLARA RAĞMEN, İNSANLIK İÇİN

YENİDEN MİLLİ MÜCADELE (ÇAĞRI)

Neden İznik?…

BİR DAMLA KAN, BİN BİR ENDİŞE

Bilgi ve Adalet

KADINIM HAKLARIM VAR

AYNADAKİ LEKE

KAN BAĞIŞI: BİR YAŞAMIN KIRILMA NOKTASINDAKİ KÜÇÜK BİR MUCİZEDİR

SALEBE’NİN HİKÂYESİNİ BİLİYOR MUSUNUZ?

Ne Bu Dünyada Ne De Öteki Dünyada

FATİH'İN VE ATATÜRK'ÜN İZİN VERMEDİĞİ PAPA'YA NEDEN İZİN VERİLİYOR?

VAZO ÖNÜNDE SATILAN ÜRÜNLER SAĞLIKLI MI?

DİJİTAL ÇAĞDA TAPU ÇİLESİ, BÜROKRASİDE “BANK NÖBETİ” SÜRÜYOR…

ÜÇ SIFIRIN ADALETİ, BİR İNSANIN VİCDANI: Prof. Dr. Ayten Erdoğan Meselesi

YOK DEVE

Milletin Vekili Olmak Cesaret İster

ADIM ADIM İLERLİYOR KÖTÜLÜK

ENGELSİZ ÖZGÜRLER

DİNDARLIK VE AYDINLIK

EĞİTİMDE SOSYAL ADALET

HAK ARAMAK HAKKIMIZ MI?

İNSANLARIN EN İYİ İLACI

SABAH VE ŞİİR

EVLAD-I FATİHAN ve SELANİKLİ MUSTAFA

Ticareti “Franchise’laştıran AKP

Bugünkü yazımda, akıl, mantık, duygu, düşünce, vicdan ve adalet devre dışı kalıyor.
İzin verirseniz, beşerî ilişkilerimizin yerle yeksan oluşunu anlatayım. Konunun içinden çıkmamızın imkânı yok!
Dürüst, ahlaklı ve vicdanlı olarak geriye kalan çok az kişinin mücadelesi adına onlara ses olmak istiyorum.
Siyaset baş sorunumuzdur. Ne iktidarın ne de muhalefetin halka vereceği hiçbir şeyleri yok.
Bu sarmaldan arınmak için güç yetmiyor. Onlar, bu sarmalın içindeki baş yapıttır.
Konuyu geçiştirmemeli, sonuca odaklanmam lazım, değil mi? Ama kimin sonucu?
“Nasıl halksanız, öyle yönetilirsiniz.”
Tavuk mu yumurtadan çıktı, yumurta mı tavuktan?
Toplumsal çürümemiz bize yavaş yavaş enjekte edildi. Yayın organları, diziler ve filmler aracılığıyla aile kavramı bitirildi. Üretmeden, emek vermeden zengin olmanın; evlilik dışı, küçücük yaşta çocuk doğurmanın senaryoları “özgürlük” adı altında işlenerek özendirici hâle getirildi.
Biliniyor ki, bu halka ne verilirse özenti duyarak kanalize olur. Magazin programlarının şatafatlı hayatlarını izleyerek “Ben bu hayatı yaşarsam ne olur?” diye düşünmeyen, sonu felakete yol açan yaşamlar oluştu.
Özellikle kadınlar üzerine kurgulanmış, reyting uğruna verilen zararın vicdanı olamazdı.
Peki, suç kimin? Özenti duyanın değil midir?
Kadın cinayetleri neden artmıştır?
Kültürel yozlaşmanın kimden kime zarar vereceğini bilmeden yaşam tarzlarını uç noktaya taşırken, zengin olmanın, özgür yaşamın peşinde koşarken bazıları hayatlarından olmuşlardır.
Gıda üretiminin emeğini ve maliyetini biliyoruz.
Sağlıklı gıda üretmeyen, zehirli sebze ve meyveyi üretenin suçu yok mudur?
Kalitesiz üretim, kâr marjı, iş ahlakı, alın teri, vicdan… Var mıdır burada?
Ölümlere neden olan gıda zehirlenmeleri kimin umurunda?
Süte su, tereyağına ve her gıdaya menşei belli olmayan madde koyanlar…
Bire bin kazanan restoranlar, oteller, moteller…
Sonu gelmeyecek o kadar çok hilekârlık var ki.
Para denilen materyale tapınan, dürüstlüğü ve vicdanı yok sayan bu kişiler kimlerden oluşmuştur?
İçimizden, değil mi?
Birbirimize yaptığımız kötülük hiçbir kitaba sığmaz.
EĞİTİM alanında; ilkokul çağına inen şiddet, çocuk istismarı, yoksulluk nedeniyle eğitim hakkının kaybı ve eğitim kalitesinin niteliksizliği çığ gibi büyüyen sorunlardır.
SAĞLIK sektöründe ise yılların tecrübeli doktorlarının azalması sonucunda, mesleğini geliştiren, hastasına saygılı doktorlar bulmak zorlaştı.
Tanı ve teşhiste zorluk çekilmektedir. Hasta ve doktorun birbirine güvensiz durumu sonucunda şiddet yaşanmaktadır. Sabırsız hastaların, doktoruna emrivaki davranışları başka bir handikaptır.
Ticaret alanına bakacak olursak:
Ucuza mal edilmiş binaların can alması…
Çalışma sektöründe iş güvenliğinin, yangın, maden göçüğü gibi durumlarda işçinin can güvenliğini sağlayan hiçbir şeyin olmaması kimin suçu?
Ticaret derken; evine çağırdığın herhangi bir ustanın, hak ettiği ücreti almayarak tamir parasını yüzde yüz kârla yapması kimden kime zarardır?
Yalan, talan, hırsızlık, gasp, soyma hangi toplumdan çıkmıştır?
İğneden ipliğe bozulmuşluk yaşıyoruz.
Birbirimizin cebinin, bedeninin soyguncusu olmuşuz.
Bugün ak dediğimiz şeye yarın kara diyoruz.
İşte eğitimin ve okuma eksikliğinin, gününü sosyal medyanın aperatif sunduğu, kadın programlarının yemek ve çatal-kaşık cazgırlığını yaptığı, kimin kiminle iğrenç ilişkileri olduğunu bayıla bayıla izleyenlerin suçu yok mudur?
Nasıl bu kadar zafiyete müsait oluyoruz?
Utanma duygusunu arayıp da bulalım.
Acılarımızın üzerinde tepinen, “Ben zevkime bakarım.” diyen umursamaz gamsızlığın müsveddeleri çoğaldı maalesef.
Ailesi mi, yuvası mı yıkılmış? Çocuğu mu kaybolmuş, ölmüş mü?
Bu şuursuzluğu yaşayanlara ne demeli?
Güven meselesi:
Bir bakıyoruz, inandığımız yazarların, tarihçilerin, bilimcilerin zaman içinde değişken yorumlarıyla sarsılıyoruz.
Neden? Yayın kartellerinin çıkar mekanizması orantısız güçte olduğu için.
Kültürel değerlerimiz olan beşerî ilişkilerde saygıyı, sevgiyi, maneviyatı arayıp da bulalım. Sohbetler vıcık vıcık, belden aşağı.
Küfürlü konuşmalara ilgimiz yoğun. Gülerek karşılık vererek doğal zannedilen basitliği kabullenmek, tepkisiz kalmak, kimin suçu?
Ailenin ve özel hayatın kutsallığı kalmamıştır.
Sanatla, müzikle, tiyatroyla, resimle veya kültürel her olguyu reddeden, sıradan yaşantıyı kendine empoze edenlere ne demeli?
Saygınlığı, itibarı, kibarlığı, nezaketi, kültürü, eğitimi sağlam temeller üzerine kurmak için gelecek nesillere mutlu, güvenli yaşam vermeliyiz.
Her canlının yaşama hakkını, trafik kurallarını, hasta haklarını, sağlık çalışanının hakkını, işçinin, öğrencinin hakkını, anne-baba saygısını, evlat sevgisini…
Toplumsal huzuru, kimsenin kimseyi öldürmediği, incitmediği, koruduğu, kolladığı kültürel ve sosyal yapılanmayı kim kime sağlayacaktır?
Huzuru, sevgiyi, vicdanı, hakkı, adaleti birbirimize verecek miyiz?
Gelecek nesillere huzurlu, güvenli yaşam hakkını sunmak için el ele vermeliyiz.
Toksik zehirlenme yaşıyoruz. Kötüler ve kötülük korkunç boyutta.
İyiler mücadele etmeye devam ederken yorulduk.
Kim suçlu?
Sen, ben, hepimiz suçluyuz.
Birbirimizin eksikliğini görürken kendimizi düzeltmeyi bilemedik.
Haklarımız elimizden alınırken sustuk, boyun eğdik.
Bu sürece gelene kadar el birliğiyle her şeyi düzeltme gayretinde bulunmadık.
Seyrettik cinayetleri, çocuk tacirlerini, kadına ve hayvana şiddeti…
Seyrettik, müdahale etmedik.
Birbirinin üzerinden hırsını, sinirini çıkaran bir toplum olduk.
Kendi nefsi doymayanlar
Açları doyuramazlar
Bulurlar ağdalı sözleri
Kopyala yapıştır yaparlar
Timsah gözyaşı dökerler
VAHLAR… TÜHLER
Yediği yemeği paylaşanlar
Seksenlik nineler
Dudağını büzerek poz verirler
Resimlerde hava basarlar
Gençlere fark atarlar
Akıl dışı fark yaparlar
VAHLAR… TÜHLER
Entel dantel görünenler
Görmeyene göz olmazlar
Yürümeyene yoldaşlığı bilmezler
Görürlerse gariban resmini
Sahte vicdanını temizler
VAHLAR… TÜHLER
Mış/lar, Miş/ler yaparlar
Yanındayım, yolundayım demezler
Vicdanlılığı sanal âlemde bilirler
VAHLAR… TÜHLER
Yaşanılası hayatta yük olurlar
Zavallıların sırtından geçinirler
Vatan millet Sakarya derler
Pirincin içindeki beyaz taştırlar
Yolumuzdan, yönümüzden eksik olsunlar
VAHLAR… TÜHLER

İçimizin ışığından Cumhuriyet geçer.
29 Ekim 1923 yılında Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin ilanı ile Cumhuriyet Bayramı olarak kutlanmaya başlanmıştır. Bu yıl 102. yılını kutluyoruz. Ne mutlu ki, Cumhuriyet çocuğu olarak dünyaya geldim. Rahmetli babam ve annem, Mustafa Kemal Atatürk ilkeleri ve Cumhuriyet bilinciyle yetiştirdi bizleri. İstiklâl Savaşı gazisi dedem anlattıkça, gözümde Mustafa Kemal Atatürk büyüdükçe büyüyordu. Küçücük yaşımda öğrenme merakım vardı. Farklı bir kişiliğim olduğunu şimdi anımsıyorum.
Milli bayramlarda şiir okumak için ortaokul yıllarımda kendimce evimizin akustik yerini bulur, şiir seslendirirdim. Ve hocalarımın vazgeçemediği şiir okuyan öğrencisi olmuştum. Bir 10 Kasım Atatürk’ü Anma Günü’nde, ortaokul son sınıftayım. Şiirim hazır, ama okulumuzun elektriği kesilmişti. Bütün devlet erkânı anma töreninde bizleri izliyordu. Şiir okuma sırası bana gelmişti. Saygıyla Atamızın büstüne selam verdim, döndüm şiirimi okumaya. Sesim gür, içim inanç ve coşku dolu… Şiirimi bütün meydan duyacak şekilde okudum, selamımı verdim, indim. Takdirle izlendiğimin farkındaydım.
Akşam babam eve gelince beni “Aslan kızım” diye kucakladı, sevdi. Kendisi de memur olduğu için devlet erkânı, komutanlar, başkomiser, hâkim, savcı vs. babamın arkadaşlarıydı fakat benim babam olduğunu bilmiyorlardı. Anma töreninden sonra okul müdürümüze “Bu öğrencinin babasını çağırınız,” demişler.
Babam’a giden okul görevlisi, “Sizi okuldan müdürümüz çağırıyor,” demiş. O yıllarda siyasi kargaşa, kavgalar yeni yeni okulumuzda başlıyordu. “Kızınız Ayla için çağrılıyorsunuz,” denilince, kavgaya karıştığımı zannetmiş babam. Lise müdürünün odasına girince Garnizon Komutanı ve Başkomiser:
— Neden geldiniz Abdullah Bey? diye sormuşlar.
Babam da:
— Kızım Ayla için çağrıldım, demiş.
Garnizon Komutanı:
— O sizin kızınız mı?
— Evet.
— Biz takdir ve teşekkür için çağırdık.
— Neden?
— Öyle yürekli şiir okudu ki, takdir ve teşekkür etmek istedik velisine, demişler.
Lise eğitimim bitmişti. Boş kalmamak için pratik kız sanat eğitimine katılmıştım. O yıllarda sadece lise vardı, peşi sıra Ticaret Lisesi açılmıştı. Liseler arası kompozisyon yarışması düzenlenmişti. Pratik Kız Sanat Müdürümüz bir gün:
— Yarışma var, biz de katılsak ama kim yazabilir ki? dedi.
Yarışmanın son iki günü…
— Hocam ben yazarım, dedim.
Müdürümüz sevinçten uçuyordu. Yarışma konusu Atatürk’ün şu sözüydü:
“Beni tanımak, yüzümü görmek demek değildir. Beni tanımak istiyorsanız, fikirlerimi yaşatınız.”
İçimde müthiş bir heyecan; ellerim, ruhum titriyordu. Ülkemizin stratejik coğrafyasından, gelir kaynaklarından, ülkemizin dünya gözünde ölçülemeyecek değere sahip olmasından ve Mustafa Kemal Atatürk’ün Türkiye Cumhuriyeti’ni kurmak için verdiği mücadelesinden bahsettim. Kompozisyonu teslim ettim. Tabii ki yarışma heyeti Yozgat devlet erkânı tarafından incelenip ödül verilecekti.
Bir hafta sonra…
Müdürümüz sevinçle geldi, beni kucaklıyor:
— Yendik, yendik! Liselileri yarışmada birinciliği aldık! diyordu.
19 Mayıs Bayramı’nda saat ödülü almıştım. Sonradan Yozgat heyetinin dediğini duydum:
“Bir lise öğrencisi Türkiye’nin stratejik konumunu nasıl yazabilir? Bunca bilgiyi takdir ettik.”
Ödül sevincim buruk bir hüzünle karışmıştı. Çünkü babamı kaybedeli iki yıl olmuştu. Yaşasaydı yine “Aslan kızım” der, sarılırdı.
Teşekkürler Rahmetli Babam ve Annem, ailem… Minnettarım İstiklâl Savaşı Gazisi Üsteğmen Mehmet Ziya Boran’a – bu ruhu bana nakşettiğiniz için.
Yozgat / Boğazlıyan’dan bahsedeyim… Doğum topraklarım. Mustafa Kemal Atatürk “Yozgat, yiğidin harman olduğu yerdir,” demiştir. Cumhuriyet Bayramı ilçemizde bir bayram karnavalına dönüşürdü. Halkımız tertemiz giyinir, takım elbiseli, kravatlı ve kadınlarımız elbiseli, bakımlı şekilde bayram alanını doldururdu. Çağdaş bir halkımız vardı. En önemlisi, her yıl ve hâlâ andığımız Milli Şehidimiz “Kaymakam Mehmet Kemal Bey”in Osmanlı-İngiliz işbirliğiyle gerçekleşen Tehcir Vakası’nda iftira ile asılmasıdır.
Bu günlere kolay gelmedik. Yarınlarımızı, istikbalimizi ve istiklalimizi kimselere teslim etmeye niyetimiz yoktur. Ölümüne Mustafa Kemal Atatürk’ün yolunda, ilminde, irfanında yaşayacağım.
Küba Devrimci Lideri Fidel Castro, Mustafa Kemal Atatürk için:
“Öldükten sonra devletini yöneten tek lider.” demiştir.
“Ey yükselen yeni nesil!
Cumhuriyet’i biz kurduk.
Onu yükseltecek ve yaşatacak sizlersiniz.”
Ruhlarınız şad olsun Mustafa Kemal Atatürk’üm ve silah arkadaşlarının…
Türk olmak, asil kanla doğmaktır.
Türk olmak, Ata eritir.
Atanın izi, yürek yarasıdır.
Ak annenin ak sütüdür,
Türk olmak azizim, yürek işidir.
Çivi gibi ahlak Ata’ya borçtur.
Dağ gibi cesaret ister.
Dağın başı hep borandır,
Boranı Türk merhametiyle eritir.
Türk olmak kolay değil azizim…
Türk olmak…
Sofrasında zeytini nimet bilmektir.
Fatma anamızın narin vücudunda,
İman gücüyle top mermisi taşımaktır.
Türk olmak azizim ilahi güçtür.
Kime bahsetmiş yüce Yaradan?..
Kurtuluş Savaşı’nda bir lokma ekmek,
Bir yudum su…
Su ki zemzem suyu,
Vermiş iki cihana şerbetini.
Bir öğün bulgur aşı;
Türk’ün açlıkla onurudur, İstiklâl Savaşı.
Ülkem, akbaba istilasında…
Yatmış buz gibi taşa
Türk’ün Paşası Mustafa Kemal Atatürk
Seslenmiş yücelerden, Kocatepe’den:
“Askerlerim! Size ölmeyi emrediyorum!”
Ya istiklal! Ya ölüm!
Ölünmez mi Evrenin incisi için,
Başağı başak veren toprağı?
İlahi gücün taçlandırdığı,
Elmas gibi işlenen yüreklerin
İki cihan için andıdır yiğitlerin.
Vatanım, canım sana feda sevdası…
Türk olmak kolay değil azizim!
Türk’ün eğilmez hiçbir zaman başı.
Baş koyulmaz mı, can verilmez mi?
Başa yastık ne gerek!
Anavatan özgürlük doğuruyor.
Adı Cumhuriyet!
Bağımsızlık karakterimizdir.
Türk olmak kolay değil azizim.
Aldan al rengiyle Ay-Yıldız bayrağını,
Türk anası, kızı, kızanı
Başına taç yapmaz mı?
Ay-Yıldız her yiğidin göğsünde nişangâhıdır.
Omzunda arşa yükseltir şanını,
Sonsuzluğa asaletini.
Sarsan narin vücudunu,
İki cihana değmez mi?
Ölsen kutlu yolunda…
Melekler eğilmez mi?
Türk olmak kolay değil azizim.

Yaşam akıp gidiyor. Umutları peşine takarak, hayalleri pembe düşlere bezeyerek ya da ne acıları örterek, çareler, çözümler bekleyerek geçiyor.
Geçmiş, yaşam yolumuzun yuvasıdır. Nerde, nasıl yetiştiğimizi, nasıl kültüre sahip olarak yetiştiğimizi, ailesi olmayanların ne yollardan geçtiğini bilmeyerek; minicik bedenlerin hamur halinde neye yararlı olarak donanım elde ettiğini, kimsesiz yetişenlerin toplum içerisinde yer almak için ne yollardan geçtiğini bilmeyerek… Bunları ancak onlar bilirler.
Hayat eşit koşullarda geçmiyor. Zor yaşamlardan geçen çocukların rehabilite edilmesinin toplumsal zamana etkisi nedir? Kayıp gidenler zamana yenilmiş değil midir? “Zaman…” Bu kısacık ve geniş yelpazesi olan, irdelenmesi gereken kelime nelere kadir değil ki? İç içe sarmal olmuş bir sözden ne yaşanmışlık, ne umutlar ifşa ediliyor değil mi? Sosyal yara zaman içinde kendini tolere eder mi? Bu sorunun cevabı sosyal devlet olmaktan geçiyor. Hele ki bu zamanda…!
Dün böyleyken, bugünü tarif edecek olursak: Değişen nedir? Yeni umutlara gebe, yeni çağın sıkıntısı bugünü tarif etmemiz için yeterli midir? İnsan, sağlık konusunda dünde bıraktığını görmeyip, bugün daha iyi olacağı umuduyla yaşar. İşte toplumsal olgular da bunun gibidir. Dün geçmişte kalırken, bugün yeni doğan güneşin doğumu, umutlara, çabalara dönüşümdür. Evren kendi döngüsünde kendini hazırlar. Hayat, biçtiğimiz zaman dilimiyle akmaz çoğu kez. Çaba, emek, idealler vardır içinde. Dün geçmiş olur, bugün andır, yarın gelecektir.
Kendi özdeyişimle:
“Dün aslında bugündü, bugün yarındı… Dünün suçu neydi?”
Zaman, aynı koşullarda, aynı umutları üstün emeklerle besleyerek oluşup, aynı çözümsüzlük içinde ilerliyorsa, yarınlara taşınan hayallerimiz bir bilinmezlik içinde de olsa umut taşıyor. Kum saati kendi akışını devam ettirirken, beklenilen yolculuğa akış sağlar bekleyenler için.
Zaman, içinde mutluluğu da barındırır. Bir bebeğin anne karnında yaşamaya başlayıp doğumuna kadar ki zaman içinde, dünyaya geliş anının sevgiyle, sevince dönüşmesi ne güzeldir!
Evlenecek olanların pırpır atan kalplerinin, dünya evine girmeyi bekledikleri zaman ne güzeldir. Özlemle, beklenilen sevginin, ayrı kaldığımız sevdiklerimizle kavuştuğumuz anlar; bir çiçeğin açtığı mevsim, huzuru bulduğumuz zamanlar ne güzeldir. İş, aş, yuva… İnsanın ömrü boyunca beklediği en güzel zamanlardır.
Ben bu yaşımda bıraktığım çocukluğumun umutlarını arıyorum. Saf, temiz, sosyal refahı sağlanmış bir toplum olduğumuzu hayal ettiğimiz; gençlik ideallerimiz için verdiğimiz mücadelemizi anımsıyorum. Yıllar gelip geçmiş, değişmeyen ülke sendromu hastalığıyla topluma psikososyal bunalım enjekte edildi. Hayallerimizi, emeklerimizi çalıp sömüren Türkiye siyasetçileri; kendi refahları için kıran kırana mücadele etmekten, hak yememekten, adaleti sağlayamamaktan hiç mahcup olmadılar. Dün neyse bugün de aynı, yarın da aynı olacaktır. Sağ ve sol siyaseti sadece kendine hizmetkârdır.
Yine girdim siyasete. Oysaki pembe tablo çizen yazım olsun istiyorum her daim. Ama yaşantımızı zehreden, dünü, bugünü, yarını yaşanmaz hale getiren bütün siyasetçilere selam olsun…
Hayallerimi giydiriyorum,
El değmemiş kumaşı
Ruh ve bedenime.
Zaman, duvarlara yankılanan
Sessiz çığlığını haykırıyor.
Oysaki zaman şu andı,
Yarına yolcu etmek istemediğim.
Artık umutlarımı, sevinçlerimi,
Çıkrıkçı ağarmış saçlarımı
Hallaç pamuğu attırıyor,
Beyaz iplikler dokuyor
Yüzümün yorgun tepesine.
Perdesini çekiyorum yavaş yavaş,
Akşamın hüzünlü sahnesine gündüzün.
Soluk soluğa hayallerimin
Olur olmaz savaşında…
Saatin katranı insafsızca:
Tik tak, tik tak…
Beynime çivi çakıyor.
Elde edemediğimiz günün
Mutluluk koşuşturmasında…
Heyhat!
Yalnız kalmış sevgi ağlıyor kendine.
Sol yanımın sızısı din ne olursun?
Tümden yarıma,
Yarımdan tüme savaşım…
Dün aslında bugündü,
Bugün yarındı.
Dünün günahı neydi?
Hayat senfonisinin yalnızlık şarkısında
Bir yer arıyorum…
Ruhumun dinginlik arzusunda,
Spesifik sevgiler antika dükkânında.
Cırcır böceği:
“Seninleyim!” diyor.
Faslına ara verdiğinde saatin katranı:
“Tut beni, yetiş bana, doyur anı, doldur!” diyor…
Sonbahar rüzgârının savurduğu,
Dalını terk eden yaprağın hazin haline:
Hangi ağacın dökülen yaprağıyız?

