30 Kasım 2025 günü ilk defa beraber olduğum, bana göre çok genç insanlardan oluşan bir yürüyüş grubu ile Bolu Gerede’de yaptığım bir doğa yürüyüşünde çok komik ama özellikle biz emekli insanlara büyük ders veren bir sohbet oldu.
Hâlen devlette kamu çalışanı olan, bana göre çok genç bir grup üyesi ile konuşarak yürüyüşe devam ediyorduk. Önce kendisi 1500 kişiye yakın üyesi olan, gençlerin ağırlıkta olduğu yürüyüş grubu hakkında bana çok güzel bilgiler verdi. Sonra ben, benim devamlı yürüyüş yaptığım, sadece emeklilerden oluşan grubum hakkında kendisine genel bilgiler verdim.
Ben grubumuzun sadece emeklilerden oluştuğunu, en genç üyesinin ben olduğumu ve benim de tam 11 yıl önce emekli olduğumu kendisine söyledim. Bu sözlerim üzerine yeni tanıştığım grup üyesi bana şaşkınlıkla ve gülerek şunu sordu:
“Sizin sizden yaşça çok büyük emeklilerden oluşan grubunuz gerçekten doğada mı yürüyor, yoksa sizin yaşlı emeklilerden oluşan grup kaldıkları huzurevi etrafında sadece küçük yürüyüş turları mı atıyor?”
Ben de bizim grubun benden yaklaşık 20 yıl yaşlı liderinin bile daha birkaç yıl önce dünyanın en yüksek dağı olan Everest’e çıktığını söyledim. Bu sefer bana yine şaşkın ama bu sefer elmas bulmuş bir madenci gibi sevinçle bakarak, benden çok yaşlı emeklilerden oluşan yürüyüş grubumu benim şahsımda tebrik etti.
Gerçekten de biz emeklilerin doğa içinde yapacağımız yürüyüşler, vücudumuzun keyif verici endorfin hormonu salınımını arttırarak hayata gülen gözlerle bakmamızı sağlayacak ve hatta yaşlanma sürecimizi geciktirerek her zaman genç görünemesek de genç hissetmemizi sağlayacaktır.
Biz emekliler her yürüyüşten sonra dayanıklılığımızın arttığını görecek, kendimize daha bir güveneceğiz. Geceleri yattığımız yerlerin kalitesine bakmadan hemen her yürüyüşten sonra kaliteli uyuyarak ertesi güne zinde kalkacağız.
Uzmanlar, kalp rahatsızlıklarının olmaması, sağlıklı bir hayat sürülmesi için belirli aralıklarla yürüyüş yapılmasını sürekli tavsiye etmektedirler. Belki bir yürüyüş bandı ya da mahalle arasında yapacağımız yürüyüş daha sağlıklı hissetmemizi sağlayacaktır ama bu yürüyüşü yeşillikler arasında, bilinmeyenlere doğru yaparsak, hele ki biraz da engelleri aşarak bir hedefe ulaşırsak sadece kalbimizi değil ruhsal ve zihinsel sağlığımızı da koruyacağız. Doğada aldığımız oksijen, beynimizin aldığı oksijen oranını arttırarak zihinsel keskinliğimizle beraber düşünce potansiyelimizi de yükseltecektir.
Tıbbın babası olarak anılan Hipokrat 2600 yıl önce “İnsanın en iyi ilacı yürümektir.” demiştir.
Biz de diyoruz ki: “Emekli insanların en iyi ilacı yürümektir.”
Kurtuluş Savaşı tarihimizi tekrar yaşatmak için düzenlenen bir “İstiklal Yolu” yürüyüşüne katılmıştım. Her türlü yiyecek, içecek, ekipman ve yürüyüş donanımına sahip eski bir asker ve tecrübeli bir yürüyüşçü olarak bu yürüyüş sırasında çok yorulduğumuz ve donduğumuz bir sırada mola vermek zorunda kalmıştık.
Bu mola yeri yakınında Şerife Bacı’nın şehit olduğu yer bulunmaktaydı. Bu yeri görünce bir anda tüm Kurtuluş Savaşı’nda şehit olmuş kadınlarımızı ve bilhassa Şerife Bacı’nın ruhunu içimde hissettim, ardından gerçek tarihimizi tekrar yaşadım.
1918 yılı sonlarında Anadolu hem karadan hem denizden işgal kuvvetlerinin kuşatması ve saldırısıyla karşı karşıyaydı. Türk toplumu, kendisini tarih sahnesinden silmeyi hedefleyen bu saldırılar karşısında çok güç durumdaydı. Devletin merkezi olan İstanbul işgal edilmiş, ordu dağıtılmış, silah ve cephanelere işgal kuvvetlerince el konulmuştu.
Mustafa Kemal Atatürk liderliğindeki Türk Milleti hayatta kalmanın mutlak bir “İstiklal Mücadelesi” ile mümkün olacağını düşündü, bu fikre inandı ve dünyanın beklemediği bir Kurtuluş Savaşı başlattı.
Türk milleti savaş için en elzem ihtiyacı olan silahtan, cephaneden yoksundu. Silahsız, cephanesiz savaşılamazdı. Anadolu’da işgale uğramamış tek bölge Karadeniz, Anadolu’nun dışarı açılabileceği tek güvenli yer ise Kastamonu İnebolu Limanı idi. Türk toplumunun yaşayabilmesi, mücadelenin başarıya ulaşabilmesi, İnebolu Limanından gelecek mühimmata bağlıydı. Bu sebeple İnebolu-Ankara arasındaki bu yol Milli Mücadele için hayati bir önem taşıyordu.
İnebolu’nun büyük gemileri barındıracak bir limanı yoktu. İnebolu açıklarına gemilerle gelen silah ve cephane, açıktan ve her türlü hava şartlarında kahraman insanlar tarafından küçük kayıklarla İnebolu kıyılarına çıkarılıyordu. Bu malzemeler erkekler cephede oldukları için Kastamonu’nun kahraman kadınları, yaşlıları ve çocukları tarafından çok zor şartlarda Ankara’ya taşınıyordu. O dönemde güvenliği açısından tercih edilen bu yol aslında yağışlı havalarda çamurla kaplanan eski bir kervan yolu idi. İşte bu sebeplerden, İnebolu’dan Ankara’ya uzanan bu zorlu yola “İstiklal Yolu” denilmektedir.
Kurtuluş Savaşı’nda eli silah tutanların cephede olduğu sıralarda İnebolu’ya çıkarılan silah ve cephanelerin Kastamonu üzerinden Ankara’ya ulaştırılmasında tarihe geçen kadınlarımızdan biri de Şehit Şerife Bacı’dır.
1921 yılının kış aylarında, Şerife Bacı İnebolu’dan aldığı cephanelerle Kastamonu’ya doğru yola çıkmış, çetin kış şartları ve aniden bastıran tipi sırasında bağlı bulunduğu kağnı kolundan ayrı düşmüştür.
Fırtına ve tipinin sabahında bir bebeğin ağlama sesini takip eden devriye ekibi sahibi donmuş bir kağnı arabası ile karşılaşmıştır. Devriye ekibi kağnıda üzerleri kardan etkilenmemesi için battaniye ile örtülmüş cephane ile cephanenin arasında kuru otlara yatırılmış bir bebek bulmuştur.
Cephanelere bir şey olmaması adına battaniye ile onları örtmesi, yaşamının son anlarında yavrusunu yaşatmak için mücadelesi, Kurtuluş Savaşı kadınının önemini ispatlamıştır.
Şehit Şerife Bacı Kurtuluş Savaşı’nda İnebolu’dan Kastamonu’ya İstiklal Yolu’nda cephane taşıyan kahraman Türk kadınını temsil etmektedir.
Türk kültüründe destan kahramanları iyi ata binen, iyi savaşan, iyi kılıç kullanan kadınlar ile evlenmek istemektedirler. Eski Türk destanlarında kadın erkeğinin her daim yanındaydı. Kadın erkeğinin güç ve ilham kaynağı kabul edilirdi. Eski bir Türk atasözünde belirtildiği gibi: “Birinci zenginlik sağlık, ikinci zenginlik iyi bir kadın.”
Eski Türklerde kadın miras hakkına sahipti. Kadının kendine ait mülkü mevcuttu. Kadının bunu istediği gibi kullanma hakkı vardı. Eski Türklerde koca karısını boşayabildiği gibi, kadın da kocasını boşayabilirdi.
Arap gezgini olan İbn’i Batuta şöyle der: “Burada tuhaf bir hale şahit oldum ki o da Türklerin kadınlarına gösterdiği hürmettir. Burada kadınların kıymeti ve derecesi erkeklerinden daha üstündür.”
Yabancı devletlerin elçilerinin kabulünde hatun da hakanla beraber olurdu. Tören ve şölenlerde kadın, hakanın solunda oturur, siyasi ve idari konumlardaki görüşlerini beyan ederdi. Mesela büyük Hun İmparatorluğu adına Çin ile ilk barış antlaşmasını Tanrıkut Mete Han’ın Hatunu imzalamıştır. Ebul Gazi Bahadır Han, Secere-i Terakime’de, Oğuz ilinde, yedi kızın uzun yıllar beylik yaptığını anlatmaktadır.
Eski Türk inancına göre “Han ile Hatun” gök ve yerin evlatlarıdır. Kadının yeri yedinci kat göktür. Nitekim kadının yüceliği Altay Dağlarının en yüksek tepesine “Kadınbaşı” ismi verilerek yaşatılmıştır.
Nitekim öz kültürel değerlerini hiçbir zaman kayıp etmemiş Türk kadını Kurtuluş Savaşı’nın silahlı mücadele günlerinde dahi erkeği ile birlikte her türlü zorluklarla baş ederek düşmanın yurttan kovulmasında büyük rol oynamıştır.
Bizler Türk Milleti olarak Kurtuluş Savaşımız’dan sonra geçen uzun yıllardan sonra bağımsız ve özgür olmanın, camilerimizde özgürce inleyen ezanlarımızın ne kadar büyük imkânlar olduğunu, son zamanlarda gelişen olaylara kadar tam bilemedik ve anlayamadık. Ben şahsen itiraf ediyorum ki, bir Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olarak nasıl özgür olduğumuzu, nasıl hâlâ Müslüman ve Türk kalabildiğimizi bazı olayları ve acı gerçekleri yerinde görünceye kadar tam olarak değerlendirme yapmaya imkân bulamadım.
Avrupa’nın göbeğinde, Bosna-Hersek’te Müslüman Boşnaklara yapılanları yerinde gördük. Bütün Hristiyan Avrupa’nın desteğinde, Hristiyan Sırplar ve Hırvatlar tarafından öldürülmüş Müslüman Boşnakları ve camilerinin, aşağıdaki resimde görüldüğü gibi bombalandığını içimiz ağlayarak bizzat yerinde gördük. Hiçbir devlet ve hiçbir dünya örgütü bu vahşeti engelleyemedi.
Gazze’de İsrail tarafından yapılanları televizyonlardan içimiz sızlayarak hep izledik. Gazze’de, resmî verilere göre 7 Ekim 2023’ten bu yana çatışmalarda en az 70.000’den fazla Filistinli hayatını kaybetmiş ve 140.000’in üzerinde yaralı olduğu bildirilmiştir. Bu rakamların gerçekte resmî sayının %30-40 üzerinde olduğu, diğer araştırmalarda ortaya konmuştur. Birleşmiş Milletler ajanlarına göre sadece çocuklar arasında 13.000’den fazla ölüm bildirilmiş ve yaklaşık 25.000 çocuk yaralanmıştır. Yine hiçbir devlet ve hiçbir dünya örgütü bu vahşeti engelleyemedi.
Sorguladık ve bizzat üzülerek İslam ülkelerinde yerinde gördük ki, İslam ülkelerinin büyük kısmında büyük devletlerin kışkırttığı savaşlar, iç karışıklıklar ve piyon liderler var. İslam ülkelerinin büyük kısmında, kutsal kitabımız Kur’an-ı Kerim’de belirtilen ve Peygamberimiz Hz. Muhammed’in kendi hayat yaşantısı ile biz Müslümanlara örnek olduğu gerçek İslam yaşanmıyor.
Şimdi, biz bazı gerçekleri bizzat yerinde görünce, büyük atamız Atatürk’ü eskisinden daha çok sevmeye başladık. Çünkü onun liderliğinde yapılan savaşlar sonucunda kurulan bağımsız ve İslamiyet’in dünyada en iyi yaşandığı ülke olan Türkiye’de doğduk ve dinimizi rahatça yaşayabiliyoruz. Bugün ayrıca biz “Ne Mutlu Türk’üm Diyene!” diyebiliyorsak, bunu ilk olarak Ulu Önder Atatürk’e borçluyuz. Bugün bizlerin kutsal vatanı Türkiye’de ezanlar özgürce okunuyorsa, şanlı bayrağımız yine özgürce dalgalanabiliyorsa ve yine ben dâhil isteyen herkes özgürce Allah’ımıza kulluk görevlerimizi yapabiliyorsa, bunu Mustafa Kemal Atatürk’ün liderliğinde yapılan kanlı mücadeleye ve kurulan Türkiye Cumhuriyeti Devleti’mize borçluyuz.
Haydi, Türk Milleti olarak, başta Atamız Atatürk olmak üzere Türkiye Cumhuriyeti Devleti’mizi kuran tüm atalarımızı hep mantıkla, akılla değerlendirelim ve şükranla daha çok sevelim. Haydi, Türk Milleti olarak bu bağımsız devletimizin kurulması için canlarını vermiş tüm şehitlerimiz, tüm gazilerimiz ve tüm atalarımız için Allah’ımıza hep dualar edelim. Haydi, Türk Milleti olarak Allah’ımıza bize özgürlük nasip ettiği için hep şükredelim. Haydi, Türk Milleti olarak aynı büyük Atamız Atatürk ve onun izinde giden tüm atalarımız gibi hep yürekten inanalım, hep gayret gösterelim ve daima çalışalım ki:
“Türkiye Cumhuriyeti; büyük Atamız Atatürk’ün daima işaret ettiği akıl, ilim ve karşılıklı sevgi ile saygı yolunda özgür bir devlet olarak sonsuza kadar yaşasın.”
Milletlerin dayandığı temel ilkelerin başında kültür gelir. Kültür vasıtasıyla iletişim kurar; ailevi, ahlaki yaşantımızı düzenler; tabiatla hatta düşmanlarımızla nasıl mücadele edeceğimizi biliriz. Kültüre bağlılık, kısaca dile, ahlaka, örf ve adetlere, tarihe, geleceğe bağlılıktır.
Kafkasya’da 80 yıldan uzun süren Rus egemenliğinden sonra, 1918’de Azerbaycan Demokratik Cumhuriyeti kuruldu. Devlet, 1920’de Sovyet kuvvetleri tarafından tekrar işgal edildi ve 1991’de Sovyetlerin çöküşüne kadar Sovyet egemenliği altında kaldı. Bu tarihten sonra modern Cumhuriyet kuruldu.
Azerbaycan’a Ekim 2024 tarihinde bir gezi gerçekleştirdik. Bu gezide Azerbaycan’ın Bakü, Gence ve Şeki bölgelerindeki kültürel yerleri ziyaret ettik. Tüm gezi boyunca, 2012 yılında Türkiye’de ilk kez bulunarak eğitim kurumlarımızda 6 ay eğitim aldıktan sonra ayrılan bir Azerbaycanlı öğrencinin, kendisine yaptığımız ankette, biz Türkiye’deki Türklere kültürümüz, adet ve geleneklerimiz ile ilgili düşüncelerini samimiyetle yazarak aktarmasını hep düşündüm. Azerbaycanlı öğrenci, anket formuna bize şunları yazmıştı:
“Hepimiz Müslümanız ve Türk’üz. Yaşam, inanç, kültür hemen hemen aynı. Düşünüyorum ki, biz Azerbaycan halkı olarak yıllarca Rusların kontrolünde kaldığımız halde biz, adet ve geleneklerimize siz Türkiye’de yaşayan Türklerden daha bağlıyız. Siz hep Avrupa’ya ve Amerika’ya benzemeye çalışıyorsunuz. Bırakın, onlar size benzesin. Sizin geleneğinize saygı duysunlar.”
Bu Ekim 2024 tarihinde Azerbaycan’a yaptığımız geziden hemen önce Ankara Kızılay’da küçük bir gezinti yapmıştım. Bu gezinti sırasında, öğrencilerin yoğun bulunduğu sokaklardaki dershanelerin, kafelerin, lokantaların ve büfelerin isimleri ile buralarda sunulan hizmetlerin büyük çoğunluğunun yabancı bir dilde, İngilizce olduğunu görmüştüm. Sadece bu yer isimleri değil, gençlerimiz bile yabancı görünümlü kıyafetler içindeydi.
Sonrasında diğer bir gün Bahçelievler, eski 7. Cadde’de bir gezinti yapmıştım. Yine bütün mağaza, dükkân, bakkal, pastane, lokanta, otel gibi yerlerin her şeyi yabancı bir dille, İngilizce adlandırılmıştı. Sadece bu yer isimleri değil, insanlarımız bile yabancı görünümlü kıyafetler içindeydi.
Kendi geçmişimden bu konuda bir örnek verecek olursam; sırf İngilizce’yi daha iyi öğretebilmek için ortak mekânlarda bilinçsizce dinlediğimiz yabancı şarkılar sebebiyle, kendi halk ve sanat müziğimize Türkiye’de yaşayan bir Türk olarak şu anda ne kadar uzak olduğumu görmekten büyük üzüntü duydum.
Türkiye’de hâlâ yukarıdaki örnekler gibi, ortak mekânlarda ağırlıklı olarak yabancı, İngilizce isimler varken ve İngilizce yabancı müzikler çalarken, Azerbaycan’da ortak eğlence yerlerinde ağırlıklı olarak Türkçe isimler bulunmakta ve Azeri milli şarkılar, türküler çalınmaktaydı.
İşte gezi boyunca Azerbaycan’ı ve kültürünü yakından görünce, Azerbaycanlı öğrencinin büyük oranda haklı olduğunu anladım. Ancak biz, Türkiye’nin ve Türk halkının Avrupa’dan çok, özellikle Amerika’nın dil üzerinden bize uyguladığı kültürel işgaline maruz kaldığımızı daha iyi fark ettim.
Sonuçta gördüm ki, Amerika’nın bir ülkeyi kültürel işgal yöntemlerinden sadece birisi olan İngilizce dili bile, Rusların bir ülkeye fiilen yaptığı tüm işgal yöntemlerine göre çok daha etkili ve kalıcı.
Unutulmamalıdır ki, dil sadece üzerinde kelimeleri taşımaz; dil, kendisini kullanan milletin kültürünü ve geleneklerini de üzerinde taşır ve aynı dili kullananlara aktarır. Millî geleneklerimizi ve kültürümüzü geleceğin nesillerine etkili bir şekilde öğretebilmek ve bunları onların hayatlarının temel değerleri olarak yerleştirebilmek maksadıyla Türkiye’deki eğitim sistemimizde Türk dilinin etkin kullanılması yeniden sorgulanmalı ve gerekli ilave tedbirler alınmalıdır. Bu konuda çok kapsamlı ve titiz bir çalışmaya ihtiyaç bulunmaktadır.
Farklı ortamlarda yürümek ve seyahat etmek bana her zaman çok şey öğretmiştir. Ancak geçen hafta, üç ayrı günde yaptığım seyahatler ve yürüyüşler, kendimi ve insanlığı çok derin bir şekilde sorgulamama sebep oldu. Bu yazımda sizlere, bu üç gün süren yürüyüş ve seyahatlerim sonucu oluşan sorgulamalarımı ve öğrendiklerimi aktarmaya çalışacağım.
Geçen hafta, Kuşadası’nda sabah güneşin yeni doğmaya başladığı bir vakitte sahilde yürürken gördüğüm bir yazı beni çok mutlu etti:
“Sabahın seherinde tatlı bir gülüş, tatlı bir tebessüm ömre bedeldir. Günaydın.”
Bu yazıyı okuduktan sonra, her gördüğüm insana “günaydın” diyerek sahilde yürüyüşüme devam ettim. Ve günaydın dediğim herkes bana gülümseyerek karşılık verdi. İnanın, o günüm tümüyle mutlu ve tebessüm içinde geçti.
Aynı gün, aynı sahilin başka bir yerinde, akşam güneş batarken yürürken bir düğün töreninden kalmış bir buket gördüm. Kalp şeklindeki buketin içinden güneşin batışı öyle güzel görünüyordu ki, hiçbir yazı bu manzaradaki güzellikleri ve içerisindeki huzuru anlatamaz.
Bu kalp şeklindeki buket içinde denizde güneşin batışını izlerken “Keşke bu dünya hep aşk ve sevgi dolu olsa” dedim. İnanın, o gece çok mutlu ve huzurlu bir şekilde uyudum.
Ertesi gün, memleketim Isparta’ya geldim. Isparta girişinde, il dışından gelen yeni üniversite öğrencileri için yazılmış büyük bir tabela gördüm.
Tabelada şu yazıyordu:
“Evinize Hoş Geldiniz.”
Ve inanın, bu güzel tabelayı görünce sanki ben de yeni bir üniversite öğrencisi olmuşum da “İyi ki Isparta’da üniversite okuyacağım” diye düşündüm. İçimde büyük bir huzur ve mutluluk oluştu.
Ertesi sabah, yine çok erken saatlerde rahmetli annemin mezarını ziyaret etmek üzere Şehir Mezarlığı’na doğru yürümeye başladım. Bu sefer yolum üzerinde, tamamen çiçekler ve lambalarla süslenmiş, girişinde “Sevgi Yolu” yazılı bir yola rastladım. Büyük bir merakla yolun içinden geçmeye başladım.
Gerçekten de bu Sevgi Yolu’ndan geçerken, her ne kadar annemin mezarını ziyaret edecek olmanın verdiği derin bir üzüntü içimde olsa da, tüm insanlara karşı içimde büyük bir sevgi ve şefkat oluştuğunu hissettim.
Yürüyüşümün sonunda Şehir Mezarlığı’na vardım. Rahmetli annemin mezarı karşısına geldiğimde, sanki anneciğimin ruhu bana bakıyor ve bana sevgiyle gülümsüyormuş gibi bir hisse kapıldım.
Ve anneciğimin ruhu için Allah’ımıza dualar ettikten, derin duygular yaşadıktan sonra mezarın hemen yanında bulunan eski bir mezar taşı dikkatimi çekti. Bu mezarın taşında şu yazılar vardı:
“Dün ben de senin gibiydim. Unutma Hüdayi, Yarın sen de benim gibi ölürsün. Oku bir Fatiha’yı.”
İşte anneciğimin mezarı başında yaşadığım bu derin duygular ve bu eski mezarın taşındaki yazılar, hayatı bir anda farklı açılardan sorgulamama neden oldu. Beynimde binlerce farklı soru belirdi.
Peki bizler, bu geçici dünyada bizlere bu hayatı yaşatan Allah’ımıza öbür dünya için hesap vermeye hazır mıyız? Öbür dünyamız için planlamalar ve çalışmalar yapıyor muyuz?
Peki bizler, hâlen yaşadığımız bu dünya hayatı için Charlie Chaplin’in aşağıdaki sözlerinden ne anlıyoruz, bu hayat için ne planlamalar ve çalışmalar yapıyoruz?
“Bu dünyada hiçbir şey kalıcı değil. Hatta sorunlarımız bile. Hayatta en çok boşa harcanan gün, gülmediğiniz gündür.”
Bir anda atalarımızın şu sözleri zihnimde çınladı. Acaba bizlere ne mesaj vermek istemişlerdi?
“Hiç ölmeyecekmiş gibi dünyaya, Yarın ölecekmiş gibi ahirete çalışın.”
Ben geçen hafta yaptığım bu üç günlük seyahat ve yürüyüşlerden şunu öğrendim: İnsanların bu dünyada yapacağı en güzel çalışma ve planlar, sevgi, saygı, mutluluk ve sağlıkla geçirecekleri ömür için olmalıdır. Öbür dünyamız için bu dünyada yapacağımız en büyük plan ise, Allah’ımıza hayırlı bir kul ve insanlığa mutluluk ile sevgi verecek bir birey olabilmektir.
Sözün özü:
Her insan, Allah tarafından kendisine verilen zamanın pilotudur. Hepimiz bu dünyadan geçen birer turistiz.
XIX. yüzyılda diplomatik ve politik bir terim olarak ifade edilmeye başlanan Şark Meselesinin tarihi kökeni oldukça eskidir. Zaman ve zeminin şartlarına bağlı olarak çeşitli görünümde ve yerde ortaya çıkan ve de değişik şekillerde tarif edilen Şark Meselesi’nin temelinde ve özünde Hristiyan-Müslüman yani Haç-Hilal veya Avrupa-Türk münasebetleri ve mücadelesi yatmaktadır. Fransız tarihçisi Albert Sorel, “Türkler Avrupa’ya ayak bastığı günden beri Şark Meselesi zuhûr etti.” diyerek meselenin aslında bir Türk meselesi olduğunu vurgulamaktadır.
Avrupa için Türkler, tarih boyunca doğudan gelen bir tehdit olarak algılanmışlardır. Avrupa’daki devletler Türkleri, din başta olmak üzere, tamamen farklı bir topluluk olarak görmüştür. Osmanlı Devleti’nin güçlü olduğu asırlar boyunca Türkler, Orta Avrupa’ya kadar girip Osmanlı sınırlarını Avrupa devletleri aleyhine genişleten bir düşman, Müslüman olarak da Hristiyanlığı tehdit eden bir güç, Asya ile kara ticaret yollarını Avrupa’ya tamamen kapayan bir engeldi. Kısaca; Osmanlı Devleti Avrupa devletleri için dinî, ekonomik, askerî, siyasî ve kültürel bir tehdit olarak görülmüştür. XIV. yüzyılda güçlü bir biçimde başlayan bu algılama, son altı yüzyıla damgasını vurmuştur.
Tarihin her devrinde dünya hâkimiyetine oynayan, dünya siyasetine yön vermeye çalışan büyük güçler olmuştur. Bu çerçeveden bakıldığında XV. yüzyıldan beri büyük millet ve büyük güç olma şansına ve kabiliyetine sahip birkaç devlet veya millet sayılabilir. Bunlar, Anglo-Sakson dünyası içinde Anglikan İngiltere; Latin dünyasında Katolik Fransa; Slav dünyasında Ortodoks Rusya; Germen dünyasında Protestan Almanya; İslam dünyasında ise Osmanlı Devleti yani Türklerdir.
Bu beş büyük devletin dördü de (İngiltere, Fransa, Rusya ve Almanya), tamamen hem Hristiyan dininin, hem de ayrı ayrı Hristiyanlığın belli başlı ve farklı mezheplerinin temsilcisi durumundadırlar. Sadece Osmanlı Devleti bütünüyle İslam dininin ve İslam âleminin temsilcisi rolündedir. İşte Hristiyan âleminin bu dört temsilcisi İngiltere, Fransa, Rusya, Almanya ile İslam âleminin temsilcisi Türkler yani Osmanlı Devleti arasındaki münasebetlerin tümü “Şark Meselesi” kavramıyla ifade edilebilir.
Şark Meselesini iki kısımda incelemek mümkündür. Birincisi; Malazgirt Savaşı’ndan, Türklerin Viyana önlerinde durdurulmasına kadar olan safhadır (1071–1683). Bu safhada Avrupa savunmada, Türkler ise taarruz halindedir.
Bu dönemde Hristiyan dünyası için Şark Meselesi’nden anlaşılan şu düşünceleri sıralamak mümkündür:
Türkleri Anadolu’ya sokmamak. Sultan Alparslan, Malazgirt Zaferi’yle bu düşünceyi geçersiz duruma getirmiştir.
Türkleri Anadolu’da durdurmak. Bu düşünce, Anadolu Selçuklu Sultanı II. Kılıç Arslan’ın Bizanslılara karşı kazanmış olduğu Miryokefelon (1176) Zaferi’yle engellenmiştir.
Türklerin Rumeli’ye geçişini engellemek. Osmanlı orduları, Sultan II. Murad zamanında Rumeli’yi alarak bu engeli tanımamıştır.
İstanbul’un Türkler tarafından fethini önlemek. Fatih Sultan Mehmed, 1453 yılında bu hayali yıkmıştır.
Türklerin Balkanlar üzerinden Avrupa içlerine doğru ilerlemelerini durdurmak. Fakat Türkler, 1683 yılında Viyana kapılarına kadar ilerlemeyi başarmıştır.
1683 tarihinde Türklerin Viyana’da yenilgiye uğramasıyla Şark Meselesi’nin ilk safhası bitmiş ve ikinci safhası başlamıştır. İkinci safhada Türkler savunmada, Avrupa ise taarruz durumundadır.
1683 Viyana yenilgisi ve 1699 Karlofça Antlaşması neticesinde, Avrupalı açısından İslam, Osmanlı ve Türk, bir tehdit unsuru olmaktan çıkmıştır. Artık Osmanlı deyince Avrupa için akla gelen; geri kalmış, zayıf, cahil, zalim bir şark toplumu ile bu toplumun hâkimiyeti altında bulunan Ortodoksuyla, Katoliğiyle, Protestanıyla ve Gregoryanıyla Yunanlılar, Sırplar, Bulgarlar, Karadağlılar ve Ermeniler başta olmak üzere diğer Hristiyan kavimler geliyordu. Bakış açısındaki bu değişme sonucunda Avrupa, Osmanlı hâkimiyeti altındaki Hristiyan kavimleri kurtarma ve Türkleri Balkanlardan ve hatta Anadolu’dan atma fikrini gündeme getirmiştir. Avrupa, Hristiyanları kurtarma ve Türkleri geldikleri yere gönderme politikasını 1815’ten itibaren “Şark Meselesi” adı altında formüle etmiştir. Bu hedefini meşrulaştırmak ve kamufle etmek içinse milliyetçilik akımını, Hristiyanlık dayanışmasını, Avrupa ırkçılığını ve oryantalizmi kullanmıştır.
Bu safha ile ilgili Avrupa’nın bakış açısı şöyle özetlenebilir:
Balkanlardaki Hristiyan milletleri Osmanlı hâkimiyetinden kurtarmak. Bunun için de Hristiyan toplumları isyana teşvik ederek, önce onların muhtariyetini, sonra bağımsızlıklarını temin etmek.
Birinci maddede belirtilen hususlar gerçekleşmezse, Hristiyanlar için reform istemek ve onların lehine Osmanlı Devleti nezdinde müdahalelerde bulunmak.
Türkleri Balkanlardan tamamen atmak.
İstanbul’u Türklerin elinden geri almak.
Osmanlı Devleti’ne, Asya topraklarında yaşayan Hristiyan cemaatler (azınlıklar) lehine reformlar yaptırmak, onlar için muhtariyet elde etmek veya mümkün olursa bağımsızlıklarına kavuşturmak.
Anadolu’yu paylaşmak ve Türkleri Anadolu’dan çıkarmak.
Balkan sorunu, Şark Meselesi’nin ilk hedefi ve bu politik düşüncenin bir sonucudur. Avrupa, Balkanlar’da bu stratejisini değişik zamanlarda gerçekleştirmiştir. 1699 Karlofça, 1716 Pasarofça, 1774 Küçük Kaynarca, 1838 Balta Limanı, 1878 Berlin Antlaşmaları ve nihayet Balkan Savaşları ile I. Dünya Savaşı, Türkleri Balkanlar’dan çıkarmanın en önemli aşamaları olmuştur.
Balkanlardaki Hristiyan azınlıkların Osmanlı İmparatorluğu’ndan ayrılarak bağımsızlığa kavuşmaları ise dört aşamadan geçerek gerçekleştirilmiştir. Önce, bu toplumları bir eğitim-öğretim seferberliğinden geçirmişler, sonra uyanan bu kitle arasında siyasî örgütlenmeye gidilmiş ve gizli ihtilal komiteleri kurulmuştur. Arkadan silahlı ayaklanmalar çıkarılmış ve bu ayaklanmalar Osmanlı Devleti tarafından bastırılınca, “Türkler katliam yapıyorlar” diye yaygara koparılmış; son aşamada da yabancı devletlerden biri silahlı müdahalede bulunmuş ve “kendilerince katliama uğrayan (!) Hristiyan halk kurtarılmıştır.”
Şark Meselesi’nin Balkanlar safhası, Yunanistan, Sırbistan, Karadağ ve Bulgaristan’ın bağımsızlığa kavuşmalarıyla neticelenince, büyük devletler, Şark Meselesi’ni Anadolu’ya kaydırmakta herhangi bir sakınca görmemişlerdir. Zira kendileri Balkanlar’da istenilen neticeyi almış ve orada menfaat sahalarını oluşturmuşlardır. Sıra, Anadolu’daki Hristiyan unsurların Türk hâkimiyetinden kurtarılmasına ve menfaat sahaları temin etmeye gelmiştir. Bu politikanın menfaatleri doğrultusunda yürütülebilmesi için araç olarak kullanılabilecek topluluklara ihtiyaç duymuşlardır. Bu topluluklara örnek ve bu maksada en uygun olarak da başta Hristiyan Ermeniler olmak üzere Avrupa; Anadolu’nun değişik yerlerinde küçük azınlıklar halinde yaşayan, kullanılabilecek diğer unsurları da kışkırtarak Osmanlı Devleti’ne karşı isyana teşvik etmiştir. Avrupa, menfaatleri için sadece bu azınlıklarla yetinmemiş, diğer iç ve dış ihanet odakları ile de el ele vermiştir.
Nihayet Avrupa’nın Türklerle 9 asır süren mücadelesinin sonunda; ana yurdumuz, vatanımız, Şark Meselesi’ni kapatmak isteyen İngilizlerin, Fransızların, İtalyanların ve onların taşeronu Yunanlıların işgaline uğramıştır.
Ama mazisini tarihleştiren, kültürünü millîleştiren ve coğrafyasını vatanlaştıran Türk milleti; büyük atamız Mustafa Kemal’in liderliğinde, 19 Mayıs 1919’da başlayan ölüm-kalım mücadelesini 30 Ağustos 1922 tarihinde Şark Meselesi’nin takipçilerine karşı kazanmıştır.
Büyük Atamız Atatürk tarafından bu zaferin anlamı şöyle ifade edilmiştir:
“Afyonkarahisar-Dumlupınar Meydan Savaşı ve onun parçası olan 30 Ağustos Zaferi, Türk tarihinin en önemli dönüm noktasıdır.”
Günümüzde de “Şark Meselesi” eski gücünü yitirmekle birlikte, yeni projeler ile Türkiye’de ve Ortadoğu’da varlığını sürdürmektedir. Yalnız bir farkla ki; İngiltere yerini ve rolünü Amerika Birleşik Devletleri’ne (ABD) bırakmıştır. Ortadoğu’da bu dönemde ortaya çıkan önemli diğer bir güç ise İsrail Devleti’dir.
Sözün sonu: Gelecekte Türk tarihinin acı dönüm noktaları olmaması için; Türk Milleti tarafından bilinmelidir ki; ABD ve İsrail’in Büyük Ortadoğu Projesi’ni beraber yürüttükleri ve Ortadoğu’daki hedeflerinden birisinin de Türkiye olduğu artık ortaya çıkmıştır. Ve Türk Milleti unutmamalıdır ki, Şark Meselesi emperyalist devletler için hâlâ bitmemiştir. Şark Meselesi’nin takipçileri, kendilerine yeni yollar aramaya halen devam etmektedirler.
Bu yazımızda aşağıdaki kaynaklardan istifade edilmiştir:
Enver Ziya Karal, Osmanlı Tarihi, Nizam-ı Cedit ve Tanzimat Devirleri (1789-1856), c. V, Ankara 1961, s. 203-204.
Nejat Göyünç, “Lausanne Antlaşması Arefesinde Bir Avusturyalı Diplomatın Düşünceleri”, The Journal of Ottoman Studies, II, İstanbul 1981, s. 226.
Selçuk Ünlü, “Avusturyalı Diplomat Anton Von Prokesch-Osten (1795-1876) ve Türkiye”, Türk Dünyası Araştırmaları, S. 33, İstanbul 1984, s. 57.
İsmail Soysal, Fransız İhtilali ve Türk-Fransız Diplomasi Münasebetleri (1789-1802), Ankara 1964, s. 36-37.
Bayram Kodaman, Ermeni Macerası (Tarihi ve Siyasi Bir Değerlendirme), Isparta 2001, s. 26-31.
Albert Sorel, Meseley-i Şarkiyye, çev. Yusuf Ziya, İstanbul 1911, s. 6.
Erol Manisalı, Avrupa Çıkmazı, İstanbul 2003, s. 21-23.
Bayram Kodaman, Sultan II. Abdülhamit Devri Doğu Anadolu Politikası, Ankara 1987, s. 105-116, 157-159.
Anonim, Türk Milli Bütünlüğü İçerisinde Doğu Anadolu, Türk Kültür Araştırmaları Enstitüsü Yayınları, Yayın No: 56, Ankara 1986, s. 157-159.
Veli Yılmaz, Siyasi Tarih, İstanbul 1998, s. 154-155.
Mim Kemal Öke, Şark Meselesi ve II. Abdülhamit’in Garp Politikaları (1876-1909), İstanbul 1982, s. 253.
Bilal N. Şimşir, “Ermeni Propagandasının Amerika Boyutu Üzerine”, Tarih Boyunca Türkler’in Ermeni Toplumu ile İlişkileri Sempozyumu, Ankara 1985, s. 93-94.
Bu sabah Kuşadası’nda sahilde, Türk radyolarından birinden İngilizce müzik dinlerken bir taraftan Yunan adalarını seyrederek yürüyordum. Aklıma, “İngilizceden başka müzik var mı?” diye geldi ve radyomun frekanslarını karıştırdım. Yunan adalarından yayın yapan radyoları buldum. Ama bütün Yunan radyoları da aynı Türk radyoları gibi İngilizce müzikler yayınlıyordu.
Tam bu sırada, 30 Ağustos Zafer Bayramı için Yunan adalarına karşı asılmış Türk Bayrağı ve Atamızın fotoğraflarını görünce bir anda çok duygulandım ve ağlamaya başladım. Atamızın liderliğinde bizler, İngilizlerin liderliğini yaptığı kapitalist sistemin piyon olarak kullandığı Yunanlılara karşı milli mücadelemizi yapmış ve bu mücadeleyi kazanmıştık.
Fakat şimdi hem Yunan adalarından hem de öz vatanımdan yayın yapan radyolarda sadece İngilizce şarkılar bulup mecburen dinlerken gözyaşlarım daha fazla akmaya başladı. Çünkü, zamanında şehit kanları dökerek kapitalist ülkelerin piyon olarak kullandığı Yunanlılara karşı verdiğimiz milli mücadelemizi kazanmıştık. Ama şimdi hem Yunanistan’ı hem de Türkiye’yi kültürel olarak işgal ettiklerini idrak ettim.
İki ülkeden yayın yapan radyolardan sadece mecburen İngilizce şarkılar dinlemek ne kadar acı! Yunanlılar bir piyon olarak kalabilir. Ama Türk Milleti ve Türkiye’nin artık uyanma zamanı gelmiştir. Bu milletimize karşı yapılan kültürel işgale ve devletimize uygulatılmak istenen piyon devlet modeline bir son vermek istiyoruz.
Savaşların çıkma sebeplerini akademik kaynaklarda araştırdığınızda, genellikle birden fazla faktörün birleşimiyle ortaya çıktığı görülür. Bilimsel kaynaklarda savaşların çıkma nedenleri temel olarak şu başlıklarda toplanır:
Birinci neden; toprak talepleri, sınır anlaşmazlıkları, bağımsızlık ya da rejim değişikliği istekleri ile büyük devletlerin güç ve egemenlik arzuları gibi siyasi nedenlerdir.
İkinci neden; ekonomik nedenlerdir. Yani petrol, maden, su, ticaret yolları, ekonomik etki alanları için rekabet ile yoksulluk ve işsizlik sonucu çıkan iç çatışmalardır.
Üçüncü neden; etnik kimliklerin bastırılması, ayrımcılık, dini fanatizm, mezhep çatışmaları, kültürel üstünlük iddiaları gibi etnik ve dini gerekçelerdir.
Dördüncü neden; devrim ve karşı devrim girişimleri, ideolojik mücadele, kapitalizm-komünizm, demokrasi-otokrasi gibi sistem çatışmalarını içeren ideolojik nedenlerdir.
Beşinci neden; suikastlar, darbeler, kriz anlarında yapılan diplomatik hatalar gibi kıvılcımlar ya da tetikleyici faktörlerdir.
Yazımızın başında belirttiğimiz gibi, savaşlar genellikle yukarıdaki birden fazla faktörün birleşimiyle ortaya çıkar. Örneğin, Birinci Dünya Savaşı hem siyasi ittifakların çatışması, hem ekonomik rekabet, hem milliyetçilik, hem de bir suikastın sonucu olarak başlamıştır.
Peki şimdi bilim insanları tarafından dile getirilen, ileride Ortadoğu’da başlayacak olası bir Üçüncü Dünya Savaşının sebebi ne olacaktır?
Bugüne kadar Ortadoğu’daki savaşlar genellikle etnik, mezhepsel, siyasi ve ekonomik çıkar çatışmaları nedeniyle çıkmıştır. Petrol ve doğal kaynaklar, mezhep ayrılıkları, Arap Baharı, iç savaşlar, dış müdahaleler, vekâlet savaşları ve İsrail-Filistin sorunu buna örnek gösterilebilir.
İsrail siyasetinin en uzun süre görev yapan başbakanı olan Benjamin Netanyahu, 2025 yılı itibariyle hem iç hem de dış politikada yoğun baskılar altındadır. Koalisyon yapısı, yargı reformları, uluslararası ilişkiler ve kamuoyunun artan tepkisi Netanyahu’nun siyasi geleceğini oldukça belirsiz kılmaktadır.
Uluslararası Ceza Mahkemesi (UCM), 21 Kasım 2024’te eski İsrail Savunma Bakanı ile birlikte Netanyahu hakkında, Gazze’deki savaş suçları ve insanlığa karşı suçlar nedeniyle tutuklama kararı çıkarmıştır. UCM’ye taraf olan 124 ülke, Netanyahu bu ülkelere adım attığında onu tutuklamakla yükümlüdür.
Netanyahu’nun içeride halk desteği azalmış, koalisyonu çözülmüş ve dış baskılar artmıştır. Olası bir erken seçimde iktidarı kaybetme ihtimali oldukça yüksektir.
New York Post, The Times, Al Jazeera, The Washington Post ve Euronews gibi haber kaynaklarında dolaylı olarak yer aldığı üzere, Netanyahu’nun iktidarda kalmak uğruna yeni savaşlar çıkarttığı iddia edilmektedir.
O hâlde artık şu soruyu sorma zamanı gelmiştir: Akademik kaynaklarda yer almayan yeni bir savaş nedeni mi doğmuştur?
İktidarda Kalmak İçin Savaş! Evet, iktidarda kalmak adına, yukarıdaki haber kaynaklarında belirtildiği gibi Netanyahu, İsrail’i yeni savaşlara sürüklemektedir. Tüm dünya, 20 Temmuz 2025’te gelen “son dakika” gelişmesiyle 75 yaşındaki Netanyahu’nun bozuk gıda tüketimi sonucu bağırsak enfeksiyonu geçirdiğini öğrenmiştir.
Şu an için Netanyahu’nun sağlık durumu stabil görünmektedir. Ancak Filistin’in, Ortadoğu’nun ve dünyanın şu anki ve gelecekteki barışı kesinlikle stabil görünmemektedir.
Biz kapılarımızı ve perdelerimizi sımsıkı kapatıp evlerimizde her akşam çay içerken, sırtlarına çantalarını alıp dere tepe gezen, emzikli bebekleriyle dağ başlarında kamp kuran, vatanımızın en ücra köşelerinde girmedik delik bırakmayan yabancıları görmek bizlere bu konuda bazı mesajlar vermektedir.
Modern teknoloji ile donatılmış, konforlu ve korunaklı şehir hayatımızdan çıkarak, fiziksel güçlerimizi ve zayıflığımızı dürüstçe değerlendirme imkânı bulabileceğimiz bir fırsat yaratmak için yapabileceğimiz en doğru etkinlik, doğayla kucaklaşmaktır. Doğayla kucaklaşırken attığımız her adım, kendi içimize doğru yapacağımız seyahatin de bir başlangıcı olacaktır. Kendimizi tanıyacağımız en doğru yer, hayatın da başladığı doğal ortamlarda bulunmaktır.
Tıbbın babası olarak anılan Hipokrat, 2600 yıl önce “İnsanın en iyi ilacı yürümektir.” demiştir. Sonrasında tarih içinde ön plana çıkmış bazı şahsiyetler de Hipokrat’ın bu sözünü destekleyecek şekilde yürüyüş ve seyahat hakkında aşağıda örnekleri verilen anlamlı sözleri sarf etmişlerdir:
“Hiçbir şey zekâyı seyahat etmek kadar geliştirmez.” – Emile Zola
“Seyahat için yaptığın yatırım, kendin için yaptığın en iyi yatırımdır.” – Matthew Karsten
“Uzaklara gittikten sonra tamamen değişmiş biri olarak dönmek gerçek bir mucize.” – Kate Douglas Wiggin
“Gezgin bir yere varmak için değil, keşfetmek için seyahat eder.” – Goethe
“Hayat bir kitaptır ve gezip görmeyenler hep aynı sayfayı okur.” – St. Augustine
“Senede bir defa daha önce hiç görmediğin bir yere git.” – Dalai Lama
“Her şey kötüye gittiğinde kendine bir tatil ısmarla.” – Betty Williams
“Kıyıyı gözden kaybetmeye cesaret etmedikçe insan, yeni okyanuslar keşfedemez.” – Andre Gide
“Ne kadar uzağa gidersem, kendime o kadar çok yakınlaşıyorum.” – Andrew McCarthy
“Yaşa, seyahat et, maceraya atıl, şükret ve asla pişman olma.” – Jack Kerouac
“Bilmediğin bir yola gitmek, bilmediğin bir yönünü keşfetmektir.” – Martin Buber
“Seyahat insanı alçakgönüllü yapar. Size dünyada ne kadar küçük bir yer işgal ettiğinizi gösterir.” – Gustave Flaubert
Türk seyyah Evliya Çelebi, seyahatleri ile kendisine tarihte önemli bir yer edinmiştir. Kutsal Kitabımız Kur’ân’da seyahat etmekle ilgili çok sayıda ayet vardır. “Yeryüzünde gezip dolaşın…” şeklindeki emirler, kitabın birçok yerinde geçmektedir. Örneğin:
“Yeryüzünü sizin için kullanışlı hâle getiren O’dur. O hâlde yeryüzünde dolaşınız. Allah’ın rızkından yiyip içiniz. Dönüş yalnız Allah’adır.” (Mülk, 67/15)
Kutsal Kitabımızda ve Evliya Çelebi’nin hayatında yer aldığı gibi, birçok olumlu örnek olmasına rağmen bizde seyahati zor veya “boş adam işi” olarak değerlendirmek oldukça yaygındır. Bunda toplumsal algılar kadar, ekonomik meselelerin yorumlanışı da etkilidir. Yazlığı, kışlığı, otomobilleri, banka hesaplarında mevduatları olup da sıra yolculuğa çıkmaya gelince üşengeçlik ve çekingenlik mazeretleri ortaya çıkmaktadır. Seyahate çıkmak için belli standartların oluşmasını ve “her şeyin oturmasını” beklemek, bizi yola çıkmaktan alıkoyan en büyük engeldir. Ciddi bir birikimimiz olsun, konforumuz beş yıldıza çıksın, yolculuk ultra lüks olsun, çocuklar büyüsün ve bize ayak bağı olmasın, konaklama imkânları göz kamaştırsın vs. derken, evlerimizde çakılıp kalıyoruz.
Ufkumuzun açılması, taassup ve önyargılardan arınmamız, bir yere saplanıp kalarak körleşmememiz, bilgimizin ve görgümüzün artması, yanlışlarımızı fark edip doğrularımıza daha güzel sahip çıkabilmemiz için seyahat etmemiz, ama özellikle doğada olmamız şarttır.
Uzmanlar, kalp rahatsızlıklarının önlenmesi ve sağlıklı bir hayat sürülmesi için düzenli yürüyüş yapılmasını sürekli tavsiye etmektedir. Elbette bir yürüyüş bandı ya da mahalle arasında yapacağınız yürüyüş sizi biraz daha sağlıklı hissettirebilir. Ancak bu yürüyüşü yeşillikler arasında, bilinmeyenlere doğru yapar, hele ki biraz da engelleri aşarak bir hedefe ulaşırsanız; sadece kalbinizi değil, ruhsal ve zihinsel sağlığınızı da korursunuz. Doğada aldığınız oksijen, beyninizin aldığı oksijen oranını artırarak zihinsel keskinliğinizle birlikte düşünce potansiyelinizi de yükseltecektir.
Doğa içinde yapacağınız yürüyüşler, vücudun keyif verici endorfin hormonu salınımını artırarak hayata gülen gözlerle bakmanızı sağlayacak, hatta yaşlanma sürecini geciktirerek her zaman genç görünemeseniz de genç hissetmenizi sağlayacaktır.
Her yürüyüşten sonra dayanıklılığınızın arttığını görecek, kendinize daha fazla güveneceksiniz. Geceleri yattığınız yerin konforuna bakmadan kaliteli uyuyacak, sabaha zinde kalkacaksınız.
Doğal ortamda yetişenleri gördükçe size Allah tarafından sunulan nimetleri sorgulamaya başlayacak, doğallığın tadına varacaksınız. Yaban hayatın içine adımladıkça hayatın basamaklarını öğrenecek ve “nereden nereye” diyerek doğayı keşfettikçe kendinizi de keşfedeceksiniz.
Kısaca, doğada bulundukça kendinizle, evrenle ve en önemlisi sizi yaratan Allah ile en yakın yerde olduğunuzu hissedeceksiniz.
Haydi hep beraber; üşengeçliğimizi, çekingenliğimizi bertaraf edip mazeretler üretmeden doğa yürüyüşleri yapalım ve kendimizi, evreni yeniden keşfetmeye başlayalım.
Son 24 saat içinde İsrail; İran’a saldırdı, ilk önce Tahran, Tebriz ve özellikle İsfahan’daki Natanz Nükleer Tesis hedef alındı. Sonraki saldırılarda Kirmaşâh şehri vuruldu. Saldırılarda İran Devrim Muhafızları komutanı ve Genelkurmay Başkanı ile en az 20 üst düzey askeri yetkili yaşamını yitirdi. İran, İsrail’in saldırılarına karşılık verdi. Yüzlerce balistik füze İsrail’e fırlatıldı, İsrail genelinde sirenler çaldı Bir füze İsrail Savunma Bakanlığı yakınına isabet etti. İran iki savaş uçağının düşürüldüğünü, bir pilotun gözaltına alındığını iddia etti. İsrail, İran’ın iddiasını doğrulamadı. Acaba Ortadoğu’da yeni bir savaş mı başlıyor? Biz bunları tam bilmiyoruz ama bildiğimiz bazı gerçekler var. Ortadoğu; üç büyük dinin ortaya çıktığı, tarihin yazıldığı, uygarlıkların yeşerdiği, petrol, doğalgaz zengini ve bütün güçlü devletlerin tarih boyunca kontrol etmek için mücadele verdiği dünyanın en kritik coğrafya parçasıdır. Bugün Ortadoğu denilince; siyasi istikrarsızlıklar, terör, yapay devletler, yetersiz idareciler, karışık etnik yapılar, petrol, doğalgaz, su , göçler, savaşlar kısaca İnsanlık dramları anlaşılmaktadır. Strateji uzmanları bir bölgede gerçekte ne olduğunu bulmak için hep şu sorunun cevabını ararlar. ‘’Bir bölgede çıkan olaylardan aslında kim kazanıyor? ‘’ “ Peki Ortadoğu’da kim kazanıyor ? “ O zaman Ortadoğu’nun yakın tarihine kısaca bir bakalım. II. Dünya Savaşı’nın Ortadoğu yönünden günümüze kadar sürekli rahatsızlık yaratan en önemli sonucu; Ortadoğu’nun göbeğinde, Filistin’de temelleri I. Dünya Savaşı sonrasında atılmış bir İsrail Devletinin kurulmasıdır. Sonrasında; Arap-İsrail savaşları olmuş, İsrail kazanmıştır, İran- Irak Savaşı olmuş, İsrail karlı çıkmıştır. Suriye’de iç savaşlar olmuş, İsrail Golan tepelerinin sahibi olmuştur. Filistin Kurtuluş Örgütü ile Hamas birbirleri ile savaşmış, Filistin zayıflamış ve İsrail güçlenmiştir. Irak’a ABD müdahale etmiş, İsrail’in bölgede güvenliği artmıştır. Barzani 25 Eylül 2017’de bağımsızlık referandumu yapmış, bu referandumu Ortadoğu’da sadece İsrail desteklemiştir. PKK/PYD Türkiye’ye karşı ABD ile birlikte taraf olmuş, İsrail’in eli güçlenmiştir Balyoz, Ergenekon, FETÖ gibi iç mücadelelerle yıpranmış bir Ordu ve Türkiye kalmış, ama pazarlık gücü artmış ve Ortadoğu’da etkinliği artmış bir İsrail ve ABD bulunmuştur. Tek tanrılı üç dinin mensubları olan Museviler, Hristiyanlar ve Müslümanlarca kutsal kabul edilen Kudüs İsrail tarafından başkent yapılmıştır. Ekim 2023 başlarında İsrail-Hamas Savaşı başlamış ve bu savaşın en vahşi günü olan 17 Ekim 2023 tarihinde İsrail roketleri Gazze’de bulunan Baptist Hastahanesi’ni (El Ehli Arab Hastanesi) vurmuştur.. Düşen bombalarla hastahanede tedavi gören ve sığınan 500 den fazla masum insanın ölmesi ile Gazze başta olmak üzere Filistin’de büyük bir insanlık katliam başlamıştır. Ve şimdi İsrail İran’a saldırdı. Peki İsrail bunu nasıl yapıyor.? Son yıllarda özellikle II. Dünya Savaşı’nın ardından kurulan yeni dünya düzeninde Amerika’yı anlamadan İsrail’i ve Ortadoğu’daki olayları anlamak mümkün değildir. Amerika, gerek iç siyasetindeki kurumsal yapısı, gerekse dış politika yapımındaki karar alma süreci bakımından diğer devletlerden farklıdır. Özellikle Kongre ve Başkan üzerinde çıkar gruplarının karar alma süreçlerindeki etkisi çok fazladır. Faaliyetlerini lobiler aracılığıyla yasal zeminde sürdüren bu çıkar grupları herhangi bir etnik, siyasi veya dini kimliğe sahip olabilir.. Amerika’da çıkar gruplarının etkisine hem iç hem de dış politikadaki karar alma süreçlerinde şahit olmaktayız. Bu çıkar grupların en önemlisi Amerika’da yaşayan Yahudi cemaatıdır. Amerika’da bazı şirketler sermayeleri ile A.B.D.’yi gizlice yönetmektedirler. Bu Amerikan şirketlerinin sahipleri araştırıldığında ise karşımıza büyük çoğunlukla İsrailoğulları gelmektedir. İsrailoğulları yani Yahudiler ya da Museviler. Bu Yahudi örgütlerinin ABD yönetimlerinin karar alma süreçleri üzerindeki etkilerine somut bir örnek olarak aşağıdaki olay verilebilir. 14 Mayıs 1948’de İsrail Devletinin kurulduğu Tel-Aviv’de toplanan Yahudi Milli Konseyinin yayımladığı bir deklarasyonla ilan edilmiştir. Yeni devleti tam on dakika sonra ABD Başkanı Truman tarafından fiilen tanınmıştır Dünyada Yahudilerin, sadece Amerika’da değil, Fransa’da, Kanada’da, İngiltere’de, Rusya’da ve Türkiye dahil dünyanın bütün ülkelerinde etkili oldukları değerlendirilmektedir. Yahudiler bütün ülkelerde oluşturdukları güçlü lobiler ile dünya siyasetinde ve ekonomisinde etkin rol oynamakta olup, bu tespit birçok açık resmi istihbarat kaynaklarında ifade edilmektedir . Türkiye’de İsrail Devletini Arap-İsrail savaşları devam ederken bütün İslam ve Arap dünyasını karşısına alarak sürpriz ve ani bir kararla 24 Mart 1949 tarihinde tanımıştır. ( Başbakanlık Cumhuriyet Arşivinde 30-18-1-2-118-3 nolu belge olarak yer alan Türkiye’nin İsrail Devletini resmi tanıma belgesi yazı sonunda sunulmuştur.)
Türkiye’nin İsrail’i tanıyan ilk Müslüman nüfus ağırlıklı bir ülke olarak tanıması sürecinin altındaki sırlar araştırmacılar tarafından halen tespit edilememiştir..
Peki İsrail’in hedefi nedir? İsrail’in hedefini bulmak için çok büyük ilmi çalışmalar yapmaya gerek yok. Her şey o kadar açık ki, sadece İsrail’in bayrağına bir bakmamız bu hedefi bizlere gösterir. Yahudiliği, diğer dinlerden ayıran temel özelliklerden biri ‘’kutsal toprak’’kavramıdır. Bu kutsal toprak kavramı açık bir şekilde İsrail bayrağında şekil, renk ve sembol olarak yer almıştır.
Bugünkü İsrâil bayrağı beyaz zemin üzerinde üstte ve altta iki mavi çizgi ve bu çizgilerin ortasında altı köşeli mavi Siyon yıldızından oluşur Bayraktaki her imin dînî – tarihî kökenlere dayanan anlamı vardır Beyaz dünyadır yeryüzüdür Bayrağın ortasındaki altı köşeli yıldız ise Siyon yıldızıdır Filistin’in başkenti Kudüs’te bulunan Siyon Dağı’nda yeniden kurulmak istenen Tanrı Krallığı’nı simgeler Bu yıldızın bulunduğu alan Yahudîler’in vatanı olan Arz-ı Mevud yani Tanrı tarafından kendilerine vaat edilmiş topraklardır Arz-ı Mevud’un yani Yahudî vatanının sınırlarını ise bayraktaki Siyon yıldızının altından ve üstünden geçen iki mavi çizgi belirlemektedir Bu mavi çizgiler Yahudî topraklarının sınırlarını işaret etmek içindir Peki bu sınır çizgileri neresidir? Bu iki çizgi Nil ve Fırat nehirleridir Kongo ( eski Zaire) Uganda Etiyopya ( Habeşistan ) Sudan ve Mısır topraklarında akan Nil Nehri ile Türkiye Suriye ve Irak topraklarında akan Fırat Nehri’dir İsrâil bayrağındaki iki mavi çizgi Nil ve Fırat nehirlerini sembolize ederler Arz-ı Mevud’un hudutları Tevrat’ta Nil ile Fırat nehirleri arasındaki coğrafya olarak gösterilmiştir. ( Tevrat Tekvin Bâb 15 ) Bir Yahudî’nin bunu kabul etmemesi Yahudîlik’ini inkâr etmesi demektir Arz-ı Mevud konusu Musevî inancında “imanın esasları” arasında olduğundan bu ülkü her Yahudî’nin ülküsüdür Yani bu bölgeyi her Yahudî kendisi için vatan olarak kabul eder Bunun anlamı Yahudîler’in Mısır’dan Türkiye’nin doğu ve güneydoğu bölgelerine kadar geniş bir coğrafya üzerinde hedefleri olduğu gerçeğidir Arz-ı Mevud içinde birçok sırrı saklamakla birlikte bazı resmi olmayan alternatif kaynaklarda ABD’nin Büyük Ortadoğu Projesi (BOP) için aşağıdaki tez ısrarla öne sürülmektedir. ‘’ ABD Kongresinin 1957’de kabul ettiği Eisenhover Doktrini olarak da bilinen Büyük Ortadoğu Projesi 1997 yılında tekrar ortaya çıkmıştır. Bu proje ile ABD; Kuzey Afrika’dan Pakistan’a kadar içinde Türkiye ve İran’ın da bulunduğu 22 ülkeyi kapsayan bir coğrafyada siyasal, askeri, ekonomik ve dini yapıyı yeniden yapılandırmayı planlamaktadır. Bu projenin arkasında ABD’yi gizlice yöneten Yahudi küresel şirket sahipleri ya da Yahudi lobileri vardır. ABD’yi gizlice yöneten bu Yahudi lobileri İsrail’i destekleyerek ve diğer gizli faaliyetleri yaparak ; bu coğrafyada bir çok savaş ve iç çekişme oluşturmakta böylece bu coğrafyayı kendi idealleri ve menfaatleri çerçevesinde yeniden yapılandırmaktadır. Büyük Orta Doğu Projesi Arz-ı Mevud’un gerçekleştirilmesinde maske bir proje ve bir araçtır.’’ Bu projeye göre BOP’un şu andaki safhası sorunsuz büyük bir İsrail devleti kurulmasıdır. Bu safhanın gerçekleşmesi için Suriye’nin dörde, Lübnan’ın sekiz kanton’a ayrılması ve Türkiye, Suudi Arabistan, Mısır ve Libya’nın üçer parçaya bölünmesi gerekmektedir. Şimdiki ayakta ise Suriye ve İran bulunmaktadır ve arkasından ise sıra Türkiye’de olacaktır. . Yine birçok açık istihbarat kaynağında bu gün kendilerine vaat edildiğini iddia ettikleri toprakların bir parçası olduğu belirtilen Türkiye’nin doğu ve güneydoğu bölgesindeki terör olaylarının ve Kuzey Irak’ta ilk temelleri atılarak kurulmaya çalışılan sözde Kürdistan’ın bu projenin bir aşaması olduğu ifade edilmektedir. Bu plana göre şimdi Suriye’deki bölünme ile birlikte Irak, Suriye ve Türkiye’nin güneydoğusu üzerinde sonradan başka amaçlarla kullanılacak piyon bir Kürt devleti kurulmasının yolu açılmaktadır. Artık başta Türkiye olmak üzere Ortadoğu’da meydana gelen bütün olayları Arz-ı Mevud ya da Büyük Ortadoğu Projesi içinde değerlendirmek zamanı gelmiştir.
Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin İsrail Devletini Resmi Tanıması Başbakanlık Cumhuriyet Arşivi 30-18-1-2-118-3 nolu belge
Ankara Üniversitesi Türk İnkılâp Tarihi Enstitüsü (TİTE), 15 Nisan 1942’de kurulmuştur. Türk İnkılâp Tarihi Enstitüsü’nün kuruluş amacı; “Türk İstiklâl Savaşı, Türk İnkılâbı ve Türkiye Cumhuriyet rejiminin dayandığı esaslar hakkında her türlü araştırmalarda bulunmak; bu konularla ilgili belgeleri ve yayınları toplayarak kütüphane ve müzeler meydana getirmek ve bir arşiv kurmak; Türk İnkılâp ve Rejimi’ni memleket içinde ve dışında tanıtmak için dersler ve konferanslar vermek ve her türlü yayınlarda bulunmak” olarak 4204 sayılı yasada belirtilmiştir.
Türk İnkılâp Tarihi Enstitüsü’nde, eğitim-öğretim faaliyetleri ile paralel olarak, arşiv ve kütüphanesiyle her düzeydeki araştırmacıya hizmet verilmektedir. Bünyesindeki Devrim Tarihi Müzesi ile de toplumun bilgilenmesine dönük çalışmalara doğrudan katkı sağlamaktadır. Enstitünün kütüphanesinde 10.000’e yakın kitap, arşivinde dijital ortamda yaklaşık 100.000 belge, çok sayıda fotoğraf ve pul ile bazı gazetelerin koleksiyonları bulunmaktadır.
Türk İnkılâp Tarihi Enstitüsü, kuruluşunda öngörülen hedeflerin yanı sıra, 1982 yılında belirlenen yeni statüsü doğrultusunda, Ankara Üniversitesi’nde lisans düzeyinde okutulan ortak zorunlu derslerden olan Atatürk İlkeleri ve İnkılâp Tarihi dersinin koordinatörlüğünü yapmakta, yüksek lisans ve doktora programları yürütmektedir. Türk İnkılâp Tarihi Enstitüsü’ne bağlı Atatürk İlkeleri ve İnkılâp Tarihi Anabilim Dalı’nda yürütülen yüksek lisans öğretiminin hedefi, öğrencilerin bilimsel araştırma yaparak bilgilere erişme, bilgiyi değerlendirme ve yorumlama yeteneği kazanmasını sağlamaktır.
Doktora öğretiminin hedefi ise öğrenciye bağımsız araştırma yapmak, bilimsel olayları geniş ve derin bir bakış açısıyla irdeleyerek yorum yapmak ve yeni sentezlere ulaşmak için gerekli bilimsel yöntemleri uygulayabilme becerisi ve yeteneği kazandırmaktır.
Eskiden bir Türk Ordusu subayı olarak büyük bir azim ve gurur ile vatanımın, milletimin bağımsızlığı ve güvenliği için topları, roketleri ve füzeleri kullanarak, savaşarak mücadele ediyordum. Artık Ankara Üniversitesi İnkılâp Tarihi Enstitüsü’nden mezun bir tarih doktoru olarak, şimdi toplar, roketler ve füzeler yerine sadece bilimsel araştırmalar yaparak ve bunları medyada yazarak mücadeleye devam edeceğim. Ancak bu sefer hem vatanımın, milletimin bağımsızlığı ve güvenliği için hem de bütün dünyanın ve tüm insanlığın barışı için, aynı atam Atatürk gibi “Yurtta sulh, cihanda sulh” diyerek, Allah’ımız izin verdiği müddetçe mücadeleye devam edeceğim inşallah.
Kuruluş fikri Atatürk’e ait olan ve Türkiye’de ilk olan bu enstitümüzden mezun olan bizler, enstitümüzün çalışmalarını aynı başarı ile hep devam ettirmek istiyoruz. Enstitümüzün bizlerle irtibatlarını hep devam ettirmesini, hem de değerli hocalarımızdan biz mezunlarına akademik yardımlarını hep devam ettirmesini bekliyoruz.
19 Mayıs 1919’da Samsun’a çıkan Mustafa Kemal, Amasya, Erzurum ve Sivas’tan sonra 27 Aralık 1919 tarihinde Ankara’da Heyeti Temsiliye ile birlikte, Ankaralıların davullu zurnalı ilgisiyle karşılanmış, Ankara halkı, Millî Mücadele’yi başlatan bu insanları alkışlarla ve büyük sevgi gösterileriyle bağrına basmış ve karşılamıştır. Ankara, artık Heyeti Temsiliye’nin merkezidir.
İşte 27 Aralık 1919 tarihinde, Ankaralıların ve Seymen Efelerin Atatürk ve silah arkadaşlarını muhteşem bir şekilde karşılamaları, işgal ile birlikte umutsuzluğa düşen milletimizin millî ruhunu ateşleyen unutulmaz bir başlangıç kıvılcımı olmuştur.
Seymenlik Geleneği, Ankara’nın yerel kimliğinin en önemli ögesi olup Ankaralılar için tarihi, kültürel ve sembolik anlamı büyüktür. Bir sivil inisiyatif kurumu ve savunma birimi olan Seymenlik Geleneği, Orta Asya’daki “Sökmen” geleneğinin Horasan, Anadolu ve Balkanlar’daki devamıdır.
Tarihi kaynaklarda Sökmen; “kahraman, yiğit, savaş saflarını yaran öncü kuvvetler veya kervanları koruyan muhafızlar” olarak tanımlanır. Sökmen geleneği, Horasan bölgesinde “Segban” geleneğinin oluşmasına da kaynaklık etmiştir.
Anadolu’nun Türk Milleti için vatan olmasında önemli roller üstlenmiş olan Seymenlik Geleneği’nin Ankara’da en özgün şekilde kurumsallaşmasında, 13. ve 14. yüzyıllar Anadolu’sunda önemli bir toplumsal güç olan Ahilik Kurumu ile bu dönemlerde Ahiler’in en güçlü olduğu şehir olan Ankara’da kurdukları ve bir nevi “cumhuriyet idaresi” niteliği taşıyan “Ankara Ahiler Devleti”nin etkisi büyüktür.
Ankara Ahilerinin Seyfi (Kılıç) kolu olan Seymenler; Yiğit Alayları, Esnaf Alayları kurarak bu devletin savunma birimlerini oluşturmuştur.
Bir Anadolu eri, bir Ankara yiğidi ve bir Eskiçeri kurumu olarak Seymenlik Geleneği, Yeniçeri Ocağı’nın kuruluşuna da öncülük etmiştir.
Ankara Kulübü Derneği, 13 Ekim 1925 tarihinde, Ankara’nın başkent olarak ilan edilmesinden tam iki yıl sonra kurulmuştur. Türkiye Cumhuriyeti’nin Kurucusu Büyük Önder Mustafa Kemal Atatürk’ün “Seymenlik Geleneğini ve 27 Aralık Ruhunu Yaşatın” talimatıyla “Ankara Kulübü” adıyla kurulmuştur.
Bir Millî Mücadele ve Cumhuriyet kurumu olan Ankara Kulübü Derneği, kuruluşundan 65 yıl sonra, 1990 yılında Bakanlar Kurulu kararı ile “Kamuya Yararlı Dernek” olarak ilan edilmiştir. Ankara Kulübü Derneği, Ankara’nın en köklü sivil temsilcisi olduğu gibi, ülkemizin de en eski sivil toplum kuruluşları arasında yer almaktadır.
Ankara’nın ilçelerinde şubeleri olan Dernek, kurulduğu günden bu yana Seymenlik geleneği başta olmak üzere Ankara’nın geleneksel ve tarihi değerlerinin yaşatılması amacıyla faaliyetlerini sürdürmektedir. Bu amaçla Dernek Genel Merkezi ve şubelerinde gençlerimize Seymenlik kültürü ve halk oyunları eğitimi verilmektedir.
Dernek ayrıca Bacıeren ekipleri, Türk Halk Müziği, Türk Sanat Müziği koroları, beş adet Ankara araştırmaları merkezi, üç ayda bir çıkan “Başkent Ankara Dergisi” ve Ankara konulu kitap çalışmaları ile her alanda faaliyetlerini sürdüren üretken bir sivil toplum kuruluşudur.
Bunlara ek olarak, Derneğin düzenlediği çok sayıda sempozyum, panel, konferans, söyleşi, çalıştay, kurultay ile koleksiyon ve resim sergileri, Derneğe bir “Ankara Akademisi” işlevi kazandırmaktadır.
Ankara Kulübü Derneği, Türkiye’nin kalbi olan Başkent Ankara’mızın maddi ve kültürel her türlü mirasını koruyup geliştirmeyi bir görev bildiği gibi, Ankara’nın ve Ankaralıların güncel sorunlarının da yakın takipçisi olma gibi büyük ve önemli bir sorumluluğu taşımaktadır. Bu kapsamda Ankara’nın ve Ankaralıların kentsel yaşama ilişkin her türlü sorunu, aynı zamanda Ankara Kulübü Derneği’nin de çalışma konuları arasında yer almaktadır.
Dernek tarafından ayrıca, başta şehit yakınları, gazilerimiz ve onların yakınları, engelliler, dezavantajlı toplum kesimleri için eğitim, sağlık ve sosyal yardımlar gibi alanlarda sosyal sorumluluk projeleri yürütülmektedir. Şehitlerimizin yakınlarına ve gazilerimize hukuki, psikolojik ve sosyal alanlarda destek sağlamak amacıyla uygulamaya giren “Mehmedim Projesi” bu kapsamda uygulamaya giren projelerden biridir.
Dernek bunların dışında, Başkent Ankara’nın kültürel değerleri, mimarisi, doğası, altyapısı, beşerî sermayesi, ekonomisi ve diğer alanlarda gelişmesi ve tanıtılması konularında uluslararası düzeyde bilim, kültür ve sanat faaliyetleri de düzenlemektedir.
Ankara Kulübü Derneği Seymenleri ve Bacıerenleri, “27 Aralık 1919 Mustafa Kemal Atatürk’ün Ankara’ya Gelişi” yıldönümü başta olmak üzere, “13 Ekim 1923 Ankara’nın Başkent Oluşu ve 13 Ekim 1925 Ankara Kulübü’nün Kuruluş Yıldönümü” ve “5 Ekim 1922 Atatürk’ün Ankara Hemşerisi Oluşu” gibi Ankara’nın özel günlerinin yıldönümlerindeki törenleri ve anma programlarını gerçekleştirmektedir. Ayrıca tüm millî bayramlara, kamu yararına düzenlenen çok sayıda faaliyete, anma günlerine ve kültürel etkinliklere gönüllü katılım sağlamaktadır.
Seymen Alayı ve Kızılca Gün gelenekleri başta olmak üzere; Sinsin, Saya Gezmesi, Ferfene, Anadolu Bacıları (Bacıeren), Seyirlik Oyunlar, Halk Edebiyatı, Tören Yemekleri gibi köklü gelenekleri yaşatmaktadır.
Kısaca Ankara Kulübü Derneğimiz, Anadolu’yu bizlere öz vatan, bizleri Türk Milleti yapan, birçoğu Orta Asya’dan Anadolu’ya taşıdığımız çok sayıda geleneği ve kültürü yaşatan örnek bir dernektir.
Sonuç olarak Ankara Kulübü Derneğimiz, öz vatanımızdaki tüm derneklere, tüm gerçek Atatürkçü, milliyetçi ve vatansever bireylere örnek ve de önderlik yapan bir kurumdur.
Millet olarak sahip olduğumuz ve tarihten gelen tüm değerler, özetle; dil, gelenekler, sanat, inançlar sistemi, yaşayış tarzı millî kültürümüzü oluşturur. Kültür, bir toplumu diğer toplumlardan ayıran ve o topluma ait özel bir yaşam tarzıdır. Kültürel yapının zayıflaması, millî kimliğin yitirilerek millî devletlerin yok olması sonucunu doğurur.
