Ayla Mediha ESER

Ayla Mediha ESER

24 Mart 2025 Pazartesi

    KARTALLAR YÜKSEK UÇAR TANZER KARTAL: MÜZİK ELÇİSİ

    KARTALLAR YÜKSEK UÇAR TANZER KARTAL: MÜZİK ELÇİSİ
    2

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Atatürk’ümüzün musiki özdeyişiyle:
    “Biz, çok defa bu musikinin tam haysiyetini bulamıyoruz. İşte bu dinlediğimiz, hakiki Türk Musikisi’dir ve hiç şüphesiz yüksek bir medeniyetin musikisidir. Bu musikiyi bütün dünyanın anlaması lâzımdır. Fakat onu bütün dünyaya anlatabilmek için, bizim milletçe bugünkü medenî dünyanın seviyesine yükselmemiz gerekir.”

    Bugünkü yazımda, Anatolia Müzik Korosu’ndan bahsedeceğim. Ülkemizin sanat alanının engin deryasında yol alırken, kültürel zenginliğimiz bana botanik bahçesinin mistik kokusunu anımsatıyor. Şiirlerin harfleri kanatlanır, şairin gönlünden geçen sözlere dökülür. Sözler nağmelerle buluştuğunda, hüzün, özlem, sıla hasreti, kavuşmanın mutluluğu, yuva sıcaklığı ve vuslat çağrısı içimizi yakar, sitemlere büründürür. “Senede bir gün” olsa da görmeye razı olan imkânsız sevdanın şarkısı ölümsüzleşir. Anne, koynunda süt verdiği evladına ninni olur bu sözler. Özleme dökülen gözyaşlarının yolu, şarkıların dilidir.

    Kelebeğin oluşumu gibidir sanatla, müzikle uğraşanlar. İçinde cesaret, hayalperestlik, yeniliğe açıklık, bilgelik ve konfor alanının rahatlığından vazgeçebilme barındıran aksiyoner bir bekleyiştir bu. Kozanın kabuğunu kırma cesaretini gösterenlerin tercihidir. Kelebeğe dönüşmek basit bir karar değildir. Dönüşümün gerektirdiği her türlü meşakkati göze almak ve katlanabilmektir. Bütün zahmetlere katlanan tırtıl, sonunda yaptıklarının karşılığını alır; bir kelebek olur. Yaşamın yankısı da böyle değil midir? Verdiğimizin karşılığını almak…

    KARTALLAR YÜKSEK UÇAR: SAYGIDEĞER TANZER KARTAL İLE SÖYLEŞİ

    Anatolia Musiki’nin ateşi ve mimarı, kurucusu ve şefi Tanzer Kartal, Türkiye’de bir ilki gerçekleştirerek tüm amatör koroları bir platformda bir araya getirdi. Amacı, yurt genelinde amatör koroların tanıtımını yapmak, yeni korolar kurarak insanları musikiyle tanıştırmak ve onların sosyal-sanat yönlerini ortaya çıkarmaktır. Başta Ankara olmak üzere Adana, İstanbul ve Mersin’de korolar kuran Kartal, gönüllülük esasıyla editörler oluşturarak tüm bölgelerdeki amatör koroların haber ve tanıtımını yapıyor.

    Son röportajımızda, gerçekleştireceği bir ilkten daha bahseden Tanzer Kartal, şöyle devam etti: “Çeşitli korolarda başarılı olan o kadar çok amatör koristimiz var ki, bunlar sadece amatör olarak kalmamalı. Yarı profesyonel olarak değer kazandırılmaları gerekiyor. Bu nedenle kolları sıvadık ve Anatolia VIP’i kuruyoruz. Peki, nedir bu amatör VIP? Musikinin gerektirdiği usul, nota ve solfej eğitimiyle çalışma imkânı sunarak koristlerin daha bilinçli olmasını, daha güzel sahnelerde yer almasını ve dinleyicilerden daha çok beğeni kazanmasını sağlamaktır.”

    15 yıldır koro yöneten ve aldığı musiki eğitimini hocalarından öğrenen Tanzer Kartal, bu bilgileri sadece kendisine saklamayıp, bu işe heves duyanlara aktarmayı bir hizmet olarak görüyor. Tüm çalışmalarını tamamladığını ve 2025 yılında faaliyete geçeceğini belirterek, tüm amatör ruhları bu güzelliğe davet ettiğini ifade etti.

    Son zamanlarda verdiği halk konserleriyle adından sıkça söz ettiren ve büyük beğeni toplayan Tanzer Kartal, Ankara’nın adeta bir simgesi haline gelmiş başarılı bir koro şefidir. Çorum’un Sungurlu ilçesinde doğan Kartal, öğrenim ve mesleki başarılarını Ankara’da tamamlamış, önemli hocalarla çalışma fırsatı bulmuş ve musiki alanındaki projeleriyle takdir toplamıştır. Atatürk’ün 1925’te kurduğu Türkiye’nin en büyük sivil toplum örgütü olan Ankara Kulübü Derneği’nin TSM Korosu’nu 2014’te kuran Kartal, halen bu koronun şefliğini sürdürmektedir. 2019’da Anatolia Musiki Ateşi Korosu’nu kurarak tüm Türkiye’den beğeni toplayan Kartal, şimdi de Anatolia VIP Korosu ile başarısına bir yenisini eklemeye hazırlanıyor.