Doğa; her rengini, her güzelliğini, mevsimin taze çiçek kokusunu, ılık rüzgârını, sıcak güneşini, meyve dolu ağaçlarını, kelebeğini, arısını insana sunan, değeri ölçülemez cevherdir.
İnsan ömrüne benzetirim ben mevsimleri.
İlkbahar doğuş…
Pür gonca bebeğin miski amber kokusu gibi, bin bir renge bezenmesi gibidir.
Yaz mevsimi…
İnsanın gençlik yılları gibidir. Taze fidanın büyüyerek kök salması, tutunması; meyveye dönüşen, üretken olduğunu göstermesidir. Yaşamı boyunca umut taşımasıdır.
Sonbahar…
Orta yaşın, çocukluk ve gençlik çağını geride bırakarak dingin, nadasa bırakılmış ruhun; bedenin, hüzün yüklü girift olmuş döngüsünde kazandığı, kaybettiği yaşamın hüznü ve umududur.
Kış mevsimi…
Çocukluk, gençlik, orta yaşın bitimi; yaşlılık dönemidir. Tutmayan bacakları, titreyen elleri; zemheri soğuğu gibi yalnızlığın buz tutmuş, siyah saçına kar düşmüş hâlidir. Güneşin umut edildiği, yaşlılığın o umuda sarıldığı mevsimdir. O kış mevsimi ki, buzulların altında mucizevi kardelen çiçeğinin o eşsiz rahiya kokusu, insana nispet yapan direnci ile yaşamın her mevsiminin, yaşamın her yaşında yaşamak Tanrı’nın insana verdiği armağanıdır.
Mevsimler arasında sonbahar, sitemkâr edilen mevsimdir. Yazarlar, şairler sıkça konu ederler sonbahardan. O sarı hüzün ki, hepimizin veda busesidir adeta. İnsan ruhu nadasa yatmaz mı? İnsan, sevdikleriyle yeri ve zamanı gelince ayrılık yaşamaz mı? İnsan, gün gelir her ayrılığın kavuşması olacağını bilmez mi? Nedendir ki sonbahara bu kadar sitem etmek? Sonbaharın suçu ne? İnsan kendi yoksulluğunu, vefasızlığını sonbahara yükler.
Sararmış yaprakların rüzgârlar önünde savrulması, vedasıdır; ama toprağa kök salmış ağaçlar, toprağın sadakatiyle çayırı çimeni koynunda uyutarak daima lütufkâr dönüşümü gösterir. Bu cömertlik değil midir? İnsan, insana böylesi cömert ve koruyucu olmuş mudur yaşamı boyunca? Çıkar ilişkileri, maddeye tapan ruhu, bedenini ruhunu satanlara inat; doğa daima kendi döngüsünde verimli ve fedakârdır.
Sonbaharın, doğanın sararan rengini, ayrılık duygusunu hepimiz hissederiz. Rüzgârla savrulan yaprakların sesi, senfonik bir dinleti gibidir. Biten sevgilerin hüznüne sarılan, kavuşmayı bekleyen sevgililer gibidir. Ben bu mevsimde keman dinletisine bayılırım. Kemanın titreyen nağmeleri, hüznün dili olsa da kavuşmaya hasret bedenlerin titreyen kalbini hissettirir bana. Tıpkı bir şarkıda olduğu gibi: “Elbet bir gün buluşacağız.”
Yine bahar gelecek, yine kelebekler özgürce uçacak. Peki ya insan? O özlemle beklediği özgür yaşantısını, yaşama hakkını, hak, hukuku yeniden eşit koşullarda yaşamayı, emeğinin karşılığını emeklilik yaşında sonbahar hüznünü yaşamadan… Çocukların türlü istismara uğramadan, müreffeh geleceği olacak mıdır? Her çocuğun koruyucu, kollayıcı eğitim ve yaşam hakkı olacak mıdır? Günden güne şiddetin tırmandığı günümüzde kadınları “toprak ana” olarak özdeşleştiririm. Onları cinayetlere kurban vermeyeceğimiz günler olacak mıdır? Sonbaharın suçu ne? İnsan, kendi mevsimini güneşli; doğa gibi özverili kılmayı bilmelidir.
Sen bana eylül gibi gel
Bırak döksün yaprağını
Kalbinin kırılan sayfası
Sen bana eylül gibi gel
Üşürse narin ellerin
Güneş olup ısıtırım
Kedere eş olma sakın
Sen bana eylül gibi gel
Altın sırması hazandan
Aşka dökülen yapraktan
Umuda bağlan bahardan
Sen bana eylül gibi gel
Başak topladık ümide
Seyranda çimen eylülde
Huzuru demler gönülde
Sen bana eylül gibi gel
Ağlar sevdaya erenler
Sonbaharı göç zanneder
Rüzgâr tatlı ninni söyler
Derin sevda yaşar eylülde

Türk milleti olarak Zafer Bayramı’nın 103’üncü yılını kutluyoruz. Zafer’e giden yol çetin direnişten, kanla canla verilmiş bir mücadeledir. Milletin, işgal kuvvetlerinin istilasından kurtulmak için verdiği yıllarca süren mücadelesidir. Türk milletinin Zümrüdüanka kuşu gibi küllerinden yeniden doğuşudur. Dört bir yandan işgal altında olan ülkemiz savaşlardan yoksulluğa düşmüştür. Binlerce şehidimizin olması nedeniyle nüfusumuz azalmıştır. Savaş teçhizatı yok, asker kumanyası yok, bir öğün bulgur aşı, hoşaf, çoğu zaman aç susuz Türk askerinin dillere destan olan mücadelesidir. İnançla, özgürlük emeline kavuşmasıdır. İngiltere, Fransa, Yunanistan gibi emperyalist devletler sömürge altına almak istiyordu ülkemizi.
22 gün süren Sakarya Meydan Muharebesi’ni yöneten Mustafa Kemal Atatürk, böbrek sancısı çekerek taşa uzanmış, ayağındaki postalının altı delik iken ilahi güçle milletini, askerini organize etmiştir. Afyon Kocatepe’de sarışın kurt gibi, kurşun gibi bakışıyla uykusuz ordusunu özgürlüğe taşıyordu.
Mustafa Kemal Atatürk’ün ünlü sözüyle zafer yolu çizilmiştir:
“Hatt-ı müdafaa yoktur, sath-ı müdafaa vardır. Bu satıh bütün vatandır. Vatanın her karış toprağı vatandaş kanıyla sulanmadıkça vatan terk olunamaz.”
ZAFERE GİDEN YOL
Sivas Kongresi’nde alınan gizli kararlarla Anadolu’dan zafere giden yol çizildi. Dünya Savaşı’ndan sonra işgale uğrayan Türk topraklarını kurtarmak ve Türk milletinin bağımsızlığını sağlamak için çareler aramak amacıyla seçilmiş ulus temsilcilerinin Sivas’ta bir araya gelmesiyle, 4 Eylül 1919 – 11 Eylül 1919 tarihleri arasında gerçekleşen ulusal nitelikte bir kongredir. Adım adım ülkemizin bağımsızlık projesidir.
Mustafa Kemal Atatürk, ordusuna “Ben size taarruz emretmiyorum, ben size ölmeyi emrediyorum” demiştir.
Başkumandanlık Meydan Muharebesi ya da Dumlupınar Meydan Muharebesi, Kütahya’ya bağlı Dumlupınar yakınında 30 Ağustos 1922’de Türk ve Yunan orduları arasında meydana gelen savaştır. Başkumandan Mustafa Kemal Paşa tarafından şahsen yönetildiği için Başkumandanlık Meydan Muharebesi olarak anılır. Yediden yetmişe çocuk, kadın, yaşlı demeden ulusal bağımsızlık kazanılmıştır. İstiklal Savaşı kesin bir Türk zaferiyle sonuçlanmıştır.
Türk’ün düşman işgalinden kurtuluş bayramı olarak 30 Ağustos 1926 yılından itibaren kutlanmaya başlanmıştır.
Türk milleti artık bağımsızlığını ilan ettikten sonra dünya liderleri hayran kalmıştır. Birçok dünya lideri Atatürk için övgü dolu sözler söylemiştir.
İNGİLTERE BİRLEŞİK KRALLIK LİDERİ
Winston Churchill: “Dünyaya yüzyılda bir dahi gelir, o da Türklere gelmiştir.”
İSVİÇRE
“Türkiye’yi yaratan, tarihimizin bu en büyük adamını başımı en derin hürmetle eğerek selamlarım.”
– Profesör MORRF
İTALYA
“Hayatının sonuna kadar milletinin mutlak güveni ile kurduğu devletin başında muzaffer kumandanının kişiliği, eşi görülmemiş bir karakter örneğidir.”
– C.C. SFORZA
ŞEREFLİ İSTİKLAL SAVAŞI GAZİSİ ÜSTEĞMEN MEHMET ZİYA BORAN DEDEM’İN ANISINA
Filistin’de İngiliz esir kampında 7 yıl esir kalmış, İstiklâl Harbi’nde gözünden yara alarak üsteğmen olarak gazi olmuştur. Gazilik maaşını, madalyasını “Benim kanım canım vatanıma helal olsun” diyerek bağışlamıştır.
Kim ki bu hakkı yok sayıyorsa, kim ki vatan malına göz dikip haram yiyorsa, iki cihanda yer bulamasın. Hala şehit veriyorsak, canlarını feda edenlerin, nur yüzlü çocuklarımızın acısını, varlığını bilmiyorsak iki cihanda yer bulmayalım.
Kahire’de Mülazım Mehmet Ziya Boran İngiliz kampında esir alınmıştır. İstiklâl Savaşı’nda üsteğmen silah arkadaşlarıyla birlikte Filistin Sina’da görev yapmıştır.
Ruhları şad olsun.




ATATÜRK SEN BİZİM HER ŞEYİMİZSİN
İçimizde sönmez ateşin senin,
Sen bizim batmayan güneşimizsin.
Senden başka yoktur liderim benim,
Atatürk sen bizim her şeyimizsin.
Göktürk’lü tuğular seni selamlar,
Mavi gözlerinde şimşekler çakar.
Tarihlere sığmaz izin şansın var,
Atatürk sen bizim her şeyimizsin.
Şahlandı küheylan Kocatepe’den,
“Ya istiklal ya ölüm” emrini verdin.
Sen yürüdün, millet aktı peşinden,
Atatürk sen bizim her şeyimizsin.
Ay yıldızla parlar bağımsız vatan,
Küllerinden doğdu bu aziz vatan.
Ne mutlu ki Türk’üm diyene de şan,
Atatürk sen bizim her şeyimizsin.
Mustafa Kemal’in neferiyiz biz,
Son nefesimize dek yeminimiz.
Laik cumhuriyetin bekçisiyiz biz,
Atatürk sen bizim her şeyimizsin.
Bağımsız milletiz, şanlı tarihimiz,
Rahat uyu Atam, adın andımız.
Minnettarız sana, feda canımız,
Atatürk sen bizim her şeyimizsin.

Zaman öyle akıp geçiyor ki, bir gün acılarımızın dinmediği; yangın, sel felaketleri, şehitlerimiz, gazilerimiz olmasın… Ülkemiz kaosun içinde çırpınıyor.
Sağlık terörü
Gıda terörü
Can güvenliği terörü
Eğitim, vasıfsız eğitim terörü
Orman yangını terörü
Hayvan katliamı terörü
Kadın cinayetleri terörü
Çocuk taciz ve cinayetleri terörü
Ekonomi terörü…
Bu yazdıklarım normal sosyolojik sıkıntılar değil, resmen terördür.
Liste öyle uzun ki ne gücümüz yetiyor ne de aklımız eriyor olanlara. Dumura uğruyoruz.
Faciaların ardı arkası kesilmediği günlerden geçiyoruz, içimiz yana yana.
Her şey gelip siyasetin kilit noktasına dayanıyor.
Siyaset bataklığında boğuluyoruz.
Siyasal partilerin birbirinden farkı yok. Onlara seçim zamanı elini versen kolunu kaptırırsın. Kendi haksızlıklarını, çıkarlarını meşrulaştırır; halkını da geçim derdine, sağlık sorununa iterler. Ne eğitim, ne gelecek, ne de sosyal yaşam sunarlar. Kendileri paşa paşa yaşarlar. Bu zamana kadar siyaset bizde böyle işledi.
Suç siyasetçilerin mi yoksa halkın mı?
Ufacık çıkarı için el etek öpenlerin siyasetçilere vereceği dersi olamazdı.
Kıymetli okurlarım; zihnim öyle dağınık ki… Son günlerde yaşanan ve gelişen olayları, acıları yüreğimden, belleğimden atamıyorum. Yazımda değineceğim konuları ele almaktan inanınız, ilk kez zorlandım. Aslında sizler de benim gibisiniz. Öfkemiz, kızgınlığımızla neyi nereden başlayıp düzelteceğimizi bilemez olduk.
Siyaset bataklıktır; siyasal sorunlar bizi içine çekiyor. Ülkemizin maalesef gerçeği bu. Kimimiz çok duyumsadık, kimimiz umursamadık. Acı gerçeğimiz… İsterdim ki bu, aksiyonlu bir film olsun veya roman hikâyesi.
Günümüze kadar gelinen süreçte binlerce acı anı, yoksulluk, yürekli yiğitlerin öyküleri vardır. Vicdanı olanlar unutmadı, unutturamazlar…
“Şehidim hakkını helal etme” diye başlık yaptım, neden mi?
Dogmatik yapımızın hızla değişmesi, umarsız, çıkarı için yaşayan insanlar olmamız nedeniyle sitem ediyorum.
Suç sadece siyasetçilerde mi?
Halk olarak hızla dejenere oluşumuzu, özümüzü kaybederek unutmadık mı?
Hızlı yoldan, nereden elde edildiği belli olmayan gelirle zenginlik yarışına girmedik mi?
İçimizi sosyal ağ üzerinden rahatlatarak şehitlerimizi anmadık mı?
“Ne oluyor bize?” demedik ve hâlâ demiyoruz.
Bir şehidimiz için meydanlar iner, bir şehidimiz için yemez, içmezdik.
İletişim ağının keyfine, robot ruhuna sahip olanları nasıl affedebiliriz?
Bir ekmeği paylaşan bir toplumken; yozlaşan, vicdani ve ahlaki değerleri bitiren halk olduk. Hiç mi suçumuz yok?
İlk kadın teğmenimizin ve silah arkadaşlarının, 10 yıl önce uçak düşmesi sonucunda Gülhane Askeri Tıp Akademisi’ne getirildiği gün, benim de orada doktor randevum vardı. Oradaydım…
Naaşları şehitliğe götürülmek üzere hazırlanırken, cenaze araçları sıra sıra bekliyordu. Oradan geçen insanların umursamazlığını gördüm. Bir gazimiz, evde durmamış; silah arkadaşlarını uğurlamaya gelmişti yakınlarıyla birlikte. Ağlayarak bakıyorduk.
Bir polis dikkatimi çekti; saçlarını jölelemiş, tepesine model vermiş. Halini görünce, “Vatan işte o gün bitmiş.” dedim.
O an şu sloganımı dile getirdim: “Şehidim, hakkını helal et bize.”
Binlerce Ali’nin, Mert’in, Mehmet’in şehit olmalarını duyduk; hiç bitmeyen acılarımızla katlanarak…
Nur damlası yüzleri, beli bükülmüş annelerin, babalarının barakadan evleri acıyla ömür boyu yaşanır oldu.
Hiç eğilmemişti onurlu başları; evlat acısına eğildi sadece.
Tek sözleri: “Vatan sağ olsun.”
Bir askerimiz, izne gelmeden önce telefonda annesine (öyle fakirler ki), “Anne, gelince karpuz alalım, canım karpuz istiyor.” demiş.
Hani Yemen türküsünde söylendiği gibi: “Kimimiz nişanlı, kimimiz evli, off gençliğim eyvah…”
Her şeyden vazgeçen yiğitlerimizin hakkını nasıl ödeyeceğiz?
Neden bu kadar dejenere olduk?
Neden hiç kimse kendini incelemiyor?
Neden bu kadar sapkınlık?
Böyleleri için mi feda ettin canını sizler yiğitlerim?
Tanrım, yardım et diyorum ama Tanrı:
“Ben sizlere akıl, vicdan, ahlak yolunu verdim, gösterdim.” diyor.
Toplumsal çürüme hızla artıyor.
Kötü, kötülüğünü; ahlaksız, ahlaksızlığını kabul ettiriyor.
Cenneti nasıl hayal ediyorlar?
Tanrı kandırılmaz.
Şu an ülkeyi yönetecek bir lider olsaydım; önce ahlakı öğretirdim halkıma.
Artık ütopya değil mi bu düşüncelerim?..
ÖMRÜM
Saman alevi gibi yandı da geçti ömrüm
Nehir idim, bulanık derelere karıştım
Sinem paralel iken buz dağı oldu ömrüm
Kimseye sitemim yok, gönlüm ile savaştım
Özlemlerim vuslata ermeden akşam oldu
Bu dünyanın gamıyla, derdiyle heybem doldu
Ne ektim, ne biçtimse, hasatım hazan oldu
Hiç göstermedim ama ben yüreğime taştım
Anıları yok saydım, tüm resimleri yaktım
Zor olsa da hayatın gidişatıyla aktım
Mutluluğun ardından hüzün olarak baktım
Ay’la yıldız yoldaşım, zorlu dağları aştım
Şiir: Ayla Mediha Eser

“Kağnı” başlıklı yazımı kaleme alırken tarımın öneminden mi, yoksa geçmişe bir yolculuktan mı başlasam diye bir ikilem yaşadım. Her sosyoekonomik çıkmazımız siyasetin girdabında düğümleniyor.
Ülkemiz bir zamanlar tahıl ambarıyken; bugün, üretmeden hazır gıdaya erişen bir toplum hâline geldik. Çiftçinin üretemez duruma gelişi, emeklerinin maliyetini karşılayamaz hâle gelişini görmezden gelemeyiz.
İnsanlığın temel ihtiyacı olan gıdanın doğal üretimden tüketime kadar süren yolculuğu, zaman içinde büyük değişim geçirdi. Toplumların kalkınmasında ve yaşam stillerinde tarım, en temel ihtiyaçtır. Türkiye, jeopolitik konumu gereği bir tahıl ambarıydı.
BÜYÜK DEHA ATATÜRK’ÜN TARIMA DAİR SÖZLERİNDEN…
“Burada bir çiftlik kuracağım. Bu çiftlikte hayvanlar yetiştireceğim. Bir küçük ormanın kenarında tarım endüstrimize ait bacalar tütecek.”
“Kılıç ve saban; bu iki fatihten birincisi, ikincisine daima yenildi.”
“Köylülerin gözleriyle görebilecekleri, çalışmaları için örnek tutacakları, verimli, modern, uygulamalı tarım merkezleri kurmak gereklidir.”
“Ben de çiftçi olduğumdan biliyorum: Makinesiz tarım olmaz.”
“Türkiye’nin gerçek sahibi ve efendisi, gerçek üretici olan köylüdür.”
“Milletimiz çiftçidir. Milletin çiftçilikteki çalışma imkânlarını, asri ve iktisadi tedbirlerle en yüksek seviyeye çıkarmalıyız.”
“Eğer milletimizin büyük çoğunluğu çiftçi olmasaydı, biz bugün dünya üzerinde olmayacaktık.”
“Millî ekonominin temeli tarımdır.”
ANILARIMIN YOLCULUĞUNDA…
Kasabada geçen çocukluk yıllarımda çiftçilikle uğraşan komşularımız vardı. Tahıl ürünlerinin hasat zamanı beklenirdi. Çocuklarını hasat gelirine göre evlendirirlerdi. Sarı buğdayın güneş altında altın sarısı savrulup gökyüzünde raks edişi gözümün önünden gitmez. Buğdaylar değirmene gitmeden önce mahallede kara kazanda kaynatılır, hedik hâline gelirdi. Mis gibi kokusu içimize dolardı. Üzerine bir de çedene kavurur yerdik.
O lezzet… o damak zevki… dostluğu çağıran bir paylaşımın adıydı.
Köyde yaşayan akrabamın yanına gitmiştik. Erken kalkıp değirmende buğdayın bulgura dönüşümünü izlemiştim. Sarı öküz, gövdesinde üvenderiyle dönme dolap gibi dönerken, değirmen taşını taşıyordu. Ne çok üzülmüştüm… İnsan emeğine katkıda bulunan hayvanların çilesini görünce…
Şimdi o tatlı çocukluk anıları yüzümü gülümsetiyor. Ama o yıllar zordu. Doğal, saf, temiz… Alın teriyle gelen bereketin kıymetini bilemedik.
KAĞNI
Devir toprak devri
Organik ürünlerin olacak bereketi
Dört tekerlek icat olmamıştı
Ufkunda yoktu başka hayali
Dedik ya, memleket hali…
Gailesi geçim derdi
Bir de huzurlu yuvası
Derme çatma evi
Bir bakla, bir sofa misali
Yer sofrasında bulgur aşıyla ayranı
Keyifle içerdi keklik kanı çayını
Günün yorgunluğu umuda sarılmıştı
Etrafında kızı, kızanı, komşusu
İmecenin adı, yüreklerin umudu
Dedik ya, memleket hali…
Neylersin; rençberlik geçim yolu
Sarı öküz yaşlı bedeniyle koşullanmış
Toprak susuzluktan çatlamış
İki yâren: Sarı öküz ve Hasan Ağa
Seher vakti düştüler yola
Can, cana; ekmek kavgasında
Toprak, bereket için ister çaba
Ha gayret… ha gayret
Dizlerinde dermanı kalmasa da
Gıcır gıcır kağnı sesi kaplar evreni
Güneş tepede keser gücü
Ne hazindir ki…
Çorak toprak gibidir yüzü
Bismillah çeker…
Allah versin bereketimizi
Tohumu serper çorak toprağa
Dedik ya, memleket hali…
Kurak geçer Anadolu ovası
Alın teri suladı ekini, bükülse de beli
Sabırla, emekle; başak bire bin verdi
Sarı buğdayın ekmeği buram buramdı
Ne aç kaldılar ne de doyasıya toktular
Dedik ya, memleket hali…
Devir kağnı devri
İnsan gücü gayretti
Alın terine başak secde ederdi
Devir değişti
Ne sarı öküzün gövdesinde üvenderi
Ne de çilesi kaldı
Dedik ya, memleket hali…
Dört tekerlek icat oldu
Gübresi sanal, tohumu yapay
Alın terinin damla damla düşmediği
Toprak, bereketi kıt; başağı kırık verdi
Ne dostluk kaldı ne de umut
Bu devrin de işte… memleket hali.