Yapılan birçok kültürel faaliyete bizzat şahitlik yapmış hem bir vatandaş hem de bu derneğin bir üyesi olarak başta ben olmak üzere, tüm Türk Milleti adına Ankara Kulübü Derneğimize yaptıkları bu gönüllü kültürel hizmetlerinden dolayı sonsuz saygılarımızı ve şükranlarımızı gönderiyoruz.
19 Mayıs 1919 tarihi, İtilaf Devletleri’nin işgaline karşı Türk Kurtuluş Savaşı’nın başladığı gündür. 19 Mayıs sadece bir başlangıç değil; aynı zamanda milletimizin kararlılığının, inancının ve umudunun bir simgesidir. Atatürk bu günü bir bayram olarak Türk gençliğine armağan etmiştir.
Milletlerin dayandığı temel ilkelerin başında kültür gelir. Kültür vasıtasıyla iletişim kurar; ailevi, ahlaki yaşantımızı düzenler; tabiatla hatta düşmanlarımızla nasıl mücadele edeceğimizi biliriz. Kültüre bağlılık, kısaca dile, ahlaka, örf ve adetlere, tarihe, geleceğe bağlılıktır.
19 Nisan 2025 tarihinde Ankara Kızılay’da küçük bir gezinti yaptım. Bu gezinti sırasında öğrencilerin yoğun bulunduğu sokaklardaki dershanelerin, kafelerin, lokantaların ve büfelerin isimleri ile buralarda sunulan hizmetlerin büyük çoğunluğunun yabancı bir dilde olduğunu gördüm. Sadece bu yer isimleri değil, gençlerimiz bile yabancı görünümlü kıyafetler içindeydi.
Bu gezinti, geçmişte Kıbrıs’ın Lefkoşa, Girne ve Gazi Mağusa ile Antalya Kaş çevresini kapsayan Likya Yolu’nda yaptığım seyahatler ve de Sakarya Savaşı’nın en yoğun geçtiği Polatlı-Karatepe’de imkân bulduğum tarihi bir inceleme ziyaretiyle yıllardan beri beynimde yer alan bir konuyu yeniden sorgulamama imkân sağladı.
Yavru vatanımız Kıbrıs sanki yabancı bir ülkeydi. Gezdiğim bütün yerlerdeki isimler yabancıydı. Bütün mağaza, dükkân, bakkal, pastane, lokanta, oteller ve yemek isimleri ve okullar dahil her şey yabancı bir dille adlandırılmıştı. Ve herkes, biz Türklerle bile İngilizce konuşuyordu.
Yavru vatanımızdan ana vatanımıza geri döndük. Bir İngiliz kadını olan Kate Clow’un yazdığı kitap vasıtasıyla dünyaya tanıttığı rotalara uyarak Likya Yolu’nda 4 günlük doğa yürüyüşünde bulunduk. Ama yine, ben yavru vatanımız Kıbrıs’taki gibi ana vatanımız Türkiye’de değil idim. Gezdiğim bütün yerlerdeki isimler yabancıydı. Kaldığım pansiyon isimlerinden Kaş çevresinde bulunan bütün mağaza, dükkân, bakkal, pastane, lokanta, oteller ve her şey yine Kıbrıs’ta olduğu gibi yabancı bir dille adlandırılmıştı.
Buradan Ankara’ya döndük. Türkiye Cumhuriyeti’nin başkentine. Bahçelievler eski 7. Cadde’de bir gezinti yaptım. Yine ben, aynı Kıbrıs, Likya Yolu’nda olduğu gibi yabancı bir ülkedeydim. Aynı Kıbrıs ve Kaş çevresinde bulunan bütün mağaza, dükkân, bakkal, pastane, lokanta, oteller gibi, yine her şey yabancı bir dille adlandırılmıştı. Sadece bu yer isimleri değil, insanlarımız bile yabancı görünümlü kıyafetler içindeydi.
Son olarak Kurtuluş Savaşımızın en çetin geçtiği, 1200 mevcutlu tümenden 700 şehit vererek toprağa karışan şehit dedelerimizin bulunduğu bir tepe olan Polatlı-Karatepe’ye tarihi bir inceleme ziyaretinde bulundum.
Ve burada, şehit kanlarıyla sulanmış elime aldığım her kutsal toprak parçasında vatanımın bu sefer maddi olarak değil ama kültürel olarak işgal edildiğini, şehitlerimizin ruhları tarafından söylendiğini içimde hissettim.
Azerbaycan’a 2 ve 6 Ekim 2024 tarihlerinde toplam 4 gece 5 gün süren bir gezi gerçekleştirdik. Bu gezide Azerbaycan’ın Bakü, Gence ve Şeki bölgelerindeki kültürel yerleri ziyaret ettik.
Tüm gezi boyunca 2012 yılında Türkiye’de ilk kez bulunarak, Türkiye’de 6 ay eğitim alarak ayrılan bir Azerbaycanlı öğrencinin kendisine yaptığımız ankette, biz Türkiye’deki Türklere kültürümüz, adet ve geleneklerimiz ile ilgili düşüncelerini samimiyetle yazarak aktarmasını hep düşündüm. Azerbaycanlı öğrenci anket formuna bize şunları yazmıştı:
“Biz Azerbaycan ve siz Türkiye, hepimiz Müslümanız ve Türk’üz. Yaşam, inanç, kültür hemen hemen aynı. Düşünüyorum ki, biz Azerbaycan halkı olarak yıllarca Rusların kontrolünde kaldığımız halde, biz adet ve geleneklerimize siz Türkiye’de yaşayan Türklerden daha bağlıyız. Siz hep Avrupa’ya ve Amerika’ya benzemeye çalışıyorsunuz. Bırakın onlar size benzesin. Sizin geleneğinize saygı duysunlar.”
İşte gezi boyunca Azerbaycan’ı ve kültürünü yakından görünce, Azerbaycanlı öğrencinin büyük oranda haklı olduğunu anladım. Ancak biz, Türkiye’nin ve Türk halkının Avrupa’dan çok, özellikle Amerika’nın kültürel işgaline uğradığını daha iyi fark ettim.
Türkiye’de ve Kıbrıs’ta ortak eğlence mekânlarında ağırlıklı olarak yabancı müzikler çalarken, Azerbaycan’da ortak eğlence yerlerinde ağırlıklı olarak millî şarkılar ve türküler çalınmaktaydı. Unutulmamalıdır ki, dil sadece üzerinde kelimeleri taşımaz; dil, kendisini kullanan milletin kültürünü ve geleneklerini de üzerinde taşır ve aynı dili kullananlara aktarır.
Atatürk’ten sonra Batı ve özellikle Amerikan hayranlığı giderek yaygınlaşmıştır. Eğitim sistemi, medya ve kültür politikaları yeni nesilde millî kültürden uzaklaşmalara sebep olmuştur. Yabancı dille öğretim yapan orta dereceli okullar ve üniversitelerde millî kimliğin en önemli unsuru olan Türkçe, özellikle İngilizce’nin istilasına uğramıştır. Türk dili ve kültürü; basın, radyo, televizyon sayesinde giderek yozlaşmıştır. Kendi geçmişimden bu konuda bir örnek verecek olursam; sırf İngilizce’yi biz öğrencilere daha iyi öğretebilmek için bize ortak mekânlarda dinletilen yabancı şarkılar sebebiyle, kendi halk ve sanat müziğimize bir Türkiye’de yaşayan bir Türk olarak şu anda ne kadar uzak olduğumu görmekten şimdi büyük üzüntü duymaktayım.
Kısaca; Batı ve özellikle Amerika tarafından Türkiye’deki Türk millî kültürü yıpratılmıştır. Azerbaycan, Kıbrıs, Likya Yolu, Ankara ve Karatepe’de yaşadıklarım ve gördüklerim bu sürecin aynen işlediğini bana ispat etti ve yıllardan beri beynimde yer alan kültür emperyalizmini yeniden sorgulamama imkân sağladı.
Emperyalizmin bir yöntemi olan kültür emperyalizmi, en basit tanımıyla bir ülkenin kendi kültürel değerlerini ve ideolojisini başka bir ülkenin halkına benimsetmesidir. Bu, uzun soluklu bir harekettir ve nesiller boyu sürer. Buradaki temel amaç, insanların örgütlenmelerini engellemek; geleceği ve geçmişi olmayan, sadece gününü yaşamayı amaçlayan insan tipi yaratmaktır. Bu insanlar, tepkileri ve zevkleri önceden öngörülebilen, dolayısıyla kontrol altında tutulabilen kitlelerdir. Bir ülkede resmî dilin yerine yabancı ülke dillerinin yaygın olarak kullanılması, kültür emperyalizminin sonucudur.
İngiliz dilbilimci Prof. David Crystal tarafından 2000 yılında basılmış “Dillerin Ölümü (Language Death)” isimli kitapta, bir dilin hayati tehlikeye girdiğini haber veren emarelerden, bir de yok olma yolunda geçirdiği üç aşamadan bahsedilmektedir.
Birinci evre: Yabancı hâkim gücün dilinin konuşulması için ağır baskısı vardır. Baskı tepeden aşağı teşvikler ve devletin kanunları yoluyla; aşağıdan yukarı halkta özenti ve moda yaratılarak olmaktadır. İkinci evre: Çift dilli dönemdir. Ulusal dilin kullanım alanı azalmaktadır. Eğitim her düzeyde yabancı dilden yapılmaya başlanmış, her kesimden insanlar işi gücü bırakıp yabancı dili öğrenme yokuşuna sürülmüştür. Meslek, bilim yerine, hiç gereği olmayan yerlerde bile herkes yabancı dil sınavına girmekle meşguldür. Üçüncü evre: Gençler artık yabancı dili ulusal dilden daha iyi bilmektedir. Velilerle çocuklar kendi dillerinde konuşamaz duruma gelmiş, bir nesil sonra çift dillilik de kalmamış ve ulusal dilin yerini yabancının dili almış olacaktır.
Ve şehit kanları dökerek maddi olarak ele geçirdiğimiz vatanımızın şimdi kültür emperyalizmiyle yeniden düşmanlarımız tarafından işgal edilmek istendiğini ve bunda büyük yol aldıklarını gördüm.
Millî geleneklerimizi ve kültürümüzü geleceğin nesillerine, yani gençlerimize etkili bir şekilde öğretebilmek ve bunları onların hayatlarının temel değerleri olarak yerleştirebilmek maksadıyla Türkiye’deki eğitim sistemimiz yeniden sorgulanmalı ve gerekli tüm tedbirler alınmalıdır. Bu konuda çok kapsamlı ve titiz bir çalışmaya ihtiyaç bulunmaktadır.
Sonuçta millet olarak sahip olduğumuz ve tarihten gelen millî dilimiz Türkçe başta olmak üzere geleneklerimiz, sanatımız, inançlarımız, yaşayış tarzımız, millî kültürümüzü oluşturur. Kültür, bir toplumu diğer toplumlardan ayıran ve o topluma ait özel bir yaşam tarzıdır. Kültürel yapının zayıflaması, millî kimliğin yitirilerek millî devletlerin yok olması sonucunu doğurur.
Bu yazımla aynı düşünceleri içeren başka bir yazımı geçmişte, “FETÖ mensupları hep tutuklandı, FETÖ lideri bile öldü, sonrası nasıl olacak?” diye merak edildiğinde yazmıştım. Şimdi ise bu yeni yazımı, “Bölücü Terör Örgütü PKK kendini kapatacakmış ve lideri zaten hapishanede; bundan sonra terör biter mi acaba?” diye sorgulandığında yeniden yazmak zorunda kaldım.
Bugün, Ermeni terör örgütü ASALA ve Bölücü Terör Örgütü PKK’nın ortaya çıkışlarından başlayarak geçirdiği tüm evrelerin ve taktik uygulamalarının bir şablon gibi üst üste oturduğunu dikkatli bir gözlem sonucu artık daha iyi görmekteyiz.
Aslında XVIII. ve XIX. yüzyılda Ermeni sorununu çıkaran ve taraf olan büyük ülkeler ile yakın zamanda Ermeni terör örgütü ASALA ve Bölücü Terör Örgütü PKK’ya taraf olan ülkelerin aynı oldukları artık tarihî bir gerçektir.
1984’te yoğun eylemlere başlayan Bölücü Terör Örgütü PKK, kurucu lideri Abdullah Öcalan’ın Millî İstihbarat Teşkilatı’nın operasyonu ile 15 Şubat 1999’da yakalanarak Türkiye’ye getirilmesi ile yurt içi eylemlerini eskiye oranla azaltarak yurt dışında faaliyetlerini ağırlıklı olarak sürdürmüştür.
Bölücü Terör Örgütü, yurt içi eylemlerini azaltmak zorunda kalınca, eskiden beri yedek olarak hazırlanan yeni bir vekâlet savaşçısı 1999 yılından sonra Türkiye için daha etkin şekilde görevlendirilmiştir. Bu sefer Fethullahçı Terör Örgütü (FETÖ); sözde eğitim, Türk kültürünü tanıtma, dinler arası diyalog ve din düşmanlarıyla mücadele maskelerini kullanarak yurt içinde ve dışında gizli bölücü faaliyetlerini artırmaya başlamıştır.
15 Temmuz 2016 tarihinde ise Cumhuriyetimizi, Anayasal düzenimizi bozmaya, Devletimizi yıkmaya ve Millî İrademize karşı hep gizlediği gerçek niyetini ortaya koyarak hain bir darbe girişiminde bulunmuş; ancak başaramamıştır. FETÖ mensupları hep tutuklanmış ve FETÖ lideri bile ölmüştür.
Şu sıralar ise Bölücü Terör Örgütü kendi silah bırakacak ve kendini lağvedecekmiş denilmektedir.
Acaba terör Türkiye’de bitecek mi?
Vekâlet savaşları, devletlerin birbirlerine fiilen saldırmadığı, ancak üçüncü bir taraf vasıtasıyla mücadele halinde olduğu savaşlardır. Bu üçüncü taraf, paralı askerler, bir başka devlet veya siyasi/dinî terörist gruplar olabilir. Genellikle büyük devletler, nüfuz alanlarını genişletmek için piyon terörist unsurları kullanarak bu savaşı gerçekleştirirler.
Geçmiş tarihimiz boyunca biz Türkler, ilk önce üzerimize derin hedefleri bulunan Çin; ardından Şark Meselesi takipçileri İngiltere, Fransa, Rusya, Almanya ve sonrasında Büyük Ortadoğu Planı’nı uygulayan ABD tarafından hep vekâlet savaşları ile uğraştırılarak hiçbir zaman rahat bırakılmamıştır.
Yakın tarihimizde ve günümüzde de Türkiye’de yukarıda işaret edilen bazı büyük devletler tarafından kullanılan piyon terörist örgütler vasıtasıyla hâlen vekâlet savaşları icra edilmektedir.
Şimdi herkes, “Bölücü Terör Örgütü PKK lideri zaten hapishanede ve örgüt silahlarını bırakıp kendini kapatacakmış; sonrası nasıl olacak?” diye merak etmektedir.
Cevap o kadar belli ki: Biz Türk milleti olarak hâlâ uyanmaz ve gerekli tedbirleri almaz isek, ASALA, PKK ve FETÖ gibi vekâlet savaşçıları büyük güçler tarafından kendilerine verilen görevleri hep yapmaya devam ederken, yine büyük güçler tarafından yeni vekâlet savaşçıları bulunacak ve kullanılacaktır.
Nisan ayının son günü, bu fani hayatta beni çok üzen bir haber aldım. Çocukluğumda her zaman, askerliğe 14 yaşında ilk ayak bastığım Maltepe Askerî Lisesi’nde okurken ise her hafta sonu bana gönlünü ve evini, aynı rahmetli annem gibi açan Emine Teyzem vefat etti.
Öz annem gibi sevdiğim Teyzem, sen gidiyorsun ama başta ben olmak üzere bizler seni hiçbir zaman unutmayacağız.
Bizler senin hakkını nasıl ödeyeceğiz? Hepimiz senin için Allah’ımıza dualar ediyoruz. Bizler sana gönül sevgisi ile hakkımızı helal ediyoruz.
Bizler artık senin arkandan Allah’ımıza, seni cennette Peygamberimize komşu yapması için hep dualar edeceğiz.
Sen bizlere çok büyük dersler verdin. Bir insanın arkasında bırakabileceği en büyük miras sadece bir hoş seda imiş. Sen bunu, ben dâhil gönül sevgini ulaştırabildiğin tüm insanlara yaptığın tüm iyiliklerle hepimize ispatladın.
Bizler senin arkandan mutlaka üzüleceğiz. Ancak Allah’ımıza gönül sevgisiyle senin için yaptığımız dualarımızı kabul eder ve izin verirse, 2 Mayıs Cuma günü öğle namazını müteakip bizler seni hoş sedalarla cennete uğurlamak için, bu dünyadaki senin son yolculuğunun yapılacağı İzmir’de bulunacağız inşallah.
Bizler sana hakkımızı hep helal ediyoruz. Ama… ama sen gitmeden önce bizlere hakkını helal etmiş miydin?
İnsanlığın bilinen tarihi, 5000 yıl ötesine kadar uzanmaktadır. İnsanlık, bilinen tarihi süreç içerisinde devamlı savaş halinde olmuştur. İnsanlar binlerce yıldır birbirini öldürmekte, birbirini yok etmek için harp silah ve araçları geliştirmektedir. En önemli buluşlar, hep insanın bir diğer insanı öldürmesi için kullanılmıştır.
Cornell Üniversitesi’nde Milton Leitenberg’in 2006 yılında yapmış olduğu “20. Yüzyıldaki Çatışma ve Savaşlarda Ölüm” isimli çalışmada; iç savaşlarda, sivil savaşlarda ve devletler arası savaşlarda ölen kişilerin istatistikleri sunuluyor. Araştırmaya göre:
“1945’ten 2000 yılına kadar olan çatışma ve savaşlarda yaklaşık 41 milyon kişinin öldüğü tespit edilmiş.”
Diğer araştırmalarda tespit edilebilen bilgilere göre sadece son 10 yıldaki savaşlarda 2 milyon çocuk ölmüş. 6 milyon çocuk sakat kalmış. 12 milyon çocuk evsiz, 1 milyondan fazla çocuk öksüz veya yetim kalmış. 10 milyon çocuk psikolojik sarsıntı geçirmiş ve on binlerce çocuk tecavüz ve işkenceye uğramış.
Dünya Gıda Programı’nın Başkanlığını yapmış olan David Beasley’in, dünyanın en zengin isimlerine yaptığı “açlığı bitirmek için harekete geçin” çağrısı çok dikkat çekici.
Dünya Gıda Programı Başkanı şu çağrıyı yapmış: “Açlıktan ölme riskiyle burun buruna olan dünyada bugün 42 milyon kişi var. Onları kurtarmak için 6 milyar dolar lazım.”
Bu çağrıyı gazetede okuyunca, hemen daha önce bulduğum aşağıdaki bilgiler beynimde acılar saçarak çınladı:
“Bugün dünyada, 2000 yılı verilerine göre, sadece bir dakikalık askeri harcamaya 1,9 milyon dolar ayrılıyor. Yani herhangi bir yerde 2 saatlik zamanda 230 milyon dolar silahlanmaya gidiyor. Küresel şiddetin bir yıllık bedeli ise tam 13,8 trilyon dolar.
Eğer tüm dünya sadece 8 gün askeri harcama yapmayı bırakırsa, dünyadaki tüm çocuklara 12 yıl boyunca eşit ve kaliteli eğitim sağlanabilir.”
Acaba, dünyada birbirini öldürmek için silahlanmaya harcanan paralar; siz çocuklarımızın eğitimine ve açlığına harcansa idi, insanlığın şu andaki durumu ne olurdu?
Bizler eski insanlar akıllı olsaydık, şu anda yaşanan bu zulümler, bu savaşlar, bu acılar, bu işkenceler, bu açlıklar, bu yokluklar, bu insanlık dramları hiç yaşanır mıydı?
Çocuklarımız, sizler Allah’ımızın biz insanlara verdiği en büyük nimet olan aklınızı hep kullanarak her zaman vicdan sahibi olun.
Sizler önce insan ve Allah’ımıza hayırlı birer kul olun.
Çocuklarımız, sizler biz eski insanlar gibi hiçbir zaman olmayın.
Çocuklarımız, biz insanlık olarak sizlere böyle bir dünya bıraktığımız ve yaşattığımız için sizlerden özür diliyoruz.
19 Nisan 2025 tarihinde Ankara Kızılay’da küçük bir gezinti yaptım. Bu gezinti sırasında öğrencilerin yoğun bulunduğu sokaklardaki dershanelerin, kafelerin, lokantaların ve büfelerin isimleri ile buralarda sunulan hizmetlerin büyük çoğunluğunun yabancı bir dilde olduğunu gördüm. Sadece bu yer isimleri değil, gençlerimiz bile yabancı görünümlü kıyafetler içindeydi.
Bu gezinti, geçmişte Kıbrıs’ın Lefkoşa, Girne ve Gazi Mağusa ile Antalya Kaş çevresini kapsayan Likya Yolu’nda yaptığım seyahatler ve de Sakarya Savaşı’nın en yoğun geçtiği Polatlı-Karatepe’de imkân bulduğum tarihi bir inceleme ziyareti, yıllardan beri beynimde yer alan bir konuyu yeniden sorgulamama imkân sağladı.
Yavru vatanımız Kıbrıs sanki yabancı bir ülke idi. Gezdiğim bütün yerlerdeki isimler yabancıydı. Bütün mağaza, dükkân, bakkal, pastane, lokanta, oteller ve yemek isimleri ve okullar dâhil her şey yabancı bir dil ile adlandırılmıştı. Ve herkes, biz Türklerle bile İngilizce konuşuyordu.
Yavru vatanımızdan ana vatanımıza geri döndük. Bir İngiliz kadını olan Kate Clow’un yazdığı kitap vasıtası ile dünyaya tanıttığı rotalara uyarak Likya Yolu’nda 4 günlük doğa yürüyüşünde bulunduk. Ama yine ben, yavru vatanımız Kıbrıs’taki gibi, ana vatanımız Türkiye’de değil idim. Gezdiğim bütün yerlerdeki isimler yabancıydı. Kaldığım pansiyon isimlerinden Kaş çevresinde bulunan bütün mağaza, dükkân, bakkal, pastane, lokanta, oteller ve her şey yine Kıbrıs’ta olduğu gibi yabancı bir dil ile adlandırılmıştı.
Buradan Ankara’ya döndük. Türkiye Cumhuriyeti’nin başkentine. Bahçelievler eski 7. Cadde’de bir gezinti yaptım. Yine ben, aynı Kıbrıs ve Likya Yolu’nda olduğu gibi, yabancı bir ülkedeydim. Aynı Kıbrıs ve Kaş çevresinde bulunan bütün mağaza, dükkân, bakkal, pastane, lokanta, oteller gibi yine her şey yabancı bir dil ile adlandırılmıştı. Sadece bu yer isimleri değil, insanlarımız bile yabancı görünümlü kıyafetler içindeydi.
Son olarak Kurtuluş Savaşı’mızın en çetin geçtiği, 1200 mevcutlu tümenden 700 şehit vererek toprağa karışan şehit dedelerimizin bulunduğu bir tepe olan Polatlı-Karatepe’ye tarihi bir inceleme ziyaretinde bulundum.
Ve burada, şehit kanları ile sulanmış, elime aldığım her kutsal toprak parçasında, vatanımın bu sefer maddi olarak değil ama kültürel olarak işgal edildiğini, şehitlerimizin ruhları tarafından söylendiğini içimde hissettim.
Emperyalizmin bir yöntemi olan kültür emperyalizmi, en basit tanımıyla bir ülkenin kendi kültürel değerlerini ve ideolojisini başka bir ülkenin halkına benimsetmesidir. Bu, uzun soluklu bir harekettir ve nesiller boyu sürer. Buradaki temel amaç, insanların örgütlenmelerini engellemek; geleceği ve geçmişi olmayan, sadece gününü yaşamayı amaçlayan insan tipi yaratmaktır. Bu insanlar, tepkileri ve zevkleri önceden öngörülebilen, dolayısıyla kontrol altında tutulabilen kitlelerdir. Kültür emperyalizmi günümüzde daha çok kitle iletişim araçlarıyla ve çok uluslu şirketler aracılığı ile uygulamaya geçirilmektedir. Bir ülkede resmi dilin yerine yabancı ülke dillerinin yaygın olarak kullanılması, kültür emperyalizminin sonucudur.
İngiliz dilbilimci Prof. David Crystal tarafından 2000 yılında basılmış “Dillerin Ölümü (Language Death)” isimli kitapta, bir dilin hayati tehlikeye girdiğini haber veren emarelerden, bir de yok olma yolunda geçirdiği üç aşamadan bahsedilmektedir. Birinci evre: Yabancı hâkim gücün dilinin konuşulması için ağır baskısı vardır. Baskı, tepeden aşağı teşvikler ve devletin kanunları yoluyla, aşağıdan yukarı halkta özenti ve moda yaratılarak olmaktadır. İkinci evre: Çift dilli dönemdir. Ulusal dilin kullanım alanı azalmaktadır. Eğitim her düzeyde yabancı dilden yapılmaya başlanmış, her kesimden insanlar işi gücü bırakıp yabancı dili öğrenme yokuşuna sürülmüştür. Meslek, bilim yerine hiç gereği olmayan yerlerde bile herkes yabancı dil sınavına girmekle meşguldür. Üçüncü evre: Gençler artık yabancı dili ulusal dilden daha iyi bilmektedir. Velilerle çocuklar kendi dillerinde konuşamaz duruma gelmiş, bir nesil sonra çift dillilik de kalmamış ve ulusal dilin yerini yabancının dili almış olacaktır.
Kıbrıs, Likya Yolu, Ankara ve Karatepe’de yaşadıklarım ve gördüklerim, bu sürecin aynen işlediğini bana ispat etti ve yıllardan beri beynimde yer alan kültür emperyalizmini yeniden sorgulamama imkân sağladı. Ve şehit kanları dökerek maddi olarak ele geçirdiğimiz bu yerlerin, kültür emperyalizmi ile yeniden düşmanlarımız tarafından işgal edildiğini bizzat ana vatanımda ve yavru vatanımda yerinde gördüm.
Kendisine çok şey borçlu olduğumuz Atatürk, Türk dilinin korunmasının gerekliliğini özellikle vurgulamış ve “Millî duygu ile dil arasındaki bağ çok kuvvetlidir. Dilin millî ve zengin olması, millî duyguların gelişmesinde başlıca etkendir. Ülkesini, bağımsızlığını korumasını bilen Türk Milleti, dilini de yabancı diller boyunduruğundan kurtarmalıdır.” demiştir.
Millet olarak sahip olduğumuz ve tarihten gelen tüm değerler; özetle dil, gelenekler, sanat, inançlar sistemi, yaşayış tarzı millî kültürümüzü oluşturur. Kültür, bir toplumu diğer toplumlardan ayıran ve o topluma ait özel bir yaşam tarzıdır. Kültürel yapının zayıflaması, millî kimliğin yitirilerek millî devletlerin yok olması sonucunu doğurur.
Türkiye Emekli Subaylar Derneği (TESUD)’nin 41’inci kuruluş yıldönümü, 8 Nisan 2025 Salı günü Anıtkabir’de düzenlenen törenle kutlanmıştır. Tören kapsamında Ulu Önder Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün mozolesine çelenk sunulmuş, şeref defteri imzalanmıştır.
Anıtkabir’de Atamızın mezarı ve ruhu huzurunda yapılan bu tören sırasında Türkiye Emekli Subaylar Derneği Genel Başkanı Emekli Hava Pilot Korgeneral Dr. Erdoğan Karakuş tarafından Anıtkabir Şeref Defteri’ne yazılan ve katılanlara okunan aşağıdaki yazı bana çok derin mesajlar vermiş ve bu köşe yazısını yazmama ilham olmuştur.
Ulu Önder Atam, Türkiye Emekli Subaylar Derneği’nin kuruluşunun 41’inci yıldönümü nedeniyle, Mustafa Kemal’in askerleri olan silah arkadaşlarımla huzurundayız. Son birkaç yıldır ülkemizin çevresi ateş çemberi haline geldi. Ancak sadece şu anda görevdeki Silahlı Kuvvetlerimiz değil, biz emekli subaylar olarak da vatanın bütünlüğünü, milletin birliğini korumak için her türlü göreve hazırız. Bu görevi ilkeleriniz doğrultusunda, “Yurtta Barış, Dünyada Barış” görüşünüzün tatbikini, Türk Dünyası’nı daha fazla kapsayacak tarzda uygulanmasını sağlayacak şekilde yapmaya da hazırız. Özellikle Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti ve komşu ülkelerdeki Türk Dünyası mensuplarının korunması, Türkiye’nin barış içinde yaşamasının teminatıdır.
Ulu Önder Atam; Silah arkadaşlarımız ve onları sonsuz destekleyen aileleri, ülke ve milletimizin güvenliği için oluşabilecek tehlikelere karşı her göreve hazırdır. Rahat uyu Atam,
Dr. Erdoğan Karakuş Emekli Hava Pilot Korgeneral Türkiye Emekli Subaylar Derneği Genel Başkanı
Bu törende bulunan ve bu metinde yazanları dinleyen emekli bir subay olarak, ilk aklıma Türk tarihi ve ilk gönlüme Türk Dünyası geldi. Bugün Rusya’nın Ukrayna’ya saldırıları halen devam ediyor ve tüm büyük devletler bu saldırıyı sadece sözlü tepkilerle izlemeye devam ediyor. Bugün Amerika’nın desteğindeki İsrail’in Filistin ve Ortadoğu’daki derin planlarını gerçekleştirdiği insanlık katliamı devam ediyor. Ve yine büyük devletler sadece sözlü tepkilerle bu insanlık katliamını izlemeye devam ediyor. Şimdi Amerika ve Çin arasında yeni başlayan ekonomik savaş, tüm dünyaya yayılmak üzere. Bugün tarih ilminin bizleri aydınlatabildiği büyük devletlerin, I. Dünya Savaşı sonrası Osmanlı Devleti toprak paylaşımı konusunda kendi aralarında anlaşmazlık çıkmasını önlemek için yaptığı gizli anlaşmalardan olan İstanbul (1915), Londra (1915), Sykes-Picot (1916), St. De Maurienne (1917) anlaşmalarını yapmışlardır. Bu anlaşmalara benzer şekilde bugün Ukrayna, Filistin, Ortadoğu ve Türk Dünyası için gizli anlaşmalar yapılmış olabilir.
1945 yılında, 2. Dünya Savaşı’nın bitmesinden sonra “Dünya barışı ve huzurunu korumak amacıyla” Birleşmiş Milletler (BM) kurulmuştur. Birleşmiş Milletler, kuruluşunda kendi misyonunu “Adalet ve güvenliği, ekonomik kalkınma ve sosyal eşitliği, uluslararası tüm ülkelere sağlamayı amaç edinmiş küresel bir kuruluş” şeklinde tanımlamaktadır. Halbuki BM’nin kurulmasından sonra tek bir yıl savaşsız geçmemiş ve 20. yüzyılda ölen insan sayısının yaklaşık üçte biri bu dönemde ölmüştür.
Dünyadaki savaşları bitirmek için kurulmuş BM Güvenlik Konseyi on beş ülkeden oluşmakta olup, bu üyelerden beşi daimi üye statüsündedir ve mutlak veto yetkisine sahiptir. Bu ülkeler Amerika, Rusya, Çin, İngiltere ve Fransa’dır. Stockholm Uluslararası Barış Araştırmaları Enstitüsü’nün 2011 yılı dünya silah ticareti tablosuna göre; son 200 yıllık dünya tarihi içinde, dünyaya en çok silah satan ülke isimleri arasında Amerika, Rusya, Almanya, Fransa ve İngiltere ilk beş içinde yer alıyor. Ve şimdi Çin, bu devletleri geçme aşamasına gelmiştir.
Geçmiş genel tarihimizde Çin içimizdeki işbirlikçilerle anlaşır, kaybeden biz; Rusya – İngiltere anlaşır, kaybeden biz; Ermeni-Rus-Fransız-Amerikan-Yunan anlaşır, kaybeden biz; İngiliz-Fransız anlaşır, kaybeden biz; İsrail-Amerika anlaşır, kaybeden biz; Amerika-Avrupa anlaşır, kaybeden biz. Kısaca hepsi içimizdeki yerli işbirlikçilerle anlaşırlar, kaybeden biz; vatan sınırlarımızın hemen dışındaki işbirlikçilerle anlaşırlar, kaybeden biz; biz yine biz Türkler. Yine Araplar hep bizim kardeşimiz ve bizim gibi onlar da Müslümanlar derken, Arap yöneticilerinin birer piyon olarak büyük devletler tarafından seçildiklerini ve bize karşı I. Dünya Savaşı’nda olduğu gibi hâlâ kullanıldıklarını biz Türkler hiç hesaba katmadık. Yine biz Türkler kaybettik. Ancak geçmiş genel tarihimizdeki bize karşı yapılan tüm anlaşmalara ve verdiğimiz kayıplara rağmen biz Türkler hep ayakta ve bağımsız kaldık.
Geçmiş dünya ve Türk tarihinden alınan dersler, dünyadaki barış için güçlü bir devlet olmayı, caydırıcı ittifaklar kurmayı ve sert tedbirler almayı şart koşmaktadır. Dünyada Türkiye ve Türk Dünyası olarak barış içinde yaşamak istiyorsak önce güçlü birer devlet olmalı ve de Ermenilere karşı Azerbaycan-Türkiye kardeşliği örneğinde olduğu gibi kardeş Türk dünyası devletleri ile gerektiğinde karşı tarafa askerî güç de kullanabilecek güçlü bir ittifak kurmalıyız.
Bugün Türkiye, Azerbaycan, Kazakistan, Türkmenistan, Özbekistan, Kırgızistan, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti birer bağımsız Türk devletidir. Bu devletlere ilaveten özerk Türk cumhuriyetleri vardır. Altay Cumhuriyeti, Başkurtistan, Kabardey-Balkarya Cumhuriyeti, Çuvaşistan Cumhuriyeti, Dağıstan Cumhuriyeti, Doğu Türkistan, Gagavuzya, Hakasya, Karaçay-Çerkes Cumhuriyeti, Karakalpakistan, Nahçıvan, Tataristan, Tuva Cumhuriyeti ve Yakutistan özerk Türk devletleridir. Bu Türk devletleri çok kritik bir coğrafyaya ve enerji kaynaklarına sahiptir.
Bağımsız ve özerk Türk devletlerinin yanında, bugün var oluş mücadelesi yapan İran’da Azeriler, Kaşkaylar, Kaçarlar; Rusya’da Nogaylar, Ahıska Türkleri, Terekemeler ve Karay Türkleri; Yunanistan, Bulgaristan ve eski Yugoslav devletlerinde Balkan Türkleri; Irak’ta Türkmenler; Suriye’de Oğuz Türkmenleri; Çin’de Uygurlar, Salarlar ile dünyanın diğer coğrafyalarında Halaçlar, Şahsevenler, Naymanlar ve Avrupa Türkleri gibi burada isimlerini saymaya imkân bulamadığımız daha birçok Türk kökenli topluluklar bulunmaktadır. Bugün dünyada yaşayan Türklerin toplam nüfusu, Çinliler ve Hintliler’den sonra Türkleri dünyanın en kalabalık 3. nüfusu yapmaktadır.
Haydi artık, Türkiye Cumhuriyeti’nin tüm Türk Dünyası Devletlerine; Türk Milletinin ise öz kardeşlerine gerçek barış getirmek için liderlik etme zamanı gelmiştir. Haydi, “Yurtta Sulh, Cihanda Sulh” diyerek tüm dünyaya barış getirmek için Gazi Mustafa Kemal Atatürk önderliğinde yaktığımız bağımsızlık ve özgürlük meşalemizi aynı inanç ve kararlılıkla ikinci yüzyılımıza taşıyalım ve de sömürüye karşı direnen tüm dünya insanlığına ve devletlerine biz Türkler ve Türkiye Cumhuriyeti Devleti örnek olalım.
Emekli bir subay ve Emekli Subaylar Derneği’nin bir üyesi olarak derneğimizin 41’inci kuruluş yıldönümünü kutluyor ve bana Türk Dünyası üzerine bu yazıyı yazmama bu törende Anıtkabir Şeref Defteri’ne yazdığı yazı ile ilham olduğu için Erdoğan Karakuş Komutanımıza teşekkür ediyorum. Bizler emekli subaylar olarak, “Yurtta Sulh, Cihanda Sulh” için her zaman, aynı Atamız Mustafa Kemal Atatürk gibi görev yapmaya hazırız.
Dünyadaki nükleer güç dahil bütün harp silah ve araçlarındaki son yıllardaki gelişim durumu göz önüne alındığında, artık ülkelerin birbirleriyle klasik konvansiyonel harp esasına dayalı bir savaş yapmasının çok büyük hayati riskler taşıdığı tespit edilmektedir. Günümüzde askerî yönden zayıf ülkeler bile sahip oldukları uzun menzilli roket, füze sistemleri ve diğer gizli nükleer silahlarıyla güçlü devletleri etki altına alabilmektedir. ABD, Rusya, Çin ve Batılı devletler gibi güçlü olduğu değerlendirilen devletlerin ise birbirleriyle mevcut bu silah sistemleriyle savaşmaları, tarafların sonuçta tamamen yok olmalarına sebep olacaktır.
Dünya’daki hiçbir güç böyle büyük bir tehlikeyi göze alamadığı için, yeni savaş yöntemleri bulmak amacıyla büyük bir araştırma yapılmıştır. Yakın dünya tarihi incelendiğinde, artık savaşların büyük çoğunluğunun küresel güçler tarafından devletlerin birbirlerine karşı kışkırtılması ve iç sorunlarının derinlemesine irdelenmesiyle ortaya çıktığı görülmektedir. Çıkan bu savaşlar ve devlet içindeki iç mücadeleler, sonuçta küresel güçlerin bu bölgelerdeki enerji kaynaklarına ve stratejik noktalara hâkim olmasıyla sonuçlanmaktadır.
Bu konuda en yoğun çalışan ülkelerden biri olan Amerika’nın eski Kara Kuvvetleri Kurmay Başkanı General George W. Casey Jr.’ın “21. Yüzyılın Ordusu” adlı makalesindeki tespitleri konuyu aydınlatıcı niteliktedir:
“21. yüzyılın tehlikeleri ve zorlukları gittikçe belirgin hale gelmiştir. ABD’nin dış tehditlere karşı içeride güvende olduğu algısı, 11 Eylül’de yıkılmıştır. O zamandan beri savaş halindeyiz. Bu, küresel aşırı siyasi akımlarla uzun vadeli ideolojik bir savaştır. 21. yüzyılın bu çatışmaları, ortaya çıkan güvenlik ortamının habercisidir. Önümüzdeki yıllarda ABD; karmaşık, dinamik, ulusal güvenlik ile müttefik ve dostlarımızın kolektif güvenliğine yönelik beklenmedik zorluklarla karşı karşıya kalacaktır. Bu zorluklar, değişik biçimlerde; kara, hava, deniz, uzay ve siber uzay gibi alanlarda, genel savaştan barışçıl rekabete kadar uzanan geniş kapsamlı bir mücadele olarak ortaya çıkacaktır. Bu ortamda başarılı olmak için Savunma Bakanlığımız, savunma stratejisinde bir denge prensibi geliştirmiştir. Bu dengeler; gelecekteki çatışmalara hazırlık için şu anki mücadeleye karşı tepki dengesi, konvansiyonel savaşa karşı gayri nizami harbe hazırlanma dengesi ile dengeyi korumak için gerekli olan kültürel değişikliklere karşı bize güven veren kültürel avantajlar arasındaki dengedir.”
Amerika gibi açık istihbarat kaynaklarında, diğer ülkeler üzerinde en çok yeni savaş yöntemlerini uyguladığı iddia edilen bir ülkenin bile bu tehdide yönelik tedbirler alması, dikkate değer bir husustur.
Kısacası, tam isabetli ve güçlü silahlar, günümüz savaşlarının şeklini değiştiriyor. Sanayi Çağı boyunca savaşçıların amacı, ağırlıklı olarak düşmanı yıpratmak ve imha etmek üzerineydi. Çatışmayı sürdüremeyecek hale getirmek için düşmanın üzerine güçlü patlayıcılar atılırdı. Bu yeni “namert savaş” konseptinde ise amaç, düşmanı yıpratmak yerine, zamanında Çinlilerin atalarımıza yaptığı gibi, düşman hatlarının sinir sistemi olan halklara, orduların manevi ve kültürel değerlerine, komuta birimlerine, bilgisayar ağlarına—yani savaş mekanizmasını yönlendiren unsurlara—gayri nizami harp teknikleriyle saldırmaktır.
Bu savaşta düşman, akıl ve bilimi; devletleri, milletleri ve orduları yok etmek için silah üretmek veya asker kullanmak yerine, tek bir mermi dahi atmadan ve hiçbir kayıp vermeden, bu devletleri kendi menfaatleri doğrultusunda hareket etmeye zorlamaktadır.
Bu şekilde, düşman hiçbir silah kullanılmadan kendi içinde çatışmaya ve bölünmeye sürüklenerek, enformasyon savaşıyla yok edilebilir ve istenilen davranışa mecbur bırakılabilir. Böyle savaşlar, maliyet-etkinlik analizi çerçevesinde incelendiğinde, çok ucuz ve konvansiyonel harbe göre çok daha etkilidir. Bu savaşın yöntemleri çeşitlidir ve halen geliştirilmektedir.
Son yıllarda Irak, Mısır, Tunus, Cezayir, Fas, Yemen, Bahreyn, Suudi Arabistan, Ürdün, Libya ve Suriye’de olduğu gibi Ortadoğu ve Kuzey Afrika’daki iç çatışmalar, bu duruma en somut örneklerdir. Türkiye’nin de 1984’ten beri bölücü terör örgütüne karşı yürüttüğü İç Güvenlik Harekâtları ve FETÖ terör yapılanması göz önüne alındığında, yeni savaşların önümüzdeki dönemde de bu yönde ilerleyeceği anlaşılmaktadır.
Aslında bu yeni olduğu iddia edilen gayri nizami harp teknikleri, tarih boyunca uygulanmıştır. Bir oryantalist, “Eğer bir milletin medeniyetini tahrip etmek istiyorsanız, üç yol vardır” demiştir:
Aile yapısını tahrip edin.
Eğitim sistemini çökertin.
Rol modellerini ve referanslarını küçümseyin, alçaltın.
M.Ö. 500’lerde yaşamış ve “Savaş Sanatı” adlı eserin yazarı Sun Tzu ise şöyle der:
“Bütün savaşlar aldatmaya dayanır. Düşmanı aldatmak için yem verin, karışıklık taklidi yapın ve onu çökertin.”
Sun Tzu, kitabında düşmanı çökertmek için şu teknikleri önermektedir:
“Hasım ülkelerin hakanlarının ve yöneticilerinin başarılarını, kişiliklerini küçük göstererek, iyi olan şeyleri gözden düşürünüz.”
“Yöneticilerin ve askerlerin şöhretlerine gölge düşürünüz ve zamanı geldiğinde kendi halkının onları hor görmesini sağlayınız.”
“Düşman halkın kendi aralarındaki çelişki, düşmanlık, uyuşmazlık ve kavgalarını yayınız.”
“Hasmınızın geleneklerini gülünç hale getiriniz. Kültürünü çökertiniz.”
“Etki ajanları ve vatan haini casuslar yaratınız. Ülkeyi içten fethediniz.”
“İnsan beynindeki savaşı kazanınız. Önce düşmanı yenileceğine ikna ediniz! İnsan beynindeki savaşı kazanırsanız, yenik bir düşmanla savaşırsınız! O zaman güçsüz bir ordunuz olsa bile mücadele edebilirsiniz.”
“İnsan beynindeki savaşı kazanmak için, önce kendinizi çok güçlü, düşmanınızı da çok güçsüz gösteriniz.”
Yukarıdaki teknikler, Sun Tzu’nun önerdiği propaganda yöntemlerinden sadece birkaçıdır ve yüzyıllardır Çin’in başta Türkler olmak üzere komşu devletlerine başarıyla uygulanmıştır.
Yeni olduğu iddia edilen bu savaşlar—yani gayri nizami harp veya namert savaş—aslında tarih boyunca uygulanmış ve halen uygulanmaktadır.
Biz insanlar olarak su gibi akan zaman içinde ömrümüzü şuursuzca tüketiyoruz. Samimi bir eski okul arkadaşımdan alarak zamanında not defterime “Mutlu Olmanın Sırrı” adlı bir yazı yazmışım. Yazı, hayatın özetini ne kadar da güzel anlatıyor:
“Önce evlendiğimizde hayatın daha iyi olacağına inandırırız kendimizi. Evlendikten sonra, bir çocuğumuz doğduktan hatta ardından bir tane daha olduktan sonra hayatın daha iyi olacağına inandırırız kendimizi. Sonra çocuklar yeterince büyük olmadıkları için kızar, onlar büyüyünce daha mutlu olacağımıza inanırız. Bundan sonra ergenlik dönemlerinde çocuklarla uğraşmamız gerektiği için öfkeleniriz. Kendimize, çocuklarımız bu dönemden çıkınca daha mutlu olacağımızı, yeni bir araba alınca, güzel bir tatile çıkınca, emekli olunca, yaşantımızın dört dörtlük olacağını söyleriz. Gerçek ise şu andan daha iyi bir zaman olmadığıdır. Eğer şimdi değilse, ne zaman?… Hayatınız her zaman mücadelelerle dolu olacaktır. En iyisi bunu kabul edip her ne olursa olsun mutlu olmaya karar vermektir. Mutlu olmak için içinde bulunduğunuz andan daha iyi bir zaman olduğuna karar vermek için beklemekten vazgeçin. Mutluluk bir varış değil, bir yolculuktur. Pek çokları mutluluğu insandan daha yüksekte ararlar, bazıları da alçakta. Oysa mutluluk insanın boyu hizasındadır. Unutmayın, yarın kimseye vaat edilmemiştir.”
Şimdi 57 yaşında ve kendi tecrübelerim sonucu bu nottan yeni çıkardığım ders: Zaman hiç kimse için beklemez. Öyleyse;
Okulu bitirene kadar,
Çok para sahibi olana kadar,
Çocuklarınız olana kadar,
Çocuklarınız evden ayrılana kadar,
İşe başlayana kadar,
Evlenene kadar,
Cuma gecesine kadar,
Pazar sabahına kadar,
Yeni bir araba ya da ev alana kadar,
Borçları ödeyene kadar,
İlkbahara kadar,
Yaza kadar,
Sonbahara kadar,
Kışa kadar,
Maaş gününe kadar,
Şarkınız söylenene kadar,
Emekli olana kadar,
Ve ve…
Ölene kadar “BEKLEMEYİN”…
Unutmayın, “YARIN KİMSEYE VAAT EDİLMEMİŞTİR.”
Bizler Türk milleti olarak mutlu olmak istiyorsak, tarihten gelen öz kültürel değerlerimizin temeli olan insana her zaman sahip çıkmalıyız. Annelerimizi, babalarımızı, eşlerimizi, çocuklarımızı, kardeşlerimizi, arkadaşlarımızı, komşularımızı, akrabalarımızı ve birbirimizi asla ihmal etmemeliyiz. Onları mutlu etmeliyiz, sevmeliyiz, gönüllerini almalıyız, ellerini tutmalıyız, dinlemeliyiz ve her daim yanlarında olduğumuzu onlara hissettirmeliyiz. İşte o zaman en mutlu millet ve en mutlu insanlar oluruz.
Haydi, bu kutsal Ramazan Bayramı’nda yeniden mutlu bir millet ve mutlu insanlar olmak için bir başlangıç yapalım. Haydi, bu Ramazan Bayramı’nda hep beraber annelerimizi, babalarımızı, eşlerimizi, çocuklarımızı, kardeşlerimizi, arkadaşlarımızı, komşularımızı, akrabalarımızı ve birbirimizi ziyaret edelim. Haydi, artık sanal değil gerçek bir bayram yapalım ve mutlu olalım.
2019 yılı Mart ayında, memleketim olan Isparta’da babamı ziyaret etmekte idim. Eski bir tarihçi ve eğitimci olan babamın kitaplarını karıştırırken, bir kitabın içinde el yazısı ile yazılmış Çanakkale Savaşı ile ilgili bir yazı buldum. Babama, “Bu nedir?” diye sorduğumda, bu yazının geçmişte Çanakkale Zaferi için bir il merkezinde yapılan bir törende kendisinin yaptığı bir konuşma olduğunu söyledi. Yazıyı okuyunca çok duygulandım. “Bir zafer bu kadar duygusal anlatılmaz,” diye düşündüm ve babamın yaptığı bu konuşmadan bazı kesitleri sizlerle paylaşmayı düşündüm. Benim tek yaptığım, ilk girişte dipnotta belirttiğim bir tarih kitabından aldığım giriş bölümü ve yazının sonundaki 4 cümledir. Kısacası, bu yazıyı babam Bayram Şen ve oğlu ben Tuğtigin Şen beraber yazdık.
Birinci Dünya Savaşı içinde önemli bir yer teşkil eden Çanakkale Savaşları, önce deniz savaşı, daha sonra da kara savaşı olarak gerçekleşmiştir. İngiltere ve Fransa, Osmanlı Devleti’ni savaş dışında bırakmak ve Rusya ile bağlantı kurarak Almanya ve Avusturya’ya karşı üstünlük sağlamak için Çanakkale Boğazı’nı geçerek İstanbul’u kontrol etmek istemişlerdir. Bu amaçla güçlü donanmaları ile 18 Mart 1915’te Çanakkale Boğazı’na saldırmışlardır. Ancak bu güçlü donanma, isabetli top ateşi ve mayınların boğazı tıkamasıyla beklenmedik bir yenilgiye uğramıştır. Deniz yoluyla geçemedikleri Çanakkale Boğazı’nı bu kez karadan istila ederek aşmak amacıyla Seddülbahir ve Arıburnu bölgelerine çıkarma harekatı düzenlemişler ama yine başarı gösteremeden 1916 yılının başında geri çekilmişlerdir.
Tarih kitaplarında yukarıdaki örnekte olduğu gibi bir paragrafta özetlendiğini gördüğümüz bu zafer, aslında derin bir kültürel ve milli bir duygunun tekrar şahlanışının yıl dönümüdür.
Bugün gururla andığımız Çanakkale Zaferi’nin özellikleri, diğer savaşlardan daha başka bir görünüm arz etmektedir. Bu zaferde, iman ve azmin kuvvet ve teknikle mücadelesi vardır. Burada mananın maddeye üstünlüğü vardır. Burada hakkın kuvvete üstünlüğü vardır. Burada yüce Türk Milleti’ne Allah’ın yardımı vardır.
Bugün, bu savaşların en yoğun geçtiği Gelibolu Yarımadası’nı dolaşırsanız, nefesiniz kesilir, soluk almakta güçlük çekersiniz ve bu savaşı bütün haşmetiyle hissedersiniz.
Burada 63 eriyle Ertuğrul Koyu’na çıkan altı bin düşman askerini savaşarak geri atan Ezineli Yahya Çavuş’un mücadelesini, burada Mehmet oğlu Seyyit’in 269 kilo ağırlığındaki gülleyi namluya yerleştirmesini, burada düşman tarafından atılan bombaları daha patlamadan yine düşmana atan Mehmet Çavuş’u hissedersiniz. Burada karşılıklı atılmış iki merminin havada kenetlenmiş olduğunu görürsünüz.
Burada düşman toplarının cehennemi ateşine rağmen susmayan Ertuğrul Tabyası, Orhaniye Tabyası, Hamidiye Tabyası’nı hissedersiniz.
Burada tarihin en büyük donanması Boğaz’da ilerlerken, onların arasından sessizce Nusret Mayın Gemisi ile mayın döşeyen Yüzbaşı Hakkı’yı hissedersiniz.
Burada on eri ile bir düşman taburu ile savaşarak şehit olmuş Bigalı Mehmet Çavuş’u hissedersiniz.
Burada 57. Alay’ın hâlâ ayakta duran siperlerini görürsünüz.
Burada liseden ve fakülteden yeni mezun olmuş aydın bir gençliğin vatan için şehit olarak yok olduğunu anlarsınız.
Burada askerlerine, “Size savaşmayı değil, ölmeyi emrediyorum,” diyen Mustafa Kemal’in sesinin kulaklarınızda çınladığını hissedersiniz.
Burada Mustafa Kemal’in aşağıda ifade ettiği yüksek ruhu yeniden yaşarsınız:
“Karşılıklı siperler arasındaki mesafe sekiz, on metre, yani ölüm muhakkak… Birinci siperdekilerin hiçbirisi kurtulamamacasına düşüyor, ikinci siperdekiler onların yerine geliyor, fakat ne kadar imrenilecek bir soğukkanlılık ve tevekkülle biliyor musunuz?.. Öleni görüyor, üç dakikaya kadar öleceğini de biliyor ve en ufak bir çekinme bile göstermiyor. Sarsılmak yok… Okuma bilenler Kuran’ı Kerim okuyor ve Cennet’e gitmeye hazırlanıyorlar. Bilmeyenler Kelime-i Şahadet çekerek yürüyorlar. İşte bu Türk askerindeki ruh kuvvetini gösteren hayret ve tebrike değer bir örnektir. Emin olmalısınız ki, Çanakkale muharebesini kazandıran bu yüksek ruhtur.”
Ama burada göklere yükselen Fransız ve İngiliz mezar anıtları yanında, bu yüksek ruha sahip atalarımızın mütevazi mezar taşlarını ve anıtlarını görürsünüz.
İşte burada, elinize alacağınız şehit kanları ile sulanmış her toprak parçasında, vatanımızın ne kadar kutsal olduğunu görürsünüz ve bütün şehitlerimizin bizlere baktığını içinizde titreyerek hissedersiniz.
Ve burada, Mehmet Akif Ersoy’un Çanakkale Şehitleri şiirinin son satırında şehitlerimiz için yazdığı aşağıdaki ifadesinin ne kadar doğru olduğunu anlarsınız:
Bayraklar üzerindeki şekil, renk ve semboller; devletlerin, milletlerin inançlarını, düşüncelerini ve hafızalarında derin izler bırakan hatıralarını yansıtır. Bayrakların üzerindeki şekiller, özellikle devletler için önemli konuları işaret eder. Örnek olarak, İngiliz bayrağındaki birbirine kaynaşmış üç haç şekli, İngiltere, İskoçya ve İrlanda’nın birleşik vaziyetine işarettir. ABD’nin bayrağındaki elli yıldız, Amerika’yı oluşturan eyalet sayısını ifade etmektedir. Eski SSCB bayrağında, kızıl zemin üzerindeki orak çiftçileri; çekiç ise işçileri sembolize eder.
Bayraklardaki renklerin de devletler için önemli anlamları vardır. Meselâ, Fransa; ihtilâlden sonra bayrağının renklerini belirlerken, krallık zamanından beyazı, ihtilâlden kırmızıyı ve Paris’in eski alâmeti olarak maviyi almış ve üç renkli Fransız bayrağını oluşturmuştur. Almanya, Belçika, Hollanda, İtalya gibi bazı Avrupa devletlerinin bayrakları üç renklidir. Bu bayraklarda üç renk kullanılması, teslis inancını sembolize etmektedir. Japonların bayrağındaki kırmızı daire ise Japon Budizmi’ndeki ilâh anlayışını sembolize eder.
Bayraklardaki semboller, genellikle milletlerin ve devletlerin dinî yönlerini ortaya çıkarmaktadır. Danimarka, Finlandiya, İsveç, Norveç, İsviçre, Yunanistan gibi bazı devletler de bayraklarında Hristiyanlığın sembolü olan haça yer vermişlerdir. Kore bayrağındaki bir daire içinde bulunan iç içe iki “S” de bu devlet için dinî bir anlam taşır. Kezâ, Eski Çin bayrağındaki ejderha resmi de Çin’deki an’anevî kültürün izlerini yansıtır. Suudi Arabistan bayrağındaki ‘Kelime-i Tevhid’ ile İran bayrağındaki ‘Allah’ lâfzı da, inancın bayrakta sembolize edildiğine birer örnektir.
Bayraklar üzerindeki bu şekil, renk ve sembollere genel olarak baktıktan sonra, Türkiye ve Türk Milleti için derin mesajlar taşıyan üç bayrağa daha ayrıntılı bakmalıyız. Belki bu üç bayrak, bizlere niçin Avrupa Birliği’ne hâlâ alınmadığımızı ve vatanımızın doğu ve güneydoğu bölgeleri ile çevre ülkelerde yaşanan terör ve savaşlar hakkında derin mesajlar verebilir.
AVRUPA BİRLİĞİ BAYRAĞI
Avrupa Birliği’nde (AB) ortak değer Hıristiyanlıktır. AB bayrağında ve paraları Euro üzerinde Hıristiyanlığı sembolize eden amblemler bulunmaktadır. Üye ülke sayısı artmış olmasına rağmen, AB bayrağındaki 12 yıldız ya da başında 12 taşlı taç bulunan Meryem Ana resmi değişmemektedir. Çünkü bunlar ülkeleri değil, Havarileri temsil etmektedir. Havariler, Hz. İsa’nın İncil’i yaymak ve vaaz vermekle görevlendirdiği yardımcılarıdır. Havarilerin isimleri şunlardır: Petrus, Andreas, Yuhanna, Büyük Yakup, Filipus, Thomas, Bartholomaeus, Matthias, Küçük Yakup, Şemun, Yehuda ve Taddeus.
‘’Gökte ulu bir belirti görüldü. Güneşi kuşanmış bir kadın, ayaklarının altında ay, başında 12 yıldızdan bir taç’’ (Vahiy 12-1). Meryem Ana’nın başındaki taçtan ayrı olarak, Meryem Ana’nın geleneksel mavi pelerini de AB bayrağının zemin rengidir. Nitekim, AB bayrağının tasarımını yapan ve koyu bir Katolik olduğu bilinen Arsene Heitz, dizaynı hazırlarken Meryem Ana figüründen esinlendiğini açıklamıştır.
İSRÂİL BAYRAĞININ ANLAMI
Bugünkü İsrail bayrağı, beyaz zemin üzerinde üstte ve altta iki mavi çizgi ve bu çizgilerin ortasında altı köşeli mavi Siyon yıldızından oluşur. Beyaz, dünyadır, yeryüzüdür. Bayrağın ortasındaki altı köşeli yıldız ise Siyon yıldızıdır. Filistin’in başkenti Kudüs’te bulunan Siyon Dağı’nda yeniden kurulmak istenen Tanrı Krallığı’nı simgeler. Bu yıldızın bulunduğu alan, Yahudîler’in vatanı olan Arz-ı Mevud ya da kendilerine Allah tarafından vaat edildiğini savundukları kutsal topraklardır.
Arz-ı Mevud’un, yani Yahudî vatanının kutsal sınırlarını ise bayraktaki Siyon yıldızının altından ve üstünden geçen iki mavi çizgi belirlemektedir. Bu mavi çizgiler, Yahudî kutsal topraklarının sınırlarını işaret etmek içindir. Nitekim, Arz-ı Mevud’un hudutları, Tevrat’ta Nil ile Fırat nehirleri arasındaki coğrafya olarak gösterilmiştir (Tevrat, Tekvin, Bâb 15).
Peki, bu sınır çizgileri neresidir? Bu çizgiler, Nil ve Fırat nehirleridir. Kongo (eski Zaire), Uganda, Etiyopya (Habeşistan), Sudan ve Mısır topraklarında akan Nil Nehri ile Türkiye, Suriye ve Irak topraklarında akan Fırat Nehri’dir.
TÜRK BAYRAĞININ ANLAMI
Osmanlılar, çoğunlukla üç hilalli yeşil ve kırmızı bayrağı kullanmıştır. Bir hilal ve sekiz köşeli yıldız bulunan kırmızı bayrak, ilk defa 1793’te III. Selim Han döneminde devletin resmî bayrağı olarak kabul edilmiştir. Sultan Abdülmecid zamanında yıldızın beş köşeli olması kararlaştırılmış (1842) ve Osmanlı bayrağının şekli kesinleşmiştir. Osmanlı’nın son döneminde şekillenmiş olan bu bayrak, Cumhuriyet döneminde de kullanılmıştır. 22 Ekim 1925’te Sancak Tâlimâtnâmesi ile bayrağımızın kesin şekli belirlenmiş; 29 Mayıs 1936’da ise, 2994 numaralı Türk Bayrağı Kanunu’yla bayrağımız bugünkü hâlini almıştır.
Hilal ve yıldızın anlamına gelince; ‘haç’ nasıl Hristiyanlığın sembolü olmuşsa, ‘hilal’ de tarih boyunca İslâm’ın, Tevhid inancının ve Müslüman toplumlarının sembolü olagelmiştir. Yıldız, çok eskiden beri birçok toplum tarafından kullanılan bir sembol olmakla birlikte, Türk bayrağına Osmanlı’nın son döneminde girmiştir. Bayrağımızın rengi de, ‘Bayrakları bayrak yapan üstündeki kandır!’ mısrasında ifade edildiği gibi, şehitlerimizin kanlarını sembolize etmektedir. ‘Al’, Türk milleti için âdeta millî bir renk olmuştur.
Şimdi, belki bu üç bayrağın üzerinde taşıdığı derin mesajlar, bizlere niçin Avrupa Birliği’ne hâlâ alınmadığımızı ve vatanımızın doğu ve güneydoğu bölgeleri ile çevre ülkelerde yaşanan terör ve savaşlar hakkında derin mesajlar ve dersler verebilir.
Dr. M. Tuğtigin ŞEN Emekli Albay Araştırmacı Yazar
İçinde bulunduğumuz Ramazan ayında, değerli bir din görevlisi, orucun sevabını götüren ve orucun manevi açıdan bozulmasına neden olan bazı sebepleri bir sosyal paylaşım sitesinde sıralamış. İlk olarak yalan söylemek, sonrasında gıybet etmek, hile yapmak, öfke ile çevreye saldırmak ve en son olarak kul hakkı yemek diye bitirmiş. Bu paylaşımı okuyunca çok etkilendim, derin düşündüm.
İnsanlık, devlet ve millet olarak çok büyük sıkıntılar çektiğimiz bu süreçte, bir kitaptan okuduğum ve farklı internet sitelerinden öğrendiğim iki olay bana çok derin mesajlar verdi. Bu iki olayı sizlerle paylaşmak istiyor ve sonra sizleri benimle beraber düşünmeye davet ediyorum.
Birinci olay, zamanımızdan yaklaşık 100 yıl yani bir asır önce olmuştur. Bu olay, Tolga Uslubaş’ın Şu İlginç Tarihimiz adlı kitabında daha açık yer almaktadır (CNR Stüdyo, İstanbul, 2013, s.34).
Çanakkale Savaşı zamanı, Kocadere köyünde büyük bir sargı yeri kuruldu. Kimi Urfalı, kimi Bosnalı, kimi Adıyamanlı, kimi Gürünlü, kimi Halepli çok sayıda yaralı getirildi. Bunlardan biri, Lapseki’nin Beybaş köyündendi ve yarası oldukça ağırdı. Zor nefes alıp vermekteydi. Alçalıp yükselen göğsünü biraz daha tutabilmek için komutanının elbisesine yapıştı. Nefes alıp vermesi oldukça zorlaştı ama tane tane kelimeler döküldü dudaklarından:
‘’Ölme ihtimalim çok fazla. Ben bir pusula yazdım, arkadaşıma ulaştırın.’’
Tekrar derin nefes aldı ve defalarca yutkundu.
‘’Ben… Ben köylüm Lapseki’li İbrahim Onbaşı’dan 1 Mecit borç aldı idim. Kendisini göremedim, belki ölürüm…. Ölürsem söyleyin hakkını helal etsin.’’
‘’Sen merak etme evladım,’’ dedi komutanı, kanıyla kırmızıya bulanmış alnını eliyle okşadı. Ve az sonra komutanının kollarında şehit oldu ve son sözü de;
‘’Söyleyin hakkını helal etsin’’ oldu.
Oraya sürekli yaralılar getirilmeye devam ediyordu. Bunlardan çoğu daha sargı yerine ulaştırılmadan şehit düşüyordu. Şehitlerin üzerinden çıkan eşyalar, künyeler komutana ulaştırılıyordu. İşte yine bir künye ve yine bir pusula gelmişti. Komutan daha gözyaşlarını silmeye fırsat bulamadan pusulayı açtı, hıçkırarak okudu satırları ve olduğu yere yığılıp kaldı. Ellerini yüzüne kapattı, ne titremesine ne de gözyaşlarına engel olamıyordu.
Pusulada aynen şunlar yazılıydı;
‘’Ben Beytaş köyünden arkadaşım Halil’e 1 Mecit borç verdiydim. Kendisi beni göremedi. Biraz sonra taarruza kalkacağız. Belki ben dönemem. Arkadaşıma söyleyin ben hakkımı helal ettim.’’
İkinci olay ise yakın zamanlarda bütün internet sosyal paylaşım sitelerinde yer aldı.
Bir Çinli soruyor;
‘’Müslüman iş adamları bize gelip almak istedikleri sahte ürünlerin üzerine uluslararası markaları yazmamızı istiyorlar. Ancak onları yemeğe götürdüğümüzde bize sorduğumuz yemeklerin helal olup olmadığını soruyorlar. Merak ediyorum, İslam dininde sahtekârlık yapmak ve taklit ürün satmak helal mi?’’
Bir Çinlinin bu soruyu sorması, aşağıdaki bilgileri kafamızda çınlatıyor.
Peygamberimiz bir hadîs-i şerîflerinde şöyle buyurmuşlardır:
“Şehîdin, kul hakkı dışındaki bütün günahlarını Allah Teâlâ mağfiret eder.” (Müslim, İmâre, 119)
Canını Allah yolunda kurbân eden şehît için durum böyle olursa, diğer insanların çiğnedikleri kul haklarını helâlleşmeden affettirmelerinin mümkün olmadığı açıkça anlaşılır. Yüce Rabbimiz, kendisine karşı işlenen hatâ ve günahları affettiği hâlde, kul hakkını bunun dışında tutmuştur. Kul hakkını affetmeyi, zulme uğrayan kulunun irâdesine bırakmıştır. Dolayısıyla, herhangi bir kul hakkı sebebiyle tevbe edecek olan kişinin, evvelâ hakkını yediği kimseden helâllik alması şart koşulmuştur.
Bizlerin ataları, bütün olumsuz şartlara rağmen bütün bu temel hüküm ve değerleri biliyor ve uyguluyorlardı. Şimdi bana derin mesajlar veren, kendimin hâlâ sorguladığı soruları sizlere soruyorum.
Acaba bizlerin hakları yeniliyor mu?
Acaba kul hakkı yiyenler, Allah’ımıza bir gün hesap vereceklerini bilmiyorlar mı?
Ben şahsen, benim, milletimin ve devletimin haklarını yiyenlere hakkımı helal etmiyorum. Siz ediyor musunuz?
Teğmen rütbesi ile bir subay olarak ilk birliğimde çok mutlu ve huzurlu bir şekilde ilk ayımı geçirmiş ve görevime büyük bir azimle devam ediyordum. Yıllardan 1992 idi. Saat 09:00 gibi Tabur Komutanımızın habercisi yanıma koşarak geldi ve beni komutanımızın acilen çağırdığını bildirdi. Tabur Komutanım ile o zamana kadar hiç bire bir bulunmadığımdan, koşarak fakat beynimde binlerce soru işareti ile derhal makamında karşısına çıktım. Muvazzaf subaylık hayatımdaki ilk Tabur Komutanımdan bana verdiği bire bir ilk emrini alıyordum.
Tabur Komutanım biraz sıkıntılı bir şekilde bana şu emri verdi: “Teğmenim, şimdi beni üst birliğimizden aradılar. Bir emekli Albay vefat etmiş, cenazesi köyünde öğle namazını müteakip kaldırılacakmış. Bir manga asker ve bir subay ile bu cenaze törenine Türk Silahlı Kuvvetlerini temsilen katılmamız emrini aldık. Bu saatte bu emri yerine getirebilmemiz çok zor, çünkü köyün sadece adını biliyoruz ve hiç kullanmadığımız bir yoldan bu köye ulaşmamız çok sıkıntılı, bunu biliyorum. Şimdi sana görev tipi emir veriyorum. Bu emir yöntemi size Harp Okulunda öğretildi. Acilen birliğinden bir araç çıkart, 10 tane asker alarak bu cenazeye Türk Silahlı Kuvvetlerini temsilen katıl.”
“Emredersiniz!” diyerek komutanımızın yanından ayrılarak koşarak birliğime gittim. 10 asker seçtim, kıyafetlerini, teçhizatlarını ve silahlarını kontrol etmeyi müteakip, elimde o an için bulabildiğim bir karayolu haritasına bakarak cenaze törenine katılmak üzere intikal etmeye başladık. O köye nasıl gidilecek, bu yoğun trafikte bu büyük araçla nasıl hareket edeceğiz, cenazede asker olarak ne yapılır gibi kafamda binlerce sorunun çözümünü düşünerek, psikolojik olarak yıpratıcı ve yorucu bir yolculuğun sonunda tam öğle namazı ezanı okunurken köye ulaştık.
Köy camisinin avlusunda yanında hiçbir insanın bulunmadığı bir tabut vardı. Aracı durdurttum ve askerlerimi tabutun yanına dizdim. Biraz sonra öğle namazı sonrası camiden 3 köylü çıkarak yanıma geldiler. Bana, “Biz bu Albayı hiç tanımıyoruz ama bizim köylü imiş. Cenazesinin kaldırılması ve gömülmesi için köyümüze hastaneden istek gelince burada kendi memleketinde gömelim dedik ve Askerimize de cenazede bize yardımcı olsunlar diye haber gönderdik. Sağ olun sizler gelmişsiniz,” diyerek elimi sıktılar ve cenaze için beraber tertip aldık. Camiden çıkan sadece bu üç köylünün ve imamın katılımı ile icra edilen cenaze namazını müteakip, emekli Albayımızı diğer dünyaya askerlerimin sırtında uğurladık. Ama nasıl bir uğurlama…
Subaylık hayatımda ilk defa bir cenaze sebebi ile gözlerim hafifçe yaşardı ama bunu askerlerime ve cenazeye katılan 3 köylüme belli etmemek için büyük çaba harcadım. Aklımda binlerce soru belirdi. Ben ve askerlerim buraya bir emirle ve acilen gelmiştik. Bana bu emri vermek durumunda kalan komutanım da bu emri çok sıkıntılı vermişti. İçimde tarif edilemez bir merak duygusu belirdi. Benim için çok büyük bir rütbe sahibi bir Albay ölüyor, kimsenin haberi yok, cenazesine katılan 3 köylüsü bile bu Albayımı tanımıyor. Acaba ne olmuştu?
Cenazenin defni sonrası bu sefer, köye gelişimin aksine büyük bir sükunet ve düşünce içindeki bir ruh hali ile tekrar birliğime geri döndüm. Tabur Komutanıma verdiği emri vukuatsız olarak yerine getirdiğimize dair tekmil verdim. Beni kutladı, verdiği görev tipi emri çok iyi icra ettiğimi belirterek, odasında bana çay ısmarladı ve yanımda üst birliğimizi arayarak, verilen emri vukuatsız olarak icra ettiğimiz bilgisini ulaştırdı.
Bu emekli Albayımızın niçin böyle defnedilmek durumunda kaldığını ne yazık ki ben de emekli bir Albay olduğum 2025 yılına kadar yaptığım bütün araştırmalarıma rağmen öğrenemedim. Bu gerçeği ne yazık ki kendi hayatımdan daha yeni öğrenebildim.
Babam Isparta ili Sütçüler İlçesinin Kuzca Köyünden olduğu için nüfus bilgilerimde memleketim olarak atalarımıza saygıdan dolayı hiç değiştirmeyi düşünmediğim Kuzca Köyü yazılıdır. Babamı köyde ilk kez üniversite okuyabilen ve önemli devlet memuriyetleri yapabilen bir kişi olduğu için herkes bilir ama beni sadece babamın subay oğlu olarak çok az kişi bilir. Ben de köyde kimler yaşar tam bilmem. Annemin babası Mehmet dedem ise çok eskiden Isparta Sütçüler ilçesinden sütçülük yapıp geçimini sağlamak için ailesi ile birlikte Ankara’ya yerleşmiş. Rahmetli annem, babam askerlik vazifesini yaparken bana hamile olması ve Ankara’da ailesinin yanında bulunması sebebi ile Ankara’da doğmuşum.
Babamın memuriyet görevlerinden dolayı memleketim olan Isparta’ya ilk kez 11 yaşında ailece gelebildik. Bir yıl ilkokul ve 3 yıl ortaokulu Isparta’da okumayı müteakip Maltepe Askeri Lisesini 1983 yılında kazanarak askerliğe adımımı attım. 1983 tarihinden beri şanslı yıllarda en fazla Isparta’da 15 gün kalabildim. Bugün Isparta’ya gitsem hayatta kalabilmiş birkaç aile dostu ve akrabam hariç hiç kimse beni tanımaz.
Atalarımız ne güzel söylemiş: “Gözden uzakta olan, gönülden de uzakta olur.”
Subay çıktıktan sonra görev yaptığım yerlerde ortalama 2 veya 3 yıl kaldım. Görev gereği hep yurdumun başka başka yerlerinde bir seyyah gibi dolaştım. Silah arkadaşlarım da benim gibi hep yer değiştirdiler.
2008 yılında bir askeri faaliyet sebebi ile 6 yıl önce ayrıldığım Lüleburgaz’a tekrar gittiğimde çok sevindim. Derhal yoğun mesailerle zamanında görev yaptığım kışlama gittim. Kışla yine benim geçmiş yıllarımdaki gibi yoğun faaliyetlerle ve çok askerle dolu idi. Geçmişte kışladaki bütün herkesi tanırken, şimdi kimseyi tanımıyordum.