    Kıymetli koro şefimle ideallerimizin örtüşmesi ayrı bir onur kaynağıdır. Mustafa Kemal Atatürk’ün yolunda, bıkmadan bir nefer olmasıyla ilerliyoruz. Birleştirici kişiliğiyle ırk, din, mezhep ayrımı yapmadan insanı insan gibi seven, çevresine pozitif enerji yayan bir isimdir. Koristleriyle aynı ruhu, yorgunluğu, dertleri ve sevinçleri paylaşır; yoldaş olur. Kibirden uzak durur ve her emekçinin hakkını savunur.

    Müzikle ve sanatla uğraşmak bir psikoterapidir. Bir amaca yönelmek, hedef koymak ve hayata tutunmaktır. İçimizdeki sessizliğin sese dönüşmesi, zamanla inanılmaz bir gelişmedir bizler için. Kıymetli Tanzer Kartal hocamız kimseye rakip değildir. Öyle geniş bir gönlü vardır ki, gönül teknesinin bereketini yaşar. STK’larda gönüllü elçilik yapar ve geniş bir çevreye sahiptir.

    Ankara’daki konserleri dolup taşar, yer bulmak neredeyse imkânsızdır. Önerim şudur ki, artık stadyumlarda konserler vermelidir. Korist arkadaşlarımızın titiz ve disiplinli çalışmalarıyla söyledikleri solo şarkılar, alkış tufanı koparır. Amatör ruhu aşarak gönüllere taht kurarlar. Nice başarılar diliyorum.

    Bugün bir atasözü gibi tekrarlanan şu mısralar, şair Bâkî’nin ne güzel dediği gibi:
    “Âvâzeyi bu âleme Dâvûd gibi sal / Bâkî kalan bu kubbede bir hoş sadâ imiş.”

    At, en büyük göze sahiptir;
    Sadece önünü görür.
    Kuş, en küçük göze sahiptir;
    Yeryüzüne, gökyüzüne hâkimdir.

    Benden özlü söz…


    MEKTUP

    Ellerin titrer, sevdiğine yazdığın mektupsa,
    Sanki bir kuş uçacak kalbinden yanına.
    Özlem vurmuşsa gözlerine, yoluna,
    Yoksa, kokusu gülden güzel gülüşü,
    Bir ah çekersin, bin ah daha.

    Hasret vurur, başlarsın
    Bembeyaz sayfalara anlatmaya.
    Kalemin titrer, gönlün gibi kâğıt titrer.
    Yazarsın: “Sevdiceğim, nasılsın, iyi misin?”
    Bir ah çekersin, bin ah daha.

    Sitemlere bürünürsün istemeden,
    Yoksun yanımda, sensizliği bilir misin?
    Hasta mısın, yoksa özlemedin mi?
    Sayfada titrer yüzünün hasreti,
    Bir ah çekersin, bin ah daha.

    Süzülen yaşlar olur yârimin yüzü,
    Giden sanki mektup değil,
    Gurbet yollarında yârime ulaşan turna göçü.
    “Al postacı, al, uçur şu mektubu!”
    Bir ah çekersin, bin ah daha.

    Bekletme beni, olmuşum sevgine idam mahkûmu.
    Gül sardım sana, ben gibi hisset diye.
    Yaktım mektubumu, içimin yangını gibi.
    Duayı duaya ekledim, tez gel esin yanıma.
    Bir ah çekersin, bin ah daha.

    Devamını Oku

    SENİ KİM DOĞURDU?

    SENİ KİM DOĞURDU?
    2

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Konuya giriş yaparken şunu belirteyim, ilk satırları hevesle okuyup sona doğru sıkılabilirsiniz, çünkü konu derin. Vahim demişken, toplumsal vahimlikten başlamak isterim. Bizi yönetenler, kırk karış yüz ifadesiyle halkının önünde nutuk atıyorsa; bu toplumdan hoşgörü, nezaket ve insani davranış beklenemez.

    Yaşadığımız günlere geldiğimiz süreçte her türlü baskı, ekonomik dalgalanma, eğitim kalitesinde nitelik kaybetme, öğretmen vasfını öğrenci üzerinde yok etme, kanunlar ve yasaları tamamen yerinden oynatmayla ‘Kanunsuzluk’ legal hale gelmiştir, neden acaba? Açık ve net ki, kaos yaratmak, insanların vicdanıyla ve özgürlüğüyle oynama sonucunu doğurmuştur. Toplumun yönü ve yörüngesi kaybettirilmiştir. Peki ‘bataklık’ kime yaramaktadır? Elbette ki siyasi çıkar zümresine. Halk, düşünme, savunma ve yarın kaygısıyla boğuşurken, bataklık sahiplerinin devri alemlerine yarayacaktır siyasi atraksiyon.