Mustafa Kemal Atatürk’üm… Her davranışında, düşüncende Tanrım seni üstün yaratmış. Bir ağaç bir insandır. Kimisi “Yaş kesen, baş keser.” atasözünü bilmiyor…
Sen, Yalova’daki evinin içinden geçen bir ağacı kesmemek için evinin mimarisini değiştirdin.
Mayıs ve Haziran ayında Bursa, Muğla seyahatimde doğanın eşsiz görselliğine şahit oldum. Zeytin ağaçlarının arasında yolumuza devam ederken havasının, Anadolu havasına benzemeyen, safî, huzur veren kokusuyla mest olduk. Fark ettiğimiz havanın temizliğini konuştuk evlatlarımla.
Üzerinden birkaç gün geçince, Muğla/Akbelen’de zeytin ağaçlarının kesilerek maden ocağı işletmesi açılacağını duyduğumuzda şok olduk. İçimiz yandı. Benim ruhum sanki esir alındı. Böylesi bir kararın alınmasıyla akıl denilen olgunun devre dışı kaldığını anladım.
Neden mi? Maden ocağı işletmesi yerinin açılması, zeytinlik ormanın katledilmesidir. Maden işletmesinin havaya vereceği karbonmonoksit salınımını nasıl akıl edemezler? Bile bile katliamdır!
Maden işletmesi, diğer işletmelerin bu zamana kadar insana ve doğaya verdikleri zararların da affını getirmektedir.
Neden zeytinlik alan seçilmiştir? Havayı temizlemeye oldukça etkili olan zeytin ağaçları, verimli bir gıda kaynağı olması açısından elmas değerindedir. Her sabah kahvaltımızın baş tacı zeytinimiz, zeytinyağı ise yemeklerimizde kullandığımız en sağlıklı yağdır. Kalp-damar sağlığından hücrelerin yenilenmesine kadar faydası saymakla bitmeyen bu nimete gözünü kırpmadan kıyanlara soruyorum:
Ramazan’da orucumuzu zeytinle açmanın sevabını öğrenmiştik. Sizler her ağacı, her canlıyı gözden çıkarma hakkına nasıl sahip oluyorsunuz? Vicdan diliyorum… Tanrı aşkına vicdan!
Ömrünü zeytin yetiştirmeye adayan, geçimini sağlayan halkın ekmeğini elinden almanız, hak yemektir. Desteklenmesi, korunması gereken milli gelirimizdir.
Zeytinliklerin çevresel faydaları:
Zeytinliklerin karbon yakalama gücü artırılmalıdır. Bu alanları karbon yutak alanlarına dönüştürmek mümkündür.
Meyvesinden zeytinyağı, üretimi sırasında oluşan atıktan ve kuruyan dallardan elde edilen biyokütle ile yenilenebilir enerji üretilebilir.
Yerel halkın ısınma ihtiyacını karşılar.
Tarım arazilerinin yanlış yönetimi, toprak erozyonunu hızlandırmıştır. Zeytinlikler tekniğine uygun yönetilirse, hem toprak hem de ağaç, salınımından daha fazla karbon emebilir.
Zeytinyağı üretiminde oluşan “karasu” uygun teknikle işlenirse zarardan çok fayda sağlar.
Zeytin hasadı yan ürünlerinden doğal gübre (kompost) ve biyogaz üretilebilir.
Sıkılan zeytinden kalan “prina” ise biyoyakıt olarak kullanılır.
Birçok çiftçi tarafından engel görülen yaban otları, aslında iklim değişikliğine karşı güçlü bir silahtır. Bu otların büyümesine izin verilmesi, sera etkisine neden olan başlıca gazlardan birini azaltır.
Son yıllarda zeytin ürünlerine olan küresel talep nedeniyle zeytincilik, sadece Akdeniz’e kıyı ülkelerde değil; Arjantin, Şili, Meksika, Peru, Avustralya gibi diğer Akdeniz iklimli ülkelerde de ekonomik bir tarım haline gelmiştir.
Zeytinlikler, tekniğine uygun şekilde yönetilirse;
Sera gazı salımı, zeytinlikler artırılarak azaltılabilir. Gelişmiş ülkeler, zeytinlikleri doğal karbon çiftliklerine dönüştürme çalışmaları başlatmıştır.
Türkiye de zeytinliklerin doğal karbon yutak alanı olarak tescillenmesi için çalışmalar yapmalıdır.
İklim değişikliğiyle mücadele etmek için zeytin ormanlarını ve karbon yutak alanlarını artırmamız gerekiyor. Zeytinliklerle Akdeniz ormanları oluşturulabilir.
Zeytinlikler, hem halk sağlığına hem de gezegenin sağlığına katkıda bulunur.
Karbon ayak izi nedir?
Karbon ayak izi, gündelik hayattaki faaliyetlerimizle atmosfere yayılan sera gazlarının (CO₂) ton eşdeğeri miktarını ifade eder. Yani doğaya verdiğimiz zararın sayısal karşılığıdır.
MADEN İŞLETMECİLİĞİNİN ÇEVREYE ZARARLARI
Maden işletme yasasının onaylanmasını, her vicdan sahibi gibi, her emekçi gibi, ekmeğinin peşinde onurla duran herkes gibi reddetme hakkımız var.
Bitki örtüsünün yok olmasına, çevreye karbonmonoksit ve kanserojen madde salınmasına, zehirli zeytin yemeye hayır diyorum!
Bize hizmet için gelenler, ülkemin dış güçlerce istila edilmesi gibi siyasi atraksiyonlar yaşanırken, kendi ülkesine duyarsız iç güçler istemiyoruz!
Toplumsal duyarlılığı yok sayamazsınız.
Elimizdeki zeytinin zenginliğini, doğal hava temizleyiciliğini geliştirmek yerine, yok oluşuna nasıl göz yumabiliriz?
Yoksullaşan, üretmeyen bir ülke olmak istemiyoruz!
VEDA
Koşuyorum çocukluğumun
En güzel bahçesinde
Leylaklar altında
Güneş başıma, yıldız döküyor
Deniz gözlerim ışıldıyor
Gülüyorum, cıvıl cıvılım
🌿
Annemi özlüyorum bir anda
Sığınıyorum kucağına
Nasıl bir lütuf bana
Ağaçlar büyüyor bahçemde
Benim gibi hevesle
Renklerine sevdalıyım
Al, kırmızı, çiçek, yeşil çimen
Sardunya kokusuna esirim
🌿
Su gibi yol alıyorum
Sonsuzluk var sanki
Mutlulukla kol kola
Dik başlı kartal oluyorum
Ser’de delikanlılık çağımda
🌿
Dünyaya zeytin dalı uzatıyorum
Dalından beyaz güvercinler
Evrende uçuruyorum
Umutlarıma, hayallerime
Gerçek olsun diye
🌿
En derin rüyanın
Kabuslu uykusundan uyanıyorum
Daha ilkbahara doyamadım ki
Itır, yasemin kokan nefesine
Azgın nehirle yarışmaya
🌿
Barışı göremedim insanlıkta
Çocukça gülmelerime
Annemin gülen gözlerine doyamama
Uyandırın beni…
Bu veda kabusundan
Olur mu ilkbaharda?
Yaşımın ilkbaharında
Veda zamanına dönmüş ömrüm
Bu erken veda neden?
Şiir: Ayla Mediha Eser

Günümüze kadar iz bırakan ölümsüz şair, düşünürdür. Sevgi dilinin, manevi duygunun, vicdanın özünü yaşamında nakşederek işleyen Yunus Emre’nin kısaca hayatını inceleyelim.
Hak ve halk şairi Yunus Emre, 1240 (Hicri 638) yılında Eskişehir’in Mihalıççık ve Sivrihisar ilçeleri arasında kalan ve bugün kendi adıyla anılan Sarıköy’de doğmuştur. Pek çok önemli şiirini içinde bulunduran Risalet-ün Nushiyye isimli mesnevisini 1307-1308 (Hicri 707-708) yıllarında yazmıştır. Şiirlerindeki bilgilerden evli ve İsmail adında bir oğlunun olduğu anlaşılmaktadır. Her ne kadar ümmi olduğu söylense de tasavvuf yoluna girmeden önce iyi bir medrese eğitimi almıştır. İyi derecede Farsça ve Arapça bilmektedir. Bazı beyitlerinden Maraş, Kayseri, Tebriz, Nahçıvan, Yukarı Azerbaycan, güneyde Bağdat ve Şam’ı dolaştığı anlaşılmaktadır.
Tapduk Emre, Yunus Emre’nin mürşididir; Yunus, divanının 17 ayrı beytinde bunu dile getirmiştir. Tapduk Emre, Yunus Emre’yi Nallıhan’daki zaviyesinde yetiştirmiştir. Yunus Emre’nin yaşamında Tapduk Emre’nin yeri büyüktür. Mesnevi ilmini Tapduk Emre şeyhinden eğitim alarak tamamlamıştır.
Yunus Emre felsefesine göre hiçbir zaman kalp kırmamak, büyüklük taslamamak, gönül almak ve geçimli olmak esastır. Yunus Emre’ye göre din; insanlığı mutluluğa, barışa ve huzura kavuşturan bir yaşam tarzını benimsemektir. Yunus Emre’nin din anlayışında sevgi ve aşk vardır.
Yunus Emre, kendini Tanrı’ya beğendirmek amacıyla yaşamıştır. Bir sözünde:
“Ete, kemiğe büründüm, Yunus diye göründüm.”
İnsan olmanın gerekli olan vasıflarını yerine getirmenin önemini vicdanî ve ahlakî olarak dinsel, ilahî öğretileri kılavuz edinmiştir. Yunus Emre felsefesinde, yaşamın içsel yorucu yolculuğunda özü bulmak vardır. Ruhun ve bedenin doyumsal eksikliklerini insani duygularla beslenmenin varlığına temel atmıştır.
Günümüzde materyal duyguların ne kadar gereksiz olduğunu Yunus Emre felsefesini okudukça, anladıkça anlıyoruz.
İnsan hep kendine döner, kendini arar. Mutsuzluğumuz, çağın girdabı, hayat telaşımız; farkında olmadan kendimizi diplere sürüklediğimiz bir çağda yaşıyoruz. Hayatın iş, yaşam gereksinimini yerine getirirken mekanik ruha büründük. Her çağın yaşam zorlukları vardı, var olacaktır. Bizi besleyen duygularımıza büyük düşünürler geçmişten geleceğe ışık tutmuştur.
“Geçmiş, geleceğin tanığıdır” sözüm, benim yaşamımda yer alır.
Oysa ki kendi özümüzü ilmek ilmek işleyen Yunus Emre’den, öz kültürümüzden uzak bırakılmışız. Mevlânâ’nın düşüncesini kendimize özümsemişiz. Bizimle bağı olmayan, Afganistan’dan sürgün edilen, bizim özümüzü kopya eden kişidir. Türk insanı, kendi düşünürlerine sahip çıkmakta yetersizdir. Yunus dili, sevgi dilidir. Öz’dür.
Sevgiyi, hoşgörüyü, vicdanı kaybettiğimiz en yoğun dönemden geçiyoruz. Emperyalizm kasıp kavuruyor insanlığı. Soğuk savaşları yöneten, insan canına kıyan dünya liderlerinin sadistçe yönetimi nedeniyle, mazlumların katledilmesine neden olunmaktadır.
Yunus Emre felsefesinde şöyle demiştir:
“Yaradılanı severim, Yaradan’dan ötürü.”
İnsanı yaratan Tanrı’ya saygısıdır insanı sevmek.
Dinler savaş ister mi?
Ben de bunu düşünmeden edemiyorum…
Yunus Emre’nin maneviyat ve hak terazisinden bahsedeyim. Tapduk Emre’nin yanında 40 yıl sırtında odun taşımıştır. Hem yaşamını sürdürürken, şeyhine layık yaşamanın erdemliliğine özen göstermiştir.
Yunus her gün dağa çıkıp odun getirirdi ve asla eğri odun yüklenmezdi sırtına.
“Neden hep düzgün odun getiriyorsun? Hiç mi eğri odun yok bu ormanda?” diye sorulduğunda ise Yunus şu cevabı veriyordu:
“Tapduk’un kapısına eğri odun yaraşmaz.”
Hayat deneyimlerinizin sonucudur. Bugün zarardaysan, yarın kârdasındır. Bitmez yolculukta insan, kendi kimliğinin vesikası, kendi varlığının tapusudur. İnşa ettiğimiz ruhumuz ve bedenimiz kendimize armağandır.
Yine Yunus Emre şöyle der:
“Hiç hata yapmayan insan, hiçbir şey yapmayan insandır.
Ve hayatta en büyük hata, kendini hatasız sanmaktır.”
“Biz gelmedik dava için, bizim işimiz sevda için.
Dostun evi gönüllerdir, gönüller yapmaya geldik.”
“Kırma dostun kalbini; onaracak ustası yok.”
Yolumuz Yunus Emre yolu olsun.
Manevi duygulara saygımız, emeğimiz olsun.
Yolumuz sevginin, hoşgörünün Yunusça özünde yaşasın.
ŞÖYLE GARİP BENCİLEYİN – YUNUS EMRE
Acep şu yerde varm’ola
Şöyle garip bencileyin
Bağrı başlı gözü yaşlı
Şöyle garip bencileyin
Gezdim Rum ile Şam’ı
Yukarı illeri kamu
Çok istedim bulamadım
Şöyle garip bencileyin
Kimseler garip olmasın
Hasret oduna yanmasın
Hocam kimseler duymasın
Şöyle garip bencileyin
Söyler dilim, ağlar gözüm
Gariplere göynür özüm
Meğer ki gökte yıldızım
Şöyle garip bencileyin
Nice bu dert ile yanam
Ecel ere bir gün ölem
Meğer ki sinimde bulam
Şöyle garip bencileyin
Bir garip ölmüş diyeler
Üç günden sonra duyalar
Soğuk su ile yuyalar
Şöyle garip bencileyin
Hey Emre’m Yunus biçare
Bulunmaz derdine çare
Var imdi gez şardan şâra
Şöyle garip bencileyin
Benden şiirimle bugünkü konumun yolculuğunu bitireyim.
DOST DEYİP
Dost deyip başımı yasladım
Sinemde kumrumu sakladım
Hayalinle hülyaya daldım
Sinem ezip gitmek mi kastın?
Hep sandın ki yüzüm gülüyor
Bahçemde bülbüller ötüyor
Senin gönlün şenlik istiyor
Boynum bükük görmek mi kastın?
Kimseye ayrık ot olmadım
Can dediğime candan kattım
Sıcak kalbimi buza sardın
Viran yıkık görmek mi kastın?
Vicdanıma sordum, yok hatam
Tatlı dillerine inandım
Canı, canımdan önce saydım
Candan alıp gitmek mi kastın?
Sana dolu dolu çağlarken
Niyazımla ferman dilerken
Yönünü, yüzünü dönmüşsen
Dostluğa, vicdana mı kastın?
Kötülükten el aman dedim
Özü sözü hainler gördüm
Mertlik bilmeze lanet ettim
Yâre, erenliğe mi kastın?
Neyse aradığın kendinde
Önce yürekte, özde ara
Dudağın gül gonca olsa da
Dilde baldan lisanı ara
Yoksa kendine, kime kastın?

Anneler Günü, benim ruhsal olarak yara aldığım gündür, neden mi? En kutsal duygudur fakat annesiz çocuklar için ve evladını kaybeden şehit anneleri için empati yapmam, içimde tarifsiz acı bırakır. Bir de şehit annelerine, evladını kaybetmiş annelere soralım: Bugün Anneler Günü müdür?
İki cihanlarını cennet eyleyen annelere sabır diliyorum ve bu günün olmamasını temenni ediyorum.
Bugün kabirler gözyaşıyla yıkanacak, gözyaşıyla çiçekleri sulanacak. Birimiz gülerken, birimizin ağlaması “ne hazin dünya” dedirtecek yine. Anneleri ağlatan, evlat acısıyla bırakan caniler kahrolsun. Anne sevgisine muhtaç, anne kuzusu evlatlar için zor gündür Anneler Günü.
Anne, kısa kelimenin anlamı olarak içinde barındırdığı gizemli yolculuktur anne.
Bizler bugün hepimiz çocuğuz, Anneler Günü nedeniyle. Annemizin gözünde büyümeyen, korunan, koklanan, yön bulmamız için yol gösterilen çocuğuz.
Sıkılsak da ilgisinden, sanki uçamayan kuşlar gibi hissetsek de başlarız itiraza. “Kaç yaşına geldik?” denilse de, evlatlarımıza hem uçmayı öğretiyoruz hem de koruma duygumuzla güven duygularını zedeliyoruz. Böylesi ikilemde dengeyi sağlamak güç bazen. Böyle olunca da gelenekçi anne tavrımızdan kopmak mümkün olmuyor. Dengeyi kurmak, mutlu evlat yetiştirmek zorlaşıyor.
Anne sevgisi, göbek bağı gibidir; koparıp atmak özgürlüğü getirir ama bu bağ, bilinçaltı düşüncelerimizde daima koruyucu hâle gelir.
Bizim kuşak öncesi, sevgi vermeyi bilmeyen kuşaktı. Şımarık olmasın diye ilgiden, sevgiden uzak tutulurduk. Yanlışlardan korumak amacıyla nasihatin, sevginin dozunu kaçırsak da korkularımızla, koruma içgüdümüzle candan ileridir evlat sevgisi.
Hayatın gittikçe kaosa döndüğü, şiddetin günden güne arttığı, sevginin azaldığı, temel sevgilerin yok olmaya başladığı dönemdeyiz.
Geçmişteyse, çok çocuklu nüfusa sahip olunması ile annenin çocuklarıyla tek tek ilgilenmesi, ev kadını olmanın ağır yüküyle aynı zamanda evlatlara vakit ayırmanın zorlaştığı dönemdi. Anne sevgisi pay ve paydaşlıktı.
Çağın değişmesiyle materyal ve maddi varlıkların ön plana alınması ile manevi duygu dejenere oluyor, değer yargılarımızın yerini alıyor. “Ana başa taç imiş, her derde ilaç imiş” atasözü ne güzel tasvir etmiş annenin kutsallığını.
Mecbursun, aç kalsan da ne gelirse gelsin başına, o evladına bakmaya mecbursun.
Her doğurgan anne, anne midir?
Gayrimeşru doğurduğu çocuğunu çöp konteynerine atan anne midir?
Evladına şiddet uygulayan, minicik bedenlerini tacize uğratan anne midir?
En kutsal duygunun böylesi vahşi hâle geldiğini yazarken sinirden, üzüntüden ellerim titriyor, kalbim acıyor.
Din bunun neresinde?
İnsanlık, annelik neresinde?
Hangi mahlûkattan doğdu bu “anne” sözünü hak etmeyen caniler?
“Cennet, annelerin ayağı altındadır.”
Hadisinde annenin; Tanrı’dan sonra yaratma gücü, Tanrı’nın anneye verdiği ilahi kudrettir.
Günah nedir? Sevap nedir?
Bence en büyük günah, dünyaya getirdiğin çocuğunu eğitmemek, yetiştirmemek, bakmamaktır.
Kedi bile yavrusunu dişinde taşıyarak güvenli bakacağı yer bulur.
İnsan diye doğan mahlûkat anneler için, o evlat ömür boyu teminattır. Mutluluğun kolun, kanadın, cennetin olacaktır.
Annelik, hak edenlerin günü kutlu olsun.
Anne olunca anlarsın derdin
Anne olmadan anladım seni, annem
Anne’ni küçük yaşında kaybetmen ne hazin
Korkardım, ürperirdi içim
Yalvarırdım Tanrıma, “Beni de annesiz bırakma!”
Ne emekler verirdin yuvana
Hem sultan, hem yedi veren gül’üydün
Mustafa Kemal Atatürk, Cumhuriyet aşığı
Bir başka gururlanırsın Gazi Üsteğmen kızı
Anılar annem, anılar bu gece
Bir bir gözümün önünden gelip geçen
Neye gülmüşüz, ne şarkılar söylemişiz
Beni rahat bırakmaz hasretin, melek yüzün
Kalbim kanıyor derinden sensizken
Bu günlerde senin kokuna, sevgine esirim
Sen annem… Ne kadar yaşarsan yaşa
Sanki yeniden başlıyor yaşantımız
Kalbimin solmayan çiçeğim
Doyamadığım, konuşamadığımız anılarımız
Daha çok dinleseydim seni, dayanamazdım
Annesiz büyüdüğün acılarını anlatırken
Gizlice kulaklarımı tıkardım
Duymak istemezdim, içim sızlardı
Yüzüne bakamaz, kaçırırdım bakışlarımı
Canım annem, senden akardı sel gibi yaşlar
Yağmur fırtınasına tutulur, sağanak olurdun
O an yıkık viran ev olurdu içim
El bebek gül bebekken
Soyadın gibi “Boran” olmuş hayatın
Bu gece senle ben baş başayız
Bir cenin gibiyim şu an karnında
Üşüyorum…
Kalbim ne ki, burnumun direği sızlıyor
Sevgine öksüz acılar kıvrandırıyor
Yalnızlığıma yetimim
Dağ ne kadar yüce olsa da
Pınara muhtaç; sana muhtaçlığım gibi
Bak, ben de yaşımı alsam da çocuğunum
Seni hâlâ neşeli görmek istiyorum
Demek ki anneler yaşlanmıyormuş
Evladının gözünde yıllar geçse de
Ellerinin titreyişi, ayaklarını sürüklerken
Gözlerine düşen yaşlılık pusluluğunu gördükçe
Kahroluyorum, eksiliyorum, soluksuz kalıyorum
Sanki zaman seni benden koparıyor
Annem, elin kolun nefesin olayım
Sesin var ya çok uzaklarda
Olsan da yine de şükrediyorum
Biliyor musun annem?
Sevgi göbek bağım
Benim cennet’im sensin
Sevginle, varlığınla
Şu an bana sesleniyor musun ne?
Ayla yavrum, ağlama…
Annem, annem, canımdan can annem
9 evlat yetiştirdin, altın sırmayla işledin
Bahçe ekerdin; çorak toprakta envai çeşit sebze, çiçek yetiştirdin
Toprağın bol, ruhun şad olsun, hasretim annem