Eski Batarya Komutanlığı yaptığım Bataryama koşarak gittim, eski bildiğim toplar, araçlar, tesisler aynen duruyordu ama tanıdığım hiçbir insan yoktu. Benim zamanımdaki tüm rütbeli askerler benim gibi vatanımızın başka diğer yerlerine tayin olmuş, vatan görevini ifa eden vatansever askerlerim ise terhis olmuşlardı. Birbirimizle bir daha en fazla bir telefon konusması ile ulaşabilme imkânı bulabilmiştik. İlçe merkezine indiğimde önceden tanıdığım sivil arkadaşlarımı da bulamadım. Görev yaptığım ve yaşadığım bu yerle hiçbir yaşayan bağlantım kalmamıştı. Bir anda çok duygulandım ve hüzünlendim. Ne acı ama gerçek.
Görev yaptığım Samandıra’ya, Malazgirt’e, Sarıkamış’a, Erzurum’a tekrar gitsem acaba manzara aynı mı olacak? En uzun süre görev yaptığım Polatlı’ya tekrar gitsem kimleri buralarda bulabilirim? Acaba yine mi “Gözden uzakta olan, gönülden de uzakta olur.”?
30 Ağustos 2012 tarihinde Albay olmuş, artık bir subayın alabileceği son rütbeye ulaşmıştım. Artık yerimi arkamdan gelen Türk ordusunun yetiştirdiği genç Türk askerlerine onurum ve şerefim ile zamanında bırakma vakti gelmişti. Artık emeklemeden emekli olmaya karar vererek 2014 yılında emekli oldum.
Görev geçmişime baktığımda ise bütün bu harp sahalarının hepsinde gerilla harbinden füze savaşlarına ve klasik harp sahalarına kadar bütün harp sahalarının hepsinde gerektiğinde kullanılmak üzere yurdumun bütün köşelerinde görev yaptığımı tespit ediyorum. Hatta yurt dışında Bosna ve Amerika’da bile bulundum. Bu süreçlerde yabancı askerler de dâhil askerlerimi, hep düşmanımızı nasıl yeneriz diye yetiştirmiş ve yönlendirmiştim.
Bu acımasız insanlık içinde can damarlarım olan vatanımı, devletimi, milletimi, ailemi bir asker olarak bu zamana kadar koruyabilmekten ve dünya barışına kısmen hizmet etmekten şeref duyuyorum.
Emekli Albayımızın niçin böyle defnedilmek durumunda kaldığını o zaman yaptığım bütün araştırmalarıma rağmen öğrenememiştim. Yıl 2025, Albayımın vefatı 1992… Tam 33 yıl sonra ben de emekli bir Albay olarak bu acı gerçeği kendi hayatımdan öğrenebildim.
Askerlik hayatımda şehit cenazeleri ve anneciğimin cenazesi hariç hiçbir yakınımın cenazesinde görevlerim gereği bulunamamıştım. Bütün sıralı akrabalarım vefat etmiş, onların vefat haberleri bana babacığım tarafından görev gereği telefonumun açık olabildiği kısıtlı zamanlarda çocuğumun doğumunda olduğu gibi hep sonra iletilebilmişti. Şehit arkadaşlarımın çoğunun şehit olduklarından görevlerimin yoğunluğu sebebi ile hep sonradan haberim olmuştu. Artık emekli oldum ve ölüm sırası artık bize geldi. Gerçekten de büyük anne ve babalar, amcalar, yengeler, dayılar ve annem artık bu dünyada değiller.
Nüfus kağıdıma tekrar baktığımda nüfusa kayıtlı olduğum yerin Isparta – Sütçüler İlçesi Kuzca Köyü olduğunu görmekteyim. Acaba cenazem nüfus kayıtlarımda bulunan köyüme veya Isparta’ya gönderilse kaç kişi beni tanır, silah arkadaşlarımın haberi olur mu? Acaba benim cenazeme de görev gereği bir Teğmen komutasında 10 asker gönderirler mi?
Bir bayram günü Ankara’da bulunan Devlet mezarlığına gittiğimde askerliğin en büyük rütbesi olan Orgeneral rütbesindeki Komutanlarımızın mezarlarının ziyaretçisiz ve ıssız kalırken, birkaç kilometre uzaktaki halk mezarlığında ise merhumların sevenleri ve akrabaları tarafından ziyaretçi akınına uğraması beni çok şaşırtmıştı.
Emekli Albayımızın niçin böyle defnedilmek durumunda kaldığını, o büyük rütbelere sahip komutanlarımızın mezarlarının niçin ziyaretçisiz kaldığını şerefli askerlik geçmişim bana artık öğretti. Daha yeni…
Ancak eminim ki, devletimiz, milletimiz ve aziz ordumuz hayatını vatanın her köşesinde ve yurt dışında hizmet ederken memleketinden ve sevdiklerinden hep uzak kaldığı için yalnızlaşan askerlerini hiçbir zaman unutmayacak ve onları hep koruyacaktır.
Devlet Mezarlığı, 1988 yılında açılmıştır. Devlet Mezarlığı’na Cumhurbaşkanları, İstiklâl Savaşı Komutanları, TBMM Başkanları ve Başbakanlar defnedilmektedir. Devlet Mezarlığı alanı yaklaşık olarak 536.124 metrekaredir. Devlet Mezarlığı; Atatürk Orman Çiftliği arazisi içinde, Gazi Mahallesi, Silahtar Caddesi, Yenimahalle – ANKARA adresinde, Ankara’ya hâkim bir tepe üzerinde yer almaktadır. Mezarlığı gündüz saatlerinde, hafta sonu, resmi ve dini tatiller dâhil, haftanın her günü ziyaret edebilirsiniz.
Devlet Mezarlığı’nda yer alan 121 mezarın 60 adedi Cumhurbaşkanları, TBMM Başkanları ve Başbakanlara ait iken, 61 adedi ise İstiklâl Savaşı Komutanlarına aittir.
Devlet Mezarlığı’nda bulunan Anıt Simge’nin altında yer alan Anıtsal Duvar, mezarlıkta yatanların adlarından oluşmuş ve bitmemiş bir duvar görüntüsündedir. Bu da Cumhuriyetimizin sürekliliğinin ve gelişiminin ifadesidir. Bundan sonra da Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanları, TBMM Başkanları ve Başbakanlar için yeni bir taş konularak örülmesine devam edilecektir.
İşte Devlet Mezarlığı’nı 25 Şubat 2025 tarihinde, öğleden sonra 15.00 gibi ziyaret ederken çok şaşırdım. Mezarlıkta benden başka hiçbir ziyaretçi yoktu. Çok duygulandım ve derin düşüncelere daldım. Zamanında Cumhurbaşkanı, TBMM Başkanı, Başbakan iken onları karşılamak için benim de içinde bulunduğum törenler ve onlar için yapılan günler süren hazırlıklar aklıma geldi.
Doğan Cüceloğlu’nun bir insan hayatını özetleyen aşağıdaki tespiti, tüm insanlar için ne kadar muhteşem bir ders niteliğinde: “Makam, mevki, rütbe, unvan; bunların hepsi cekettir. Ceketi asar bir yere gideriz. Arkamızda sadece insanlığımız kalır ve öldüğümüzde sadece çıplaklığımızı götürebiliriz bu dünyadan.”
Hiç düşündük mü acaba, aslında biz insanlar bu dünyada sadece bir mezar içinde yer almak için çalışıyoruz. Bu dünyada arkamızdan bırakabileceğimiz en büyük miras ise sadece hoş bir seda.
Medya, toplumun fikirlerini, değerlerini, inançlarını ve davranışlarını şekillendirmede önemli bir rol oynar. İçinde yaşadığımız çağda medyanın artık dördüncü kuvvet olarak tanımlanması, yani onun yasama, yürütme ve yargıdan sonra gelmesi, sanırız onun önemini ortaya koymak açısından anlamlıdır. Bundan dolayı bazı büyük güçler medyayı başka amaçlarla kullanmaktadırlar. Bu konuda yaşadığım üç olayı sizlere aktarmak istiyorum.
Birinci olay, 11 Eylül’den önce, Amerikalı bir bayan gazeteci, kadınlarla erkeklerin toplumdaki yeri hakkında bir yazı dizisi hazırlamak için Afganistan’a gitmiş. Gözlemleri sırasında ilk dikkatini çeken, kadınların kocalarının beş adım gerisinden yürüdükleri imiş. Amerika’nın bu ülkeye sözde demokrasi götürdükten sonra, aynı gazeteci tekrar Afganistan’a gittiğinde ise bu sefer bir görmüş ki, kadınlar önden gidiyor, erkekler eşlerini beş adım geriden takip ediyorlar. Kadın gazeteci bu duruma çok şaşırmış ve hemen bir kadına yaklaşıp sormuş: “Bu inanılmaz değişimin sebebi nedir?” Afgan kadın cevap vermiş: “Mayınlar…”
Yukarıdaki bu bilgi, benim de dahil olduğum bir sosyal medya paylaşım sitesinde yer aldığında çok ilgimi çekti, gülerek ve hayretle okudum. Aradan tam beş dakika geçmişti ki, bu paylaşım için başka bir kişi hemen bizlere şu bilgiyi ulaştırdı: “Ben bu gazeteci kadını tanıyor ve takip ediyorum. Aynı gazeteci bir ara Irak’taydı, sonra Kuveyt’te, şimdi de Afganistan’a gitmiş. Her yerde aynı gözlemi yapmış…” İşte büyük güçler tarafından insanların bilinçaltına İslam ülkelerinde kadın için oluşturulmak istenen zavallı ve komik rol. Bunun için sözde Afganistan’da geçen bu komik olayın tüm İslam ülkeleri için genelleştirilmesi.
İkinci olay, Kanada’da bir üniversitede çalışmalar yapan ve burada yaşayan İran uyruklu bir sosyolog ile beş yıl önce Türkiye’de beraber yaşadığımız bir olay olmuştu. Bir toplantı sırasında bu İranlı ile tanıştıktan sonra ikimiz özel olarak İran-Türkiye ilişkileri üzerine karşılıklı konuşmalar yaptık. İranlı sosyolog, İranlıların Türkiye ve Türkler hakkında nasıl bilgi aldığını bana aktardı: “Biz İranlılar, siz Türkleri ve Türkiye’yi hep yabancılar tarafından sizler üzerine yapılmış kötü haberlerden, filmlerden, gazetelerden, televizyonlardan izliyoruz ve öğreniyoruz. Ben bir İranlı olarak daha bir Türk televizyon kanalı ve bir Türk gazetesi üzerinden Türkiye’yi izlemedim ve okumadım. Eminim ki, siz Türkler de biz İranlıları gerici ve yobaz olarak yine aynı yabancı televizyon ve haber kaynaklarından izliyorsunuz ve bizleri öyle biliyorsunuz. Bizler yüzyıllardır komşuyuz ama ben bir İranlı olarak tek bir Türkçe kelime bilmiyorum. Sen de bir Türk’sün, eminim ki sen de bizim dilimizden tek bir kelime bilmiyorsun. Ama kardeşim, bizler yüzyıllardır sınır komşusu olmamıza rağmen, bizleri bölmeye çalışanların kullandığı dil ile ancak anlaşıyoruz. Bu konu ne kadar acı. Bir İranlı ve bir Türk, birbirini ancak yabancılardan öğreniyor. Ve ben ve sen, bizi bölmeye çalışanların dili ile konuşuyoruz. Ve onların haberlerinden, filmlerinden, gazetelerinden, televizyonlarından birbirimizi öğrenip birbirimize düşman oluyoruz.”
İranlı sosyolog ile konuşması bittikten sonra göz göze geldik. Ben derin bir sessizlik içinde başımı önüme eğmek zorunda kaldım. Çünkü İranlı sosyolog doğru söylüyordu. İşte büyük güçler tarafından iki komşu ülkeyi düşman yapmak için kullanılan medya.
Yaşadığım üçüncü olay, bir eğitim merkezinde benim de katıldığım 25 değişik ülkeden gelen, kendi ülkelerinde basınla ilişkili yaklaşık 50 yabancı personele, yine değişik ülkelerden gelen basın mensuplarının medyanın olaylara yaklaşımlarını göstermek için verdiği bir seminer. Bir yabancı basın mensubunun biz seminere katılanlara aktardığı şu bilgi, medyanın çalışma prensibini anlayabilmek için tam bir özet niteliğinde idi. Yabancı gazeteci kısaca bizlere şunları anlatmıştı:
“Benim ülkemde, devlet veya ordu ile ilgili haberlere yansıyacak bir olay olduğunda, ilk olayı biz kamuoyuna duyuramaz ve diğer rakip medya unsurları bizden önce haberi duyurur ve onların izlenme oranları ve basım adetleri bizim medya organımızınkini geçerse, ertesi gün beni patron çağırır. ‘Niye onlar bizi geçti?’ diye bana sorar. Ben de patronuma, ‘Haberi biz onlardan önce duyduk ama haberin doğruluğu konusunda şüpheye düştük, devletimiz çıkarları gereğince haberin doğruluğunu araştırma sürecinde iken, diğer basın organları hiç araştırma yapmadan buldukları ilk haber kaynağından haberi vermişler,’ derim. Bunun üzerine patron biraz sinirlenmekle birlikte, devletimiz çıkarları gereği fazla bir şey söylemez. Aradan birkaç ay geçtikten sonra, devlet ve organları ile ilgili başka bir haber diğer medya organlarında yine bizi geçerse, patron yine beni yanına çağırır. ‘Niye onlar bizi geçti?’ diye tekrar sorar. Ben yine, ‘Haberin doğruluğunu araştırıyorduk,’ diye cevap verirsem, patron bana şirketimizin kapısını, beni işten atmak için hiç tereddütsüz gösterir. Kusura bakmayın, benim de iki çocuğum var. Sizler gibi maaşımı patronlarımdan peşin almıyorum. Çocuklarımı ve ailemi patronumdan aldığım para ile geçindiriyorum. Bana kim haberi verir ve önce getirirse, ben onu veririm. Sizler için bu doğru olmayabilir ama biz basın için bu böyledir. Hayatta kalmak için biz bunu böyle yapmak zorundayız. Kusura bakmayın, terör örgütü veya mafya haberi sizden önce verirse, ben onu vermek zorundayım.’ diyerek medyanın çalışma mantığını biz değişik ülkelerden gelen basın mensuplarına çok iyi özetlemişti. Medyanın bu çalışma zihniyetini üzülsek de artık idrak etmeli ve bu gerçeğe göre faaliyetlerimizi düzenlemeliyiz.
Sonuçta gördük ki, bu dünyada güç kimin elinde ise, medya onun dediklerini yapıyor. Sonuçta anladık ki, halen dünyada devam eden savaşlarda kullanılan ve yine Üçüncü Dünya Savaşında kullanılacak en etkili silah medyadır.
Ve son olarak, yıllarca roket ve füzelerle ömrümü geçirmiş emekli bir asker olarak, ordumda, milletimde ve devletimde gördüm ve yaşadım ki, kötü amaçlarla kullanılan medya, tüm füzelerden daha çok bir orduya, bir millete ve bir devlete zarar verir.
Makam, mevki, rütbe, unvan; bunların hepsi cekettir. Ceketi asar bir yere gideriz. Arkamızda sadece insanlığımız kalır ve öldüğümüzde sadece çıplaklığımızı götürebiliriz bu dünyadan. Doğan Cüceloğlu’nun bu insan hayatını özetleyen tespiti, tüm insanlar için ne kadar muhteşem bir ders niteliğinde.
Hiç düşündük mü acaba? Aslında tüm insanlar ve tüm devletler bu dünyada sadece bir kâğıt parçasına sahip olmak veya bir kâğıt parçasında yer almak için çalışıyor.
Tüm insanlar yıllarca okuyorlar ama sadece kâğıda yazılı bir ilkokul, bir ortaokul, bir lise ve bir üniversite diplomasına, belki bir yüksek lisans/doktora diplomasına sahip oluyorlar. Tüm insanlar hayatlarının büyük kısmında çalışıyorlar ama sadece kâğıda yazılı bir ev, bir villa, bir yazlık, bir arsa tapusuna ve yine kâğıda yazılı paraya sahip oluyorlar.
Tüm insanlar dünyadaki tüm makamlara, tüm mevkilere ve itibarlara sahip olmak için ömürlerini geçiriyorlar ama belki tarih kitaplarında sadece kâğıt üzerinde, yine belki tek bir paragraf ile yer alıyorlar. Tüm milletler bu dünyadan gelip geçiyorlar ama yine tarih kitaplarında, yine kâğıt üzerinde sadece belki bir sayfa olarak yer alıyorlar. Tüm devletler yüzyıllar boyunca dünya tarihinde yer alıyorlar ama yine kâğıt üzerinde, tarih kitaplarında belki sadece bir bölüm olarak yer alıyorlar.
Kısaca, biz tüm insanlar ve biz tüm devletler bu dünyada ne yaparsak yapalım, ileride sadece bir kâğıt parçası üzerinde yer alacağız. Bakalım bizim hakkımızda kâğıtlarda ne yazılacak ve kâğıtlarda ne kadar yer alacağız. Şimdi gelişen teknoloji ile birlikte artık dünyada kâğıt kullanılmamaya başladı bile ve ileride hiç kullanılmayacağı bilim adamları tarafından değerlendiriliyor.
Ancak ileride tüm insanların arkalarından insanlar tarafından kâğıda yazılı hiçbir kayıt kalmasa bile, dünya hayatında yaptığı iyi ve kötü bütün işlerin, sözlerin Allah’ımız tarafından kayıt ettirildiği amel defterleri olacak.
Aslında tüm insanlar bu dünyada geçiciyiz. Ama bu gerçeği hâlâ idrak edemeyecek kadar tüm insanlar hırs doluyuz ve akılsızız. Çünkü tüm insanlar bir gün Allah’ımıza hesap vereceğimizi ne yazık ki hâlâ idrak edememişiz.
İşte bir gün mutlaka hepimiz bu dünyadan ceketlerimizi asıp gideceğiz. Hepimiz Allah’ımıza sadece çıplak birer kul olarak mutlaka hesap vereceğiz. Bakalım o hesap günü bu geçici ceketleri çıkartıp astığımızda, bu dünyada kâğıtlara yazılmış makam, mevki, rütbe ve unvanlarımız bizi kurtaracak mı?
Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK), “Adrese Dayalı Nüfus Kayıt Sistemi 2024 Sonuçları” verilerine göre İstanbul’un nüfusu, bir önceki yıla kıyasla 45 bin 678 kişi artarak 15 milyon 701 bin 602 kişiye ulaştı. İstanbul’u, 5 milyon 864 bin 49 kişiyle Ankara, 4 milyon 493 bin 242 kişiyle İzmir, 3 milyon 238 bin 618 kişiyle Bursa ve 2 milyon 722 bin 103 kişiyle Antalya izledi.
Kısaca İstanbul; Türkiye nüfusunun yüzde 18.3’lük oranının yaşadığı birinci ildir.
İstanbul’un dünya için önemine yine kısa bir bakış yapmak gerekirse, bu kent, Avrupa ile Asya kıtalarının kesiştiği noktada bulunan bir dünya kentidir. Şehir, çağlar boyunca farklı uygarlık ve kültürlere ev sahipliği yapmış, yüzyıllar boyu çeşitli din, dil ve ırktan insanların bir arada yaşadığı kozmopolit, metropolit yapısını korumuş ve tarihsel süreçte kritik bir rol almıştır.
İstanbul; Roma İmparatorluğu, Latin İmparatorluğu, Bizans İmparatorluğu ve Osmanlı İmparatorluğu’na başkentlik yapmış bir şehirdir. 120 imparatora ve sultana ev sahipliği yapmış tek şehirdir. İki kıtayı birleştiren dünyadaki tek şehir İstanbul’dur.
Hristiyanlık, Musevilik ve İslamiyet’in kutsal emanetleri İstanbul’dadır. Aynı zamanda İstanbul, bu üç büyük dinle beraber diğer dinlerin ve medeniyetlerin de beşiği olmuştur. Çeşitli dönemlerde İstanbul’da 2.000’e yakın inanç ve öğreti yaşamıştır. Hristiyanlık, ilk kez resmi din olarak Roma İmparatorluğu zamanında İstanbul’da kabul edilmiştir.
Hz. Muhammed’in İstanbul’la ilgili, ‘‘İstanbul bir gün muhakkak fethedilecektir. Onu fetheden komutan ne güzel komutan, onu fetheden asker ne güzel askerdir.’’ hadisi vardır. Bu hadisi kendisine verilmiş kutsal bir emir olarak kabul eden Osmanlı Sultanı Fatih Sultan Mehmet liderliğinde İstanbul, 1453 tarihinde Türkler tarafından fethedilmiştir.
İstanbul’un fethi; Türk siyasi tarihini ve Osmanlı tarihini değiştirdiği gibi dünya tarihini de değiştirmiştir. Dünya için İstanbul’un Müslümanların eline geçmesi ve devletin siyasi ve idari merkezi olması, çok yönlü olarak farklı sonuçların yaşanmasına neden olmuştur. İstanbul’un fethinin dünya siyasi tarihi açısından sonuçları özetle şu şekilde olmuştur:
Orta Çağ kapanmış, Yeni Çağ açılmıştır.
Derebeylik sistemlerinin çökmesine neden olmuştur.
İpek Yolu’nun hakimiyeti Osmanlı Devleti’ne geçmiştir.
Coğrafi Keşifler’i başlatmıştır.
Rönesans devriminin oluşmasına katkı sağlamıştır.
İstanbul’un dünya için önemini ünlü Fransız Komutan Napoleon Bonaparte, ‘’Eğer bir gün dünya tek bir ülke olursa, şüphesiz ki başkenti Konstantinopolis (İstanbul) olurdu.’’ diyerek özetlemiştir.
Kısaca; İstanbul, Dönüşümlerin Başlangıcıdır.
İstanbul, Türkiye nüfusunun yüzde 18.3’lük oranının yaşadığı birinci il olmakla birlikte, ayrıca Türkiye’nin ekonomi ve medya başkentidir. İstanbul’da yaşanan her şey Türkiye’nin geneline yansımaktadır. Özetle ve kısaca İstanbul, Türkiye için bir model kenttir.
Fransa örneğinde olduğu gibi, Paris belediyesini alan siyasi parti aynı zamanda ülkenin iktidarını da alır. Türkiye Cumhuriyeti’nin şu anda görevdeki Cumhurbaşkanı’nın 1994’te İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı yaptığını ve bunu takip eden süreçte 2001’de iktidara gelerek Cumhurbaşkanlığı’na kadar yükseldiğini hepimiz bilmekteyiz.
Şimdi; 23 Haziran 2019 İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı için yapılan seçimi kazanan yeni siyasi görüşe sahip kişi ve yeni siyasi görüşlerin, Türkiye’de yeni siyasi dönüşümleri başlattığına dair ciddi analiz ve araştırmalar bulunmaktadır.
Türk Milleti olarak Kartalkaya Kayak Merkezi’nde, 238 kişinin konakladığı bir otelde çıkan yangın sonucu, en son haberlere göre 79 can kaybını yaşadığımız bu son yangın felaketinden beri gözlerime uyku girmiyor ve her televizyona bakışımda gözyaşlarım ırmak oluyor.
Şu sıralar yaşadığım bu üzüntünün bir benzerini yaklaşık üç yıl önce şehitlerimiz için yaşamış ve içimdeki derin üzüntü ile bir sorgulama yapmıştım. Bu yazımda, üç yıl önce şehitlerimiz için yaptığım bu acı sorgulamayı sizlerle yeniden paylaşmak ve bu sorgulamadan beraber, ortak geleceğimiz için ortak dersler çıkarmak istiyorum.
Bu acı günlerden yaklaşık üç yıl önce, 21 Mart 2022 sabahı çok erken saatlerde, daha sabah ezanı okunmamışken, kendisine her zaman çok değer verdiğim bir komşumdan cep telefonuma WhatsApp vasıtasıyla görüntülü bir mesaj gönderildiğini fark ettim.
Derhal büyük bir merakla mesaja baktım. Görüntülü mesajda bir muhabir, yoldan geçen halka onları durdurarak, “Matematikle aranız nasıldır?” diyerek çeşitli sorular sormaktaydı.
İlk soru olarak: “Çanakkale Savaşı’ndan şu ana kadar tespit edilebilen 415.000 şehit olmuştur. Bir insanda 5 litre kan vardır. 415.000 ile 5’in çarpım sonucu nedir?” diye soruyordu. Sonuç, hesap makinesiyle soru sorulan kişinin yaptığı hesaba göre; 2.075.000 litre şehit kanıydı.
İkinci soru: “Türkiye’de kaç kişi yaşıyor?” Cevap: 80 milyon insan.
Üçüncü soru: “Türkiye’de kişi başına düşen şehit kanı miktarı nedir?” Cevap, yine hesap makinesiyle yapılan hesap sonucu: 2.075.000 / 80.000.000 = 0,025 litre şehit kanı.
Yani şehitlerimizin her birimizin güvenliği için döktüğü kan oranı: 0,025 litre şehit kanı.
Muhabirin, 0,025 litre şehit kanını bir tüpün içine koyarak doğru cevabı veren kişiye takdirle uzatması sırasında gördüklerim, bütün duygularımın kabarmasına sebep oldu ve gözyaşlarım birden ırmak oldu.
Bu, her birimiz için dökülen 0,025 litre şehit kanı o kadar çok şeyi bir anda sorgulamama sebep oldu ki, burada hepsini paylaşabileceğime cesaret edemiyorum. Ama cesaret ettiklerimi yazmaya devam edeceğim.
Beynimde beliren ilk soru şu oldu: Daha üç gün önce, 18 Mart Çanakkale Şehitlerimiz başta olmak üzere tüm şehitlerimizi “Şehitler Günü”nde anmıştık. Üç günden beri hep kendime zaten sormaktaydım: Niçin yakın Türk tarihi hep şehit haberleri ile yazılıyor? Niçin? Niçin? Niçin?
Üç günden beri beynimde beliren ikinci soru ise şu idi: Niçin bir Amerika, Rusya, Almanya, İngiltere, Fransa ve İsrail bizim gibi evlatlarını şehit vermiyor? Onların tarihleri niçin şehit kanları ile yazılmıyor? Niçin? Niçin? Niçin?
Kendimi bu sorularla sorguladıktan sonra, beynimde beliren üçüncü soru ise şu idi: Acaba bu şehitlerimizi hangi savaşlarda, hangi çatışmalarda ve nerelerde vermiştik?
Derhal araştırmaya girip, önce Çanakkale Savaşı’nda kara ve deniz muharebelerinde verilen subay ve er şehit sayısının toplam 57.263 olduğunu, Genelkurmay Başkanlığı’nın yayınladığı Birinci Dünya Harbi’nde Türk Harbi 5. Cilt. Çanakkale Cephesi Harekâtı Birinci, İkinci ve Üçüncü Kitapların Özetlenmiş Tarihi (2 Haziran 1914 – 9 Ocak 1916) kitabının 244. sayfasından öğrendim.
Birinci Dünya Savaşı’nın diğer cephe hatlarında ne kadar şehit verdiğimizi ise elimde yeterli imkân olmadığı için tam olarak tespit edemedim.
Kurtuluş Savaşı’nda ne kadar şehit verdiğimizi ise bir internet kaynağından 980 subay ve 36.239 er olarak buldum.
Bu şehit sayılarını bulurken, Çanakkale’de, Sakarya’da, Dumlupınar’da bizler için kol kola vererek, kanlarını akıtarak şehit olmuş Türk’ü, Kürt’ü, Çerkez’i, Yörük’ü, Laz’ı, Alevi’si, Sünni’si, Hanefi’si, Türkmen’i, Tatar’ı… ile bütün atalarımızın ruhlarının şimdi beni sorguladıklarını hissettim.
Şehit atalarımın ruhları beni şimdi sorgularken, beynimde beliren dördüncü soru ise bir anda gözyaşlarımın tekrar bir sel olarak akmasını tetikledi: Peki, vatanımızı korumak ve meşru müdafaa hakkımızın bir gereği olarak savaş meydanlarında verdiğimiz bu şehitlerden sonra biz başka nerelerde şehitler vermiştik?
Bütün çabalamama rağmen, belki de beceriksizliğim yüzünden, Kurtuluş Savaşı’ndan sonraki verdiğimiz şehitler hakkında devlet tarafından açıklanmış resmi bir sayısal veri bulamadım. Ve yine en basit yol olan internete yöneldim.
İnternetteki bilgiler içinde bana daha bilimsel geldiğini düşündüğüm bir raporu sizlerle paylaşmak istiyorum.
TBMM İnsan Hakları İnceleme Komisyonu’nun bünyesinde kurulan “Terör ve Şiddet Olayları Kapsamında Yaşam Hakkı İhlallerinin İncelenmesine Yönelik Alt Komisyon” raporunun 28 Ocak 2013 tarihinde tamamlandığını ve raporda şu tespitlerde bulunulduğunu öğrendim:
Terör nedeni ile 2012 yılına kadar, son 30 yılda 7.918 kamu görevlisi şehit oldu. 1984-2012 yılları arasında ölü ele geçirilen PKK’lı sayısı: 22.101. 1984-2012 yılları arasında 5.557 sivil hayatını kaybetti. Faili meçhul cinayetlerin sayısı tam olarak bilinmiyor. Ancak 2.000’in altındaki rakamlar ile 17.000 arasında olduğu değerlendiriliyor. İstatistiklere geçmeyen ölüm olayları hariç, toplam: 35.576 kişi terör nedeni ile yaşamını kaybetti. Terör nedeni ile 386.360 kişi göç etti.
Bulduğum bu sayısal değer bende yeni bir sorunun daha oluşmasına sebep oldu. Savaşlarda düşmana karşı ne kadar, iç mücadele ve teröre karşı ne kadar şehit verdik? Son 30 yılda (28 Ocak 2013’e kadar) 35.576 kişi terör nedeniyle yaşamını kaybetti. Gerçek bir savaş olan Kurtuluş Savaşı’nda ise 980 subay ve 36.239 er, toplam 37.219 kişi şehit oldu. Bu çarpıcı tablo bende yeni bir sorunun oluşmasına daha sebep oldu. Acaba sadece Türkiye’de mi durum böyle? Dünyanın diğer ülkelerinde durum nasıl? Yine internet ve yeni çarpıcı bilgiler daha.
Cornell Üniversitesi’nde Milton Leitenberg’in 2006 yılında yapmış olduğu “20. Yüzyıldaki Çatışma ve Savaşlarda Ölüm” isimli çalışmada; iç savaşlarda, sivil savaşlarda ve devletler arası savaşlarda ölen kişilerin istatistikleri sunulmuş. Araştırmaya göre: 1945’ten 2000 yılına kadar olan çatışma ve savaşlarda yaklaşık 41 milyon kişinin öldüğü tespit edilmiş. Peki, 2000 yılından sonra ne olmuş? Kamuoyuna yansıyabilen diğer araştırmalardan bir kısmına göre; sadece son 10 yıldaki savaşlarda 2 milyon çocuk ölmüş. 6 milyon çocuk sakat kalmış. 12 milyon çocuk evsiz, 1 milyondan fazla çocuk öksüz veya yetim kalmış. 10 milyon çocuk psikolojik sarsıntı geçirmiş ve on binlerce çocuk tecavüz ve işkenceye uğramış.
Başka araştırmalarda ilgi çeken bir diğer nokta ise 1955’ten sonra savaşla ilişkili yaşanan ölümlerin neredeyse tamamının Afrika, Ortadoğu, Uzak Doğu, Latin Amerika coğrafyalarında gerçekleşen savaşlar neticesinde ortaya çıkması. Savaşların, iç ayaklanma ve isyanların gerçekleştiği ülkeler şu şekilde sıralanıyor: Güney Amerika’da: Arjantin, Bolivya, Brezilya, Şili, Kolombiya, Kosta Rika, Küba, Dominik Cumhuriyeti, El Salvador, Guatemala, Honduras, Jamaika, Nikaragua, Peru. Ortadoğu’da: Kıbrıs, Mısır, İran, Irak, Filistin, Lübnan, Suriye, TÜRKİYE, Yemen. Güney Asya’da: Afganistan, Bangladeş, Hindistan, Nepal, Pakistan, Sri Lanka. Uzak Doğu’da: Burma, Kamboçya, Endonezya, Kore (Güney ve Kuzey), Laos, Malezya, Filipinler, Tayvan, Vietnam. Afrika’da: Angola, Burundi, Kamerun, Çad, Etiyopya, Gana, Gine-Bissau, Madagaskar, Mozambik, Namibya, Nijerya, Ruanda, Somali, Güney Afrika, Sudan, Uganda, Batı Sahra, Zaire/Kongo, Zambiya, Zimbabve, Cezayir, Fas, Tunus.
Araştırmacıların yaptığı incelemelere göre yukarıdaki ülkelerin hepsinde ortak bir nokta mevcut: “Düşük Eğitim Seviyesi.”
Dünyadaki bazı ileri olduğu değerlendirilen ülkelerle ilgili araştırmalarımda bulabildiğim aşağıdaki hususlar ise çok dikkat çekici: 1945 yılında 2. Dünya Savaşı’nın bitmesinden sonra “Dünya barışı ve huzurunu korumak amacıyla” Birleşmiş Milletler (BM) kurulmuştur. Birleşmiş Milletler kuruluşunda kendi misyonunu “Adalet ve güvenliği, ekonomik kalkınma ve sosyal eşitliği, uluslararasında tüm ülkelere sağlamayı amaç edinmiş küresel bir kuruluş” şeklinde tanımlamaktadır. Halbuki BM’nin kurulmasından sonra tek bir yıl savaşsız geçmemiş ve 20. yüzyılda ölen insan sayısının yaklaşık üçte biri bu dönemde ölmüştür.
Dünyadaki savaşları bitirmek için kurulmuş BM Güvenlik Konseyi on beş ülkeden oluşmakta olup, bu üyelerden beşi daimi üye statüsündedir ve mutlak veto yetkisine sahiptir. Bu ülkeler Amerika, Rusya, Çin, İngiltere ve Fransa’dır.
Stockholm Uluslararası Barış Araştırmaları Enstitüsü (SIPRI) 2011 yılı dünya silah ticareti tablosuna göre; son 200 yıllık dünya tarihi içinde dünyaya silah satan ülke isimleri içinde ABD, Rusya, Almanya, Fransa ve İngiltere ilk beş içinde yer alıyor. SIPRI’nin en son açıkladığı rapora göre dünyanın şu andaki en büyük silah ihracatçıları sırasıyla ABD, Rusya, Çin, Fransa ve Almanya. Şu andaki dünyadaki silah satışlarının %74’ü bu beş ülke tarafından yapılıyor. ABD’nin küresel silah ticaretindeki payı %33’ü buluyor. Rusya’nın silah satış pazarındaki payı %23, Çin’in %6,3, Fransa’nın %6, Almanya’nın payı %5,6.
Peki, bütün bu ülkelerin ortak özelliği ne? “Yüksek Eğitim Seviyesi.”
Artık Türk milletinin gelecek tarihinin şehit ve yangın felaketleri ile değil barış ve emniyet içinde yazılması için en kritik anahtar eğitimdir. Eğer Türk milleti olarak iyi eğitim alırsak yangınlara karşı bütün bilimsel tedbirleri alırız ve emniyet içinde bu yangınları diğer yüksek eğitim seviyesine sahip milletler ve ülkeler gibi atlatırız. Kısaca artık yüksek eğitim seviyesine ulaşmak için milletçe ve devletçe çok kısa zamanda müşterek yol almalıyız. Yoksa milletçe cehaletimizin acı reçeteleri olarak şehitler ve yangın kayıpları vermeye devam edeceğiz.
Dr. M. Tuğtigin Şen Emekli Albay Araştırmacı Yazar
Dünya Gıda Programı’nın Başkanlığını yapmış olan David Beasley’in, dünyanın en zengin isimlerine yaptığı “açlığı bitirmek için harekete geçin” çağrısı çok dikkatimi çekti. Hem bu çağrıyı hem de bu çağrı sonucu beynimde oluşan soruları sizlerle paylaşmak için bu yazıyı yazmaya karar verdim.
Dünya Gıda Programı Başkanı şu çağrıyı yapmış: “Açlıktan ölme riskiyle burun buruna olan dünyada bugün 42 milyon kişi var. Onları kurtarmak için 6 milyar dolar lazım.”
Bu çağrıyı gazetede okuyunca, hemen daha önce bulduğum aşağıdaki bilgiler beynimde acılar saçarak çınladı: “Bugün dünyada 2000 yılı verilerine göre, sadece bir dakikalık askeri harcamaya 1,9 milyon dolar ayrılıyor. Yani herhangi bir yerde 2 saatlik zamanda 230 milyon dolar silahlanmaya gidiyor. Eğer tüm dünya sadece 8 gün askeri harcama yapmayı bırakırsa, dünyadaki tüm çocuklara 12 yıl boyunca eşit ve kaliteli eğitim sağlanabilir.”
Cornell Üniversitesi’nde Milton Leitenberg’in 2006 yılında yapmış olduğu “20. Yüzyıldaki Çatışma ve Savaşlarda Ölüm” isimli çalışmada, iç savaşlarda, sivil savaşlarda ve devletler arası savaşlarda ölen kişilerin istatistikleri sunuluyor. Araştırmaya göre: “1945’ten 2000 yılına kadar olan çatışma ve savaşlarda yaklaşık 41 milyon kişinin öldüğü tespit edilmiş.”
Diğer araştırmalarda tespit edilebilen bilgilere göre, sadece son 10 yıldaki savaşlarda 2 milyon çocuk ölmüş. 6 milyon çocuk sakat kalmış. 12 milyon çocuk evsiz, 1 milyondan fazla çocuk öksüz veya yetim kalmış. 10 milyon çocuk psikolojik sarsıntı geçirmiş ve on binlerce çocuk tecavüz ve işkenceye uğramış.
Acaba dünyada birbirini öldürmek için silahlanmaya harcanan paralar, eğitime ve açlığa harcansaydı insanlığın şu andaki durumu ne olurdu? Acaba iç çekişmelerin ve açlıkların yaşandığı yerlerde gerçekte hangi insanların ve güçlerin mücadelesi yapılıyor? Biz Türkiye Cumhuriyeti olarak, bu zamana kadar teröre harcadığımız paramızı insanımıza, ekonomiye, verimli kaynaklara yatırabilseydik, acaba devletimizin ve milletimizin şu andaki durumu ne olurdu? Bizler neyi paylaşamıyoruz? Acaba bizler neyin ve kimlerin mücadelesini yapıyoruz?
Bugün tarih ilminin bizleri aydınlatabildiği büyük devletlerin, I. Dünya Savaşı sonrası Osmanlı Devleti toprak paylaşımı konusunda kendi aralarında anlaşmazlık çıkmasını önlemek için yaptığı gizli anlaşmalardan olan İstanbul (1915), Londra (1915), Sykes-Picot (1916), St. Jean de Maurienne (1917) anlaşmalarına benzer, bugün hangi gizli anlaşmalar acaba kullanılıyor?
Stockholm Uluslararası Barış Araştırmaları Enstitüsü’nün 2011 yılı dünya silah ticareti tablosuna göre; son 200 yıllık dünya tarihi içinde dünyaya silah satan ülkeler arasında ABD, Rusya, Almanya, Fransa ve İngiltere ilk beş içinde yer alıyor. Acaba bu ülkelerdeki silah şirketlerinin sahipleri kimler ve hedefleri neler?
Bu dünyaya en çok silah satan beş devletten sadece ABD’yi incelediğimizde çok değişik bilgiler bulmaktayız. Financial Times gazetesinin 27 Ocak 1999 tarihli haberinde belirttiği gibi, bugün dünyadaki ilk 500 büyük şirketten 244’ü Amerikan şirketidir. Bu şirketlerin sahipleri sermayeleri ile Amerika’yı gizlice yönetmektedirler. Bu şirketlerin sahipleri araştırıldığında ise karşımıza büyük çoğunlukla İsrailoğullarından Yahudiler ya da Museviler çıkmaktadır. Dünyada Yahudilerin, sadece ABD’de değil, Fransa, Kanada, İngiltere, Rusya ve Türkiye dâhil dünyanın pek çok ülkesinde oluşturdukları güçlü lobiler ile dünya siyasetinde ve ekonomisinde etkin rol oynadıkları bilinmektedir. Bu tespit, birçok açık resmi istihbarat kaynağında ayrıca ifade edilmektedir.
Acaba bizler Türkiye Cumhuriyeti ve Ortadoğu’daki diğer devletler, şu anda Yahudi lobileri gibi başka hangi lobilerin ve kişilerin gizli oyunları ile uğraşıyoruz? Büyük Ortadoğu Planı ve Şark Meselesi acaba bizlere ne ifade ediyor? Niçin yakın Türk tarihi hep şehit haberleri ile yazılıyor? Niçin? Niçin? Niçin? Niçin bir Amerika, Rusya, Almanya, İngiltere, Fransa ve İsrail bizim gibi evlatlarını şehit vermiyor? Onların tarihleri niçin şehit kanları ile yazılmıyor? Niçin? Niçin? Niçin?
Evet, evet, haydi aziz milletimiz! Artık Osmanlı Devleti’nin yıkılışından sonra on yedinci Türk devleti olarak kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nin şu anda çektiği sıkıntıları, atlattığı tehlikeleri, yaptığı hataları ve bu hatalar sonucu milletimizin verdiği büyük kayıpları önümüze koyarak değerlendirmeli ve ders almak zorundayız. Yoksa arkamızda çocuklarımıza ve torunlarımıza atalarımızın bizlere bıraktığı bu cennet vatanı değil, ileride tarih kitaplarında bizlerin şu andaki cehaletimizi ve gafletimizi yazan acı tarih satırlarını bırakabiliriz.
Haydi, büyük Atamızın Kurtuluş Savaşı’nda milletimizin bütün kardeşlerini arkasına aldığı gibi bizler de hep beraber bugün karşımızdaki, kendilerini bizlerden zeki sanan gizli planlı güçlere karşı aklımızla ve yüreğimizle tekrar karşı koyalım. Haydi, bu cennet vatanın nimetlerinden ve tarihi kardeşliğimizin huzurundan artık ortak aklımızla ve gücümüzle beraber faydalanalım. Haydi, büyük Atamız Mustafa Kemal Atatürk başta olmak üzere bütün atalarımıza bu cennet vatanı bizlere şehit kanları dökerek savundukları için defalarca dualar edelim. Ama, ama artık bu vatanı savunmak için yeni şehit kanları dökmek zorunda kalmayalım. Haydi Türkiye, artık titreyip kendimize gelme zamanı gelmiştir. Artık devletimize gerektiğinde yine şehit kanları ile sahip çıkalım. Ama, ama artık devletimize öncelikle aklımız ile sahip çıkalım.
ABD başkanlığı görevi, eski başkan Joe Biden’dan yeni başkan Donald Trump’a 20 Ocak 2025 tarihinde yapılacak bir tören ile devredilecektir. Bilindiği gibi Donald Trump, 2017 ve 2021 tarihleri arasında da ABD başkanlığı yapmış ve 4 yıl Joe Biden’e başkanlığı devrettikten sonra bu son seçimlerinde başkanlık seçimlerini yeniden kazanarak tekrar ABD başkanı seçilmiştir.
Şimdi herkes, acaba yeni başkan Donald Trump’ın Ortadoğu ve İsrail ile ilgili yeni politikası nasıl olacaktır diye merakla beklemektedir. Tarihi olaylar bu merakımızı belki giderebilir.
ABD’nin 20 Ocak 2025 tarihinde yeniden başkanı olacak Donald Trump, 6 Aralık 2017 günü İsrail’i tanıyan tüm ülkelerin büyükelçileri Tel Aviv’de bulunurken Kudüs ile ilgili; “Ben artık zamanı geldiğine inanıyorum. Kudüs’ü İsrail’in başkenti olarak tanıma vakti artık gelmiştir. Büyükelçiliği Kudüs’e taşıma kararı veriyorum.” açıklamasını yapmıştır.
Ve tarihler 28 Ocak 2020’yi gösterdiğinde Amerika’nın 20 Ocak 2025 tarihinde yeniden ikinci kez görevi devralacak başkanı Donald Trump, İsrail Başbakanı Bünyamin Netanyahu ile Beyaz Saray’da düzenlediği ortak basın toplantısında, “Yüzyılın Anlaşması” olarak adlandırdığı tek taraflı Orta Doğu barış planını kamuoyuna açıklamıştır. Bu plana göre kısaca Kudüs İsrail’in başkenti kabul ediliyor, Filistinli mültecilere dönüş hakkı tanınmıyor ve denizde İsrail’in egemenliği kabul ediliyor. İsrail Başbakanı Netanyahu ise aynı toplantıda Kudüs’ün İsrail’in başkenti olması konusunda ABD’den onay aldıklarını açıklamıştır.
Trump’ın bu açıklaması ile Kudüs’ü İsrail’in başkenti olarak tanıyan tarihteki ilk ülke ABD olmuştur. Aslında tarih boyunca ABD başkanları İsrail’i her zaman desteklemişlerdir. ABD başkanlarının İsrail’i desteklediklerine somut örnekler olarak aşağıdaki olaylar verilebilir:
ABD’nin şu andaki başkanı, ancak görev süresi 20 Ocak 2025 tarihinde bitecek olan Joe Biden, hem Gazze’de 17 Ekim 2023 tarihinde yaşanan insanlık dramından sonra hemen İsrail’e gitmiş ve İsrail’e destek vermiş hem de şimdi görevini Donald Trump’a devretmeden giderayak İsrail’e ABD’nin yeniden silah satışına kapı açmıştır.
ABD’nin bu iki başkanından önceki eski başkanı Barack Obama da (2009-2017) “Hepimiz İsrail yanlısıyız.” demiştir.
14 Mayıs 1948’de İsrail Devleti’nin kurulduğu Tel Aviv’de toplanan Yahudi Milli Konseyi’nin yayımladığı bir deklarasyonla ilan edilmiştir. Yeni devleti tam on dakika sonra ABD Başkanı Truman tarafından fiilen tanınmıştır. Truman’ın bu açıklaması ile İsrail’i dünyada ilk tanıyan devlet ABD olmuştur.
Kısacası 1948’den günümüze ABD başkanları hep İsrail’in yanındadır. 14 Mayıs 1948’de İsrail Devleti’nin kurulmasının ilanından tam on dakika sonra ABD Başkanı Truman tarafından fiilen tanınması, 6 Aralık 2017’de ABD Başkanı Donald Trump’ın Kudüs’ü İsrail’in başkenti olarak tanıyan dünyadaki ilk ülke olması ve Gazze’de 17 Ekim 2023 tarihinde yaşanan insanlık dramından sonra Joe Biden’ın İsrail’e destek vermesi ve İsrail’e gitmesi bu gerçeğe en büyük kanıtlardır. Sonuçta yeniden ikinci kez seçilen ABD başkanı Donald Trump’ın geçmiş ABD başkanlarından farklı yeni bir Ortadoğu ve İsrail planı olabileceği değerlendirilmemektedir. Çünkü büyük devletlerde Ortadoğu’da bulunan küçük devletlerde olduğu gibi kişilerin geçici şahsi küçük planları değil, ABD’nin Büyük Ortadoğu Planı’nda olduğu gibi İsrail merkezli geçmişten beri belli hedefleri bulunan büyük planları olur.
2025 yılının, tüm insanlık için sorunların ortak akıl ve gönül birliğiyle çözüleceği, tüm güzel insanların hayallerinin gerçekleşeceği yılların başlangıcı olmasını istiyoruz.
2025 öyle bir yıl olsun ki geçmiş tüm yılların olumsuzluklarını insanlığa unuttursun.
Haydi, Atamız Mustafa Kemal Atatürk’ün “Yurtta Sulh, Cihanda Sulh” ilkesini insanlık olarak rehber edinelim. Haydi, Peygamberimiz Hz. Muhammed’in bizlere söylediği şu dört nimetin kıyamet günü hesabının sorulacağını hatırlayalım, gereken tedbirleri alalım ve bu doğrultuda hareket edelim:
Ömrümüzü nerelerde tükettik?
Vücudumuzun sıhhatini nerede yıprattık ve harcadık?
İlmimizle ne gibi ameller yaptık?
Mallarımızı nerede, nasıl kazanıp harcadık?
Haydi, artık insanoğlu olarak akıllanalım ve bu dünyada geçici olduğumuzu hep hatırlayalım. Haydi, Allah’ımıza hep beraber dualar edelim:
İnsanlar el ele tutuşsa, Birlik olsa, Tüm insanlar birbirine saygılı ve sevgili olsa, Tüm insanlar doğaya ve çevreye sahip çıksa, Tüm dünya bayram yeri olsa, Tüm insanlar Allah’a hayırlı birer kul olsa, Hep beraber cennette uzansak sonsuza…
Mustafa Kemal Atatürk ve Heyet-i Temsiliye’nin ilk Ankara’ya gelişinin 105. yıldönümü kutlama programı kapsamında, 29 Aralık 2024 Pazar günü 89. Büyük Atatürk Koşusu yapılmıştır. Atatürk’ün Ankara’da 27 Aralık 1919 tarihinde ilk karşılandığı Dikmen Keklik Pınarı’ndan başlayan toplam 10,8 km’lik bu koşu; Dikmen Caddesi, Cevizlidere Caddesi, Türk Ocağı Caddesi, Akdeniz Caddesi, Gençlik Caddesi ve Tandoğan Meydanı güzergâhını izleyerek, TCDD Genel Müdürlüğü Ankara Garı önünde son bulmuştur.
İlk olarak 1936 yılında Atatürk’ten izin alınarak başlatılan bu geleneksel koşunun 89. yılı olan bu yılki koşuya, emekli bir albay olarak benim de üyesi bulunduğum Türkiye Emekli Subaylar Derneği (TESUD) tarafından yapılan organizasyonla, emekli subay arkadaşlarım ile birlikte katılma imkânını yakaladım. Geçmişte Kara Harp Okulu’nda okurken genç Harbiyeliler olarak katıldığımız Atatürk Garnizon Koşularında olduğu gibi, şimdi emekli birer subay olarak hâlâ bu tür koşulara katılabilecek sağlığa ve Harbiye ruhuna sahip olduğumuz için, tüm emekli subaylar olarak binlerce kez şükürler ettik ve büyük mutluluk duyduk.
Geçmişte Kara Harp Okulu’nda okurken genç Harbiyeliler olarak katıldığımız bir Atatürk Garnizon Koşusu
Günümüzde 29 Aralık 2024 tarihinde emekli subaylar olarak katıldığımız 89. Büyük Atatürk Koşusu
Bu koşu sırasında, emekli bir subay olarak içimde çok derin duygu ve düşünceler oluştu. Bu yazımda bunları sizlerle paylaşmak istedim. Milletimizi ve devletimizi parçalamayı hedefleyen bu güçlerin, şu anda karşılarında en büyük engel olarak gördükleri Atamıza ve daima onun izinde giden Türk Ordusu komutanlarına el atmaları kadar tabii bir şey düşünülemez.
M.Ö. 500 yıllarda yaşamış ünlü “Savaş Sanatı” adlı eserin yazarı Sun Tzu, kitabında düşmanı çökertmek için şu teknikleri önermektedir:
‘’Hasım ülkelerin hakanlarının ve yöneticilerinin başarılarını, kişiliklerini küçük göstererek, hasım ülkelerde iyi olan şeyleri gözden düşürünüz.’’ ‘’Yöneticilerin ve askerlerin şöhretlerine gölge düşürünüz ve zamanı geldiğinde de kendi halkının onları hor görmesini sağlayınız.’’
Yukarıda işaret edilen teknikleri kullanan düşmanlarımız tarafından uygulanan bu savaşta ilk hedef alınan ise, Mustafa Kemal’in gerçek komutanlarının yetiştirildiği Harp Okulları ve Mustafa Kemal’in daima yaşatıldığı Harbiye Ruhu olmuştur.
Sonuç olarak, düşmanlarımız tarafından Türkiye Cumhuriyeti’ni çökertmek için ilk olarak daima Atamızın izinde giden Türk Ordusu ve onun değerli komutanları namert bir savaşa maruz bırakılmıştır. Türk Ordusu ve komutanları önce Balyoz, Ergenekon ve son olarak FETÖ sürecinde, düşmanlarımızın kullandıkları taşeronlar tarafından namert bir şekilde saldırıya uğramıştır.
Askerlik, milletinin bekası ile doğrudan ilişkili, kendisine has özellikleri, kanun ve kuralları bulunan, mensuplarının mutlak itaat, bağlılık ve karşılık beklemeden fedakârca çalışması ile yücelen, onurlu ve bir o kadar da zor bir meslektir. Askerliği bir meslek olarak seçen kişi, kendini mesleğine ve ülkeye adayarak bu görevlere aday olur. Bu kişi, kendisini atalarımızın emaneti vatanımızı, kutsal askerlik yemininde ifade ettiği gibi, gerekirse canı pahasına içten ve dıştan gelebilecek tehditlere karşı korumak ve kollamakla görevlendirilmiştir. Vatanımıza hizmet, sadakat, onur, fedakârlık, cesaret, dürüstlük, mutlak itaat ve ehliyet, askerlik mesleğinin temel özellikleridir.
Türk Silahlı Kuvvetleri’nde üst rütbeli komutan ve lider olarak görev almak için bitirilmesi gereken temel okul Harp Okulu’dur. Harp Okulu’nda eğitim süreci vatanseverliğin temel taşıdır ve burada derin izler taşıyan Harbiye ruhu oluşturulur. Bu ruh; en kabadayı vatanseverlik, en ince ruhlu milliyetçilik, en baba devletçilik ve örnek bir Harbiyeli olan Mustafa Kemal Atatürk’tür.
Harbiye ruhu dediğinizde içinde geçmiş vardır, gençlik vardır, gelecek vardır, silah vardır, “ah ulan” vardır, “helal olsun” vardır, “niçin gittin” vardır, “beni bekle” vardır, “geleceğini biliyordum” vardır. Tozlu yollarda uzun yürüyüşler, otobüs terminallerinde birbirini bekleyişler, kavurucu sıcakta, dondurucu soğukta kol kanat germeler vardır. Harbiye arkadaşlığı özeldir. Kuzenim bile demeye benzemez, kardeşim demenin daha ilerisidir benim “Harbiyelim” demek. Harbiye arkadaşlığı hep gençliktir, yaş almaz, yaşlanmaz, Harbiyeli yaşını göstermez, Harbiyeli olmak yapmacıksız bir keyiftir, günümüzden söz eden bir nostalji, olgun bir gençlik, uçuk kaçık bir ihtiyarlık ve arkadaşlığın en koyusu olan silah arkadaşlığıdır.
Ancak en önemlisi Harbiyeli olmak, hâlâ Kara Harp Okulu öğrencisi 1283 apolet numarasını taşıyarak içimizde daima yaşamaya devam eden Mustafa Kemal gibi vatansever olmaktır.
Bu fotoğraf, emekli subaylar olarak Atamızın kabrinin bulunduğu Anıtkabir’e 2024 yılında yaptığımız başka bir ziyaret sırasında çekilmiştir.
Kısaca, Harbiyeli olmak, bizlerden sonra da var olmak için bu vatan ve bu millet için yılmadan, aynı Atatürk gibi savaş verme ruhudur. Unutulmamalıdır ki barış şartlarının ciddi, disiplinli, vakur Türk Ordusu; tehdit karşısında kan ve kemikten çelik duvarlar meydana getirebilen, tecavüz anında ise derhal kahredici bir fırtına heybeti kazanan bir kuvvettir. Tarih bunun kanıtıdır. Sadece Ağustos ayı içinde kazandığımız bazı önemli savaşları saymak yeterlidir. Aziz vatanımız Anadolu, 26 Ağustos 1071 Malazgirt Savaşı’nın bize bir armağanıdır. 29 Ağustos 1526 Mohaç Savaşı, Orta Avrupa’nın 200 yıllık geleceğini tayin etmiştir. Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin temel taşı olan Başkomutanlık Meydan Muharebesi yine Ağustos ayında meydana gelmiştir.
İşte bu Büyük Atatürk Koşusu sırasında, hem biz emekli askerler tarafından hem de bizi izleyen tüm halkımız tarafından “Bizler Mustafa Kemal’in Askerleriyiz” sözlerinin beraberce coşkuyla söylenmesi, içimizde hâlâ büyük atamız “Atatürk” ve en önemlisi “Vatan” sevgisinin yaşadığının somut bir ispatı olmuştur. Türk Ordusu, Türk Milleti ve Türkiye Cumhuriyeti; bu yeni asimetrik savaşı ya da atalarımızın tabiriyle bu namert savaşı yine büyük Atamızı örnek alarak, yine ölmeyen Harbiye Ruhu ile, yine Vatan sevgisi ile ve yine zaferle kazanacaktır.
Yazımı, Atamızı daima örnek alan komutanların sahip olduğu Harbiye Ruhunun derin sözlerle aktarıldığı Kara Harp Okulu marşı ile bitiriyorum.
KARA HARP OKULU MARŞI
Yıldırımlar yaratan bir ırkın ahfadıyız, Tufanları gösteren, tarihlerin yâdıyız, Kanla, irfanla kurduk biz bu Cumhuriyeti, Cehennemler kudursa, ölmez nigâhbanıyız.
Yaşa varol Harbiye, yıkılmaz satvetinle Göklerden gelen bir ses sana ne diyor, dinle: Türk vatanı üstünde sönmez güneşsin sen, Kartal yuvalarında, hürdür millet seninle.
Yüz senedir Harbiye bu orduya şan verir, Çıkardığı dehalar semalara yükselir, Baştan başa tarihtir mektebin her zerresi, Sarsılmayan azminle çelik kalalar erir.
Şahikalar üstünde meydan okur bu erler, Yaklaşacak düşmana mezar olur bu yerler, Bağlayamaz bir kuvvet bu kasırga milleti, Tarihlere sorun ki bize “Ölmez Türk” derler.
Bugün 27 Aralık 2024. Atatürk’ün milli felaket günlerinin ardından milletimizi yeniden dirilişe, yeni bir devlet kurmaya başlatmak için 1919 yılında Ankara’ya gelişinin yıldönümü. 27 Aralık 1919, Türk Milleti için Kızılca gündür. Bugün, Türk Milletinin Şark Meselesi’ni ya da Türk Meselesi’ni artık tarihte bitirmek için saldıran Haçlı Birliği’ne karşı planlı mücadeleye başlamak yıldönümüdür.
Avrupa için Türkler, tarih boyunca doğudan gelen bir tehdit olarak algılanmışlardır. Avrupa’daki devletler, Türkleri din başta olmak üzere tamamen farklı bir topluluk olarak görmüştür. Türk’ün güçlü olduğu asırlar boyunca Türkler, Orta Avrupa’ya kadar girip sınırlarını Avrupa devletleri aleyhine genişleten bir düşman, Müslüman olarak da Hristiyanlığı tehdit eden bir güç, Asya ile kara ticaret yollarını Avrupa’ya tamamen kapayan bir engeldi.
Kısaca; Türkler, Avrupa devletleri için dini, ekonomik, askeri, siyasi ve kültürel bir tehdit olarak görülmüştür. XIV. yüzyılda güçlü bir biçimde başlayan bu algılama, son altı yüzyıla damgasını vurmuştur. Bu gerçeği Fransız tarihçisi Albert Sorel, “Türkler Avrupa’ya ayak bastığı günden beri Şark Meselesi zuhur etti.” diyerek meselenin aslında bir Türk meselesi olduğunu doğrulamaktadır.
Avrupa’nın “Şark Meselesi” adını verdiği Türk Meselesi’ni iki kısımda incelemek mümkündür. Birincisi, Malazgirt Savaşı’ndan Türklerin Viyana önlerinde durdurulmasına kadar olan safhadır (1071–1683). Bu safhada Avrupa savunmada, Türkler ise taarruz halindedir.
Bu dönemde Hristiyan dünyası için Şark Meselesi’nden anlaşılan şu düşünceleri sıralamak mümkündür:
Türkleri Anadolu’ya sokmamak. Sultan Alparslan, Malazgirt Zaferi’yle bu düşünceyi geçersiz duruma getirmiştir. Türkleri Anadolu’da durdurmak. Bu düşünce, Anadolu Selçuklu Sultanı II. Kılıç Arslan’ın Bizanslılara karşı kazandığı Miryokefalon (1176) Zaferi’yle engellenmiştir. Türklerin Rumeli’ye geçişini engellemek. Osmanlı orduları, Sultan II. Murad zamanında Rumeli’yi alarak bu engeli tanımamıştır. İstanbul’un Türkler tarafından fethini önlemek. Fatih Sultan Mehmet, 1453 yılında bu hayali yıkmıştır. Türklerin Balkanlar üzerinden Avrupa içlerine doğru ilerlemelerini durdurmak. Fakat Türkler, 1683 yılında Viyana kapılarına kadar ilerlemeyi başarmıştır. 1683 tarihinde Türklerin Viyana’da yenilgiye uğramasıyla Şark Meselesi’nin ilk safhası bitmiş ve ikinci safhası başlamıştır. İkinci safhada Türkler savunmada, Avrupa ise taarruz durumundadır.
1683 Viyana yenilgisi ve 1699 Karlofça Antlaşması neticesinde, Avrupalı açısından İslam, Osmanlı ve Türk, bir tehdit unsuru olmaktan çıkmıştır. Artık Osmanlı deyince Avrupa için akla gelen, geri kalmış, zayıf, cahil, zalim bir şark toplumu ile bu toplumun hâkimiyeti altında bulunan Ortodoksuyla, Katoliğiyle, Protestanıyla ve Gregoryanıyla Yunanlılar, Sırplar, Bulgarlar, Karadağlılar ve Ermeniler başta olmak üzere diğer Hristiyan kavimlerdir.
Bakış açısındaki bu değişme sonucunda Avrupa, Osmanlı hâkimiyeti altındaki Hristiyan kavimleri kurtarma ve Türkleri Balkanlardan ve hatta Anadolu’dan atma fikrini gündeme getirmiştir. Avrupa, Hristiyanları kurtarma ve Türkleri geldikleri yere gönderme politikasını 1815’ten itibaren “Şark Meselesi” adı altında formüle etmiştir. Bu hedefini meşrulaştırmak ve kamufle etmek içinse milliyetçilik akımını, Hristiyanlık dayanışmasını, Avrupa ırkçılığını ve oryantalizmi kullanmıştır.
Bu safha ile ilgili Avrupa’nın bakış açısı şöyle özetlenebilir:
Balkanlardaki Hristiyan milletleri Osmanlı hâkimiyetinden kurtarmak. Bunun için de Hristiyan toplumları isyana teşvik ederek, önce onların muhtariyetini, sonra bağımsızlıklarını temin etmek. Birinci maddede belirtilen hususlar gerçekleşmezse, Hristiyanlar için reform istemek ve onların lehine Osmanlı Devleti nezdinde müdahalelerde bulunmak. Türkleri Balkanlardan tamamen atmak. İstanbul’u Türklerin elinden geri almak. Osmanlı Devleti’ne Asya toprakları üzerinde yaşayan Hristiyan cemaatler (azınlıklar) lehine reformlar yaptırmak, onlar için muhtariyet elde etmek veya mümkün olursa bağımsızlıklarına kavuşturmak. Anadolu’yu paylaşmak ve Türkleri Anadolu’dan çıkarmak. 1699 Karlofça, 1716 Pasarofça, 1774 Küçük Kaynarca, 1838 Balta Limanı, 1878 Berlin Antlaşmaları ve nihayet Balkan Savaşları ile I. Dünya Savaşı, Türkleri Balkanlardan çıkarmanın en önemli aşamaları olmuştur.
Şark Meselesi’nin Balkanlar safhası, Yunanistan, Sırbistan, Karadağ ve Bulgaristan’ın bağımsızlığa kavuşmalarıyla neticelenince, büyük devletler Şark Meselesi’ni Anadolu’ya kaydırmakta herhangi bir sakınca görmemişlerdir.
Zira kendileri Balkanlar’da istenilen neticeyi almış ve orada menfaat sahalarını oluşturmuşlardır. Sıra, Anadolu’daki Hristiyan unsurların Türk hâkimiyetinden kurtarılmasına ve menfaat sahaları temin etmeye gelmiştir.
Bu politikanın menfaatleri doğrultusunda yürütülebilmesi için araç olarak kullanılabilecek topluluklara ihtiyaç duymuşlardır. Bu topluluklara örnek olarak başta Hristiyan Ermeniler gelmektedir. Avrupa, Anadolu’nun değişik yerlerinde küçük azınlıklar halinde yaşayan diğer unsurları da kışkırtarak Osmanlı Devleti’ne karşı isyana teşvik etmiştir.
Nihayet Avrupa’nın Türklerle dokuz asır süren mücadelesinin sonunda ana yurdumuz, vatanımız; Şark Meselesi’ni kapatmak isteyen İngilizlerin, Fransızların, İtalyanların ve onların taşeronu Yunanlıların işgaline uğramıştır.
Ama mazisini tarihleştiren, kültürünü millileştiren ve coğrafyasını vatanlaştıran Türk Milleti, büyük atamız Mustafa Kemal’in liderliğinde 19 Mayıs 1919’da başlayan ölüm-kalım mücadelesini 30 Ağustos 1922 tarihinde Şark Meselesi’nin takipçilerine karşı kazanmıştır.
Bu askeri zafer, ardından Lozan’da diplomatik zaferle taçlanmış ve Türkiye Cumhuriyeti doğmuştur.
Günümüzde de “Şark Meselesi” eski gücünü yitirmekle birlikte yeni projeler ile Türkiye’de ve Ortadoğu’da varlığını sürdürmektedir. Yalnız bir farkla ki, İngiltere yerini ve rolünü Amerika Birleşik Devletleri’ne (ABD) bırakmıştır. Ortadoğu’da bu dönemde ortaya çıkan önemli diğer bir güç ise İsrail Devleti’dir.
Türk Milleti tarafından bilinmelidir ki, ABD ve İsrail Büyük Ortadoğu Projesi’ni beraber yürütmektedirler ve bu projenin yeni hedeflerinden birisi Türkiye’dir.
Türk Milleti unutmamalıdır ki, Türk Meselesi, emperyalist devletler için hâlâ bitmemiştir. Türk Meselesi’nin takipçileri, kendilerine yeni yollar aramaya halen devam etmektedirler.
Her insan, dünya ömrünü en iyi şekilde değerlendirmek için devamlı planlar yapmakta ve bu yolda imkânları dâhilinde çeşitli çalışmalar yapmaktadır. Ömrümüzü nasıl geçirmeliyiz diye planlamalar yaparken, internet sitelerinde ulaştığım bazı bilgiler beni çok etkiliyor.
Güneş her gün herkesin üzerine eşit doğmaktadır ama gül başka, leş başka kokmaktadır. Apple’ın kurucusu ve dünyanın en zengin kişilerinden biri olan Steve Jobs, hayata gözlerini kapamadan önce yazdığı aşağıdaki son yazı bizler için ne kadar anlamlı acaba?
“İş yaşamında büyük başarılara ulaştım. Kimilerinin gözünde yaşamın başarısının simgesiyim, fakat işin dışında çok az neşem oldu benim. İşin sonunda zenginliğim, alışmış olduğum hayatın bana getirdiği tek gerçeklik. Ölümle yüzleştiğim şu anda, yatağımda uzanıp hayatımı gözlerimde canlandırırken fark ettim ki gururlandığım bilinirliğim ve servetim ölümün karşısında ne kadar da anlamsızmış.
Kaybedilen maddesel şeyler bulunabilir ya da yerine başkası konur, fakat kaybedildiğinde bulunamayacak tek şey varsa o da YAŞAM. Şu an hayatınızın hangi sahnesinde olursanız olun, zaman ile o sahne perdesinin kapanmasıyla yüzleşeceksiniz. Ailenize, eşinize, arkadaşlarınıza çok kıymet verin ve sevin. Kendinize iyi davranın ve insanlara değer verin. Yaşlandıkça ve umut ediyorum akıllandıkça fark ediyoruz ki, 300 dolarlık saatte de 30 dolarlık saatte de aynı zamanı söylüyor. İç huzurun bu tarz şeylerle elde edilmediğini anlıyorsunuz. İster first class ister ekonomi uçun, bilin ki o uçak düşerse siz de düşeceksiniz.”
Charlie Chaplin’in aşağıdaki iki cümlesi de bizler için ne kadar anlamlı acaba?
“Bu dünyada hiçbir şey kalıcı değil, hatta sorunlarımız bile. Hayatta en çok boşa harcanan gün, gülmediğiniz gündür.”
Peki, biz bu ömrümüzü nasıl geçiriyoruz?
İnsanların genellikle ömürlerini; 28,3 yılı uyuyarak, 10,5 yılı çalışarak, 9 yılı televizyon karşısında ve sosyal medyada, 6 yılı ev işlerinde, 4 yılı yemek ve içme, 3,5 yılı eğitim, 2,5 yılı kişisel bakım ve hazırlık, 2,5 yılı alışveriş, 1,5 yılı çocuk bakımı ve 1,5 yılı ulaşımda geçirdiği tespit edilmiştir. Yine Birleşmiş Milletler Nüfus Fonu’nun 2017 yılı verilerine göre dünyada ortalama yaşam süresi erkeklerde 70 yıl, kadınlarda 74 yıl olduğu tespit edilmiştir.
Bu tespitlere göre ömrümüzde gerçek vakit ne kadar acaba?
Eğer her gün gökyüzünde ayı görebiliyorsan Allah’ımızın güzelliğini görürsün, eğer güneşi görebiliyorsan Allah’ımızın gücünü görürsün ve aynada kendini görüyorsan Allah’ımızın yarattığı en mükemmel şeyi görürsün.
Peki, bizler dünya hayatlarımız için devamlı planlar yaparken, bize bu hayatı veren ve de bizlere bu hayatı yaşatan Allah’ımıza öbür dünyada hesap vermek ve öbür dünyamız için planlamalar ve de çalışmalar yapıyor muyuz? Atalarımız bu konuda ne güzel tespitlerde bulunmuş:
“Hiç ölmeyecekmiş gibi dünyaya, yarın ölecekmiş gibi ahirete çalışın.”
Sözün özü; her insan Allah tarafından kendisine verilen zamanın pilotudur. Hepimiz bu dünyadan geçen turistleriz. İnsanların bu dünyada sahip olduğu en büyük servet, akılla kullandığı ömürdür.
Sözün sonu, bu dünyadaki akıllı kişi ise hem bu dünyası hem de öbür dünyası için planlama ve çalışmalar yapandır.
Amerikan (A.B.D.) yönetiminin bugüne kadar resmi belgelere dayandırmadığı Büyük Ortadoğu Projesi (BOP) olarak bilinen “Genişletilmiş Ortadoğu ve Kuzey Afrika Bölgesi ile Müsterek Bir Gelecek ve İlerleme İçin Ortaklık” projesinin kökeni aslında daha eskiye dayanmakla birlikte, BOP’un diriliş noktası 11 Eylül 2001’deki uçaklı intihar saldırısıdır.
Bu proje, birçok sırrı saklamakla birlikte, A.B.D. tarafından henüz kontrol altına alınamamış bazı alternatif kaynaklarda BOP için aşağıdaki tez ısrarla belirtilmektedir:
“Bu proje ile A.B.D.; Kuzey Afrika’dan Pakistan’a kadar, içinde Türkiye ve İran’ın da bulunduğu 22 ülkeyi kapsayan bir coğrafyada siyasal, askeri, ekonomik ve dini yapıyı kendi çıkarları doğrultusunda yeniden yapılandırmayı planlamaktadır. Bu projenin asıl arkasında ise A.B.D.’yi gizlice yöneten, aynı etnik ve dini kökenli küresel şirket sahipleri vardır.”
Bu kaynaklara göre, özetle bu projenin amacı; A.B.D. için bölgede güç sağlamak, Ortadoğu’yu kontrol altına almak, petrol ve doğalgaza dünyada hâkim olmak, İsrail’in emniyetini sağlamak ve Çin, Japonya, Rusya ile Avrupa dahil diğer güçleri bu kaynaklardan uzak tutmaktır.
Bu alternatif resmi olmayan kaynaklarda aşağıdaki hususlar ayrıca belirtilmektedir:
Günümüzde “Arap Baharı” olarak isimlendirilen isyanların da aslında bu projenin birer basamağı olduğu ve Suriye başta olmak üzere, Arap dünyasında Türkiye’nin de içine çekilmek istendiği Ortadoğu ve Kuzey Afrika ülkelerinde, ABD yanlısı ılımlı İslam yönetimlerinin kurulmasının amaçlandığı ifade edilmektedir. Bu amaca şu anda Tunus, Mısır ve Libya’da ulaşıldığı; şimdi ise hedefte Suriye ve İran’ın bulunduğu belirtilmektedir. A.B.D.’nin amacı, İran’ı pasifize ederek nükleer faaliyetlerine son vermek; Suriye’de ise kendi menfaatleri çerçevesinde çalışacak bazı mezhep gruplarını iktidara taşımaktır.
Günümüzde A.B.D.’nin Ortadoğu ve Kuzey Afrika’da bazı mezhepleri kullanmasının ise Yeşil Kuşak Projesi’nin ters tepmesi üzerine yeni başvurduğu bir yöntem olduğu ifade edilmektedir. Geçmişte Yeşil Kuşak Projesi’nin amacı, komünist Sovyetler Birliği’nin güneye doğru ilerlemesini ve Akdeniz’e inmesini engellemekti. Sovyetler’in etrafını çevreleyen ülkeler ve diğer bir komünist ülke olan Çin’le arasındaki bölgeyi tampon olarak kullanmanın da amaçlandığı bu projede, radikal İslam, dinsiz komünizme karşı kalkan olarak kullanılmıştı. Sovyetler Birliği’nin yıkılmasından sonra kontrolsüz kalan radikal İslam, şimdi kendisini ortaya çıkaran A.B.D.’ye yeni düşman olarak yönelmişti. Kısaca proje ters dönmüş ve artık dizginlenmesi gerekiyordu. Bu maksatla geçmişi henüz bilinemeyen fakat A.B.D. Kongresi’nin 1957’de kabul ettiği Eisenhower Doktrini olarak da bilinen Büyük Ortadoğu Projesi, 1997 yılında tekrar ortaya çıktı.