    Diğer can sıkan illegal mevzumuzsa KADINA ŞİDDET! Kadına şiddet, basitçe erkeğin kadına güç göstergesi olarak görünse de (ki sadistlikten başka bir şey değildir) altında yatan nedenler, erkeklere verilen çürük gelenektir. “Kocam değil midir, döver de sever de” gibi mantık dışı olan savunma, günümüzde kadına empoze edilmiş bir safsatadan ibarettir ve bu safsata ne yazık ki illegal hale gelmiştir. Ataerkil bir toplumda yaşamamıza rağmen ve dinimizin temeline göre ‘Cennet anaların ayaklarının altında’ olmasına rağmen, YÜCE YARADAN KENDİNDEN SONRA YARATMA BAHŞEDİNİ KADINA VERMİŞKEN, nereden geliyor bu şiddetin temeli? Bu toplumda ne hukuku uygulayabiliyoruz ne de dinimizin emrettiklerini. Biz aslında insan olmanın kaide kurallarını yaşatmayı bilmiyoruz!

    KADIN, dinsel, töre, ekonomi, eğitim ve cinsel baskının içinde kaç türlü maddi, manevi, fiziksel şiddete maruz kalmaktadır, saymakla bitmez. Peki, erkek güç gösterisi uygularken bu kadar nefretle saldırdığı kadını hırpalarken o an sormak lazım değil midir, SENİ KİM DOĞURDU? Sahip çıktığımız töremize sormak gerekmez mi? Erkek özgür her koşulda, neden? Kadın, deli kefeni giyecek raddeye gelmişken hem de… Erkeğin arkasından yürümeli, sağa sola bakmamalı, perdeyi açmamalı, erkeklerle konuşmamalıdır kadın. Bu kurallardan birini çiğnerse yediği dayağın arkasına bir de “Hak ettin, etmeseydin yemezdin” denecek kadar hor görülen kadının karşısında, bunu söylemeyi kendine hak görmüş erkeği vardır. Yetmezmiş gibi rızası dışında sevgi beklenir ve açlık sefalet içinde çocuk doğurur kadın. Yani prangalı köledir bizim toplumumuzda kadın. Birey ve insan olduğunu hiçbir zaman idrak edememiştir. Ne yazık ki erkekten bilgili ve ekonomik ferahlığa sahip olmamalıdır. Dünya milletlerinde bizim kadar yeri belli olmayan kadın figürü var mıdır? Bütün gücümüzle erkek egemenliğini ve şiddeti körüklemiş hak olarak göstermişizdir. Düşününce; bacınız, kızınız, teyzeniz, halanız, anneanneniz, babanneniz yani soyağacınız geniniz, kanınız değil midir kadın? Bu kadar kin ve nefreti kadın üzerinde deneyen zavallı yaratıklar, orantısız güçle, zayıf sığ ve cehaletin softa narsist kişiliğinin canavarlarıdır bu tip erkekler. Sadisttirler ve psikopatlıklarıyla insan sayılmayacak yaratıklardır. Kendi içinde, kendini sevmeyen, bilinçaltındaki travmalarıyla kendini nereye koyacağını bilmeyen, ruhsal dengesini oturtamayan, cinsel açlık dürtülerine engel olmasını bilmeyen, okumuş veya okumamış olsun kişiliğini tamamlamayan, eksik benliğini, bilgisizliğini şiddetle kapatmayı yeğleyen bu tipler kendinde beyin olmadığının ilk önce farkına varanlardandır ve bu eksiklikleri maalesef şiddete dönüşür.

    Şiddetin insandan insana olanına göz yuman toplum şimdilerde bitkiye ve hayvana da uygulamaktan çekinmez oldu. MEHMET AKİF ERSOY’un dediği gibi “Medeniyet tek dişi kalmış canavardır.” Ersoy burada, akılda ve duyguda insan olmayı işaret etmiştir. Mesele, insan olmak… Son yıllarda artan şiddetin, cinayetlerin nedeni ise kadının mutsuz evliliğini bitirmek istemesi ve insan yurduna konulmadığı için günümüzde ret etme yetisine sahip olma bilincine başladı kadınlarımız. Evlilik iki tarafın rızasıyla oluyor. Bu akit’ten vazgeçmek isteyen kadın “hayır” demesini bildiği için, evliliğine veya ilişkisine son vermek hakkını savunduğunda, erkek egosu reddedilmeyi özümsemediği için, “ben karar veririm, ben istersem olur” düşüncesine sahiptir.

    Burada yine atalardan gelen kötü aktarım devreye girmektedir. Aslında kadın cinsiyeti kendini ekarte eder. Kız çocuğu doğurduğunda onu çocuktan saymaz. Kendisinin ötelendiği gibi davranır. Erkek çocuk sahibi olmayı şan gibi görür. Aslında öyle sarmal bir konu ki yaşadığımız hayatın içinden çıkılamayacak karanlık dehlizdir. Öncelikle kadınlarımız kendi kaderlerini değiştirmek istiyorsa; yanlış gelenekten kurtulmalıdır! Onun için erkek hükümran, onun için erkek “paşadır, ağdır” ruhsal ve insani olarak kız çocuklarımız sayılmayan, övgü görmeyen yaşama sürükleniyor. Kadınların çalışma hayatına başlamasıyla, hayatında şiddet görmeye rızası olmuyor. Ayrılmak istediğinde yüzlerce kadınlarımız cinayete kurban gidiyor. Erkek bırakırsa, erkek boşanırsa doğru karardır. Ama kadın yapamaz. Bunu mantık ve yaşam destekleyemez. Böyle bir dünya yok. Evlilikde, ortak atılan imza ortak kararla bitirilir. Kadınlarımız hani çiçekti? Sadece dünya kadınlar gününde sözde değerle anımsamak yerine kalbinize sarın kadınlarımızı. Erkeğin gücü sarıp, sarmalamayla kendini ispat etmektir.