Hoş geldin Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı’nın 105. yıl dönümü, kutlu olsun. Mustafa Kemal Atatürk’ün yarattığı Cumhuriyet’te yaşamak ne büyük bir övünçtür. Bıraktığın eserleri, ilkelerini yaşatmak görevimizdir. Büyük filozof, bugünleri öngörüsüyle tarif etmiş.
Günümüzde yine senin ilkelerin üzerinde oynamak isteyenler var. Din simsarları, din üzerinden toplumu kendi kara zindanlarına çekmeye çalışarak vicdani ve dinsel sömürü yapıyorlar. Bu sömürü, toplumun geleceği çocuklarımızı örümcek ağı gibi esir almaktadır. Tertemiz bedenler, tarikatların kirli beyinlerine; minicik bedenlerine dokunmuştur. Taciz, tecavüz ne ararsan vardır. Gün geçmiyor ki en iğrenç olayları duymayalım. Tiksinerek yüzlerine tükürmek geliyor içimden. Bu zamanda çocuk olmak, çocuk yetiştirmek, anne baba olmak zor mu? Zordur.
Ekonominin dibe vurması, halkın yoksullaşması bunların işine gelmektedir. Yıllar öncesi, fakir aile çocukları din eğitimi adı altında ailelerinden alınıp tarikat ağına düşmüştür. Kimilerine eğitim verilirken, ömür boyu kölelikle kendilerine hizmetkâr yapmışlardır. Ülkem müreffeh Türkiye olmaya yol alırken, Türkiye üzerine oynanan oyunlar haline gelmiştir.
Mustafa Kemal Atatürk’üm… Sen yaşasaydın annelerin gözleri yaşlı olmayacaktı. Çocukların umutları, baharın mis kokulu çiçekleri gibi, doğanın dal budak çiçeğe, meyveye dönüştüğü mevsimini bile bilerek sunduğun çocuk masumiyetinde, körpe fidanlara… Yarınların köklü çınarı olacak çocukları bilgeliğinle özdeşleştirip armağan ettin Atam. Ruhun şad olsun.
Mustafa Kemal Atatürk’ümün çocuklar için söylediği özlü sözleri, bütün dünyaya gıpta ettirecek vasıftadır:
“Ey yükselen yeni nesil, gelecek sizindir. Cumhuriyeti biz kurduk; onu yükseltecek ve sürdürecek sizsiniz.”
“Çocuklar geleceğimizin güvencesi, yaşama sevincimizdir. Bugünün çocuğunu, yarının büyüğü olarak yetiştirmek hepimizin insanlık görevidir.”
“Küçük hanımlar, küçük beyler! Sizler hepiniz geleceğin bir gülü, yıldızı ve ikbal ışığısınız. Memleketi asıl ışığa boğacak olan sizsiniz. Kendinizin ne kadar önemli, değerli olduğunuzu düşünerek ona göre çalışınız. Sizlerden çok şey bekliyoruz.”
“Çocuklar her türlü ihmal ve istismardan korunmalı, onlar her koşulda yetişkinlerden daha özel ele alınmalıdır.”
“Gelecek için hazırlanan vatan evlatlarına, hiçbir güçlük karşısında yılmayarak tam bir sabır ve metanetle çalışmalarını ve öğrenim gören çocuklarımızın ana ve babalarına da yavrularının öğreniminin tamamlanması için hiçbir fedakârlıktan çekinmemelerini tavsiye ederim.”
“Hedefe yalnız çocukları yetiştirmekle ulaşamayız! Çocuklar geleceğindir. Çocuklar geleceği yapacak adamlardır. Fakat geleceği yapacak olan bu çocukları yetiştirecek analar, babalar, kardeşler hepsi şimdiden az çok aydınlatılmalıdır ki, yetiştirecekleri çocukları bu millet ve memlekete hizmet edebilecek, yararlı ve faydalı olabilecek şekilde yetiştirsinler! Hiç olmazsa yetiştirmek lüzumuna inansınlar! Okullardan başka; gazeteler, küçük dergiler köylere kadar yayınlanıp dağıtılmalıdır. Bizim köylümüz ne gazete ne dergi okumaz. Bilenler bilmeyenleri toplayıp, okutmayı, onlara okumayı anlatmayı bir vazife bilmelidir.”
“Yetişecek çocuklarımıza ve gençlerimize tahsilin hududu ne olursa olsun, en evvel, her şeyden evvel Türkiye’nin istiklaline, temeli benliğine, millî geleneklerine düşman olan unsurlarla mücadele etmek lüzumu öğretilmelidir.”
“Büyük başarılar, değerli anaların yetiştirdikleri seçkin çocukların yardımıyla meydana gelir.”
“Milletin bağrında temiz bir nesil yetişiyor. Bu eser (Türkiye Cumhuriyeti Devleti) ona bırakacağım ve gözüm arkamda olmayacak.”
“Çocuklarımızı artık düşüncelerini hiç çekinmeden açıkça ifade etmeye, içten inandıklarını savunmaya; buna karşılık da başkalarının samimi düşüncelerine saygı beslemeye alıştırmalıyız. Aynı zamanda onların temiz yüreklerinde; yurt, ulus, aile ve yurttaş sevgisiyle beraber doğruya, iyiye ve güzel şeylere karşı sevgi ve ilgi uyandırmaya çalışılmalıdır.”
Şiir: Ayla Mediha Eser
Bugün ben, ben olmasaydım
Duymazdım bir simitçinin
“Bir simit kaç susam eder abla?” dediğini
On yaşın solgun hayallerini
Bugün ben…
En korkunç ölümlerini çocukların
Görmezdim.
Görmezdim vatansız gözlerini
Burnumuzun dibindeki bidon savaşlarını
Yeni doğmuş bir bebeğin
“Eli olsaydım” demezdim
Ürkek bakışlarında ışıl ışıl
Umut olsaydım demezdim.
Bugün ben, ben olmasaydım…
İnlemezdim ruhumun çukurlarında
Gökte ebem kuşağını özlemedim
Masmavi bir gölde kuğu olmayı
Sevmeyi, sevilmeyi
Sevinçten ağlamayı
Bilmezdim.
Bugün ben, ben olmasaydım
Karıncaların ocağı gibi kaynamazdı yüreğim
Göçmen kuşların kanatlarına bakar gibi
Çaresize, çaresizce bakmazdım!
Bugün ben, ben olmasaydım!
Çiçek çiçek dolanan
Arılara özenmezdim.
Hasrete cansuyu
Bacalarda duman duman huzuru istemezdim.
Bugün ben…
Bir genç kızın kalbinde can
Yanaklarında kan
Başında taç
Alnında dudak olmayı istemezdim.
Acıları, ayrılıkları, kavgaları görmezdim.
Şu baykuş öten viraneleri
Savaş vuran çocukları, vatansızları…
“Neden, niçin buradasınız, böylesiniz?” diye
Sormadım.
Bugün ben, ben olmasaydım!
Bir simit kaç susam eder abla?
Bir çocuk kaç dünya?
Bir savaş kaç ölü?
Bir ölümle kaç dünya göçer?
Ben şimdi hangi gezegendeyim?
Bugün ben…
Neyde nefes
Sessize ses olsaydım!
Bir kanalın nâmesinde ağıt
Bir udun nâmesinde vuslat olsaydım
Ve son nefeste edilen bir dua
Olsaydım.
Bugün ben, ben olmasaydım.

Günümüzün yangısı, sesi, elzemliği; hayatımızın olmazsa olmazıdır: hak, adalet, hukuk.
İnsan bedeninden kolunu çıkarsan beden iş yapmaz, bacağını çıkarsan, beynini soyutlasan hiçbir işlevi tam olarak yerine getiremez, kişi hayatını idame ettiremez.
Peki, bunların arasında vicdan nerede yer almaktadır?
VİCDANIN HUKUK ALANI…
Hukukun temel meslek alanlarında çalışanlar vicdan ve ahlak ilkesine uymakla yükümlüdürler.
Hukukun temel meslek alanında çalışanlar, hukuk bağlılıkları için yemin ederler.
Ahlak, toplumsal vicdanın, toplumun kendi ile hesaplaştığı noktadır.
Hukuk ve kanun, vicdanî kanaat oluştururken dikkate alınan ölçü ve sınırdır.
FREDERİC NIETSZCHE’nin bir sözüyle bağlayalım:
“Yaptığınız işin felsefesini yapmazsanız, bir işin teknisyeni olarak kalırsınız.”
Sosyoloji alanında vicdanın felsefi dokusu burada önemli rol almaktadır.
ADALET ALANINDA VİCDANIN GÖREVİ İSE…
Adalet ancak vicdanla tecelli eder.
Adaletin üç ayağı vardır:
AKIL (kova)
BİLGİ (ip)
VİCDAN (kuyu)
DİNİMİZDE VİCDAN;
İnsanın içsel dokusunu, kişilik özelliğinin temel yapısını oluşturur.
DOĞA ÜZERİNDE İSE;
Toprağı işler hâle getirmek, gelecek nesile cennet bir dünya yaratmaktır.
Evrende var olan her şeyi koruyup kollamak, insana verilmiş vicdanî görevdir.
Vicdan, birçok dinde ve birçok felsefi akımda, mistisizmde önem verilmiş bir kavramdır.
PSİKOLOJİDE VİCDANIN TANIMI:
Kendimize öz saygımızın test edildiği merkezdir.
Güzel ve çirkinin ayıklandığı, arınma bölümüdür.
Vicdan, kendi kendimizi yargılayıp gerektiğinde ceza veren hüküm merkezidir.
BENLİK;
Hareketlerimizin karar merkezi olan beynimizde, kişiliğimizle ilgili üç etkin, üç benlik vardır:
A – ÜST BENLİK
B – BENLİK
C – ALT BENLİK
Vicdanda esas öğe: acıma duygusudur. Merhamet, vicdanın ürünüdür.
Toplumun, insanlığın temel yapısını vicdan belirler.
Adil olmak; hak ve hukukta eşit olmak ve hak yememektir.
Terazi aynı dengede olmalıdır.
Sosyal yarayı saran yine de vicdandır.
Koruyucu, kollayıcıdır; saygı ve sevginin temelidir.
Sizlere çocukken yaşadığım anımı anlatayım:
Rahmetli babam ava giderdi. Vurduğu kuşlar içimi acıtırdı. Avcılık geleneksel gibiydi.
Bu anım bana hâlâ yaşantımda acı verir.
Çıkardığım kişisel sonuç ise hayatım boyunca öğreti oldu.
Çocuktum. Bir gün bahçede yem yemek isteyen serçeleri izledim.
Taşla vurabilir miyim diye denemek istedim. Bir kuşu vurdum.
Bütün kuşlar korkarak kaçtı. Vurduğum kuş öyle keskin bir ses çıkardı ki…
Yanına geldim. Vurdum diye sevincimin yerini, acı sesi evreni çınlattı sanki.
Pırıl pırıl güneşli hava, o anda sisli kara güne döndü.
Kuşu kanadından vurmuşum, çırpınıyor, acılı sesi içimi gözyaşlarıma neden oldu.
Avucuma aldım. “Ne olursun ölme, ne olursun…” diye yalvardım.
Evimize getirdim. Annem hamur sardı koluna, uzun süre besledim.
Ben o yaşta hangi dinden olduğumu bilmiyordum ama vicdanımın yerini, sesini, sızısını öğrendim.
Din mi vicdandır? Vicdan din değil mi?
MASAL BU YA…
Umut olmalıydı kanat çırpan kuşlar
Mavi gökyüzüne bakan
Çıplak ayaklı çocuklara
İçinde kabaran hayallerini coşturacak
Kanatlarına takıp
Mutluluk diyarına uçuracak
Sarmalın içinde kaybolmuş
Kimsesizliğin cılız bedeninde
Umutları ağır gelecek
Bir gökyüzüne, bir kuşlara…
Bir de çıplak ayağına bakacak
Siyah kayda geçmiş kaderine
Beyaz çizik atarak
Dünden, yarına hesaplaşması kalacak
Büyümeyecek yıkık, viran, ruhu hayalleri
Kim bilir? Hangi hayatın…
Neresine harcını karacak
Büyüyecek, büyüdükçe
Gözyaşları yüzünde yol alacak
Sancılı başkalaşımın adıdır bu
Çocukların umut diyarı kapalı
Dünya böyle mi yaratıldı?
Sefahat sürenden, paydası yoktu
Bir gökyüzüne baktı
Bir de kuşları hayal etti
Nasırlı ayağı, ciğerine battı
Ekmeğini bandırdı menemenine
Yanında bal, baklava istedi
“Alice Harikalar Diyarında” hissetti kendini
Şakakları zonkladı, kalbi titredi
Düşler başkaydı, gerçekler başkaydı
Doğuştan talihi kötü yazılmıştı
Bir ekmeğine, bir çaresizliğine
Bir de gökyüzüne baktı
Belki kuşlar yol gösterecekti
Kanat çırpan hayallerine
Daha sıkı çırpmalıydı kanatlarını
Kuşlar gibi gökyüzüne pik yapmalıydı
Kuşlar hep umudu temsil ederdi
Kanadı kırık kuş olamazdı
İnsana yakışır mı çaresizlik?
Sevselerdi, sarsalardı birbirini
İnsanlık âlemi kaçıncı ivmedeydi?
Hayatın acı gerçekleri
Pençesine takmıştı kimsesizleri
Masallar gibi tatlı sonla bitmiyordu

Atatürk’ümüzün musiki özdeyişiyle:
“Biz, çok defa bu musikinin tam haysiyetini bulamıyoruz. İşte bu dinlediğimiz, hakiki Türk Musikisi’dir ve hiç şüphesiz yüksek bir medeniyetin musikisidir. Bu musikiyi bütün dünyanın anlaması lâzımdır. Fakat onu bütün dünyaya anlatabilmek için, bizim milletçe bugünkü medenî dünyanın seviyesine yükselmemiz gerekir.”
Bugünkü yazımda, Anatolia Müzik Korosu’ndan bahsedeceğim. Ülkemizin sanat alanının engin deryasında yol alırken, kültürel zenginliğimiz bana botanik bahçesinin mistik kokusunu anımsatıyor. Şiirlerin harfleri kanatlanır, şairin gönlünden geçen sözlere dökülür. Sözler nağmelerle buluştuğunda, hüzün, özlem, sıla hasreti, kavuşmanın mutluluğu, yuva sıcaklığı ve vuslat çağrısı içimizi yakar, sitemlere büründürür. “Senede bir gün” olsa da görmeye razı olan imkânsız sevdanın şarkısı ölümsüzleşir. Anne, koynunda süt verdiği evladına ninni olur bu sözler. Özleme dökülen gözyaşlarının yolu, şarkıların dilidir.
Kelebeğin oluşumu gibidir sanatla, müzikle uğraşanlar. İçinde cesaret, hayalperestlik, yeniliğe açıklık, bilgelik ve konfor alanının rahatlığından vazgeçebilme barındıran aksiyoner bir bekleyiştir bu. Kozanın kabuğunu kırma cesaretini gösterenlerin tercihidir. Kelebeğe dönüşmek basit bir karar değildir. Dönüşümün gerektirdiği her türlü meşakkati göze almak ve katlanabilmektir. Bütün zahmetlere katlanan tırtıl, sonunda yaptıklarının karşılığını alır; bir kelebek olur. Yaşamın yankısı da böyle değil midir? Verdiğimizin karşılığını almak…
KARTALLAR YÜKSEK UÇAR: SAYGIDEĞER TANZER KARTAL İLE SÖYLEŞİ



Anatolia Musiki’nin ateşi ve mimarı, kurucusu ve şefi Tanzer Kartal, Türkiye’de bir ilki gerçekleştirerek tüm amatör koroları bir platformda bir araya getirdi. Amacı, yurt genelinde amatör koroların tanıtımını yapmak, yeni korolar kurarak insanları musikiyle tanıştırmak ve onların sosyal-sanat yönlerini ortaya çıkarmaktır. Başta Ankara olmak üzere Adana, İstanbul ve Mersin’de korolar kuran Kartal, gönüllülük esasıyla editörler oluşturarak tüm bölgelerdeki amatör koroların haber ve tanıtımını yapıyor.
Son röportajımızda, gerçekleştireceği bir ilkten daha bahseden Tanzer Kartal, şöyle devam etti: “Çeşitli korolarda başarılı olan o kadar çok amatör koristimiz var ki, bunlar sadece amatör olarak kalmamalı. Yarı profesyonel olarak değer kazandırılmaları gerekiyor. Bu nedenle kolları sıvadık ve Anatolia VIP’i kuruyoruz. Peki, nedir bu amatör VIP? Musikinin gerektirdiği usul, nota ve solfej eğitimiyle çalışma imkânı sunarak koristlerin daha bilinçli olmasını, daha güzel sahnelerde yer almasını ve dinleyicilerden daha çok beğeni kazanmasını sağlamaktır.”
15 yıldır koro yöneten ve aldığı musiki eğitimini hocalarından öğrenen Tanzer Kartal, bu bilgileri sadece kendisine saklamayıp, bu işe heves duyanlara aktarmayı bir hizmet olarak görüyor. Tüm çalışmalarını tamamladığını ve 2025 yılında faaliyete geçeceğini belirterek, tüm amatör ruhları bu güzelliğe davet ettiğini ifade etti.
Son zamanlarda verdiği halk konserleriyle adından sıkça söz ettiren ve büyük beğeni toplayan Tanzer Kartal, Ankara’nın adeta bir simgesi haline gelmiş başarılı bir koro şefidir. Çorum’un Sungurlu ilçesinde doğan Kartal, öğrenim ve mesleki başarılarını Ankara’da tamamlamış, önemli hocalarla çalışma fırsatı bulmuş ve musiki alanındaki projeleriyle takdir toplamıştır. Atatürk’ün 1925’te kurduğu Türkiye’nin en büyük sivil toplum örgütü olan Ankara Kulübü Derneği’nin TSM Korosu’nu 2014’te kuran Kartal, halen bu koronun şefliğini sürdürmektedir. 2019’da Anatolia Musiki Ateşi Korosu’nu kurarak tüm Türkiye’den beğeni toplayan Kartal, şimdi de Anatolia VIP Korosu ile başarısına bir yenisini eklemeye hazırlanıyor.
Kıymetli koro şefimle ideallerimizin örtüşmesi ayrı bir onur kaynağıdır. Mustafa Kemal Atatürk’ün yolunda, bıkmadan bir nefer olmasıyla ilerliyoruz. Birleştirici kişiliğiyle ırk, din, mezhep ayrımı yapmadan insanı insan gibi seven, çevresine pozitif enerji yayan bir isimdir. Koristleriyle aynı ruhu, yorgunluğu, dertleri ve sevinçleri paylaşır; yoldaş olur. Kibirden uzak durur ve her emekçinin hakkını savunur.
Müzikle ve sanatla uğraşmak bir psikoterapidir. Bir amaca yönelmek, hedef koymak ve hayata tutunmaktır. İçimizdeki sessizliğin sese dönüşmesi, zamanla inanılmaz bir gelişmedir bizler için. Kıymetli Tanzer Kartal hocamız kimseye rakip değildir. Öyle geniş bir gönlü vardır ki, gönül teknesinin bereketini yaşar. STK’larda gönüllü elçilik yapar ve geniş bir çevreye sahiptir.
Ankara’daki konserleri dolup taşar, yer bulmak neredeyse imkânsızdır. Önerim şudur ki, artık stadyumlarda konserler vermelidir. Korist arkadaşlarımızın titiz ve disiplinli çalışmalarıyla söyledikleri solo şarkılar, alkış tufanı koparır. Amatör ruhu aşarak gönüllere taht kurarlar. Nice başarılar diliyorum.
Bugün bir atasözü gibi tekrarlanan şu mısralar, şair Bâkî’nin ne güzel dediği gibi:
“Âvâzeyi bu âleme Dâvûd gibi sal / Bâkî kalan bu kubbede bir hoş sadâ imiş.”
At, en büyük göze sahiptir;
Sadece önünü görür.
Kuş, en küçük göze sahiptir;
Yeryüzüne, gökyüzüne hâkimdir.
Benden özlü söz…
MEKTUP
Ellerin titrer, sevdiğine yazdığın mektupsa,
Sanki bir kuş uçacak kalbinden yanına.
Özlem vurmuşsa gözlerine, yoluna,
Yoksa, kokusu gülden güzel gülüşü,
Bir ah çekersin, bin ah daha.
Hasret vurur, başlarsın
Bembeyaz sayfalara anlatmaya.
Kalemin titrer, gönlün gibi kâğıt titrer.
Yazarsın: “Sevdiceğim, nasılsın, iyi misin?”
Bir ah çekersin, bin ah daha.
Sitemlere bürünürsün istemeden,
Yoksun yanımda, sensizliği bilir misin?
Hasta mısın, yoksa özlemedin mi?
Sayfada titrer yüzünün hasreti,
Bir ah çekersin, bin ah daha.
Süzülen yaşlar olur yârimin yüzü,
Giden sanki mektup değil,
Gurbet yollarında yârime ulaşan turna göçü.
“Al postacı, al, uçur şu mektubu!”
Bir ah çekersin, bin ah daha.
Bekletme beni, olmuşum sevgine idam mahkûmu.
Gül sardım sana, ben gibi hisset diye.
Yaktım mektubumu, içimin yangını gibi.
Duayı duaya ekledim, tez gel esin yanıma.
Bir ah çekersin, bin ah daha.