Afganistan ve Irak’ta terörle mücadele edeceği gerekçesiyle bulunan ve savaşmaktan artık çekinen A.B.D., bu yeni savaşını Büyük Ortadoğu Projesi kapsamında icra etmeye başladı. Bu projede hedef ülkelerdeki muhalif liderler desteklenerek, bu ülkelerde ayaklanmalar başlatıldı ve bir zamanlar ustalıkla kullanılan ama bugün kendilerine verilen rolleri sona ermiş liderler teker teker devrilerek, yerlerine yeni roller verilmiş yönetimler iş başına getirilmektedir. Bölgedeki doğal zenginlikler şimdi bu yeni yönetimler vasıtasıyla A.B.D. ve A.B.D.’yi yöneten küresel büyük güçler tarafından paylaşılmakta ve kullanılmaktadır. A.B.D., çok uluslu şirketlerin küresel ekonomik faaliyetlerini engelsiz sürdürebilmeleri için askeri gücü de dahil tüm imkânlarını kullanmaktadır.
Yukarıda belirtilen hususlar, A.B.D. tarafından henüz kontrol altına alınamamış kaynaklarla beraber, herkese açık istihbarat kaynakları olan başta gazeteler olmak üzere diğer kaynaklarda da açıkça yer almaktadır. Bu açık kaynaklara ayrıntılı baktığımızda ise diğer ilginç bilgilerle karşılaşıyoruz.
Financial Times’ın 27 Ocak 1999 tarihli basımında belirtildiği gibi, dünyadaki ilk 500 büyük şirketten 244’ü Amerikan şirketidir. Bu şirketler, sermayeleri ile A.B.D.’yi gizlice yönetmektedir. Bu Amerikan şirketlerinin sahipleri araştırıldığında ise karşımıza büyük çoğunlukla İsrailoğulları çıkmaktadır; yani Yahudiler ya da Museviler.
İsrail’in kurulduğu 1948 yılından bu yana, Amerika İsrail’e ekonomik katkıda bulunmaktadır. A.B.D. yardımlarının yaklaşık üçte birini İsrail’e yapmaktadır. Bugün İsrail’in en büyük destekçileri olarak da Amerika’da yaşayan ve tüm dünyadaki Yahudilerin %40,5’ini oluşturan Amerikan Yahudileri tanımlanmaktadır. Yahudilerin girişimci ve birlikçi yönleri ile maddi güçlerini seçimlerde kullanma kabiliyetleri, A.B.D.’nin dış politikasını şekillendiren en önemli faktörlerden biridir.
Aslında Amerika’daki Yahudi dünyası, İsrail’i destekleyerek ve diğer gizli bazı faaliyetleri yürüterek; kendilerine Tanrı tarafından vaat edilmiş topraklar olduğunu iddia ettikleri, bugün birçok savaş ve iç çekişmenin yaşandığı dünya coğrafyasını kendi idealleri ve menfaatleri çerçevesinde yapılandırmaya çalışmaktadır. Büyük Ortadoğu Projesi’nin ise bu amacın gerçekleştirilmesinde bir maske olarak kullanıldığı, birçok açık istihbarat kaynağında ifade edilmektedir.
Bu maske projeye göre, BOP’un şu andaki safhası, sorunsuz bir şekilde büyük bir İsrail devleti kurulmasıdır. Bu safhanın gerçekleşmesi için Suriye’nin 4’e, Lübnan’ın 8 kantona ayrılması; Türkiye, Suudi Arabistan, Mısır ve Libya’nın ise üçer parçaya bölünmesi gerektiği belirtilmektedir. Şimdiki hedefte Suriye ve İran’ın bulunduğu, ardından sıranın Türkiye’ye geleceği ifade edilmektedir.
Yine birçok açık istihbarat kaynağında, bugün kendilerine vaat edildiğini iddia ettikleri toprakların bir parçası olduğu belirtilen vatanımızın doğu ve güneydoğu bölgesindeki terör olaylarının ve Kuzey Irak’ta ilk temelleri atılarak kurulmaya çalışılan sözde Kürdistan’ın bu projenin bir aşaması olduğu ifade edilmektedir. Bu plana göre, Suriye’deki bölünme ile birlikte Irak, Suriye ve Türkiye’nin güneydoğusu üzerinde, sonradan başka amaçlarla kullanılacak piyon bir Kürt devleti kurulmasının yolu açılmaktadır.
A.B.D.’nin eski başkanı Obama’nın şu sözleri mevcut durumu aslında özetlemektedir: “ABD için İsrail’in güvenliği söz konusu olduğunda akan sular durur. Biz Ortadoğu’da tek müttefik tanırız, o da İsrail’dir.”
Bugün dünyadaki tek resmi Musevi devleti olan İsrail’i açık istihbarat kaynaklarından araştırdığımızda ise karşımıza yine fazla bilinmeyen diğer gerçekler çıkmaktadır.
2000 yıllık süreçten sonra kurulan ilk Yahudi devleti olan İsrail, 14 Mayıs 1948 tarihinde Tel Aviv’de ilan edilmiştir. Hazret-i Davud ve Hazret-i Süleyman zamanlarında Yahudiler bir devlet kurmuşlardı. Bugünkü İsrail bayrağı, beyaz zemin üzerinde üstte ve altta iki mavi çizgi ile bu çizgilerin ortasında yer alan altı köşeli mavi Siyon yıldızından oluşmaktadır. Bayraktaki her bir imge, dinî ve tarihî kökenlere dayanan anlamlar taşımaktadır.
Beyaz, dünyadır; yeryüzüdür. Bayrağın ortasındaki altı köşeli yıldız ise Siyon Yıldızı’dır. Filistin’in başkenti Kudüs’te bulunan Siyon Dağı’nda yeniden kurulmak istenen Tanrı Krallığı’nı simgeler. Bu yıldızın bulunduğu alan, Yahudîler’in vatanı olan Arz-ı Mevud (Vaadedilmiş Topraklar)’dur.
Arz-ı Mevud’un, yani Yahudî vatanının sınırlarını ise bayraktaki Siyon Yıldızı’nın altından ve üstünden geçen iki mavi çizgi belirlemektedir. Bu mavi çizgiler, Yahudî topraklarının sınırlarını işaret etmek içindir.
Peki, bu sınır çizgileri neresidir? Elbette ki Nil ve Fırat nehirleridir. Kongo (eski Zaire), Uganda, Etiyopya (Habeşistan), Sudan ve Mısır topraklarında akan Nil Nehri ile Türkiye, Suriye ve Irak topraklarında akan Fırat Nehri’dir. İsrail bayrağındaki iki mavi çizgi, Nil ve Fırat nehirlerini sembolize eder.
Arz-ı Mevud’un hudutları, Tevrat’ta Nil ile Fırat nehirleri arasındaki coğrafya olarak gösterilmiştir (Tevrat, Tekvin, Bâb 15). Bir Yahudî’nin bunu kabul etmemesi, Yahudîliğini inkâr etmesi demektir. Arz-ı Mevud (Vaadedilmiş Topraklar) konusu, Musevî inancında “imanın esasları” arasında olduğundan, bu ülkü her Yahudî’nin ülküsüdür.
Nil ile Fırat nehirleri arasında kalan coğrafyayı her Yahudî kendisi için vatan olarak kabul eder. Bunun anlamı, Yahudîler’in Mısır’dan vatanımızın doğu ve güneydoğu bölgelerine kadar geniş bir coğrafya üzerinde hak iddia ettikleri gerçeğidir.
Dünya yüzünde İsrailoğullarından daha fazla etnik bilinç taşıyan bir başka kavim yoktur. Kendilerini “Tanrı’nın seçilmiş kavmi” olarak kabul ederler ve diğer bütün insanların Yahudilerin kölesi olarak görürler.
Yahudiler’in devlet kurma girişimlerini incelediğimizde karşılarımıza çıkan bazı tarihi olaylar, Türk-Yahudi ilişkilerini ve Ortadoğu’daki ve Türkiye’deki şu andaki durumunu değerlendirmemiz için bizlere bir ışık tutabilir.
1896 tarihlerinde Siyonizmin kurucusu Theodor Herzl, Filistin’i alıp dünya Yahudilerini burada toplamak ve bir Yahudi devleti kurmak istiyordu. Bu konuda en büyük engel, bu bölgeye hakim Osmanlı Devleti yani Türklerdi. Herzl, Yahudi devleti kurma fikrini gerçekleştirmek için İstanbul’a gelmiş ve o zamanki Osmanlı Padişahı II. Abdülhamit ile görüşme yollarını aramıştır.
Arkadaşı Newlisky’i kullanarak II. Abdülhamit’ten Osmanlı Devleti’nin bütün dış borçlarının silinmesi karşılığında Filistin’in Yahudilere verilmesini istemiştir. Türk Osmanlı Padişahının bu teklife verdiği tarihi cevap, belki bugün bize şu andaki durumu değerlendirebilmemiz için acı bir ders olabilir.
“Benim bir karış toprak vermem söz konusu olamaz. Zira istenen toprak bana ait değildir. O, milletime aittir. Bu devleti kuran ve kanıyla besleyen milletime… Herhangi birine vermek veya bizden koparılmasına razı olmaktansa, yeniden kanımızla yıkamayı tercih ederiz. Benim, Suriye ve Filistin’den gelen iki alayım Plevne’de son neferine kadar şehit oldular. Türk İmparatorluk toprakları bana değil, Türk Milleti’ne aittir. Bu İmparatorluğun hiçbir parçasını hiçbir kimseye veremem. Yahudiler şimdilik milyarlarını biriktirsinler. Kim bilir, bir gün bu imparatorluk paylaşılırsa, onlar da istediklerini belki bir şey ödemeden elde edebilirler. Fakat ancak kadavramız paylaşılır, canlı vücuttan parça koparılmasına müsaade edemem.”
Bugün, Orta Asya Cumhuriyetleri ve Ortadoğu ülkeleri başta petrol olmak üzere çok büyük ekonomik enerji kaynaklarına sahiptirler. Eğer bu coğrafyalarda Avrupa etkili olursa, Avrupa dünyanın en büyük gücü haline gelir. Eğer Rusya kontrol ederse, Rusya en büyük güç olur. Eğer Amerika bu bölgeleri etkin kontrol edemezse, büyümeyi bırakın, küçülmek zorunda kalır ve dünya üzerindeki etkinliğini kaybeder. Bu da ekonomik düzeyinin gerilemesi sonucunu doğurur.
Ortadoğu’da A.B.D.’nin kurmaya çalıştığı bu proje karşısında birbirlerinden fikir ve siyasi görüş olarak çok farklı yapıya sahip Rusya, İran ve Türkiye ilişkileri artmaya başlamış ve Ortadoğu’daki kurulmak istenen bütün dengeyi değiştirebilecek yeni bir sürece adım atılmak istenmiştir.
Yıllardan beri NATO yoluyla Amerika tarafından çizilmiş bir yolda ilerlerken Türkiye’nin şimdi başta Rusya, İran olmak üzere bu projede engel teşkil edebilecek diğer bölge ülkelerle ilişkilerini arttırmak istemesi ve kendisine çizilmiş yoldan çıkma teşebbüsleri bazı şeyleri tetiklemiş olabilir mi?
Sizce değerli okurlar, bu büyük oyunda sıradaki ülke acaba hangisi? İran mı yoksa Türkiye mi?
Ben 19 Aralık 1968 yılında doğdum. Ancak 2006 yılında kritik bir füze birliğinin komutanı iken Amerika’da bir kurs sırasında aniden bütün bilincimi ve hafızamı kaybetmem hem askerlik ve hem de kendi özel hayatımda tam bir dönüm noktası olmuştur. Bundan dolayı ben 2006 yılını ikinci doğum yılım olarak kabul ediyorum.
FÜZE BİRLİK KOMUTANLİĞI
Sarıkamış’ta 2005 yılı bahar ayları başlangıcında tayinlerin açıklandığını duyar duymaz yeni tayin yerimi öğrenmek için Sarıkamış’taki tek Kara Kuvvetleri resmi internet ağı olarak nitelendirilebilecek KARANET ortamının bulunduğu Birlik Karargahına gittiğimde burada tayinimin kritik bir Füze birliğine Birlik Komutanı olarak çıktığını öğrendim. Birlik hakkında araştırma yaptığımda ise Amerikan MLRS silah sistemine yani Ordumuzdaki ismi ile 227/607 mm ÇNRA Sistemine Birlik Komutanı olarak atandığımı öğrendim.
Yeni Birliğim ilk başta gerçekten çok etkileyici idi. Birlik o anda 165 km menzili ile Ordumuzun en uzun menzilli füze atabilme ayrıca 32 km ye kadar seri roketler atabilme yetenekleri ile Ordumuzun en güçlü ateş destek silah sistemi olup çok kritik bir birlikti.
MLRS Silah Sistemi
227/607 mm ÇNRA yani MLRS sistemi ile ilgili olarak yeni atandığım birlikte Göreve Yönelik Kurs kapsamında 13 Haziran- 08 Temmuz 2005 tarihleri arasında kendi birlik personelimden bizzat özel kurs aldım. Burada görevi devir alacağım eski Birlik Komutanı ve diğer personel ile çok samimi görüşmeler yaptım..Birlik geçmişi, alınan tecrübeler, takip edilmesi gereken hususlar, silah sisteminin bakımı ve bu kapsamda NATO bağlantılı Amerikalılar ile görüşmeler, mevcut roket ve füze ömrünün dolması ve bakım zafiyetleri vb. diğer konularda kurs konu kapsamı dışında çok teferruatlı bilgileri aldım.Bu kurs süreci birliğimi tanımam ve gelince yapacaklarımın tespiti açısından çok faydalı geçti.
Sistem hakkında internet ve bulabildiğim diğer kaynaklardan ayrıca yüzeysel bir araştırma sürecine girdim. Gördüm ki mevcut bilgiler tamamen ve sadece sistemin üretici firması ve Amerika tarafından yansıtılan bilgilerdi. Sarıkamış’ta ilişik kesip ev toplamayı müteakip yeni Birliğimde görevime başladım…
.Yeni Birlik Komutanlığı Tabur Komutanlığı muadili bir birlikti ve ben daha o sene Binbaşı olmama rağmen böyle kritik bir göreve atanmıştım. Birliğimin bütün Subay, Astsubay ve Uzman Erbaşları özel olarak seçilerek birliğe atanmıştı. Birliğim, askeri okulları derece ile bitiren ve yer seçme hakkı olan personelin ilk seçtiği birlik idi.Bu birlikte daha önce görev yapmış başta Birlik Komutanları olmak üzere birçok personelin yurt dışı görev geçmişleri bulunmakta idi.
Birliğim o anda TSK envanterindeki en uzun menzilli ve etkili sistem olduğundan bütün yabancı heyetlerin ve üst düzey komuta kademesi ziyaret ve denetlemelerinin öncelikli gezi güzergahında bulunmakta idi. Birliğim devlet törenlerinin yapıldığı içinde bütün devlet erkanı ve yabancı temsilcilerin bulunduğu Ankara’daki bütün 30 Ağustos, 29 Ekim resmi törenlerine Ordumuzu temsilen katılmakta idi. Başta personelim olmak üzere, silahlarımız, teçhizatımız, araçlarımız, tesislerimiz, diğer imkan ve kabiliyetlerimiz başka kıta komutanlıkları ile kıyaslanmayacak derecede üstündü. Birliğimin, bağlı olduğu komutanlığın bulunduğu garnizon dışındaki tek birliği olması bana; planlama, insiyatif kullanma, karar verme ve üst Komutanlık ile ilişkilerde ayrıca çok büyük esneklik sağlıyordu.
Füze Birlik.Komutanlığımın. ilk safhası geçmişe ve geleceğe yönelik çok büyük bir araştırma, personel ile birebir görüşme, silah sistemi, mevcut sorunları ve alınması gereken tedbirlerin tespiti maksadı ile çok yoğun geçti. Birlik personelimin çok yetenekli olması ve bağlı olduğum Komutanımın bana güvenerek, insiyatif tanıması askerlik safahatımda şimdiye kadar hiç olmadığı kadar kendi Birliğim ve bu yabancı Silah Sistemi konularında derinlemesine araştırma yapma imkanını şahsıma sağladı. Bu araştırmayı kendime öncelikli bir vazife edinmiştim.Çünkü 227/607 mm ÇNRA (MLRS),o anda Ordumuz envanterindeki en güçlü ve en uzun menzilli ateş destek sistemi, atandığım görev ve Birliğimin vazifesi o ana kadar atandığım görevler ve birliklerimin aldıkları vazifeler içinde en önemlisi idi.Bu araştırmayı yapmayı kendime kutsal ve öncelikli bir vazife edinmiştim.
Konularında uzman Birlik personelimin bir kısmını da kullanarak yaptığım araştırmalar sürecinde; ilk tespit ettiğim ve de daha önce eski Birlik Komutanı ve bağlı olduğum Komutanım tarafından bu konuda çalışma yapmam gerektiği konusunda bilgilendirildiğim; elimizdeki bu Amerikan silah sistemine ait bütün mevcut roket ve füzelerin raf ömürlerinin önümüzdeki 5 yıllık sürede dolmak üzere olduğu ve 2007 yılından itibaren de Birliğin tarihi geçmişinde ilk defa büyük bir miktar roket ve füzenin raf ömrünün tamamen dolacağı ve bunların yerine yenilerinin konması gerektiği tespiti idi. Yaptığımız çalışmalarda üretici firma internet sitesinde de fiyatını açıkça görebildiğimiz tanesii 801.471 dolar olan M-39 ATACMS füzeleri ile tanesi 153.081 dolar olan M-26 roketlerinden elimizde bulunanlardan o anda değerini tam hatırlayamadığım yüz milyonlarca Dolarlık füze ve roketin raf ömürlerinin önümüzdeki 2 yılda dolmakta olduğu idi. Önümüzdeki 2 yılda dolacak yüz milyonlarca Dolarlık ve 5 yıllık süre sonra şu anda maliyetini kesinlikle değerlendiremediğim belki de milyarlarca dolarlık raf ömrü tamamen dolacak Ordumuz elindeki bu yabancı sistemin mevcut bütün roket ve füzeleri ve de eskimiş sistemin bizzat kendisi için acilen bir tedbir almak gerekiyordu.
NATO kanalı ile Amerikalı yabancı şirketçe önceden roket ve füzelerin raf ömürleri zaten uzatılmıştı. Ama şimdi bu uzatmanın teknik olarak son aşamasına gelinmişti .Artık teknik olarak roket ve füzelerin kullanım ömürleri uzatılamayacağından Ordu ve Devlet olarak önümüzde iki seçenek bulunmaktaydı.
Ya Amerika’dan kullanım ömrü bitmiş roket ve füzeler yerine yüz milyonlarca , milyarlarca dolar vererek yenilerini alacağız ya da bu sistemi terk ederek yerine o tarihlerde gizli tutulan Türk mühendislerinin geliştirmeye devam ettikleri milli fabrikalarımızda yeni üretmeye başladığımız milli roket ve füze sistemlerini geliştirerek kullanacağız
Yeni takip edilecek yolun tespiti için benim göreve gelmem öncesinden başlayan yoğun bir araştırma sürecine zaten girilmişti. Yeni ilave sistemlerin Amerika’dan Ordumuza alınarak MLRS sayısını arttırmadan, bütün roket ve füzeleri istenen hedefler üzerine atarak komple bitirme projelerine kadar uzanan birçok alternatif çözüm yolları ortaya konmakta idi.
İlk önceleri diğer geliştirilen alternatif milli silahların belirsizlikleri ve riskleri sebebi ile belli bir süre daha Amerika’dan yeni roket ve füze alınarak sistemin devam ettirilmesi seçeneği ağırlık kazanmıştı. Ama hala araştırmalar devam ediyordu.
Bu yoğun araştırma sürecinde iken bizim gibi Amerika’dan aynı yıllarda MLRS alan Güney Kore ordusunun bir lançerinin bir M-26 roketini atarken atış sırasında yerinde patlayarak personelinin öldüğünü ve lançerin paramparça olduğunu gösteren bir fotoğraf internet aracılığı ile gayri resmi kanaldan elimize geçmişti. .Diğer tespit ettiğimiz önemli husus ise; bu silah sistemi ile bir hedef için 801.471 Dolarlık bir füze atmanın maliyet-etkinlik analizi çerçevesinde ne kadar pahalı olduğunu gösteren bulgulardı
Alternatif özel araştırmalarımda üretici Amerikalı firma haricindeki diğer Amerikalı askerler dahil birçok bilirkişi uzmanlarının yaptığı araştırmalardan sistemin maliyet-etkinlik yönünden çok pahalı olduğu ile ilgili değerlendirmeleri değişik internet sitelerinde bizzat bende bulmuştum. Ama asıl bulduğum acı gerçek ise şu idi.
‘’ Artık Amerika tarafından bu sistemlerin üst modellerinin kullanıldığını, yeni sistemlerin kullanılmaya başlaması ile bizim de kullandığımız mevcut roketlerin, füzelerin ve de bizzat bizim kullandığımız MLRS sisteminin üretici Amerikalı şirketin elinde satamadan kaldığı gerçeği.’’
Bu arada Çin’den ilk teknolojik destek alınarak halen geliştirilen ve yerli fabrikalarda üretilen milli roket ve füzeleri de araştırmakta idim. Öncelikle Türkiye tarafından halen geliştirilen o tarihlerde gizli tutulan ÇNRA ve Füze silah sistemleri ile yine yerli ROKETSAN tarafından üretilen gizli olmayan 107 ve 122 mm.ÇNRA sistemlerini de askerlik safahatımda ilk defa tanıma imkanı buldum.
Bu araştırmalarda bulduğum ince husus ise MLRS sisteminin bütün alt unsurlarını ayrı ayrı farklı milli kuruluşlar tarafından milli imkanlarla üretebildiğimizi, tek yapmamız gerekenin ise bunun tek bir silahta birleştirilmesini sağlayacak alt yapının oluşturulması olduğu gerçeği idi. Şu an yeni hatırladığım uzun araştırmalardan sonra elime geçmiş Lockheed Martin şirketinin bir broşürü idi. Bu broşürde önemli bir ayrıntı vardı. Birlik olarak elimizdeki bütün roket ve füze miktarlarını GİZLİ gizlilik derecesinde saklarken ve sadece bilmesi gereken prensibine göre sadece yetkili personelin bilebildiği elimizdeki o tarihteki ATACMS füze miktarının ve lançer sayısının bu broşürde açık olarak yer alması idi. Bu özel basım broşür 1997 yılında basılmıştı.
Bizim ‘’ÇOK GİZLİ’’ sakladığımız füze sayımızı ve lançer miktarımızı Amerikan şirketi bütün dünya ülkelerine reklam amaçlı açık açık duyuruyordu. Hem de biz 2005 yılında iken ve bu bilgi bizim için halen gizli iken şirket bu bilgiyi 1997 yılında yayınlamıştı. Ne kadar GİZLİ? Bu broşürde diğer ülkelere de ne kadar silah ve füze satıldığı açıkça belirtilmekte idi. Şimdi bu dökümanı yine ibret olsun diye özel saklıyorum.
Füze Birlik Komutanlığına atandığımda şu an hatırlayabildiğim diğer ince bir ayrıntı ise şu idi; Birlikteki odama ilk defa geçip masama oturduğumda, masamın önündeki sehpa üzerinde Amerika’dan ismime ve direk Birlik adresime ‘’ TUGTIGIN SEN 227/607 mm.CNRA Brl.K POLATLI’’ ifadeleri ile gönderilmiş silah sistemi üreticisi Lockheed Martin şirketi amblemi taşıyan MLRS ile ilgili birçok dergi, afiş ve dökümanın bulunması idi. İlk önceleri beni bu husus çok ilgilendirmemişti..Eski birlik personeline sorduğumda bu tür dökümanların eski Birlik Komutanına da devamlı geldiğini bana söylediklerini hatırlıyorum.
Bu Amerika’lı şirket nasıl oluyor da benim adımı ve bu Birlik Komutanlığına atandığımı biliyor?
Ayrıntısını daha yeni hatırlayabildiğim diğer bir hususta şu idi. Birlik Komutanlığımda artık belli bir süre geçirmiş, yeterli olmasa da belli bir bilgi düzeyine ulaşmıştım. Benden önceki Birlik.Komutanı.devamlı Amerikalıların geldiğini ve onlarla silah sistemi ile ilgili görüştüklerini söylemiş, silahlarımızın ve mühimmatımızın bakımının Amerikalılarca yapıldığını bana iletmişti.Birlik personelimden bazıları da Amerikalılarla bakım faaliyetleri ile ilgili yaşadıkları bazı tecrübeleri bana iletmişlerdi. Bu arada yurtdışından adıma ve birlik adresime daha yoğun olarak üretici Amerikan firma tarafından silah maketleri ve yeni ürettikleri sistemleri tanıtan broşürler gelmekte idi.
Bu süreçte yeni izlenecek yolun teknik tespiti açısından yeni başlattığımız mevcut roket ve füzelerin kalan ömürlerini tespiti ve bakımları açısından Birliğimizde yoğun bir çalışma ortamı vardı. Ben, birliğimin özellikle bir gerginlik anında Trakya ve Ege bölgesinde alabileceği muhtemel plan görevleri ile ilgili vazifelerde çok yoğun olarak ayrıca uğraşmakta idim. Bu süre içinde Tugay Komutanımın teklifi ile 23.01.2006 tarihinde Kara.Kuvvetleri.Komutanı tarafından ‘’Eğitim ve Öğretim Şerit Rozeti’’ ile ödüllendirilmem, yine bizzat Tugay.Komutanım tarafından 25 Kasım ve 09 Aralık 2005 tarihlerinde yapılan harbe hazırlık faaliyetlerinde Birliğimin gösterdiği başarıdan dolayı takdir yazılması sağlığım yerine geldikten sonra bunlarla ilgili belgeleri bulmam sonucu şimdi yeni hatırlayabildiğim hususlardır. Bu takdirleri de şimdi özel korumaya aldım.
. Tarihe meraklı birisi ve araştırdığım için envanterimizdeki yabancı silahlar da dahil bütün dünyada kritik silah sistemlerinin üretici yabancı ülkeler tarafından üst modelleri üretilmeden ve kritik kullanım bilgileri muhafaza edilmeden diğer ülkelere satılmadığını bilmekte idim. Yakın geçmişimizde hemen II. Dünya Savaşı sonrası artık kullanım alanı kalmamış birçok silah ve mühimmatın Amerika ve Avrupa tarafından Türkiye’ye hibe dahil çok düşük fiyatlarla satılarak milli imkanlarla uçak dahil, birçok silah ve mühimmat üretiminin önüne geçildiğini bilmekte idim. Gerçi Kıbrıs Barış harekatında ve sonrasındaki yakın tarihi süreçte milli imkanlarla silah üretmenin önemini ve önceliğini Devlet ve Ordu olarak artık görmüştük ama geç kaldığımızdan çalışmalarımızı hızlandırmamız gerekiyordu. Ayrıca yakın tarihi süreçte bir savaşın maliyetinin ne kadar ağır olduğunu ve hatta Rusya’nın dahi Afganistan’daki savaşının ekonomik yükünü kaldırmada nasıl zorlandığı konusundaki bilgilerim şu anda hatırlayabildiğim hususlardır.
Tespit ettiğim en önemli husus ise o anda dünya da küresel güçlerden sonra kendi imkanları ile roket ve füze üretmeye başlayabilen sayılı ülkelerden birisi olduğumuzu ve yeterli imkan tanınması halinde ise bu imkanımızı bize silah satan ülkelerden çok daha ileri seviyelere getirebileceğimizin tespiti idi.
Araştırmalar sırasında bulduğum bir fotoğraf ise benim için tarihi bir ders çıkartmak adına çok anlamlı ve düşündürücü idi. Bu fotoğraf; 1999 yılı Kasım ayında A.B.D. Oklahama, Fort Sill üssünde A.B.D nin hem Yunanistan’a hem de Türkiye’ye MLRS sattıktan sonra eğitim verirken çekilmişti.
‘’Fotoğrafta bir tarafta Türk bayrağı ile Türk askerleri, bir tarafta Yunan bayrağı ile Yunan askerleri, ortalarında eğitim veren Amerikan askerleri ve arkada hem Yunanistan’a hem de Türkiye’ye satılan Amerikan silahı MLRS’’ Bu fotoğrafı çerçeveletip derhal odama astırdığımı hatırlıyorum. Sadece ibret olsun diye…
Amerika’nın hem Türkiye’ye hem de Yunanistan’a sattığı MLRS için Amerika’da verilen kurs
Üç NATO ülkesi askerleri ve Amerikan Silahı, İki ülke Yunanistan ve Türkiye bu silahı bir gerginlik anında gerektiğinde birbirleri için çekinmeden kullanacaklar ve ortalarında daimi müttefikimiz, stratejik ortağımız A.B.D. ……’’
Biz bu büyük oyunda Türkiye ve Yunanistan olarak acaba bir oyuncak mıyız?
Türkiye’nin komşu ülkelerinden sadece Yunanistan’da bu silahlar mevcut. Tarihe meraklı ve bu konuda yüksek lisans yapmış bir kişi olarak kendi ve dünya yakın tarihimizde savaşların nasıl çıktığını öğrenmiştim.
I nci Dünya Savaşı sonrası emperyalist ülkelerin nasıl araç olarak Yunanlıları kullanarak Büyük Yunanistan’ı (Bizansı) kurmak hayaliyle Kurtuluş Savaşımızda üzerimize gönderildiklerini, Sadık Millet olarak bilinen Ermenilerin nasıl kandırılarak Osmanlı Devletinin parçalanmasında kullanıldıklarını bilmekte idim. Bosna’daki görevim sırasında emperyalist devletlerin nasıl aynı milleti birbirine düşürerek Yugoslavya’yı parçalayabildiklerini tarafsız bir gözle bizzat görmüş, yine İç Güvenlik Harekatında bölücü terör örgütüne karşı yapılan mücadelede fiili olarak bizzat görev yaparak bizi birbirimize karşı nasıl kırdırabildiklerini görmüştüm.
Acaba biz Türkiye ve Türk Milleti olarak bu kadar şanlı ve onurlu bir tarihe sahip olmamıza rağmen Amerika’nın ve diğer emperyalist devletlerin çıkarları için bize biçilen rol içinde onların menfaatleri için oyuncak olarak kullanılıyor muyuz? Bu soruyu kendime şimdi daha çok sormaya başlamıştım.. . Ben Füze Birlik Komutanı iken, bu sistemin artık Ordumuz tarafından son kullanım ömrüne kadar kullanılıp, sonra da kaldırılmasını ve yerine geliştirmeye devam ettiğimiz milli sistemlerinin kullanılmasını istiyordum.. Bu konuda Birlik Komutanlığımdan itibaren hep araştırmalar yapmış, ilgili Komuta kademesini ve ilgili diğer personeli bilgilendirerek, kendi komutanlık sınırlarım içindeki tedbirleri almıştım. Birlik Komutanlığım sırasında raf ömrü biten roket ve füzeler için üst komuta kademesine yeni roket, füze alınması ve de raf ömrü uzatımı yönünde resmi yazı yazmamış, komuta ve diğer karar kademelerine kesinlikle olumlu görüş bildirmemiştim…
Kısaca milli imkanlarla bu sistemleri yapmamız halinde şu anda acı tecrübelerle öğrenebildiğimiz ordumuzdaki diğer bütün yabancı sistemlerde olduğu gibi mevcut roket ve füzelerin raf ömürlerinin bitmesinden kaynaklanan sorunlar gibi başka sorunların Devletimiz ve Ordumuz için bundan sonra gelecekte ortaya çıkmasını kendi yetkilerim içinde engellemeye çalışıyordum.
AMERİKA’YA KURSA SEÇİLMEM
Yurtdışına hiç gitme isteği ve teşebbüsü yok iken Amerika’ya yerinde lisan kursuna gideceğimin bana telefon ile bir arkadaşım tarafından bildirilmesi ve yaşadığım şok. Amerika’ya gideceğim haberi bana 2006 Mart ayı sonlarına doğru bu şirket yetkilileri ile görüşmemden yaklaşık bir ay sonra öğrenmiştim. Yurtdışına gitmek isteğim yoktu çünkü 1995-1997 yıllarında İç Güvenlik Harekatında, 1998 ve1999 yıllarında da Bosna-Hersek’te görev yapmıştım. Bu süreçte ailem ile beraber değildim. Aile bütünlüğüm Sarıkamış’tan sonra batıda ilk defa tam olarak sağlanmıştı.
Diğer önemli husus ise mesleki konulardaki önceliklerim değişmişti.2005 yılında bitirdiğim Türkiye Cumhuriyeti Tarihi üzerine yaptığım Yüksek Lisans ve hazırladığım ‘’Bölücü Terör ve Ermeniler’’ üzerine tezim akademik sivil çevrelerden ilgi görmüş ve bana tezimi geliştirerek kitap olarak basmak konusunda tavsiyelerde bulunulmuştu. Ben ise bu tezimi asker olduğum ve o zamanki durum gereği sivil kuruluşlar yerine Genelkurmay ATASE’ye basılmak üzere gönderme durumunda kalmıştım. Türkiye’nin gündeminde olan konularda araştırma yapmaktan çok büyük zevk almıştım ve de kendimi Ankara’da bir üniversitede yakın tarihimiz üzerine daha önce araştırılmamış konular üzerine akademik doktora yapmaya hazırlıyordum. Halen de ayrıca başka bir üniversitede İşletme-Yönetim Organizasyon üzerine Yüksek Lisansımı bitirmek üzereydim..
Akademik Tarih Doktorası yapmak için mecburi olarak girdiğim Kamu Personeli Yabancı Dil Sınavı (KPDS) ve akabinde yıllardan beri göremediğim Erzurum’da sınava girecek diğer silah arkadaşlarımla tekrar buluşmak için girdiğim dinleme sınavı sonucu Genel Dil notu olarak 02.01.2006 tarihinde aldığım 57.5 Genel Dil notu gerekçesi ile İngilizce’yi yerinde daha iyi öğrenmek maksadı ile Ordumuz beni Amerika’ya gönderiyordu. Talihe bakın ben bu sınavlarda çok daha yüksek not alabilirdim fakat doktora yapmak için KPDS den 55 almamın yeterli olacağını öğrenmiş ve ben bu sınavda son 30 soruyu belki yüksek not alarak beni yurtdışına tekrar gönderirler gerekçesi ile dikkatli okumadan işaretlemiştim. Dinleme sınavında da aynı sebeple çoğu soruyu boş bırakmıştım. İşte kader dedikleri buymuş: iki sınav ortalamam 57.5 olduğu için beni Ordumuz ilgili mevzuata uygun olarak haklı gerekçelerle İngilizcemi daha geliştirmek maksadı ile Amerika’ya gönderiyordu.
Daha önce Bosna’da 1 yıl beraber çalıştığım bu insanlara ve 2002 yılında eşimle birlikte turist olarak gittiğim bu ülkeye tekrar gidiyordum.
Canım Ordum beni, önce kritik bir Füze Birliğine Birlik Komutanı olarak atamış akabinde de yine beni talebim olmamasına rağmen böyle özel ve güzel bir kursa gönderiyordu. Bu beklenmediğim kurs haberi Ordumun benden gelecek için bir ümit duyduğu ve de ileriki askerlik safhamda bana yeni farklı yollar açabileceği düşüncesi ile önceleri bende mutluluk yarattı.
Ama bu kurs sırasında Amerika’da başıma gelen o zaman üzücü olarak değerlendirdiğim bir olay ileriki askerlik safhamda ve hayatımda hiç ummadığım ve beklemediğim fakat şimdi kesinlikle hayırlı olduğunu değerlendirdiğim yolları önüme açacaktı.
AMERİKA’YA KURSA GİDİŞ VE RAHATSIZLANARAK GERİ DÖNÜŞ
Amerika’ya kursa gitmeden önce Ankara’da çeşitli kurslar gördük. Amerikan irtibat Subayları ile görüştük. Kursa gitmeden önce Türkiye’de yapılan dil sınavında çok iyi not aldığımı hatırlıyorum. Kurs veren bir Türk Subayı tarafından bana’’ Amerika’ya gittiğinde kesinlikle yüksek not alma. Sizi orada ilk gittiğinizde bir giriş testine tabi tutacaklar. Yüksek not alırsan sana sen zaten İngilizceyi çok iyi biliyorsun derler, bizi de bu subayı aramıza ajan olarak mı gönderdiniz diye uyarırlar’’diyerek ikaz edildiğimi hatırlıyorum. .Amerika’daki kursa isimlerini ve görev yerlerini iyileştikten sonra öğrendiğim 4 subay ile gittim.
Amerika’da kurs başlangıcı sürecini çok net hatırlamamak ile birlikte benim öncülüğümde askeri üs içindeki bize özel tahsis edilen kalma yeri haricinde kentte dışarıda bir ev tuttuğumuzu ve bir araba aldığımızı hatırlıyorum.Ben öncülük yapmıştım çünkü daha önce 2002 tarihinde Amerika’ya turist olarak gitmiş, en uç ve güzel yerleri kardeşim vasıtası ile gezmiştim.Bosna’da görevdeyken daima Amerikalılarla beraber çalışmış hatta belli bir süre Amerikan Tümeninde irtibat görevlerinde bulunmuştum. Birde en önemlisi A.B.D.de açılan bu kursların bir şey öğretmekten ziyade Amerikan düşünce yapısını ve psikolojik harbini diğer ülke askerleri üzerine uygulamak olduğunu yaptığım araştırmalardan ve özellikle yüksek lisans tezimi hazırlarken yabancı okulların ve eğitiminin ülkemizin bölünmesindeki rolünü çok iyi öğrenmiştim.
Sonra ne oldu? Hiç ama hiç hatırlamıyorum….Rahatsızlık….Bilinç kaybı…???? Detaylarını biraz kardeşim Alper biliyor.Az çok öğrenebildiğim kadarı ile önce başka bir sebeple viziteye çıkma, ilaç alma, mide kanaması ve şuur kaybı…..Ne oldu??? Hastalığımın ismini iyileştikten yıllar sonra öğrenebildim.ENSAFALİT.
Kardeşim bana çok detaylı anlatamamakla birlikte Amerika’da hastanede bana çok iyi bakmışlar. Sonra özel bir uçakla kardeşim Alper’de yanımda olarak bir gece Almanya’da kalarak çok mükemmel bir hizmetle 24.05.2006 tarihinde Türkiye’ye geri getirmişler.
TÜRKİYE’YE GELİŞ VE HASTAHANE SÜRECİ
Kardeşim Amerika’daki Türk Askeri Ateşe tarafından Türkiye’ye mesaj çekildiğini ve bu mesajda benim Etimesgut’taki askeri hava alanında ambülansla karşılanarak Askeri Hastahaneye götürülmem gerektiği konusunda bilgi verildiğini söylemesine rağmen uçak askeri hava alanına. indiğinde hiçbir ambülansın ve bekleyenin bulunmadığını tespit etmiş. Kardeşim ilgili hastahaneyi telefon ile aramış, çok zor ve ikna edici konuşmalar sonucu sadece şöförü olan bir ambülansın hava alanına gönderildiğini, Amerikalıların hastayı sadece yetkili bir doktora teslim edebileceklerini söylemeleri üzerine kardeşimin ambülans şoförünü doktor gibi giydirerek Amerikalılara doktor gibi tanıştırıldığını ve benim teslim edildiğimi sonradan öğrendim. hastahaneye ilk gittiğimizde önce sevk kağıdı sorulduğunu, niçin bu kadar eşya ile geldiniz diye sorulduğunu ve hatta hastaneye kabul edilmek istenmediğimizi üzülerek sonradan öğrendim. Beni büyük bir bürokrasi ve soruşturma sonrası hastaneye almışlar.
Bu süreci hiç ama hiç hatırlamıyorum. Çocuklarım, eşim hastaneye koşmuşlar. Hiçbirini hatırlamamışım, hepsini itmişim. Eşim hala o günleri anlatırken göz yaşlarını tutamayıp ağlar.İki defa bağlı olduğum Komutanım beni ziyaret etmiş. İyileştikten sonra Emir Astsubayından öğrendiğime göre onu hiç tanımayarak odamda beni rahatsız etme diye iki ziyaretinde de bu vefalı ve çok sevdiğim komutanımı kovmuşum. Kardeşim Alper 1 ay Amerika’da hastanede 1 ay Türkiye’de hastahanede yanımda olduğu halde onu dahi tanımıyormuşum. Ama kendisine sık sık ‘’Benim Alper diye bir kardeşim var. Sen onu tanıyormusun?’’ diye devamlı soruyormuşum.
HAVA DEĞİŞİMİ SÜRECİ:
Hatırlamadığım hastanedeki süreç ve çok az hatırladığım hava değişimi süreci? Zannedersem hastaneden yani Amerika’dan döndükten bir ay sonra hava değişimine gönderilmişim.Bu süreçte şimdi kısmen öğrenebildiğim Türk doktorların benim ile ilgili hiçbir ümitleri olmadığı, hava değişimi sonrası ‘’T.S.K ‘da Görev Yapamaz’’ raporu vererek beni sağlık sebebiyle emekli etme yolu???
Hava değişimi sonrası öğrenebildiğim kadarı ile belki iyileşir umudu ile bağlı olduğum Komutanımın devreye girmesi, ailemin istemesi ve benden hatırlamadığım T.S.K.da kalmak istiyorum konulu bir dilekçe almaları sonucu Hastahane Profesörler Kurulunca ilgili yönerge olan KKY 160-1 Hastalık, Arızaları ve Organ Kaybı Sebebiyle Kıt’a Komutanlığı Olmayan Kadro Görev Yerlerinde İstihdam Edilecek Subay ve Astsubaylara ait Yönerge’ye uygun olarak ‘’Sınıfının Kıt’a Komutanlığı Olmayan Yerlerinde Görevlendirilmesi’’ raporu 01..09.2006 tarihinde bana yeni sağlık durumum netleşinceye kadar geçici olarak verilmiş, sonra yine bir istirahat süreci… Bu süreci de çok iyi hatırlamıyorum.
BİRLİK KOMUTANLIĞINDAN SAĞLIK SEBEBİ İLE ALINMAM
Bu rapordan hemen sonra Eylül ara atamaları gelerek. beni sağlık sebebi ile Topçu ve Füze.Okulu.Öğretim.Başkanlığı emrine geçici olarak atamışlardı.
Evet artık Füze Birlik Komutanlığım resmen bitmiş, MLRS ile irtibatım kalmamıştı. Oturduğum askeri lojmanda karşı komşum olan Öğretim Başkanı beni kendi insiyatifi ile geçmişte roket ve füze birliğinde çalışmış olmam gerekçesi ile Roket ve Füze Kuruluna Eğitim ve Planlama Subayı olarak 13 Ekim 2006 tarihinde geçici olarak görevlendirmişti.
GEÇİCİ GÖREV SÜRECİM:
Devletimiz ve Ordumuz sağ olsun beni T.S.K da tutmuş ve Topçu ve Füze Okulu Öğretim Başkanlığında beni geçici olarak görevlendirmişti.
Roket ve Füze Kurulunda artık yeni görevimdeydim. Ama bende çok büyük değişikler vardı. Örnek olarak bilgisayar kullanmasını hiç bilmiyordum. Evet evinde dizüstü bilgisayar dahil masaüstü bilgisayar bulunan ben, hem yurt dışında hem de yurt içinde plan subaylığı yapmış ben, en önemlisi 2 ayrı konuda yüksek lisans yaparak tezler yazmış ben, hiç bilgisayar kullanamıyordum. Acaba neden?
Kendi imkanlarım ile gittiğim özel doktorlara ve resmi kanallardan gittiğim doktorlara sordum. Bir doktorun bana söylediği şu söz çok düşündürücü idi.’’ Sendeki bilgisayar bilgileri muhtemelen bilgisayarda olduğu gibi masaüstünde kalmış, sen bunları hard diske almadığın için bu rahatsızlık sonucu aynı bilgisayardaki gibi beyninin masaüstünde bulunan bu bilgiler kaybolmuş ama merak etme.’’ Diğer doktorlar ise bana, benim çok büyük bir badire atlattığımı, bunun şu an için önemli olmadığını, tedbir açısından günde 30 dakikadan fazla bilgisayar karşısında kalmamam gerektiğini belirterek, zamanla düzeleceğimi söylediler Doğru ben kendimi dahil bütün bildiklerimi bu rahatsızlığımda unutmuştum ama birçok şeyi artık hatırlayabiliyordum. Ama bu söz üzerine bazı konuları çok iyi, bazılarını ise hiç hatırlamadığımı gördüm.
Gerçektende bende bazı unutkanlıklar vardı.Önceden tek duyu organım ile öğrendiklerimi unutmuş, sadece 5 duyu organım ile yaşadıklarımı ve öğrendiklerimi hatırladığımı anladım.Ama çok garip İngilizceyi hiç unutmamıştım???? Hatta beni Türkiye’ye ilk getirdiklerinde hep İngilizce konuşuyormuşum.
Hastahanenin bana verdiği rapor gereği 2 ayda bir hastahaneye giderek muayene olma sorumluluğu sırasında beni ilk kez kontrol eden ve geçmişimi bilmeyen Noroloji Polikliniğindeki diğer doktorların ‘’rahatsızlığınız nedir?’’ sorusu üzerine benim ‘’ENSAFALİT’’ cevabını vermem sonucu bana hissettirmemeye çalışarak ‘’Bu gün günlerden ne?’’, ‘’Halen görevdemisiniz?’’, ‘’Adınız nedir?’’ gibi şaşkınlıkla ve hayretle sorular sorarak akıl yönünden beni test etme süreçleri çok anlamlıydı.
Evet bende çok büyük değişikler vardı. Eskiden önemsemediğim konular önemli olmuş, en kolay yazışmalar, işler benim için çok büyük yük olmuştu. Eskiden belki çok meraklı değildim ama bilgisayar ve yazışmalar konusunda hiç zorluk çektiğimi hatırlamıyorum. Bosna’da iken o zaman için T.S.K nın yurtdışındaki tek birliği olduğu için her gün Genel Kurmay Başkanının bizzat bilgilendirildiğini bize ilettikleri Günlük Durum Raporunu yazarak belki 10 ayrı personele bunu inceleterek hazırlayan ve en son Bosna’daki en kıdemli Türk komutana imzalatarak Türkiye’ye gönderen bizzat bendim. Bu süreçte hiç ikaz almamış her seferinde ilgili komutanlarımdan takdir almıştım. Şimdi iyileştikten sonra eski belgelere baktığımda bu konuda aldığım takdirleri görmek ne düşündürücü? Acaba bana ne olmuştu?
Artık her şeyi not alıyordum.Acaba yine mi unutacağım?, Yine mi bilincimi kayıp edeceğim korkusu hep içimi kemiriyordu.Doktorların bilgisayar karşısında fazla kalma, gerekirse televizyon dahi çok seyretme ve fazla radyasyon alma ikazını bana devamlı hatırlatmaları unuttuğum bilgisayarı tekrar hatırlamamı engelliyordu. Öğretim Başkanlığında bulunan bilgisayarların, açılmadan itibaren çok uzun süreden sonra faaliyete geçmesi benim 30 dakikalık bekleme sürecimi baştan bitiriyordu. Bilgi emniyeti emirleri gereği şahsımıza ait modern dizüstü bilgisayarları ve vb. ekipmanı görev yerine getiremiyorduk. Öğretim Başkanlığındaki bütün faaliyetler birliklerden farklı olarak bilgisayar ortamında yapılıyor ve biz öğretmenler günlük çalışmalarımızın büyük bölümünü bilgisayar ortamında ve kapalı mekanlarda geçiriyorduk. Eskiden kıta komutanı iken birliklerimdeki sorumluluklarımın artarak bunaldığım zamanlarda karargah görevi yapan emsallerime bazen imrenerek şaka ile söylediğim, ‘’Sadece bir bilgisayarım ve masam olsun, yeter ki sadece kendimden ve işimden sorumlu olayım’’ esprisinin benim için şu an ne kadar zor olduğunu gördüm.
KADROLU GÖREV SÜRECİM:
Devletimiz ve Ordumuz sağ olsun benim 2 yıl süre ile 2 ayda bir muayene edilerek aldığım raporlara bakarak artık iyileşmeye başladığımı değerlendirmişti. Kara.Kuvvetleri.Komutanlığı yeni bir kadro oluşturarak Roket ve Füze kurulu içine ilk öğretmeni ben olmak üzere ‘’227/607mm ÇNRA ve Füze. Öğretmeni ‘’ olarak beni 01.07.2008 tarihinde bu göreve atadı. Artık bütün diğer öğretmenler gibi benimde kadrolu bir görev yerim vardı.
Yeni görevimde; amirlerimin ve bütün mesai arkadaşlarım vefası, hoşgörüsü, içten sabırları ve yardımı ile bilgisayar ortamında mecbur kalmadıkça fazla bulunmayarak mesaime devam ediyordum. Bu süreçte daha çok Amerikalıların roket ve füze sistemleri ile ilgili yayınlarını Türkçe’ye çeviriyor, Milli Savunma Bakanlığı, ilgili komuta kademeleri ve Roketsan’daki roket ve füze sistemleri ile ilgili toplantılara katılıyor, Türkiye içinde konuşlu roket ve füze birlikleri ile irtibat tesis ederek mevcut sorunların aşılması için bilgi ve fikir iletişimi sağlıyor ve de planlı derslerime giriyordum.
Artık benim için yeni bir süreç başlamıştı. Artık sağlık sorunlarımı yenmeye çalışıyor, başıma gelen kötü olayların önüne set çekerek benim başıma niye bunlar geldi? sorusunu ve içimdeki diğer şüpheleri bir kenara iterek ve de bunlara artık bir dur diyerek mesleki safahatımı bu doğrultuda devam ettirme kararını kesinlikle almıştım. Ailem ve başımdan geçen sağlık sorunları ile ilgili hususları benden daha ayrıntılı bilen kardeşim Alper’de bana bu konuda çok büyük destek veriyorlardı.
Gerçektende bende mesai ortamındaki çalışmalarımda; amirlerimin ve mesai arkadaşlarımın desteği ile olumlu gelişmeler olmuş, artık kendimi daha huzurlu ve mutlu hissediyordum. Yaşadığım rahatsızlığın zihinsel ve psikolojik etkilerini büyük oranda üzerimden atmış, bu safha da tekrar ilerideki yaşantım ve ailem için yeni planlar yapmaya başlamıştım. Hayata, aileme ve işime tekrar eski olumlu düşünce yapısı içinde bakmaya başlamıştım.
RAHATSIZLIĞIM İLE İLGİLİ BEKLENMEDİK GELİŞMELER:
Bu yeni olumlu ve huzurlu süreçte Amerika’da yaşadığım rahatsızlık ile ilgili Türkiye’deki bazı gelişmeler, bu rahatsızlık ile ilgili bazı şüphelerin kafamda tekrar belirmesine sebep oldu.
Türkiye’de Ordumuz hakkında bazı üzücü faaliyetler basında ve gündemde yer alırken Ankara’daki samimi bazı silah arkadaşlarım Doç.Dr.Ümit SAYIN’ın yazdığı ‘’Derin Devletler Gizli Projeler ve Kirli Gerçekler’’ adlı kitabı benim rahatsızlığım ile ilgili bazı hususları içermesi açısından mutlaka okumam gerektiğini bana ilettiler.
Bu kitapta; özetle yazarın 12 yılda yapmış olduğu bazı medikal ve paramedikal çalışmalar sonucunda yayınlamış olduğu makaleler ve bu konulardaki yeni bilgilerden yola çıkarak Türkiye’de hiç bilinmeyen Zihin Kontrolü, Kara Bilim, Psikolojik Savaş, Derin Devletlerin gizli projeleri anlatılmakta idi. Kitabın bazı kısımlarında ise şunlar vardı.
Bu kitabın 74 ncü sayfasında;’’ İnsanlarda, kısa süreli geçici veya kalıcı hafıza kaybı yaratmak ya da yaşadıkları pek çok şeyi unutturmak mümkündür, Kanada’da Allen Memorial Hastahanesi’nde uzun süreli elektro şok ve bazı ilaçlar denenen hastalarda uzun süreli kayıplar görülmüştür.’’
Kitabın 75 nci sayfasında ise ‘’Türkiye’de bu konuda çalışma yapılıyor mu bilmiyorum, ama özellikle Genelkurmay ve MİT’in bu konularda mutlaka çalışması gerektiğini düşünüyorum. Neden? Çünkü kendi elemanlarını sistematik olarak bu konularda eğitmesi lazım. Beyin kontrolü konusunda yurtdışında ya da Türkiye’de nelerle karşılaşacaklarını bilmeleri lazım.BU YÖNTEMLER TÜRK ASKERLERİ VE SUBAYLARI ÜZERİNDE BÜYÜK BİR İHTİMALLE UYGULANMIŞ OLABİLİR.Bu nedenle ulusal güvenlik açısından, Genelkurmay Başkanlığının ve İstihbarat birimlerinin, beyin kontrolü ile ilgili araştırmalar yapan ve dünyadaki gelişmeleri tarayan birimleri kurması gerekir.SENTEZLENDİĞİ TAHMİN EDİLEN 2000’E YAKIN HALÜSİNOJEN VAR,BİNLERCE DRAJE İLAÇ VAR;BU İLAÇLARIN NE GİBİ FONKSİYONLARI OLDUĞUNUN,İNSANLARDA NE GİBİ ETKİLER YAPTIĞI ARAŞTIRILAMASI GEREKİR’’.
Kendisi de bir nöroloji uzmanı olan Doç.Dr.Ümit Sayın’ın Kitabı
Kitabın 29 ncu sayfasında ise’’Zihin Kontrolü konularında ilk makaleleri yazmış birisi olarak, bu tip ulusal güvenlikle ilgili hususların TSK tarafından daha iyi araştırılması gerektiğini savundum.ama bu konularda yaptığım tüm çalışmalar engellendiği gibi, İstanbul Üniversitesinde ‘’zihin Kontrolü’’ konusunda tez yaptırmam bloke edildi.Son olarak da 10 Nisan 2006’da KARA KUVVETLERİ KOMUTANLIĞI EDOK İSTİHBARAT OKULUNDA ulusal güvenliğimizle ilgili ‘’KİMYASAL ZİHİN KONTROLÜ’’ konusunda bir seminer vermem için istenen bir günlük izinle Ankara’ya gitmem bizzat İstanbul Üniversitesi Rektörlüğü ve Yönetimi tarafından engellendi.’’
Bu kitabı okuduğumda çok şaşırdım. Kitap ben Amerika’da rahatsızlandıktan bir yıl sonra basılmış idi. Samimi bir silah arkadaşım kendisi de bir nörolog olan Ümit Sayın’ın benim rahatsızlığım sırasında hastahanede benim ile ilgilendiğini gayri resmi olarak bildiğini söyledi.
Kitabı okudukça acaba bana da bu kitapta söz edilen sentezlendiği tahmin edilen 2000’e yakın halüsinojen ve binlerce ilaçtan verildi mi ve ya buna benzer olaylar olabilir mi? Sorusu daha önce bu konuyu hiç düşünmeme kararı almama ve bu kötü düşünceleri silme kararıma rağmen yine aklıma takılmaya başladı. Kardeşim Alper.’’Amerika’da sana çok iyi baktılar.Bu durum Türkiye’de olsaydı kesinlikle iyileşemezdin.’’demişti. Hem bir oyun içinde yer almak, hem çok iyi bakılmak ve özel bir uçakla Türkiye’ye getirilmek. Bütün bu çelişkiler yine kafamda önemli yer tutmaya başlamıştı. Artık bu konuda gerçek bir araştırma yapma gereği duydum.
Yazarla irtibata geçmeye çalıştım.Fakat kendisinin birçok askerle birlikte aynı iddialarla hapiste olduğunu öğrendim. .Araştırmaya iyileştikten sonra daha yeni isimlerini öğrendiğim Amerika’daki kurs arkadaşlarım ile irtibata geçerek başlamanın uygun olacağı kararını verdim. Bu maksatla iki kurs arkadaşım ile telefon ile konuştum.
Her ikisi de telefonda bana ayrı ayrı kurs süresince kursun Amerikalılarca yapılmak istenen psikolojik harekatın havasını bozduğumu, bu psikolojik harbe karşı anti reaksiyonlar gösterdiğimi,hatta burası Amerika bırak istedikleri gibi yapsınlar,sen karşı koyma diye beni uyardıklarını belirttiler.
Tam hatırlamamakla birlikte önce başka bir sebeple revire gittiğimi buradan bazı ilaçlar aldığımı bu ilaçlar sonrası bir anda hiç beklenmedik şekilde bilincimi kayıp ettiğimi, normal servis ve yoğun bakımda kaldığımı hatta mide kanaması geçirdiğimi söylediler. Sonra kardeşim Alper’in acilen Amerika’ya yanıma geldiğini, kendilerinin bana ne olduğunu bilemediklerini, kardeşimin ve onun arkadaşlarının her şey ile ilgilendiklerini belirterek, ama içlerinde benim rahatsızlanmam ile ilgili bir şüphe taşıdıklarını söylediler.Benim iyileşmeme çok sevindiklerini, yüz yüze geldiğimizde bana daha ayrıntılı bilgi verebileceklerini ifade ettiler.Diğer 2 kurs arkadaşıma ise yaptığım bütün çalışmalara rağmen ulaşamadım.
Tam bu kitapta anlatılan konulara yoğunlaşmış iken, ilgili hastahane Noroloji servisine her iki ayda bir gitmem gereken normal kontrolde ilgili doktor tarafından rahatsızlığım ile ilgili olarak Noroloji Ana Bilim Dalı Başkanı ile görüşmem gerektiği gerekçesi ile ilgili profesöre yönlendirildim. Hastalığımın üzerinden nerede ise 3 yıl geçmişti ve ben hastahanede ilk kez bir profesör ile yüz yüze görüşüyordum. Profesör bana çay ısmarlayarak ayrıntılı olarak başıma ne geldiğini anlatmamı istedi. Ben ayrıntılı olarak bilebildiğim kadar anlattım. Olayların biraz daha ayrıntısını kardeşim Alper tarafından bilindiğini belirttim.
Bu arada Doç.Dr.Ümit SAYIN’ın kitabı gündeme tarafımdan getirildi.Bu kitabı bilmem Profesörü çok memnun etti ve onun yönlendirmesi ile sonra ki süreçte çok ayrıntılı şekilde rahatsızlığım ile ilgili bütün ana bilim dallarını geçerek ayrıntılı bir şekilde ilk kez kontrol edildim. Her gittiğim serviste bana Amerika’da başıma gelenler hakkında detaylı sorular soruldu. Ama ben, sorulara yeterli cevap veremediğimden benim hakkımda gerçek bir bilgiye ulaşabildiklerini değerlendirmiyorum.
Ankara’da ilgili hastahane ile irtibatlı bir arkadaşımdan gayri resmi olarak bu kitabın basılmasından sonra bu kitapta bahsedildiği gibi yurt dışında rahatsızlananlar hakkında bazı kısıtlı araştırma ve çalışmalar yapıldığını, öğrenebildiğine göre benim rahatsızlığıma benzer rahatsızlık geçiren geçmişte bazı Subayların olduğu hatta Amerika’da başka ülkelerin askerlerinden de geçmişte başka görevlerde benim gibi rahatsızlananlar olduğu bilgisi bana ulaştı. Fakat bu bilgilerin doğruluğu konusu halen açık değildir. Fakat ben yine de soruyorum.
Niye aradan 3 yıl geçtikten sonra ilk kez ayrıntılı bakılarak durumum tespit edilmeye çalışıldı? Bu süreçte niye hep bana asistanlar baktılar? Gerçi ben dışarıda kendi imkanlarım ile özel muayenelerimi yaptırmıştım. Ama niye cidden resmi olarak araştırılmadım? Bu soruları hep sormaktayım…..
Benim hakkımda ilk kez ayrıntılı yapılan bu araştırma sürecinden önce ben, bilerek sırf beni daha iyi kontrol etsinler ve sağlam isem tekrar aktif kıta görevlerine atanabilmek için kendi isteğim ile ‘’Atamaya Esas Sağlık Kurulu Raporu’’almak üzere Şubat 2009 tarihlerinde Noroloji Polikliniğine sevk alarak hastaneye gitmiştim..Burada uzman bir doktor bana ‘’Sen çok büyük rahatsızlık geçirdin.Şu anda bu durumda olman bir mucize. Sen Amerika’dan geldiğinde ben buradaydım sana sağlam raporu veremeyiz.’’ Diyerek hastahanenin 01.09.2006 tarihli ‘’B/10F1 Sınıfının Kıta komutanlığı Olmayan Uygun Kadro ve Görev Yerlerinde Görevlendirilmesi’’ kararını bozamayacaklarını söylemiş ve resmi olarak raporuma tekrar yazmışdı. Bu raporu da şimdi saklıyorum.
Amerika’da sonradan ismini kardeşim Alper’den öğrendiğim yattığım hastane gönderme yazıları, burada tutulan raporlardan Amerika’da kardeşim eline verilmiş olanları bana kardeşim tarafından sonra verildi. Bunlara baktığımda detaylı bilgi yok. Kardeşime beni ilk kez ayrıntılı olarak Türkiye’de muayene ettiler ve Amerika’da başıma gelenler sorulduğunu söylediğimde kendisi bana ‘’bir daha seni çağırırlar ise mutlaka beni de götür. Gerekirse sen randevu al, ben ayrıntılı görüşeyim.’’ dedi. Ama sonrası bir daha gelmedi.
MLRS SİLAH SİSTEMİ İLE İLGİLİ ANİ TOPLANTI:
Öğretim Başkanlığında 21.05.2009 günü sabah mesaiye başladım. Kurul Başkanım .’’Tuğtigin yeni bana Okul’dan telefon ettiler Milli Savunma Bakanlığı Savunma Sanayi Müsteşarlığına Amerika’dan bir heyet gelerek, bir roket ve füze sistemini tanıtacaklarmış, Okuldan bir kişi istiyorlar, aslında ben gidecektim fakat ben İngilizce bilmiyorum. Kurul’da sadece sen biliyorsun acil üstünü değiştir. Bir araç bul ve 10:30daki toplantıya katıl. ‘’emrini bana verdi.
Bu emri aldığımda saat 09:00 gibiydi. Toplantı 10:30 da başlayacaktı. Bu arada eski Birliğimden telefon geldi Onlarda bu toplantıya ilgili üst Komutanlık tarafından acilen mesajla çağrılmışlar. Onlara araçları olup olmadığını sordum, olmadığını öğrenmem üzerine görevin acilen yapılması gerekçesi ve mevcut hazır araç olmaması sebebi ile derhal karar vererek kendi şahsi arabam ile eski Birliğimden 2 subayı alarak çok hızlı bir şekilde saat 11:20 gibi Savunma Sanayi Müsteşarlığına ulaştık.
Tanıtım yapılan salona 3 asker olarak girdik. Salondaki tanıtım yapan Amerikalılar bir anda bozuldular.’’Biz asker çağırmadık, niye zahmet ettiniz’’ dediler. Salonda sonradan toplantının gelişimi sırasında isimlerini ve görevlerini öğrendiğim Milli Savunma Bakanlığı temsilcileri ve ilgili üst komutanlıktan 2 subay daha vardı. Amerikalıların bütün herkese açık olarak verdikleri özel kartlara göre Amerikan heyeti bir Albay, bir bayan Yarbay ve bir uzmandan oluşuyordu.
Amerikalı Albay salondakilere ‘benim eski birliğimdeki silaha çok benzeyen bir silah sistemini anlatmakta idi.Bu tanıtımda özetle Amerikalı, ‘’ Bu sistemin sadece Türkiye için tasarlandığını, bu sistemin T.S.K.envanterindeki mevcut benim eski Birliğimdeki MLRS’ler yerine kullanılabileceğini ve elimizdeki mevcut roket ve füzeleri atabildiği gibi geliştirdikleri diğer roket ve füzeleri de atabileceğini anlatmakta idi.’’Tanıtımı yapılan bu sistemle ilgili isteyen herkese reklam amaçlı tanıtım broşürleri dağıtmışlardı. Tanıtım broşürlerini bende alarak inceledim. Amerikalı Albay bu broşürlerdeki sırayı hiç bozmadan tanıtımını yapmaktaydı.
Tanıtım sırasında belli aralıklarla molalar verilerek içecek ikramı yapılmakta ve personelin diğer ihtiyaçlarının karşılanmasına imkan tanınmakta idi. Bir mola sırasında ben Amerikalı Albayın. takdim yaptığı masaya gittim, o sırada orada yoktu. Takdim broşürlerine gözüm takıldı.Bu broşürlere iç güdüsel olarak daha ayrıntılı bakma ihtiyacı o an için içimde belirdi ve kimseye hissettirmeden bunlara bakmaya başladım.
Baktığım broşürlerde MLRS sistemini üreten Amerikan şirketinin amblemleri vardı.Biraz daha bu broşürlere ayrıntılı bakınca bize dağıttıkları ve halen Albayın. sunduğu takdim broşürleri ile aynı olduğunu fark ettim. Ama tek fark vardı. Takdim broşürlerinde Lockheed Martin şirketi özel amblemleri yerine Amerikan ordusunun ‘’ Precision Fires Rocket and Missile Systems ‘’ resmi amblemleri vardı. Amerikalı askerler sadece bu broşürlerdeki şirket amblemlerini çıkartmışlar, onun yerine resmi Amerikan ordusu resmi amblemlerini bilgisayarda küçük bir işlemle yerleştirerek bize tanıtım yapmakta idiler. Amerikalı asker Amerikan ordusunun değil sanki Amerikan şirketinin bir temsilcisi idi.
Bu molalar sırasında M.S.B.lığı Savunma Sanayi Müsteşarlığı temsilcileri ile de ikili görüşme imkanım oldu.Bu görüşmeler sırasında konusunda doktora yaptığını söyleyen bir sivil uzmanın Amerikalıların yaptığı bu tanıtım toplantısının nasıl geliştiğini bir grup personele aktarması bir ders çıkartmak adına çok anlamlıydı.Bu uzmanın anlattığına göre olay şöyle gelişmişti. ‘’MLRS sisteminin üreticisi Amerikan şirketinin temsilcileri özel kanallardan M.S.B. Savunma Sanayi Müsteşarlığına Mayıs 2009 tarihi ortalarında ulaşarak kendilerinin Türkiye’ye yönelik bir silah geliştirdiklerini, bu sistemin sadece Türkiye için tasarlandığını ve bu sistemin Türkiye’deki yerli firmalar tarafından üretilen sistemlere göre maliyet açısından çok ucuz olduğunu bildirerek, bunu şirket olarak tanıtmak istediklerini bildirmişler. M.S.B. Savunma Sanayi Müsteşarlığındaki ilgili personel ise kendilerinin özel şirketlerle birebir görüşmediklerini,M.S.B.nin sadece devletler arası resmi kanallardan görüşme yaparak bu tür talepleri gündemlerine alabileceklerini şirket yetkililerine iletmiş.Bunun üzerine yaklaşık bir hafta geçtikten sonra resmi kanaldan A.B.D’den bir Amerikan heyetinin Savunma Sanayi Müsteşarlığına Amerika’nın Türkiye için tasarladığı silah sistemini tanıtmak üzere gelmek istedikleri talep edilmiş.
Resmi istek gelince M.S.B.lığı heyeti kabul etme durumunda kalmış, işte bu sırada Savunma Sanayi Müsteşarlığındaki konusunda uzman bir kişi tamamen kendi insiyatifi ile olayları yönlendirerek Amerikan heyetinin geleceği gün olan 21.05.2009 tarihinde bulunmak üzere T.S.K.ilgili birimine bir mesaj çekerek bu tanıtım toplantısına ordumuzdan temsilcilerin gelmesinin uygun olabileceğini bildirmiş.’’
Bu aralarda daha öncede daima irtibat halinde olduğumuz ilgili komuta kademesi temsilcisi ve benim önceden tanıdığım binbaşıya niye bize zamanında haber vermiyorsunuz diye sitem ettiğimde, bana kendisi tam bilmemekle birlikte kendilerin de daha yeni tanıtımdan haberi olduğunu, mesaj kendilerine gelince Kurmay Başkanının acilen Topçu ve Füze Okulu ile ilgili Birliğe de haber verin hemen oradan da personel gelsin diye emir verildiğini bilebildiğini söyledi. Gerçekten de bizim bu tanıtıma son anda acilen katılmamız bu iki bilgiyi doğrular nitelikte idi.
Tanıtım sonrasında Savunma Sanayi Müsteşarlığının temsilcilerinin sordukları sorulara cevap veriliyordu.Sorulan sorulardan olan ‘’Biz silah sistemini Amerika ile ortaklaşa üretebilir miyiz?, Mühimmatı nereden alacağız? Bu roket ve füzeleri biz üretebilirmiyiz?’’ sorularına cevap olarak Amerikalı; ‘’Sizin üretmenize gerek yok, bunlar çok ucuz, siz üretseniz daha pahalı olur. Yerli şirketleriniz zaten bunları yapacak imkan ve kabiliyette değil’’ gibi cevaplar verdi.
Amerikalı bayan Yarbay ise bu tanıtım ve aralardaki molalarda bütün Türklerle çok güzel bir Türkçe ile konuşarak bütün Türklerin ilgisini üzerinde toplamıştı. Bu Amerikan Yarbayının kocasının Türk olduğunu Türklerden birisinin söylediğini hatırlıyorum.
Amerikalılar gittikten sonra Savunma Sanayi Müsteşarlığı.,ilgili komuta katı ve Polatlı’dan gelen personel baş başa kaldık.Kendi aramızda bir görüşme yaptık.ben bu görüşme de Amerika’nın aynı MLRS’de yaptığı gibi silahı bize çok ucuza satıp, bilahare bize roket ve füze üretme imkanı sağlamadan kendi ürettiği hazır mühimmatı bize satarak çok büyük karlar elde edeceğini,bu sistemlerin Amerika tarafından terk edildiğini belirttim.Savunma Sanayi Müsteşarlığındaki sivil bir uzman da görüşlerime aynen katıldığını ve konuyu çok iyi açıkladığımı diğer Türklere ifade etti.Müteakiben toplantıya katılanlar dağıldı.
Bu toplantıda dağıtılan reklam amaçlı herkese açık broşürleri artık özel koruma altına alarak saklıyorum. Belki ileride lazım olur. Ani gelişen bu toplantı ve bu süreçte tespit edebildiklerim kafamdaki şüpheleri ve mevcut soruların sayısını arttırdı.
AMERİKAN MOBİL EĞİTİM TİMİ FAALİYETLERİ
2009 yılı Haziran ayı içinde, Amerika’dan beş personelden oluşan bir Mobil Eğitim Timi’nin Topçu ve Füze Okulu’nda ortak faaliyetlerde bulunacağı, bizim eğitim sistemimizi yerinde görerek karşılıklı bilgi alışverişinde bulunacağı bilgisini aldık.
Mobil Eğitim Timi için gerekli tedbirler alınarak, Okul Komutanlığı tarafından bir binbaşı bu time daha önce Amerika’da eğitim aldığı için mihmandar olarak görevlendirilmişti.
Okul Komutanı Tümgeneralimiz, benim daha önce Lüleburgaz’da bulunan birliğimde görevliyken Tugay Komutanlığımı yapmıştı. Tugay’da beraber çok yoğun çalışmış ve yaşadığımız bir olay sonucu karşılıklı ilişkilerimiz birbirimize tam güven ve inanma derecesine ulaşmıştı. Bizzat kendisi tarafından şahsıma, 16 Kasım 2001 ve 4 Haziran 2002 tarihlerinde birliğimin eğitim, atış ve bakım seviyelerinde bizzat kendisinin yaptığı denetlemelerde gösterdiğim başarıdan dolayı takdir verilmişti. Kendisi Okul Komutanı olarak okulumuza atandığında, Lüleburgaz’daki aynı samimiyet ve güven yine devam etti. Kendisi sık sık benimle özel görüşerek eski Tugayımızın eğitim durumu ve okulumuzun mevcut eğitim sisteminin geliştirilmesi için yapılması gereken hususları görüşürdük. Bu samimi görüşmelerde ayrıca özel olarak benden çok ayrıntılı olarak MLRS sistemi, benim Amerika’daki rahatsızlığım, Doç. Dr. Ümit Sayın’ın kitabı ve diğer özel konularda bilgi almıştı.
Amerikan Mobil Eğitim Timi’nin okulumuzdaki faaliyetleri bittikten yaklaşık bir hafta sonraydı. Ben, okul içinde Öğretim Başkanlığı’ndan Öğrenci ve Kurs Taburu’na doğru yürümekteydim. Sabah saatleriydi. O sırada Okul Komutanı, makam arabasıyla yanımdan geçti. Selamlaştık. Araba, 150-200 metre kadar Öğretim Başkanlığı’na doğru gittikten sonra durarak geri geri geldi ve benim hizama ulaştı. Okul Komutanım arabasının kapısını açarak beni yanına çağırdı ve beni öptü.
“Seni tebrik ederim. Bu Amerikan Mobil Eğitim Timi’nin niye geldiğini çözdüm. Bunlar senin karşı çıktığın ve bana anlattığın roket ve füzeleri niye almıyorsunuz diye bana özel görüşmemizde sordular. Tabii ben bir şey söylemedim. Sessizce içimden güldüm. Bunlar buraya eğitime değil, silah satmaya gelmişler. Gerçek maksatları buymuş, şimdi anladım,” diyerek iki omzumdan sarılarak bana veda etti ve ayrıldı.
Mobil Eğitim Timi’nin faaliyetlerini ve Okul Komutanım ile görüşmelerinin ayrıntılarını bilmiyorum. Fakat mihmandarlık yapan binbaşıya bu konuda neler oldu diye özel olarak sorduğumda, kendisi tam ayrıntısını hatırlamamakla birlikte bana Amerikalıların birçok yeni sistemlerini ve silahını Okul Komutanı’na anlattıklarını ve Okul Komutanı’nın arkalarından kızarak “Bunların niye geldiğini anladım,” dediğini hatırladığını söyledi. Bu anımı da buraya, ileride belki birileri kullanır diye not ediyorum.