    ERKEK KENDİNİ KATLETMEYİ (yani onu doğuran kadını) BIRAKSAYDI, KADINI YÜCELTMEYİ BİLSEYDİ, DÜNYALARI CENNET OLURDU…

    Ölümsüz Şair NAZIM HİKMET RAN der ki:
    KADIN
    Kimi de ki kadın
    Uzun kış gecelerinde yatmak içindir.
    Kimi der ki kadın
    Yeşil bir harman yerinde
    Dokuz zilli köçek gibi oynatmak içindir.
    Kimi der ki ayalimdir,
    Boynumda taşıdığım vebalimdir.
    Kimi der ki hamur yoğuran.
    Kimi der ki çocuk doğuran.
    Ne o, ne bu, ne döşek, ne köçek, ne ayal, ne vebal.
    O benim kollarım, bacaklarım, başımdır.
    Yavrum, annem, karım, kızkardeşim,
    Hayat arkadaşımdır.

    Ayla Mediha Eser

    Devamını Oku

    KELEBEĞİN RÜYASI

    KELEBEĞİN RÜYASI
    2

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Her aşaması ibret dolu bir doğal dönüşüm. Gelişmek, dönüşmek isteyenlerin, kendilerini nasıl bir yolculuğun beklediğini fark etmesi. İçinde cesaret, hayalcilik, yeniliğe açık olmak, bilgelik, konfor alanının rahatlığından vazgeçebilmeyi barındıran, aksiyoner bir bekleyiş adeta. Kozanın kabuğunu kırabilme cesareti gösterenlerin tercihi.

    Kelebeğe dönüşmek basit bir karar değil. Dönüşümün gerektirdiği her türlü meşakkati göze almak ve katlanabilmek lazım, aynı zamanda. Bütün zahmetlere katlanan tırtıl, sonunda yaptıklarının karşılığını alıyor; bir kelebek oluyor. Yaşamın yankısı da böyle değil midir? “Verdiklerimizi almak.”

    Sizlere sanattan bahsetmek istiyorum. Kendi yaşantımda müzik ve şiir ilgi alanımdır. Şarkı sözü güftekarı olmaya çalışıyorum. Bir şiirim, kıymetli Haluk Şinasi Taran bestekarım tarafından şarkı oldu.

    HALUK ŞİNASİ TARAN

    17 Eylül 1969 İstanbul/Kadıköy doğumlu. Eğitimini üniversite dahil İstanbul’da tamamlamış. 1985 yılında Boğaziçi Musiki Derneği’nde, hocası Sayın Sözer Yaşmut yönetiminde 16 yaşında Türk Musikisi’yle tanışmış. Sayın Melahat Pars, Şevket Ensari, Erdem Siyavuşgil, Zeynettin Maraş hocalarından; nazariyat, solfej ve şan dersleri almış. 1993-1994 yıllarında Üsküdar Musiki Cemiyeti’nde eğitim almış. Bunları sırayla Boğaziçi Musiki Derneği, Kalamış Musiki Derneği, Pendik Musiki Derneği, Aşiyan Musiki Derneği, Ataşehir Gönüllüleri TSM Korosu, Cumhuriyet Korosu, Beste Korosu Topluluğu, Pendikliler Derneği TSM Korosu, Maltepe Üniversitesi TSM Korosu, Yıldızlar Musiki Topluluğu, Darbı Musiki Topluluğu ve kendi kurduğu Şevki-Sada Türk Sanat Musikisi Topluluğu izlemiştir. 2016 yılında beste çalışmalarına başlamış, 67 tane bestesi ve güftekarından çeşitli makamlarda besteleri vardır.

    Eğitim Bilgileri: 04.06.2007 Anadolu Üniversitesi İşletme Fakültesi okumuştur.

    İlgi alanları ve hobileri: Selçuklu, Osmanlı ve Cumhuriyet tarihi ile teknik yayınları okuyarak hayatının mihenk taşını inşa etmiştir. Musiki aşkıyla öğrenmeyi, öğretmeyi çok seven bir kişiliktir.

    Haluk Şinasi hocam da kelebeğin başkalaşım halidir. Sanata sihirli dokunuşuyla can verendir. Şiir yolunda güftelerimin şarkıya dönüşmesi ile yollarımız kesişti, hayat ne garip? Sihirli ellerin, duyguların yolculuğu ne güzel.

    Kelebeğin rüyasına benzetirim kendimi. Kozasını sabırla ören bin bir renkli kanatlı kelebek.

    Şiir yazmak büyük bir emektir, aynı zamanda harflerin tek tek kanat çırparak birleşmesi, duygunun sevgiyle kalbin ritmini oluşturması, ahengin hazzına varması ve hissedişin gizemli müjdecisidir, günü vakti geldiğinde.