Konuya giriş yaparken şunu belirteyim, ilk satırları hevesle okuyup sona doğru sıkılabilirsiniz, çünkü konu derin. Vahim demişken, toplumsal vahimlikten başlamak isterim. Bizi yönetenler, kırk karış yüz ifadesiyle halkının önünde nutuk atıyorsa; bu toplumdan hoşgörü, nezaket ve insani davranış beklenemez.
Yaşadığımız günlere geldiğimiz süreçte her türlü baskı, ekonomik dalgalanma, eğitim kalitesinde nitelik kaybetme, öğretmen vasfını öğrenci üzerinde yok etme, kanunlar ve yasaları tamamen yerinden oynatmayla ‘Kanunsuzluk’ legal hale gelmiştir, neden acaba? Açık ve net ki, kaos yaratmak, insanların vicdanıyla ve özgürlüğüyle oynama sonucunu doğurmuştur. Toplumun yönü ve yörüngesi kaybettirilmiştir. Peki ‘bataklık’ kime yaramaktadır? Elbette ki siyasi çıkar zümresine. Halk, düşünme, savunma ve yarın kaygısıyla boğuşurken, bataklık sahiplerinin devri alemlerine yarayacaktır siyasi atraksiyon.
Diğer can sıkan illegal mevzumuzsa KADINA ŞİDDET! Kadına şiddet, basitçe erkeğin kadına güç göstergesi olarak görünse de (ki sadistlikten başka bir şey değildir) altında yatan nedenler, erkeklere verilen çürük gelenektir. “Kocam değil midir, döver de sever de” gibi mantık dışı olan savunma, günümüzde kadına empoze edilmiş bir safsatadan ibarettir ve bu safsata ne yazık ki illegal hale gelmiştir. Ataerkil bir toplumda yaşamamıza rağmen ve dinimizin temeline göre ‘Cennet anaların ayaklarının altında’ olmasına rağmen, YÜCE YARADAN KENDİNDEN SONRA YARATMA BAHŞEDİNİ KADINA VERMİŞKEN, nereden geliyor bu şiddetin temeli? Bu toplumda ne hukuku uygulayabiliyoruz ne de dinimizin emrettiklerini. Biz aslında insan olmanın kaide kurallarını yaşatmayı bilmiyoruz!
KADIN, dinsel, töre, ekonomi, eğitim ve cinsel baskının içinde kaç türlü maddi, manevi, fiziksel şiddete maruz kalmaktadır, saymakla bitmez. Peki, erkek güç gösterisi uygularken bu kadar nefretle saldırdığı kadını hırpalarken o an sormak lazım değil midir, SENİ KİM DOĞURDU? Sahip çıktığımız töremize sormak gerekmez mi? Erkek özgür her koşulda, neden? Kadın, deli kefeni giyecek raddeye gelmişken hem de… Erkeğin arkasından yürümeli, sağa sola bakmamalı, perdeyi açmamalı, erkeklerle konuşmamalıdır kadın. Bu kurallardan birini çiğnerse yediği dayağın arkasına bir de “Hak ettin, etmeseydin yemezdin” denecek kadar hor görülen kadının karşısında, bunu söylemeyi kendine hak görmüş erkeği vardır. Yetmezmiş gibi rızası dışında sevgi beklenir ve açlık sefalet içinde çocuk doğurur kadın. Yani prangalı köledir bizim toplumumuzda kadın. Birey ve insan olduğunu hiçbir zaman idrak edememiştir. Ne yazık ki erkekten bilgili ve ekonomik ferahlığa sahip olmamalıdır. Dünya milletlerinde bizim kadar yeri belli olmayan kadın figürü var mıdır? Bütün gücümüzle erkek egemenliğini ve şiddeti körüklemiş hak olarak göstermişizdir. Düşününce; bacınız, kızınız, teyzeniz, halanız, anneanneniz, babanneniz yani soyağacınız geniniz, kanınız değil midir kadın? Bu kadar kin ve nefreti kadın üzerinde deneyen zavallı yaratıklar, orantısız güçle, zayıf sığ ve cehaletin softa narsist kişiliğinin canavarlarıdır bu tip erkekler. Sadisttirler ve psikopatlıklarıyla insan sayılmayacak yaratıklardır. Kendi içinde, kendini sevmeyen, bilinçaltındaki travmalarıyla kendini nereye koyacağını bilmeyen, ruhsal dengesini oturtamayan, cinsel açlık dürtülerine engel olmasını bilmeyen, okumuş veya okumamış olsun kişiliğini tamamlamayan, eksik benliğini, bilgisizliğini şiddetle kapatmayı yeğleyen bu tipler kendinde beyin olmadığının ilk önce farkına varanlardandır ve bu eksiklikleri maalesef şiddete dönüşür.
Şiddetin insandan insana olanına göz yuman toplum şimdilerde bitkiye ve hayvana da uygulamaktan çekinmez oldu. MEHMET AKİF ERSOY’un dediği gibi “Medeniyet tek dişi kalmış canavardır.” Ersoy burada, akılda ve duyguda insan olmayı işaret etmiştir. Mesele, insan olmak… Son yıllarda artan şiddetin, cinayetlerin nedeni ise kadının mutsuz evliliğini bitirmek istemesi ve insan yurduna konulmadığı için günümüzde ret etme yetisine sahip olma bilincine başladı kadınlarımız. Evlilik iki tarafın rızasıyla oluyor. Bu akit’ten vazgeçmek isteyen kadın “hayır” demesini bildiği için, evliliğine veya ilişkisine son vermek hakkını savunduğunda, erkek egosu reddedilmeyi özümsemediği için, “ben karar veririm, ben istersem olur” düşüncesine sahiptir.
Burada yine atalardan gelen kötü aktarım devreye girmektedir. Aslında kadın cinsiyeti kendini ekarte eder. Kız çocuğu doğurduğunda onu çocuktan saymaz. Kendisinin ötelendiği gibi davranır. Erkek çocuk sahibi olmayı şan gibi görür. Aslında öyle sarmal bir konu ki yaşadığımız hayatın içinden çıkılamayacak karanlık dehlizdir. Öncelikle kadınlarımız kendi kaderlerini değiştirmek istiyorsa; yanlış gelenekten kurtulmalıdır! Onun için erkek hükümran, onun için erkek “paşadır, ağdır” ruhsal ve insani olarak kız çocuklarımız sayılmayan, övgü görmeyen yaşama sürükleniyor. Kadınların çalışma hayatına başlamasıyla, hayatında şiddet görmeye rızası olmuyor. Ayrılmak istediğinde yüzlerce kadınlarımız cinayete kurban gidiyor. Erkek bırakırsa, erkek boşanırsa doğru karardır. Ama kadın yapamaz. Bunu mantık ve yaşam destekleyemez. Böyle bir dünya yok. Evlilikde, ortak atılan imza ortak kararla bitirilir. Kadınlarımız hani çiçekti? Sadece dünya kadınlar gününde sözde değerle anımsamak yerine kalbinize sarın kadınlarımızı. Erkeğin gücü sarıp, sarmalamayla kendini ispat etmektir.
ERKEK KENDİNİ KATLETMEYİ (yani onu doğuran kadını) BIRAKSAYDI, KADINI YÜCELTMEYİ BİLSEYDİ, DÜNYALARI CENNET OLURDU…
Ölümsüz Şair NAZIM HİKMET RAN der ki:
KADIN
Kimi de ki kadın
Uzun kış gecelerinde yatmak içindir.
Kimi der ki kadın
Yeşil bir harman yerinde
Dokuz zilli köçek gibi oynatmak içindir.
Kimi der ki ayalimdir,
Boynumda taşıdığım vebalimdir.
Kimi der ki hamur yoğuran.
Kimi der ki çocuk doğuran.
Ne o, ne bu, ne döşek, ne köçek, ne ayal, ne vebal.
O benim kollarım, bacaklarım, başımdır.
Yavrum, annem, karım, kızkardeşim,
Hayat arkadaşımdır.
Ayla Mediha Eser

Her aşaması ibret dolu bir doğal dönüşüm. Gelişmek, dönüşmek isteyenlerin, kendilerini nasıl bir yolculuğun beklediğini fark etmesi. İçinde cesaret, hayalcilik, yeniliğe açık olmak, bilgelik, konfor alanının rahatlığından vazgeçebilmeyi barındıran, aksiyoner bir bekleyiş adeta. Kozanın kabuğunu kırabilme cesareti gösterenlerin tercihi.
Kelebeğe dönüşmek basit bir karar değil. Dönüşümün gerektirdiği her türlü meşakkati göze almak ve katlanabilmek lazım, aynı zamanda. Bütün zahmetlere katlanan tırtıl, sonunda yaptıklarının karşılığını alıyor; bir kelebek oluyor. Yaşamın yankısı da böyle değil midir? “Verdiklerimizi almak.”
Sizlere sanattan bahsetmek istiyorum. Kendi yaşantımda müzik ve şiir ilgi alanımdır. Şarkı sözü güftekarı olmaya çalışıyorum. Bir şiirim, kıymetli Haluk Şinasi Taran bestekarım tarafından şarkı oldu.
HALUK ŞİNASİ TARAN
17 Eylül 1969 İstanbul/Kadıköy doğumlu. Eğitimini üniversite dahil İstanbul’da tamamlamış. 1985 yılında Boğaziçi Musiki Derneği’nde, hocası Sayın Sözer Yaşmut yönetiminde 16 yaşında Türk Musikisi’yle tanışmış. Sayın Melahat Pars, Şevket Ensari, Erdem Siyavuşgil, Zeynettin Maraş hocalarından; nazariyat, solfej ve şan dersleri almış. 1993-1994 yıllarında Üsküdar Musiki Cemiyeti’nde eğitim almış. Bunları sırayla Boğaziçi Musiki Derneği, Kalamış Musiki Derneği, Pendik Musiki Derneği, Aşiyan Musiki Derneği, Ataşehir Gönüllüleri TSM Korosu, Cumhuriyet Korosu, Beste Korosu Topluluğu, Pendikliler Derneği TSM Korosu, Maltepe Üniversitesi TSM Korosu, Yıldızlar Musiki Topluluğu, Darbı Musiki Topluluğu ve kendi kurduğu Şevki-Sada Türk Sanat Musikisi Topluluğu izlemiştir. 2016 yılında beste çalışmalarına başlamış, 67 tane bestesi ve güftekarından çeşitli makamlarda besteleri vardır.
Eğitim Bilgileri: 04.06.2007 Anadolu Üniversitesi İşletme Fakültesi okumuştur.
İlgi alanları ve hobileri: Selçuklu, Osmanlı ve Cumhuriyet tarihi ile teknik yayınları okuyarak hayatının mihenk taşını inşa etmiştir. Musiki aşkıyla öğrenmeyi, öğretmeyi çok seven bir kişiliktir.
Haluk Şinasi hocam da kelebeğin başkalaşım halidir. Sanata sihirli dokunuşuyla can verendir. Şiir yolunda güftelerimin şarkıya dönüşmesi ile yollarımız kesişti, hayat ne garip? Sihirli ellerin, duyguların yolculuğu ne güzel.
Kelebeğin rüyasına benzetirim kendimi. Kozasını sabırla ören bin bir renkli kanatlı kelebek.
Şiir yazmak büyük bir emektir, aynı zamanda harflerin tek tek kanat çırparak birleşmesi, duygunun sevgiyle kalbin ritmini oluşturması, ahengin hazzına varması ve hissedişin gizemli müjdecisidir, günü vakti geldiğinde.
Beni mutluluktan uçuran, bestekarımın İstanbul/Maltepe Tıp Fakültesi korosunda Zekai Tunca beste ve şarkılarından oluşan korosuyla, konserinde güftesi bana ait olan, Uşşak makamında “Gelip de baharlar bekleme benden” şarkımıza sesiyle ve enfes yorumuyla kelebeğin rüyasını gerçekleştirmiş olmasıdır.
Bestekarım Haluk Şinasi Taran hocamın şarkımızı okuyacağını söylemesi ve konserine beni davet etmesiyle kozamdan çıkmamın, kelebeğe dönüşmemin vaktinin geldiğini anladım. Büyük onur duydum. Duayen sanatçımız Zekai Tunca’nın huzurunda, Haluk Şinasi Taran hocam Uşşak makamında “Gelip de baharlar bekleme benden” şarkımıza ses oldu. Sanat aşkıyla kendinde ve bende kelebeğin rüyasını gerçekleştirdi.
Hocamın enfes, duygulu sesiyle, korosunun sevgi yumağı haliyle, konuklarının gözlerindeki ışıltılı bakışlarıyla, bana ömrümce unutamayacağım mutluluğu tattırdılar.
Diğer değerli güftekarımızdan bahsetmeden olmaz. Zekai Tunca’ya birçok eserler kazandıran Güngör Sargın. Kendisinin, Haluk Şinasi Taran hocamın sesiyle ve korosuyla can bulan şarkıları, gönüllere taht kurdu, muhteşem bir geceydi.
Müzik insanın nefesidir. Hüznüdür, neşesidir. Sevgiliye gözyaşıyla yol olan yoludur. Hasret dağlarını yıkandırır. Kavuşmayana hayrat suyu, kavuşana zemzem suyudur. Yârdır, yârendir, evladının misk kokusudur. Annenin gül kokulu elidir. Sıladır, yuvadır, baba ocağına dilek taşıdır. Müziğin enstrümanları çalarken; neyin, nefese aşkıyla inlemesidir. Ud’un telleri sevgiye yalvarmasıyla titrer. Kanun’un, saz’ın sinemizi sabıra daveti, kavuşmaya ağıttır.
Şarkılarımızda, sevdiğine kavuşmak ümidiyle yaşayanların, “Elbet bir gün buluşacağız, bu böyle yarım kalmayacak, ikimizin de saçları ak” sözleri dillere pelesenk olan bir ömre, “Yeter ki gel bana, senede bir gün” diyen çaresizlerin, sevdalısını bir gün olsun görmeye razı olması, geçip giden günlerin arkasından bakışına aynadır. Gözlerimizi kapatıp dinlediğimizde hangi duygu seline akıp gitmeyiz ki, değil mi? Gözlerimizden ılık ılık akan gözyaşlarımız neyin acısını yıkayıp gider? Kalbin özlemiyle…
İnleyen nağmeler dile gelir. İnsanın şifresi müziktedir. Hayata baş kaldırışımız, evrenin ritmine uyum sağlamamız, ruhumuzu dingin koylara çekmemizdir.
Mustafa Kemal Atatürk’ün dediği gibi “Müzik Ruhun Gıdasıdır”, ne de güzel demiş Paşamız.
BUGÜN
Bugün ben…
Ben olmasaydım!
Bugün yeni doğmuş bir bebeğin
Hayata sımsıkı tutunan
Eli olsaydım
Bugün ben…
Masmavi gölde yüzen
Kuğunun ahengi olsaydım
Bin bir çiçekten bal alan
Bal arısı olsaydım
Bir çiçeğin, bir damla suya
Hasret halindeki can suyu olsaydım
Bacasında dumanı tüten
Evin içindeki huzuru olsaydım
Bugün ben
Bir genç kızın tatlı tatlı atan
Kalbi, sevinci olsaydım.
Derde deva ilaç olsaydım
Bugün ben, ben olmasaydım!
Ney’de nefes olsaydım
Bir Ud’un nağmelerinde
Vuslat olsaydım
Ve ben, son nefeste
Verilen dua olsaydım
AYLA MEDİHA ESER

Günden güne yaşam kalitemizin değişkenliğine ve düşüşüne maruz kalıyoruz. Elbette ki hiçbir şey aynı kalmaz. Elbette yeni gelen neslin jenerasyonu farklı olacaktır. Değişim, olmazsa olmazımız. Fakat bir ülkenin yapısal özelliğini ortadan kaldırdığınızda, tıpkı temeli sağlam olmayan bir bina gibi, ufacık sarsıntılarda yıkılması ve enkaza dönüşmesi kaçınılmazdır.
Biz, üretimden tüketime kadar enkazın altında kaldık. Çürük temeller üzerine, ekonomik kalkınmayı sağlamadan, üretimin temel kaynağını oluşturmadan, bizi yönetenlerin yönetemediği bir girdaba sürüklendik.
Bugünkü sürece nasıl geldik?
Turgut Özal, başbakan olduğu yılda, 24 Ocak 1980’de, Süleyman Demirel’in altında imzası bulunan Serbest Piyasa Ekonomisi’ni onaylamıştır.
Bu, arz-talep meselesidir, denilmiştir. Ekonomik ve üretimsel talep arasında orantısızlık oluşmuş, bu da piyasa ekonomisinde dengesizliğe yol açmıştır. Adam Smith’in dediği gibi, “gizli bir el piyasaları düzenler.” Özal’a sorulan “Memur maaşları düştüğünde ne yaparsınız?” sorusuna, “Benim memurum işini bilir.” demiştir.
Serbest piyasa ekonomisi, piyasalara giriş ve çıkışların kısıtlanmadığı, arz ve talebin fiyatın tek belirleyicisi olduğu, piyasadaki ekonomik sorunların sadece fiyat ile çözümlendiği ve hiçbir surette devletin ekonomiye müdahil olmadığı bir ekonomi modelidir.
Aynı malın üretimi ve fiyatı aynı olmasına rağmen farklı fiyat etiketleri, tüketiciyi perişan etmiştir.
1993-1996 yıllarında Tansu Çiller başbakan oldu.
Avrupa Birliği ve Gümrük Birliği anlaşmasına katıldık. Ülkemizde bayram havası estirilse de, yaşanılan süreç içinde zararını görmeye başladık. Neden mi? Ülkemiz sanayileşmede atılım yapmamıştır. Üretim yok. Dış borç açığımız günden güne büyümekteydi. Dışa bağımlı hâle geldik.
Lüks tüketim mallarına kapımızı açarken, halk lüks tüketime alıştırıldı. Arz, talebi karşılamıyordu. Üretmeden tüketme mantığı işledi. Borcu borçla kapatıyorduk. Bu döngü hâlâ esaret zinciri olarak boynumuzdadır.
Ülkemizin üretim alanında çökmesiyle birlikte sağlıksız yaşama süreci başladı.
Halkın geleceğini görememesi, üretimden uzaklaşması ve hazır tüketime kanalize edilmesi nedeniyle, özellikle de biz üretimden uzaklaştığımız için, sağlıksız tarıma yönelip GDO’lu ve hibrit tohum kullanmaya başladık.
Hibrit tohumlar, yapay döllenme ile elde ediliyor. Hibrit tohum, melezleştirilmiş karma tohum olarak tarif ediliyor. Aynı türe ait iki farklı bitkinin çaprazlanmasıyla hibrit tohum ortaya çıkıyor. Hibrit tohumlar, farklı hava ve toprak koşullarına uyum sağladıkları için oldukça dayanıklıdır.
Çeşitli bilimsel araştırmalarda, gıda olarak tüketilen bazı GDO’ların ve türevlerinin insanlarda alerji ve toksisiteye neden olduğu bildirilmiştir. Ayrıca bu gıdaların, antibiyotiklere direnç gelişimine neden olma ve kanser oluşumunda rol oynama potansiyellerinin olduğu da belirtilmiştir.
Ata tohumdan uzaklaştık, oysa ki tarımda dünya lideri olabilirdik.
Soluduğumuz havanın, yediğimizin, içtiğimizin kalitesi süreci etkiledi. Acilen tarım ve toprak reformu gereklidir. Analizler ve denetimler ciddiyetle yapılmalı, ata tohumlarıyla zehirden arındırılmış tarıma geçilmelidir.
Hayvan besiciliğinde de gıda terörünün uzantısını yaşıyoruz. Meralarda yetişmesini engelledik. Hormon vererek, üç beş ayda büyükbaş hayvan, günlük büyüyen tavuklar yetiştirdik. “Emek az, çok kazanç!”
Bizler, kendi kalitemizi insani olarak bozarak düşürdük.
Devlet, tarım ve hayvancılık politikasında üreticinin belini kırmıştır. Yakıta, tohuma, taşımaya, çalışacak emekçiye tarım ödeneği verilmemiştir. Üretici, malını satamadığı için tarlasında çürümeye, kalpazanlara kaptırmaya mahkûm bırakılmıştır. Tüketiciye ulaşan ürün ise piyasa ekonomisinde enflasyona, alım gücünün yetersizliğine neden olmuştur. Halkın kazancı, arz ve talebi karşılayamaz hâle gelmiştir.
Yine toplumsal hatamıza dönecek olursak, bağını bahçesini ekmeyen, yorulmayan, hazır gıdaya çabuk ulaşan bizlere ne demeli?
“Yerli malı, Türk’ün malı.” eğitiminden geçen nesildik. Şikâyet etmeye hakkımız var mı? Bilinçli bir toplum olarak, zehirlenmemek ve ölmemek için meyve ağaçları ekmeliyiz. Meyve ağaçları, gölgesinde serinletir, bir karış toprağından cömertliğini sunarak meyvesini insana verir. İnsan kadar hasis değildir. Toprak ve üreteceğimiz her şey, bize bire bin verir.
Çocukluğumuzda meyve ağaçlarının tepesinden inmezdik. Doğal gıdanın lezzeti ve ona ulaşarak yemek bir zaferdi. Çocuklarımızı, meyve ağacına çıkmamaları için engellemeyelim. Hazır market alışverişi kolaylığını bırakalım. Bahçemiz, bağımız yeşillensin. Çiçek saksımız, birbirine çiçek açarak bezensin. Emek ve alın terimizin bereketini toplum olarak özümseyelim, kendimizi ödüllendirelim.
“Kaliteli insandan, kaliteli ürün olur.”
Yeri gelmişken, büyük ozanımızı yâd edelim: Aşık Veysel Şatıroğlu…Ruhun şad olsun.
DOST DOST DİYE…
Dost dost diye nicesine sarıldım
Benim sâdık yârim kara topraktır
Beyhude dolandım boşa yoruldum
Benim sâdık yârim kara topraktır
Nice güzellere bağlandım kaldım
Ne bir vefa gördüm ne fayda buldum
Her türlü isteğim topraktan aldım
Benim sâdık yârim kara topraktır
Koyun verdi kuzu verdi süt verdi
Yemek verdi ekmek verdi et verdi
Kazma ile döğmeyince kıt verdi
Benim sâdık yârim kara topraktır
Âdem’den bu deme neslim getirdi
Bana türlü türlü meyva yedirdi
Her gün beni tepesinde götürdü
Benim sâdık yârim kara topraktır
Karnın yardım kazmayınan belinen
Yüzün yırttım tırnağınan elinen
Yine beni karşıladı gülünen
Benim sâdık yârim kara topraktır
İşkence yaptıkça bana gülerdi
Bunda yalan yoktur herkes de gördü
Bir çekirdek verdim dört bostan verdi
Benim sadık yârim kara topraktır
Havaya bakarsam hava alırım
Toprağa bakarsam dua alırım
Topraktan ayrılsam nerde kalırım
Benim sâdık yârim kara topraktır
Dileğin varsa iste Allah’tan
Almak için uzak gitme topraktan
Cömertlik toprağa verilmiş Hak’tan
Benim sâdık yârim kara topraktır
Hakikat ararsan açık bir nokta
Allah kula yakın kul da Allah’a
Hakkın gizli hazinesi toprakta
Benim sâdık yârim kara topraktır
Bütün kusurumuzu toprak gizliyor
Merhem çalıp yaralarımı düzlüyor
Kolun açmış yollarımı gözlüyor
Benim sâdık yârim kara topraktır
Her kim ki olursa bu sırra mazhar
Dünyaya bırakır ölmez bir eser
Gün gelir Veysel’i bağrına basar
Benim sâdık yârim kara topraktır.
Ayla Mediha Eser