Bu arada, MLRS mevcut mühimmatından raf ömrü bitmek üzere olan M-26 roketleri ile ilgili bazı bilgileri ilgili komuta kademesi ve lojistik unsurlardaki ilgili personel ile görüşüyor ve Amerikalı şirket yetkililerinden, kendileri sakıncalı demedikleri müddetçe mevcut roketlerin atılabileceği konusunda bilgiler alıyordum. Fakat ilgili karargâh personeli henüz resmen böyle bir garanti almadıklarını, NAMSA vasıtasıyla yapılan görüşmelerde bu konuların gündemde olduğunu belirttiler.
MLRS SONU
Amerikan şirketi ve Amerika, envanterimizdeki mevcut MLRS roket ve füzelerinin raf ömrü bitmesi ve yerine yenisinin alınmaması halinde, zorunlu olarak etkinliği ve mevcudiyeti bitecek bu silah sistemi ve mühimmatını önümüzdeki yıllarda Türkiye’ye belki satabiliriz düşüncesiyle, bu silah sistemlerinin kullanılmasını devam ettirmek istediler.
Ancak, mühimmat depolama ömrünün bitmesiyle birlikte bu Amerikan silah sistemi, TSK envanterinden komple kaldırılmış olup, onun yerine şu anda milli yapım roket ve füzeler kullanılmaktadır.
CEVAP ARADIĞIM SORULAR
Bütün bu olaylar ve yaşadığım rahatsızlık sonucu, şu anda içinde bulunduğum ruh hali ve mevcut imkânlarımın yetersizliği gereği, bilimsel ve tarafsız bir analiz yapamamakla birlikte, çıkarabildiğim sonuçlar şunlardır:
Roket ve Füze Kurulu’ndaki öğretmenlik görevim sırasında, ilgili komuta kademeleri, Milli Savunma Bakanlığı, TÜBİTAK ve ilgili yerli firmalarda roket ve füze sistemleri ile ilgili yapılan toplantılara katılmakta, bu toplantılarda bu sistemlerin ve mühimmatının geliştirilmesi ve de raf ömrü dolmuş roket/füzeler için yapılması gerekenleri görüşmekteydik. Bu toplantılarda karar aşamasında, sistemleri kullanan birliklerden gelen teklifler, tecrübeler sonucu oluşturulan görüşler ve isteklerin belirtildiği resmi yazıların ne kadar ön plana alınarak alınan bütün kararları ve gelecek planlarını nasıl etkilediğini bizzat görmüştüm.
Yazımın başında belirttiğim gibi, ben Füze Birlik Komutanı iken, bu sistemin artık ordumuz tarafından son kullanım ömrüne kadar kullanılıp, sonra da kaldırılmasını ve yerine geliştirmeye devam ettiğimiz millî sistemlerin kullanılmasını istiyordum. Bu konuda Birlik Komutanlığımdan itibaren hep araştırmalar yapmış, ilgili komuta kademesini ve ilgili diğer personeli bilgilendirerek, kendi komutanlık sınırlarım içindeki tedbirleri almıştım. Birlik Komutanlığım sırasında, raf ömrü biten roket ve füzeler için üst komuta kademesine yeni roket, füze alınması ve de raf ömrü uzatımı yönünde resmi yazı yazmamış, komuta ve diğer karar kademelerine kesinlikle olumlu görüş bildirmemiştim. Kısaca, millî imkânlarla bu sistemleri yapmamız halinde, şu anda acı tecrübelerle öğrenebildiğimiz ordumuzdaki diğer bütün yabancı sistemlerde olduğu gibi, mevcut roket ve füzelerin raf ömürlerinin bitmesinden kaynaklanan sorunlar gibi başka sorunların devletimiz ve ordumuz için bundan sonra gelecekte ortaya çıkmasını kendi yetkilerim içinde engellemeye çalışıyordum.
Ülkemiz dışında da bu faaliyetlerin nasıl yürütüldüğünü, ben de kendi ülkemde yabancı askerlere irtibat görevinde bulunduğum 2 yıllık süreçte çok daha iyi anlamıştım. Topçu ve Füze Okulu’nda eğitim alan bir yabancı binbaşının bizim ürettiğimiz millî silahları görmesi ve onlar üzerine eğitim alması sonucu bana ilettiği şu bilgi, anlamasını bilenlere çok ince mesajlar veriyordu: “Keşke Türkiye’ye daha önce gelip bu kursu görseydim. Biz Türkiye’nin böyle silahlar ürettiğini bilmiyorduk. Ben bizzat ülkemin dışarıdan satın alması gereken bazı silahların alım aşamasında karar verici grubun içinde görevliydim. Karar grubu içindeki bizlere sadece Amerika tarafından Amerikan silahları tanıtıldığından, Türkiye’deki ve diğer ülkelerdeki silahları hiç araştıramadan direkt onlardan aldık. Ama şimdi burada gördüm ki, Türk silahları daha iyiymiş.”
Sağlık sebepleri ile Birlik Komutanlığı’ndan ayrılmak durumunda kalınca, eski birlik personelim, ben iyileştikten sonra sadece bana ve aileme yönelik eksiksiz bütün personelin katılımı ile çok duygusal ve samimi bir akşam yemeği ortamında Birlik Komutanlığım anısına plaketler vererek beni uğurlamışlardı. O gece sabaha kadar duygulanarak ağlamış ve uyuyamamıştım. Hepsi sağ olsunlar.
Bu samimi görüşmeler, yeni görevime başladıktan sonra da aynı şekilde devam etti. Birlik personelim sık sık beni ziyaret etti, bütün birlik gecelerine beni davet ederek, benimle gönül birlikteliklerinin bitmeyeceğini ifade ettiler. Bana, odamda astığım, Amerika’nın hem Yunanlılara hem de bize MLRS satarken çekilmiş fotoğrafını hediye olarak getirdiler. Birçok personelim bana bu samimi görüşmelerde, “Siz Amerika’da rahatsızlanınca aklımıza ilk gelen size kasıtlı olarak bir şey yapıldı düşüncesi oldu. Hatta daha siz Amerika’ya giderken birçok arkadaşımız ‘İnşallah orada başınıza bir şey gelmez.’ demiştik.” dediler. Benim Birlik Komutanlığı sürecimde çok milliyetçi ve aşırı anti-Amerikancı olduğumu belirterek, böyle birisinin nasıl oluyor da bir Amerikan sisteminin başına komutan olduğuna hep şaştıklarını ifade ederek, benim bütün ortamlarda Türk askerini, bayrağını ve şanlı tarihimizi öne çıkarttığımı söylediler. Hatta şimdi, benim birlikteyken başlattığım, terhis olan ve ayrılan personele Türk bayrağını üç kez öperek hediye etme geleneğinin şu anda da özellikle devam ettirildiğini söylediler. Hepsi bu vefalarından dolayı sağ olsunlar.
Bu tür ifadeleri, ben iyileştikten sonra eski Birlik Karargâhı personeli ve bağlı olduğum birliğin diğer birlik komutanları da özellikle ifade ederek, benim Amerika’da rahatsızlanmamda hep bir kasıt aradıklarını belirttiler. Eski komutanım başta olmak üzere, benden kıdemli bütün komutanlarım ve diğer birlik komutanları da bütün samimiyetleri ile ilişkilerimizi devam ettirerek, bütün birlik gecelerine ailemi, hanımların bütün faaliyetlerine eşimi özellikle davet ettiler. Bu faaliyetlerde hep protokol masalarında bize özel yer verdiler. Şu anda emekli olan başta komutanım olmak üzere diğer personel ile ailece hâlen görüşmekteyiz. Hepsine sonsuz hürmetler.
2010 yılı Nisan ayında Amerika’da geçirdiğim bu rahatsızlığın periyodik olarak izlenmesi ve kontrolü maksadıyla hastaneye gittiğimde, yüzbaşı rütbesindeki uzman bir nöroloji uzmanı benimle özel görüşmek istediğini belirterek bana şu bilgileri verdi:
“Ben sizin, Amerika’dan Türkiye’ye getirilişinizden itibaren bütün rahatsızlık sürecini ve sizinle ilgili duyumları çok yakından takip ettim. Sizin Amerika’da rahatsızlanmanızda çok büyük şüphelerim mevcut. Elimizdeki imkânlar ve mevcut iş yükü içinde bunları tam olarak tespit edemedik. Sizin rahatsızlık sürecinizde bulabildiklerimizden tespit edebildiklerim ile benim Amerika’da yapılan gizli beyin kontrolü ile ilgili faaliyetlere dair araştırmalarım hakkında tespit edebildiklerim hemen hemen aynı. Lütfen resmi kanaldan rahatsızlığınız sürecinde yaşadığınız maddi ve manevi zararlarınızın karşılanması için kanuni haklarınızı sonuna kadar kullanmaktan geri durmayın ve bağımsız bir araştırma merkezinde yeniden değerlendirmeye alınmayı resmi olarak talep edin.”
Benim Amerika’da rahatsızlandığım yıl olan 2006’da ROKETSAN’da bulunan birçok kritik mühendisin çok yüksek paralarla yurt dışındaki silah şirketlerine transfer edildiğini ve ASELSAN’da ise kritik projeleri yürüten 5 seçkin mühendisin bazı kazalarda öldüğünü veya sebebi bilinmez bir şekilde intihar ettiğini basından veya diğer kaynaklardan sonradan duydum.
Kısaca, başımdan geçmiş bu olaylar Doç. Dr. Ümit Sayın’ın ve gizli faaliyetlerin anlatıldığı diğer kitaplarda ve halen basına yansıdığından öğrenebildiğimiz kadarıyla Türkiye’nin kritik silah teknolojisinde dışa bağımlılığını kurtaracak millî girişimleri engellemek için bir kasıtla yapılmış olabilir.
Belki Amerika’nın gizli uzantıları, bu sistemin devamında bir engel olarak gördükleri beni bu rahatsızlıkla pasifize edebileceklerini düşünmüşlerdi. Fakat bu bilgilerin doğruluğu konusunda gerçek bilgilere sahip değilim. Gerçi İç Güvenlik Harekâtı ve Bosna-Hersek’teki görevlerim sırasındaki tecrübelerim ve de merakla araştırdığım diğer kaynaklarda bu konularda neler yapılabileceği konusunda bilgilerim mevcuttur, ama bunlar asla yeterli değildir.
Başımdan geçmiş bu olaylara iyimser bir ruh haliyle baktığımda ise belki de şu ana kadar hatırlayabildiğim olaylar ve yazabildiklerim tamamen hastalanmış beynimin devam eden yansımalarının hayali senaryoları. Gerçekten de belki böyle bir rahatsızlığı Amerika gibi gelişmiş bir ülkede geçirmiş olmam benim için çok büyük bir şanstı.
Bütün bu başımdan geçmiş ve hatırlayabildiğim olayları yazmamda şu an için hiçbir maksadım yoktur. Bütün bunları, ileride belki bu konuda araştırma yapabilecek bütün kurum ve kişilerin istifadesine sunmak maksadıyla yapmaktayım. Şunu çok iyi bilmekteyim ki kayıt edilmeyen ve saklanmayan bilgilerin ileride kullanılma ihtimali yoktur. Benim hatırlayabildiğim olaylar ve bulabildiğim belgeler tamamen kişisel çabalarım sonucudur ve doğrulukları hâlen şüphelidir. Bu konuda bilimsel ve teknik araştırma yapabilecek kurum ve kişilerin mutlaka daha fazla imkânı olacak ve olaylara benim içinde bulunduğum ruh halinden sıyrılarak mutlaka daha bilimsel bakabileceklerdir.
Ama… Ama Amerika, sana sonsuz teşekkürler…
“Niye başına bu kadar sorun oluşturmuş Amerika’ya teşekkür ediyorsun?” diye büyük bir merakla sorduklarını duyar gibi oluyorum. Teşekkür ediyorum çünkü atalarımızın “Her işte bir hayır vardır” dedikleri gibi, Amerika’daki bu rahatsızlığım şimdi hayatıma Allah’ım izin verirse yeni ve hayırlı bir yol çiziyordu. Bu rahatsızlık sonucu daha da güçlenmiş ve bilinçlenmiş yeni bir “Tuğtigin” olarak kalan ömrüme adım atıyordum.
Canım Ordum ve Aziz Milletim,
“Her işte bir hayır vardır.” diyen atalarımız bu sözü niye söylemişlerdir diye bu zamana kadar hep düşünmüş, ama bir cevap bulamamıştım.
Ama, ama daha yeni bu sözün ne mana ifade ettiğini yine kendi hayatımdan öğrenebildim.
Amerika sana sonsuz teşekkürler ediyorum. Teşekkür ediyorum çünkü atalarımızın “Her işte bir hayır vardır” dedikleri gibi, Amerika’daki bu rahatsızlığım şimdi hayatıma Allah’ım izin verirse yeni ve hayırlı bir yol çiziyordu. Bu rahatsızlık sonucu, daha da güçlenmiş ve bilinçlenmiş yeni bir “Tuğtigin” olarak kalan ömrüme adım atmaktaydım.
Evet, evet dürüstçe itiraf ediyorum ki, ben Mehmet Tuğtigin Şen olarak hayat mücadelesi içinde bu 2006 yılındaki rahatsızlık sürecime kadar bilinçsizce koşuştururken, beni gerçek bir Türk yapan köklü temel değerlerimin farkında olamadığımı tam olarak idrak ettim.
Eskiden İstiklal Marşımızı askerlerimden ve kutsal ezan sesini camilerimizden vatanımızın bütün sınır köşelerinde dinlerken hissettiklerim ile şu anda marşımızı ve ezanımızı dinlerken içimde oluşan duygular çok farklı.
Eskiden bir tören gereği askerlerimle okuduğum İstiklal Marşı, hep resmi sınırlar içindeki duygularımı ve davranışlarımı şekillendirirdi. Şimdi her İstiklal Marşı okunduğunda yalnızken gözyaşlarımı tutamıyorum. Marşımızın şairi Mehmet Akif’in “Allah bu millete bir daha İstiklal Marşı yazdırtmasın” diyerek kısmen özetlediği gibi, marşımızın her cümlesi içindeki derin anlamlar artık gözyaşlarımı durduramıyor.
Eskiden camilerimizden okunan ezanları sadece huşu ile dinlerken, şimdi Yaradanıma karşı kulluk görevimi yapabilmek için sabırsızlanıyor ve koşuyorum.
Eskiden Al Bayrağıma bakarken sadece “Ne güzel bayrağımız var” diye düşünürdüm. Şimdi al bayrağıma her baktığımda bu bayrağımın al rengi için kanlarını akıtmış bütün şehitlerimizin ruhlarını içimde hissediyor ve irkilerek titriyorum.
Amerika sana tekrar teşekkür ediyorum. Beni titretip, uyandırdın.
Artık bu 2006 yılından sonra Allah tarafından takdir edilmiş geri kalan ömrümü nasıl daha iyi yaşayabilirim diye titreyerek soruyorum. Yüce Yaradan’ımın bana vatanım, devletim ve milletim için öbür dünyayı kısmen ihmal ederek yeterince çalıştığımı, artık kalan ömrümde de zamanımı kendimin öbür dünyası ve insanlık için hayırla kullanmam gerektiğini hatırlattığını duyar gibi oluyorum.
Peygamberimiz de bize ne güzel tavsiyelerde bulunmuş:
“Ölüm gelmeden önce hayatının, hasta olmadan önce sağlığının, meşguliyetten önce boş vaktinin, ihtiyarlamadan önce gençliğinin, yoksulluğa düşmeden önce zenginliğinin kıymetini bil.”
“Ölüyü (kabre kadar) üç şey takip eder. Yakınları, malı ve ameli. Bunlardan ikisi geri döner, biri onunla kalır. Yakınları ve malı geri döner, ameli (kendisiyle) kalır.”
Aristoteles “Mutluluk yetinmeyi bilenlerindir.” demiş. Allah’ıma çok şükürler olsun ki halen sağlıklıyım ve kendime hedef belirlediğim manevi ve maddi konuları yapabilecek imkânlara sahibim.
Öncelikle mutlu ve huzurlu emeklilik için yazılmış akademik yazılardaki ortak görüşlerdeki gibi emekli oluncaya kadar isteyip de yapmaya imkân bulamadıklarımı ve de hayat ile ilgili hedeflerimi belirlemeye karar verdim. Ve öyle de yaptım. Düşündüm, düşündüm ve aklıma gelenleri bir kağıda yazarak bunları ard arda sıraladım.
Şu ana kadar isteyip de yapamadıklarımdan aklıma ilk gelenleri bir özet cümle ile şöyle yazdığımı gördüm. Bu özet cümle şu idi:
“Beynimin, düşüncelerimin ve bedenimin hep sınırlar içinde kalması.”
Bu cümlemin alt başlıkları ise şunlardı:
Dünyanın değişik yerlerini görmek,
Türkiye’nin doğal ve tarihi yerlerini görmek,
Türk Tarihi doktorası yapmak,
Aileme ve akrabalarıma daha çok zaman ayırmak,
Dinimi daha huzurlu ve doğal ortamda yaşamak,
Çocuklarım ile daha çok vakit geçirmek,
Birçok sosyal ortamda bulunarak, diğer sosyal sınıfları ve meslekleri yeterince tanımak,
Üniversite’de okumak,
Bölücü terörün gerçek maksadını bilimsel olarak ispatlamak için yüksek lisans tezimi geliştirmek ve bunu bir kitap olarak basmak,
Bir üniversite’de veya bilim yuvasında çalışmak,
Devletim ve milletim için çalışmak.
Hayat hedeflerimi ise yine şöyle tek bir cümlede belirledim:
“Özgürlük ve mutluluk peşinde koşmak, gelecek zamanı kendim planlamak.”
Bu özet cümlenin alt bölümleri ise şunlardı:
Doğa turları yapmak,
Çok az görme şansına sahip olduğum ve kimlik kartımda memleketim olarak duran Sütçülerin tarihi ve coğrafi güzelliklerini ortaya çıkarmak ve bunları tanıtıcı faaliyetler yapmak,
Turizm ile uğraşmak, sosyal faaliyetler düzenlemek,
Devletim ve milletim için para ve siyasi amaç taşımayan fikir ve düşünce kuruluşlarında çalışmak,
Terör ve askerlikle ilgili kitap yazmak,
Şu ana kadar araştırılmamış milli menfaatlerimizin korunacağı konularda bilimsel araştırma yapmak,
Şehit ve gazilerimiz için faaliyetler yapmak,
Annemin ruhu ve anısı için onun adına Sütçüler’de bir çeşme yaptırmak,
Çocuklarımın maddi ve manevi yönden iyi yetiştirilmesini sağlamak,
Ankara’da iyi bir ortamda ve evde ailemin yaşamasını sağlamak, bu evde kendim için çalışma maksatlı ayrı bir odanın olmasını sağlamak,
Belli üniversite ve bilim derneklerinde çalışmak, kültürlü ve vizyon sahibi kişilerle sosyal ortamlarda bulunmak,
Akrabalarıma, dostlarıma ve çevreme daha çok zaman ve ilgi ayırmak,
İnsanlığa hayırlı işler yapmak,
Allah’ıma ibadetimi her zaman yapabilmek, Hacca gitmek.
Kısaca artık BEYNİMİ, DÜŞÜNCELERİMİ VE BEDENİMİ KUTSAL ASKERLİĞİN TABİATINDA BULUNAN MANEVİ VE RESMİ SINIRLARDAN ÇIKARARAK, GELECEK ZAMANIMI ALLAH’IM İZİN VERİRSE; ÖZGÜRLÜK, MUTLULUK VE MANEVİ DEĞERLER PEŞİNDE KOŞARAK GEÇİRMEK İSTİYORUM.
Artık namert asimetrik savaş karşısında Al Bayrağımızı askerlerimle değil, aziz milletim ile vatanımın her yerinde dalgalandıracak, yeni yolumda ise silahımla değil, kalemimle ve bastonumla yürüyeceğim.
ARTIK YENİ YOLUMDA BU NAMERT ASİMETRİK SAVAŞ KARŞISINDA KALEMİMLE YAZARAK SAVAŞMAYA DEVAM EDECEĞİM.
Artık Silahımla Değil, Bastonum ve Kalemimle Yürümek Zamanı Geldi.
Dinimize ve Atamız Atatürk’e en çok zarar verenlerin kimler olduğunu gördük ki; bunlardan birincisi, Allah’ımızın ve Peygamberimizin isimlerini kullanarak, din maskesi altında laik Cumhuriyetimize ve Atatürk’e doğrudan küfür ve hakaret edenlerdir. İkincisi ise Atamız Atatürk’ün ismini kullanarak, sözde Atatürkçülük ve laiklik adına başkalarının inanç ve değerlerine doğrudan müdahale eden ve engelleyenlerdir.
Laiklik, din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılmasıdır; ancak asıl olarak her vatandaş için vicdan ve din hürriyetinin eşit ve adaletli sağlanması anlamına gelir. Laik bir idarede din ile devlet işleri birbirine karışmaz. Din ve mezhep, herkesin vicdanına kalmış bir iştir. Hiç kimse, hiçbir kimseyi ne bir din ne de bir mezhep kabulüne zorlayabilir. Din ve mezhep, hiçbir zaman siyaset aracı olarak kullanılamaz. Yasalar yapılırken tüm inançlara ve çağın gereklerine cevap verip vermemesi önem kazanır.
Atatürk’ün laiklik anlayışı, dinsizliği değil, asırlarca toplumun gelişmesinin önünde engel oluşturan, dinle ilgisi olmadığı halde din adına fetvalar vererek her türlü yeniliğe direnen din adamları ve ulemanın nüfuzunu kırmayı, devlet işlerinden uzak durmalarını sağlamayı amaçlamıştır. İslam dininin, cahil otoritelerin elinde politika malzemesi olarak kullanılmasını önlemeyi esas almıştır. Çünkü Kur’an-ı Kerim ve hadislerde olmayan gerçek dışı hükümlerle her türlü icraata müdahale edilmiş; böylece insanlık ve ülke yararına olabilecek pek çok girişim baltalanmıştır. Allah’ımız ve Peygamberimizin ismini kullanarak ilahi iradeye dayandığını iddia edenlerin insanları kendi çıkarları doğrultusunda sömürmesi sona ermiş, yerini millet iradesine bırakmıştır.
Atatürk’e göre laiklik, yalnızca din ve devlet işlerinin ayrılması demek değildir. Tüm yurttaşların vicdan, ibadet ve din özgürlüğü anlamına gelir. Büyük bir devlet adamı ve inkılapçısı olan Atatürk, insana ve insanın inanışlarına büyük değer vermektedir. Atatürk’e göre “Din bir vicdan meselesidir”; dine saygı, inanan kişinin haklarına saygının bir sonucudur.
Atamızın vefatından sonra bazı kesimler, Atatürkçü ve laik olduklarını iddia ederek halkımızın dini değerlerine saldırmışlardır. Sözde Atatürkçülük ve laiklik adına namazı ve başörtüsünü engellemeye yönelik atılan her yanlış adım, insanlarda zamanla soru işaretleri oluşturmuştur. Namaz ve başörtüsü engelleri koyanlara zamanla bir tepki olarak bilinçaltında Atamıza ve Cumhuriyetimize olan saygı ve güven azalmaya başlamıştır.
Bu yanlışlardan fayda sağlayan laik Cumhuriyet ve Atatürk düşmanları, Atatürk’ün itibarını Türk milletinin gönlünden silmek için büyük çaba harcamışlardır. Sonuçta, Büyük Ortadoğu Planı ve Şark Meselesi takipçisi dış güçlerin desteğiyle zararlı dini cemaatler ortaya çıkmıştır. En son yaşadığımız FETÖ süreci bunun son dalgası olmuştur.
Şu anda dinimiz konusunda insanlarımızda büyük kuşkular oluşmuştur. Din maskesi altında, kendi çıkarları için menfaat sağlayanlar tarafından haklarımızın hep yenildiği ortaya çıkmıştır. En önemlisi, devletimizi bölmek ve ele geçirmek için en kolay yolun dinimizi kullanmak olduğu anlaşılmıştır.
Sonuçta bu süreçten en çok zararı dinimiz görmüştür. Bizler millet olarak dinimize ve Atamız Atatürk’e mantıkla ve akılla yaklaşmalıyız. Atamız ve dinimiz konusundaki duygusal, biçimsel ve basmakalıp yaklaşımları bir yana bırakıp akılcı, gerçekçi, nesnel ve bilimsel bir yaklaşımı benimsemeliyiz. En doğru yaklaşım budur.
Kur’an-ı Kerim; Yüce Rabbimizden insanlık âlemine, okunması, anlaşılması ve emirlerinin uygulanması için gönderilmiş son ilahi mesaj ve kutsal kitaptır. Kur’an, Arapça’da “karee” kökünden gelir; çok okunan, tekrarlanarak üzerinde kafa yorulan ve hayırlı yorumlar çıkarılan anlamını taşır. Kur’an’ın manasını anlamak ve onun hükümleriyle yaşamak, her Müslümanın görevidir. Zaten Kur’an, anlaşılmak ve yaşanmak için gönderilmiştir.
Nutuk, tarihimizin 1919-1927 yılları arasındaki dokuz yıllık sürecinde, özellikle Kurtuluş Savaşı’nda yaşanan olayları anlatan önemli bir tarihi kaynaktır ve Türkiye’nin bu dönemle ilgili en temel resmi tarih kaynağı olma niteliğindedir. Atatürk, Nutuk’u tarihi bir metin olması gayesiyle kaleme almıştır. Bunun yanı sıra, siyasi bir hesaplaşma yapmak, Türk milletine yapılan icraatlar hakkında bir hesap ve öğüt vermek ve geleceğe dair ışık tutmak gibi amaçlarla da yazıya dökmüştür.
Bilimsel yaklaşımda en uygun yol, birinci el kaynaklardan istifade etmektir. Dinimizin birinci el kaynağı kutsal kitabımız Kur’an-ı Kerim, Atatürkçülüğün birinci el kaynağı ise Nutuk’tur.
“Biz Türkler, Nutuk’ta Atamız bizlere neler söylüyor, bunları biliyor muyuz?”
“Biz Türkler, dinimize ve Atamıza en çok zarar verenlerin oyunlarına bir son vermek için, evlerimizde bulunan ancak hiç okumadığımız bu iki kitaba acaba bundan sonra hayatımızda yer verecek miyiz?”
30 Ağustos 2024 yılında Kara Harp Okulu’ndan yeni mezun olmuş teğmenlerin, resmi tören sonrası kılıçlarını çekerek yemin etmeleri ve sonrasında gelişen hukuki süreç, birçok konuyu tekrar sorgulamama sebep oldu. Aklıma ilk gelenler ise Türk’ün devlet felsefesinin ve dünya görüşünün temel direği olan Kutadgu Bilig ile benim teğmen ve üsteğmen yıllarımda yaşadıklarım oldu.
Kutadgu Bilig, Yusuf Has Hacip tarafından XI. yüzyılın eğilimlerine ve Türk geleneklerine uygun olarak, şair kimliğinin etkisiyle manzum bir tarzda, şiir kalıpları içinde kaleme alınmıştır. Yusuf Has Hacip, ordunun önemini bilen bir kişidir. Bunu, “Memleket tutmak için ordu lazımdır,” diyerek ifade etmiş; ordusu olmayan devletin, devlet olamayacağını vurgulamış ve “Kılıç kımıldadığı müddetçe düşman kımıldamaz,” demiştir.
Şimdi, teğmenlerin kılıç çekerek yemin etmeleri sonucu gelişen üzücü süreci devlet büyükleri olarak çok iyi yönetmeliyiz. Kendi geçmişimden, yani teğmen ve üsteğmen rütbelerinde iken yaşadığım ilginç örneklere yer vererek açıklamaya çalışacağım Türk Ordusu rütbelerindeki gizli kültürel değerlere önem vermeliyiz. Başta yeni teğmen rütbesindeki askerlerimiz olmak üzere Türk Ordusu’na kesinlikle zarar vermemeliyiz.
Teğmen rütbesi ile İstanbul-Samandra’daki ilk birliğime katılmış, çok mutlu ve huzurlu bir şekilde görev yapmaya başlamıştım. Yan birlikte bulunan bir üsteğmen beni çağırdı. Yanına koşarak gittim, esas duruşta selam verdim ve kendimi tanıtarak yüksek sesle tekmil verdim. Üsteğmen bana gülümseyerek bakıyordu. “Hoş geldin Teğmen, bir üsteğmen karşısında bu kadar korkarsan Allah’ımıza hesap vereceğin gün ne yapacaksın?” diyerek bana elini uzattı ve bir ihtiyacım olduğunda ilk kendisinden yardım istememi söyledi. Sonra iki elimden tutarak, “Burada bir ağabeyin olduğunu sakın unutma,” diyerek bana yeni görevimde başarılar diledi. O üsteğmen bana bir komutan değil, adeta bir ağabey olmuştu.
Bu birliğimde bir süre görev yaptıktan sonra, ileride bir harp sırasında birliğimizin yer alabileceği durumların ve görevlerin işlendiği bir plan çalışmasına katılmak üzere büyük bir karargâha gönderildim. Karargâhta, benim gibi birçok birlikten askerlerin bulunduğu büyük bir salonda plan çalışmaları yapılmaktaydı.
Salona girer girmez bir albay beni gördü ve eliyle beni işaret ederek yanına çağırdı. Koşarak yanına gittim ve esas duruşta kendisine tekmil verdim. Albay, çok sert bir şekilde bana bakarak, “Bu salonda en değerli kişi kimdir?” diyerek sordu. Büyük bir merakla etrafıma bakmaya başladım. Her tarafta, hepsi benden rütbece büyük askerler, masalar üzerindeki haritalarda çalışıyorlardı. Pek çok albay da bu çalışmalarda yer alıyordu.
Bu sırada, büyük bir tepsi içinde çay taşıyan er rütbesinde bir asker de çay dağıtıyordu. Albay, bu sefer daha sert bir ifadeyle, “Teğmen, bu salonda en değerli kişi kimdir?” diye ikinci kez sordu. Yine salondaki kişilere bakmaya başladığımda albay bana yeni bir emir verdi: “Teğmen, koş şu çaycıdan iki çay al ve tekrar yanıma gel.”
Koşarak gittim, iki çay aldım ve albayın karşısında bekledim. Albay, bu kez eski sert üslubu yerine babacan bir ses tonuyla bana, “Teğmen, bu salonda en kıymetli kişi şu gördüğün çaycıdır. Bu salonda herkes kaybolsa kimse fark etmez ama bu çaycı yok olsa herkes arar,” dedi. Sonra yanağıma büyük bir şefkatle dokunarak, “Otur bakalım Teğmenim, hoş geldin. Gel, beraber çay içelim de sana bu plan çalışmasında ne yapacağımızı anlatayım,” dedi.
“ Üst rütbeler ve Teğmenlere daima kardeşçe yardım”
Bu ilk görev yerimde üç yıl geçirdikten sonra İç Güvenlik Tim Komutanı olarak terörle mücadele kapsamında geçici görevle Bitlis-Hizan’da bulunuyordum. Bölgeden sorumlu en üst birlik komutanı, bölge halkına güven vermek ve durumu yerinde görmek maksadıyla köylere ziyaretler yapmaya karar verdi. Ben ve timim, bu ziyaretlerin emniyetini sağlamak üzere görevlendirildik. İlçe Jandarma Komutanlığı’ndan bir uzman çavuş komutasında bir grup jandarma askeri de bu ziyaretlere refakat etmek üzere ayrıca görevlendirildi.
En önde jandarma aracı, arkasından komutanımızın flama taşıyan makam aracı ve benim tim personelini taşıyan araç olmak üzere sıra halinde bir köye giriş yaptık. Köyde, başta muhtar olmak üzere tüm halk, komutanımızdan önce hemen jandarma uzman çavuşa yaklaştı. Hoş geldiniz dediler ve onunla konuşmaya çalıştılar. Uzman çavuş, halka komutanımızı işaret ederek, “Komutanımız sizleri görmek ve emniyet ile ilgili sorunlarınızı dinlemek için buraya geldi,” demesine rağmen köylüler, komutanımıza yanaşmıyor ve onunla konuşmuyordu. Köyü, sanki komutanımız değil de jandarma uzman çavuşumuz ziyaret için gelmişti.
Komuta ettiği büyük birlikte Jandarma Uzman Çavuşlardan oluşan Jandarma Özel Harekât (JÖH) timleri de bulunan komutanımız, bu ziyarette köy halkının gözünde uzman çavuşumuza göre ikinci planda kalmıştı. Ziyaretin ilerleyen saatlerinde, başta muhtar olmak üzere köy halkı durumu anlamaya başlamış, dertlerini uzman çavuşumuza değil komutanımıza anlatmaya ve ona gereken ilgiyi göstermeye başlamışlardı.
Sonuçta, bu ilk köy ziyareti sona ererek araçlarımıza yöneldik. Ben ve komutanımız yan yana geldik. Komutanımızın yüzünde çok sıcak bir gülümseme vardı. Bana baktı, yine gülümseyerek ve şaka yaptığını belli ederek şu sözleri söyledi: “Ah Üsteğmenim, keşke kurmay albay olacağıma biraz az okuyup jandarma uzman çavuş mu olsaydım? Bu köy ziyareti bana çok iyi geldi. Bu köyü ve insanların askerimize olan saygısını hiçbir zaman unutmayacağım.”
“Üst Rütbelerin olaylara hoşgörüsü ve halkın gözünde her rütbedeki komutanların büyük İtibari”
Artık üsteğmen rütbe sürecimin ortalarına gelmiş ve yurtdışı görevler kapsamında Bosna-Hersek’te görev yapmaya başlamıştım. Bir Türk bölüğünün Amerikan tümeni sorumluluk sahasında yapacağı görevlerde irtibatları sağlamak üzere, bu bölükle birlikte Amerikan tümeni içinde bulunmaktaydık. Türk birliğinin disiplini ve askerlerimizin örnek davranışları, Amerikan askerleri tarafından büyük bir merakla izlenmekteydi.
Amerikan askerleriyle birlikte aynı yemekhanede yemek yiyorduk. Ben de yemeklerimi alıp tek başıma bir masada yemeğe başladım. Bir Amerikan binbaşısı yanıma geldi ve esas duruşta bana, “Tümgeneralim, acaba sizinle birlikte aynı masaya oturabilir miyim?” diye sordu. Bir anda şoke oldum ve gülmeye başladım. “Buyurun oturun binbaşım,” diyerek yanına oturmasını işaret ettim. Binbaşı, çok büyük bir saygıyla ve bana “Tümgeneralim” diyerek konuşmaya başladı. Ben, Amerikan binbaşı her “Tümgeneralim” dediğinde artık gülmekten konuşamaz hale gelmiştim ve kendisine askeri kimlik kartımı gösterdim.
Askeri kartımda Türkçe “Üsteğmen” ve İngilizce karşılığı “First Lieutenant” yazmaktaydı. Amerikan ordusunda apoletlerde bulunan iki yıldız, tümgeneral rütbesini simgelemektedir. Amerikan binbaşı, benim apoletlerimde bulunan üsteğmen rütbesi simgesi iki yıldızı kendi ordusundaki tümgeneral rütbesi sanmıştı.
Bu sefer beraber gülmeye başladık. Biraz sohbet ettikten sonra Amerikan binbaşı bana şunları söyledi: “Siz yemekhaneye girince bütün Türk askerleri size büyük bir ciddiyetle selam vermeye başladılar. Bizler, kendi tümen komutanımız tümgenerale bu kadar saygı duymuyoruz. Sizin apoletlerdeki iki yıldızı görünce hiç tereddüt etmeden sizin tümgeneral olduğunuza karar verdim. Biz, Genelkurmay Başkanımız dahil hiçbir komutanımıza, askerlerinizin size gösterdiği saygı kadar saygı göstermeyiz.”
“Tüm Üst Rütbelere Türk Askerlerinin İçgüdüsel Büyük Saygısı”
Ben emekli bir albay olarak tanık olduğum Türk ordusunun her kademesindeki rütbe sahibinde öncelikle kardeşlik, tecrübe, saygı ve hoşgörüyü hep gördüm. Ama en önemlisi ise milletimizin bizlere bakarken gönüllerindeki güveni ve askerlerimin bana selam verirken gösterdikleri büyük saygıyı hep hissettim.
Evet, şimdi askerlikten emekli olduktan sonra daha iyi anladım ki:
Üst rütbedekilerin tüm ast rütbedekilere, bilhassa teğmenlere daima kardeşçe yardımı,
Üst rütbelerin olaylara bakışındaki hoşgörüsü,
Halkın gözünde her kademedeki komutanın büyük itibarı,
Tüm üst rütbelere Türk askerlerinin içgüdüsel büyük saygısı…
Bunlar, Türk ordusundaki rütbelerin gizli kültürel değerleridir.
Şimdi, teğmenlerin kılıç çekerek yemin etmeleri sonucu gelişen üzücü süreci devlet büyükleri olarak çok iyi yönetmeliyiz. Türk ordusundaki rütbelerin gizli kültürel değerlerini ön plana alarak, başta yeni teğmenlerimiz olmak üzere ordumuza zarar vermemeliyiz.
Teğmen, muvazzaf subay rütbelerinin ilkidir. Tecrübesizliği sonucu duygusal yönü hep ön planda olur. Ancak evin ilk çocuğu kabul edilerek büyükleri tarafından yaptıkları çoğunlukla hoş görülür. Her bir teğmen, kendisi fark etmese de komutanları bilir ki her teğmen, geleceğin Genelkurmay Başkanı, kuvvet komutanı, ordu, kolordu, tümen, tugay, alay, tabur ve bölük komutanıdır.
Kara Harp Okulundan 30 Ağustos 2024 tarihinde yeni mezun Teğmenlerin resmi mezuniyet töreni ardından, kılıçlı şekilde okudukları Subay Andı’nın ardından ordudan ihraçları istemiyle bir disiplin soruşturması başlatılmıştır. Bu duruma çok üzülen ve kendileri de mezuniyet sonrası aynı Subay Andını okumuş olan emekli komutanlar, yeni Teğmenlere hem moral vermek hem de her türlü desteği vereceklerini ifade etmek ve göstermek amacıyla 22 Kasım 2024 tarihinde Ankara’da Anıtpark’ta toplanmışlar ve bir basın bildirisi okumuşlardır.
Türkiye Emekli Subaylar Derneği (TESUD) Genel Başkanlığı öncülüğünde yapılan bu basın bildirisinden önce, başta Atatürk olmak üzere tüm gazi ve şehit atalarımız için 1 dakikalık saygı duruşu yapılmış, ardından İstiklal Marşı topluca okunmuştur.
TESUD basın bildirisinde kısaca aşağıdaki konulara değinilmiştir: “Söz konusu olayla ilgili olarak bazı teğmenlerimizin kesin ihraç talebiyle Yüksek Disiplin Kuruluna sevk edileceği basından öğrenilmiştir. Sayın Cumhurbaşkanı ve Milli Savunma Bakanı’nın son günlerde yaptıkları açıklamaların da gösterdiği gibi, adeta bir ateş çemberi içinde bulunan ülkemiz, içte birlik ve beraberliğe, Silahlı Kuvvetlerimizin silah ve teçhizat gücünün artırılmasının yanı sıra moral ve motivasyonunun da yükseltilmesine her zamankinden daha çok ihtiyaç duyduğu bir dönemden geçmektedir. Bu nedenle, Silahlı Kuvvetlerimizin sorumlu komutanları ve yöneticilerinin, bilgi, tecrübe ve vicdanlarını kullanarak teğmenlerimiz hakkında hakkaniyetli bir karar vereceklerine inanıyoruz. Türkiye Emekli Subaylar Derneği, ülkesine ve milletine gönülden bağlı teğmenlerin her zaman yanında olacak ve devam eden hukuki süreci takip edecektir.”
Ankara Anıtpark’taki eyleme destek veren ve katılan CHP Genel Başkan Yardımcısı Yankı Bağcıoğlu ve Atatürkçü Düşünce Derneği Başkanı Hüsnü Bozkurt ayrıca açıklamalar yapmışlardır. Kendisinin de emekli bir askeri doktor olan Atatürkçü Düşünce Derneği Başkanı Hüsnü Bozkurt şunları söylemiştir: “Ülkemiz Mustafa Kemal Atatürk’ü kaybettiği günden beri ciddi sorunlar yaşıyor. Burada emekli eski askerler olarak elbette genç teğmen evlatlarımızın haklarını savunmak için toplandık. Ama aslında savunduğumuz o teğmen evlatlarımızın şahsında burada ne yazık ki Cumhuriyetin 101’inci yılında Atatürk’ü savunmak zorunda bırakılıyoruz. Bu, Türkiye’ye yapılabilecek en büyük hakarettir. Kimse hadsizlik etmesin. Kimse de bizim aklımızla alay etmesin. Beyefendiler, dalga mı geçiyorsunuz bizimle? Beş yıl boyunca disiplin notu sürekli 10 olup, devre birincisi olmuş teğmen Ebru Eroğlu, yarım saatte mi disiplin suçu işledi? Kimi kandırıyorsunuz siz? Eğer o teğmen çocuklarımız her ulusal bayram günü Anıtkabir’e doldurduğunuz birtakım adamlar gibi seslenselerdi bugün yargılanacaklar mıydı? Kimi kandırıyorsunuz? ‘Mustafa Kemal’in askerleriyiz’ lafından rahatsızsınız. Mustafa Kemal’i yedi düvel yenemedi, siz hiç yenemezsiniz. Ne bu teğmen çocuklarımız üzerinden yenebilirsiniz, ne insanları korkutarak yenebilirsiniz ne de önünüze gelene soruşturma açarak yenebilirsiniz. Bu topraklarda eğer birileri ‘Mustafa Kemal’in askerleriyiz’ lafından rahatsız oluyorsa, oturup kendini sorgulamalı.”
CHP Genel Başkan Yardımcısı Yankı Bağcıoğlu ise şöyle konuşmuştur: “Mesele, yalnızca bir grup genç teğmenin yaşadığı haksızlık değil; Cumhuriyet’in kurucu değerlerine, Atatürk’ün mirasına ve Türk milletinin ortak vicdanına yönelik ağır bir saldırıdır. Son dönemde Türk Silahlı Kuvvetleri bünyesinde siyasi baskılarla yaşanan ve tasfiye özelliği taşıyan gelişmeler, Türk milletinde büyük endişe yaratmıştır. Esasında bu sürecin mihenk taşları, 15 Temmuz hain darbe girişimi gerekçe gösterilerek Türk Silahlı Kuvvetleri’nde yapılan yapısal değişiklikler ile döşenmiştir. Türk Silahlı Kuvvetleri’ne sızan hain FETÖCÜ’lerin verdikleri zararın bedelini, laik demokratik Cumhuriyet’e bağlı Atatürkçü askeri personel ödemiştir. ‘Mustafa Kemal’in askerleriyiz’ ifadesinin nasıl geliştiğini bilmeyen kişiler bu ifadeyi adeta suç unsuru olarak göstermektedir.”
Genç teğmenlerin tören sonrası okudukları metin, 1995-2023 yılları arasında törenlerde yemin metni olarak kullanılmış ve 2023 yılında Milli Savunma Üniversitesi Rektörü tarafından sebepsiz yere ve nedeni anlaşılmaz şekilde kaldırılmıştır. Bu yeminin yerine Harbiyeliler’in intibak eğitimleri sonunda askeri kimlik kazandıklarında ettikleri askerlik yemini konmuştur. Yani, Harp Okuluna hem girişte hem de mezun olurken aynı yeminin iki defa okunması gibi garip bir durum ortaya çıkmıştır. Yemin metni, resmi törenin bitişinin ve devlet protokolünün ayrılışının ardından okunmuştur. Metnin içeriğinde, laik ve demokratik Türkiye Cumhuriyeti’ne bağlılık, vatanın bölünmez bütünlüğü ve Türk milletinin namus ve şerefine sahip çıkma gibi herhangi bir suç unsuru bulunmayan, tam tersine vatanseverlik ve milli değerlere bağlılık içeren ifadeler yer almaktadır. ‘Mustafa Kemal’in askerleriyiz’ ifadesinin nereden doğduğunu ve nasıl geliştiğini bilmeyen bu kişiler, bu ifadeyi adeta bir suç unsuru olarak göstermektedir. Türk milletinin ezici çoğunluğunun sesi olan bu teğmenlere; 6413 sayılı kanunun 20. maddesi kapsamında, ‘hizmete engel davranışta bulunmak, devletin ve Türk Silahlı Kuvvetleri’nin itibarına zarar vermek’ ve ‘ağır suç ve disiplinsizlik teşkil edecek fiil ve davranışlarda bulunmak’ gibi suçlamalar yöneltilmiştir. Kara Harp Okulu devre birincisi Teğmen Ebru Eroğlu ile teğmenler Talip İzzet Akarsu, Deniz Demirtaş, Serhat Gündar, Batuhan Gazi Kılıç ve idareci subaylar Alay Komutan Vekili Alper Topsakal, Tabur Komutanı Halit Türkoğlu, Bölük Komutanı Murat Öztürk, Yüksek Disiplin Kurulu’na sevk edilmiştir. Soruyoruz, devletin ve Türk Silahlı Kuvvetleri’nin itibarı hangi davranışla zedelenmiştir? Ağır suç ve disiplinsizlik teşkil edecek fiil ve davranış nedir? Türk milleti bu sorulara yanıt beklemektedir. Şerefli Deniz Kuvvetleri üniforması üstüne dini giysiler giyen bir amiral hakkında, devletin ve Türk Silahlı Kuvvetleri’nin itibarım zedelenmediği kabul edilip hiçbir işlem yapılmazken bu teğmenler itibarı nasıl zedelemiştir? Özel Kuvvetler Komutanlığı mevzuatında yer almasına ve törenlerde okunmasına rağmen, Milli Savunma Üniversitesi Rektörü, ‘yemini’ 2023 yılında neden ve hangi gerekçeyle yönergeden çıkarmıştır? Yaşadığımız sorunun kaynağı olan ve esasen Türk Silahlı Kuvvetleri’nin itibarının zedelenmesine sebep olan bu kararı neden almıştır? Sosyal medyada ve basında adil yargılamanın etkilenmesine yönelik haberlere ve teğmenlere yapılan aşağılık saldırılara devletin ilgili makamları neden sessiz kalmaktadır?
“Genç teğmenlerin Atatürk’e olan bağlılıklarını ifade etmeleri suç değil, vatanseverlik göstergesidir. Atatürk’ün ilkelerine bağlılık, bu ülkeyi savunacak her askerin taşıması gereken temel bir değerdir. Genç teğmenlerin Atatürk’e olan bağlılıklarını ifade etmeleri suç değil, vatanseverlik göstergesidir. Bu bağlılığı silahlı kuvvetlerden ihraç ederek cezalandırmaya çalışmak, sadece teğmenlere değil, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu değerlerine ve milletimizin ortak vicdanına yapılmış bir saldırıdır.”
Emekli askerler ve vatandaşlar, bu basın bildirisi ve açıklamalar sırasında birçok kez topluca “Biz Mustafa Kemal’in Askerleriyiz” diyerek topluca haykırmışlar ve ardından topluca Anıtkabir’e yürümüşlerdir.
İnsanın doğumundan ölümüne kadar geçen sınırlı zaman dilimine ömr denir. Ömrün bittiği, hayatın sona erdiği zamana da ecel denir. Giden gün bir daha geri gelmiyor. Bizler ise günler ve geceler birbirini kovalarken, olayların akışına kapılıp günlük dertlerin arasında boğuluyoruz. Sanki ömrümüz hiç bitmeyecekmiş gibi kendi dünyamızda doludizgin gidiyoruz. Aslında ömrümüzün tükendiğini hiç fark etmiyoruz.
Evet, evet; ben de itiraf ediyorum ki bir insan olarak bu gaflet uykusu içinde bu zamana kadar ömrümü doludizgin tükettim. Birçok şeyi idrak etmeye daha yeni, 57 yaşına merdiven dayadığım bu yıllarda anlamaya başladım. Kendimi ve geçmiş yıllarımı değerlendirdiğimde aklıma gelenlerden sadece bazılarını burada sizlere yazmaya cesaret edebiliyorum.
İnsanlık ömrünü nerelerde ve ne amaçlarla tüketiyor? Aziz vatanımın etrafının cehenneme döndüğü, ülkelerin ve milletlerin parçalanarak mahvedildiği bir coğrafyada, senaryosu güçlü devletler tarafından cephane ve silah sektörüne hizmet için yazılan büyük bir oyun içinde; her gün kendi kutsal vatanımda iç çekişme olaylarını ve her dönemde değişik ikilikler yaratarak masum vatan evlatlarının birbirine vurdurularak şehit edilmelerini yakinen gördüm.
Askerlikten emekli olduktan sonra emekli subayların kurduğu bir doğa yürüyüş grubu ile tanışma fırsatı yakaladım. İçinde iyi eğitim almış, seçkin kişilerin yer aldığı bu grup ile genellikle hafta sonları Ankara ve Bolu illeri etrafında doğa yürüyüşleri yapma şansım oldu. Bu mümtaz doğa gezi grubu ile doğal güzelliklerde yaptığım geziler sırasında yaşadıklarım, 56 yıldan beri süregelen hayatımı yeniden sorgulamama imkân sağladı.
Bu yürüyüş grubu ile yaptığım doğa yürüyüşlerinde tüm grup üyelerinin neşeli ve birbiriyle şakalaşarak, bütün doğal güzelliklerin nimetlerini tatmak ve görmeyenlere aktarabilmek için yaptıkları çalışmaları yakinen izledim. Yeni açmış çiçeklerin ve bir dala konmuş yabani bir canlının fotoğrafını ona hissettirmeden çekmek için sessizce yaptıkları işbirliğinden, çıkılan tepelerdeki Türk bayrağı gölgesinde çekilen anı fotoğraflarına kadar birçok yerde ben de katılarak bütün faaliyetlerini yakından gözledim.
Gözlerken, eskiden Tim Komutanı olarak kahraman timim ile bölücü teröre karşı yaptığımız operasyonlardaki durumumu düşündüm. Ben ve timim de işbirliği içindeydik, biz de sessizdik. Hem de bizler, çok daha doğal ve insan eli değmemiş, daha güzel vatan topraklarımızdaydık. Ama bu yürüyüş grubunun neşe ve kahkahalarının aksine, benim ve timimin sessizliği ve işbirliği, terör örgütüne yerimizi belli etmemek, pusuya düşmemek ve teröristlere hissettirmeden yaklaşarak onları yok etmek içindi.
Bizim de bu yürüyüş grubu gibi kameralarımız vardı. Ama biz bunları doğal güzellikleri değil, terör örgütü mensuplarını tespit edip yok etmek için kullanmıştık. Biz de hiç insan geçmeyen yolları kullanmıştık ama mayına basmamak içindi. Biz de en ücra yerlere bakmıştık ama sadece terörist bulmak içindi. Ve biz de operasyon bittiğinde şanlı bayrağımızı çıktığımız tepelerde asmıştık ama sadece “Devlet burada” demek içindi.
İnsanlığa sunulan doğal güzelliklerde şimdi bu yürüyüş grubu ile beraber hayatın ve insanlığın tadını çıkarırken, geçmişte farklı dünyalarda nelerle ömrümüzü tüketmiştik.
Ne acı; tamamen birbirine zıt dünyalar.
Senaryosu güçlü devletler tarafından yazılan bu acımasız insanlık içinde, bu zamana kadar ben de bulunduğumdan bir insan olarak şu anda vicdanen suçluluk duyuyorum.
AMA ama ama bu acımasız insanlık içinde, can damarlarım olan vatanımı, devletimi, milletimi ve ailemi bir asker olarak bu zamana kadar koruyabilmiş olmaktan şeref duyuyorum.
Ne Kadar Birbirine Zıt Düşünceler
Allah’ım, Yaradan’ım, Tanrım!
Bana değiştiremediğim şeyleri kabul etmek için Sükûnet, Değiştirebileceğim şeyler için Cesaret, Ve bunu ayırt edebilmem için Akıl ver…!!!
… diyerek Allah’ıma dualar ederken, aşağıdaki iki soruyu Yaradan’ımın bana sorduğunu ve Allah’ımızın aklımızı yeniden kullanmamıza fırsat verdiğini hissediyorum.
Birinci soru: Savaşlarda acımasızca akıtılan insan kanlarının hesabını hangi insanlık verecek? Savaşlarda öldürülenlerin, geriye kalan yetimlerin, çocukların, eşlerin, kardeşlerin ve diğerlerinin haklarını bu insanlık nasıl ödeyecek?
İkinci soru: Bütün dünya insanlığının birbirinden korunmak ve birbirini yenmek için silahlara, ordulara, gerillalara ve de askerlere harcadığı para ve de sarf ettiği zaman, bütün insanlığın kardeşliği için kullanılsaydı insanlığın şu andaki durumu acaba nasıl olurdu?
Ve şimdi bu iki sorunun cevabını, 57 yaşına girdiğim bu yıllarda Allah’ımın izni ile sanırım buldum. Bu iki sorunun cevabı ne kadar basitmiş. Sizlerle hemen paylaşmak istiyorum:
Dünya hayatı ile ilgili yapabileceğimiz en basit ve en güzel şey, kendi hayatımın en mutlu geçmiş olan çocukluk yıllarında her radyo çaldığında büyük bir zevkle dinlediğim Hayat Bayram Olsa şarkısını hep söylemek ve bu güzel şarkının sözlerini hep hayatımızda uygulamak.
Bu güzel şarkıyı ve bu şarkının anlamlı sözlerini sizler de hatırladınız mı?
Haydi artık kalan ömrümüzde hep bu şarkıyı söyleyelim ve Allah’ımıza, bütün dünya insanlığının bu değerlere sahip olabilmesi için hep beraber dualar edelim.
Allah’ım, ne olur…
… Bütün dünya buna inansa Bir inansa hayat bayram olsa İnsanlar el ele tutuşsa Birlik olsa Uzansak sonsuza
Haydi…
Hayatımızı Hep Beraber Bayram Yapalım ve Uzanalım Hep Beraber Sonsuzluğa.
ABD’nin şu andaki başkanı olarak ikinci defa yeniden seçilen Donald Trump’ın Ortadoğu ve özellikle İsrail dış politikası nasıl olacak diye herkes merak etmektedir. Bu sorunun cevabını bulmak için yakın tarihte kamuoyuna yansımış gizlenmemiş bazı tarihi olaylara bakmamız bizlere yol gösterebilir.
ABD, gerek iç siyasetindeki kurumsal yapısı, gerekse dış politika yapımındaki karar alma süreci bakımından diğer devletlerden farklıdır. Özellikle Kongre ve Başkan üzerinde çıkar gruplarının karar alma süreçlerindeki etkisi çok fazladır. Faaliyetlerini lobiler aracılığıyla yasal zeminde sürdüren bu çıkar grupları herhangi bir etnik, siyasi veya dini kimliğe sahip olabilir. ABD’de çıkar gruplarının etkisine hem iç hem de dış politikadaki karar alma süreçlerinde şahit olmaktayız. Bu çıkar grupların en önemlisi ABD’de yaşayan Yahudi cemaatidir. Yahudilerin girişimci ve birlikçi yönleri, maddi güçlerini seçimlerde kullanma kabiliyetleri ABD’nin dış politikasını şekillendirmekte en önemli faktörü oluşturmaktadır.
Bu Yahudi örgütlerinin güçleri ile Amerikan Başkanlarının karar alma süreçleri üzerindeki etkilerine somut tarihi örnekler olarak aşağıdaki olaylar verilebilir.
14 Mayıs 1948’de İsrail Devleti’nin kurulduğu Tel Aviv’de toplanan Yahudi Milli Konseyi’nin yayımladığı bir deklarasyonla ilan edilmiştir. Yeni devleti tam on dakika sonra ABD Başkanı Truman tarafından fiilen tanınmıştır. (Ayrıntılı bilgi: Jacques R. Risler: (1974) Çağdaş İslam Dünyası (Nihal ÖNOL Çev.), İstanbul, İş Bankası Yayınları, s.66.; Fair Armaoğlu, (1989), Filistin Meselesi ve Arap İsrail Savaşları, Ankara. İş Bankası Yayınları. s.17.)
ABD’nin Joe Biden’dan önceki başkanı ve bu son seçimlerde yeniden başkan seçilen Donald Trump, 6 Aralık 2017 günü İsrail’i tanıyan tüm ülkelerin büyükelçileri Tel Aviv’de bulunurken Kudüs ile ilgili; “Ben artık zamanı geldiğine inanıyorum. Kudüs’ü İsrail’in başkenti olarak tanıma vakti artık gelmiştir. Büyükelçiliği Kudüs’e taşıma kararı veriyorum.” (Yeniçağ Gazetesi, 7 Aralık 2017) açıklamasını yapmıştır. Trump’ın bu açıklaması ile Kudüs’ü İsrail’in başkenti olarak tanıyan tarihteki ilk ülke ABD olmuştur.
Tarihler 28 Ocak 2020’yi gösterdiğinde son seçimlerde yeniden Amerika Başkanı seçilen Donald Trump, İsrail Başbakanı Netanyahu ile birlikte Beyaz Saray’da düzenlediği basın toplantısında “Yüzyılın Anlaşması” olarak adlandırdığı tek taraflı Orta Doğu barış planını kamuoyuna açıklamıştır. Bu plana göre kısaca Kudüs İsrail’in başkenti kabul ediliyor, Filistinli mültecilere dönüş hakkı tanınmıyor ve denizde İsrail’in egemenliği kabul ediliyor. İsrail Başbakanı Netanyahu ise aynı toplantıda Kudüs’ün İsrail’in başkenti olması konusunda ABD’den onay aldıklarını açıklamıştır. (Hürriyet Gazetesi, 29 Ocak 2020.)
ABD’nin Donald Trump’tan önceki başkanı Barack Obama da “Hepimiz İsrail yanlısıyız” demiştir. (Habertürk Gazetesi, 31 Ağustos 2015.)
ABD’nin şu andaki başkanı ancak görevini Donald Trump’a yakın zamanda devredecek Joe Biden, Gazze’de 17 Ekim 2023 tarihinde yaşanan insanlık dramından sonra Tel Aviv’e giderek İsrail’e desteğini açıkladı. İsrail Başbakanı Netanyahu ise ABD’nin koşulsuz desteği için Biden’a teşekkür etti. (Hürriyet Gazetesi, 18 Ekim 2023.)
Uluslararası Adalet Divanı’nda soykırımdan yargılanan İsrail’in Başbakanı Binyamin Netanyahu, Washington’a 24 Temmuz 2024 tarihinde Amerika Kongresi’nde bir konuşma yapmak için Amerika’ya geldi. Netanyahu, konuşması için Kongre’ye girmesinin ardından 210 saniye boyunca büyük bir coşkuyla ayakta tüm Kongre üyelerince alkışlandı. 50 saniyede bir konuşması Kongre üyelerince alkışla kesildi ve konuşması süresince 72 kez Kongre üyelerince ayakta alkışlandı.
Netanyahu; Gazze’de çoğu kadın ve çocuklardan oluşan o anda 39 binden fazla Filistinli’nin hayatını kaybettiği savaşı “medeniyet ve barbarlık” arasında yapılan bir savaş olarak ifade etti. “Bu ölümü yüceltenlerle yaşamı kutsayanlar arasındaki çatışmadır. Medeniyet güçlerinin zafer kazanabilmesi için ise Amerika ve İsrail’in bir arada durması gerekiyor. Çünkü bir arada durduğumuzda çok basit bir şey oluyor, biz kazanıyoruz ve onlar kaybediyor. Dostlarım, bugün size bir şeyin teminatını vermeye geldim. Kazanacağız.” İsrail’in Hamas, Hizbullah ve Husilerle savaştığında İran’la savaştığını ve sonuç olarak ABD’yi koruduğunu dile getiren Netanyahu, “Bizim düşmanlarımız sizin (Amerika) düşmanlarınızdır. Bizim (İsrail) zaferimiz sizin (Amerika) zaferiniz olacaktır” ifadelerini kullandı ve bu konuşması sonrası alkışlar bir arada yükseldi.
Amerika Başkanı Joe Biden’a “Başkan ile 40 yıldır tanışıyoruz ve kendisine yarım asırdır İsrail’in dostu olduğu ve kendi ifadeleriyle İrlanda asıllı Amerikalı bir Siyonist olmaktan gurur duyduğu için kendisine teşekkür etmek istiyorum.” dedi ayrıca İsrailli esirlerin kurtarılması için gösterdiği çabalardan dolayı da teşekkür etti. Netanyahu ayrıca eski başkan Donald Trump’a ise başkanlığı döneminde İsrail’in önceliklerine önem verdiği için ayrıca teşekkür etti.
Netanyahu konuşması sırasında kongre salonu dışında Filistin eylemleri yapan Amerikalı öğrencilere “İran’ın kullanışlı aptalları” dedi ve konuşmasının birçok yerinde İran’ı Ortadoğu’da kendileri için büyük bir tehlike olarak işaret etti. 25 Temmuz 2024 tarihinde ise İsrail Başbakanı Netanyahu, ABD Başkanı Joe Biden ve önümüzdeki dönem aday olacak Kamala Harris ile Beyaz Saray’da ayrı ayrı görüştü.
İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu’nun 24 Temmuz 2024 tarihinde Amerikan Kongresi’nde yaptığı bu tarihi konuşmada yukarıda bahsettiği konular ve takdir ettiği kişiler ile 25 Temmuz’da Beyaz Saray’da yaptığı ikili görüşmeler çok derin tarihi gerçekleri ve hedefleri bizlere üstü kapalı olarak özetlemektedir.
Netanyahu’nun Amerikan Kongre üyelerince ayakta alkışlanmasının asıl sebebinin Yahudi lobilerinin etkisi olduğu kamuoyunda gündeme gelmiştir. Kamuoyuna yansımış kısıtlı bilgilere göre mesela 1989-1990 döneminde Yahudi lobileri tarafından Senato üyelerine 4,7 milyon dolar, Temsilciler Meclisi üyelerine 2,9 milyon dolar bağış yapılmıştır. (The Washington Post, 26 Eylül 1991. Charles R. Babcock’ın “Israel’s Backers Maximize Political Clout” başlıklı yazısı.)
Kısacası, 1948’den günümüze Amerikan Başkanları ve Kongre üyeleri hep İsrail’in yanındadır. 14 Mayıs 1948’de İsrail Devleti’nin kurulmasının ilanından tam on dakika sonra ABD Başkanı Truman tarafından fiilen tanınması, 6 Aralık 2017’de şu anda yeniden ABD Başkanı seçilen Donald Trump’ın Kudüs’ü İsrail’in başkenti olarak tanıyan dünyadaki ilk ülke olması ve şimdi Gazze’de 17 Ekim 2023 tarihinde yaşanan insanlık dramından sonra Joe Biden’ın İsrail’e destek vermesi ve İsrail’e gitmesi bu gerçeğe en büyük kanıtlardır.
Sonuçta ABD’de ekonomik gücü elde bulunduran İsrail yanlısı Yahudi lobileri, dünyanın en büyük devleti ve askeri gücü olan ABD’yi Ortadoğu dış politikasını ve başkanlarını istediği gibi Ortadoğu’da İsrail için yönlendirebiliyor.
Yeni seçilen Amerikan Başkanı Donald Trump’ın Ortadoğu ve İsrail politikası da eskiden olduğu gibi Yahudi lobilerinin yönlendireceği yolda ilerleyeceği değerlendirilmektedir.
Son zamanlarda geçmiş tarihimiz, yoğun ideoloji ve siyaset yüklü propagandalarla birbirine karşı bulunan siyasi partilerin ve siyasi görüşlerin yıpratılması için bir araç olarak kullanılmaktadır. Bu ortamda en çok kullanılanlar ise Osmanlı Devleti ve Türkiye Cumhuriyeti tarihleridir.
Osmanlı Devleti, zamanında dünyanın üç kıtasında hüküm sürmüş, dünya tarihinin en güçlü devleti iken zaman içinde kendi iç ve dış sorunlarını çözememiş, başta Sanayi Devrimi olmak üzere dünyadaki gelişmeleri kaçırmış ve neticede savaşlarda yenilerek çökmüştür.
Osmanlı Devleti tarihi, sonuçta biz Türklerin ve Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin geçmiş tarihidir. Bizler daha 1923 yılı Eylül ayında Osmanlı iken, 29 Ekim 1923 tarihinde bir anda Türk ve bir anda Türkiye Cumhuriyeti olmadık. Aynı Selçuklu Devleti’nden sonra Osmanlı Devleti’nin ortaya çıkması gibi, biz de Osmanlı’dan sonra tarih sahnesine Türkiye Cumhuriyeti olarak çıktık.
Türkiye’de şu anda bazı siyasi kesimlerce Cumhuriyet tarihi, gereksiz Batı zihniyeti hayranlığı ve dinimizin yok edildiği yıllar olarak anılmaktadır.
Yine şu anda Türkiye’de bazı siyasi kesimlerce bu görüşün tam aksine, Osmanlı dönemi karanlık ve dini gericilik dönemi olarak gösterilmektedir.
Neticede tek bir Türk milleti olduğu gibi tek bir Türk devleti vardır. Osmanlı Devleti ve Cumhuriyet tarihi aktarılırken gerçeklere, ilmi ve ahlaki kıstaslara gereken önem verilmemektedir.
Gerçek tarih ancak araştırarak, değişik açılardan bakarak ve akademik tarihçilik yaparak aktarılabilir. Gerçek tarihimizin ortaya çıkarılmasında ise en büyük engel, şu anda yaşadığımız siyasi çekişmelerdir.
Tarihte yapılan bu siyasi bölücülük, milli birliğe çok zararlıdır. Çünkü bir milletin en büyük maddi ve manevi birikimlerinin yer aldığı yer ortak tarihtir. Osmanlı tarihi de bizimdir, Cumhuriyet tarihi de bizimdir. Bizler, hep beraber yapılan ortak hataları ve ortak başarılan aşamaları siyasilere değil tarihçilere bırakmalı ve bunlardan gelecek ortak yıllarımız için dersler almalıyız.
Büyük Atamız Atatürk, “Tarih yazmak, tarih yapmak kadar mühimdir. Yazan yapana sadık kalmazsa değişmeyen hakikat insanlığı şaşırtacak bir mahiyet alır.” demiştir.
Biz de Atamızın izinden gitmeye çalışan tarihçiler olarak diyoruz ki, bu ortak milli tarihimiz üzerinden yapılan siyasi çekişmeler bizi bölmektedir.
Zaman ve doğa, bir insanın üzerinde tasarımlarını ve gizemlerini yürüttüğü kadar, arkadaşlar da onun hayatının vazgeçilmezleridir. Bir arkadaş ne kadar uzak olursa olsun, gerçek arkadaş her zaman yanınızdadır. Bir arkadaş her zaman bir ihtiyacınızı karşılar, yardım etmek için elini uzatır, kollarını açar ve yaşamınız için iyi dileklerle sizi bekler.
Herkesin arkadaşı vardır. Ama herkesin devre arkadaşı yoktur.
Devre dediğinizde içinde geçmiş vardır, gençlik vardır, gelecek vardır, silah vardır, “ah ulan” vardır, “helal olsun” vardır, “niçin gittin” vardır, “beni bekle” vardır, “geleceğini biliyordum” vardır. Kıbrıs vardır, tozlu yollarda uzun yürüyüşler, otobüs terminallerinde birbirini bekleyişler, kavurucu sıcakta, dondurucu soğukta kol kanat germeler vardır.
Devre arkadaşlığı özeldir. “Kuzenim bile” demeye benzemez, “kardeşim” demenin daha ilerisidir “benim devrem” demek. Devre arkadaşlığı hep gençliktir, yaş almaz, yaşlanmaz, devre arkadaşlığı yaşını göstermez; yapmacıksız bir keyiftir, günümüzden söz eden bir nostalji, olgun bir gençlik, uçuk kaçık bir ihtiyarlık ve devre arkadaşlığı en koyu silah arkadaşlığıdır.
Devre arkadaşlığı Harbiyeli olmaktır. En kabadayı vatanseverlik, en ince ruhlu milliyetçilik, en baba devletçilik, sapına kadar devrimciliktir. Devre arkadaşlığı bizlerden sonra da var olma savaşıdır. Harbiye’deki devre arkadaşlığı, vatanseverliğin temel taşıdır.
Harbiye’ye ilk ayak bastığımız ve hayat denen bu maceraya daha yeni başladığımız yıllarda, önümüzde bizleri bekleyen şaşırtıcı mutlulukları ve üzüntüleri bilmiyorduk. Birbirimize ne kadar ihtiyacımız olacağını bilmiyorduk.
50 yıllık ömrümden sonra öğrendim ki, hayatımda yer alan, fiziken hemen yakınımdaki diğer arkadaşlarım ruhen hep uzaktalar; ama fiziken ne kadar uzak olurlarsa olsunlar yanımda ruhlarını hissettiğim devre arkadaşlarım hep yanımdalar.
“Ne Mutlu Devre Arkadaşları Olan Bizlere” “Ne Mutlu Harp Okulu Mezunu Biz; HARBİYELİLERE”
Tuğtigin ŞEN Emekli Topçu Albay 1991 Yılı Kara Harp Okulu Mezunu
Vekâlet savaşları, devletlerin birbirlerine fiilen saldırmadığı, ancak üçüncü bir taraf vasıtasıyla mücadele halinde olduğu savaşlardır. Bu üçüncü taraf, paralı askerler, bir başka devlet veya siyasi, dini terörist gruplar olabilir. Genellikle büyük devletler, nüfuz alanlarını genişletmek için piyon terörist unsurları kullanarak bu savaşı gerçekleştirirler.
Geçmiş tarihimiz boyunca biz Türkler, ilk önce üzerimize derin hedefleri bulunan Çin, ardından Şark Meselesi takipçileri İngiltere, Fransa, Rusya, Almanya ve sonrasında Büyük Ortadoğu Planı’nı uygulayan ABD tarafından hep vekâlet savaşları ile uğraştırılarak hiçbir zaman rahat bırakılmamışızdır.
Yakın tarihimizde ve günümüzde de Türkiye’de yukarıda işaret edilen bazı büyük devletler tarafından kullanılan piyon terörist örgütler vasıtasıyla halen vekâlet savaşları icra edilmektedir.
Bugün, Ermeni terör örgütü ASALA ve bölücü terör örgütü PKK’nın ortaya çıkışlarından başlayarak geçirdiği tüm evrelerin ve taktik uygulamalarının bir şablon gibi üst üste oturduğunu dikkatli bir gözlem sonucu artık daha iyi görmekteyiz.
Aslında XVIII. ve XIX. yüzyılda Ermeni Sorunu’nu çıkaran ve taraf olan büyük ülkeler ile yakın zamanda Ermeni terör örgütü ASALA ve bölücü terör örgütü PKK’ya taraf ülkelerin aynı oldukları artık tarihi bir gerçektir.
Büyük güçler tarafından Türkiye için vekâlet savaşına hazırlanan PKK Terör Örgütü, 15 Ağustos 1984’te Eruh ve Şemdinli eylemleriyle terör sahnesine etkin olarak çıkmış ve aynı tarihlerde Ermeni ASALA Örgütü görevini tamamlayarak eylem alanlarından çekilmiştir.
1984’te yoğun eylemlere başlayan bölücü terör örgütü PKK, kurucu lideri Abdullah Öcalan’ın Milli İstihbarat Teşkilatı’nın operasyonu ile 15 Şubat 1999’da yakalanarak Türkiye’ye getirilmesi ile yurtiçi eylemlerini eskiye oranla azaltarak yurtdışında faaliyetlerini ağırlıklı olarak sürdürmüştür.
Bölücü terör örgütü yurtiçi eylemlerini azaltmak zorunda kalınca, eskiden beri yedek hazırlanan yeni bir vekâlet savaşçısı 1999 yılından sonra Türkiye için daha etkin görevlendirilmiştir. Bu sefer Fethullahçı Terör Örgütü (FETÖ), sözde eğitim, Türk kültürünü tanıtma, dinler arası diyalog ve din düşmanları ile mücadele maskelerini kullanarak yurtiçinde ve dışında gizli bölücü faaliyetlerini artırmaya başlamıştır.
15 Temmuz 2016 tarihinde ise Cumhuriyetimizi, Anayasal düzenimizi bozmaya, devletimizi yıkmaya ve milli irademize karşı hep gizlediği gerçek niyetini ortaya koyarak hain bir darbe girişiminde bulunmuş, ancak başaramamıştır.
Şimdi herkes, “FETÖ mensupları hep tutuklandı, FETÖ lideri bile öldü, sonrası nasıl olacak?” diye merak etmektedir.
Cevap o kadar belli ki; biz Türk Milleti olarak hâlâ uyanmaz ve gerekli tedbirleri almaz isek ASALA, PKK ve FETÖ gibi vekâlet savaşçıları, büyük güçler tarafından kendilerine verilen görevleri yapmaya devam ederken, yine büyük güçler tarafından yeni vekâlet savaşçıları bulunacak ve kullanılacaktır.
İnsanların bu dünyada sahip olduğu en büyük servet ömürdür. Acaba biz insanlar ömrümüzü nasıl geçiriyoruz, hiç sorguluyor muyuz?
Bugün dünyada 2000 yılı verilerine göre, sadece bir dakikalık askeri harcamaya 1,9 milyon dolar ayrılıyor. Yani herhangi bir yerde 2 saatlik zamanda 230 milyon dolar silahlanmaya gidiyor. Küresel şiddetin bir yıllık bedeli ise tam 13,8 trilyon dolar. Eğer tüm dünya sadece 8 gün askeri harcama yapmayı bırakırsa, dünyadaki tüm çocuklara 12 yıl boyunca eşit ve kaliteli eğitim sağlanabilir.