    Beni mutluluktan uçuran, bestekarımın İstanbul/Maltepe Tıp Fakültesi korosunda Zekai Tunca beste ve şarkılarından oluşan korosuyla, konserinde güftesi bana ait olan, Uşşak makamında “Gelip de baharlar bekleme benden” şarkımıza sesiyle ve enfes yorumuyla kelebeğin rüyasını gerçekleştirmiş olmasıdır.

    Bestekarım Haluk Şinasi Taran hocamın şarkımızı okuyacağını söylemesi ve konserine beni davet etmesiyle kozamdan çıkmamın, kelebeğe dönüşmemin vaktinin geldiğini anladım. Büyük onur duydum. Duayen sanatçımız Zekai Tunca’nın huzurunda, Haluk Şinasi Taran hocam Uşşak makamında “Gelip de baharlar bekleme benden” şarkımıza ses oldu. Sanat aşkıyla kendinde ve bende kelebeğin rüyasını gerçekleştirdi.

    Hocamın enfes, duygulu sesiyle, korosunun sevgi yumağı haliyle, konuklarının gözlerindeki ışıltılı bakışlarıyla, bana ömrümce unutamayacağım mutluluğu tattırdılar.

    Diğer değerli güftekarımızdan bahsetmeden olmaz. Zekai Tunca’ya birçok eserler kazandıran Güngör Sargın. Kendisinin, Haluk Şinasi Taran hocamın sesiyle ve korosuyla can bulan şarkıları, gönüllere taht kurdu, muhteşem bir geceydi.

    Müzik insanın nefesidir. Hüznüdür, neşesidir. Sevgiliye gözyaşıyla yol olan yoludur. Hasret dağlarını yıkandırır. Kavuşmayana hayrat suyu, kavuşana zemzem suyudur. Yârdır, yârendir, evladının misk kokusudur. Annenin gül kokulu elidir. Sıladır, yuvadır, baba ocağına dilek taşıdır. Müziğin enstrümanları çalarken; neyin, nefese aşkıyla inlemesidir. Ud’un telleri sevgiye yalvarmasıyla titrer. Kanun’un, saz’ın sinemizi sabıra daveti, kavuşmaya ağıttır.

    Şarkılarımızda, sevdiğine kavuşmak ümidiyle yaşayanların, “Elbet bir gün buluşacağız, bu böyle yarım kalmayacak, ikimizin de saçları ak” sözleri dillere pelesenk olan bir ömre, “Yeter ki gel bana, senede bir gün” diyen çaresizlerin, sevdalısını bir gün olsun görmeye razı olması, geçip giden günlerin arkasından bakışına aynadır. Gözlerimizi kapatıp dinlediğimizde hangi duygu seline akıp gitmeyiz ki, değil mi? Gözlerimizden ılık ılık akan gözyaşlarımız neyin acısını yıkayıp gider? Kalbin özlemiyle…

    İnleyen nağmeler dile gelir. İnsanın şifresi müziktedir. Hayata baş kaldırışımız, evrenin ritmine uyum sağlamamız, ruhumuzu dingin koylara çekmemizdir.

    Mustafa Kemal Atatürk’ün dediği gibi “Müzik Ruhun Gıdasıdır”, ne de güzel demiş Paşamız.

    BUGÜN

    Bugün ben…
    Ben olmasaydım!
    Bugün yeni doğmuş bir bebeğin
    Hayata sımsıkı tutunan
    Eli olsaydım

    Bugün ben…
    Masmavi gölde yüzen
    Kuğunun ahengi olsaydım
    Bin bir çiçekten bal alan
    Bal arısı olsaydım

    Bir çiçeğin, bir damla suya
    Hasret halindeki can suyu olsaydım
    Bacasında dumanı tüten
    Evin içindeki huzuru olsaydım

    Bugün ben
    Bir genç kızın tatlı tatlı atan
    Kalbi, sevinci olsaydım.
    Derde deva ilaç olsaydım

    Bugün ben, ben olmasaydım!
    Ney’de nefes olsaydım
    Bir Ud’un nağmelerinde
    Vuslat olsaydım
    Ve ben, son nefeste
    Verilen dua olsaydım

    AYLA MEDİHA ESER

    Devamını Oku

    İNSAN MI KALİTESİZ? ÜRETİM Mİ KALİTESİZ?

    İNSAN MI KALİTESİZ? ÜRETİM Mİ KALİTESİZ?
    3

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Günden güne yaşam kalitemizin değişkenliğine ve düşüşüne maruz kalıyoruz. Elbette ki hiçbir şey aynı kalmaz. Elbette yeni gelen neslin jenerasyonu farklı olacaktır. Değişim, olmazsa olmazımız. Fakat bir ülkenin yapısal özelliğini ortadan kaldırdığınızda, tıpkı temeli sağlam olmayan bir bina gibi, ufacık sarsıntılarda yıkılması ve enkaza dönüşmesi kaçınılmazdır.

    Biz, üretimden tüketime kadar enkazın altında kaldık. Çürük temeller üzerine, ekonomik kalkınmayı sağlamadan, üretimin temel kaynağını oluşturmadan, bizi yönetenlerin yönetemediği bir girdaba sürüklendik.

    Bugünkü sürece nasıl geldik?