Bir ülkenin eğitim oranı, gelişmişlik seviyesini belirler. Kaliteli eğitim, bir ülkenin sağlam temeller üzerine inşa edilmesinin anahtarıdır. Geçmişte aldığımız eğitimi düşündüğümde, ilkokuldan liseye kadar süren eğitim yıllarımızın ne kadar kaliteli olduğunu hatırlıyorum. O dönemde lise mezunları, bugünün üniversite mezunları kadar bilgi sahibiydi. Bu, öğretmenlerimizin nitelikli eğitim verme çabalarının bir sonucuydu. Bizler eğitime aç bir nesildik. Geleceğimizi güvence altına almak için okumaktan başka bir seçeneğimiz yoktu. Okumuş insana değer veren bir toplumduk ve hedeflerimiz vardı; ailemize ve ülkemize faydalı bireyler olmak istiyorduk.
Ülkemiz, eğitimde, sanayide, kalkınmada ve üretimde birçok eksikliğe sahipti. Cumhuriyet, savaşların yorgun çocuğu olarak yeniden temelleri atılan bir devletti. Milletimiz, ülkenin kurtuluşu için her şeyini feda etmiş, tarım ve hayvancılıkla geçimini sağlamaya çalışıyordu. Ancak, yeraltı kaynakları açısından zengin, üç tarafı denizlerle çevrili, dünya ticaretine köprü olan ve eşsiz bir bitki örtüsüne sahip ülkemizin kalkınmaya ve eğitime ihtiyacı vardı.
Mavi gözlü dev adam, Mustafa Kemal Atatürk, ülkesini kurtarmak için sürekli okudu. Anıtkabir’deki kitaplarını gördüğümde, onun bir insan beyninin mükemmel algoritmasına sahip tek lider olduğunu anladım. Yabancı dillerden okuduğu kitaplar, cebir ve geometri gibi alanlarda çözümlemeler yapmasını sağladı. Ülkesinin kurtuluşunu idrak eden Atatürk, devrimci ruhuyla dehasını ispatladı. Bütün amacı, eğitimi öncelikli bir hedef haline getirmekti. Atatürk’ün vefatından sonra bu görevi İsmet İnönü devraldı ve Köy Enstitüleri’ni kurdu. Bu, eğitimde aydınlanma ve tarımda kalkınma çağımızın başlangıcıydı. Amaç, köylere hem öğretmen hem de modern üretim araçları ve tarım yöntemleri sağlamaktı. İsmail Hakkı Tonguç’un yönetiminde başlatılan bu proje, 1937 ve 1939 yıllarında çıkarılan yasalarla yaygınlaştırıldı.
Öğretmen okullarının yaygınlaşması, temel eğitimin anahtarı ve umudu oldu. Ancak bu okulların kapatılması, niteliksiz eğitimin yarattığı yıkımları günümüzde de yaşamamıza neden oldu. Osmanlı döneminde savaşlar için Askeri Tıp Fakültesi kurulmuş, 14 Mart 1827’de Sultan II. Mahmud tarafından modern anlamda ilk tıp fakültesi olan Mekteb-i Tıbbiye-i Adliye-i Şahane açılmıştı. Tıp eğitimi, insan sağlığı için vazgeçilmez bir unsur olmuştur. Büyük devrimci Mustafa Kemal Atatürk, “Beni Türk hekimlerine emanet ediniz” diyerek tıp alanındaki önemi vurgulamıştır.
Günümüzde eğitimdeki deformasyon, bir ülkenin çöküşü anlamına gelir. Her yıl değişen müfredat, öğretmen kalitesinin düşmesi ve devlet okullarının yerini özel okulların alması, eğitim sistemimizi olumsuz etkilemiştir. Bu ekonomik yarışta, çocukların çoğu temel eğitimini devlet okullarından alamıyor. Bizim kuşağın aldığı eğitimin kalitesine ulaşamıyorlar. En büyük yıkımlardan biri ise ticaret ve meslek liselerinin yerini imam hatip okullarına bırakmış olmasıdır. 1970’li yıllarda okula giden çocuklar tatillerde veya sürekli olarak berber, terzi ya da tamirhanelerde çalışarak el becerilerini geliştirirdi. Ebeveynler, “Zanaat öğrenirse aç kalmaz” diyerek çocuklarını bu alanlara yönlendirirdi.
Şimdi ise yeni nesil ne eğitimden ne de zanaattan faydalanabiliyor. Örneğin, hastanelerde teşhis ve tedavi süreçleri bile üstün körü yapılıyor. Hastalara sunulan hizmet, yeterli seviyede değil. Damar yolu açmaya çalışırken kollarımızı delik deşik eden sağlık çalışanları var. Ortadoğu’dan gelen ve doktorluk yapan vasıfsız kişiler ise durumu daha da kötüleştiriyor. Tecrübeli doktorların yanında stajyer öğrenciler bulunurdu ve bu öğrenciler tıp alanında deneyim kazanırdı. Ancak günümüzde sağlık hizmetleri tamamen stajyer doktorlara bırakılmış durumda. Yıllarını insan sağlığına adayan doktorlarımız bile sistemin çürümüşlüğü içinde çaresiz kalıyor.
Cerrahi bölümlerde tecrübeye dayalı işlemler yapılmadığını düşünmek bile korkutucu. Damar yolu açamayan bir sağlıkçının ameliyat sırasında neler yapabileceğini hayal edebiliyor musunuz? Bu nedenle, tıp öğrencileri için hemşirelik okulu gibi tıp liseleri kurulmalıdır. Böylece genç yaşta zanaat öğrenip el becerisi kazanabilirler. 25-30 yaşlarında el becerisi kazanmak zorlaşıyor. Bu sistemle nitelikli sağlık çalışanları yetiştirmek zor gibi görünüyor.
Gençlerimizin meslek alanında kendilerini geliştirmek için çabalamaları bir yana, sorumsuzlukları ve boşvermişlikleri durumu daha da vahim hale getiriyor. Eğitimde kalite mi, yoksa eğitim alanların mesleklerine saygı duyması ve emek vermesi mi daha önemlidir? Günümüz doktorları, bir gün kendi ailelerine bile yetersiz kalacak ve bunun bedelini toplum olarak hep birlikte ödeyeceğiz.
ÜÇ KURUŞA İNSANLIK…
Ucuzluk sarmış Memleketi ucuzluk
Kişilikte karakterde ucuzluk
Onur silinmiş paspas olmuş
Ha tükürsen amenna diyecek olunmuş
Dostum diye diye uyutmuş yalanla
Cebinde taşıdığın bozuk para
Satan satana bu ayak oyununda
Dost’um laf’ı güzafında yok olmuş
İpekten kumaştır asalet,çağın modası neden?
Naylon kumaşa sarılmış beden
Ruh ve beden bozulmuş insanlık kayıp bilsen
Maske maske üstüne bu yüzden
Yüz kalmamış ki astarını istesen
Aile ,Anne,Baba,evlat kutsallığı entel halleri
Örf’ü Adet’i yok etmekten saymış
Cühela ayak takımı adını özgürlük koymuş
Üçüncü , beşinci cinsler Darwin teoremi
Onurlu kalanlar hayretler içinde kalmış
Ucuzluk miğde’de fesat yaratmış
Ucuzluk sarmış heyhat insanlığı ucuzluk
Kendine değer vermeyen korur mu?
İnsanlığın erdemliliğini namusunu
Yediğimiz içtiğimiz zehir yok panzehiri
Heyhat Maymunlar,Bukelamunlar
Yılan derisini değiştirirken gülmüş halimize
İnsan garibesi evriminde meçhul türeyiş
Ucuza Satılmışlık var insanlıkta koş koş
AYLA MEDİHA ESER

Yeni yıl, umutların dileğidir. Açılan kapının içine sevgi girer. Sağlık, başarı ve hayattan ne bekliyorsak, yenilik olgusunun oluşmasıdır yeni yıl.
Yasaklı söylemlerle karşımıza çıkan insanlar ya günahın ne olduğunu bilmeyendir ya da kendi karanlık düzenini kurandır. Çıkar ilişkisi böyledir; yetki ağzı kullanırken, yetki vasfı olmayanların bizlerin hayatına saygısızca dalmasıdır. Nereye gidiyoruz?
Okullarda yeni yıl kutlaması yasaklandı, neden? Çam ağacı süslemesi yasaklandı, neden? Bilinçli olarak toplumun kendi halinde eğlenmesini ve umudunu nasıl yasaklı hale getirmek istiyorsunuz? İnsan haklarına aykırı söylemlerin kime ne faydası vardır? Dünya ülkeleri arasında yapılan araştırmada mutluluk oranımız, son üç ülkenin arasında. Bilerek duygularımızın yok edilmesini istemiyoruz. Sosyoekonomik olarak ezilen insanlarız. Umutlarımızı, hayallerimizi yaşatmaktan soyutlamak kimsenin hakkı değildir.
Sizler, eğitimde nitelikli öğrenciler yetiştirmeyi hedefleyiniz öncelikle. Bakımsız okulların sağlıksız koşullarını, devlet okullarının örgün eğitiminin verimli eğitmenler tarafından verilmesini sağlayınız. Özel okullara mecbur bırakılan öğrenci ve ailelerinin dişinden, tırnağından artırarak mümkün olmayan borç harçla eğitim savaşı verenleri düşününüz! Asgari ücretle yaşam savaşı veren insanların çocuklarının beslenme yetersizliğini düşününüz. Sokak çocuklarını, adını unuttuğumuz çocukları düşününüz.
Siyasi konular bizi girdabına istemeden çekiyor. Yaşamımıza bomba gibi düşen, paramparça eden geçim derdi yaşanıyorken konuşmamak elde değil. Bugünlere gelmemizin nedeninde siyasi partilerin hepsinin payı var. Sadece kendi yaşamları üzerine kurulmuş devasa refah payı peşindeler. El aman ettik hepsinden.
Mutluluktan bahsedecektim. Mümkün mü yaşantımız böyleyken?
Mutluluk… Ne güzel bir sözdür. İnsanın içinde var olan, sanki emek verilmeden oluşan bir olgu gibi görünüyor, değil mi? Hayata baktığımız yöndür; seçimlerinizin, uğraşlarımızın, dökülen alın terinin, yeri gelince üzüntünün ve gözyaşının yoludur mutluluk. Kaybetmekten korktuğumuz sevginin tohumudur.
Mutluluk, uzaklardan gelecek sevilene dökülen gözyaşıdır bazen. Kavuşma anında evren yeniden canlanır; sanki hiç oluşum göstermediği büyülü bir görsellikle içini doldurur.
İnsan dünyaya tek gelir, tek gider; bu gerçektir ama insan tek yaşayamaz. Anne, baba, kardeşler ve soyağacı, insanın varoluşudur. İnsanlar yaşam boyu çalışır, emek verir; hayat kavgasında unuttuğu, aradığı şey mutluluktur fakat biz bunun farkında olmayız. Geniş aile yapımız çağa göre değişti. Yalnız bireyler olarak yaşam yolumuzu çiziyoruz.
Hayata hangi pencereden baktığımız önemlidir. Denildiği gibi, “Resmin tamamına bakmalıyız.” Ben evimin her penceresinden en ince ayrıntısına kadar incelerim doğayı: ağacın dallarını, çiçeğin kıvrımını, bitkilerin endamını… Evren de ne varsa severim, incelerim. Farkındalığımı geliştirmem, hayata bakış açımı değiştirir. Belki de her şeye fazlasıyla duyarlı, duygu yüklüyüm. Büyüttüğüm çiçekler, beslediğim kuşlar, elimi uzatabildiğim çocuklar… İşte mutluluk bu derim. Girift olmuş duygularım da var elbette; onlara “Ağlamam, gülmem ikiz kardeştir,” derim.
Sosyal medyada geçmişe özlem paylaşımlarında, “Çocukluğumuzda yokluk vardı ama mutluyduk,” diyenler oluyor. O yılların yokluğu, yoksulluğu ağırdı. Bizlere şimdi iyi geliyor o zamanların anıları.
Ben de şu bakış açımı ilave etmek istiyorum: Evet, zor koşulların nesilleriydik. Bizlere iyi gelmesinin nedeni, yoksulluğu görsek de umutlarımız ve hedeflerimiz büyüktü. Onu yenmeyi bildik. Şimdiki siyasetçiler gibi hayallerimize, kutlanılacak bayramlarımıza, yeni yılımıza yasak koyanlar yoktu. Mutluluğumuzu elimizden alanlar yoktu. Teslimiyetçi ruhumuz yoktu. Uçurtmayı vuramazlardı.
HANİ KUŞLAR ÖZGÜRDÜ ANNE?
Hani kuşlar özgürdü anne?
Kafesinde çırpınıyor esir,
Vuruyor cılız vücudunu ha bire.
Ağlıyor altın kafesin esaretine,
Vazgeçmiyor sevdasından,
Şakıyor özgürlük için.
Bir açsa kanatlarını,
Pike yapsa yalım güneşe,
Gökyüzüne “Özgürüm, hey!” dese…
Kuşları da vuruyorlar anne…
Bir heves uğruna.
Kuşlar, uçurtmalar ve çocuklar,
Evrenin üç mutluluk perisi.
Çocuklar da kayıp anne!
Bütün temiz hayallerimiz gibi.
Ellerinde pamuk şekeri yok ki,
Evrenin senfonisi gülüşleri…
Gülüşlerini kim çaldı anne?
Uçurtmalar da uçmuyor, neden ki?
“Güneş balçıkla sıvanmaz,” denmişti.
Gelir kapkara bulutlar,
Ne hükmü ne de şanı kalır.
Yağmurlar yağsa, sel alsa her yeri,
Bunca kiri pisi temizler mi anne?
İçimiz tortu, içimiz nefret dolu.
Bunca günaha rağmen,
Cenneti nasıl hayal ediyorlar anne?
Ayla Mediha Eser

Oku, ilmi bilimi ve hayatın her satırını oku.
Lebi derya ol. Sevgide, saygıda sonsuzluk ruhuna eriş.
Dur ve düşün!
Yerin üstü ne sırlara şahitse, yerin altına akıl sır erer mi? Orada da hayat var. Keşfet, gör, akıl yor.
Bildiğimiz ve bilemediğimiz canlılar ile bitkilerin sırlar âlemi…
Kaldır başını! Gökyüzü sana “gel” der.
Umut besle. Uzlaşıcı ol.
Her insan ayrı bir kişiliktir. Parmak izinin sadece kişiye ait olduğu bir gerçekse, bir benzeri kati surette yoksa…
Sen de özelsin. Özel ve sevgi dolu ol.
Yaşam zinciri, birbirine bağlıyken güçlüdür.
Mütevazılık kişiye münhasır bir erdemlilik katar.
Mutluluk, istediğin bir amaç olsun.
Mutlu olmak öylesine zorken yorulma. Dünya zordur.
Mesleğin, uğraşın ne olursa olsun, “ol*dum” deme.
“Olmak” yoktur.
“‘O’“nun içi dünya simgesidir.
İçi hiçbir zaman dolmayacaktır.
Sadece kendine anlam ve mana kat.
Yaşadığın âlemin katmanları var. Bulunduğun yerde nokta ol; içi boş değildir.
Hayatın başı ve sonu, noktadan ibaret değil midir?
SU GİBİ AZİZ, SU GİBİ DURU OL!
Su gibi faydalı ol.
İnsan, kendi dünyası etrafında yol alır.
Özlü sözümle pekiştirmek isterim konuyu:
“En Büyük Nirvana, Kendine Ulaşmaktır.”
Eksik yanlarımızı görerek, soyut ve somut kavramlar arasında analiz yaparsak, salt kendi mutluluğumuzu tamamladığımız zaman çevremize de yararlı oluruz.
Mutluluk oranı dünya bazında en düşük ülkeler arasındayız. Toplumsal değerlerimizin değişmesi ve sosyoekonomik bazda yetersiz kalışımızın elbette ki bir sonucudur yaşadıklarımız. Ama hayatta ufacık şeylerden mutluluk çıkarmamız, bizi hayata bağlar ve mutlu kılar.
Farkındalıktır yaşam; çiçeğin rengi, kokusu, ağacın devasa çiçeğe bürünüp meyveye dönüşmesi, kuşun özgürce gökyüzüne pike yapması, karıncanın cılız bedeniyle yiyeceğini pür telaş taşımaya çalışması… Bizlere mutluluğun iz sürümünü sunar.
Hayatı anlamaya çalışırız çoğu zaman.
Şunu öğrendim yaşamımda:
Hayatı anlatmaktan ziyade, hayatı anlamaktır.
Bu bağlamda, İranlı hezârfen, astronom, matematikçi ve filozof olan Ömer Hayyam’ın sözlerinden etkilendiğim bir kısa rubai:
EY KÖR!
Ey kör! Bu yer, bu gök, bu yıldızlar boştur boş!
Bırak onu, bunu da gönlünü hoş tut hoş!
Şu durmadan kurulup dağılan evrende
Bir nefestir alacağın, o da boştur boş!
Kış ayının zemheri soğuğunda,
Kuş buz altında,
Bir lokma açlıkta…
Umut tohum olmuş,
Kaya buzunda.
Kardelen inadına açmakta,
Zerrede…
O eşsiz rayihanın sırrı ne?
Karınca, kendinden büyük yüküyle çalışmakta,
Karın tokluğunun derdinde.
Kuş, yavrusunu gagasıyla doyurmakta…
Zerrede.
Bal arısı,
En has balının nektarında,
En has çiçeğin özsuyunu emmekte.
Balığın açlığı, bir tike…
Olta ucunda hazince.
Sarı başak buğdayın,
Bir tohumu bin bir zerrede.
İnsanın oluşumu,
Zerre değil de ne?
Nefsine girecek helal, haram,
Senin iyi kötü olmanda,
Neyin etkisinde?
Ölüm anında…
Bir damla cansuyun, zemzemin.
İki cihan da zerrede…
Zerre, hak yolunda zerre.
Hak divanında zerreden sonra
Yolun başı ve sonu zerrede.
İlahi hikmet ve bereketin
Gizemi, ZERREDE.
Ayla Mediha ESER