Ama ama, Bütün dünyada, 1945’ten 2000 yılına kadar olan çatışma ve savaşlarda yaklaşık 41 milyon kişinin öldüğü tespit edilmiş. Sadece son 10 yıldaki savaşlarda 2 milyon çocuk ölmüş. 6 milyon çocuk sakat kalmış. 12 milyon çocuk evsiz, 1 milyondan fazla çocuk öksüz veya yetim kalmış. 10 milyon çocuk psikolojik sarsıntı geçirmiş ve on binlerce çocuk tecavüz ve işkenceye uğramış. İnsanlık olarak insanlığı sorguladıktan sonra, acaba biz Müslümanlar kendimizi sorguluyor muyuz?
Kutsal kitabımız Kur’an-ı Kerim’in Türkçe tefsirlerinde iyi insanların, yani gerçek Müslümanların ortak özelliklerinin şunlar olduğunu özetle görüyoruz: “Allah’a iman ederler. Meleklere iman ederler. Ahiret gününe, yani öldükten sonra hesap vereceklerine iman ederler. Sahip oldukları malları Allah (c.c.) yolunda harcarlar. Doğru sözlüdürler, verdikleri sözü tutarlar ve emanete hıyanet etmezler. Namazlarını dosdoğru kılarlar. Zekâtlarını verirler. Haya ve iffet sahibidirler. Yalancı şahitlik etmezler, hoşgörülüdürler, faydasız işlerden yüz çevirirler. İyiliği emrederler, kötülükten alıkoyarlar. Gıybet, dedikodu, iftira atmak, haksız yere adam öldürmek gibi kötü işlerden uzak dururlar. Peygamberlere iman ederler.”
Peygamberlere iman ederler sözünü Kur’an-ı Kerim Türkçe tefsirinde görünce, Peygamberimiz Hz. Muhammed’in bizlere söylediği aşağıdaki 4 nimetin kıyamet günü Allah’ımız tarafından bizlere hesabının mutlaka sorulacağını görüyoruz: “Ömrümüzü nerelerde tükettik? Vücudumuzun sıhhatini nerede yıprattık ve harcadık? İlmimiz ile ne gibi ameller yaptık? Mallarımızı nerede, nasıl kazanıp harcadık?”
Ama ama, İslam âlemi ve İslam ülkeleri bugün adaletsizlikte birbirleriyle yarışır durumdalar. Hak, hukuk, adalet, merhamet yok olmuş ve halkların sefaleti artmıştır. Soy ve cinsiyet ayrımı olmaksızın insanın doğuştan var olduğu ve devlet karşısında korunması gereken en basit insan hakları İslam ülkelerinde işlemiyor. İslam ülkelerinde insanlar kafa kesiyor, birbirini boğazlıyor, kendi kanında boğuluyor ve dünyada vahşetlerle anılıyorlar. Nerede savaş var, orada İslam ülkeleri var. Kısaca İslam ülkelerinde gerçek İslam yaşanmıyor.
Acaba Türk Milleti olarak kendimizi sorguluyor muyuz? Acaba sadece devlet ve millet olarak teröre harcadığımız paramızı insanımıza, ekonomiye, verimli kaynaklara yatırabilseydik, devletimizin ve milletimizin şu andaki durumu ne olurdu? Bu vatan hepimize yetmiyor mu? Bizler neyi paylaşamıyoruz? Acaba neyin ve kimlerin mücadelesini yapıyoruz?
Peki, biz insanlar kişisel olarak kendimizi sorguluyor muyuz? Yüce Rabbimiz, kendisine karşı işlenen hata ve günahları affettiği hâlde kul hakkını bunun dışında tutmuştur. Kul hakkını affetmeyi, zulme uğrayan kulunun iradesine bırakmıştır. Dolayısıyla, herhangi bir kul hakkı sebebiyle tevbe edecek olan kişinin, evvela hakkını yediği kimseden helallik alması şart koşulmuştur.
Şimdi bana derin mesajlar veren ve kendimin hâlâ sorguladığı soruları sizlere soruyorum: Acaba bizler diğer insanların haklarını yiyor muyuz? Acaba bizlerin hakları, insanlık, dini ve milli değerleri kullanarak sahtekârlık yapanlar tarafından yeniliyor mu? Acaba insanlığın, dinimizin, milletimizin ve bizlerin hakkını yiyenler Allah’ımıza bir gün hesap vereceklerini bilmiyorlar mı? Acaba bütün bunları sorguluyor muyuz?
Savaş, bir milletin haysiyeti ve varlığını ortaya koyduğu en çetin imtihandır. Savaş, çok daha önceleri, barış yıllarında kazanılır veya kaybedilir.
İbn-i Sinâ’nın yaptığı bir deney vardır. İki kuzuyu ayrı ayrı kafeslere koyar. Her iki kuzu da aynı yaşta, aynı kiloda, aynı cins olup aynı yemekleri yemektedir. Fakat hemen kuzuların yanında yine bir kafeste bir kurt vardır. Ancak kafesteki kurdu sadece kuzulardan biri görmektedir.
Belli bir zaman geçtikten sonra kurdu devamlı gören kuzu huysuzluk, huzursuzluk, zayıflık ve çelimsizlik göstererek bitkin düşer ve ölür. Kurdu görmeyen öbür kuzu ise hissedilir bir huzur içinde her geçen zaman kilo alır ve büyür.
İbn-i Sinâ bu deneyle bizlere kaygı, korku, endişe ve stresin insana verebileceği zararı göstermek istemiştir.
Bugün bazı güçler tarafından kaygı, korku, endişe ve stres kullanılarak insanlar ve devletler kontrol edilmekte ve istenildiği gibi kullanılmaktadır. Bu yönteme bir ad verecek olursak, buna Psikolojik Savaş’ın bir alt kolu olduğunu değerlendirdiğimiz ve yeni bir isim teklif ettiğimiz Öğretilmiş Çaresizlik denebilir.
Öğretilmiş Çaresizlik tarihi çok eskilere dayanmakta, Çin kaynaklarına kadar gitmektedir. Tarihteki ilk istihbarat kitabı olan Shun Tzu’nun yazmış olduğu Savaş Sanatı’nda şu teknikler önerilmektedir: “İnsan beynindeki savaşı kazanınız. Önce düşmanı yenileceğine ikna ediniz! İnsan beynindeki savaşı kazanırsanız, yenik bir düşman ile savaşırsınız! O zaman güçsüz bir ordunuz olsa bile mücadele edebilirsiniz.” “İnsan beynindeki savaşı kazanmak için, önce kendinizi çok güçlü, düşmanınızı da çok güçsüz gösteriniz.”
Türkler en güçlü oldukları dönemlerde Öğretilmiş Çaresizlik’i kullanmışlardır. Fransızların “Muhteşem Süleyman” dediği Kanuni’nin, 1526 yılının ocak ayı sonunda Fransa Kralı 1’inci Fransuva’ya gönderdiği mektup, Osmanlı Devleti’nin Fransa’ya gücünün gösterilmesi açısından önemlidir. Kanuni’nin yazdığı mektupta şu satırlar ön plana çıkıyor: “Ben ki, sultanlar sultanı, hakanlar hakanı, hükümdarlara taç giydiren, Allah’ın yeryüzündeki gölgesi ve atalarımın fethettiği Akdeniz’in, Karadeniz’in, Rumeli’nin, Anadolu’nun, Karaman’ın, Rum’un, Dulkadiroğulları Vilayeti’nin, Diyarbakır’ın, Kürdistan’ın, Azerbaycan’ın, Acem’in, Şam’ın, Halep’in, Mısır’ın, Mekke’nin, Medine’nin, Kudüs’ün, bütün Arap memleketlerinin, Yemen’in ve daha nice ülkelerin ki, büyük atalarımın Allah kabirlerini nurlu etsin, karşı konulmaz kuvvetleriyle fethettikleri ve benim muhteşemliğimle de ateş saçan mızrağımın ve zafer getiren kılıcımın gücüyle fethettiğim nice memleketlerin sultanı ve padişahı olan Sultan Bayezid Han oğlu Sultan Selim Han oğlu Sultan Süleyman Han’ım. Sen ki, Fransa vilayetinin kralı olan Françesko’sun…”
Ve Türkler en güçsüz oldukları zamanda da güçlü devletlerin uyguladığı Öğretilmiş Çaresizlik’i yenmiştir. İtilaf Devletleri donanmaları, 30 Ekim 1918’de imzalanan Mondros Ateşkes Antlaşması’na dayanarak, 13 Kasım 1918’de Haydarpaşa önlerine demirleyip İstanbul’a girdi. Boğazda demirlemiş İngiliz gemilerine Mustafa Kemal; “Geldikleri gibi giderler” dedi.
Ve öyle de oldu! Büyük lider Mustafa Kemal’in liderliğinde yapılan savaşlar sonucu “Geldikleri gibi gittiler.”
Ortadoğu; üç büyük dinin ortaya çıktığı, tarihin yazıldığı, uygarlıkların yeşerdiği, petrol, doğalgaz zengini ve bütün güçlü devletlerin tarih boyunca kontrol etmek için mücadele verdiği dünyanın en kritik coğrafya parçasıdır.
Öğretilmiş Çaresizlik ismi verdiğimiz Psikolojik Harp tekniği tarih boyunca Ortadoğu’da hep uygulanmıştır. Bugün Ortadoğu denilince; siyasi istikrarsızlıklar, terör, yapay devletler, yetersiz idareciler, karışık etnik yapılar, petrol, doğalgaz, su, göçler, savaşlar, kısaca insanlık dramları anlaşılmaktadır.
Ve şimdi Öğretilmiş Çaresizlik oluşturmak için Ortadoğu’da İsrail tarafından masum insanlar katledilmekte ve yeni cepheler açılmaktadır.
Geçmiş dünya ve Türk tarihinden alınan dersler, Ortadoğu’daki barış için güçlü devletler olmayı, caydırıcı ittifaklar kurmayı ve sert tedbirler almayı şart koşmaktadır. Artık Ortadoğu’da İsrail katliamına bir son vermek için tüm Öğretilmiş Çaresizlik korku duvarlarını yıkma ve harekete geçme zamanı gelmiştir.
Azerbaycan’a benim de üyesi bulunduğum Kültür Gezginleri adlı bir gezi grubu ile 2 ve 6 Ekim 2024 tarihlerinde toplam 4 gece 5 gün süren bir gezi gerçekleştirdik. Bu gezide Azerbaycan’ın Bakü, Gence ve Şeki bölgelerindeki kültürel yerleri ziyaret ettik. Bu gezi sırasında tüm gezi grubu olarak bizzat gördüklerimiz ve tarihten öğrendiğimiz bilgiler ile benim geçmişte Azerbaycan askerleri ile olan irtibatlarım sırasındaki öğrendiklerim bana çok derin dersler verdi. Bu yazımda bu beş günlük Azerbaycan gezisinin verdiği derin dersleri sizlerle paylaşmak istedim.
Her şeyden önce pasaport gerekmeden sadece Türkiye Cumhuriyeti kimlik kartı ile giriş yapabildiğiniz ve öz Türkçe konuşan bizim gibi öz Türklerin yaşadığı ve de gerçekten kardeş bir ülkeye gitmek çok büyük bir nimet oldu bizler için.
İlk olarak Bakü’de bulunan Türk Şehitliği’ni grupça ziyaret ederken şehitlik anıtının üzerindeki yazı bizi ortak geçmişimize tekrar götürdü. “18 Mayıs-17 Kasım 1918 tarihleri arasında cereyan eden Kafkas Harekatı’nda Nuri Paşa komutasındaki Türk Kafkas Ordusu, Gence, Gökçay, Aksu, Kurdemir ve Şamahi istikametlerine taarruzlarına devamla, 18 Eylül 1918 tarihinde Bakü’ye girerek Azerbaycan’ı müteakiben devam eden muharebeler sonucunda Karabağ ve Dağıstan’ı düşman işgalinden kurtarmıştır. Bu harekatta kahraman Mehmetçik, Azerbaycan’ın bağımsızlığı uğrunda Azeri kardeşleri ile omuz omuza savaşmış ve 1130 şehit vermiştir. Onlar Azerbaycan’ın birçok isimsiz mezarında ikinci vatanlarında yatmaktadırlar.”
Ortak tarihimiz için Şehitlik Anıtı üzerindeki yazan tarihten yaklaşık 100 yıl ya da 1 asır geçtikten sonra yine Azerbaycan, bu sefer Türkiye’nin desteğinde 30 yıllık Karabağ’daki Ermeni işgaline, 27 Eylül ile 10 Kasım 2020 tarihleri arasında 44 gün süren bir savaş sonrası son vermiştir. Türkiye, Azerbaycan’ın ilk kutladığı Zafer törenine 2783 asker göndermiştir. Bu 2783 sayısında ince bir detay bulunmuştur. Karabağ Savaşı’nda 2783 Azerbaycan askeri şehit düşmüştür.
Bakü’nün en işlek caddelerinden birinde dolaşırken bir anda karşımıza atamız Atatürk’ün anıtı çıkmıştır. Bu anıtın üzerinde “Bu prospekt (yol), Türk xalgının (Türk Halkının) büyük oğlu ATATÜRK’ÜN adını taşıyor.” yazısının bulunduğunu gördük.
Gerçekten de bu anıtın bulunduğu caddenin adı, işaret levhasında yazıldığı gibi “Atatürk Caddesi” idi.
Bu caddeye verilen Atatürk ismini görünce, Azerbaycanlı kardeşlerimizin ortak atamız Atatürk’ü aynı biz Türkiye’deki Türkler gibi ne kadar çok sevdiklerini ve ortak verdikleri tarihi bir kararla tüm dünyaya nasıl gösterdiklerini öğrendik. Öğrendik ki; kardeşimiz Azerbaycan, Ermenistan’ın Dağlık Karabağ’daki yenilgiyi kabul ettiği 10 Kasım gününü, önceden Zafer Bayramı ilan ettiği kararında değişikliğe gitmiştir. Azerbaycan Cumhurbaşkanı İlham Aliyev, Zafer Bayramı gününü, 10 Kasım’ın Mustafa Kemal Atatürk’ün ölüm günü olduğuna dikkat çekerek 8 Kasım gününe alındığını tüm dünyaya bizzat duyurmuştur.
Azerbaycan yemekleri aynı Türkiye’deki gibi. Başta et yemekleri olmak üzere tatlıları ve dolmaları sanki Türkiye’den gelen aşçılar yapmış. Her bütçeye uygun her türlü yemek her yerde mevcut ve çok temiz ortamlarda servis ediliyor.
Pazar yerlerinde açılan sergilerde ihtiyaç duyabileceğiniz her türlü sebze, meyve ve kuru gıda, aynı Türkiye’de olduğu gibi mevcut ve fiyatları Türkiye’deki fiyatlara yakın.
İnsanlar, aynı bize fotoğraf çekerken poz veren bu kız gibi hep güler yüzlü ve de bizim nereden geldiğimizi merak ederek yanımıza yaklaşan bu teyzemiz gibi sıcakkanlı ve yardımsever.
Azerbaycan’ın her yerinde petrol rafineleri, doğal gaz kaynakları, su kaynakları ve cenneti anımsatan doğal güzellikler ve de planlı şehirler bulunmaktaydı. Hiçbir zorluk çekmeden, Türkçe konuşarak, herkesle selamlaşarak ve de en önemlisi büyük bir güven ortamında ekonomik fiyatlarla konaklama imkânı bulmuştuk. İçimden sanki aynı benim cennet vatanım Türkiye’deyim diye düşündüm.
Her yerde Türkiye ve Azerbaycan bayraklarının yan yana bulunduklarını ve beraber cennet Azerbaycan vatanı üzerinde özgürce dalgalandıklarını gördüm. Ancak Azerbaycan içinde seyahat ederken bayraklarımızın yan yana özgürce dalgalanabilmesini şehitlerimize borçlu olduğumuzu çok daha iyi idrak ettim. Yollarda ve her tarafta, aynı Türkiye’deki şehitlerimiz gibi şehit olmuş Azerbaycanlı askerlerin fotoğraflarının asıldığını gördüm. Her gördüğüm şehit fotoğrafında gözlerimden yaşlar aktı. Her ziyaret ettiğimiz şehitlikte içim kan ağladı.
Hele seyahat sırasında otobüsümüzün içinde “Çırpınırdı Karadeniz, bakıp Türk’ün bayrağına” türküsü çalarken tüm duygularım zirve yaptı. Her gördüğüm şehit fotoğrafında sorgulamaya başladım.
Niçin Türkiye ve Azerbaycan tarihi hep şehit haberleri ile yazılıyor? Niçin?? Niçin?? Niçin???
Her gördüğüm şehit mezarında ise beynimde beliren ikinci soru şu oldu: Niçin bir Amerika, Rusya, Almanya, İngiltere, Fransa ve İsrail bizim gibi evlatlarını şehit vermiyor? Onların tarihleri niçin şehit kanları ile yazılmıyor? Niçin? Niçin?? Niçin???
Şayet biz Türk Dünyası olarak birlik olmaz isek, küresel güçler ayrı ayrı vekâlet savaşları ile bizlere şehitler verdirmeye devam edeceklerdir. Azerbaycan için Ermenilerin, Türkiye için Bölücü Terör ve FETÖ’nün kullanıldığı gibi, biz Türkiye ve Azerbaycan hep şehitler vermeye devam edeceğiz.
Bu, Azerbaycan’ın Zafer Bayramı tarihi değişikliğini 10 Kasım’dan 8 Kasım’a alması, Atamızın biz Türkler için gösterdiği yolu bir anda hatırlattı. Bizim büyük atamız Atatürk’ün, Türk milleti için ilk yaptığının Türk adını vererek Türkiye Cumhuriyeti’ni kurmak olduğunu gördük. Sonrasında Türk Tarih Kurumu ve Türk Dil Kurumu’nu kurduğunu ve Türk Tarih Tezi’ni hazırlattığını tespit ettik. Bir millet kendi dilini ve tarihini öğrenemez ise bulunduğu coğrafyada yaşayamaz diyerek, başta Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi olmak üzere, dilimizin ve tarihimizin öğretildiği okulları peşi sıra açtığını öğrendik. Anadolu’da kazı çalışmaları yaptırıp, Türk’ün izlerini sürdüğünü gördük.
Atatürk’ün “Muhtaç olduğun kudret damarlarındaki asil kanda mevcuttur” diyerek bizlere tekrar Türklüğü hatırlattığını içimiz titreyerek hatırladık. Manevi kızına Ülkü adını vererek, yakın arkadaşlarına Bozok, Bozkurt gibi soyadları koyarak, İbrahim Çallı’dan Ergenekon’dan çıkış tablosunu yapmasını isteyerek ve bastırdığı kâğıt paranın üzerine Bozkurt koydurarak biz Türklere çok derin mesajlar verdiğini anladık.
Bugün Türkiye, Azerbaycan, Kazakistan, Türkmenistan, Özbekistan, Kırgızistan, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti birer bağımsız Türk devletidir. Bu devletlere ilaveten özerk Türk Cumhuriyetleri vardır. Altay Cumhuriyeti, Başkurtistan, Kabardey-Balkarya Cumhuriyeti, Çuvaşistan Cumhuriyeti, Dağıstan Cumhuriyeti, Doğu Türkistan, Gagavuzya, Hakasya, Karaçay-Çerkes Cumhuriyeti, Karakalpakistan, Nahçıvan, Tataristan, Tuva Cumhuriyeti ve Yakutistan özerk Türk devletleridir.
Bütün bunlara ilaveten, İran’da Azeriler, Kaşkaylar, Kaçarlar; Rusya’da Nogaylar, Ahıska Türkleri, Terekemeler ve Karay Türkleri; Yunanistan, Bulgaristan ve eski Yugoslav devletlerinde Balkan Türkleri; Irak’ta Türkmenler; Suriye’de Oğuz Türkmenleri; Çin’de Uygurlar, Salarlar ile dünyanın diğer coğrafyalarında Halaçlar, Şahsevenler, Naymanlar ve Avrupa Türkleri gibi burada isimlerini saymaya imkân bulamadığımız daha birçok Türk kökenli topluluklar bulunmaktadır.
Artık tüm Türk Dünyasının aynı Azerbaycan ve Türkiye gibi kardeş olması ve de birleşmesi zamanı gelmiştir. Haydi artık Büyük Atamız Atatürk’ün aşağıdaki ilkelerini kendimize rehber yapalım: Ne Mutlu Türküm Diyene……………….. Yurtta Sulh, Cihanda Sulh……………..
Şimdi bizler Türk milleti olarak barış içinde olmak istiyorsak, 21. yüzyıl dünya gidişatını çok iyi tahlil etmeliyiz. Sorunlarımızın; iktisadi, ahlaki, askeri, siyasi, etnik, dini ve maddi cephelerini, en son ilmi cephe ile ele alıp, her sahada muhakeme ve mukayese etmeliyiz.
Kısaca daimi birlikteliğimizi adaletle, yüksek ahlakla ve ilimle inşa etmeli ve korumalıyız. Ancak o zaman “Ne Mutlu Türküm Diyene” diyen mutlu bir Türk Dünyası olabiliriz.
Dr. Tuğtigin ŞEN Emekli Albay
TEŞEKKÜR EDERİM Kültür Gezginleri lideri Prof. Dr. Aykut Mısırlıgil başta olmak üzere bu gezide bulunan tüm Kültür Gezginleri arkadaşlarıma ve de bizlere kucak açan kardeş devletimiz ve artık ikinci vatanım olarak gördüğüm Azerbaycan’a sonsuz teşekkür ederim.
Azerbaycan, 27 Eylül ile 10 Kasım 2020 tarihleri arasında 44 gün süren, 30 yıllık Karabağ’daki Ermeni işgaline son veren ve Ermenistan’ın Dağlık Karabağ’daki yenilgiyi kabul ettiği 10 Kasım gününü Zafer Bayramı ilan ettiği kararında değişikliğe gitmiştir.
Azerbaycan Cumhurbaşkanı İlham Aliyev, Zafer Bayramı gününü, 10 Kasım’ın Mustafa Kemal Atatürk’ün ölüm günü olduğuna dikkat çekerek 8 Kasım gününe alındığını tüm dünyaya bizzat duyurmuştur.
Türkiye, Azerbaycan’ın kutladığı zafer törenine 2783 asker göndermiştir. Bu 2783 sayısında ince bir detay bulunmaktadır. Karabağ Savaşı’nda 2783 Azerbaycan askeri şehit düşmüştür. Sonuçta bu Karabağ Zaferi Töreni, Azerbaycan ve Türkiye bayrakları eşliğinde iki kardeş devlet halkları ve liderleri tarafından beraber, aynı coşkuyla kutlanmıştır.
Türkiye ve Azerbaycan’ın beraber oluşturduğu bu kardeşlik anlayışı, tüm Türk dünyasına örnek olmuştur.
Bugün Türkiye, Azerbaycan, Kazakistan, Türkmenistan, Özbekistan, Kırgızistan, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti birer bağımsız Türk devletidir.
Bu devletlere ilaveten özerk Türk Cumhuriyetleri vardır: Altay Cumhuriyeti, Başkurtistan, Kabardey-Balkarya Cumhuriyeti, Çuvaşistan Cumhuriyeti, Dağıstan Cumhuriyeti, Doğu Türkistan, Gagavuzya, Hakasya, Karaçay-Çerkes Cumhuriyeti, Karakalpakistan, Nahçıvan, Tataristan, Tuva Cumhuriyeti ve Yakutistan özerk Türk devletleridir.
Bütün bunlara ilaveten İran’da Azeriler, Kaşkaylar, Kaçarlar; Rusya’da Nogaylar, Ahıska Türkleri, Terekemeler ve Karay Türkleri; Yunanistan, Bulgaristan ve eski Yugoslav devletlerinde Balkan Türkleri; Irak’ta Türkmenler, Suriye’de Oğuz Türkmenleri, Çin’de Uygurlar, Salarlar ile dünyanın diğer coğrafyalarında Halaçlar, Şahsevenler, Naymanlar ve Avrupa Türkleri gibi burada isimlerini saymaya imkân bulamadığımız daha birçok Türk kökenli topluluklar bulunmaktadır.
Azerbaycan’ın Zafer Bayramı tarihini 10 Kasım’dan 8 Kasım’a alması, Atamızın biz Türkler için yaptıklarını bir anda hatırlattı.
Bizim büyük atamız Atatürk’ün milletimiz için ilk yaptığının Türk adını vererek Türkiye Cumhuriyeti’ni kurmak olduğunu gördük.
Sonrasında Türk Tarih Kurumu ve Türk Dil Kurumu’nu kurduğunu ve Türk Tarih Tezi’ni hazırlattığını tespit ettik.
Bir millet kendi dilini ve tarihini öğrenemezse bulunduğu coğrafyada yaşayamaz diyerek başta Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi olmak üzere dilimizin ve tarihimizin öğretildiği okulları peşi sıra açtığını öğrendik.
Anadolu’da kazı çalışmaları yaptırıp Türk’ün izlerini sürdüğünü gördük.
Atatürk’ün “Muhtaç olduğun kudret, damarlarındaki asil kanda mevcuttur.” diyerek bizlere tekrar Türklüğü hatırlattığını içimiz titreyerek hatırladık.
Yine manevi kızına Ülkü adını vererek, yakın arkadaşlarına Bozok, Bozkurt gibi soyisimler koyarak, İbrahim Çallı’dan Ergenekon’dan çıkış tablosunu yapmasını isteyerek ve bastırdığı kâğıt paranın üzerine Bozkurt koydurarak bizlere çok derin mesajlar verdiğini anladık.
Artık tüm Türk dünyasının aynı Azerbaycan ve Türkiye gibi kardeş olması ve birleşmesi zamanı gelmiştir.
Eski Türk destanlarında kadın, erkeğinin her daim yanındaydı. Kadın, erkeğinin güç ve ilham kaynağı kabul edilirdi. Eski bir Türk atasözünde belirtildiği gibi: “Birinci zenginlik sağlık, ikinci zenginlik iyi bir kadın.”
Eski Türk inancına göre “Han ile Hatun”, gök ve yerin evlatlarıdır. Kadının yeri yedinci kat göktür. Nitekim kadının yüceliği, Altay Dağları’nın en yüksek tepesine “Kadınbaşı” ismi verilerek yaşatılmıştır.
Eski Türklerde kadın miras hakkına sahipti. Kadının kendine ait mülkü vardı ve bunu istediği gibi kullanma hakkına sahipti. Eski Türklerde, koca karısını boşayabildiği gibi, kadın da kocasını boşayabilirdi.
Arap gezgini İbn-i Batuta şöyle der: “Burada tuhaf bir hale şahit oldum ki o da Türklerin kadınlarına gösterdiği hürmetti. Burada kadınların kıymeti ve derecesi erkeklerinden daha üstündür.”
Yabancı devletlerin elçilerinin kabulünde hatun da hakanla beraber olurdu. Tören ve şölenlerde kadın, hakanın solunda oturur, siyasi ve idari konulardaki görüşlerini beyan ederdi. Mesela Büyük Hun İmparatorluğu adına Çin ile ilk barış antlaşmasını Tanrıkut Mete Han’ın katunu imzalamıştır. Ebul Gazi Bahadır Han, Secere-i Terakime’de, Oğuz ilinde yedi kızın uzun yıllar beylik yaptığını anlatmaktadır.
Türk kültüründe destan kahramanları, iyi ata binen, iyi savaşan, iyi kılıç kullanan kadınlar ile evlenmek istemektedirler.
Nitekim öz kültürel değerlerini hiçbir zaman kaybetmemiş Türk kadını, Kurtuluş Savaşı’nın silahlı mücadele günlerinde dahi erkeği ile birlikte her türlü zorlukla başa çıkarak düşmanın yurttan kovulmasında büyük rol oynamıştır.
Cumhuriyet’in kurulmasıyla, eski Türklerde olduğu gibi kadın hakları tekrar sağlanmıştır. Cumhuriyet döneminde, eski Türklerde olduğu gibi kadına erkekle aynı hakları tanıyacak olan düzenlemeler büyük bir hızla gerçekleştirilmiştir. Eğitimde, iş hayatında, siyasette kadın-erkek fırsat eşitliği sağlanmıştır.
Kadınlarımız, önce 3 Mart 1924 tarihli Tevhîd-i Tedrisât Kanunu ile eğitimde erkeklerle eşitliği kazanmışlardır. 1926 yılında kabul edilen Medenî Kanun ile erkeğin çok eşliliği ve tek taraflı boşanmasına ilişkin düzenlemeler kaldırılmış; kadınlara boşanma hakkı, velayet hakkı ve malları üzerinde tasarruf hakkı tanınmıştır. Aile ve toplum hayatında kadın-erkek eşitliğinin temelleri atılmıştır.
Kadınlar, her türlü meslek dalına ilgi göstererek başarılı hizmetler yapmaya başlamışlardır. 1936’da, kadınların çalışma hayatına düzenleme getiren İş Kanunu yürürlüğe girmiştir.
Türk kadınlarının siyasi hayata atılmaları konusunda ilk adım, 3 Nisan 1930 tarihli 1580 sayılı Belediye Kanunu ile kadınlara belediye meclislerine üye seçme ve seçilme hakkı tanınmasıyla atılmıştır. Bunu, daha sonraki dönemde 1934 yılında yapılan anayasa değişikliği ile milletvekili seçme ve seçilme hakkının tanınması izlemiştir.
Kadınlar, seçme ve seçilme haklarını sözde modern Batı toplumlarından Fransa’da 1946’da, İsviçre’de ise 1971’de elde edebilmişken, Türkiye’de 1934’ten itibaren bu hakkı kullanmaya başlamışlardır.
Dünyada milletler arası ilk kadın kongresi, 18 Nisan 1935’te Atatürk’ün himayesinde İstanbul’da toplanmış ve bu kongreye dünyanın dört bir yanından gelen kadınlar katılmıştır. Atatürk, “Milletler arası İlk Kadın Kongresi” delegelerine şöyle seslenmiştir: “Türk kadınının dünya kadınlığına elini vererek, dünyanın barış ve güveni için çalışacağına emin olabilirsiniz.”
Şimdi Türk kadını, mayası bozuk erkeklerden şiddet görmeden geleceğe güvenle bakabilmek için Türk erkeği ile el ele vererek gerekli kanuni tedbirlerin alınmasını sağlayabilir ve dünya kadınlarına yeniden örnek olabilir.
Peki, neler yapılabilir?
Çok şey yapılabilir elbette. Ancak tekrar geçmiş Türk tarihine bakmamız, bize belki yine bir yol gösterebilir. Oğuz Kağan Destanı’ndan öğrendiğimize göre, ırza tecavüzün cezası ölüm veya gözlere mil çekilmesiydi.
Arap gezgini Ahmed bin Fadlan, Türklerin tecavüz suçlusunu bacaklarından çapraz bağlanmış iki ağaca bağladığını ve ipin kesilmesi suretiyle bacakların ayrıldığını hatıralarında belirtir.
Şimdi, ben bir erkek olarak erkeklere bunları yapalım demiyorum. Ancak iki kız çocuğu olan bir baba olarak biliyorum ki sert ve caydırıcı tedbirler derhal alınmazsa evlatlarımıza ve kadınlarımıza şiddet asla durmayacaktır.
Ben bir Türk erkeği olarak, kadına şiddet konusunda yapılması gereken her şey için Türk kadınlarımızın yanındayım ve onlarla beraberim.
Şimdi bütün Türk erkeklerini ve bütün Türk kadınlarını, kadına yönelik şiddete bir son vermek için birlikte göreve davet ediyorum.
Ankara Yenimahalle sokaklarında geçen hafta dolaşırken, çok küçük bir çay ocağının ilk girişindeki pencere camı üzerindeki yazılar çok dikkatimi çekti ve merakla okumaya başladım.
“Dışarıdan stres getirmek yasaktır. Kahvenin suçu yok, siz hatır bilmediniz. Biz keyifli insanlarız, her türlü güleriz. Senin sesin güzeldir, iki çay söylesene.”
Bu ilk cam üzerindeki dört yazıyı okuyunca, içgüdüsel olarak sanki birisi beni çay ocağına çağırıyor ve bana “Senin sesin güzeldir, iki çay söyle de beraber içelim” diyor gibiydi. İçeri girerek kendime bir çay söyledim.
Bir taraftan üzerimdeki stresi atmış, içimde beliren mutlulukla çayımı içerken, giriş camı ve içerideki duvarlardaki diğer yazıları büyük bir keyifle okumaya devam ettim. Çay ocağının bir duvarındaki yazılar, neredeyse tüm hayat tecrübelerimi özetler nitelikteydi:
“Yaptığım hatalardan ders alıp daha iyilerini yapıyorum. Biraz da yanlış yoldan gidelim, hem gezmiş oluruz. Attan indiysek yürürüz, eşekle işimiz olmaz. Sonra çay bize bir gerçeği daha öğretti: Bekleyen her şey soğur, acır ve bayatlar. İnsanı iki şey ayakta tutar: Biri sağ ayak, biri sol ayak; gerisi hikaye. Gülmeyi bilmeyen esnaf olmasın. Allah beni başımdan eksik etmesin.”
Keyifle, dışarıdaki pastanelerdeki çaylara göre çok daha ucuz ve lezzetli çayımı yudumlarken, başka bir duvardaki diğer yazıları gördüm. Bu duvar yazıları ise aradığım insanları özetliyordu:
“Bitkinin güzelliği tohumun iyiliğinden, insanın güzelliği ise kalbinin güzelliğinden gelir. Dıştaki kibir, içteki fakirliğin eseridir. (Mevlana) Güzel insanlar biriktirin hayatınızda; bencil olmayan, kırmayan, özür dilemesini bilen, görünüşte değil yürekten seven. Hoşgörülü insanlar alın hayatınıza; sizi olduğu gibi kabul eden. Güvenilir insanlar biriktirin; aramızda kalsın demeye gerek olmasın. Yüzünüze gülümseyen, ömre ömür katan insanları tutun yanınızda. Çünkü hayat, vakit kaybedilmeyecek kadar çok kısa. (Yunanlılar) Bir insanda yok ise edep, neylesin medrese mektep. Okusa âlim olsa, yine merkep yine merkep. Samimiyet; dilimiz ile kalbimizin bir olmasıdır. Hayatta zor olan iki şey vardır: Biri insanın kendine iyi bir isim yapması, ikincisi ise bu ismi muhafaza etmesidir. Sen ikisini de yaptın.” (Mezar Taşı)
Başka bir duvardaki yazılar ise sanki dünya içinde bulunduğumuz durumu özetliyordu:
“Bir soğan soyuluyor, yaşarıyor gözler; bir devlet soyuluyor, aldırmıyor öküzler.” (Şair Eşref) “Celladına aşıksa bu millet; ister ezan, ister çan dinlet… İtiraz etmiyorsa sürü gibi illet, müstehaktır ona her türlü zillet.” (Ömer Hayyam) “Ekmek herkese yetecekti aslında. Tarlaya karga dadandı, ambara fare, memlekete harami.” (Neyzen Tevfik)
Başka bir duvardaki yazılar ise insan hayatının sonunu işaret ediyordu:
“Çıkmışsa ilahi emir, bahane bol. Toprakla başlar, toprakta biter bu yol. Sular hep aktı geçti, kurudu vakti geçti. Nice han, nice sultan, tahtı bıraktı geçti. Dünya bir penceredir, her gelen baktı geçti.” (Yunus Emre)
Ve son duvardaki iki şiir ise benim gönlümdeki memleketimiz ile idealimdeki vatandaşlarımızı işaret ediyordu:
Memleket İsterim Memleket isterim. Gök mavi, dal yeşil, tarla sarı olsun; Kuşların, çiçeklerin diyarı olsun. Memleket isterim. Ne başta dert, ne de gönülde hasret olsun; Kardeş kavgasına bir nihayet olsun. Memleket isterim. Ne zengin fakir, ne sen ben farkı olsun; Kış günü herkesin evi barkı olsun. Memleket isterim. Yaşamak, sevmek gibi gönülden olsun; Olursa bir şikayet, ölümden olsun. (Cahit Sıtkı Tarancı)
Bir Nesil İstiyorum Bir nesil istiyorum! Kökü mazide, dalları atî olsun. Kucaklasın dünyayı, ulu bir çınar olsun. Sarsın şefkat kollarıyla cihanı, Kimsesizlerin kimsesi, sessizlerin sesi, Çaresizlerin çaresi olsun. Bir nesil istiyorum! Elinde kalem, dilinde kelam, kalbinde iman, Pusatı adaletin kılıcı olsun. Kestiği parmak ne acısın, ne de kanasın, Zalimin hasmı, mazlumun nefesi olsun, Hakkı onunla solusun, adaletin tecelligâhı olsun. Bir nesil istiyorum! Mavzeri omuzlarına yük, Yumrukları dünya kadar büyük olsun. Yumruklarıyla dövüşsün, Vursun salibe darbeyi, İzmir’de Hasan Tahsin, Maraş’ta Sütçü İmam, Antep’te Şahin Ağam olsun, yumrukları ile dövüşsün. Bir nesil istiyorum! Dili Yunus, gönlü Mevlana, Dergâhı ümit dergâhı olsun. Sofrasında açlar doysun, Bereket artsın, Halil İbrahim Sofrası olsun. Bir nesil istiyorum! Kanije’de “Türk kadar güçlü” dedirten Tiryaki Hasan, Prut’ta Baltacı, Plevne’de Osman Paşa, Çanakkale’de “şahi gülle” kaldıran Seyit Onbaşı olsun. Bir nesil istiyorum! Okusun, anlasın Kaşgarlıyı, Devlet ricalinde Has Hacip olsun. Erenlerin dergâhının piri Hâce Yesevi, Malazgirt Zaferi’nin sultanı, Sultan Alparslan Han olsun. Bir nesil istiyorum! Kafkaslarda Şeyh Şamil olsun, Tepsin kara toprağı, Kazaska can bulsun. Erzurum’da bar tutsun, dadaş olsun, Van, Bitlis, Diyarbakır’da omuz vursun, Delilo, lorke olsun. Adana’da “Adana köprü başı” desin, halay çeksin. Ege’de efe olsun, diz vursun, yer oynasın. Bursa’da kılıç çalsın, kalkan dövsün. Narası Köroğlu olsun. Antep’te kız, erkek çepikli oynasın, Ankara’da seymen olsun, Keklik Pınarı’nda Mustafa Kemal Paşa’yı karşılasın. Bir nesil istiyorum! Azerbaycan’da Bahtiyar Vahapzade, Kars’ta Âşık Şenlik, Erzurum’da Sümmani, Emrah, Reyhani olsun. Maraş’ta Sultanü’ş-Şuara, Karakoç, Çukurova’da Karacaoğlan, Toroslarda zulme başkaldıran Dadaloğlu, Sivas’ta dost dost diyen Veysel olsun. Sarsın herkesi gönlünce, hemhâl olsun. Bir nesil istiyorum! Hak kitabı anlayıp asrın idrakine sunsun, Asım’ın nesli olsun. Kalmasın gözü arkada Arif’in, Gaspıra’da İsmail, dilde, işte Akçura, Diyarbakır’da Gökalp, Ali Emiri olsun, Düşsün alageyiğin ardına, Sevdası Kızıl Elma olsun. (Bedir Avcı)
Çok eskiden, insanlar bilgileri çoğunlukla mağaralardaki duvar yazılarından ve çevrelerindeki insanlardan alırlardı. Günümüzde ise insanlar tüm bilgileri internetten, kitaplardan, basından, televizyonlardan, sosyal medya gruplarından, okullardan ve çevrelerindeki insanlardan alarak ne kadar büyük bir şansa sahip olduklarını hep düşünürdüm. Ancak geçen hafta yaşadığım bu çok güzel olay ve duvarlarda gördüğüm yazılar, eskiden de insanların ne kadar büyük bir şansa sahip olduklarını gösterdi.
İstiklal Savaşımızın dönüm noktası olan, 22 gün 22 gece aralıksız süren ve tarihin gördüğü en uzun meydan savaşı olan Sakarya Savaşı’nın 103. yıl dönümü etkinlikleri kapsamında, 7-8 Eylül tarihlerinde Ankara-Polatlı’da “DİRİLİŞ YOLU” yürüyüşü icra edilmiştir. Polatlı Belediyesi ve Türkiye Dağcılık Federasyonu’nun liderlik yaptığı bu faaliyet, yalnızca bir yürüyüş olmadı. Savaşın hüküm sürdüğü bu topraklarda yaşananları anlama ve hissetme imkânını bizlere sundu. İki gün süren bu yürüyüşe katılan bizler, hem çok duygulandık hem de çok düşündük.
Polatlı Tarihi Alanlar Tanıtım Merkezi (POTA) koordinasyonunda bir araya gelen yürüyüş grupları ve gönüllü bireysel yürüyüşçüler, POTA Müdürü Kadim Koç rehberliğinde ve bizzat kendisi tarafından verilen bilgilerle, DİRİLİŞ YOLU YÜRÜYÜŞÜ’nü iki gün boyunca icra ettiler. Türkiye Dağcılık Federasyonu’nun katkılarını ve daha isimlerini burada saymaya imkân bulamadığımız, başta Polatlı insanlarının ve kuruluşlarının “Diriliş Yolu Yürüyüşü”ne verdikleri gönülden desteği hep hissettik.
Yürüyüşler boyunca, Gazi Mustafa Kemal Paşa’nın “Hiç şüphe etmemelidir ki, yeni Türk devletinin, genç Türk Cumhuriyeti’nin temeli burada sağlamlaştırılmış oldu. Sonsuz hayatı burada taçlandırıldı. Bu sahada akan Türk kanları, bu gökyüzünde uçan şehit ruhları devlet ve cumhuriyetimizin sonsuz koruyucularıdır.” sözleri hep içimizde dolaştı.
Sakarya Meydan Muharebesi’nde yaşamını yitiren, şimdi yeni bulunan şehitliklerde koyun koyuna yatan adsız kahramanlarımızın mezarlarını görünce gözyaşlarımız ırmak oldu. Aziz vatanımızın her köşesinden gelerek bu savaşta şehit olan atalarımızın şimdi bizlere baktıklarını ve bizlerden, “Sizler bu vatana bizler gibi sahip çıkacak mısınız?” diyerek sorular sorduklarını hep hissettik. Ve “Bizler bu vatana gerçekten sahip çıkıyor muyuz?” diye hep düşündük.
Yürüyüşler boyunca Türk ordusunun, dedelerimizin, ninelerimizin tek yürek olduklarını bizzat hissettik. Türkiye’nin en uzun savaş hattı yürüyüş rotası olan, Mangal Dağı’ndan başlayıp Türbetepe, İkiztepeler, Beştepeler, Kartaltepe’den geçen ve Duatepe’de son bulan 106 km’lik savunma hattının sadece kritik yerlerini adımlarken, atalarımızın ete kemiğe büründüklerini anladık.
Kısaca, bu etkinlik yalnızca bir yürüyüş olmadı. Bu faaliyetin, Sakarya Zaferi’ne sahip çıkarak büyük zaferimizi tüm milletimize hakkıyla hatırlatmak, yeniden bilinçle sahiplenmeyi özümsetmek ve özellikle genç neslimize aktarılması için en etkin yol olduğunu biz katılanlara kanıtladı. Bizler, bu “DİRİLİŞ YOLU” yürüyüşünün, Türk maneviyatını gelecek nesillere aktarmak adına gösterilen gayretlerin doruk noktası olduğunu anladık ve bu yürüyüşün resmi adı olan “DİRİLİŞ YOLU” ismini değiştirerek ona yeni bir isim verdik: “TÜRK’ÜN DİRİLİŞ YOLU YÜRÜYÜŞÜ.”
Bizler yürekten inanıyoruz ki, bu tür faaliyetler Türk milletini ve özellikle Türk gençliğini diriltecektir. Bizler, bu faaliyetin tüm siyasi partilerimiz, belediyelerimiz, okullarımız, kuruluşlarımız ve insanlarımız tarafından; başta Milli Eğitim Bakanlığımız olmak üzere tüm devletimiz için örnek alınmasını istiyoruz.
Bizler birer yürüyüşçü ve Türk milleti mensubu olarak, bu DİRİLİŞ YOLU yürüyüşünde emeği geçen başta Polatlı Belediyesi ve Türkiye Dağcılık Federasyonu olmak üzere katkıda bulunan tüm kuruluşları ve tüm gerçek vatansever insanlarımızı gönülden kutluyoruz.
Dr. Mehmet Tuğtigin Şen Emekli Albay / Araştırmacı
Dijital takip teknolojileri, her geçen gün etkinliğini artırarak, büyük kitleleri de içine alıp yeni dünya düzeninin şekillenmesinde önemli roller üstlenmektedir. 20 Temmuz 2021 tarihinde gazetelerin birçoğunun ilk sayfasında çıkan bir haber dikkatimizi çekti. Gazetelerin birinci sayfalarında yer alan bu haberde, Uluslararası Af Örgütü ve “Forbidden Stories” ortaklığında, Washington Post, Guardian ve Le Monde gibi 16 medya kuruluşunun yaptığı bir araştırmanın sonuçları duyuruluyordu. Bu araştırmaya göre, İsrailli NSO Group adlı teknoloji şirketinin geliştirdiği “Pegasus” adlı casus yazılım, bazı devletler tarafından gazetecileri, siyasetçileri, iş adamlarını ve diğer insanları gizlice izlemek için kullanılıyordu.
Bu casus yazılımın, Türkiye’nin de aralarında bulunduğu 50’den fazla ülkede gizlice kullanıldığı ve CNN, The New York Times, Al Jazeera, Le Monde, Bloomberg gibi medya kuruluşlarında çalışanların da aralarında bulunduğu 50 binden fazla insanın telefonlarının izlendiği öne sürülüyordu.
Haberin devamında, Pegasus adlı casus yazılımın telefonlara nasıl yüklendiği açıklanıyordu. Pegasus, erişilmek istenen telefonun yakınında bulunan kablosuz bir alıcıdan faydalanıyor. iPhone telefonlardaki mesajlaşma uygulamalarındaki güvenlik açıklarından yararlanarak bu casus yazılım yükleniyor. Örneğin, WhatsApp üzerinden telefona erişilebiliyor ve kullanıcının telefonunu açıp açmamasının bir önemi olmuyor. Casus yazılım Pegasus, telefonun içindeki video, resim, kullanıcı şifresi, e-posta ve benzeri bilgilere ulaşabiliyor. Ayrıca, sadece WhatsApp değil, Telegram ve Signal gibi şifreli mesajlaşma uygulamalarına da bu yazılım erişebiliyor.
Bu haberde WhatsApp’ı görünce başka bir haber daha aklımıza geldi. WhatsApp, 4 Ocak 2021 tarihinde kullanıcılarına yeni Gizlilik İlkesi’ni açıklamış ve bu açıklamada şu ifadelere yer vermişti: “Facebook şirketlerinin bir parçası olan WhatsApp, diğer Facebook şirketlerinden bilgi alır ve bu şirketlerle bilgi paylaşımında bulunur. Hizmetlerinin ve Facebook Şirketi ürünleri dâhil bu şirketlerin sunduğu imkânların yürütülmesi, sunulması, iyileştirilmesi, anlaşılması, özelleştirilmesi, desteklenmesi ve pazarlanması amacıyla bu şirketlerden aldığı bilgileri kullanabilir ve bu şirketler de bizden aldıkları bilgileri kullanabilir.”
Bu açıklama ile WhatsApp, isim vermeden, başta Google, Facebook, Twitter, LinkedIn, Amazon, Apple olmak üzere burada isimlerini sayamayacağımız birçok işletme, gizli istihbarat güçleri ve bazı devletler tarafından izlendiğimizi üstü kapalı bir şekilde itiraf etmiştir.
İşte, 20 Temmuz ve 4 Ocak 2021 tarihlerinde basında yer alan Pegasus ve WhatsApp ile ilgili bu iki haber biz insanlara derin mesajlar verdi. Bu iki haber, insanların bilmediği başka yollarla da izlenebildiğini gösterdi. Ayrıca bu haberler, biz insanların daha yoğun bir şekilde takip edilmemiz için yapılan çalışmaları ve birçok komplo teorisini gündeme getirdi. Artık biz insanlara, kendi rızamız dışında takip edilmemizi engellemek için ortak tedbirler almamız gerektiğini öğretti.
Ama en önemlisi, bu iki haber, biz insanlara şunu idrak ettirdi: Allah’ın yarattığı insanlar tarafından bile böyle izlenebiliyorsak, bizzat Allah tarafından nasıl daha yoğun izlenebileceğimizi düşündürttü.
Sözün özü: Biz insanlar, aslında bu dünyaya geldiğimizden itibaren zaten hep takip ediliyoruz.
Cornell Üniversitesi’nde Milton Leitenberg’in 2006 yılında yapmış olduğu “20. Yüzyıldaki Çatışma ve Savaşlarda Ölüm” isimli çalışmada, iç savaşlarda, sivil savaşlarda ve devletler arası savaşlarda ölen kişilerin istatistikleri sunuluyor. Araştırmaya göre:
1945’ten 2000 yılına kadar olan çatışma ve savaşlarda yaklaşık 41 milyon kişinin öldüğü tespit edilmiş. 2000 yılından sonra ise kamuoyuna yansıyabilen diğer araştırmalardan bir kısmına göre, sadece son 10 yıldaki savaşlarda 2 milyon çocuk ölmüş, 6 milyon çocuk sakat kalmış, 12 milyon çocuk evsiz, 1 milyondan fazla çocuk öksüz veya yetim kalmış, 10 milyon çocuk psikolojik sarsıntı geçirmiş ve on binlerce çocuk tecavüz ve işkenceye uğramış.
Başka araştırmalarda ilgi çeken bir diğer nokta ise, 1955’ten sonra savaşla ilişkili yaşanan ölümlerin neredeyse tamamının Afrika, Orta Doğu, Uzak Doğu, Latin Amerika coğrafyalarında gerçekleşen savaşlar neticesinde ortaya çıkması. Bu savaşların, iç ayaklanma ve isyanların gerçekleştiği ülkeler şu şekilde sıralanıyor:
Güney Amerika’da: Arjantin, Bolivya, Brezilya, Şili, Kolombiya, Kosta Rika, Küba, Dominik Cumhuriyeti, El Salvador, Guatemala, Honduras, Jamaika, Nikaragua, Peru.
Orta Doğu’da: Kıbrıs, Mısır, İran, Irak, Filistin, Lübnan, Suriye, Türkiye, Yemen.
Güney Asya’da: Afganistan, Bangladeş, Hindistan, Nepal, Pakistan, Sri Lanka.
Uzak Doğu’da: Burma, Kamboçya, Endonezya, Kore (Güney ve Kuzey), Laos, Malezya, Filipinler, Tayvan, Vietnam.
Araştırmacıların yaptığı incelemelere göre, yukarıdaki ülkelerin hepsinde ortak bir nokta mevcut: “Düşük Eğitim Seviyesi”
Dünyadaki güçlü ülkelerle ilgili araştırmalarda bulunan aşağıdaki hususlar ise çok dikkat çekici:
1945 yılında 2. Dünya Savaşı’nın bitmesinden sonra “dünya barışı ve huzurunu korumak amacıyla” Birleşmiş Milletler (BM) kurulmuştur. Birleşmiş Milletler, kuruluşunda kendi misyonunu “Adalet ve güvenliği, ekonomik kalkınma ve sosyal eşitliği, uluslar arasında tüm ülkelere sağlamayı amaç edinmiş küresel bir kuruluştur” şeklinde tanımlamaktadır.
Halbuki BM’nin kurulmasından sonra tek bir yıl savaşsız geçmemiş ve 20. yüzyılda ölen insan sayısının yaklaşık 3’te biri bu dönemde ölmüştür.
Dünyadaki savaşları bitirmek için kurulmuş BM Güvenlik Konseyi on beş ülkeden oluşmakta olup, bu üyelerden beşi daimi üye statüsündedir ve mutlak veto yetkisine sahiptir. Bu ülkeler Amerika, Rusya, Çin, İngiltere ve Fransa’dır.
Stockholm Uluslararası Barış Araştırmaları Enstitüsü’nün 2011 yılı dünya silah ticareti tablosuna göre, son 200 yıllık dünya tarihi içinde dünyaya en çok silah satan ülkeler arasında Amerika, Rusya, Almanya, Fransa ve İngiltere ilk beş içinde yer alıyor.
Peki, bütün bu ülkelerin ortak özelliği ne? “Yüksek Eğitim Seviyesi”
Peki, dünyayı yöneten milletlerin en önemli özelliği nedir?
Bu özelliği bulmak için Pakistan – İslamabad’dan Dr. Faruk Saleem’in bütün internet sitelerinde açık erişime sunduğu “Dünyada Nüfus Bakımından Azınlıkta Olan Yahudiler Dünyayı Yönetiyor” adlı çalışmasında Yahudi/Museviler hakkında tespit ettikleri çok dikkate değerdir.
Dr. Faruk Saleem, yazısında; “Dünyada yalnızca 14 milyon Yahudi/Musevi var. Kuzey ve Güney Amerika’da 7 milyon, Asya’da 5 milyon, Avrupa’da 2 milyon ve Afrika’da 100 bin Musevi yaşıyor. Tüm zamanların en etkin bilim adamı Albert Einstein bir Yahudi’ydi. Psikanalizin babası Sigmund Freud bir Yahudi’ydi. Karl Marx bir Yahudi’ydi.” diyerek, yakın dünya tarihinde ün yapmış Yahudi isimlerini ve yaptıkları işleri saydıktan sonra, Dr. Faruk Saleem “Neden Yahudiler bu kadar güçlüdür?” diye sormuştur. Dr. Saleem’in kendi sorusuna verdiği cevap şu şekildedir: “Her çocuğa ve her gence kaliteli eğitim verirler. Bu eğitim türü sorgulayıcı (teslimiyetçi değil), araştırıcı (ezberci değil) ve yaratıcıdır (bilgi üretmek/bulmak içindir).”
Kısaca; Dr. Faruk Saleem’in işaret ettiği eğitim anlayışı, Yahudi milletinin asıl gücüdür.
Bugün dünyada, 2000 yılı verilerine göre, sadece bir dakikalık askeri harcamaya 1,9 milyon dolar ayrılıyor. Yani herhangi bir yerde 2 saatlik zamanda 230 milyon dolar silahlanmaya gidiyor.
Eğer tüm dünya sadece 8 gün askeri harcama yapmayı bırakırsa, dünyadaki tüm çocuklara 12 yıl boyunca eşit ve kaliteli eğitim sağlanabilir.
Acaba dünyada birbirini öldürmek için silahlanmaya harcanan paralar eğitime harcansa idi, insanlığın ve savaşların yaşandığı ülkelerin şu andaki durumu ne olurdu?
Acaba iç çekişmelerin yaşandığı ülkelerde gerçekte hangi ülkelerin mücadelesi yapılıyor?
Peki, savaşların yaşandığı ülkelerin ortak özelliği ne? “Düşük Eğitim Seviyesi… Kısaca Cehalet…”
Peki, dünyayı yönlendiren ülkelerin ve milletlerin ortak özelliği ne? “Yüksek Kaliteli Eğitim Seviyesi”
Peki, bu durumda biz Türk milleti ve Türkiye olarak güçlü olmak istiyorsak ve dünyayı yöneten devletler ile milletlerin bizler üzerindeki oyunlarını bozmak istiyorsak ne yapmalıyız?
Peygamberimiz Hz. Muhammed; Bedir Savaşı’nda alınan esirleri 15 kişiye okuma yazma öğretmesi karşılığında serbest bırakması, cehalet ile mücadelede bizlere ne güzel bir örnek oluşturmuştur.
Büyük Atamız Atatürk, “Eğitimdir ki, bir milleti ya hür, müstakil, şanlı ve yüksek bir cemiyet halinde yaşatır, ya da bir milleti esaret ve sefalete terk eder.” diyerek eğitimin önemini belirtmiştir.
Evet, evet artık Türk milleti ve Türkiye olarak ileride iç, dış mücadele ve kardeş kavgaları ile kan dökmeye devam etmemek ve bizlere silahlar satarak bu mücadelelerden kar sağlayan ülkelere ve milletlere fırsat vermemek için kaliteli eğitim zamanı gelmiştir.
Haydi, hep beraber bu mücadelede Peygamberimiz Hz. Muhammed’i ve Atamız Mustafa Kemal Atatürk’ü baş rehber yaparak Türk milleti ve Türk devletinin baş düşmanı cehaleti yenelim ve iç, dış mücadelelerde akıtmakta olduğumuz kardeş ve şehit kanlarını artık durduralım. Kısaca:
Türk milleti ve Türkiye’nin gelecek için en kritik yatırımı eğitimdir. Ama Her çocuğumuza ve gencimize kaliteli yüksek eğitim vermeliyiz. Ama ama Bu eğitim sorgulayıcı, araştırıcı ve yaratıcı olmalıdır.
Hayatımıza sosyal medyanın girmesiyle birlikte sanal âlemde Amerika, Avrupa, Asya ve hatta Afrika’dan insanlarla çok kolay iletişim kurabiliyoruz; ama hemen yanımızdaki arkadaşlarımızla yüz yüze bir iletişim kurmaktan kaçınıyoruz.
Amerikalılar ile beraber Bosna Hersek’te yakın çalışmış ve maddi değerlerin insan hayatından daha önemli olduğuna bizzat Amerika’da şahit olmuş bir Türk olarak, Amerikalıların yaptığı bir araştırma beni çok şaşırtmıştır ve bu araştırmanın sonucu beni hâlen derinden düşündürmektedir.
Bir yarısı Harvard Üniversitesi mezunu, diğer yarısı Boston’un en yoksul mahallelerinde yaşayan 750 gence 18 yaşında sormuşlar: “Hayatta seni en mutlu kılacak şey nedir?”
Çoğunluk aynı cevabı vermiş: “Zenginlik ve şöhret.”
Aynı gençlere 70-80 yaşlarına gelince, hayatlarının son evresinde onları en mutlu eden şeyin ne olduğu tekrar sorulmuş. Onları en mutlu eden şey: “Sosyal ilişkiler.”
Açıklamak gerekirse; bu 750 kişinin içinde mutlu ve sağlıklı olan kişilerin, etrafında dostları, akrabaları, komşularıyla, kısacası sevgiyle çevrili olanlar olduğu tespit edilmiş. Kısacası, 70-80 yaşlarında iken zenginlik ve ünlü olmak ile mutlu olmak arasında bir ilişki kuramamışlar. İster Harvard mezunu olsun, ister yoksul bir ailenin çocuğu, fark etmemiş.
Onları en mutlu eden şey: “Sanal olmayan gerçek arkadaşlar, dostlar, komşular, akrabalar ve çevrelerindeki sevgi dolu insanlar.”
Bu tespit, insanlık değerlerinin çöküş ve maddi değerlerin zirve yaptığı bir devlet olan Amerika’da bir psikiyatr olan Robert Waldinger’in tam 75 yıl sürmüş ve 750 kişinin takip edilmesi sonucu oluşan raporun sonucudur.
Peki, bu rapor sonucu biz Türk milletine ve Türk devletine ne dersler veriyor?
Bizler Türk milleti olarak mutlu olmak istiyorsak tarihten gelen öz kültürel değerlerimizin temeli olan insana geçmişte olduğu gibi her zaman sahip çıkmalıyız. Annelerimizi, babalarımızı, eşlerimizi, çocuklarımızı, kardeşlerimizi, arkadaşlarımızı, komşularımızı, akrabalarımızı ve birbirimizi asla ihmal etmemeliyiz. Onlarla sanal değil yüz yüze ilişki kurmalıyız. Onları ellerinden bizzat tutarak mutlu etmeli, gözlerinin içine bakarak gönüllerini almalı, dinlemeli ve her daim yanlarında olduğumuzu onlara bizzat yanlarında bulunarak hissettirmeliyiz.
İşte o zaman sevgi ve saygı ile kol kola girerek tüm sorunlarımızı çözebilir ve dünyanın en mutlu ve huzurlu milletlerinden biri olabiliriz. İşte o zaman hepimizin akıl ve gönüllerindeki ortak hedefleri başarabilir ve geçmişte atalarımızın kurduğu devletlerde olduğu gibi yine dünyanın en güçlü ve başarılı devletlerinden biri olabiliriz.
Kuzey Kore’nin yeni yaptığı, hem karadaki hem denizdeki hedeflere saldırmak için kullanılabilen insansız hava araçları (İHA), Kuzey Kore lideri Kim Jong-un tarafından 26 Ağustos 2024 tarihinde bizzat katıldığı bir performans testi sonrası tüm dünya kamuoyuna duyuruldu. Kuzey Kore lideri, başarılı geçen bu test sonrası daha çok ve çeşitli “kamikaze dronun” yanı sıra “stratejik keşif ve çok amaçlı saldırı” dronlarının da üretilmesi gerektiğini ve dronların gelişiminde yapay zeka teknolojilerinin de kullanılması çağrısında bulundu.
En son 2024 Ağustos ayında Kuzey Kore örneğinde olduğu gibi, dünyadaki ülkelerin sahip olduğu nükleer güç dahil tüm harp silah ve araçlarındaki son yıllardaki gelişim durumu göz önüne alındığında, artık ülkelerin birbirleri ile eski bildiğimiz konvansiyonel harp esasına dayalı klasik bir savaş yapmasının çok büyük hayati riskler taşıdığı tespit edilmektedir.
Dünya’daki hiçbir güç böyle büyük bir tehlikeyi göze alamadığı için, ülkeler yeni savaş yolları bulmak ve bu tehlikeden korunmak için büyük bir araştırma yapmak durumunda kalmıştır. Bu kapsamda Türkiye’de de İstanbul Arel Üniversitesi tarafından düzenlenen “21. Yüzyıl Savaşlarında Strateji, Operatif, Taktik ve Teknik: Tespitler ve Değerlendirmeler” temalı Ulusal Kongre 9-10 Mart 2024 tarihlerinde altı oturum halinde çevrimiçi olarak icra edilmiştir. Bu kongrede biz de emekli bir asker olarak “Yeni Savaş Yöntemleri ve Hedefleri” başlıklı bir bildiri sunduk. Bu kongre sonuç raporuna göre, 21. Yüzyıl Savaşlarının gerektirdiklerinden önemli bulduğum bazı konuları sizlerle paylaşmak istiyorum.
21. yüzyılda silahlı insansız hava sistemleri (SİHA) ve füze sistemleri dâhil ateş destek vasıtalarının menzil ve nokta vuruş isabetliliğinin gelişmesi, muharebelerde ateşle taarruzun önemini artırmış; temas hatlarının derinliğindeki stratejik hedefler de ateşle taarruzla etki altına alınmıştır. Özellikle nokta vuruş kabiliyetine sahip silahların istenen hedefleri çevreye ve diğer sivil halka zarar vermeden yok etmesi ile muharebelerde, SİHA ve İHA’ların hava kuvvetleriyle senkronize şekilde kullanılmasının sinerji yaratacağı görülmüştür. Deniz kuvvetleri, envanterlerindeki tahrip gücü yüksek, uzun menzilli ve yüksek hızlı mühimmat ile bir süredir geleneksel deniz üstünlüğü mücadelesi yerine kara hedeflerine taarruz görevlerinde kullanılmaktadır. 21. yüzyıl savaşları, klasik topçunun hâlâ etkili bir ateş destek vasıtası olduğunu göstermiştir. Bu itibarla, klasik namlulu topçu silahlarının, insansız sistemler ve hipersonik silahlarla bir arada kullanımı önem kazanmıştır.
İnsansız silahlı ve silahsız hava araçlarının muharebe sahasında etkili bir manevra, ateş destek ve hedef tespit vasıtası olduğu görülmüştür. Üretilmelerinin nispeten ucuz olması, maliyete göre etkilerinin yüksek olması bu sistemlerin “kuvvet çarpanı” seviyelerini yükseltmiştir. Önümüzdeki dönemlerde, sayı ve cinslerinin artması, menzillerinin uzaması, yük taşıma kapasitelerinin gelişmesi, hava koşullarına karşı daha dayanıklı hale getirilmesi beklenmektedir. Bununla birlikte bu sistemlere, terör örgütleri ve kriminal suç örgütleri dahil devlet dışı aktörlerin erişiminin kolaylaşması ve karşı savunma sistemlerinin de geliştirilmesi gerekmektedir.
21. yüzyılda yapay zekâ uygulamaları ve robotik sistemler, harekât planlamasında, karar süreçlerinde, eğitimlerde ve muharebe sahası fonksiyonel alanlarında artan oranda yer bulmaktadır. Yapay zekâ bir orduya hızlı karar alabilme, hızlı ve doğru istihbarat ve hedef tespiti yapabilme, yüksek isabet ve etkili eğitim imkânı sunmaktadır.
21. yüzyıl savaşlarında sivil hedeflere, kritik tesislere, karada ve deniz altındaki altyapılara, bilişim ve haberleşme sistemlerine, enerji santrallerine, enerji nakil hatlarına ve barajlara kinetik ve siber vasıtalarla saldırılar düzenlenmektedir. Bu tür saldırıların stratejik çapta hasar yaratacağı dikkate alınarak, yurt savunmasının topyekûn savunma esasına uygun olarak planlanması gerektiği net olarak ortaya çıkmıştır. Vatanımıza da kurulması planlanan Füze Kalkanı gibi birçok korunma projesi geliştirilmiş olmasına rağmen, sonuçta bunların da bu hayati tehlikeyi önleyemediği tespit edilmiştir.
21. yüzyıl savaşlarında öncelikle ülke içinde ulusal güvenlik öncelikleri konusunda hükümet, millet ve silahlı kuvvetlerin uyumluluğunun yanı sıra harekât ortamında kamu kuruluşları, hükümet dışı kuruluşlar ve yerel unsurlar ile iş birliği ve koordinasyon ihtiyacı giderek artmış, taktik seviyedeki birlikler dâhil farklı kuvvet ve sınıflar arasında müştereklik ve birlikte çalışabilirlik önem kazanmıştır. Bu faktörlerin etkilerinin doktrin geliştirme, savunma sistemleri tedariki ve eğitimlerin planlanmasında dikkate alınması gereklidir.
21. yüzyıl savaşlarında konvansiyonel kuvvetler, terörist ve siber saldırılar, sosyal medyanın manipülasyonu, psikolojik harekât/algı yönetimi, diplomatik ve ekonomik vb. diğer araçlar belirli bir siyasi hedefe yönelik bütünleşik ve eş zamanlı olarak kullanılıp, düzensiz ve dinamik bir ortamda sürprizlerle dolu angajmanlara girilmekte; uluslararası hukuk ve çatışma hukukundaki gri alanlardan istifade edilerek çatışma hibrit bir formda icra edilmektedir. Böyle bir ortamda savaş planlamasında geleneksel planlama yöntemleri yetersiz kalmakta, çok yönlü-bütüncül bakışa ve yaratıcı düşünceye ihtiyaç duyulmaktadır.
Silahların etki oranlarının artması, muharebe sahasında silah, araç ve teçhizat hasar oranını yükseltmiştir. Örneğin, Rusya, Ukrayna’da bir yıllık bir dönemde yaklaşık 3.000 ana muharebe tankını kaybetmiş; ihtiyacını bir ölçüde depolarındaki eski model tanklarla karşılarken, Ukrayna dış yardıma bağlı olduğundan kayıpları karşılamakta zorlanmıştır. Bu durum, harp stoku/savaş yedeği mevcutlarının önemini göstermektedir.
21. yüzyıl savaşlarında özellikle mühimmat ve akaryakıt tüketiminin mevcut doktrinlerdeki ölçütlerin çok ötesinde olduğu görülmüştür. Nitekim başlangıçta Batı’dan gelen mühimmatla bir süre ihtiyacını karşılayan Ukrayna ordusu, savaş uzadıkça mühimmat sıkıntısı çekmeye başlamış; Batı ülkeleri stokları da yetersiz kalmıştır. Bu kapsamda ihtiyaçların yeniden tespiti ve temini savunma planlaması açısından önem arz etmektedir.
Ukrayna ile Gazze’de tespit edilen personel zayiat miktarları da doktrin zayiat planlama faktörlerinin çok üstünde gerçekleşmektedir. Personel zayiat planlamasıyla ilgili yönergelerin gözden geçirilme ihtiyacı da dikkat çekmektedir.
Askeri sağlık sistemine sahip olmayan orduların muharebede tedavi ve tahliye sistemini tesis edemediği, bunun sonucunda zayiat oranlarının arttığı, birliklerin muharebe gücünün azaldığı ve moralinin olumsuz etkilendiği tespit edilmiştir. Bu kapsamda kapatılan Askeri Hastanelerimiz ve Askeri Sağlık Personeli yetiştirilmesi konuları öncelikli ele alınmalıdır.
Savaşlarda piyade desteğinden ve hava savunmasından yoksun zırhlı birliklerin uzun mesafeler katederek intikalinin ve kütle halinde taarruz etmesinin zorlukları ve riskleri bir kez daha görülmüştür. Hava üstünlüğü olmadan yapılan karşı taarruzların başarı şansının fazla olmadığı ve taarruz edenin zayiatının ağır olacağı Ukrayna örneğinde bir kez daha kanıtlanmıştır.
21. yüzyıl savaşlarında ortaya çıkan önemli bir ihtiyaç, barış koşullarından itibaren tugay ve alt seviyelerdeki birliklerde “tam birlik” anlayışına uygun olarak yeterli düzeyde muharebe, muharebe destek ve hizmet destek unsurlarından oluşan, en altdüzeylerden itibaren kuvvetler arası ve kurumlararası koordinasyona ve sivil-asker iş birliğine imkân verecek şekilde yapılandırılmış, mevcutları ve teçhizatı tam görev kuvvetleri/muharebe timleri teşkil edip gerçekçi eğitimler yapılması ve savaşa hazır olunmasıdır. Bu bağlamda, teşkilat yapılarının, muharebe destek ve muharebe hizmet desteğinin modüler ve esnek hale getirilmesi ihtiyacı da ortaya çıkmıştır.
Orduların uzun süreli ve yüksek yoğunluklu çatışmaları sürdürebilmesi için lojistikte optimum seviyede öz yeterliliği sağlaması gerektiği; sivil kapasiteden barıştan itibaren ayrıntılı planlama yapılması ve dış yardımların ise sorunları nedeniyle düşük öncelikli olarak dikkate alınması gerektiği değerlendirilmiştir. Bu itibarla ve özellikle Rusya-Ukrayna savaşının da gösterdiği şekilde, etkili bir ulusal savunma için kendi kendine yeterli savunma sanayine sahip olunması vazgeçilmez bir ön koşuldur.
Teknolojik gelişmeler, muharebe sahasında istihbarat toplama, hedef tespiti ve tespit edilen hedeflerde süratle etki yaratılması için taktik seviye (takım, bölük, tabur komutanı vb.) liderlerinin inisiyatif kullanacak şekilde yetiştirilmesi ihtiyacını ortaya çıkarmıştır. İcra edilen harekâtın özelliğine bağlı olarak merkeziyetçi bir komuta sistemi yerine muharebe sahasının ön hatlarındaki taktik birlik komutanlarının bilgi ihtiyaçlarının karşılandığı daha işlevsel ve esnek bir komuta-kontrol yaklaşımının kullanılması dikkate alınması gereken bir konudur.
Harekât alanındaki belirsizliklere ve öngörülemeyen gelişmelere tedbir olarak lider kadronun eğitilmesi ve yeteneklerinin geliştirilmesi dikkat edilmesi gerekli bir tespit olarak öne çıkmıştır. Bu şekilde liderlerin beklenmeyen karmaşık durumlarda sezgisel karar verme yeteneklerini kullanıp yaratıcı çözümler bulmalarının mümkün olabileceği değerlendirilmektedir.
Askerlik hizmeti sürecinde yaşadığım tecrübelerim ve elde edebildiğim bilgiler sonucunda ordumuzun aşağıdaki konuları ön plana almasının, konu başlığımız olan “21. Yüzyıl Savaşları Gerektirdikleri” için daha faydalı olacağını değerlendiriyorum. Bunları da sizinle paylaşmak istiyorum.
Vatanımızın her köşesinde seferde tam kadroya çıkartılacak büyük birliklerimiz yerine merkezi yerlerde küçük fakat etkin birlikler oluşturulması. Bu kapsamda bu birliklerde sefer ve barış kadrosu uygulanması yerine tam sefer kadrosu uygulanması ve bu birliklerin tüm personelinin profesyonel olması, ayrıca bu birliklerin bütün envanterindeki silah ve malzemenin ordumuz envanterindeki son teknoloji olması.
Etkin bir seferberlik sisteminin oluşturularak, 21. yüzyıl muharebenin başlangıcında kritik olmayacak diğer birliklerde ise başlarında tecrübeli rütbeli personelin bulunduğu diğer ihtiyat personelin bu birliklerde kullanılması ve ordumuz envanterindeki diğer silah ve malzemelerin bu birliklerde bulundurulması.
21. yüzyıl savaşlarının yerel halkın çok olduğu yerleşim alanlarına kaydığı görülmüş olup, bu maksatla eğitilmiş gayri nizami özel birliklere olan ihtiyaç ve de masum sivil halka zarar vermeyen nokta vuruş kabiliyetine sahip silahlara olan ihtiyaç artmıştır.
Gayri Nizami Harp, Psikolojik Harp, Elektronik Harp, Hedef Tespit, İstihbarat ve İsth.K.K. unsurlarının yeniden değerlendirilerek, asimetrik harbin ihtiyaçlarına göre ordumuzda teşkilatlanmaları ve daha etkin kullanılmaları sağlanabilir. Dijital Takip, Medya ve Ekonomik yollar kullanılarak hedef devletler, milletler ve ordular, hiçbir silah ve asker kullanılmadan kendi içinde çatışmaya, bölünmeye, etkisiz hale getirilmeye ve kendisinden istendiği gibi davranışa yönlendirilmektedir. Bu konulara yönelik önleyici tedbirlerin önceden düşünülmesi ve gerekli tedbirlerin alınması önem arz etmektedir.