    Turgut Özal, başbakan olduğu yılda, 24 Ocak 1980’de, Süleyman Demirel’in altında imzası bulunan Serbest Piyasa Ekonomisi’ni onaylamıştır.
    Bu, arz-talep meselesidir, denilmiştir. Ekonomik ve üretimsel talep arasında orantısızlık oluşmuş, bu da piyasa ekonomisinde dengesizliğe yol açmıştır. Adam Smith’in dediği gibi, “gizli bir el piyasaları düzenler.” Özal’a sorulan “Memur maaşları düştüğünde ne yaparsınız?” sorusuna, “Benim memurum işini bilir.” demiştir.

    Serbest piyasa ekonomisi, piyasalara giriş ve çıkışların kısıtlanmadığı, arz ve talebin fiyatın tek belirleyicisi olduğu, piyasadaki ekonomik sorunların sadece fiyat ile çözümlendiği ve hiçbir surette devletin ekonomiye müdahil olmadığı bir ekonomi modelidir.
    Aynı malın üretimi ve fiyatı aynı olmasına rağmen farklı fiyat etiketleri, tüketiciyi perişan etmiştir.

    1993-1996 yıllarında Tansu Çiller başbakan oldu.
    Avrupa Birliği ve Gümrük Birliği anlaşmasına katıldık. Ülkemizde bayram havası estirilse de, yaşanılan süreç içinde zararını görmeye başladık. Neden mi? Ülkemiz sanayileşmede atılım yapmamıştır. Üretim yok. Dış borç açığımız günden güne büyümekteydi. Dışa bağımlı hâle geldik.
    Lüks tüketim mallarına kapımızı açarken, halk lüks tüketime alıştırıldı. Arz, talebi karşılamıyordu. Üretmeden tüketme mantığı işledi. Borcu borçla kapatıyorduk. Bu döngü hâlâ esaret zinciri olarak boynumuzdadır.

    Ülkemizin üretim alanında çökmesiyle birlikte sağlıksız yaşama süreci başladı.
    Halkın geleceğini görememesi, üretimden uzaklaşması ve hazır tüketime kanalize edilmesi nedeniyle, özellikle de biz üretimden uzaklaştığımız için, sağlıksız tarıma yönelip GDO’lu ve hibrit tohum kullanmaya başladık.
    Hibrit tohumlar, yapay döllenme ile elde ediliyor. Hibrit tohum, melezleştirilmiş karma tohum olarak tarif ediliyor. Aynı türe ait iki farklı bitkinin çaprazlanmasıyla hibrit tohum ortaya çıkıyor. Hibrit tohumlar, farklı hava ve toprak koşullarına uyum sağladıkları için oldukça dayanıklıdır.

    Çeşitli bilimsel araştırmalarda, gıda olarak tüketilen bazı GDO’ların ve türevlerinin insanlarda alerji ve toksisiteye neden olduğu bildirilmiştir. Ayrıca bu gıdaların, antibiyotiklere direnç gelişimine neden olma ve kanser oluşumunda rol oynama potansiyellerinin olduğu da belirtilmiştir.
    Ata tohumdan uzaklaştık, oysa ki tarımda dünya lideri olabilirdik.

    Soluduğumuz havanın, yediğimizin, içtiğimizin kalitesi süreci etkiledi. Acilen tarım ve toprak reformu gereklidir. Analizler ve denetimler ciddiyetle yapılmalı, ata tohumlarıyla zehirden arındırılmış tarıma geçilmelidir.

    Hayvan besiciliğinde de gıda terörünün uzantısını yaşıyoruz. Meralarda yetişmesini engelledik. Hormon vererek, üç beş ayda büyükbaş hayvan, günlük büyüyen tavuklar yetiştirdik. “Emek az, çok kazanç!”
    Bizler, kendi kalitemizi insani olarak bozarak düşürdük.

    Devlet, tarım ve hayvancılık politikasında üreticinin belini kırmıştır. Yakıta, tohuma, taşımaya, çalışacak emekçiye tarım ödeneği verilmemiştir. Üretici, malını satamadığı için tarlasında çürümeye, kalpazanlara kaptırmaya mahkûm bırakılmıştır. Tüketiciye ulaşan ürün ise piyasa ekonomisinde enflasyona, alım gücünün yetersizliğine neden olmuştur. Halkın kazancı, arz ve talebi karşılayamaz hâle gelmiştir.

    Yine toplumsal hatamıza dönecek olursak, bağını bahçesini ekmeyen, yorulmayan, hazır gıdaya çabuk ulaşan bizlere ne demeli?
    “Yerli malı, Türk’ün malı.” eğitiminden geçen nesildik. Şikâyet etmeye hakkımız var mı? Bilinçli bir toplum olarak, zehirlenmemek ve ölmemek için meyve ağaçları ekmeliyiz. Meyve ağaçları, gölgesinde serinletir, bir karış toprağından cömertliğini sunarak meyvesini insana verir. İnsan kadar hasis değildir. Toprak ve üreteceğimiz her şey, bize bire bin verir.

    Çocukluğumuzda meyve ağaçlarının tepesinden inmezdik. Doğal gıdanın lezzeti ve ona ulaşarak yemek bir zaferdi. Çocuklarımızı, meyve ağacına çıkmamaları için engellemeyelim. Hazır market alışverişi kolaylığını bırakalım. Bahçemiz, bağımız yeşillensin. Çiçek saksımız, birbirine çiçek açarak bezensin. Emek ve alın terimizin bereketini toplum olarak özümseyelim, kendimizi ödüllendirelim.
    “Kaliteli insandan, kaliteli ürün olur.”