Memleketimin değerlerini yazmak benim görevimdir. Tarihe, sanata ve yazarlığa iz bırakan Boğazlıyan Kaymakamı Mehmet Kemal Bey, yazar ve şair Abbas Sayar ile Nida Tüfekçi’yi anarak, onların anılarına saygı gösteriyorum.
Yozgat/Boğazlıyan İlçesi, Türkiye’nin en önemli tarihçilerinden Faruk Sümer’in eserlerinde geçen Dulkadirli Türkmenleri, yani Bozoklar’ın içerisinde bulunan Boğazlıyanoğulları Oymağı tarafından kurulmuştur. İlçenin adı da buradan gelir.
Boğazlıyan’da Gazi Paşa İlkokulu’nda okudum. 10 Nisan’da her yıl okulumuzun yanındaki anıtının önünde Askeri taburumuzla saygı duruşu yapardık. Millî Şehidimiz Kaymakam Mehmet Kemal Bey, 1912 yılında Boğazlıyan’a Kaymakam olarak atanmıştır. 1. Dünya Savaşı devam ederken 1915 yılında tehcir vakaları artmış, iç isyanı bastırmak için görevini yaparken Osmanlı Hükûmetine şikayet edilerek hakkında dava açılmıştır. Dört yıl süren dava sonucu karar verilerek, Ekim 1919’da Osmanlı tarafından idam edilmiştir. (1884-1919) yılları arasında yaşamıştır. İdam kararı sonucunda Türk milletine şöyle seslenmiştir:
Sevgili vatandaşlarım,
Ben bir Türk memuruyum. Aldığım emri yerine getirdim. Vazifemi yaptığıma vicdanım emindir. Sizlere yemin ederim ki ben masumum. Son sözüm bugün de budur, yarın da budur. Ecnebi devletlere yaranmak için beni asıyorlar. Eğer adalet buna diyorlarsa, kahrolsun böyle adalet. Benim sevgili kardeşlerim asil Türk milletine çocuklarımı emanet ediyorum. Bu kahraman millet, elbette onlara bakacaktır. Vatan uğruna cephede ölen bir insan gibi şehit gidiyorum. Allah vatana, millete zeval vermesin!
Kaymakam Mehmet Kemal Bey’in cenazesine, işgale rağmen Mekteb-i Tıbbiyeliler başta olmak üzere Türk milletinin cesaretli evlatları tarafından sahip çıkıldığını ve on binlerce kişinin katıldığı millî bir törenle, bugün Kadıköy Kuşdili’ndeki anıt mezarında sonsuzluğa uğurlandığını biliyoruz. Bu son, Türk milletinin gönlündeki bağımsızlık sevdasını ateşleyen temel kıvılcımlardan biridir.
Mustafa Kemal Atatürk, Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde Kaymakam Kemal Bey’e şehit unvanı vermiştir ve çocuklarını koruma altına almıştır.
ABBAS SAYAR
21 Mart 1923 tarihinde Yozgat’ta doğdu. 1941’de Yozgat Lisesi’ni bitirdikten sonra 1945 yılında evlendi ve İstanbul’a yerleşti. Dört dönem İstanbul Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nde Türkoloji eğitimi aldı ancak eğitimini yarıda bırakarak Yozgat’a döndü. Bir süre çiftçilikle uğraştı.
Romanlarında yalın, yöresel dil kullanmıştır. Halkın özünden kopmadan yazarlığını uzun yıllar kabul ettirmek için uğraşmıştır.
Romanları: Yılkı Atı, Çello, El Eli Yur Elde Yüzü, Can Şenliği, Tarlaları Salkım Saçak
Öykü: Yorganımı Sıkı Sar
Şiir: Gönül Sandalı, Şey Gibi, Bolluğa Takılan Ses, Sere Serpe, Esinti
Kendisinin çıkardığı birçok dergi vardır.
En tanınmış eseri Yılkı Atı, TRT Roman Başarı Ödülü almıştır.
Yılkı Atı romanını okuduğumda beni etkileyen konusu, atını yoksul çiftçinin yazları çalıştırdığı, kışları doğaya beslenmesini karıştıramamak için bıraktığı içler acısı öyküsüdür. Yılkı Atı artık yaşlanmaya başlamıştır. Nihayetinde tay yavrusu olduğu sene, yine Yılkı Atı kışı ayazda aç susuz geçirecekken biri sahiplenip kendine iyi bakmış. Gücü kuvveti yerine gelmiş Yılkı Atı’nın. Yaz gelince eski sahibi döner gelir diye beklemiş. Bir gün Yılkı Atı döner. Tay yavrusunu alıp terk eder, aç susuz bırakan sahibini.
Abbas Sayar şiir gibi roman yazan vasfa sahiptir. Anadolu’nun yoksulluğu, çaresizliği romana dönüşürdü. Eğitimin eksikliğini, yaşadığı toprağın sorunlarını romanlarında dile getirmiştir.
Şiiri:
Üşüyorum
Hasret ağır bastı üstüme
Oynuyor yerinden köşe taşlarım
Öyle bir gariplik sardı ki yüreğimi
Dokunsalar boşanacak gözyaşlarımı.
NİDA TÜFEKÇİ
1 Mart 1929 Yozgat’ta doğdu. Küçük yaşlarda bağlama çalmaya başladı. Liseyi Boğazlıyan’da okumuştur. Maliye Okulunda öğrenci iken 1947 yılında Ankara Radyosu Yurttan Sesler emisyonlarına katılmaya başladı. 1953 yılında daimi kadroya girdi. TRT’nin çeşitli kadrolarında icracı ve yönetici olarak faaliyet gösterdi.
Devlet Konservatuvarı Türk Musikisi Bölümü kurucuları arasında yer aldı, öğretim üyeliği görevini üstlenerek birçok sanatçıya dersler verdi. TRT Ankara ve İstanbul radyolarında “Ozanlar ve Bölge Sanatçıları”, “Oyunlarımız Türkülerimiz”, “Türkülerin Dili”, “Halk Ozanları Geçiyor” gibi açıklamalı radyo programları hazırlayıp sundu.
Ölümsüz eserleriyle Yozgat’ımızın usta tezenesi, derlediği türküleriyle THM’ne dinlemeye doyamadığımız sesiyle de can vermiştir. Kimin içini titretmez ki bu türküsü:
DERSİNİ ALMIŞ DA EDİYOR EZBER
Dersini almış da ediyor ezber
Dersini almış da ediyor ezber
Sürmeli gözlerin sürmeyi neyler
Aman aman ben yarelendim aman
Bu dert beni iflah etmez del’ eyler
Bu dert beni iflah etmez del’ eyler
Benim dert çekecek dermanım mı var?
Aman aman gamzelim aman
Kaşın çeğmellenmiş kirpik üstüne
Kaşın çeğmellenmiş kirpik üstüne
Havada buludun ağdığı gibi
Aman aman ben yarelendim aman
Çiğ düşmüş de gül sineler ıslanmış
Çiğ düşmüş de gül sineler ıslanmış
Yağmurun damlara yağdığı gibi
Aman aman ben yarelendim aman
Yozgat’ı sel almış, Soğluk’u duman
Sıtkınan severim billahi inan aman
(aman ben yarelendim aman)
Ölünce mezara girdiğim zaman
Ben susayım, kemiklerim söylesin aman
(aman sürmelim aman)
Kaynakça: Nida Tüfekçi
Ruhları şad olsun. Yaşatmak görevimizdir.
Ayla Mediha Eser

Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün vefatının 85. yıl dönümünü yâd ediyoruz.
Mustafa Kemal Atatürk, Selanik’te doğmuştur. Annesi Zübeyde Hanım, oğlunu dünyaya getirişini şöyle anlatır: “Ben oğlumu erbain soğuklarında doğurdum.” Bunun miladi takvime göre karşılığı 13 Mart 1880 – 12 Mart 1881’dir. Miladi takvimin kabul edilmesinden sonra doğum yılı önce 1880 olarak gösterilmiş, daha sonra 1881 olarak değiştirilmiş ve Mustafa Kemal Atatürk, kendi doğum gününe 19 Mayıs demiştir. Öyle de kabul edilmiştir. Türk ulusuna, gençliğine Bandırma Vapuru’nun azgın sularında Cumhuriyet’in, özgürlüğün ve bağımsızlığın mücadelesini, fersah fersah dip dalgası yaratarak esarete boyun eğdirmedi.
Babası Ali Rıza Efendi, Kızıl Oğuz Yörük soyundandır. Konya Karaman’dan göç etmiş, Yunanistan Selanik’e yerleşmiştir. Annesi Zübeyde Hanım ise İzmirli’dir. Babası Ali Rıza Bey, gümrük memurluğu yapmış; zor görevi nedeniyle ticarete atılmıştır. Ayrıca Balkan Harbi’nde mülâzım üsteğmen görevinde bulunmuştur. Atatürk’ün altı kardeşinden dördü küçük yaşlarda vefat etmiş, kız kardeşi Makbule ise 1956 yılına kadar yaşamıştır. Adım adım bir devin yaşam öyküsüne kısaca değinmek istiyorum. Annesinin, babasının yaşam mücadelesini ele almadan sadece Mustafa Kemal Atatürk’ten bahsetmek olmaz!
Atamızın annesinin tek uktesi kalmıştı İstiklâl Savaşı’nda: “Oğlum, İzmir yanıyor. İzmir’imi kurtar.” Vatan aşkı yarım kalmazdı elbet; 9 Eylül 1922’de Büyük Taarruz’la İzmir, düşman işgalinden kurtuldu. Zübeyde Hanım, 14 Ocak 1922’de vefat etmiştir. Anavatan’ın koynunda ebedi istirahatgâhı İzmir/Karşıyaka’dadır.
ATAMIZIN ÇOCUKLUĞU
Küçük Mustafa’nın eğitim yaşı gelmiştir. Haziran 1887’de başladığı ilköğrenimine bir süre annesinin arzusuna uyarak Hafız Mehmet Efendi Mahalle Mektebi’nde devam etti. Fakat çok geçmeden babasının isteğiyle Selanik’te çağdaş usullerle öğretim yapan Şemsi Efendi Mektebi’ne geçti ve ilkokulu burada bitirdi. Babası genç yaşta, Mustafa Kemal Atatürk 10 yaşındayken vefat etti.
Ardından Harp Akademisi’ndeki eğitim hayatına başlamıştır. Buradan da kurmay yüzbaşı olarak mezun olmuştur.
Yaşamı boyunca 3.937 kitap okumuştur. Atatürk’ün iyi bildiği diller; Fransızca, Almanca ve İngilizce; aşina olduğu diller; Rumca/Yunanca, Bulgarca, İtalyanca ve Japonca; çalıştığı diller; Yakutça, Mayaca, Kırgızca, Tatarca, Tobaca (Uranha Dili), Çuvaşça, Latince, Çağatayca ve Altayca; farkında olduğu diller ise Moğolca, Tibetçe ve Macarca’dır. Kur’an-ı Kerim’i çocuk yaşında hatim etmiştir. Bilim ve ilmi, askeriyede komutan olmanın; Türkiye Cumhuriyeti’ni var etmenin amansız ve zorlu yollarını okuyarak, çözümleyerek var etmiştir. Hiçbir şey tesadüfen var olmaz. Afyon’da “Ya istiklal ya ölüm” emrini verdiğinde böbrek ağrısı çekiyordu. Buz gibi taşa yatan paşamızın, ant içen buzulda açan kardelenidir Türkiye’si.
Sen yürüdün, millet yürüdü arkandan. Dünyanın gıptayla baktığı paşamız için “100 yılda bir dahi gelir dünyaya; o da Türklerin olmuş,” denildi.
Dehalığın eğitim, üretim, ilim ve irfan yolunda ilerlerken kadınlara özgürlüğü, çocuklara gönençli umudu bahşetti. Hak dedin, adalet, eşitlik, müreffeh ve bağımsız Türkiye dedin. Son nefesine bir yıl kala, 1937 yılında “Hatay benim milli meselem” dedin, 1937’de Hatay’ı, milli toprağımızı Türk milletine bahşettin. Sen, Sarışın Kurt, iç ve dış mihrakları cebir ve geometriyi bulan matematiğin algoritmasıyla yendin. Senin cephanen, inandığın halkındı; senin kurşunların bilim, ilimdi.
Misak-ı Milli sınırları içerisinde dış tehdit olarak gördüğü üç yanı denizle kaplı boğazları, sömürge devletlerinin elinden almıştır. İlk Cumhurbaşkanımız olan Atatürk, 1937 yılında hastalanır. “Beni Türk hekimlerine emanet ediniz,” derken zekâsı kendini yanıltmamış; hastalığı süresince siroz tedavisinin yanlış müdahale edildiğini mi anlamıştır? Karnından alınan su ve ilaçlar bir anda eritmeye başlamış; başında bulunan yabancı doktorların ve bazı kişilerin, araştırmacı tarih yazarlarının da dediği gibi, orada bulunmaları ne derece doğruydu? İlk hastalığı nüksettiğinde sıtma denilmişti Dolmabahçe Sarayı’nda yatarken. Tedavisi için cıva verildiği söylenmektedir. Kati bilgiye sahip olmadan tarih bunun sorgulamasını yapacaktır, eminim.
Doğumu: 4 Ocak 1881, ölümü: 10 Kasım 1938. Bir devin “Benim nâçiz vücudum elbet bir gün toprak olacaktır; Türkiye Cumhuriyeti ilelebet payidar kalacaktır,” diyen Mustafa Kemal Atatürk’ü bedenen kaybettiğimiz, ruhen ölümsüz kalan; ilim ve irfan yolunda Devrimci Sarışın Kurt’un yokluğunu yıllar geçse de hissediyoruz. Sarı Zeybek kanatlarını açıp “Hâkimiyet kayıtsız şartsız milletindir” doktrinini hissettiriyor. Büyüdükçe büyüyor… Ölümsüz varlığın bizleri sarıp sarmalıyor. Adın titretiyor düşmanlarımızı. Eğilmez başımızla sana ulaşmaya ve seni yaşatmaya ant içiyoruz.
NASIL SEVMEM BEN ANKARA SENİ
Nasıl sevmem ben Ankara seni
Deniz mavisi gözlü paşam var
Altından saçı, sırmalar saçar
Nasıl sevmem ben, Ankara seni
Türkiye’nin tam kalbindesin sen
Gün batımımda, şafağımda sen
Şimal yıldızım, ışığımsın sen
Nasıl sevmem ben Ankara seni
Koşarım sana aslanlı yolda
Övünç duyarım saygı duymaya
Hücresi titrer tanıyan seni
Nasıl sevmem ben Ankara seni
Aynı gökkubbe altında varsın
Nida’n yükselir “Yılmak yok!” dersin
Göğsüm kabarır, Türk kadınıyım
Nasıl sevmem ben Ankara seni
Anıtkabir’den yükselir huşu
Kocatepe’de ölümsüz ruhu
Milletin koşar sevmeye seni
Nasıl sevmem ben Ankara seni
Ayla Mediha Eser

Türkiye Devleti’nin hükümet şekli cumhuriyettir. Bu hükmün yer aldığı tasarı üzerinde TBMM’de yapılan konuşmaların ardından cumhuriyetin ilanı kabul edildi. “Yaşasın cumhuriyet!” sesleri arasında alkışlarla cumhuriyet ilan edildi (29 Ekim 1923). CUMHURİYET… 101 YAŞINDA
Türkiye yaşamdır. Dünyanın gözünü diktiği, emperyalizmin, kapitalizmin savaşa doymayan dünya politikasının, faşist nevrotik tutkusudur Türkiye’miz. Savaşta yenilmek, yenilgiyi hazmedememelerinin nedenidir. Bu bir nevi terörizmdir. Oysa savaşın kazananı yoktur; kaybedeni halktır, can’dır. Mustafa Kemal Atatürk, “Yurtta sulh, cihanda sulh” demiştir.
Ülkemiz, bir ekmek, bir hırka mefkuresi ile kuruldu. Elde yok, avuçta yok. Yıllardır süren savaşlar sonucu, 15 yaşındaki Tıbbiyeli gençler ana ocağına, ülkesi için can vermeye koştu. Kadını, kızı, kızanı; ekim ve tarım bitmişti. Yoksulluk, yokluk… Vatanı olmalıydı insanın, güveneceği bir lideri. İnanmak, özgür kalmak boynumuzun borcu olmuştu. Kem gözlerin diyarı olan ülkem, şehitler ve gaziler ordusuyla can buldu.
Kaybetmek, kaybettirilmek kimin haddine!? TÜRKİYE’M, kimsenin yol geçen hanı değildir; kimsenin çiftliği de değildir. Günümüze bakarsak talan, yalan süreğenlik kazansa da, gün gelecek satranç taşları yerine oturacaktır.


ŞEREFLİ İSTİKLAL SAVAŞI GAZİSİ ÜSTEĞMEN MEHMET ZİYA BORAN
Dedemin anısına:
Cihan Harbi’ne katılmış, Filistin’de İngiliz mandasında 6 yıl esir kalmış. Kahire’de, Sina’da silah deposu mülazımı komutanı olarak görev yapmış. İstiklal Savaşı’nda gözünden yara alarak üsteğmen görevindeyken gazi olmuştur. Esir kamplarında annesinin gözyaşları ile, binlerce askerimiz gibi evlat özlemini, vatan özgürlüğüne feda etmiştir kınalı kuzularını.
Yozgat’ta yaşayan Üsteğmen Mehmet Ziya Boran, gazilik maaşını, İstiklâl Madalyasını ve diğer madalyalarını, “Benim kanım, canım vatanıma helal olsun” diyerek bağışlamıştır. Mustafa Kemal Atatürk’ümüze benzerliği vardır.
Kim ki bu hakkı yok sayıyorsa, kim ki vatan malına göz dikip haram yiyorsa, iki cihanda yer bulamasın. Hâlâ şehit veriyorsak, canlarını feda edenlerin nur yüzlü çocuklarımızın acısını, varlığını, hakkını bilmiyorsak, iki cihanda yer bulmayalım.
ÇANAKKALE GEÇİLMEZ
Kutsaldır bana vatan
Uğrunda veririm can
Bitmez kınalı Hasan
Çanakkale geçilmez
Anam etti vasiyet
Vatan için şehadet
Türklük bize asalet
Çanakkale geçilmez
Ya istiklal, ya ölüm!
Emrini verdi Paşam
Şehadet düğün bayram
Çanakkale geçilmez
Sancağım, özgürlüğüm
Var ol Hamza, çavuşum
Hür vatanım, bayrağım
Çanakkale geçilmez
Türk oğlu, Türk’tür şanım
Kimse eğemez başım
Türk’e kefen biçilmez
Çanakkale geçilmez
Kınalı Hasan aslan
Ahmet Çavuş kaplan
Yiğit çıkar Yozgat’tan
Çanakkale geçilmez
Türk kadını, kızanı
Nene Hatun şahlandı
Namus saydı vatanı
Çanakkale geçilmez
Top mermisi bize tüy
Kuruldu otağı toy
Tarihimiz kutlu soy
Çanakkale geçilmez
Ne mutlu Türk’üm diyene
Türklüğü ile övünen
Ayla Mediha güven
Çanakkale geçilmez
16/06/2020
Ayla Mediha Eser
SARIŞIN KURT
Altın sarısı saçları özenle okşanan,
Bilemezdi ki dünyaya tarih yazdıracak olan.
Cennet meleğinden doğan koç yiğit, yetişen,
İlahi kudretle babasına seçilmişlik verilen.
Başımın tacı, bir sen geçiyorsun içimden, bir de mavi gözlerin.
Zaman eprimiş, eski-yeni acıları örerken,
Tarihler destan yazacak günlere gebeyken.
Askerî Rüştiye’nin sancağını yükselten,
Yüzyılların dehası, sönmeyen meşalesin.
Başımın tacı, bir sen geçiyorsun içimden, bir de mavi gözlerin.
Kara zindan zihniyetler, kara tarihler yakılsın,
Kimyasını çözdün din bezirganı şükürcü halkın.
Kocatepe’den kalktı şah’a Küheylan’ın şahı,
Yeri göğü inletip pusatı delip geçensin, Eren’im.
Başımın tacı, bir sen geçiyorsun içimden, bir de mavi gözlerin.
Bandırma Vapuru azgın sulara direndi,
Karadeniz tsunamisinin adı Mustafa Kemal’di.
Türk tamimleri safha safha dip dalgası yarattı.
Özgürlük, barış, müreffeh Türkiye hedef, ışıktı.
Başımın tacı, bir sen geçiyorsun içimden, bir de mavi gözlerin.
Masmavi gözlerin gibi, üç yanı denizlerle kaplı,
Bir ülke bıraktın, Cumhuriyet dik başlı kartaldı.
Hürriyetti Ay Yıldız’lı bakışların, yalım yaldızlı.
Arşın, Karadeniz, Ege, Akdeniz sana selam durdu.
Hu çekti dere, tepe, kuş, çiçek; kutsadı, ölümsüz duaya durdu.
Başımın tacı, bir sen geçiyorsun içimden, bir de mavi gözlerin.
Ayla Mediha Eser