Bir insan olarak bu teklifi sunarken çok vicdan azabı çektiğim, ancak eski bir asker ve yeni bir tarihçi olarak insanlık tarihinden çıkardığım bir acı gerçek olarak NÜKLEER uzun menzilli silah sistemlerine sahip olunabileceği unutulmamalıdır ki II. Dünya Savaşı’nın sonunu Japonya’ya atılan iki atom bombası getirmiştir. Türkiye’nin NÜKLEER silahlar yapabileceği bir kapasitesinin bulunduğu bilim adamları tarafından ifade edilmektedir. Bu konunun riskleri ve uluslararası bu konudaki anlaşmalar da göz önüne alınarak değerlendirilmesi gerekmektedir. Şu anda milli imkânlarla ürettiğimiz Roket ve Füze Sistemlerinde olduğu gibi, özellikle füze sistemlerini geliştirebilir ve bu sistemlerin menzillerini ve güdüm sistemlerini, en az tehdit güçlerin başkentlerini ve istenilen diğer kritik hedeflerini içine alacak şekilde arttırabiliriz.
Bu gelişmeler her düzeyde yönetici, icracı ve yardımcı personelin gelişen teknolojiyle uyumlu yeteneklere ve becerilere sahip olmasını gerektirmektedir. Personel temin sistemlerinin ve askeri eğitim kurumlarının bu tür personelin teminine ve yetiştirilmesine yönelik yapılanması gerekmektedir. Bu kapsamda başta üniversiteler olmak üzere sivil kurum ve kuruluşlarla iş birliğinin geliştirilmesi gereklidir. Ayrıca Askeri Liselerin tekrar açılması dahil daha nitelikli personel hizmeti temini konusunda daha aktif çalışılması gerektiği değerlendirilmektedir.
Hedefimiz; güçlü ordu, güçlü devlet, güçlü Türkiye.
Mehmet Muzaffer, 1896 (1314) yılında İstanbul’un Beyoğlu ilçesine bağlı Fındıklı semtinde doğdu. Birinci Dünya Savaşı sırasında 948 numaralı Mekteb-i Sultani (Galatasaray Lisesi) öğrencisiydi. Çanakkale Savaşı’nın sinyalleri belirirken, arkadaşlarıyla birlikte savaş çıkması halinde cepheye gitmenin yollarını araştırdılar. Çünkü o dönemde askere gitmesi zorunlu olmayan öğrenciler, ancak seferberlik ilan edilirse cepheye gönderilmekteydi. Vatan aşkıyla yanıp tutuşan Mehmet Muzaffer ve arkadaşları gönüllü olarak en önde listeye yazıldılar. Mehmet Muzaffer ve arkadaşlarını 3 aylık ağır bir eğitim beklemekteydi. Eğitim sırasında gösterdiği akılcı yaklaşımlar, kıvrak zekâsı ve yetenekleriyle kısa zamanda komutanları tarafından fark edilir ve Asteğmen rütbesine terfi ettirilir. Üç aylık askeri eğitim sonunda Çanakkale cephesine “Asteğmen Mehmet Muzaffer” olarak sevk edilir.
Çanakkale cephesinde vazifesini ifa ederken, kendisine özel bir görev verilir. Savaş sırasında asker ve mühimmat sevkiyatının yapılması büyük öneme sahiptir. Uzak mesafelere yapılan sevkiyat, kamyon ve kamyonetlerle yapılmaktadır. Ancak kamyonetlerin lastikleri patlak, yıpranmış ve kullanılmaz bir haldedir. Sevkiyatın yapılması için yeni lastiklere ihtiyaç vardır. O dönemde lastikler sadece İstanbul’da, yabancı (Yahudi) tüccarların elinde bulunmaktadır. Kendisine bir zarfta görev kâğıdı verilerek İstanbul’a Harbiye Nazırlığına (Milli Savunma Bakanlığına) gönderilir. Harbiye Nazırlığından lastik tutarı kadar para alarak lastikleri tedarik edecektir.
İstanbul Karaköy’de lastikleri satan tüccarları tek tek gezer ve İzak Efendi adında bir Yahudi tüccarın dükkanına girer. Kendini köylü olarak tanıtır ve lastikleri sorar. Tüccar, 12 adet lastik olduğunu, 200 kaime (kâğıt para) karşılığında verebileceğini ancak savaş halinden dolayı 100 kaimeye bırakabileceğini söyler. Bu fiyatı kabul eden Mehmet Muzaffer, Harbiye Nazırlığının yolunu tutar.
Asteğmen Mehmet Muzaffer, Harbiye Nazırlığına gelir ve resmi yazıyı komutana uzatır. Zarfı açıp yazıyı okuyan Yarbay Ali Rıza Bey, “Ben askerin ayağına postal, sırtına kaput parası bulamıyorum, değil ki lastik parası bulayım.” diyerek Mehmet Muzaffer’i para olmadığı gerekçesiyle geri çevirir. Başı önünde düşünceli bir şekilde oradan ayrılan Mehmet Muzaffer, para olmadan lastikleri nasıl alacağını düşünmeye başlar. Aklına gelen ilginç bir fikirle hemen tüccarın yolunu tutar. Parayı bulduğunu iki gün sonra şafak sökmeden gelip ödemeyi altınla değil de kâğıt para ile yapacağını söyleyerek oradan ayrılır.
Karaköy’de dolaşırken müstakbel eşi Hanife Melek’i görür. Mehmet Muzaffer’in düşünceli olduğunu gören Hanife Melek, ne derdi olduğunu sorar. Mehmet Muzaffer, görevini anlatır ve bu işi paraya benzeyen özel bir kâğıt olmazsa yapamayacağını söyler. Bunun üzerine Hanife Melek, kırtasiyeci olan babasının bu özel kâğıdı bulabileceğini söyler. Kâğıt bulununca Mehmet Muzaffer kâğıdı işlemeye başlar. Sıra kâğıdın arkasındaki yazıya gelmiştir. Paranın arkasında “Bedeli Dersaadet’te Altın Olarak Tesviye Edilecektir.” notu yazmaktadır. Aklına bir şey gelir ve işlediği kağıda “Bedeli Çanakkale’de Altın Olarak Tesviye Edilecektir.” (Bedeli Çanakkale’de Kanla Ödenecektir.) yazar ve şafak karanlığında fark edilmez diye düşünür. Nihayet sabaha doğru 100 kaimeyi bitirir. Hava aydınlanmak üzeredir. Mehmet Muzaffer, Yahudi tüccarın dükkanına gitmek için yola çıkar. Dükkâna gelir ve parayı teslim ederek lastikleri alır. Mehmet Çavuş ile birlikte lastikleri at arabasına yüklerler. Geminin bulunduğu limana doğru yola çıkarlar. Lastikleri gemiye yükledikten sonra görevlerini yapmanın gururu ile cepheye doğru yola düşerler. Cephede komutanları tarafından büyük bir memnuniyetle karşılanırlar. Mehmet Muzaffer’in işlediği bu kâğıt para şu anda Emniyet Genel Müdürlüğü Kriminal Daire Başkanlığı Müzesinde (Ankara/Gölbaşı) yer almaktadır.
Çanakkale Savaşından sonra Mehmet Muzaffer, Irak Cephesi’nde Kut’ül Amare Kuşatmasına Yüzbaşı rütbesiyle katılır ve 9. Alay’da görev alır. 9 Nisan 1916’da 20 yaşında II. Felahiye Muharebesi esnasında boynundan vurularak şehadet şerbetini içmiştir. Şehit düştüğü esnada cebinden düşen ve eşine yazdığı mektup zarfını üzerinde kendi kanıyla; 3 kez “Kelime-i Şehadet”, “Kıble ne yöndedir.” ve “Bölük intikamımı alsın.” notlarını yazmıştır.
Kanıyla yazdığı zarf, 6. Alay Komutanı Halil Kut Paşa tarafından müzeye gönderilmiş ve koruma altına alınmıştır. Komutan Halil Paşa, 11 Temmuz 1916 tarihli mektubunda Mehmet Muzaffer hakkında şöyle demiştir:
“Mehmet Muzaffer Efendi’nin bu yüce davranışı, yani bir Türk subayının örnek maneviyatı olan o kanlı zarf, Askeri Müzeye gönderilmiş, Türk çocuklarına ve gelecek nesillere cevher niteliğinde bir miras olmuştur. Yaşayan ölülerin mirasları içinde bu zarfta yaşayacak, daima yükselmeye teşvik ve milletin iftihar etmesi için bir belge olarak kalacaktır. Büyük meydanların büyük sınavlarında kazanılan bu şehadetnameler her genci imrendirecek ve örnek olacak bir etki yapacağı gibi, her babanın kalbinde böyle evlatlara sahip olma duygusunu yükseltecek, sonunda millet bu sayede kendi fedakârlığına güvenecektir. Böylece, dini ve vatani için ölmek aşkıyla yetişmiş gençler çoğalacak ve vatan sevgisi milli terbiyemize esas oldukça yaşama hakkı bizim olacaktır. Bu husustaki özel görevini yerine getiren 6. Ordu, sonucu milletin takdirine bırakmıştır. Umarım ki, her edip, her yazar bu yüce gayeye hizmeti uğur sayarak merhumu bütün millete tanıtmaya çalışacaktır. Umarım ki Müdafaa-i Milliye Cemiyeti bu şehidin fotoğraflarıyla zarfını birleştirip büyük levhalar haline getirecek, yüz binlerce duvar levhası şeklinde basarak hem her evin iftiharla duvarına asacağı birer ibret levhası yapacak ve hem de vatan, millet namına bir hizmet yapmış olacaktır.”
Biz de bir tarihçi yazar olarak Halil Paşa’nın “umarım ki, her edip, her yazar bu yüce gayeye hizmeti uğur sayarak merhum Mehmet Muzaffer’i bütün Türk milletine tanıtmaya çalışır” sözünden ilham alarak bu yazıyı kaleme aldık.
Bizler tarihçi yazar olarak şehitlerimiz için ne yazarsak yazalım; Türk milleti için, vatan için, bayrak için, din için ve Türk Devleti için canlarını feda eylemiş şehitlerimizi yine de anlatamayız.
17 Ağustos 1999 Gölcük Depremi, İzmit Depremi veya Marmara Depremi, kısaca Deprem. 15 Ağustos 1984 Bölücü Terör Örgütü PKK’nın Eruh ve Şemdinli eylemleriyle terör sahnesine çıkması, kısaca Terör.
Her 15 Ağustos’ta Terör ve her 17 Ağustos’ta Deprem yıldönümleri olduğu için içim kan ağlar. Bu iki günde gözyaşlarıma engel olamadan hem depremde kaybettiğimiz insanları, hem de çatışmalarda bizler için şehit olmuş silah arkadaşlarımı ve terör örgütü mensuplarını gerçekte niçin kaybettiğimizi sorgularım.
Ama bu sene Ağustos ayında, hem yurdumuzun dört bir tarafında çıkan orman yangınları, hem Meclisimizde seçtiğimiz vekillerimizin yumruk yumruğa kavgaları, hem geçim sıkıntısı çeken insanların acı dramları, hem iyice büyüyen göçmen sorunu ve en çok da İsrail’in Gazze’de yaptığı insanlık katliamlarını televizyonlarda canlı canlı izlerken, önceki senelere göre çok daha fazla üzülmüştüm.
İşte tam böyle üzüntü içinde dışarıda dolaşırken, küçük bir çay ocağında camlarda çok güzel karikatürlerle süslenmiş ilginç yazılar gördüm ve merakla okumaya başladım:
Dışarıdan stres getirmek yasaktır. Gülmeyi bilmeyen esnaf olmasın. Biz keyifçi insanlarız, her türlü güleriz. Yaptığım hatalardan ders alıp daha iyilerini yapıyorum. Bana gönül koyma, çay koy. Sonra çay bize bir gerçeği daha öğretti: Bekleyen her şey soğur, acır ve bayatlar. Senin sesin güzeldir; iki çay söylesene. Kahvenin suçu yok, siz hatır bilmediniz. İnsanı iki şey ayakta tutar: Biri sağ ayak, biri sol ayak, gerisi hikaye. Bitkinin güzelliği tohumun iyiliğinden, insanın güzelliği ise kalbinin güzelliğinden gelir. Dıştaki kibir, içteki fakirliğin eseridir. (MEVLANA) Sular hep aktı geçti, kurudu vakti geçti. Nice han, nice sultan tahtı bıraktı geçti. Dünya bir penceredir, her gelen baktı geçti. (YUNUS EMRE) Güzel insanlar biriktirin hayatınızda: Bencil olmayan, kırmayan, özür dilemesini bilen, görünüşte değil yürekten seven. Hoşgörülü insanlar alın hayatınıza. Sizi olduğu gibi kabul eden, güvenilir insanlar biriktirin. Aramızda kalsın demeye gerek olmasın. Yüzünüze gül, ömre ömür katan insanları yanınızda tutun. Çünkü hayat, vakit kaybedilmeyecek kadar çok kısa. (YUNANLILAR) İşte bu yazıları ilgiyle okurken, bir anda içime mutluluk dolmaya başladı. Ben niçin Ağustos ayında üzülüyorum diye sormaya başladım. Ağustos ayında hep kötü şeyler mi oldu acaba?
Hayır, sadece Ağustos ayı içinde kazandığımız bazı önemli savaşları saymak yeterlidir. Aziz vatanımız Anadolu, 26 Ağustos 1071 Malazgirt Savaşı’nın bize bir armağanıdır. 29 Ağustos 1526 Mohaç Savaşı, Orta Avrupa’nın 200 yıllık geleceğini tayin etmiştir. Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin temel taşı olan Başkomutanlık Meydan Muharebesi de yine Ağustos ayında meydana gelmiştir.
İşte bu küçük çay ocağında gördüğüm yazılar bana çok büyük dersler verdi. Dünyaya ve zamana hangi gözlerle bakarsanız, onu görürsünüz.
Bölücü terör örgütü PKK’nın 15 Ağustos 1984’te Eruh ve Şemdinli eylemleriyle terör sahnesine çıkması ile birlikte, Ermeni terör örgütü ASALA Türkiye’de eylem alanlarından çekilmiştir. Bugün, Ermeni terör örgütü ASALA ve bölücü terör örgütü PKK’nın ortaya çıkışlarından başlayarak geçirdiği tüm evrelerin ve taktik uygulamalarının bir şablon gibi üst üste oturduğunu dikkatli bir gözlem sonucu artık daha iyi görmekteyiz.
XVIII. ve XIX. yüzyılda Ermeni sorununu çıkaran ve taraf olan büyük ülkeler ile yakın zamanda Ermeni terör örgütü ASALA ve bölücü terör örgütü PKK’ya taraf olan ülkelerin aynı oldukları artık tarihi bir gerçektir. Vekâlet savaşları, devletlerin birbirlerine fiilen saldırmadığı ancak üçüncü bir taraf vasıtasıyla mücadele halinde olduğu savaşlardır. Bu üçüncü taraf paralı askerler, bir başka devlet veya terörist gruplar olabilir. Genellikle büyük devletler, nüfuz alanlarını genişletmek için kendi askeri unsurlarını kullanmak yerine, piyon terörist unsurları kullanarak bu savaşı gerçekleştirirler.
Geçmiş tarihimiz boyunca ilk önce Türkler üzerine derin hedefleri bulunan Çin, ardından Şark Meselesi takipçileri İngiltere, Fransa, Rusya, Almanya ve sonrasında Büyük Ortadoğu Planı’nı uygulayan ABD, biz Türkleri hiçbir zaman rahat bırakmamıştır. Türkiye’de ne yazık ki bazı büyük devletler tarafından kullanılan piyon terörist örgütlerle geçmişten beri vekâlet savaşları icra edilmektedir.
ASALA ve PKK örgütleri kuruluş aşamasında ve sonrasında hep aynı ülkelerde üslenmiş ve hep aynı ülkeler tarafından beslenmişlerdir. Her iki örgüt de 1975 yılında Lübnan’da kurulmuştur. Lübnan’daki Bekaa Vadisi’ndeki ASALA eğitim üsleri, PKK’nın Mahsum Korkmaz Akademisi’ne dönüşmüş, Suriye’deki Hamuriah ve Kamışlı kampları ASALA’dan sonra PKK’nın kullanım ve hizmetine girmiştir. Yine aynı şekilde, Kıbrıs Rum Kesimi’nde gözlerden uzak Trodos Dağları’nda eğitimlerini rahatlıkla sürdüren ASALA militanlarının bayrağı yerine, aynı dağlarda PKK’nın renkleri dalgalanmaya başlamış ve nihayet Yunanistan’daki Larissa kampı, PKK militanlarının Avrupa’ya sıçrama noktası olarak kullanılmıştır.
Hem ASALA hem de PKK, uyuşturucu trafiğinde etkin roller üstlenmişlerdir. ASALA’nın Avrupa ülkelerinde kurduğu uyuşturucu dağıtım ağı, sonrasında PKK tarafından kullanılmıştır. Neticede, PKK terör örgütünün 15 Ağustos 1984’te Eruh ve Şemdinli eylemleriyle terör sahnesine çıkması ile birlikte ASALA örgütü eylem alanlarından çekilmiştir. ASALA ve PKK’nın amaçları ve söylemleri karşılaştırıldığında, aralarında etnik kimlik farklılıkları dışında hiçbir fark yoktur.
Ermeni terör örgütü ASALA’nın iddiaları şu üç ana nokta üzerinde yoğunlaşmıştır:
Ermenilere ait toprakların büyük bir bölümü Türkiye’nin işgali altındadır. Doğu ve Güneydoğu Anadolu’nun büyük bir bölümünü kapsayan bu topraklar Ermenilere geri verilmelidir.
Türkler, 1915-1923 yılları arasında organize ve sistematik bir soykırım uygulayarak bir buçuk milyon Ermeni’yi öldürmüşlerdir. Türkiye’nin bu soykırımı ve kurbanlarına karşı sorumluluğunu kabul etmesi gerekir.
Şu anda Türkiye’de yaşayan Ermeniler, sosyal, kültürel ve siyasi açılardan baskı altındadır. Bu baskıların sona erdirilmesi gerekmektedir.
PKK’nın iddia ve istekleri ise Ermeni kimliğinden soyutlandığında neredeyse ASALA’nın şablonu gibidir. PKK’nın iddia ve isteklerinin yoğunlaştığı konular ana hatlarıyla şöyledir:
Kürtlere ait toprakların bir bölümü Türklerin işgali altındadır. Tarih boyunca Kürtlerin anayurdu olan bu topraklar, İran ve Irak’ın da işgal ettiği bölgeleri içerecek şekilde bağımsız Kürt devletine geri verilmelidir.
Osmanlı İmparatorluğu’nun Kürtlere uyguladığı feodal ve militarist politikaları aynen sürdüren Türkiye Cumhuriyeti de Kürtlere baskı yaparak etnik kimliklerini yok etmeye yönelik bir politikanın izleyicisi olmuştur. Türkiye’de yaşamakta olan Kürtler, etnik kimlikleri nedeniyle baskı altındadır ve bu baskı politikasına son verilerek Kürtlerin sosyal, kültürel ve siyasi hakları tanınmalıdır.
Ancak amaç ve söylemlerindeki benzerliğe rağmen, ASALA ve PKK’nın eylemlerinde bir ayrıcalık vardır. ASALA, eylem türü olarak uçak kaçırma, elçilik işgali, Türk diplomatları doğrudan öldürmekle varlığını dünya kamuoyuna duyurmak yolunda bir yöntem izlemiştir. Eylemleri Türkiye sınırları dışındadır ve tüm eylemlerini çeşitli ülkelerdeki sivil kişi ve kuruluşlara yöneltmiştir. ASALA’nın Türkiye toprakları üzerinde bilinen sadece iki eylemi vardır. Bunlar, 7 Ağustos 1982 Esenboğa Havalimanı baskını ve 16 Haziran 1983 İstanbul Kapalıçarşı’daki bombalama eylemleridir.
PKK’nın ise silahlı eylemlerinin hemen tümü Türkiye sınırları içindedir. Türkiye dışında Türk hedeflerine yönelik eylemleri daha çok Türklerin yoğun yaşadığı Almanya, Fransa gibi ülkelerde görülür. PKK, Türkiye ile ilişkisi bulunmayan yabancı ve sivil hedeflere karşı doğrudan ve açıktan eylemde bulunmama konusunda bugüne dek belirgin bir özen göstermiştir.
ASALA ve PKK’nın amaçtaki birlikteliğine karşın, uygulama ve eylemlerindeki bu ayrılığın iki ana nedeni olmuştur:
ASALA’nın Türkiye ile ilişkisi bulunmayan sivil hedeflere karşı giriştiği ve Türkler dışında masum insanların ölümleri ile sonuçlanan eylemler nedeniyle dünya kamuoyundan tepki topladığı bilinmektedir. PKK, siyasi alanda kazanabileceğini umduğu uluslararası desteği yitirmemek açısından, aynı yanlışlığa düşmemeye özen göstermiştir.
PKK’nın Türkiye içinde ve özellikle Güneydoğu Anadolu’daki yoğun Kürt kökenli nüfusu etkileyerek kendi amaçları doğrultusunda terörist eylemlerde kullanabilme imkânı varken, ASALA Türkiye sınırları içinde aynı imkâna sahip olmamıştır.
ASALA, bugün PKK’nın Türkiye’den sağlayabildiği insan kaynaklarına geçmişte sahip olabilseydi, kuşkusuz eylemlerinin büyük bir bölümünü tıpkı PKK gibi Türkiye içinde gerçekleştirmeyi seçecekti. Türkiye’de yaşayan Ermeni nüfusun hiçbir bölgede yoğunluk kazanmamış olması ve azlığı, daha da önemlisi ASALA’nın çerçevesini çizdiği şiddeti içeren görüşlere katılmaması, ASALA ve diğer Ermeni terör örgütlerine Türkiye’de eylem imkânı vermemiştir.
Sonuçta, PKK ASALA’nın yanlışlarından arınarak ve Türkiye’nin demografik yapısının kendisine sağladığı avantajı kullanarak eylem biçimini ASALA’dan ayırmıştır. Kısaca, PKK’nın eylemlerini biçimsel açıdan ASALA’dan ayırmasının en önemli sebebi, ASALA’nın hak iddia ettiği topraklar üzerinde etkin ve yoğun bir Ermeni nüfusunun bulunmamasına karşın, PKK’nın hak iddia ettiği topraklar üzerinde Kürt kökenli Türk vatandaşlarının yaşıyor olmasından ve bu halkın yeterli bilince sahip olmamasından kaynaklanmaktadır.
Vekâlet savaşları, büyük güçler tarafından aynı Türkiye’de olduğu gibi bugün tüm dünyada ve özellikle Ortadoğu’da başarıyla uygulanmaktadır. Artık bilmeliyiz ki, büyük güçler tarafından Türkiye’ye karşı uygulanan vekâlet savaşlarında nasıl ASALA kullanılmış ve PKK hâlen kullanılıyorsa, günümüzde de FETÖ örgütü kullanılmıştır. Ve artık bilmeliyiz ki, biz Türk milleti olarak hâlâ uyanmaz ve gerekli tedbirleri almazsak, vekâlet savaşları Türkiye’de yeni piyon örgütler ve yeni şekilleriyle büyük güçler tarafından uygulanmaya devam edecektir.
Kültür; bir toplumda ilerlemenin, üretimin, eğitimin, bilimin, güzel sanatların, insan ve toplum anlayışının gelişim düzeyini gösteren araçların tümüdür. Milletlerin dayandığı temel ilkelerin başında kültür gelir. Kültür vasıtası ile iletişim kurar; ailevi, ahlaki yaşantımızı düzenler; tabiatla hatta düşmanlarımızla nasıl mücadele edeceğimizi biliriz. Kültüre bağlılık kısaca dile, ahlaka, örf ve adetlere, tarihe, geleceğe bağlılıktır. Kültür, bir toplumu diğer toplumlardan ayıran ve o topluma ait özel bir yaşam tarzıdır.
Türk kültürünün temellerini M.Ö. 2500 yıllarına kadar geriye, Orta Asya’ya götürmek mümkündür. Ancak araştırmalar halen devam etmektedir. Almanya’daki İnsan Tarihi Bilimi Enstitüsü, Türkçe’nin de dâhil olduğu Trans-Avrasya dillerinin tarihini değiştirecek bir araştırma sonucunu açıklamış ve bugüne kadar 3 bin yıl öncesine dayandığı sanılan bu dillerin aslında 9 bin yıl önce doğduğunu tespit etmiştir.
Türkler M.Ö. 1700’den sonra ilk yurtlarından ayrılarak Orta Asya’nın çeşitli yönlerine dağılmışlardır. Hunlar ve Göktürklerde olduğu gibi kendilerine has bir cihan hâkimiyeti ülküsü ve kendilerine has kültür yapıları ile geniş topraklara sahip devletler kurmuşlardır.
Türklerin 10. yüzyılda İslamiyet’e girmeleri sadece Türkler için değil dünya tarihi için de önemli olaylardan birisi olmuştur. Böylece Türkler, kendileri tarafından oluşturulan ve içinde Türk-İslam sentezi değerleri taşıyan yeni bir kültür yapısı ile İslam’ın liderliğini üstlenmiştir. Bu yeni kültür yapısı ile Anadolu’yu fethetmiş ve Orta Asya’dan sonra Anadolu’yu ikinci vatanları haline getirmişlerdir. Türkler, bu ikinci vatanları Anadolu’da önce Selçuklu Devleti’ni, ardından Osmanlı Devleti’ni kurarak yine cihan hâkimiyeti ülküsü ile dünya tarihini yönlendiren bir devleti ortaya çıkarmışlardır.
Osmanlı dönemlerinde devleti ayakta tutmak ve ortak değerler oluşturmak gayesi ile Türk kimliği arka plana alındığından, Türklük değerleri İslamiyet içinde zamanla erimeye başlamıştır. Ancak Osmanlı Devleti dağılma sürecine girip gayrimüslim unsurlarda bağımsızlık kazanmak için milliyetçilik fikirleri gelişince, Türk kimliği ve kültürü yeniden filizlenmeye başlamıştır.
Osmanlı Devleti’nin yıkılması sonucu işgal kuvvetlerine karşı başlayan Türk’ün ana vatanı Anadolu’yu kurtarmak için yapılan milli mücadelenin kazanılmasında, Türk kimliği ve Türk kültürü yeniden ortaya çıkmıştır.
Kısaca; Atatürk’ün liderliğinde Milli Mücadele ve Cumhuriyet’in kuruluşu ile Türk kimliğinin ve Türk kültürünün yeniden canlanması sağlanmıştır.
Ancak Atatürk’ten sonra; Batı ve özellikle Amerikan hayranlığı giderek yaygınlaşmıştır. Eğitim sistemi, medya ve kültür politikaları yeni nesilde milli kültürden uzaklaşmalara sebep olmuştur. Yabancı dille öğretim yapan orta dereceli okullar ve üniversitelerden milli kültür bilgileri yetersiz insanlar yetiştirilmiştir. Milli kimliğin en önemli unsuru olan Türkçe, özellikle İngilizce’nin istilasına uğramıştır. Türk dili ve kültürü; basın, radyo, televizyon sayesinde giderek yozlaşmıştır.
Yine Atatürk’ten sonra milli bünyede dış güçlerin yön verdiği sağ, sol, etnik kökenler gibi sınıflar oluştuğu, bazı çözülmeler bulunduğu ve kültürel değerlerde bir aşınma olduğu görülmüştür. Yine bazı sözde Atatürkçüler, politik kazançlar sağlamak için yanlış politikalar yürüterek dini değerlere ve milli kültüre zarar vermişlerdir. Sonrasında Atatürk’ün gerçekleştirdiği inkılaplara ve laiklik politikalarına tepki olarak gelişen bazı dini akımlar ve siyasal İslam, milli kültüre bu sefer bazı sözde Atatürkçülerden daha fazla zarar vermiştir.
Bu süreçte yeni nesil, öz milli kültür ve geleneklerinden bir kopuş yaşamıştır. Yeni sağ, sol, etnik, dini, laik düşünceler eski ortak kültürel değerlerin yerini almaya başlamıştır. Ayrıca bütün dünya ile paralel olarak gelişen maddi düşünce dalgası ile toplumda öncelikle para kazanmak ve bunun için her yolun denenmesi meşru sayılmaya başlamıştır.
Kısaca; yanlış Batı ve Amerikan hayranlığı, sağ-sol, etnik çatışmalar ve son zamanlardaki laik-Müslüman çatışması ile yeni maddi düşünceler, Türk milli kültürünü yıpratmıştır.
Geleceğini arayan bir millet ve devlet olarak, gelecekte atalarımız Hunlar, Göktürkler, Selçuklular ve Osmanlılar gibi etkin yer almak istiyorsak ve geleceğimiz için artık çözüm arıyorsak, Bedir Avcı’nın “Bir Nesil İstiyorum” adlı şiiri belki bizlere daimi Türk kültürünü korumamız için bir ışık tutabilir.
Bir Nesil İstiyorum Bir nesil istiyorum! Kökü mazide, dalları ati olsun. Kucaklasın dünyayı, ulu bir çınar olsun. Sarsın şefkat kollarıyla cihanı, Kimsesizlerin kimsesi, sessizlerin sesi, Çaresizlerin çaresi olsun.
Bir nesil istiyorum! Elinde kalem, dilinde kelam, kalbinde iman, Pusatı adaletin kılıcı olsun. Kestiği parmak ne acısın ne de kanasın, Zalimin hasmı, mazlumun nefesi olsun, Hakkı onunla solusun, adaletin tecelligâhı olsun.
Bir nesil istiyorum! Mavzeri omuzlarına yük, Yumrukları dünya kadar büyük olsun. Yumruklarıyla dövüşsün, vursun salibe darbeyi, İzmir’de Hasan Tahsin, Maraş’ta Sütçü İmam, Antep’te Şahin Ağam olsun, yumrukları ile dövüşsün.
Bir nesil istiyorum! Dili Yunus, gönlü Mevlana, Dergâhı ümit dergâhı olsun. Sofrasında açlar doysun, Bereket artsın, Halil İbrahim Sofrası olsun.
Bir nesil istiyorum! Kanije’de “Türk kadar güçlü” dedirten Tiryaki Hasan, Prut’ta Baltacı, Plevne’de Osman Paşa, Çanakkale’de “şahi gülle” kaldıran Seyit Onbaşı olsun.
Bir nesil istiyorum! Okusun, anlasın Kaşgarlıyı, Devlet ricalinde Has Hacip olsun. Erenlerin dergâhının Piri Hace Yesevi, Malazgirt Zaferi’nin sultanı, Sultan Alparslan Han olsun.
Bir nesil istiyorum! Kafkaslarda Şeyh Şamil olsun, Tepsin kara toprağı, Kazaska can bulsun. Erzurum’da bar tutsun, dadaş olsun, Van, Bitlis, Diyarbakır’da omuz vursun, Delilo, lorke olsun. Adana’da “Adana köprü başı” desin, halay çeksin. Ege’de efe olsun, diz vursun, yer oynasın. Bursa’da kılıç çalsın, kalkan dövsün. Narası Köroğlu olsun. Antep’te kız, erkek çepikli oynasın, Ankara’da seymen olsun Keklik Pınarı’nda, Mustafa Kemal Paşa’yı karşılasın.
Bir nesil istiyorum! Azerbaycan’da Bahtiyar Vahapzade, Kars’ta Aşık Şenlik, Erzurum’da Sümmani, Emrah, Reyhani olsun. Maraş’ta sultanü’ş şuara Karakoç, Çukurova’da Karacaoğlan, Toroslarda zulme başkaldıran Dadaloğlu, Sivas’ta dost dost diyen Veysel olsun. Sarsın herkesi gönlünce, hemhal olsun.
Bir nesil istiyorum! Hak kitabı anlayıp, asrın idrakine sunsun, Asım’ın nesli olsun. Kalmasın gözü arkada Arif’in, Gaspıra’da İsmail, dilde, işte Akçura, Diyarbakır’da Gökalp, Ali Emiri olsun, Düşsün alageyiğin ardına, Sevdası Kızıl Elma olsun.
Bedir AVCI
Son söz olarak; bizler, Türk milleti olarak daimi olarak kültürümüzü korumak istiyorsak, 21. yüzyıl dünya gidişatını çok iyi tahlil etmeliyiz. Milli kültürümüzün iktisadi, ahlaki, askeri, siyasi, etnik, dini, tarihi ve maddi cephelerini en son ilmi cephe ile ele alıp, her sahada muhakeme ve mukayese etmeliyiz.
Kısaca; milli kültürümüzü adaletle, saygıyla, yüksek ahlakla ve en son ilmi gelişmelere uyarlayarak inşa etmeli ve de korumalıyız. Ancak o zaman, “Ne Mutlu Türküm Diyene” diyen ve milli kültürünü hep devam ettiren mutlu bir millet olabiliriz.
Avrupalılar kâğıdı ilk kez, icadından bin yıl kadar sonra kullanmış ve XI. ve XII. yüzyıllara kadar da üretmemişlerdir. Avrupalı Hristiyanlar kâğıt yapımını o tarihte İspanya’ya egemen olan ve Avrupa’nın ilk kâğıt fabrikalarını kuran Müslümanlardan (Mağribiler) öğrenmişlerdir.
Türklerin, kâğıdın IX. asırda İslâm dünyasına ve XII. asırda Avrupa’ya intikalinde rolleri olduğu bilinmektedir. Selçuklular döneminde Aydın ve İzmir arasında bir bölgede kâğıt fabrikası ve matbaa kurulup işletildiği, buradan İtalyanların kâğıt imalini öğrendikleri bu öncülüğe bir örnektir.
Yeniçağ’da Avrupa’da meydana gelen olayların en önemlisi matbaanın kuruluşu olmuştur. Avrupa’ya matbaa XV. asırda girerek fikirlerin gelişmesine ve medeniyetin yayılmasına hız kazandırmıştır. Rönesans’ın doğuşunda en önemli etken olan matbaa, Yeniçağ insanlarının dimağlarında bir ışık doğurmuştur.
Yeni fikirlerin kitap halinde yayınlanması ihtiyacı sonuçta matbaayı meydana getirmiştir. Sonuçta yeni fikirlerin yer aldığı kitaplar Yeni Çağ’ın açılmasına büyük katkı sağlamıştır. Bu suretle Orta Çağ’da derebeylerin zulmünden ve din adamlarının vahiyler ile felsefi bilgiler karıştırarak oluşturdukları ve yaydıkları skolastik fikirlerinden geri kalan Avrupalılar, Rönesans ve dinde reform yapmak suretiyle Yeni Çağ’ı açmışlardır. Avrupa, İncil’i çoğaltmak ve yaymak fikriyle 1453-1455 tarihleri arasında matbaayı kullanarak ilk olarak İncil’i basmıştır. XVI. asrın başlangıcında Avrupa’nın her ülkesinde, Rusya hariç olmak üzere, matbaacılık başlamıştır.
Osmanlı Devleti ve İslâm dünyası ise matbaayı Avrupa’ya göre çok geç kullanmıştır. Matbaanın geç kullanılmasının en önemli sebebini kâtip ve hattatlar oluşturmuştur. Osmanlı başkentinde hattatların ciddi bir siyasi ve iktisadi gücü olup, 1682’de İstanbul’da 80.000 hattatın çalıştığı tahmin ediliyordu. Matbaanın devreye girmesi Osmanlı’da ve İslam dünyasında hattat ve kâtipleri işsiz bırakacaktı. Bu sebeple hattat ve kâtipler matbaaya direnmişlerdir. İkinci Beyazıt (1481–1512) ve oğlu Yavuz Selim (1512-1520) zamanında çıkarılan fermanlarla matbaacılık faaliyetleri yasaklanmıştır.
Bütün bu hattat ve kâtiplerin direnişine rağmen, aydın Türk tabakası matbaanın Osmanlı Türk toplumuna yabancı olmadığını, artık derhal kullanılarak bu sayede çok sayıda kitap basılarak toplumun yeniden Avrupa gibi aydınlanması gerektiğini savunmaya başlamıştır.
1720’de Fransa ile bir ittifak anlaşması imkânı aramak için gönderilen bir diplomat, siyaset ve devlet adamı olan Yirmisekiz Mehmet Çelebi Efendi, Fransa’daki yenilikleri incelemiş, Osmanlı’ya döndüğünde oğlu Sait Efendi ile basımevi hazırlıklarına başlamış ve Macar kökenli İbrahim Müteferrika ile 1727 yılında ilk basımevi kurulmuştur. Kurulan bu ilk Türk basımevinde 2 ay sonra Arapça ve Türkçe bir sözlük olan “Vankulu Lügatı” adlı ilk eser basılmıştır.
Ancak yukarıda belirtildiği gibi, Avrupa’da ilk defa 1453-1455 tarihleri arasında matbaayı kullanarak ilk olarak İncil basılmıştır. Fakat Osmanlı’da ilk defa matbaa 1727 tarihinde kurulmuş ve ilk eser basılmıştır. Kısaca, ilk Türkçe kitap Avrupa’dan üç asır sonra İstanbul’da basılmıştır. Osmanlı Devleti, matbaa örneğinde olduğu gibi, müspet bilimlerin önemini geç anlamış ve geç harekete geçmiştir. Kâğıt, matbaa gibi buna örnektir.
Yalova’da İbrahim Müteferrika, pahalı olan yazma eserleri daha ucuza basabilmek ve herkesin satın almasını sağlayabilmek için 1741 yılında bir kâğıt fabrikasını kurmak için teşebbüse geçmiştir. Ancak Yalova Kâğıt Fabrikası, 10 ile 15 yıl arası çalıştıktan sonra kapanmıştır. Çünkü Avrupa kâğıtlarına karşı rekabet edememiştir.
Beykoz Kâğıt Fabrikası, 14 Mart 1804’te kurulmuş ve Nisan 1832 tarihine kadar faal bir şekilde çalışmıştır. Fabrikanın gelişmemesinin en büyük sebebi, başlangıçta insan gücüne ihtiyaç gösteren bu cins tesislerin yerini XIX. yüzyılın başlarında makinenin almasıdır. Kâğıdın mekanik imalinde ilk inkılap, Nicolas Louis Robert tarafından 1798’de meydana getirilmiştir. Elle çalıştırılan kâğıt fabrikalarında günde 25-35 kilo kâğıt imal edilirken, bu defa günde 350 kilo kâğıt yapılmaya başlanmıştır. Bundan ötürü, Beykoz Kâğıt Fabrikası gibi elle çalıştırılan tesisler kapanmıştır.
İzmir Kâğıt Fabrikası 1843 yılında faaliyete geçirilmiştir. Ancak kurulurken yapacağı kâğıtların ucuz olması planlanan bu fabrika da, üretilen bir tabaka kâğıt fiyatı 10 yıl içinde iki buçuk misli artış gösterirken, Avrupa’daki kâğıt fabrikaları kâğıt fiyatlarını yarı yarıya düşürmüşlerdir. Bundan ötürü, yerli imalat kâğıtlar yabancı kâğıtlarla rekabet edememiş ve piyasaya hâkim olamamışlardır.
Hamidiye Kâğıt Fabrikasının kurulmasına 1887 yılında karar verilmiştir. Serkarin Osman Bey’e bu fabrikayı kurmak ve imtiyazı için 50 yıl boyunca II. Abdülhamit tarafından imtiyaz verilmiştir. 50 yıl sonra fabrika devletin olacak, imtiyaz sahibine makine ve diğer malzemelerin parası ödenecektir. İmtiyaz sahibi Osman Bey, bu fabrika için İngilizlerin de ortak olduğu “Hamidiye Kâğıt Fabrikası” yahut “Ottoman Paper Manufacturing Company Limited” adlı bir şirket kurmuştur. Bu fabrikanın çalıştırılamamasında ortak İngiliz şirket etkili olmuştur. İngiliz Masson Scott Firması kâğıt makinesi üreticisi olduğundan bu fabrikaya ilave ihtiyaç duymamış, ayrıca kâğıt üreten müşterileri ile rekabete girmemek için fabrikayı çalıştırmayarak kendi haline bırakmıştır. Böylece kâğıt üretimini engellemiştir.
Birinci Dünya Savaşı’nın başlamasıyla 1915 yılında, Osmanlı Devleti ile aynı ittifak içinde yer alan Almanya, harp malzemesi yapılmak üzere Hamidiye Kâğıt Fabrikası makinelerinin kırılmasını ve kendilerine teslimini talep etmiş, bu talep yerine getirilmiştir. Sonuçta, Almanlar, ileride kendi kâğıt sanayilerine rakip olabilecek Osmanlı Devleti’ne ait bir fabrikayı ortadan kaldırmak için bir başlangıç yapmışlardır. İstanbul’un işgali üzerine, harp malzemesi yapılmak üzere bu sefer Almanya, bütünüyle Hamidiye Kâğıt Fabrikası’nın makinelerine ilaveten fabrikanın tümünün parçalanmasını ve kendilerine teslimini istemiş, fabrika dağıtılmıştır. Modern bir zihniyetle kurulmuş olan bu fabrika, I. Dünya Savaşı felaketi ve Almanya’nın baskısı yüzünden tahrip edilmiştir.
Sonuçta Osmanlı Devleti, kâğıt sanayisinin temelini kuramamış ve her zaman ileri Avrupa ülkeleri için bulunmaz bir pazar olmuş, kâğıdı hep ithal etmek durumunda kalmıştır. Ancak Osmanlı Devleti, bu kâğıt ithalatını bugün bizlere derin dersler vererek yapmıştır.
“Osmanlı Devleti’nin son 30-40 yılında kâğıt, değer olarak toplam ithalatın %1’inden biraz az yer tutarken, buna karşılık kahve ithalatı oranı kâğıdı minimum 3 kat aşmakta ve ithalatın %2.4 ile %4’lük bir bölümü kahveye ayrılmış bulunmaktadır.”
Bu durumun en temel nedeni, kâğıt ve matbaa alanındaki gelişmelerden geri kalınması ile ilk Türkçe kitabın Avrupa’dan 287 yıl sonra basılmasındaki gerçek olaylarda olduğu gibi, Osmanlı Devleti’nin ve toplumunun dünyadaki ve Avrupa’daki gelişmelerden geri kalmış olmasıdır. Bu geri kalmışlığa rağmen kahve ithalat oranının kâğıt ithalat oranını minimum 3 kat aşmakta olduğunda görüldüğü gibi, savurganlık ve bilinçsizlik ile aşırı harcamalar devam etmiştir.
Sonuçta Osmanlı Devleti batmıştır. Bu çarpıcı kâğıt ve kahve ithalat oranları, zamanında Osmanlı Devleti’nin ve toplumunun kâğıda, dolayısıyla kâğıdın temsil ettiği gelişmeler ile temel ihtiyaç düzeyini aşan gösterişe yönelik harcamalara verdiği önem derecelerini göstermesi açısından, Cumhuriyetimizin ikinci yüzyılında olan bizler tarafından mutlaka dikkate alınmalıdır.
Peki, Cumhuriyet döneminde bulunan bizler, gelişmenin sembolü olan kâğıt ve temel ihtiyaç düzeyinin çok üstünde aşırı harcamanın küçük bir örneği olan kahveyi dikkate aldık mı?
Cumhuriyet döneminde kurulan ilk kâğıt sanayi, “Sümerbank Selüloz Kâğıt Sanayii” adı ile 1936 yılında İzmit’te işletmeye açılmış, müessese, 1955 yılında 6560 sayılı Kanunla bir iktisadi devlet teşekkülü niteliğine dönüştürülerek “Türkiye Selüloz ve Kâğıt Fabrikası İşletmesi Genel Müdürlüğü (SEKA)” adını almıştır. Başlangıçta biri kâğıt, biri karton imal eden 2 makine ile kurulan 1. Kâğıt Fabrikası’nı 1944’te II. Kâğıt, Odun ve Saman Selülozu, 1945’te Klor-Alkali, 1954’te III. Kâğıt, 1960 yılında V. Kâğıt, 1961 yılında VI. Kâğıt Fabrikaları ve 1963 yılında yeni bir sigara kâğıdı makinesinin işletmeye açılması izlemiştir. Bu suretle SEKA, 5 kâğıt fabrikası, 2 selüloz fabrikası ve 1 klor-alkali fabrikası ile geniş bir bütünleşik kuruluş haline gelmiştir. Bundan başka, Çaycuma kraft selülozu, kraft kâğıdı ve yarı kimyevi selüloz fabrikası 1970 yılında, Aksu mekanik odun hamuru ve gazete kâğıdı fabrikası 1970 yılında, Dalaman sülfat selülozu, vizkoz selülozu, yazıtabı kâğıdı ve karton fabrikası da 1971 yılında üretime başlamıştır.
Milli kâğıt yapımı için bütün bu gelişmeler devam ederken, zamanla bir yavaşlama olmuş ve yıllar 1997’yi gösterdiğinde ise milli kâğıt yapımından vazgeçildiği görülmektedir. Özelleştirme Yüksek Kurulu’nun 06.12.1997 tarih ve 1997/54 sayılı kararı ile SEKA özelleştirme kapsamına, 15.07.1998 tarihinde ise 1998/51 sayılı karar ile özelleştirme programına alınmıştır. Yöntem olarak “varlık satışı” benimsenmiş ve SEKA müesseseleri önce işletmeye, KİT statüsü de anonim şirket statüsüne dönüştürülmüştür.
Özelleştirme Yüksek Kurulu’nun 14.09.1998 tarih ve 1998/71 sayılı kararı ile SEKA İzmit işletmesinin kapatılması ve arsalarının yeşil alan, spor alanı, otel alanı ve lüks konut olarak İzmit Büyükşehir Belediyesi’nce yapılan imar planı doğrultusunda düzenlenmesi, bu düzenleme içerisinde yer alan yeşil alanların ve spor alanlarının İzmit Büyükşehir Belediyesi’ne devri kaydı ile uygun görülmüştür. Ancak bu karar, Kocaeli halkı ve SEKA çalışanlarının yoğun tepkisi ile karşılandığından, özelleştirme işlemi iptal edilmiştir. Tarihler 10 Mart 2005 tarihini gösterdiğinde ise SEKA İzmit İşletmeleri, Hükümet ve Türk-İş arasında yapılan protokol sonucunda, çalışanları ve tüm varlıkları ile beraber İzmit Büyükşehir Belediyesi’ne devredilmiştir.
Böylece 1936 yılında başlayan milli kâğıt üretimi, 2005 yılında son bulmuştur.
Osmanlı’nın bize bıraktığı ilk derin ders olan kâğıdı hatırladınız mı?
Ve nerelere harcama yapacağımızı mutlaka bilmeliyiz.
Osmanlı’nın bize bıraktığı ikinci derin ders olan kahveyi hatırladınız mı?
Biz, Türkiye Cumhuriyeti Devleti ve Türk Milleti olarak tarih sahnesinde sonsuza kadar kalmak istiyorsak, dünyadaki tüm gelişmeleri takip etmeli, tüm engelleri aşmalı ve milli üretime yönelmeliyiz. Ve harcamalarımızı temel ihtiyaçları göz önüne alarak, gösterişe yönelik değil bilimsel ve akılcı yapmalıyız.
Makine Kimya Endüstrisi ( MKE ) Kurumu Cumhuriyet tarihi sürecinde Türkiye savunma sanayi içinde önemli bir görev almıştır. MKE Kurumunun Türkiye savunma sanayi tarihinin oluşmasındaki yeri ve yaptığı katkıları görünür kılmak ve de yaptıklarının sergilenmesinin sağlanması amacıyla bir müze kurulmasına karar verilmiştir.
MKE Genel Müdürlük Tandoğan Yerleşkesinde başta Milli Savunma Bakanlığı, Kültür ve Turizm Bakanlığı, Bilim Sanayi ve Teknoloji Bakanlığının yetkilileri ile Savunma Sanayi Müsteşarı ve Kuvvet Komutanları, Kurum yetkilileri ve personelinin ortak katılımıyla MKE İmalat-ı Harbiye Müzesi kurulmuş olup, 22 Mayıs 2013 tarihinde açılışı yapılmıştır.
Bu müzeyi gezerken emekli bir topçu subayı olarak dikkatimi en çok bir topçu kovanı çekti ve bu kovanının geçmişini resmi tanıtım levhasından hemen okudum. Ancak bu kovanın geçmişini okurken yeni bir tarihçi olarak hem üzüntüden hem de sevinçten göz yaşlarımı hiç tutamayarak sürekli ağladım. İlk olarak bu kovanın Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulmasında aldığı önemli rolü her Türk vatandaşı tarafından bilinmesi gerektiğini değerlendirdim. Şimdi sizlere hem bu müzenin resmi tanıtım levhasından hem de diğer kaynaklardan bulduğum bu kovan ile ilgili bilgileri özetleyerek aktarmak istiyorum.
Gazi Kovan
Mart 1921 İnönü Ovası, insanın kemiklerine kadar işleyen buz gibi bozkır ayazında Ethem Çavuş’un sırtı üşüyor, avuçları ise kızgın mermi kovanlarına çıplak elle dokunduğu için alev alev yanıyordu.
Top atışı on sekiz saattir durmaksızın sürüyordu. Ethem Çavuş, 75 mm’ lik topu durmaksızın dolduruyor, her seferinde besmele çekip keşif kolundan bildirilen menzillere kıyamet yağdırıyordu. Sandıkta kalan sondan üçüncü mermiyi aldığında bir an duraksadı. Merminin üzerine bir çaput sarılıydı. Çaputu sökerken avucuna kalem büyüklüğünde demir bir çubuk düştü. Çaputun ve çubuğun anlamını çözmeye çalışırken sarı metalden mermi kovanına kazınarak yazılmış yazıya gözü ilişti. Okumaya vakti yoktu.
Mermiyi topa sürüp ateşledi. Demir çubuğu cebine, boş kovanını ise bu sefer sandığa değil yere attı. Birkaç dakika sonra soğumuş olan kovanı kaybolmaması için yerden alıp mintanının yakasından içeri attı.
Akşam ezanı vaktinde çarpışma durulmuş, mevzileri ileri, düşman hatlarına doğru ilerletme emri gelmişti. Batarya komutanı, Ethem Çavuş’a istirahat verdi. İlk iş olarak boş kovanı çıkarıp üzerindeki yazıyı okudu.
Kovanın üzerinde “Karahisarlı Seyfi Çavuş. 4.Alay 2.Tabur 8.Batarya 26 Rebiyülahir 1339 İnönü” yazıyordu. Birinci İnönü savaşının en kızgın günlerinden birinde düşülmüş not ve mermiyle gelen demir çubuk, İmalat-ı Harbiye atölyelerinde çalışanların bir mesaj istediğini gösteriyordu.
Kurtuluş Savaşında boşalan kovanlar Ankara’daki atölyelere yollanır, oradan tekrar doldurulup cepheye dönerdi.
Üç saat sonra gecenin iyice çökmesiyle savaş tamamen durulmuş, birlikler yeni mevzilerine yerleşmişti. Ethem Çavuş, cebindeki demir çubuğu çıkarıp bir köşeye oturdu. Epeydir sakladığı az bir tütün ile sigara kâğıdı kalmıştı elinde. Yaktı sıgarasını ve çubuğa baktı tekrar. Ucu sivriltilmiş çubuk, bakır ustalarının “kalem” dedikleri, metal üzerine desen oymaya yarayan keskin bir aletti. Eline yumruk büyüklüğünde bir taş alarak hafif tıklamalarla kendi mesajını kovana kazıdı.
Beş gün sonra Ankara’da Atölyenin bir köşesinde cepheden gelen sandıkları açan kalfa, tezgahlardan birinde harıl harıl çalışmakta olan ustaya seslendi: Sesinde, eşi doğum yapmış bir adama bebeğini müjdeleyen ebenin heyecanı vardı..
Hepsi sandıkların olduğu kısma koşturarak kovanın üstündeki yazıyı okumak için toplandılar. Tabii ki bu şeref Kamil Usta’ya aitti. Yüksek sesle Ethem Çavuş’un notunu okudu. Atölyede bir bayram havası esmişti. Tüm çalışanlar, Kamil Usta’yı yeni baba olmuş biri gibi kutluyor, hayır duaları ediyorlardı. Ustalar, iş tezgâhlarından birinin başında toplandılar. Kamil Usta kovanın ağzının eğilen yerlerini düzeltip özenle kapsülünü yeniledi. İçine barutunu doldurduktan sonra yeni bir çekirdeği kovanın ağzına oturttu. Mermi hazır olunca, Ethem Çavuş’un kovanın içinde geri yolladığı çelik kalemi yeni bir çaputla merminin üzerine sardı. Kundaklanmış mermiyi şefkatle tutarak yeni doldurulan bir sandığa yatırdı. Çalışanlar hep bir ağızdan “Allah kavuştursun” deyip işlerinin başına döndüler. Kamil Usta, halen açık duran sandığa yatırdığı mermiye hüzünle bakıp
“Selametle git aslanım. Allah muvaffak etsin. Çok bekletme bizi” dedi.
Kovan, Birinci İnönü savaşı sıralarında üzerindeki ilk notla Kamil Usta’nın eline geçtiğinde bu fikir doğmuştu. Karahisarlı Seyfi Çavuş’un başlattığı bu geleneğin süreceğinden emin değildi, ama denemeye değerdi. Nitekim Aksekili Ethem Çavuş umutlarını boşa çıkarmamıştı. Cephede patlayan her merminin kovanı buradaki ustaların elinden geçtiğine göre bir aksilik olmazsa yeniden görüşeceklerdi.
Eylül 1922 Ankara..1,5 yıl içinde kovan 8 kere daha atölyeye uğradı. Üzerindeki mesajların sayısı da sekize ulaşmıştı. Mesaj yazanların sekizi de başka alay ve taburlardan farklı kişilerdi. Kovan her keresinde atölyedekilere daha büyük bir coşku yaşatıyor, İstiklal Savaşı’nın her zorlu durağından Ankara’ya barut, kan ve zafer kokusu taşıyordu. Türk ordusunun İzmir’e girdiği gün Ankara’da bayram havası eserken kovan yeniden gelmiş, ama bu sefer tüm atölyeyi yasa boğmuştu.
Kovanın içinde, çelik kalemin yanı sıra bir mektup ile bir tane de bakır künye vardı. Kovanın üzerine kazınmış dokuzuncu notta;
Selamünaleyküm gayretperver ustalar. Allah’a şükürler olsun ki mendebur düşman kaçıyor. Muzaffer Türk ordusu 5 gündür durup dinlenmeksizin kafiri kovalıyor. Güzel İzmir’e, kalplerimizdeki imanımız kadar yakınız artık. 2 gün evvel Banaz’daki muharebede bataryamın çavuşlarından Seyfi, kalleş düşmanın kurşunuyla şahadete ermiştir.
Cenazesini sıhhiyecilere teslim etmeden önce mintanının içinde bu kovanı buldum. Malumunuzdur ki vefat eden neferin künyesi ailesine yollanır. Lakin beş gün önce Karahisar’ı ele geçirdiğimizde, Seyfi Çavuş`un ailesinin düşman tarafından katledildiğini öğrendik. Bu kahraman Türk evladı kederini yüreğine gömüp anacığını, babacığını defnedemeden düşmanın peşine düştü, 3 gün sonra kendisi de hakkın rahmetine kavuştu.
Kovandaki yazılardan anladığım üzere bu topçu neferlerin bir ailesi de sizler olmuşsunuz. Bu sebeple Seyfi Çavuşun künyesini sizlere yolluyorum. Başımız sağ olsun. Hayır dualarınızı bizlerden, Fatihalarınızı aziz şehitlerimizden esirgemeyiniz. Hakkın rahmeti üzerinize olsun.
Mektup bittiğinde tüm personel ağlıyordu. Atölyeye bir ölüm sessizliği çökmüştü. Hiç tanımadıkları halde iki satır yazıyla kardeş oldukları Seyfi Çavuşun ardından Fatiha okuyup amin dediler. Kamil Usta yutkunarak tezgahının başına oturdu. Kovanı yeniledi ama bu sefer, minik iki perçinle Seyfi Çavuşun künyesini kovanın dibine çaktı. Yine her zamanki merasimle mermiyi kundaklayıp sandığa yatırdı.
Oysa o mermi bir daha düşman mevzilerine gönderilmeyecekti.
Ocak 1923 Ankara.. Savaşın bitmesinin ardından Ankara’daki mühimmat depolarında sayım ve temizlik yapılıyordu. Sandıklar tek tek açılıyor, mermiler sayılıp yeniden sandıklamıyor ve kayda geçirilip daha tertipli bir cephaneliğe gönderiliyordu. Teğmen Hamdi Vasıf, Kamil Usta’nın hazırlayıp kundakladığı mermiyi buldu. Böyle bir anının belki de yıllarca sandıkların İçinde kalmasına gönlü elvermedi. Ciddi bir suç işliyor olmayı göze alıp mermiyi evine götürdü. Niyeti, ömrünün sonuna kadar mermiyi bir anı olarak saklamaktı.
29 Ekim 1923 Ankara. Teğmen Hamdi Vasıf, Ankara kalesine çıkan dik sokakları koşarak tırmanıyordu. Soğuğa rağmen kan ter içinde kalmıştı. Yarım saat önce 20.30 sıralarında Meclis’ten, Cumhuriyetin ilan edildiği duyurulmuştu. 101 pare top atışıyla Cumhuriyet kutlanıyordu ve Seyfi Çavuşun mermisi bu şöleni kaçırmamalıydı. Yetmiş, belki de sekseninci atışta topçuların yanına ulaşabilmişti.
Teğmen Hamdi Vasıf, Yüzbaşı Muhsin Talat’ın yanına giderek sert bir asker selamı verdi: “Hamdi Vasıf Edirne.! Bir maruzatım var komutanım” Yüzbaşı sorar gözlerle genç subaya bakıyordu. “Evet teğmenim. Sizi dinliyorum” Teğmen, üniformasının içinden mermiyi çıkarıp yüzbaşıya uzattı: “101. pareyi en çok bu mermi hak ediyor komutanım. Müsaadenizle bu şerefi ondan esirgemeyelim.”
Yüzbaşı Muhsin Talat gözlerine inanamamıştı. Sevinç gözyaşlarını tutamadı. O kadar heyecanlanmıştı ki neredeyse aralarındaki rütbe farkına bakmaksızın genç teğmenin ellerini öpecekti. Mermiyi alıp çekirdeğini dikkatlice yerinden çıkardı. Kovanın tepesine bir bez parçası tepip iyice sıkıştırdı. Subay şapkasını çıkarıp surun üzerine koydu. Mermiyi şapkanın içine yatırdı.
Toplar atışlara devam ediyordu.82, 83, …, 97, 98, 99… On dakika kadar sonra, atışları sayan çavuş “Yüzüncüyü attık komutanım” deyince, Muhsin Talat, kovanı topun yatağına kendi elleriyle sürerek ateş emrini verdi.
Subayların kılıçlarını çekerek selamladığı o son top sesi Ankara’nın her duvarından yankılanıp 4 yıllık İstiklal Savaşı’nın tüm hikâyesini anlatmıştı sanki. Rütbe ve mevkilerine bakmaksızın topun başındaki tüm askerler kucaklaşarak birbirlerini kutladı. Son olarak Yüzbaşı Muhsin Talat ile Teğmen Hamdi Vasıf sarıldılar. Kovan ayaklarının dibindeydi. Yüzbaşı eğilip saygıyla kovanı yerden aldı. Avuçlarının yanmasına aldırmadı bile.
Hamdi Vâsıf, Yüzbaşının kovanı biliyor olmasına şaşırmıştı. Yüzbaşı Muhsin Talat, sorar gözlerle kendisine bakan genç subaya ötedeki, üzeri son baharın son kır çiçekleriyle ve iki küçük Türk bayrağıyla süslenmiş masayı işaret etti. ‘Gelin Teğmenim. Bizim çocuklar çay demlemiş. Çay içip sohbet edelim. Size kovanın hikâyesini bildiğim kadarıyla anlatayım ve sizin hikâyenizi dinleyeyim’ dedi.
Dört gün sonra kovan, Millet Bahçesinde bir tahta masanın üzerindeydi ve çevresinde üç adam oturmuş sohbet ediyorlardı. Yüzbaşı Muhsin Talat, Teğmen Hamdi Vâsıf ve Kâmil Usta. O gün aralarında bir karar aldılar. Kovanı her yıl Cumhuriyet Bayramı’nda değiş tokuş etmek üzere nöbetleşe saklayacaklardı. Kovanın nihai sahibi, içlerinde en son ölen kişi olacaktı. 1934’deki soyadı kanununda bu üç adam da ‘Gazikovan’ soyadını almışlar, kovanın aracılığıyla isim kardeşi olmuşlardı. 1936 yılında Kâmil ustanın ve 1942 yılında Muhsin Talat’ın vefat etmesiyle kovan Hamdi Vâsıf Gazikovan’a kaldı.
Gazi Kovan da, hikâyesi de zaman içerisinde unutuldu gitti. Ancak 2005 yılında bu Gazikovan İstanbul Maltepe de bir çöp kutusunda bulundu. Evet yanlış okumadınız, anı defteriyle beraber bir çöp kutusunda tesadüfen bulundu.
Duyarlı temizlik işçileri tarafından Türk Silahlı Kuvvetlerine ulaştırılan Gazi Kovan bir süre Polatlı Topçu ve Füze Okulu müzesinde sergilendikten sonra Genelkurmay Başkanlığı tarafından Makine ve Kimya Endüstrisi kurumuna hediye edilmiş ve şimdi MKE İmalât-ı Harbiye Müzesi ‘nde sergilenmektedir. Müze hafta içi 09.00-17.00 saatleri arasında ücretsiz olarak hizmet vermektedir.
İşte bizler Türkiye Cumhuriyeti evlatları, bu kutsal vatanımızın düşmandan nasıl kurtarıldığını bilmeli ve hepimizin özgürlüğünün hedeflendiği Cumhuriyetimize ve de vatanımıza önce ilimle, bilgiyle gerektiğinde ise canımız ile sahip çıkmalıyız
Ortadoğu; üç büyük dinin ortaya çıktığı, tarihin yazıldığı, uygarlıkların yeşerdiği, petrol ve doğalgaz zengini olan, bütün güçlü devletlerin tarih boyunca kontrol etmek için mücadele verdiği dünyanın en kritik coğrafyasıdır.
Bugün Ortadoğu denilince; siyasi istikrarsızlıklar, terör, yapay devletler, yetersiz idareciler, karışık etnik yapılar, petrol, doğalgaz, su, göçler, savaşlar ve insanlık dramları anlaşılmaktadır.
19 Mayıs 2024 tarihinde İran Cumhurbaşkanı İbrahim Reisi ve beraberindeki heyeti taşıyan helikopter sebebi halen tespit edilemeyen bir şekilde düşmüş ve İran Cumhurbaşkanı burada ölmüştür. Bütün şüpheler İsrail üzerine yoğunlaşmıştır.
24 Temmuz 2024 tarihinde Uluslararası Adalet Divanı’nda soykırımdan yargılanan İsrail’in Başbakanı Binyamin Netanyahu, Washington’a, Amerika Kongresi’nde bir konuşma yapmak için geldi. Netanyahu, konuşması için Kongre’ye girmesinin ardından 210 saniye boyunca büyük bir coşkuyla ayakta alkışlandı. 50 saniyede bir konuşması Kongre üyelerince alkışla kesildi ve konuşması süresince 72 kez Kongre üyelerince ayakta alkışlandı. Ancak İsrail Başbakanı Netanyahu, ABD Kongresi’nde konuşması sırasında İsrail’in Gazze’deki 39 binden fazla masum insanın öldürülmesine ulaşmış katliamı hala devam ediyordu. Konuşmasında İsrail’in HAMAS, Hizbullah ve Husilerle savaştığında İran’la savaştığını ve sonuç olarak ABD’yi koruduğunu dile getiren Netanyahu, “Bizim düşmanlarımız sizin (Amerika) düşmanlarınızdır. Bizim (İsrail) zaferimiz sizin (Amerika) zaferiniz olacaktır.” ifadelerini kullandı ve bu konuşması sonrası alkışlar bir arada yükseldi.
25 Temmuz 2024 tarihinde ise İsrail Başbakanı Netanyahu, ABD Başkanı Joe Biden ve önümüzdeki dönem aday olacak Kamala Harris ile Beyaz Saray’da ayrı ayrı görüştü.
27 Temmuz 2024 tarihinde İsrail’in işgali altındaki Golan Tepeleri’nde bulunan Mecdel Şems bölgesine yönelik roket saldırısında 12 İsrail vatandaşı hayatını kaybetti. Raporlara göre bu saldırı, Gazze Şeridi’ndeki çatışmaların başlamasından beri İsrail’in işgali altındaki topraklarda gerçekleşen en ölümcül saldırı oldu. Netanyahu bu saldırı sonrası ABD’den erken dönmeye karar verip Hizbullah için intikam yemini etmiş ve İsrail ordusu Lübnan’ın güneyinde farklı noktalara hava saldırısı düzenlemiştir.
30 Temmuz 2024 tarihinde ise yeni görevi alacak İran Cumhurbaşkanının yemin töreni için İran’ın başkenti Tahran’da bulunan HAMAS lideri İsmail Haniye kaldığı konutta uğradığı suikastta hayatını kaybetmiştir. HAMAS bir açıklama yaparak “Siyonist bir saldırı sonucu HAMAS lideri İran’da öldürüldü. Bu suikast korkakça bir eylem ve cezasız kalmayacak.” derken, İran Devrim Muhafızları da Haniye’nin Tahran’da bir suikast sonucu öldürüldüğünü doğrulamıştır. İran’da 3 günlük yas ilan edilmiştir.
7 Ekim 2023 tarihinde İsrail roketlerinin Gazze’yi vurması ile Ortadoğu-Filistin’de bir insanlık dramı başlamış ve bu acı dram sonrası artarak devam eden İsrail saldırıları Ortadoğu’yu büyük bir savaşa doğru sürüklemektedir.
İsrail’in hedefi, bayrağında açıkça simgeleşmiş Nil ve Fırat nehirleri arasındaki bölgeyi ele geçirmek veya kontrol etmektir. Sonuçta şu an için İsrail, başta Amerika’yı arkasına alarak İsrail bayrağındaki simgeleşmiş hedeflerini mutlaka gerçekleştirmek istemektedir. Yeni hedefinin ise İran olacağı anlaşılmaktadır.
Ünlü yazar Dante, “Küçük bir kıvılcımdan koskoca bir alev doğar.” demiştir. Temmuz 2024 tarihindeki bu olaylar, Ortadoğu’da İran’ın dâhil olacağı yeni savaşlara zemin hazırlamıştır.
Uluslararası Adalet Divanı’nda soykırımdan yargılanan İsrail’in Başbakanı Binyamin Netanyahu, Washington’a 24 Temmuz 2024 tarihinde Amerika Kongresi’nde bir konuşma yapmak için geldi. Netanyahu, konuşması için Kongre’ye girmesinin ardından 210 saniye boyunca büyük bir coşkuyla ayakta alkışlandı. 50 saniyede bir konuşması Kongre üyelerince alkışla kesildi ve konuşması süresince 72 kez Kongre üyelerince ayakta alkışlandı. Ancak İsrail Başbakanı Netanyahu, ABD Kongresi’nde konuşması sırasında İsrail’in Gazze’deki 39 binden fazla masum insanın öldürülmesine ulaşmış katliamı hala devam ediyordu.
Netanyahu; Gazze’de çoğu kadın ve çocuklardan oluşan 39 binden fazla Filistinli’nin hayatını kaybettiği savaşı ”medeniyet ve barbarlık” arasında yapılan bir savaş olarak ifade etti. “Bu ölümü yüceltenlerle yaşamı kutsayanlar arasındaki çatışmadır. Medeniyet güçlerinin zafer kazanabilmesi için ise Amerika ve İsrail’in bir arada durması gerekiyor. Çünkü bir arada durduğumuzda çok basit bir şey oluyor, biz kazanıyoruz ve onlar kaybediyor. Dostlarım, bugün size bir şeyin teminatını vermeye geldim. Kazanacağız.”
İsrail’in Hamas, Hizbullah ve Husilerle savaştığında İran’la savaştığını ve sonuç olarak ABD’yi koruduğunu dile getiren Netanyahu, “Bizim düşmanlarımız sizin ( Amerika) düşmanlarınızdır. Bizim (İsrail) zaferimiz sizin (Amerika) zaferiniz olacaktır” ifadelerini kullandı ve bu konuşması sonrası alkışlar bir arada yükseldi.
Amerika Başkanı Joe Biden’a “Başkan ile 40 yıldır tanışıyoruz ve kendisine yarım asırdır İsrail’in dostu olduğu ve kendi ifadeleriyle İrlanda asıllı Amerikalı bir Siyonist olmaktan gurur duyduğu için kendisine teşekkür etmek istiyorum.” dedi ayrıca İsrailli esirlerin kurtarılması için gösterdiği çabalardan dolayı da teşekkür etti.
Netanyahu ayrıca eski başkan Donald Trump’a ise başkanlığı döneminde İsrail’in önceliklerine önem verdiği için ayrıca teşekkür etti.
Netanyahu konuşması sırasında kongre salonu dışarıda Filistin eylemleri yapan Amerikalı öğrencilere “İran’ın kullanışlı aptalları” dedi ve konuşmasının birçok yerinde İran’ı Ortadoğu’da kendileri için büyük bir tehlike olarak işaret etti.
25 Temmuz 2024 tarihinde ise İsrail Başbakanı Netanyahu, ABD Başkanı Joe Biden ve önümüzdeki dönem aday olacak Kamala Harris ile Beyaz Saray’da ayrı ayrı görüştü.
Peki bizler soykırım ile suçlanan İsrail Başbakanı Netanyahu ABD Kongresi üyelerince niçin ayakta karşılandı ve konuşması devamlı alkışlandı diye hiç düşündük mü? Peki bizler Amerika’nın iki başkan adayı ile Beyaz Saray’da niçin ayrı ayrı görüştü hiç merak ettik mi?
İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu’nun 24 Temmuz 2024 tarihinde Amerikan Kongresinde yaptığı bu tarihi konuşmada bahis ettiği konular ve takdir ettiği kişiler ile 25 Temmuz’da Beyaz Saray’da yaptığı ikili görüşmeler çok derin tarihi gerçekleri ve hedefleri bizlere üstü kapalı olarak özetlemektedir.
Aslında önceki köşe yazılarımızda parça parça bu tarihi gerçeklere ve hedeflere yer vermiştik. Şimdi bu köşe yazımızda bir bütün olarak bu tarihi gerçekleri ve hedefleri açmak istiyoruz.
7 Ekim 2023 tarihinde İsrail roketlerinin Gazze’yi vurması ile Ortadoğu-Filistin’de bir insanlık dramı başlamış ve bu acı dram sonrası artarak devam eden İsrail saldırıları Ortadoğu’yu büyük bir savaşa doğru sürüklemektedir.
Ortadoğu; üç büyük dinin ortaya çıktığı, tarihin yazıldığı, uygarlıkların yeşerdiği, petrol, doğalgaz zengini ve bütün güçlü devletlerin tarih boyunca kontrol etmek için mücadele verdiği dünyanın en kritik coğrafyasıdır.
Bugün Ortadoğu denilince; siyasi istikrarsızlıklar, terör, yapay devletler, yetersiz idareciler, karışık etnik yapılar, petrol, doğalgaz, su, göçler, savaşlar ve insanlık dramları anlaşılmaktadır.
Strateji uzmanları bir bölgede gerçekte ne olduğunu bulmak için hep ‘’Bir bölgede çıkan olaylardan aslında kim kazanıyor? ‘’ sorusunun cevabını ararlar. O zaman Ortadoğu’nun yakın tarihine kısaca bir bakalım.
II. Dünya Savaşı’nın Ortadoğu yönünden günümüze kadar sürekli rahatsızlık yaratan en önemli sonucu; Ortadoğu’nun göbeğinde, Filistin’de temelleri I. Dünya Savaşı sonrasında atılmış bir İsrail Devletinin kurulmasıdır.
Sonrasında; Arap-İsrail savaşları olmuş, İsrail kazanmıştır, İran- Irak Savaşı olmuş, İsrail karlı çıkmıştır. Suriye’de iç savaşlar olmuş, İsrail Golan tepelerinin sahibi olmuştur. Filistin Kurtuluş Örgütü ile Hamas birbirleri ile savaşmış, Filistin zayıflamış ve İsrail güçlenmiştir.
Irak’a ABD müdahale etmiş, İsrail’in bölgede güvenliği artmıştır. Barzani 25 Eylül 2017’de bağımsızlık referandumu yapmış, bu referandumu Ortadoğu’da sadece İsrail desteklemiştir. PKK/PYD Türkiye’ye karşı ABD ile birlikte taraf olmuş, İsrail’in eli güçlenmiştir
Balyoz, Ergenekon, FETÖ gibi iç mücadelelerle yıpranmış bir Ordu ve Türkiye kalmış, ama pazarlık gücü artmış ve Ortadoğu’da etkinliği artmış bir İsrail ve ABD bulunmuştur.
Tek tanrılı üç dinin mensubları olan Museviler, Hristiyanlar ve Müslümanlarca kutsal kabul edilen Kudüs İsrail tarafından başkent yapılmış, Müslümanlarca ilk kıble olarak kullanılmış Kudüs’teki Mescid-i Aksa’da 14 Temmuz 2017 tarihinden beri abluka uygulamaktadır. Cami girişlerine metal dedektörler, kontrol noktaları ve kameralar koyarak Müslümanların serbestçe ibadet etmeleri ve Cuma namazını kılması engellenmiştir.
7 Ekim 2023 başlarında İsrail-Hamas Savaşı başlamış, 17 Ekim 2023 tarihinde İsrail roketleri Gazze’de bulunan Baptist Hastahanesi’ni vurmuştur. Düşen bombalarla hastanede tedavi gören ve sığınan 500 den fazla masum insanın ölmesi ile Gazze’ de kasıtlı bir katliam başlamıştır. Bu insanlık dramını dünyada önce Amerika desteklemiş ve başta Amerikan Başkanı olmak üzere Amerikan uçak gemileri ve askerleri bölgeye gitmiştir.
Bütün bunları bütün dünya Müslümanlarını ve diğer dünya devletlerini karşısına alabileceğinden hiç korkmayan bir devlet yapmıştır. Bunu ABD desteğindeki İsrail yapmıştır.