    Yeri gelmişken, büyük ozanımızı yâd edelim: Aşık Veysel Şatıroğlu…Ruhun şad olsun.

    DOST DOST DİYE…
    Dost dost diye nicesine sarıldım
    Benim sâdık yârim kara topraktır
    Beyhude dolandım boşa yoruldum
    Benim sâdık yârim kara topraktır

    Nice güzellere bağlandım kaldım
    Ne bir vefa gördüm ne fayda buldum
    Her türlü isteğim topraktan aldım
    Benim sâdık yârim kara topraktır

    Koyun verdi kuzu verdi süt verdi
    Yemek verdi ekmek verdi et verdi
    Kazma ile döğmeyince kıt verdi
    Benim sâdık yârim kara topraktır

    Âdem’den bu deme neslim getirdi
    Bana türlü türlü meyva yedirdi
    Her gün beni tepesinde götürdü
    Benim sâdık yârim kara topraktır

    Karnın yardım kazmayınan belinen
    Yüzün yırttım tırnağınan elinen
    Yine beni karşıladı gülünen
    Benim sâdık yârim kara topraktır

    İşkence yaptıkça bana gülerdi
    Bunda yalan yoktur herkes de gördü
    Bir çekirdek verdim dört bostan verdi
    Benim sadık yârim kara topraktır

    Havaya bakarsam hava alırım
    Toprağa bakarsam dua alırım
    Topraktan ayrılsam nerde kalırım
    Benim sâdık yârim kara topraktır

    Dileğin varsa iste Allah’tan
    Almak için uzak gitme topraktan
    Cömertlik toprağa verilmiş Hak’tan
    Benim sâdık yârim kara topraktır

    Hakikat ararsan açık bir nokta
    Allah kula yakın kul da Allah’a
    Hakkın gizli hazinesi toprakta
    Benim sâdık yârim kara topraktır

    Bütün kusurumuzu toprak gizliyor
    Merhem çalıp yaralarımı düzlüyor
    Kolun açmış yollarımı gözlüyor
    Benim sâdık yârim kara topraktır

    Her kim ki olursa bu sırra mazhar
    Dünyaya bırakır ölmez bir eser
    Gün gelir Veysel’i bağrına basar
    Benim sâdık yârim kara topraktır.

    Ayla Mediha Eser

    Devamını Oku

    EĞİTİMDE DEFORMASYON

    EĞİTİMDE DEFORMASYON
    1

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Bir ülkenin eğitim oranı, gelişmişlik seviyesini belirler. Kaliteli eğitim, bir ülkenin sağlam temeller üzerine inşa edilmesinin anahtarıdır. Geçmişte aldığımız eğitimi düşündüğümde, ilkokuldan liseye kadar süren eğitim yıllarımızın ne kadar kaliteli olduğunu hatırlıyorum. O dönemde lise mezunları, bugünün üniversite mezunları kadar bilgi sahibiydi. Bu, öğretmenlerimizin nitelikli eğitim verme çabalarının bir sonucuydu. Bizler eğitime aç bir nesildik. Geleceğimizi güvence altına almak için okumaktan başka bir seçeneğimiz yoktu. Okumuş insana değer veren bir toplumduk ve hedeflerimiz vardı; ailemize ve ülkemize faydalı bireyler olmak istiyorduk.

    Ülkemiz, eğitimde, sanayide, kalkınmada ve üretimde birçok eksikliğe sahipti. Cumhuriyet, savaşların yorgun çocuğu olarak yeniden temelleri atılan bir devletti. Milletimiz, ülkenin kurtuluşu için her şeyini feda etmiş, tarım ve hayvancılıkla geçimini sağlamaya çalışıyordu. Ancak, yeraltı kaynakları açısından zengin, üç tarafı denizlerle çevrili, dünya ticaretine köprü olan ve eşsiz bir bitki örtüsüne sahip ülkemizin kalkınmaya ve eğitime ihtiyacı vardı.

    Mavi gözlü dev adam, Mustafa Kemal Atatürk, ülkesini kurtarmak için sürekli okudu. Anıtkabir’deki kitaplarını gördüğümde, onun bir insan beyninin mükemmel algoritmasına sahip tek lider olduğunu anladım. Yabancı dillerden okuduğu kitaplar, cebir ve geometri gibi alanlarda çözümlemeler yapmasını sağladı. Ülkesinin kurtuluşunu idrak eden Atatürk, devrimci ruhuyla dehasını ispatladı. Bütün amacı, eğitimi öncelikli bir hedef haline getirmekti. Atatürk’ün vefatından sonra bu görevi İsmet İnönü devraldı ve Köy Enstitüleri’ni kurdu. Bu, eğitimde aydınlanma ve tarımda kalkınma çağımızın başlangıcıydı. Amaç, köylere hem öğretmen hem de modern üretim araçları ve tarım yöntemleri sağlamaktı. İsmail Hakkı Tonguç’un yönetiminde başlatılan bu proje, 1937 ve 1939 yıllarında çıkarılan yasalarla yaygınlaştırıldı.