İnsan, doğduğu toprağın, bulunduğu bölgenin kültür yapısı ve ailenin (anne, baba, akraba döngüsünün) içinde yetişir. Aldığı eğitim ya da eğitimsizlik, yaşam yolunu belirler. Bazen sarp kayalıklardan, bazen dikenli yollardan, bazen de engin denizlerden rotasını çizer. Ekonominin başka bir yelpazesi her insan için eşit değildir. İnsan, atalardan gelen iyi veya kötü aktarımlarla yaşar. Çok rahat bir ailede yaşayan, ekonomik sorunu olmayan bireyin çevre ve toplumsal statüsünden etkilenmesi kaçınılmazdır. İş hayatı ve yaşam tarzı yine kendine ait dünyasını kurmak için mücadele vermesini gerektirir. Arayış, dünyanın yörüngesi gibidir.
Yoksul bir aile çocuğunun da eğitimsiz bir aileden gelmesi, onun anne ve babasının da arzuladığı bir yaşam değildir. İnsan, kendi koşullarını değiştirmeye, sevmeye ve başarmaya muktedirdir.
Beden Asla Yalan Söylemez
Bu kitabı neden ele aldım?
Okudukça neden-sonuç ilişkisi üzerinde epey düşündüm. Yanlış mı anlıyorum diye sorguladım. Konusu güzel. Bütün hastalıklarımızın temelinde yatan bilinçaltı kaygıların, çocukluktan itibaren yaşantımızı etkileyen bedensel ve ruhsal dürtülerin, duygularımızın, doyurulmamış sevgimizin, yaşanmış acı tecrübelerin ve tanık olduğumuz maddi, manevi, fiziksel şiddetin bedenimize ve ruhumuza verdiği zararların, ömür boyu çekilen sıkıntılara yol açtığını vurguluyor.
Peki, bu kitap neden beni bu kadar irdelemeye yöneltti? Yazar Alice Miller, konuyu çocukluk travmasına bağlarken dini emirlere ve anne-baba-akraba çevresi ilişkilerinde çocuk üzerinde olumsuz etkiler bırakan durumlardan bahsediyor. Psikolog ve psikiyatrların, kendilerini aşamayan geleneksel tabulara bağlı tutumlarını da eleştiriyor. Bu noktaya kadar her şey iyi.
Dünyayı kana bulayan Hitler’in, Saddam’ın, ünlü düşünürlerin; örneğin Galileo’nun, Nietzsche’nin, Freud’un ve diğer sayısız düşünür ve bilim insanının çocukluk dönemlerini incelemiş. Onların ruhsal ve bedensel çektiği acıların, panik depresif olmalarının temelini anne ve babanın yanlış otoriter tutumlarına dayandırmış. Buraya kadar da her şey güzel.
Ancak okuruna sunduğu ve önerdiği çözüm beni oldukça kızdırdı. Neden mi?
Hedef tahtası: Anneler. Evet, anne! Kendi bilinçaltı travmalarını çözemeyen yazar, bütün çocukları annelerine sadık köleler olarak gösteriyor ve annelerin acımasız, bilinçli veya bilinçsizce duygusal ya da fiziksel şiddet uyguladığını iddia ediyor. Üstüne üstlük, dini emirleri yıkma adına bir şeyler empoze etmeye çalışıyor. Yani bütün kavramları zararlı gelenekler olarak ele alıyor. Anne ve babayı tehlikeli, zehirli olarak yansıtmış. Bütün kötü dürtülerin kaynağını anne kavramı üzerine yüklemiş.
Hırslı yazarlar, siyasetçiler, düşünürler ve bilim insanlarının geçmişlerinde yaşadıkları travmalarla bir yerlere gelmek istediklerini ve kariyer, ün, şan arayışlarını anlatmış. Çocukluk esaretini anneye bağlamış ve itaatkâr, sevecen bir çocuğun köleye dönüştüğünü iddia ederek hastalıklı bir şekilde incelemiş.
Eğer yazarı tanısaydım, ona şunu sormak isterdim: Düşüncenize göre, annelerin çocuklarını aşırı sevmesi ve koruması, toplumsal vahşi hayattan koruyorum derken kaygılarını ve endişelerini yansıtmaları, bilinçli olarak yapılmış bir kötülük müdür? Anne sevgisinden yoksun bir neslin böylesine mekanik, ruhsuz ve bağlanamayan bireyler olarak yetişmesini mi öngörüyorsunuz?
Evet, benim annem beni yetiştirirken birçok eksiklikle büyüttü. O dönemin koşulları, çocuk sayısının fazlalığı ya da yazara göre en zengin ailenin bile çocukları için yarattığı kötü imajlar olabilir. Ülkemizin koşullarına göre, ben annemi irdeleyemezdim. Çünkü kendisi de sevgiye muhtaçken annesini kaybetmiş. Şimdi annesini acımasızca ele alıp ondan hesap soramazdı. İnsanlar olumsuzlukları yaşar, tecrübe eder ve özümser; yaşamını ne kadar izin verirse o yolda devam eder. Elbette ki bütün hastalıkların nedenleri vardır: beynimizin esir kaldığı travmalar, içimizdeki çatışmalar, kendimizle olan uyumsuzluklarımız ya da çevresel etmenler. İş, ekonomi, sevgiden yoksunluk ve duygusal açlık bizi hasta eden sebeplerdir. Ancak yazara göre, “anne düşüncesi” zehirlidir. Babaları ve ebeveynleri de ele almış, ancak annesini reddederek bütün hastalıklardan kurtulduğunu iddia etmiştir. Bu kitap, aile sevgisine ve koruyucu duygulara darbe vurmuştur. Biyonik bir neslin yetişmesi mümkün değildir.
Ve Tanrı İnsanı Yarattı
Çırçıplak
İlk nefes
İlk ağlayış
İlk örtünüş
İlk sevilme, ilk sarılış
Kucaklamada el uzatış
Güven duygusu
Yumuk ellerin sımsıkı tutunuşu
İlk çığlık, ilk hece
İlk “Anne” ve “Baba” deyiş
İlk emekleme, tökezleme
Adım adım koşar adım
İlk kendi başına yola çıkış
İlk balon uçuruş
Uçurtmadaki hayallerini
Bir ömür boyu kovalayış
Başarı
Hayatı kelimelerle
Matematik ve fizik ile
Çözüp felsefeye varış
Denklemi olmayan dünyada
Denklem çözme
Sıfırın etkisiz eleman
Olmadığını anlayış
Tam karakter, zayıf karakter
Ortası yokmuş
İnanç kavramı
İçten dışa vurummuş
Zaaflarına yenik düşmekse
Hayatla hesaplaşmaymış
Ve insan mükemmel doğmaz,
Mükemmeliyetini kendi tamamlamış.
Ayla Mediha Eser

Yakın kitaplardan başlarken Kıbrıs Barış Harekâtı anımla yol alayım. 20 Temmuz 1974 yılında olmuştur. Kıbrıs savaşında lamba yakıyorduk, ışık sızmasın dışarıya diye. Elektrik kullanmak yasaktı. Kıbrıs Barış Harekâtı’nın yapılmasının önemi gururumuzu okşuyordu. Nasıl olmasın ki! Yunanistan Türk kıyımına girmişti, Enosis cuntası altında. Başbakan Bülent Ecevit ve Millî Savunma Bakanlığı “Ayşe tatile” dediler. Bir gece ansızın harekât başlamıştı.
Annemin her gün tertemiz isinden arındırdığı lambanın akşamları karşısına otururdum. Titreyen alevi bir sağa, bir sola vururken bir an sönmek üzere olurdu. Sanki kendi ruh haliyle içine kapanırdı lambanın alevi. Sonra yine buhrandan çıkmış gibi bir o yana, bir bu yana rask ederdi, izlerdim. Karanlık Türkiye’mize aydınlığa umudu gibiydi. Yarınlara büyüyerek zamanın harcını karacağım, okuyarak da bilgili bir kadın olma coşkum içimdeki nehri çağlatıyordu küçücük yaşımda.
On iki Eylül… Hüznünü bize yaşatan Eylül. Ruhumuza mevsimin hüznü değil, acının tarihindeki Eylül. Sonbahar hüznü şiirlerde, duygularda yansıtılır yeterince. Aslında bilinçaltımız 12 Eylül darbesi; acıların, kahırların aileler ve yurttaşlar tarafından yaşandığı, acıların ülkesi olmuştu siyasi girdap nedeniyle. Mustafa Kemal Atatürk’ün devrimci felsefesini unutan siyasal sömürü oluşuyordu. Koltuk kavgası, çıkar mekanizması, halka verilmeyen haklar… Darbeler ülkesi olmuştuk. 12 Eylül darbesi, sağ-sol çatışması ile son buldu ama bendeki etkisi evlerde “zararlı neşriyat” diye atfedilen Marks’ın, Lenin’in dış neşriyat kitaplarının, gençlerimizi zehirlediği kanısıydı. Okumak, öğrenmek zararlı olamazdı. Farklı fraksiyonlar doğdu. Sol’un misyonu ülkemiz yararına bağımsız Türkiye isterken bir ucu dış güçlere hizmet eden gruplara dönüştü. Sağ ise milliyetçilik ruhunu taşıyarak yine bağımsız, kendi özünde fikir üretiyordu. Ta ki sağ ve sol silahlanması siyasi etkisi çatışmaya dönüşmüştü. Siyasetin çarkı kaotik kışkırtmayla kardeşi kardeşe kırdırıyordu. Yine ülkemiz üzerinde oyunlar oynanıyordu dış mihraklar tarafından. “Böl, parçala, yut” mekanizması işliyordu. Oysa ki iki grubun hedefi Türkiye’mizin kalkınması, hak, adalet, eşitlikti. Mustafa Kemal Atatürk gibi devrimci ruha sahip cesaretli, ilimde irfanda daima ileriyi gösteren liderimin yolunu bulanık mecraya çekmeye çalışan dış güçlerin amansız kanlı oyununa gark olduk. Türkiye büyümemeliydi. Önümüz aydınlıktı.
Darbeler, darbeler… Gençliğimizde ülkemizi, kendi geleceğimizi sosyal refahta, ilimde, irfanda ileriye taşımaktı hedefimiz.
12 Eylül… Ah, nadasa yatan doğamızın hüznü değildi bizi yakan. Darbe zamanı “Bir sağdan, bir soldan” diyerek güya orantı kuran idamlar yaşandı. Gencecik fidanlar; 17 yaşında Erdal Eren, yaşı büyütülerek asıldı. Buluğ çağına bile erişmeden 22 yaşında sağcı Mustafa Pehlivanoğlu idam edildi. Ve 300’ün üzerinde idam… Ne korkunç, idam edilmek. Kitaplar yakıldı, yerin dibine gömüldü. Kitaplardan neden bu kadar korkulurdu ki? “Okuma, aydınlanma, bilgilenme, müreffeh Türkiye’nin yolunda ilerleme.” Kör kal, cahil kal, yobazlığa daha yakın ol. Amaç buydu. Günümüzü hazırlayan bir oyundu. Oyunda kan vardı, acı vardı, yanan yürekler, kaybolan pırıl pırıl dinamik beyin gücümüz, idealist gençlik vardı. Darbe… Yok etti, yok ettirdiler.
Her darbenin kahramanları, “Benim kararım en büyük, benim” naraları; bencilliğinde, egosunda sadece kendilerine hizmet edenlerin kahramanlık gösterisi acı dolu tarihe yazıldı. Unutamam, unutmak acı bir eylemdir. Yanlışı ile ülkeyi karanlığa, acıya boğanları.
Günümüze kadar siyaset sert rüzgar etkisiyle devam ederken sağcı mı, solcu mu olmalıydım? Artık hepimiz bir siyasetin yolundaydık. Ama ben de, düşüncelerimde hiçbir şey yerli yerinde değildi. Komünizm, milliyetçilik neydi? Ülkemiz için hedefleri, misyonu neydi? Kısa yoldan milliyetçilik denince kimin ruhu kabarmaz ki vatanı için. Peki, solculuk neydi? Önümde koskoca bir soruydu. Hep korkutulduğumuz devrimcilerin fikirleri, Amerika’nın dünya üzerindeki emperyalist tutumuyla sömürüsü ile, ekonomik bağımlılığı kalkınmak üzere olan ülkelerde köleliği kullanıyordu. Dışa bağımlılık, dış borç nasıl çözülecekti? Dışsal emperyalizm, içsel kapitalizm gelişmeye başlamıştı ülkemizde. Sanayileşmek, üretim için insan gücüne ihtiyaç vardı. Çalışma hayatı hem çalışanı, hem işvereni ortak kotada eşit paydada buluşturma gereksinimiydi. Kapitalizmin dişleri eziciydi. Emeğe haksızlık, işverene kölelikti. Sosyal haklar için örgütlenmek, sömürü düzenine başkaldıran sol görüşün savunduğu yoldu. Aslında CHP partisinin 6 ok realitesi ile sağın 9 ışık realitesi de Türk milleti için müreffeh Türkiye yaratmaktı amaçları. Düşünceler, savlar birbirine geçirgen, empoze edilen fikir alışverişi yolunda siyasi irade yolunda ilerlerken fikir çatışmasına dönmüştür. Kimi komünist, kimi faşist yaftasıyla ülke düşmanı; ülke varlığını yaratan görüşün yolunda birbirine düşman gençlik keskin bıçak haline gelmiştir. Ayrışmalar, silahlanmalar, çatışmalar… Sağ ve sol gizli eller tarafından kışkırtılırken üçüncü el kendi karanlık düzenini kuruyordu. Başkaldırı kapitalizmin bağımlı esareti. Emperyalizmin ekonomik ve sosyal haklar sömürgesi iç sorunumuzda, toprak ağalarının tarımsal alandaki yeni sömürüsü; feodalizmle ve tarikatlarla mücadelemiz vardı. Bermuda şeytan üçgeninden nasıl sosyal refaha ulaşılırdı? Kitaplar yakılırken fikirler geçirgen olmamıştı. Bizlere göre uygun fikirler değil deniliyordu. Neydi, nedir bunca mücadelenin amacı? Kendimce fikirsiz kalmamak için Mao’nun, Lenin’in, Türk solunun amacını az çok okumuştum. Siyasal fikirler sentezlerle gelişir, şiddet beyinsel ölümdür. Milliyetçilik, vatan bütünlüğü elbette ki millî kalkınma sosyal refahtı. Birbirine yakın siyasal süreç nerelere sürüklendi? Aslında bütün yollar, 3.937 kitap okuyan, her fikri bilgece taşıyan, yüzyılların dahisi, müreffeh Türkiye’yi laik, cumhuriyeti kuran Mustafa Kemal Atatürk’ümün yoludur.
Millî devrimcilik yolunuz olması dileğimle.
Ayla Mediha ESER

Düşünen insan az konuşur. Fikir üretmek için okur. Düşünce ikliminden, düşüncelerini süzer ve zehirli atık olanları arındırarak hayata geçirir. Ego ve benmerkezcilikten uzaktır. Bir nevi toplumun huzurunu sağlar; birleştirici, uzlaştırıcı ve öngörü sahibidir. Ötekileştirmez, ırk ve din ayrımı yapmaz, kişiler üzerinde tahrik ve yıkıcı davranışlarda bulunmaz. Bunun adına akl-ı selim olmak denir.
HUZURU, SEVGİYİ ÖZLEDİM.
BAYRAM HAVASINDA OLAN ÜLKEMİ ÖZLEDİM.
GÖZYAŞLARININ AKMAYACAĞI YARINLARI BEKLEDİM.
Ömür bitti, bekledim, bekledim.
Neden bu konuyu ele aldım? Anlattıklarım, Mustafa Kemal Atatürk’ümüzün yaptığı ve bıraktığı manevi değerlerdir. Bir millet yaratırken, ırksal ve dinsel olarak kimseyi ötekileştirmedi. Her kültürden, her inançtan gelen insanların bağlayıcı, birleştirici özelliklerini kullandı. Temel olan insandı. Millet olmanın kavramı, sevgi, hoşgörü ve muasır medeniyeti hedef aldı. Yediden yetmişimize kadar, altın sırma ile işleyerek bizleri içeride ve dışarıda Türklüğün kavramını ve töresini geliştirdi.
Siyaset arenasında tekli partiden yana değildi. Çoklu partilerin oluşması için fikirlerin birbirine geçirgen, çoğalan ve çözüm odaklı olmasını sağladı. Mustafa Kemal Atatürk’ten sonra, hangi siyasi parti gelirse gelsin, halkın huzurunu ve hakkını savunmak yerine, kişisel çıkarlar arenasına dönüştü. Halk ise adeta yarış atına oynar gibi siyasetin güdümüne düştü.
Yaşadığımız bu zamana kadar olan sürece bakacak olursak, bizi bağlayıcı, sevgi ve saygıyı yaşatan siyasetin amacı olmadı. Hepimiz payımıza düşen zararı gördük siyasetten. Bizi siyaset ve siyasetçilik bitirmektedir.
Bizler de… Kardeşlik dokumuzu iki ucu keskin bıçağa teslim ettik. Oysa ki…! Bizler, hangi fikirden olursa olsun, birbirimizle fikir alışverişi içinde bölünmeden, fikirlerin yaşatıldığı sevgi dokusunu korumalıydık.
Bir yandan dış mihraklar, diğer yandan iç huzursuzluklar; birbirini sevmeyen, bir kaşık suda boğacak hale gelen insanlar olduk. Tam da dış mihrakların istediği gibi: böl, parçala, yut.
Bizi bizden iyi biliyorlar. Bizlerin kin ve nefret dolu hale dönüştüğümüzü gözlemliyorlar.
Hiçbirimiz, birbirimizin gözünün içine bakıp derdini, tasasını anlamayan, selam vermeyi kesen insanlar olduk. Peki, bizler ne kadar masumuz?
Ekmeğimizi, aşımızı bölüştüğümüz; acılarda ortak olduğumuz günlerden, korkunç şekilde birbirimize dönen şiddet odaklı, “sen şucusun, ben bucuyum” ayrımına girdik. Oysa ki, bizler birbirimize hava, su, ekmek kadar gereksinimliyiz. Akli selim insan bu tuzağa düşmez!
Siyaset arenası, maalesef bugünlere kadar böyle döndü. Eşit hak ve adaletten yana olmadık. Bizler de kendi çıkarlarımıza göre siyaset güttük. Gelinen sonuç ise, birbirini sevmeyen, korumayan, sımsıkı, fırtınaya karşı durmayan bizler ne kadar haklıyız?
Birbirimiz üzerinde tahakküm kuran, saygıyı ve sevgiyi yok eden; şiddet odaklı bir toplum olduk. Ekonominin dipflasyonu bulduğu etkisini de göz ardı edemeyiz. Gelecek nesli, işsizlik ve eğitim kaygısıyla genç kuşağımızı denizin ortasında bıraktık. Öyle zengin bir kültüre, renkliliğe sahibiz ki, tıpkı ülkemizin her mevsimi yaşaması gibiyiz. Dünyanın incisi ülkemiz için canını feda etmekten kaçmayan şehitler diyarıyız. Onların hakkını, emanetini korumak ve savunmak zorundayız. Düşünce üretmeliyiz.
Her fikre barışçıl ve hoşgörülü yaklaşmalıyız.
Mustafa Kemal Atatürk olmak budur.
Kin ve nefret, önce insanın kendisini zehirler, sonra çevresindekileri.
ATATÜRK, SEN BİZİM HER ŞEYİMİZSİN
İçimizde sönmez ateşin senin
Sen bizim batmayan güneşimizsin
Senden başka yoktur liderim benim
Atatürk, sen bizim her şeyimizsin
Göktürklü tuğlar seni selamlar
Mavi gözlerinde şimşekler çakar
Tarihlere sığmaz izin, şansın var
Atatürk, sen bizim her şeyimizsin
Şahlandı küheylan Kocatepe’den
“Ya istiklal ya ölüm!” emrini verdin
Sen yürüdün, millet aktı peşinden
Atatürk, sen bizim her şeyimizsin
Ay yıldızla parlar bağımsız vatan
Küllerinden doğdu bu aziz vatan
Ne mutlu “Türk’üm” diyene de şan
Atatürk, sen bizim her şeyimizsin
Mustafa Kemal’in neferiyiz biz
Son nefesimize dek yeminimiz
Laik cumhuriyetin bekçisiyiz biz
Atatürk, sen bizim her şeyimizsin
Bağımsız milletiz, şanlı tarihimiz
Rahat uyu Atam, adın andımız
Minnettarız sana, feda canımız
Atatürk, sen bizim her şeyimizsin
Ruhları şad olsun.
Ayla Mediha Eser

Kıymetli okurlarım merhaba,
Tercüman gazetesinin bende yeri başkadır. Gazetemizde yazar olma teklifiniz ile anılarımın iz sürümüne, mutlu çocukluğuma döndüm.
Rahmetli babam Tercüman gazetesi alırdı. Çocukken gazete okumak benim vazgeçilmezimdi. Babam bir an önce gelse de gazeteyi getirse diye beklerdim. Gerçekten ilkokul yıllarımdı; okuma isteğim doruktaydı. Magazin sayfasını okumazdım. Rahmetli Rauf Tamer’in köşe yazısı “Anahtar Deliği”ni okurdum. Babamın gazeteyi akşama getirmesi nedeniyle artık her sabah erkenden kalkıp gazete bayiinde sıraya girerdim. Gazetenin kokusu ve içindeki dünya geleceğime yön veriyordu. Okuma hevesim, rahmetli babam Toprak İskan Memuru olduğu için evimizde bir kütüphane bulunmasından kaynaklanıyordu. Her fırsatta babamın dairesine gidip kütüphaneyi temizlerdim ve kitaplarımı orada alıp okurdum. Ödül olarak babam bana limonata ikram ederdi. Bütün hayalim gazeteci olmaktı. Lise yıllarımda yarışmalarda ödüller alıyordum. Hayat istediğim yönde gelişmedi ama hayata değer katmak için kendimi geliştirdim ve geliştirmeye de çalışıyorum daima.
Tercüman gazetesinde yazar oluyorum şu an. İz sürümümde, babamın ruhuyla bütünleştim. Mutlu oldum zamanla, yaşam neler sunmuyor ki değil mi?
İlk yazım ve şiirim babama ithafen olsun istedim. Uzun soluklu yolculuğumuz beni onore edecektir, Tercüman gazetesi bünyesinde.
Kıymetli okurlarımıza sağlık ve esenlik diliyorum.
NERDESİN CANIM BABAM?
Yar yarası değilsin içimden atamam
Böylesi sevgiyi ben, dünyada bulamam
Sana kıble olmuşum seni hiç unutmam
Kokun sinen varlığın nerede canım babam?
Hicranın fragımdı soldu Nevbaharım
Derin kuyu yokluğun sevgine muhtacım
Tütmez baba ocağım yıkıldı genç çağım
Kokun sinen varlığın nerede canım babam?
Üşümüş bir serçeyim güneşi görmedim
Güz sancısı yüreğim şad olup gülmedim
Yüce dağım, çınarım sana nasıl yanmam
Kokun sinen varlığın nerede canım babam?
Gençliğim soldu sensiz, ağlama desende
Karlar yağdı başıma bedenim şebnemde
Zambaklar ağladı gittiğin mevsimde
Kokun sinen varlığın nerede canım babam?
On altı yaşımda acıya sarıldım
O kutsal adın babam, haykırmak isterdim
Cam kesiği kanatır son nefese değin
Kokun sinen varlığın nerede canım babam?
Ruhun şad olsun ulu çınarım.
Ayla Mediha ESER