    Öğretmen okullarının yaygınlaşması, temel eğitimin anahtarı ve umudu oldu. Ancak bu okulların kapatılması, niteliksiz eğitimin yarattığı yıkımları günümüzde de yaşamamıza neden oldu. Osmanlı döneminde savaşlar için Askeri Tıp Fakültesi kurulmuş, 14 Mart 1827’de Sultan II. Mahmud tarafından modern anlamda ilk tıp fakültesi olan Mekteb-i Tıbbiye-i Adliye-i Şahane açılmıştı. Tıp eğitimi, insan sağlığı için vazgeçilmez bir unsur olmuştur. Büyük devrimci Mustafa Kemal Atatürk, “Beni Türk hekimlerine emanet ediniz” diyerek tıp alanındaki önemi vurgulamıştır.

    Günümüzde eğitimdeki deformasyon, bir ülkenin çöküşü anlamına gelir. Her yıl değişen müfredat, öğretmen kalitesinin düşmesi ve devlet okullarının yerini özel okulların alması, eğitim sistemimizi olumsuz etkilemiştir. Bu ekonomik yarışta, çocukların çoğu temel eğitimini devlet okullarından alamıyor. Bizim kuşağın aldığı eğitimin kalitesine ulaşamıyorlar. En büyük yıkımlardan biri ise ticaret ve meslek liselerinin yerini imam hatip okullarına bırakmış olmasıdır. 1970’li yıllarda okula giden çocuklar tatillerde veya sürekli olarak berber, terzi ya da tamirhanelerde çalışarak el becerilerini geliştirirdi. Ebeveynler, “Zanaat öğrenirse aç kalmaz” diyerek çocuklarını bu alanlara yönlendirirdi.

    Şimdi ise yeni nesil ne eğitimden ne de zanaattan faydalanabiliyor. Örneğin, hastanelerde teşhis ve tedavi süreçleri bile üstün körü yapılıyor. Hastalara sunulan hizmet, yeterli seviyede değil. Damar yolu açmaya çalışırken kollarımızı delik deşik eden sağlık çalışanları var. Ortadoğu’dan gelen ve doktorluk yapan vasıfsız kişiler ise durumu daha da kötüleştiriyor. Tecrübeli doktorların yanında stajyer öğrenciler bulunurdu ve bu öğrenciler tıp alanında deneyim kazanırdı. Ancak günümüzde sağlık hizmetleri tamamen stajyer doktorlara bırakılmış durumda. Yıllarını insan sağlığına adayan doktorlarımız bile sistemin çürümüşlüğü içinde çaresiz kalıyor.

    Cerrahi bölümlerde tecrübeye dayalı işlemler yapılmadığını düşünmek bile korkutucu. Damar yolu açamayan bir sağlıkçının ameliyat sırasında neler yapabileceğini hayal edebiliyor musunuz? Bu nedenle, tıp öğrencileri için hemşirelik okulu gibi tıp liseleri kurulmalıdır. Böylece genç yaşta zanaat öğrenip el becerisi kazanabilirler. 25-30 yaşlarında el becerisi kazanmak zorlaşıyor. Bu sistemle nitelikli sağlık çalışanları yetiştirmek zor gibi görünüyor.

    Gençlerimizin meslek alanında kendilerini geliştirmek için çabalamaları bir yana, sorumsuzlukları ve boşvermişlikleri durumu daha da vahim hale getiriyor. Eğitimde kalite mi, yoksa eğitim alanların mesleklerine saygı duyması ve emek vermesi mi daha önemlidir? Günümüz doktorları, bir gün kendi ailelerine bile yetersiz kalacak ve bunun bedelini toplum olarak hep birlikte ödeyeceğiz.


    ÜÇ KURUŞA İNSANLIK…
    Ucuzluk sarmış Memleketi ucuzluk
    Kişilikte karakterde ucuzluk
    Onur silinmiş paspas olmuş
    Ha tükürsen amenna diyecek olunmuş

    Dostum diye diye uyutmuş yalanla
    Cebinde taşıdığın bozuk para
    Satan satana bu ayak oyununda
    Dost’um laf’ı güzafında yok olmuş
    İpekten kumaştır asalet,çağın modası neden?
    Naylon kumaşa sarılmış beden
    Ruh ve beden bozulmuş insanlık kayıp bilsen

    Maske maske üstüne bu yüzden
    Yüz kalmamış ki astarını istesen
    Aile ,Anne,Baba,evlat kutsallığı entel halleri
    Örf’ü Adet’i yok etmekten saymış
    Cühela ayak takımı adını özgürlük koymuş
    Üçüncü , beşinci cinsler Darwin teoremi
    Onurlu kalanlar hayretler içinde kalmış
    Ucuzluk miğde’de fesat yaratmış
    Ucuzluk sarmış heyhat insanlığı ucuzluk

    Kendine değer vermeyen korur mu?
    İnsanlığın erdemliliğini namusunu
    Yediğimiz içtiğimiz zehir yok panzehiri
    Heyhat Maymunlar,Bukelamunlar
    Yılan derisini değiştirirken gülmüş halimize
    İnsan garibesi evriminde meçhul türeyiş
    Ucuza Satılmışlık var insanlıkta koş koş

    AYLA MEDİHA ESER

    Devamını Oku