Ortadoğu’da kısaca aslında; ABD desteğinde İsrail’in istedikleri olmaktadır..
Son yıllarda özellikle II. Dünya Savaşı’nın ardından kurulan yeni dünya düzeninde ABD ve İsrail ilişkilerini anlamadan Ortadoğu’ daki savaşları ve Gazze’deki gerçekleri anlamak mümkün değildir
ABD, gerek iç siyasetindeki kurumsal yapısı, gerekse dış politika yapımındaki karar alma süreci bakımından diğer devletlerden farklıdır. Özellikle Kongre ve Başkan üzerinde çıkar gruplarının karar alma süreçlerindeki etkisi çok fazladır. Faaliyetlerini lobiler aracılığıyla yasal zeminde sürdüren bu çıkar grupları herhangi bir etnik, siyasi veya dini kimliğe sahip olabilir. Bu sistemle birlikte farklı kesimlerin ABD siyasal sistemi içinde yer alması hedeflenmiştir.
ABD’de çıkar gruplarının etkisine hem iç hem de dış politikadaki karar alma süreçlerinde şahit olmaktayız. Bu çıkar grupların en önemlisi ABD’de yaşayan Yahudi cemaatıdır.
Dünyadaki ilk 500 büyük şirketten 244’ü Amerikan şirketidir ( Financial Times, 27 Ocak 1999 ) Bu şirketler sermayeleri ile ABD’yi gizlice yönetmektedirler. Bu şirketlerinin sahipleri araştırıldığında ise karşımıza büyük çoğunlukla İsrailoğulları gelmektedir. İsrailoğulları yani Yahudiler ya da Museviler.
İsrail’in kurulduğu 1948 yılından bu yana ABD İsrail’e ekonomik katkıda bulunmaktadır. Bugün İsrail’in en büyük destekçileri olarak da ABD’de yaşayan Amerikan Yahudileri tanımlanmaktadır.
İsrail hükümetinin ilk yılları olan 1948-1967 arası dönemde yıllık ortalama ABD yardımı 64 milyon dolar, toplam da ise 1,2 milyar doları bulmakta iken, 1967’den itibaren bunda hızlı bir artış olmuş ve 1997 yılına kadarki dönemde toplam 82 milyar dolar gibi bir rakama ulaşmıştır. İsrail özellikle 1976’dan itibaren sürekli ABD’ den en fazla dış yardım alan ülke konumunda olmuştur. Doğrudan ABD askeri ve ekonomik yardımları 3 milyar doların altına düşmemektedir. (Clarke, 1997, s.200-201)
Yahudilerinin girişimci ve birlikçi yönleri, maddi güçlerini seçimlerde kullanma kabiliyetleri ABD’nin dış politikasını şekillendirmekte en önemli faktörü oluşturmaktadır. Kamuoyuna yansımış kısıtlı bilgilere göre mesela1989-1990 döneminde Yahudi lobileri tarafından Senato üyelerine 4,7 milyon dolar, Temsilciler Meclisi üyelerine 2,9 milyon dolar bağış yapılmıştır. (Babcock, 1991, s.A-21)
ABD’deki Yahudi lobileri ve örgütleri deyince ilk akla gelenler American Israel Publıc Affairs Commitee (AIPAC) , American Jewish Committee ve American Jewish Congress’dir. Bu Yahudi lobilerinin ABD’deki hedeflerini bulmak için bu örgütlerden biri olan AIPAC’ı incelemek bu örgütlerin hedeflerini tespit etmek için bir örnek olabilir.
Günümüzde ABD’deki Yahudi cemaatının çıkarlarını en iyi sağlayan kurum, 1951’de kurulan American Israel Publıc Affairs Commitee (AIPAC)’tır. Bu komite ABD’nin İsrail ile alakalı politikalarında etki sahibi olmak adına Kongre ve yürütme mercii üzerinde lobi çalışmaları yürütmektedir. Kuruluş amacını ‘’karar alıcıları Birleşik Devletler ve İsrail’i birleştiren bağlar konusunda eğitmek ve Yahudi devletinin güvende ve güçlü olmasına yardım etmenin ABD için ne kadar önemli olduğunu yaymak’’olarak tanımlayan AIPAC, ülkedeki her iki partiyle de ortak çalışmalar yapmaktadır.
ABD’deki bütün Yahudi örgütlerinin liderleri en az ayda bir defa toplanarak genel bir durum değerlendirmesi yapmaktadır. ’’Conference of Presidents of Major American Jewish Organizations’’(Amerikan Büyük Yahudi Örgütleri Başkanlar Konferansı) olarak bilinen ve 1948’den beri faaliyet gösteren bu mekanizma, şemsiye örgüt olarak kabul edilmektedir. Daha çok kamuoyuna yönelik çalışmalar yapan bu örgüt İsral’i ilgilendiren önemli karar ve yasa tasarılarının görüşülmesi esnasında üyelerini harekete geçirmektedir. Başkanlar Konferansında Yahudi örgütler arasındaki görüş ayrılıkları ve varsa çatışmalar giderilmektedir. (Keller , 1981, s.1523.)
Bu Yahudi örgütlerinin ABD yönetimlerinin karar alma süreçleri üzerindeki etkilerine somut örnekler olarak aşağıdaki olaylar verilebilir.
14 Mayıs 1948’de İsrail Devletinin kurulduğu Tel-Aviv’de toplanan Yahudi Milli Konseyinin yayımladığı bir deklarasyonla ilan edilmiştir. Yeni devleti tam on dakika sonra ABD Başkanı Truman tarafından fiilen tanınmıştır. (Risler, 1974, s.66; Armaoğlu, 1989,s.17)
ABD’nin Joe Biden’dan önceki başkanı Donald Trump, 6 Aralık 2017 günü İsrail’i tanıyan tüm ülkelerin büyükelçileri Tel Aviv’de bulunurken Kudüs ile ilgili; ‘’Ben artık zamanı geldiğine inanıyorum. Kudüs’ü İsrail’in başkenti olarak tanıma vakti artık gelmiştir. Büyükelçiliği Kudüs’e taşıma kararı veriyorum.’’ (Yeniçağ Gazetesi, 7 Aralık 2017) açıklamasını yapmıştır.
Trump’ın bu açıklaması ile Kudüs’ü İsrail’in başkenti olarak tanıyan tarihteki ilk ülke ABD olmuştur.
Ve tarihler 28 Ocak 2020 yi gösterdiğinde Amerika Başkanı Donald Trump, İsrail Başbakanı Netanyahu ile birlikte Beyaz Sarayda düzenlediği basın toplantısında “Yüzyılın Anlaşması” olarak adlandırdığı tek taraflı Orta Doğu barış planını kamuoyuna açıklamıştır. Bu plana göre kısaca Kudüs İsrail’in başkenti kabul ediliyor, Filistinli mültecilere dönüş hakkı tanınmıyor ve denizde İsrail’in egemenliği kabul ediliyor. İsrail Başbakanı Netanyahu ise aynı toplantıda Kudüs’ün İsrail’in başkenti olması konusunda ABD’den onay aldıklarını açıklamıştır. (Hürriyet Gazetesi, 29 Ocak 2020.)
ABD’nin Donald Trump’dan önceki başkanı Barack Obama da ‘’Hepimiz İsrail yanlısıyız’’demiştir. ( Habertürk Gazetesi, 31 Ağustos 2015.)
ABD’nin şu andaki Başkanı Joe Biden, Gazze’de 17 Ekim 2023 tarihinde yaşanan insanlık dramından sonra Tel Aviv’e giderek İsrail’e desteğini açıkladı. Hamas’ın Filistin’i temsil etmediğini belirten Biden Gazze’deki hastane saldırısı için, “Diğer taraf yapmış gibi görünüyor.” ifadelerini kullandı. Netanyahu ise ABD’nin koşulsuz desteği için Biden’a teşekkür etti. (Hürriyet Gazetesi, 18 Ekim 2023.)
Kısacası 1948 den günümüze ABD hep İsrail’in yanındadır. 14 Mayıs 1948’de İsrail Devletinin kurulmasının ilanından tam on dakika sonra ABD Başkanı Truman tarafından fiilen tanınması 6 Aralık 2017’de ABD Başkanı Donald Trump’ın Kudüs’ü İsrail’in başkenti olarak tanıyan dünyadaki ilk ülke olması ve şimdi Gazze’de 17 Ekim 2023 tarihinde yaşanan insanlık dramından sonra Joe Biden’ın İsrail’e destek vermesi ve 24 Temmuz 2024 tarihinde İsrail Başbakanı Netanyahu’nun ABD Kongresinde ayakta alkışlanarak karşılanması ABD ve İsrail ilişkilerine somut birer gerçektir.
Dünyada Yahudilerin, sadece ABD’de değil, Fransa’da, Kanada’da, İngiltere’de, Rusya’da ve Türkiye dahil dünyanın bütün ülkelerinde, yaşadığı bilinmektedir. Yahudiler bu ülkelerde oluşturdukları güçlü lobiler ile dünya siyasetinde ve ekonomisinde etkin rol oynamakta olup, bu tespit birçok açık resmi istihbarat kaynaklarında ifade edilmektedir .
Türkiye, İsrail Devletini Arap-İsrail savaşları devam ederken bütün İslam ve Arap dünyasını karşısına alarak 24 Mart 1949 tarihinde tanımıştır. ( Başbakanlık Cumhuriyet Arşivi 30-18-1-2-118-108-3 ) Türkiye’nin İsrail’i tanıma kararı EK olarak makale sonunda sunulmuştur. Türkiye’nin İsrail’i tanıma sürecinin altındaki sırlar halen tartışılmaktadır.
ABD’deki Yahudi lobilerinin ve İsrail’in Ortadoğu’daki hedeflerini tespit etmek için Yahudi, Musevi, Yahudi eğitimi ve Siyonizm kavramları ile İsrail bayrağı bu hedeflere bir ışı sunabilir.
Yahudi, Yahudilik ırkına mensup insandır. Musevi, Musevilik dinine mensup insandır. Yani Yahudilik bir ırktır, Musevilik bir dindir. Kısaca ; Yahudilik ırkla özelleştirilmiş sınırları Museviliğe nazaran oldukça dar kalan bir inanış biçimidir. İsrail bu konuda bize Musevi demeyin, Yahudi deyin demektedir.
Yahudiler, kutsal kitapları Tevrat’ta yer alan ifadelere dayanarak kendilerini dünya milletleri arasında seçilmiş kavim olarak görürler. İbrahim kavminin Allah tarafından seçildiğine, onlara ahid yapıldığına ve kendilerinin bu kavmin devamı olduğuna inanırlar.
2000 yıllık süreçten sonra kurulan ilk Yahudi devleti olan İsrail, 14 Mayıs 1948 tarihinde Tel Aviv’de ilan edilmiştir. 2000 yıl boyunca yurtsuz, devletsiz kalan dünyanın dört bir yanına dağılmış bulunan, yaşadıkları çevreler, toplumlardan ağır baskı gören topluca yok edilmek istenen bir milletin varlığını, kültürel kimliğini, dayanışmasını koruyabilmiş ve tekrar bağımsız bir devlet kurmuş olması bu devletin en çarpıcı yönüdür. Bu olay, milliyet fikrinin; din gibi kutsiyet kazanan milliyet fikrinin ölümsüzlüğüne tipik bir örnektir.
Siyonizm, yüzyıllar boyunca Doğu ve Batı Avrupa diasporasında yaşamış, zaman zaman takibata uğramış ve yerlerinden göç ettirilmiş Yahudiler arasında Yahudi ulusunun vatan bilincini ifade eden politik bir hareket olarak 19.yüzyılda ortaya çıkmıştır. ( Gartner, 2001, s.250-252.)
Siyonizm, 1897’de Theodor Herzl tarafından örgütlü bir harekete dönüştürülerek Yahudi dünyasına hakim olmuştur. (Taylor, 1974 s.45-46.) Siyonistler, dünya çapında kurdukları üye organizasyonlarla Yahudilerin Filistin’e yerleşmesini özendirmiş, Londra’da banka hesapları açarak Yahudilerin Filistin’de toprak satın almaları için ortak fon oluşturmuşlardır. (The Esco, 1947, s.39)
Yahudi sorununun tek çözümünün Yahudi devleti kurulması olduğunu savunan 19.yüzyıl sonunda kurulan Siyonist hareketin 1948’de kurulan bugünkü İsrail devletinin temelini attığı söylenebilir. Bugünde İsrail devletinin yaşamak üzere İsrail’e göç etmek isteyen Yahudilere izin vererek onlara yasal statüde vatandaşlık hakları tanıması, Siyonizmi devlet politikası olarak kabul edildiğini açıkça ortaya koymaktadır.
Yahudilerin bu güçlü milliyetçiliği 2000 yıllık tarihi süreç boyunca devam ettirmelerinde Yahudi eğitim anlayışı en etkili yol olmuştur.
Pakistan – İslamabat ‘dan Dr. Faruk Saleem’in bütün internet sitelerinde açık erişime sunduğu‘’Dünyada nüfus bakımından azınlıkta olan Yahudiler Dünyayı yönetiyor.’’ adlı çalışmasında Yahudi / Museviler hakkında tespit ettikleri çok dikkate değerdir. (http://.www.google:Faruk Saleem Erişim Tarihi: 15 Ocak 2018’dir.)
‘’Dünyada yalnızca 14 milyon Yahudi / Musevi var. Kuzey ve Güney Amerika’da 7 milyon, Asya’da 5 milyon, Avrupa’da 2 milyon ve Afrika’da 100 bin Musevi yaşıyor. Tüm zamanların en etkin bilim adamı Albert Einstein bir Yahudiydi. Psikanalizin babası Sigmund Freud bir Yahudiydi. Karl Marks bir Yahudiydi diyerek yakın dünya tarihinde ün yapmış Yahudi isimlerini ve yaptıkları işleri saydıktan sonra Dr. Faruk Saleem; ‘’Neden Yahudiler bu kadar güçlüdür?’’ diye yazısının sonunda sormuştur. Dr.Saleem’in kendi sorusuna verdiği cevap şudur:
‘’Her çocuğa ve her gence kaliteli eğitim verirler…Bu eğitim türü sorgulayıcı (teslimiyetçi değil), araştırıcı (ezberci değil) ve yaratıcıdır (bilgi üretmek/bulmak içindir)’’
Kısaca; Dr.Faruk Saleem’in işaret ettiği eğitim anlayışı, Yahudi milliyetçiliğinin asıl gücüdür.
Bayraklar üzerindeki şekil, renk ve semboller; milletlerin inançlarını, düşüncelerini ve hafızalarında derin izler bırakan hatıralarını yansıtır. Almanya, Belçika, Hollanda, İtalya gibi bazı Avrupa devletlerinin bayrakları üç renklidir. Bu bayraklarda üç renk kullanılması, teslis inancını sembolize etmektedir. Bunun yanı sıra Danimarka, Finlandiya, İsveç, Norveç, İsviçre, Yunanistan gibi bazı devletler de bayraklarında Hristiyanlığın sembolü olan haça yer vermişlerdir. Japonların, üzerinde kırmızı güneş bulunan beyaz bayrakları, Japon Budizmi’ndeki ilâh anlayışını sembolize etmektedir, Kore bayrağındaki bir dâire içinde bulunan iç içe iki “S” de bu devlet için dinî bir mânâ taşır. Suudi Arabistan bayrağındaki ‘Kelime-i Tevhid’ ile İran bayrağındaki ‘Allah’ lâfzı da, inancın bayrakta sembolize edildiğine birer örnektir.
Yahudiliği, diğer dinlerden ayıran temel özelliklerden biri ‘’kutsal toprak’’kavramıdır.(Dini Araştırmalar Dergisi, s.63) Bu kutsal toprak kavramı açık bir şekilde İsrail bayrağında şekil, renk ve sembol olarak yer almıştır.
Bugünkü İsrâil bayrağı beyaz zemin üzerinde üstte ve altta iki mavi çizgi ve bu çizgilerin ortasında altı köşeli mavi Siyon yıldızından oluşur İsrail bayrağındaki bütün bu unsurların yukarıdaki devletlerin bayraklarında olduğu gibi dînî kökenlere dayanan anlamı vardır.
Beyaz dünyadır yeryüzüdür Bayrağın ortasındaki altı köşeli yıldız ise Siyon yıldızıdır Kudüs’te bulunan Siyon Dağı’nda yeniden kurulmak istenen Tanrı Krallığı’nı simgeler Bu yıldızın bulunduğu alan Yahudîler’in vatanı olan Arz-ı Mevud yani Tanrı tarafından kendilerine vaat edilmiş topraklardır
Arz-ı Mevud’un hudutları Tevrat’ta Nil ile Fırat nehirleri arasındaki coğrafya olarak gösterilmiştir. (Tevrat Tekvin Bâb 15)
Arz-ı Mevud’u ise İsrail bayrağında Siyon yıldızının altından ve üstünden geçen iki mavi çizgi belirlemektedir Bu iki mavi çizgi Tevrat’ta işaret edildiği gibi Nil ve Fırat nehirleridir Demokratik Kongo Cumhuriyeti ( eski Zaire) Uganda Etiyopya( Habeşistan ), Sudan ve Mısır topraklarında akan Nil Nehri ile Türkiye Suriye ve Irak topraklarında akan Fırat Nehri’dir
Kısaca; İsrâil bayrağındaki bu iki mavi çizgi Tevrat’ta işaret edildiği gibi Nil ve Fırat nehirlerini sembolize eder.
Arz-ı Mevud içinde birçok sırrı saklamakla birlikte bazı resmi olmayan alternatif kaynaklarda Büyük Ortadoğu Projesi (BOP) için aşağıdaki tez ısrarla öne sürülmektedir.
‘’ABD Kongresinin 1957’de kabul ettiği Eisenhover Doktrini olarak da bilinen Büyük Ortadoğu Projesi 1997 yılında tekrar ortaya çıkmıştır. Bu proje ile ABD; Kuzey Afrika’dan Pakistan’a kadar içinde Türkiye ve İran’ın da bulunduğu 22 ülkeyi kapsayan bir coğrafyada siyasal, askeri, ekonomik ve dini yapıyı yeniden yapılandırmayı planlamaktadır. Bu projenin arkasında ABD’yi gizlice yöneten Yahudi küresel şirket sahipleri ya da Yahudi lobileri vardır. ABD’yi gizlice yöneten bu Yahudi lobileri İsrail’i destekleyerek ve diğer gizli faaliyetleri yaparak ; bu coğrafyada bir çok savaş ve iç çekişme oluşturmakta böylece bu coğrafyayı kendi idealleri ve menfaatleri çerçevesinde yeniden yapılandırmaktadır. Büyük Orta Doğu Projesi Arz-ı Mevud’un gerçekleştirilmesinde maske bir proje ve bir araçtır.’’ [1]
Bu projeye göre BOP’un şu andaki safhası sorunsuz büyük bir İsrail devleti kurulmasıdır. Bu safhanın gerçekleşmesi için Suriye’nin dörde, Lübnan’ın sekiz kanton’a ayrılması ve Türkiye, Suudi Arabistan, Mısır ve Libya’nın üçer parçaya bölünmesi gerekmektedir. Şimdiki ayakta ise Suriye ve İran bulunmaktadır. Nitekim Netanyahu 24 Temmuz da Amerikan Kongresinde yaptığı konuşmanın birçok yerinde İran’ı işaret etmiştir. ve arkasından ise sıra Türkiye’de olacaktır. .[2]
Yine birçok açık istihbarat kaynağında bu gün kendilerine vaat edildiğini iddia ettikleri toprakların bir parçası olduğu belirtilen Türkiye’nin doğu ve güneydoğu bölgesindeki terör olaylarının ve Kuzey Irak’ta ilk temelleri atılarak kurulmaya çalışılan sözde Kürdistan’ın bu projenin bir aşaması olduğu ifade edilmektedir. Bu plana göre şimdi Suriye’deki bölünme ile birlikte Irak, Suriye ve Türkiye’nin güneydoğusu üzerinde sonradan başka amaçlarla kullanılacak piyon bir Kürt devleti kurulmasının yolu açılmaktadır.[3]
Artık başta Türkiye olmak üzere Ortadoğu’da meydana gelen bütün olayları Arz-ı Mevud ya da Büyük Ortadoğu Projesi içinde değerlendirmek zamanı gelmiştir.
ABD Başkanı Donald Trump’ın 6 Aralık 2017 günü ‘’Ben artık zamanı geldiğine inanıyorum. Kudüs’ü İsrail’in başkenti olarak tanıma vakti artık gelmiştir. Büyükelçiliği Kudüs’e taşıma kararı veriyorum’’ sözleri bütün dünya ve Ortadoğu ülkeleri için, İsrail’in ve Amerika’daki Yahudi lobilerinin Arz-ı Mevud’u gerçekleştirme planı olduğunu anlamak için bir başlangıç olmuştur.
Ve şimdi İsrail’in Arz-ı Mevud ya da bayrağındaki planlarını gerçekleştirebilmesi için yeni bir fırsat ve yeni bir savaş başlar.
Gazze Savaşı başlamıştır.
Ünlü yazar Dante; ‘’Küçük bir kıvılcım koskaca bir alev doğar’’ demiştir.
Ve bu kıvılcım 17 Ekim 2023 tarihinde İsrail roketlerinin Gazze’de bulunan Baptist Hastahanesi’ni (El Ehli Arab Hastanesi) vurması ile bir katliam başlamış ve bu katliam büyük bir savaşa zemin hazırlamaktadır.
İ9 Mayıs 2024 tarihinde İran Cumhurbaşkanı İbrahim Reisi ve beraberindeki heyeti taşıyan helikopter sebebi halen tespit edilemeyen bir şekilde düşmüş ve İran Cumhurbaşkanı burada ölmüştür. Bütün şüpheler İsrail üzerine yoğunlaşmıştır.
27 Temmuz 2024 tarihinde İsrail’in işgali altındaki Golan Tepelerinde bulunan Mecdel Şems bölgesine yönelik roket saldırında 12 İsrail vatandaşı hayatını kayıp etti. Raporlara göre bu saldırı Gazze Şeridi’ndeki çatışmaların başlamasından beri İsrail’in işgali altındaki topraklarda gerçekleşen en ölümcül saldırı oldu. Netanyahu bu saldırı sonrası ABD’den erken dönmeye karar verip Hizbillah için intikam yemini etmiş ve İsrail ordusu Lübnan güneyinde farklı noktalara hava saldırısı düzenlemiştir.
Bu olaylar, Ortadoğu, İsrail ve Türkiye için yeni dönüm tarihleri ve yeni dönüm noktaları oluşturmuştur ve ileride tarihçiler tarafından mutlaka Ortadoğu’nun dönüm noktaları olarak değerlendirilecektir.
Sözün sonu; İsrail’in hedefi bayrağında açıkça simgeleşmiş Nil ve Fırat nehirleri arasındaki bölgeyi ele geçirmek veya kontrol etmektir. Sonuçta şu an için İsrail, başta Amerika ve Avrupa’yı arkasına alarak Gazze Savaşını mutlaka kazanacak ve İsrail bayrağındaki simgeleşmiş hedeflerini mutlaka gerçekleştirecektir.
Türkiye geçmişte İsrail devletini dünyada ilk tanıyan devletlerden biri olarak Ortadoğu’da belki barışı getirebileceğini düşünmüştür. Ancak şimdi İsrail’e karşı dünyada en aktif rol alan ülkelerden birisi olmuş ve Filistin’in bağımsızlığını ve de Filistin halkının özgürlüğü için tüm barış sürecinin sağlanması için dünyadaki en çok çalışan ülke olmuştur.
Türkiye ve Türk Milleti olarak bizler diğer Ortadoğu ülkeleri gibi birer piyon olarak kullanılmadan mutlaka aklın, bilimin, vicdanın, kültürel değerlerimizin, dinimizin ve milli menfaatlarımızın birleşeceği barış sürecini mutlaka sağlamalıyız.
Geçmiş dünya ve Türk tarihinden alınan dersler Ortadoğu’ daki barış için güçlü bir devlet olmayı, caydırıcı ittifaklar kurmayı ve sert tedbirler almayı şart koymaktadır.
Geçmiş tarihimizde Rusya-İngiltere anlaşır kaybeden biz, Ermeni-Rus-Fransız-Amerikan-Yunan anlaşır kaybeden biz, İngiliz-Fransız anlaşır kaybeden biz, İsrail-Amerika anlaşır kaybeden biz, Amerika- Avrupa anlaşır kaybeden biz, İçimizdeki yerli işbirlikçilerle anlaşırlar kaybeden biz, vatan sınırlarımızın hemen dışındaki işbirlikçilerle anlaşırlar kaybeden biz, biz yine biz Türkler.
Yine Araplar hep bizim kardeşimiz ve bizim gibi onlarda Müslümanlar derken Arap yöneticilerinin birer piyon olarak büyük devletler tarafından seçildiklerini ve bize karşı I. Dünya Savaşında olduğu gibi hala kullanıldıklarını biz Türkler hiç hesaba katmadık. Yine biz Türkler kaybettik.
Bugün tarih ilminin bizleri aydınlatabildiği büyük devletlerin I. Dünya Savaşı sonrası Osmanlı Devleti toprak paylaşımı konusunda kendi aralarında anlaşmazlık çıkmasını önlemek için yaptığı gizli anlaşmalardan olan İstanbul(1915), Londra(1915), Syces-Picot (1916), St.De Maurienne (1917) anlaşmalarını yapmışlardır. Bu anlaşmalara benzer bugün Ortadoğu ve Gazze için gizli anlaşmalar yapılmış olabilir.
Musevilerin kutsal kitabı Tevrat, Hristiyanların kutsal kitabı İncil onlara nasıl derin mesajlar veriyorsa bizim kutsal kitabımız Kur’an-ı Kerim’de bizlere aşağıdaki derin mesajları vermektedir.
‘Sen dinlerine uymadıkça, ne Yahudiler ve ne de Hristiyanlar asla senden razı olmazlar. Eğer onların arzu ve keyiflerine uyacak olursan, bilmiş ol ki, Allah’tan sana ne bir dost, ne bir yardımcı vardır.’’(Kur’an-ı Kerim Bakara-120)
‘’Ey inananlar! Yahudi ve Hıristiyanları dost edinmeyin. Onlar birbirlerinin dostlarıdır. Sizden kim onları dost edinirse kuşkusuz o da onlardandır.’’(Kur’an-ı Kerim Mâide-51)
Ve Ortadoğu’da Türkiye ve Türk Milleti olarak barış içinde yaşamak istiyorsak atalarımızın zamanında yaptığı gibi güçlü bir devlet olmalı ve Azerbaycan-Türkiye kardeşliği örneğinde olduğu gibi kardeş Türk dünyasını gerektiğinde karşı tarafa askeri güç de kullanabilecek güçlü bir ittifak kurmalı ve de tarihimiz ile kutsal kitabımızdan dersler almalıyız.
Dr.Tuğtigin ŞEN
Emekli Albay/Araştırmacı Yazar
TÜRKİYE’NİN İSRAİL’İ TANIMA KARARI
KAYNAKÇA
Resmi Kaynaklar
Başbakanlık Cumhuriyet Arşivi, Belge No:30-18-1-2-118-108-3 , İsrail Devletinin Tanınması
Kitaplar
Armaoğlu, Fahir, (1989),Filistin Meselesi ve Arap İsrail Savaşları, Ankara. İş Bankası Yayınları.
Cloyd P. Gartner, (2001), History Of The Jews In Modern Times, Oxford, Oxford University Press,
Hedrick Smith,(1989) The Power Game: How Washington Works, New York: Ballantina Books,
Jacques R.Risler: (1974) Çağdaş İslam Dünyası (Nihal ÖNOL Çev.), İstanbul, İş Bankası Yayınları.
Keller Bill, (1981),‘’Supporters of Israel, Arabs Vie for Friends and Influence in Congress, at White House’’ Congressional Quarterly Weekly Report, Vol:39, No:34 April 22.
Taylor,A.R.T (1974) , The Zionist Mind: The Origins And Development Of Zionist Thought, The Institute For Paletsine Studies,
The Esco Foundation For Palastine, Inc, Palestine (1947) “A Study of Jewish, Arab And British Policies”, New Haven, Yale University Press, Vol.I.
Kutsal Dini Kitaplar
Kur’an-ı Kerim : Bakara-120 ve Mâide-51
Tevrat Tekvin Bâb 15
Tezler
Zenife Umerova,(2006), ‘’Yahudi Lobisinin ABD İçindeki Konumu ve Ortadoğu Politikasındaki Rolü’’, Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Uluslar arası İlişkiler Anabilim Dalı Yüksek Lisans Tezi,Ankara,
Dergiler ve Gazeteler
Financial Times,27 Ocak 1999
The Middle East Journal, (Spring 1997), Vol, 51, No.2. Clarke, Duncan’ın , ‘’US Security Assistance to Eypt and Israel: Politically Untouchable?’’ başlıklı yazısı.
The Washington Post (26 Eylül 1991.) Charles R.Babcock’ın , ‘’Israel’s Backers Maximize Political Clout’’ başlıklı yazısıHabertürk Gazetesi, 31 Ağustos 2015 .
Hürriyet Gazetesi, 29 Ocak 2020 ,18 Ekim 2023, 28 Temmuz 2024
Posta Gazetesi, 28 Şubat 2016
Sözcü Gazetesi,9 Aralık 2015,
Milliyet Gazetesi,26 Temmuz 2024
Yeniçağ Gazetesi, 7 Aralık 2017 ve 22 Haziran 2015
[1] Büyük Ortadoğu Planı ile ilgili basında ve internet’te yer alan bilgiler bu makale yazarı Dr. Tuğtigin Şen tarafından genel olarak özetlenerek ve sadeleştirilerek aktarılmıştır.
[2] Bu konuda yazılmış ve başka iddiaları da kapsayan yazılara bir örnek: Sözcü Gazetesi,9 Aralık 2015,Uğur Dündar’ın ‘’Ortadoğu’nun yeni haritasını yıllar önce kim çizdi’’ başlıklı yazısında Ortadoğu’nun bilinmeyen tarihi süreci anlatılmıştır.
[3] Bu iddialara örnek olarak; Yeniçağ Gazetesi,22 Haziran 2015,’’Kürt Koridorunda İsrail Parmağı Var’’ manşeti ; Posta Gazetesi, 28 Şubat 2016,Candaş Tolga Işık’ın ‘’Suriye’yi Üçe Bölme Fikri Kime Ait’’ adlı köşe yazısı ;Sözcü Gazetesi,9 Aralık 2015,Uğur Dündar’ın ‘’Ortadoğu’nun yeni haritasını yıllar önce kim çizdi’’ başlıklı yazısı incelenebilir.
M.Ö. 500 yıllarda yaşamış ünlü “Savaş Sanatı” adlı eserin yazarı Sun Tzu, “Bütün savaşlar aldatmaya dayanır. Düşmanı aldatmak için yem verin, karışıklık taklidi yapın ve onu çökertin,” demiştir. Sun Tzu, kitabında düşmanı çökertmek için şu teknikleri önermiştir:
Hasım ülkelerin hakanlarının ve yöneticilerinin başarılarını, kişiliklerini küçük göstererek hasım ülkelerde iyi olan şeyleri gözden düşürünüz.
Yöneticilerin ve askerlerin şöhretlerine gölge düşürünüz ve zamanı geldiğinde de kendi halkının onları hor görmesini sağlayınız.
Düşman halkın kendi aralarında olan çelişki, düşmanlık, uyuşmazlık ve kavgalarını yayınız.
Hasmınızın geleneklerini gülünç hale getiriniz. Kültürünü çökertiniz.
Etki ajanları ve vatan haini casuslar yaratınız. Ülkeyi içten fethediniz.
İnsan beynindeki savaşı kazanınız. Önce düşmanı yenileceğine ikna ediniz! İnsan beynindeki savaşı kazanırsanız, yenik bir düşman ile savaşırsınız! O zaman güçsüz bir ordunuz olsa bile mücadele edebilirsiniz.
İnsan beynindeki savaşı kazanmak için, önce kendinizi çok güçlü, düşmanınızı da çok güçsüz gösteriniz.
Yukarıda sıralanan gizli savaş yolları başta Türkler olmak üzere diğer devletlere ve milletlere tarih boyunca başarı ile hep uygulanmıştır ve halen üzerimizde dikkatli bir gözlem sonucu uygulandığı görülmektedir.
Türkiye’nin de 1984 yılından beri bölücü teröre karşı yoğun olarak uğraştığı iç güvenlik harekâtları ve son FETO terör yapılanması bu gizli savaşlara birer örnektir.
Aslında bu tür gizli savaş ve çatışmalar tarih boyunca hep olmuştur.
Ünlü bir oryantalist, “Eğer bir milletin medeniyetini tahrip etmek istiyorsanız üç yol vardır,” demiştir:
Aile yapısını tahrip edin.
Eğitim sistemini tahrip edin.
Rol modellerini ve referanslarını küçümseyin ve alçaltın.
Türk milletini ve kültürel temelleri Orta Asya’da atılmış Türk medeniyetini çökertmek için bu üç yol uzun zamandır kullanılmaktadır.
Aile yapımız televizyon ve sosyal medya ile,
Eğitim sistemimiz önce koronavirüsü ve şimdi siyaset ile,
Rol modellerimiz ve referanslarımızın temsilcileri olan başta Atamız Atatürk ve Türk ordusu komutanlarımız olmak üzere gerçek vatansever devlet adamlarımız, din adamlarımız, öğretmenlerimiz, bilim adamlarımız ise sahte iftira ve düzmece oyunlarla milletimizin gözünde her gün itibarsızlaştırılmaktadır.
Unutulmamalıdır ki, tarih akıllı milletlere dersler vererek geleceğini olumlu yönlendirirken, ders almayan akılsız milletlerde ise hep aynı şekilde tekerrür eder.
Yeni olduğu sanılan bu gizli savaşlar ya da mert Türkçesi ile namert savaşlar, aslında tarih boyunca tüm dünyada hep uygulanmış ve halen uygulanmaktadır. Türk milleti olarak akıllanmaz ve gerekli tedbirleri almaz isek gelecek tarihimizde bu gizli ve namert savaşlar ile uğraşarak geçmeye devam edecektir.
ABD Başkanı Joe Biden, 21 Temmuz 2024 tarihinde başkan adaylığından çekildiğini ve yerine yardımcısı Kamala Harris’in başkan adayı olarak Donald Trump’a karşı seçimlere katılacağını açıkladı. Bu son dakika haberi tüm sosyal medya haberlerinde birinci sırada yer aldı. Böylece yeni Amerikan başkan adayları ve Amerika seçimleri ile Ortadoğu’nun geleceği gündemimizin birinci sırasına oturdu.
İkinci Dünya Savaşı’nın ardından kurulan yeni dünya düzeninde Amerika’yı yöneten güçleri ve hedeflerini bilmeden Amerika Başkanlık Seçimleri ve vatanımızı yakından ilgilendiren Ortadoğu’yu anlamak mümkün değildir.
Amerika, gerek iç siyasetindeki kurumsal yapısı, gerekse dış politika yapısındaki karar alma süreci bakımından diğer devletlerden farklıdır. Özellikle Kongre ve başkan üzerinde çıkar gruplarının karar alma süreçlerindeki etkisi çok fazladır. Faaliyetlerini lobiler aracılığıyla yasal zeminde sürdüren bu çıkar grupları herhangi bir etnik, siyasi veya dini kimliğe sahip olabilir. Bu sistemle birlikte farklı kesimlerin ABD siyasal sistemi içinde yer alması hedeflenmiştir. Amerika’da çıkar gruplarının etkisine, hem iç hem de dış politikadaki karar alma süreçlerinde şahit olunmaktadır.
Ünlü Financial Times gazetesinin 27 Ocak 1999 tarihindeki haberinde belirtildiği gibi, dünyadaki ilk 500 büyük şirketten 244’ü Amerikan şirketidir. Bu 244 Amerikan şirketinin sahipleri araştırıldığında ise büyük çoğunlukla İsrailoğullarından Yahudiler ya da Museviler çıkmaktadır. İsrail’in kurulduğu 1948 yılından bu yana Amerika, İsrail’e ekonomik katkıda bulunmaktadır. Bugün İsrail’in en büyük destekçileri olarak da Amerika’da yaşayan Amerikan Yahudileri tanımlanmaktadır. Amerika’daki Yahudi lobileri ve örgütleri arasında ilk akla gelenler American Israel Public Affairs Committee (AIPAC), American Jewish Committee ve American Jewish Congress’dir. Bu Yahudi lobilerinin Amerika’daki hedeflerini bulmak için bu örgütlerden yalnızca birisi olan AIPAC’ı incelemek yeterli olacaktır.
Günümüzde Amerika’daki Yahudi cemaatinin çıkarlarını en iyi sağlayan kurum, 1951’de kurulan American Israel Public Affairs Committee (AIPAC)’tır. Bu komite, Amerika’nın İsrail ile alakalı politikalarında etki sahibi olmak adına Kongre ve yürütme mercii üzerinde lobi çalışmaları yürütmektedir. Kuruluş amacını “Karar alıcıları Birleşik Devletler ve İsrail’i birleştiren bağlar konusunda eğitmek ve Yahudi devletinin güvende ve güçlü olmasına yardım etmenin Amerika için ne kadar önemli olduğunu yaymak” olarak tanımlayan AIPAC, ülkedeki her iki parti ile de ortak çalışmalar yapmaktadır (Smith, 1989, ss.215-229; Umerova, 2006, ss.79-80).
Amerika’daki tüm Yahudi örgütlerinin liderleri en az ayda bir defa toplanarak genel bir durum değerlendirmesi yapmaktadır. “Conference of Presidents of Major American Jewish Organizations” (Amerikan Büyük Yahudi Örgütleri Başkanlar Konferansı) olarak bilinen ve 1948’den beri faaliyet gösteren bu mekanizma, şemsiye örgüt olarak kabul edilmektedir. Daha çok kamuoyuna yönelik çalışmalar yapan bu örgüt, İsrail’i ilgilendiren önemli karar ve yasa tasarılarının görüşülmesi esnasında üyelerini harekete geçirmektedir. Başkanlar Konferansında Yahudi örgütler arasındaki görüş ayrılıkları varsa çatışmalar giderilmektedir (Keller, 1981, s.1523).
Bu Yahudi örgütlerinin Amerika yönetimlerinin karar alma süreçleri üzerindeki etkilerine somut örnekler olarak aşağıdaki olaylar verilebilir:
İsrail Devleti’nin kuruluşu, 14 Mayıs 1948’de Tel-Aviv’de toplanan Yahudi Milli Konseyi’nin yayımladığı bir deklarasyonla ilan edilmiştir. Yeni devlet, tam on dakika sonra Amerika Başkanı Truman tarafından fiilen tanınmıştır (Risler: (Çev. Nihal ÖNOL), 1974, s.66 ve Armaoğlu: 1989, s.17).
Şu anda yeni başkanlık adayı ve eski Amerika Başkanı Donald Trump, 6 Aralık 2017 günü İsrail’i tanıyan tüm ülkelerin büyükelçileri Tel Aviv’de bulunurken Kudüs ile ilgili; “Ben artık zamanı geldiğine inanıyorum. Kudüs’ü İsrail’in başkenti olarak tanıma vakti artık gelmiştir. Büyükelçiliği Kudüs’e taşıma kararı veriyorum.” açıklamasını yapmıştır. Bu açıklama ile Kudüs’ü İsrail’in başkenti olarak tanıyan tarihteki ilk ülke Amerika olmuştur (Yeniçağ Gazetesi, 7 Aralık 2017).
Ve tarihler 28 Ocak 2020’yi gösterdiğinde yine Amerika eski Başkanı Donald Trump, İsrail Başbakanı Bünyamin Netanyahu ile Beyaz Saray’da düzenlediği ortak basın toplantısında, “Yüzyılın Anlaşması” olarak adlandırdığı tek taraflı Orta Doğu barış planını kamuoyuna açıklamıştır. Bu plana göre kısaca Kudüs İsrail’in başkenti kabul ediliyor, Filistinli mültecilere dönüş hakkı tanınmıyor ve denizde İsrail’in egemenliği kabul ediliyor. İsrail Başbakanı Netanyahu ise aynı toplantıda Kudüs’ün İsrail’in başkenti olması konusunda ABD’den onay aldıklarını açıklamıştır (Hürriyet Gazetesi, 29 Ocak 2020).
Amerika’nın Trump’tan önceki başkanı Barack Obama da “Hepimiz İsrail yanlısıyız” diyerek bu açıklamaya paralel görüşlere geçmiş zamanlarda ortak olmuştur (Haber Türk Gazetesi, 31 Ağustos 2015).
Kısaca; İsrail’in kurulduğu 1948 yılından günümüze Amerika devamlı İsrail’in yanında olmuştur. Amerika’nın eski Başkanı Trump’ın duyurusunu yaptığı “Yüzyılın Anlaşması” aslında yıllardan beri Amerika’daki Yahudilerin ve İsrail’in gizli hedefi olan Büyük Ortadoğu Projesi’dir. Büyük Ortadoğu Projesi’nin asıl hedefi ise Ortadoğu’da İsrail bayrağında simgeleşmiş Nil ve Fırat nehirleri arasında büyük İsrail Devleti’nin kurulmasıdır. Şu anda Filistin’de ve Gazze’deki insanlık dramları bu hedefin gerçekleştirilme aşamalarıdır.
ABD Kongresi’nin 1957’de kabul ettiği Eisenhower Doktrini olarak da bilinen Büyük Ortadoğu Projesi, 1997 yılında tekrar ortaya çıkmıştır. Bu proje ile ABD, Kuzey Afrika’dan Pakistan’a kadar içinde Türkiye ve İran’ın da bulunduğu 22 ülkeyi kapsayan bir coğrafyada siyasal, askeri, ekonomik ve dini yapıyı yeniden yapılandırmayı planlamaktadır. Bu projenin arkasında ABD’yi gizlice yöneten Yahudi küresel şirket sahipleri ya da Yahudi lobileri vardır. ABD’yi gizlice yöneten bu Yahudi lobileri İsrail’i destekleyerek ve diğer gizli faaliyetleri yaparak, bu coğrafyada birçok savaş ve iç çekişme oluşturmakta, böylece bu coğrafyayı kendi idealleri ve menfaatleri çerçevesinde yeniden yapılandırmaktadır. Kısaca; Büyük Ortadoğu Projesi maskeli bir proje ve bir araçtır.
Bu projeye göre Büyük Ortadoğu Planı’nın şu andaki safhası, sorunsuz büyük bir İsrail Devleti’nin kurulmasıdır. Yine birçok açık istihbarat kaynağında bugün Türkiye’nin doğu ve güneydoğu bölgesindeki terör olaylarının ve Kuzey Irak’ta ilk temelleri atılarak kurulmaya çalışılan sözde Kürdistan’ın bu projenin bir aşaması olduğu ifade edilmektedir. Bu plana göre şimdi Suriye’deki bölünme ile birlikte Irak, Suriye ve Türkiye’nin güneydoğusu üzerinde sonradan başka amaçlarla kullanılacak piyon bir Kürt devleti kurulmasının yolu açılmaktadır.
Amerika’nın şu anda seçimlerin yeni adayı ve Amerika eski Başkanı Donald Trump’ın 6 Aralık 2017 günü “Ben artık zamanı geldiğine inanıyorum. Kudüs’ü İsrail’in başkenti olarak tanıma vakti artık gelmiştir. Büyükelçiliği Kudüs’e taşıma kararı veriyorum.” sözleri, Amerika’daki Yahudi lobilerinin Büyük Ortadoğu Planı’nı gerçekleştirme hayallerini hiç değiştirmediklerini yeniden anlayabilmek için bir fırsat ve başlangıç olmuştur.
Bu Büyük Ortadoğu Planı’nı uygulamaya çalışan bazı Amerikan şirketi sahiplerinin sermayelerini nasıl kazandıklarına bir gösterge olarak Stockholm Uluslararası Barış Araştırmaları Enstitüsü’nün (SIPRI) 2011 yılı dünya silah ticareti tablosu gösterilebilir. Son 200 yıllık dünya tarihi içinde dünyaya en çok silah satan ülkeler arasında Almanya, Fransa, İngiltere ve Rusya ile beraber Amerika yer almıştır. SIPRI’nin en son açıkladığı rapora göre ise dünyanın şu andaki en büyük silah ihracatçıları olarak ABD ve Rusya ilk iki sırayı almıştır. ABD’nin küresel silah ticaretindeki payı %33 olmuştur. Bugün dünyada en çok silah alan ülkelerin başında Asya’da ve Ortadoğu’da bulunan İslam ülkeleri gelmektedir. Amerika’nın ürettiği silahların yaklaşık yarısı Ortadoğu’da bulunan ülkelerce alınmaktadır.
Bakalım şimdi yeni Amerikan başkan adayları Kamala Harris ve Donald Trump, Ortadoğu için farklı neler yapabilecek? Bakalım biz Türkiye olarak Ortadoğu’da ve vatanımızda nelerle karşılaşacağız? Bakalım Büyük Ortadoğu Planı’nda sıra hangi ülkede olacak?
Dr. Tuğtigin ŞEN
KAYNAKÇA
Bill Keller, “Supporters of Israel, Arabs Vie for Friends and Influence in Congress, at White House” Congressional Quarterly Weekly Report, Vol:39, No:34, April 22, 1981
Fahir Armaoğlu, Filistin Meselesi ve Arap İsrail Savaşları, Ankara, 1989
Hedrick Smith, The Power Game: How Washington Works, New York: Ballantine Books, 1989
Jacques R. Risler, Çağdaş İslam Dünyası (Çev. Nihal ÖNOL), İstanbul, 1974
Zenife Umerova, “Yahudi Lobisinin ABD İçindeki Konumu ve Ortadoğu Politikasındaki Rolü”, Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Uluslararası İlişkiler Anabilim Dalı Yüksek Lisans Tezi, Ankara, 2006 (Umerova, 2006, ss.79-80)
Vatan topraklarımızın her köşesinde aziz yurdumuzu koruyan şanlı Türk Silahlı Kuvvetlerimiz, hürriyet ve bağımsızlığımıza ve ülkemize kimden, nereden ve hangi yönden bir saldırı gelirse gelsin, dün olduğu gibi bugün de onu önleyecek, dostlarını sevindirip düşmanlarını kahredecek kuvvet ve kudrete sahiptir.
Ordumuz; 26 Ağustos 1071 Malazgirt Meydan Muharebesi’nden itibaren Anadolu’yu Türk Milletine anavatan yapmış, 29 Mayıs 1453’te İstanbul’un fethiyle Bizans İmparatorluğu’nu yıkarak Orta Çağı kapatıp, Yeni Çağı açmıştır. 18 Mart 1915 Çanakkale’de büyük mücadeleler vermiş ve burada 253 bin şehit vermiştir. 30 Ağustos 1922’de Dumlupınar Meydan Savaşı’nı yapmış ve Anadolu’nun ebediyete kadar Türk Yurdu olarak kalmasını sağlamıştır. Yakın tarihimize baktığımızda, 1974’te Mehmetçik Kıbrıs’ta aynı kahramanlığı göstermiş ve halen devam eden bölücü terörle mücadelede de bu kahramanlığa devam etmektedir.
Tarih boyunca Aziz Türk Vatanını, Türk Milletinin namus ve bütünlüğünü, İslamiyet’in bütün kutsal değerlerini korumak için canını seve seve veren Türk ordusu, inançlarıyla, gelenekleriyle ve üstün iman gücü ile bir peygamber ocağıdır. Türk Milleti, Türk Ordusunda hizmet eden evlatlarının hepsine birden Peygamberimize izafeten bir sevgi ifadesi olarak “Mehmetçik” demiştir. Mehmetçik, bütün Türk ordusu mensuplarının ortak sembolüdür ve Türk Milleti’nin şerefini tarih boyunca gerektiğinde kanıyla kurtarmış bir kahramandır.
Mehmetçiğin bütün savaşlarında Mustafa Kemal’in aşağıda ifade ettiği yüksek iman ve ruh kuvvetini hep bulursunuz:
“Karşılıklı siperler arasındaki mesafe sekiz, on metre, yani ölüm muhakkak… Birinci siperdekilerin hiçbirisi kurtulamamacasına düşüyor, ikinci siperdekiler onların yerine geliyor, fakat ne kadar imrenilecek bir soğukkanlılık ve tevekkülle biliyor musunuz? Öleni görüyor, üç dakikaya kadar öleceğini de biliyor ve en ufak bir çekinme bile göstermiyor. Sarsılmak yok… Okuma bilenler Kur’an-ı Kerim okuyor ve Cennet’e gitmeye hazırlanıyorlar. Bilmeyenler Kelime-i Şahadet çekerek yürüyorlar. İşte bu, Türk askerindeki ruh kuvvetini gösteren hayret ve tebrike değer bir örnektir. Emin olmalısınız ki, Çanakkale muharebesini kazandıran bu yüksek ruhtur.“
Mehmetçik her zaman bilir ki, şehit olduğunda kanının ilk damlasında günahları Allah tarafından affedilecektir. Kabir azabı ve kıyamet korkusu olmayacaktır. Şehit olduğunda kul haklarından başka bütün günahları Allah tarafından affedilerek, sorgusuz sualsiz Cennete gönderilecektir.
Mehmetçik hep bilir ki, “Cennete giren hiçbir kimse tekrar yeryüzüne dönmek istemez, ancak şehitler müstesna. Onlar şehitliğin üstün mertebesini, Allah katındaki derecelerini gördükçe tekrar dünyaya dönmek, Allah yolunda savaşıp tekrar şehit olmak isteyecekler.” Böylece şehitlerin Rableri katında hakiki bir hayatları vardır. Bu hayat daimidir; elemsiz ve kedersizdir.
İşte Mehmetçiği, düşmanlarına üstün kılan en mühim esas “ölürsem şehit, kalırsam gazi…” olma inancıdır. İşte Mehmetçiği zaferden zafere koşturan ve tarih sayfalarını kahramanlık destanları ile donatan, şehitlik ve gazilik rütbesine erişme arzu ve isteğidir.
İşte Mehmetçik bu sebeplerle şehit ve gazi olmaktan hiçbir zaman korkmaz. Mehmetçiğimizde bu yüksek iman ve ruh kuvvetinde ayrıca mertlik, dürüstlük, büyüklerine saygı, küçüklerine sevgi, cesaret, kahramanlık, fedakarlık, alçakgönüllülük, vatan, bayrak, şehitlik ve gazilik sevgisi birleşmiştir.
İşte Türk Ordusu ve Mehmetçik tarih boyunca bu yüksek ruh ve değerlerle zaferden zafere koşmuş, gittiği her yere medeniyet, insanlık, hak, adalet, eşitlik ve barış götürmüştür.
Aziz şehitlerimizin ve gazilerimizin hatırası önünde Türk Milleti olarak saygıyla, hüzünle ve gözyaşlarımızla eğiliyoruz.
Eğitim, insanlık için açılan hayırlı yolların ilk anahtarıdır. Cornell Üniversitesi’nde Milton Leitenberg’in 2006 yılında yapmış olduğu “20. Yüzyıldaki Çatışma ve Savaşlarda Ölüm” isimli çalışmada; iç savaşlarda, sivil savaşlarda ve devletler arası savaşlarda ölen kişilerin istatistikleri sunuluyor. Araştırmaya göre, 1945’ten 2000 yılına kadar olan çatışma ve savaşlarda yaklaşık 41 milyon kişinin öldüğü tespit edilmiş.
Peki 2000 yılından sonra ne olmuş? Kamuoyuna yansıyabilen diğer araştırmalardan bir kısmına göre sadece son 10 yıldaki savaşlarda 2 milyon çocuk ölmüş, 6 milyon çocuk sakat kalmış, 12 milyon çocuk evsiz kalmış, 1 milyondan fazla çocuk öksüz veya yetim kalmış, 10 milyon çocuk psikolojik sarsıntı geçirmiş ve on binlerce çocuk tecavüz ve işkenceye uğramış.
Başka araştırmalarda ilgi çeken bir diğer nokta ise 1955’ten sonra savaşla ilişkili yaşanan ölümlerin neredeyse tamamının Afrika, Ortadoğu, Uzak Doğu, Latin Amerika coğrafyalarında gerçekleşmesidir. Bu savaşların, iç ayaklanma ve isyanların gerçekleştiği ülkeler şu şekilde sıralanmaktadır:
Güney Amerika’da: Arjantin, Bolivya, Brezilya, Şili, Kolombiya, Kostarika, Küba, Dominik Cumhuriyeti, El-Salvador, Guatemala, Honduras, Jamaika, Nikaragua, Peru,
Ortadoğu’da: Kıbrıs, Mısır, İran, Irak, Filistin, Lübnan, Suriye, Türkiye, Yemen
Güney Asya’da: Afganistan, Bangladeş, Hindistan, Nepal, Pakistan, Sri Lanka,
Uzak Doğu’da: Burma, Kamboçya, Endonezya, Kore (Güney ve Kuzey), Laos, Malezya, Filipinler, Tayvan, Vietnam,
Araştırmacıların yaptığı incelemelere göre yukarıdaki ülkelerin hepsinde ortak bir nokta mevcuttur: “Düşük Eğitim Seviyesi”.
Dünyadaki güçlü ülkelerle ilgili yapılan araştırmalarda ise şu hususlar çok dikkat çekicidir: 1945 yılında 2. Dünya Savaşı’nın bitmesinden sonra “Dünya barışı ve huzurunu korumak amacıyla” Birleşmiş Milletler (BM) kurulmuştur. Birleşmiş Milletler, kendi misyonunu “Adalet ve güvenliği, ekonomik kalkınma ve sosyal eşitliği tüm ülkelere sağlamayı amaç edinmiş küresel bir kuruluş” olarak tanımlamaktadır. Ancak BM’nin kurulmasından sonra tek bir yıl bile savaşsız geçmemiş ve 20. Yüzyılda ölen insan sayısının yaklaşık üçte biri bu dönemde ölmüştür.
Dünyadaki savaşları bitirmek için kurulan BM Güvenlik Konseyi, on beş ülkeden oluşmakta olup, bu üyelerden beşi daimi üye statüsündedir ve mutlak veto yetkisine sahiptir. Bu ülkeler Amerika, Rusya, Çin, İngiltere ve Fransa’dır.
Stockholm Uluslararası Barış Araştırmaları Enstitüsü’nün 2011 yılı dünya silah ticareti tablosuna göre; son 200 yıllık dünya tarihi içinde dünyaya en çok silah satan ülkeler arasında Amerika, Rusya, Almanya, Fransa ve İngiltere ilk beş içinde yer almaktadır.
Peki bütün bu ülkelerin ortak özelliği ne? “Yüksek Eğitim Seviyesi”.
Bugün dünyada 2000 yılı verilerine göre, sadece bir dakikalık askeri harcamaya 1,9 milyon dolar ayrılmaktadır. Yani herhangi bir yerde 2 saatlik zamanda 230 milyon dolar silahlanmaya gidiyor. Eğer tüm dünya sadece 8 gün askeri harcama yapmayı bırakırsa dünyadaki tüm çocuklara 12 yıl boyunca eşit ve kaliteli eğitim sağlanabilir.
Acaba dünyada birbirini öldürmek için silahlanmaya harcanan paralar; eğitime harcansa idi, insanlığın ve savaşların yaşandığı ülkelerin şu andaki durumu ne olurdu?
Acaba iç çekişmelerin yaşandığı ülkelerde gerçekte hangi ülkelerin mücadelesi yapılıyor?
Peki savaşların yaşandığı ülkelerin ortak özelliği ne? “Düşük Eğitim Seviyesi… Kısaca Cehalet…”
Peki dünyayı yönlendiren ülkelerin ortak özelliği ne? “Yüksek Eğitim Seviyesi… Kısaca İlim…”
Atalarımızdan bizlere miras kalan aşağıdaki iki söz aslında bizlere ne kadar büyük ışıklar sunuyor:
Çağımızda, ülkeler nadiren silahlı güç ve asker kullanılarak işgal edilmektedir. Askerlerden oluşan işgal ordularına gerek olmadan bankalar ile ceplerimiz, fikirler ile zihinlerimiz, internet ve sosyal medya ile kültürel değerlerimiz ve göç dalgaları ve de yabancılara toprak satışları ile yurtlarımız işgal edilmektedir.
Ancak en korkunç işgal, beyinlerin, zihinlerin, gönüllerin ve öz kültürün işgal edilmesidir. Maddi kaynak, hatta topraklar geri alınabilir, ama gönüller, beyinler ve öz kültür işgal edildikten sonra o ülkeler ilelebet sömürge olurlar.
Bir işgal yöntemi olan kültür emperyalizmi, en basit tanımıyla bir ülkenin kendi kültürel değerlerini ve ideolojisini başka bir ülkenin halkına benimsetmesidir. Bu, uzun soluklu bir harekettir ve nesiller boyu sürer. Buradaki temel amaç, insanların örgütlenmelerini engellemek; geleceği ve geçmişi olmayan, sadece gününü yaşamayı amaçlayan insan tipi yaratmaktır. Bu insanlar, tepkileri ve zevkleri önceden öngörülebilen, dolayısıyla her zaman kontrol altında tutulabilen kitlelerdir.
Bugün maliyeti çok yüksek savaşlar yerine kültür emperyalizmi ile ülkelerin eğitim sistemlerine girilmekte, gelişim ve yenilik hareketleri adı altında kültürel ve sosyal yapıları yozlaştırılmakta, tarihleri unutturulmakta, yanlış yorumlarla gençliğin milli güveni kaybettirilmekte, kitle iletişim araçları yoluyla dil yapısı bozularak nesiller arası açılmakta ve milli birliğin en önemli halkalarından olan milli dil unutturulmaktadır. Tüm bunların sonucunda da ülke, hiçbir direniş göstermeden sömürülmeye daha uygun hale gelmektedir.
Bir ülkede resmi dilin yerine yabancı ülke dillerinin yaygın olarak kullanılması, kültür emperyalizminin en belirgin sonucudur. Bazı sömürgeci küresel güçlerin yaratmaya çalıştığı “devletin dili olmaz” söylemlerinin amacı; birliği bozulmuş ve kolayca üzerinde kirli oyunların oynanabileceği bir Türkiye Cumhuriyeti yaratmaktır.
Yabancı kültürlerin, kültürümüz üzerindeki olumsuz etkisini dilimiz dışında beslenme alışkanlıklarımızda, giyimimizde, müziğimizde, yaşam tarzımızda ve sosyal ilişkilerimiz gibi pek çok alanda uzun zamandır zaten görmekteyiz.
Kendisine çok şey borçlu olduğumuz büyük önderimiz Atatürk, Türk dilinin korunmasının gerekliliğini özellikle vurgulamış ve “Milli duygu ile dil arasındaki bağ çok kuvvetlidir. Dilin milli ve zengin olması, milli duyguların gelişmesinde başlıca etkendir. Ülkesini, bağımsızlığını korumasını bilen Türk milleti, dilini de yabancı diller boyunduruğundan kurtarmalıdır” demiştir.
Bizler, Türk milleti olarak bu yeni işgale artık bir dur demek için ilk olarak milli dilimiz Türkçemizi yabancı diller boyunduruğundan kurtarmalıyız.
Pençe-Kilit Operasyonu bölgesinde bölücü terör örgütü mensuplarıyla sağlanan temas sırasında şehit olan 26 yaşındaki Piyade Astsubay Çavuş Mehmet Ali Horoz’un şehadeti ile ilgili haberi televizyonda izliyordum. Bu sırada şehidimizin bir süre önce sosyal medya hesabından görüntülü olarak paylaştığı “Şehit olursam Afrika’da adıma su kuyusu açılsın” vasiyetini izledim.
Şehidimizin bu vasiyeti bana çok derin mesajlar verdi ve zamanımızdan yaklaşık 100 yıl, yani bir asır önce olmuş bir olayı bana tekrar hatırlattı. Bu olay Tolga Uslubaş’ın “Şu İlginç Tarihimiz” adlı kitabında daha açık yer almaktadır (CNR Stüdyo, İstanbul, 2013, s.34).
Çanakkale Savaşı zamanı Kocadere köyünde büyük bir sargı yeri kuruldu. Kimi Urfalı, kimi Bosnalı, kimi Adıyamanlı, kimi Gürünlü, kimi Halepli çok sayıda yaralı getirildi. Bunlardan biri Lapseki’nin Beybaş köyündendi ve yarası oldukça ağırdı. Zor nefes alıp vermekteydi. Alçalıp yükselen göğsünü biraz daha tutabilmek için komutanının elbisesine yapıştı. Nefes alıp vermesi oldukça zorlaştı ama tane tane kelimeler döküldü dudaklarından.
“Ölme ihtimalim çok fazla. Ben bir pusula yazdım, arkadaşıma ulaştırın.”
Tekrar derin nefes aldı ve defalarca yutkundu.
“Ben… Ben köylüm Lapsekili İbrahim Onbaşıdan 1 Mecit borç aldı idim. Kendisini göremedim, belki ölürüm… Ölürsem söyleyin hakkını helal etsin.”
“Sen merak etme evladım,” dedi komutanı, kanıyla kırmızıya bulanmış alnını eliyle okşadı. Ve az sonra komutanının kollarında şehit oldu ve son sözü de “Söyleyin hakkını helal etsin” oldu.
Oraya sürekli yaralılar getirilmeye devam ediyordu. Bunlardan çoğu daha sargı yerine ulaştırılmadan şehit düşüyordu. Şehitlerin üzerinden çıkan eşyalar, künyeler komutana ulaştırılıyordu. İşte yine bir künye ve yine bir pusula gelmişti. Komutan daha gözyaşlarını silmeye fırsat bulamadan pusulayı açtı, hıçkırarak okudu satırları ve olduğu yere yığılıp kaldı. Ellerini yüzüne kapattı, ne titremesine ne de gözyaşlarına engel olamıyordu.
Pusulada aynen şunlar yazılıydı:
“Ben Beytaş köyünden arkadaşım Halil’e 1 Mecit borç verdiydim. Kendisi beni göremedi, biraz sonra taarruza kalkacağız. Belki ben dönemem. Arkadaşıma söyleyin ben hakkımı helal ettim.”
İşte yaklaşık bir asır aralıkla Türk askerlerinin Çanakkale’de ve Pençe-Kilit Operasyonlarında şehit olmadan önceki son vasiyetleri bizlere ne kadar derin mesajlar veriyor:
Çanakkale’de; Kul Hakkı
Pençe-Kilit Operasyonu’nda; Dünya İnsanları Hakları
İşte şehitlerimizin bu son vasiyetleri, Atatürk’ün aşağıdaki sözünü tekrar ispatladı:
“Dünyanın hiçbir ordusunda yüreği seninkinden daha temiz, daha sağlam bir askere rast gelinmemiştir.”
Atamız Atatürk, “Benim naciz vücudum bir gün elbet toprak olacaktır. Fakat Türkiye Cumhuriyeti ilelebet payidar kalacaktır.” diyerek, bütün hayatını bizler için çalışarak ve çok büyük hedefleri başararak, 10 Kasım 1938 tarihinde aramızdan ayrılmıştır. Günümüze geldiğimizde, onun biz Türkler ve Türkiye için yaptıkları tekrar gündeme geldi. Ancak gündeme gelmesinden çekinilen ve korkulan bazı konular ise çok az gündeme getirildi.
Bu yazımda, Atamızın biz Türk milleti ve Türk dünyası için yaptıklarından ve düşündüklerinden bazılarını ve de Türkiye Cumhuriyeti olarak yeni gelecek devlet hedeflerimizin neler olması gerektiğini sizlerle paylaşmak istedik.
Büyük Atamız Atatürk’ün milletimiz için ilk yaptığının, Türk adını vererek Türkiye Cumhuriyeti’ni kurmak olduğunu gördük. Sonrasında, Türk Tarih Kurumu ve Türk Dil Kurumu’nu kurduğunu ve Türk Tarih Tezi’ni hazırlattığını tespit ettik. Bir millet, kendi dilini ve tarihini öğrenemezse bulunduğu coğrafyada yaşayamaz diyerek, başta Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi olmak üzere, dilimizin ve tarihimizin öğretildiği okulları peşi sıra açtığını öğrendik. Anadolu’da kazı çalışmaları yaptırıp Türk’ün izlerini sürdüğünü gördük.
Atatürk’ün “Muhtaç olduğun kudret damarlarındaki asil kanda mevcuttur.” diyerek bizlere tekrar Türklüğü hatırlattığını içimiz titreyerek hatırladık. Yine manevi kızına Ülkü adını vererek, yakın arkadaşlarına Bozok, Bozkurt gibi soy isimler koyarak, İbrahim Çallı’dan Ergenekon’dan çıkış tablosunu yapmasını isteyerek ve bastırdığı kâğıt paranın üzerine Bozkurt koydurarak bizlere çok derin mesajlar verdiğini anladık.
Atamızın, bizlere, dünyadaki tüm Türklere ve Türkiye Cumhuriyeti’ne bugünler için yapmamız gereken derin hedefler gösterdiğini içimizde hissettik.
Bugün Türkiye, Azerbaycan, Kazakistan, Türkmenistan, Özbekistan, Kırgızistan ve Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti birer bağımsız Türk devletidir. Bu devletlere ilaveten özerk Türk cumhuriyetleri vardır: Altay Cumhuriyeti, Başkurtistan, Kabardey-Balkarya Cumhuriyeti, Çuvaşistan Cumhuriyeti, Dağıstan Cumhuriyeti, Doğu Türkistan, Gagavuzya, Hakasya, Karaçay-Çerkes Cumhuriyeti, Karakalpakistan, Nahçivan, Tataristan, Tuva Cumhuriyeti ve Yakutistan.
Bütün bunlara ilaveten İran’da Azeriler, Kaşkaylar, Kaçarlar, Rusya’da Nogaylar, Ahıska Türkleri, Terekemeler ve Karay Türkleri, Yunanistan, Bulgaristan ve eski Yugoslav devletlerinde Balkan Türkleri, Irak’ta Türkmenler, Suriye’de Oğuz Türkmenleri, Çin’de Yugurlar, Salarlar ile dünyanın diğer coğrafyalarında Halaçlar, Şahsevenler, Naymanlar ve Avrupa Türkleri gibi burada isimlerini saymaya imkân bulamadığımız daha birçok Türk kökenli topluluk bulunmaktadır.
Bugün dünyada yaşayan Türk nüfusu, Türkiye Cumhuriyeti’nde 83.000.000 olmak üzere, yukarıda saymaya çalıştığımız diğer yerlerle birlikte ortalama 235.000.000 kişiyi bulmaktadır. Bu rakam, Çinliler ve Hintliler’den sonra Türkleri dünyanın en kalabalık 3. nüfusu yapmaktadır.
Bugün biz, Türkiye Cumhuriyeti olarak, büyük atamız Atatürk’ün izinde, dünyanın 3. büyük nüfusu olan Türk milletini yeniden şahlandırarak, dünyadaki gerçek yerini almasına liderlik yapabiliriz. Bu liderlik, ilk önce ortak dil Türkçe ve ortak milli kültürde yapıldıktan sonra ekonomik ortaklığa, askeri pakta ve Dünya Türk Birliği oluşturulmasına yönlendirilebilir.
Artık Büyük Atamız Atatürk izinde “Ne Mutlu Türküm Diyene” diyerek, önce Türkiye Cumhuriyeti ve Türk dünyasını, sonra da “Yurtta Sulh, Cihanda Sulh” diyerek tüm dünyayı uyandırma vakti gelmedi mi?
Biz insanlar olarak, su gibi akan zaman içinde ömrümüzü şuursuzca tüketiyoruz. Samimi bir eski okul arkadaşımdan aldığım not defterime ‘Mutlu Olmanın Sırrı’ adlı bir yazıyı zamanında yazmışım. Yazı, hayatın özetini ne güzel anlatıyor:
“Önce evlendiğimizde hayatın daha iyi olacağına inanırız kendimizi. Evlendikten sonra bir çocuğumuz doğduktan hatta ardından bir tane daha olduktan sonra hayatın daha iyi olacağına inanırız kendimizi. Sonra çocuklar yeterince büyük olmadıkları için kızar, onlar büyünce daha mutlu olacağımıza inanırız. Bundan sonra ergenlik dönemlerinde çocuklarla uğraşmamız gerektiği için öfkeleniriz. Kendimize, çocuklarımız bu dönemden çıkınca daha mutlu olacağımızı, yeni bir araba alınca, güzel bir tatile çıkınca, emekli olunca, yaşantımızın dört dörtlük olacağını söyleriz. Gerçek ise şu andan daha iyi bir zaman olmadığıdır. Eğer şimdi değilse ne zaman?… Hayatınız her zaman mücadelelerle dolu olacaktır. En iyisi bunu kabul edip her ne olursa olsun mutlu olmaya karar vermektir. Mutlu olmak için içinde bulunduğunuz an’dan daha iyi bir zaman olduğuna karar vermek için beklemekten vazgeçin. Mutluluk bir varış değil, bir yolculuktur. Pek çokları mutluluğu insandan daha yüksekte ararlar, bazıları da alçakta. Oysa mutluluk insanın boyu hizasındadır. Unutmayın, yarın kimseye vaad edilmemiştir.”
Şimdi, ben 56 yaşındayım ve kendi tecrübelerim sonucu bu nottan yeni çıkardığım ders şudur: Zaman hiç kimse için beklemez. Öyleyse;
Okulu bitirene kadar, Çok para sahibi olana kadar, Çocuklarınız olana kadar, Çocuklarınız evden ayrılana kadar, İşe başlayana kadar, Evlenene kadar, Cuma gecesine kadar, Pazar sabahına kadar, Yeni bir araba ya da ev alana kadar, Borçları ödeyene kadar, İlkbahara kadar, Yaza kadar, Sonbahara kadar, Kışa kadar, Maaş gününe kadar, Şarkınız söylenene kadar, Emekli olana kadar, ve ve…
Ölene kadar “Beklemeyin”…
Unutmayın “Yarın Kimseye Vaad Edilmemiştir.”
Bizler Türk Milleti olarak mutlu olmak istiyorsak, tarihten gelen öz kültürel değerlerimizin temeli olan insana her zaman sahip çıkmalıyız. Annelerimizi, babalarımızı, eşlerimizi, çocuklarımızı, kardeşlerimizi, arkadaşlarımızı, komşularımızı, akrabalarımızı ve birbirimizi asla ihmal etmemeliyiz. Onları mutlu etmeli, sevmeli, gönüllerini almalı, ellerini tutmalı, dinlemeli ve her daim yanlarında olduğumuzu hissettirmeliyiz. İşte o zaman en mutlu millet ve en mutlu insanlar oluruz.
Haydi, bu kutsal Kurban Bayramında yeniden mutlu bir millet ve mutlu insanlar olmak için bir başlangıç yapalım. Haydi, bu Kurban Bayramında hep beraber annelerimizi, babalarımızı, eşlerimizi, çocuklarımızı, kardeşlerimizi, arkadaşlarımızı, komşularımızı, akrabalarımızı ve birbirimizi ziyaret edelim. Haydi artık sanal değil gerçek bir bayram yapalım ve mutlu olalım.
Türkiye’nin etrafındaki komşu ülkelerin sahip olduğu roket ve füzeler ile diğer çevre ülkelerden kaynaklanan tehdide bağlı olarak taktik ve balistik füzelere karşı savunma ve bunlara karşı caydırıcı güç, son yıllarda ülkemiz için önemli ve öncelikli bir ihtiyaç haline gelmiştir.
Türkiye için bu konunun önemini ortaya koymak için öncelikle roket ve füze ile ilgili tanımları açıklamak ve roket ve füze sistemlerine sahip dünyadaki diğer ülkelerin bilinmesi uygun olacaktır.
Roket: Katı veya sıvı yakıtlarla itişi sağlanarak özel rampalardan ya da fırlatma araçlarından fırlatılan belirli bir menzil içinde yol alan, serbest uçuş ve düşüş prensiplerine göre hedefine ulaşan ve üzerinde harp başlığı taşıyan bir mühimmattır.
Füze: Rotası ve vuruş noktası çeşitli sistemlerle önceden belirlenen veya uçuş esnasında yönlendirilebilen roketlerdir. Füzelere güdümlü roketlerde denilebilir. Balistik Füzeler: Uçuş yolunun büyük kısmında balistik bir yörünge izleyen, uçuş yolu önceden belirlenmiş ve harp başlığı taşıyan füzedir. Balistik füzeler 5500km ve ötesi menzile sahip kıtalar arası balistik füzeler,3000-5500km menzile sahip orta-uzun menzilli balistik füzeler,1000-3000km menzile sahip orta menzilli balistik füzeler,1000km’ye kadar menzile sahip kısa menzilli balistik füzeler ve menzil dikkate alınmaksızın denizaltılardan atılan balistik füzeler olarak sınıflandırılır. Bu silah sistemlerine açık istihbarat kaynaklarından elde edilen bilgilere göre Rusya, Çin, ABD, Suudi Arabistan, Kuzey Kore,Hindistan,Pakistan,İran,Mısır,İngiltere ve Fransa’nın sahip olduğu bilinmektedir.
Balistik Füze
Seyir Füzeleri: Uçuş yolunun büyük kısmında aerodinamik kaldırma gücünü kullanarak seyreden,önceden belirlenmiş rota ve irtifalarda uçan bir füzedir,menzilleri 30-3000 km arasında değişir. Seyir Füzeleri; Kara hedeflerine taarruz seyir füzesi(LACM),Deniz hedeflerine taarruz seyir füzesi(ASCM) olarak sınıflandırılır. Açık istihbarat kaynaklarından elde edilen bilgilere göre bu silah sistemlerine Rusya, ABD,Fransa,İngiltere,Almanya,İsveç,Güney Afrika,Çin’in sahip olduğu bilinmektedir.
Seyir Füzesi
Havadan yere taktik roketler ve füzeler: Aerodinamik kaldırma sağlayan kanatçıklar yerine, istikamet sağlayıcı küçük kanatçıklara sahiptir.Lazer güdümlülerin menzili 10km’nin altındadır.Bazı anti-radyasyon,elektro-optik veya video görüntülü sistemlerin menzilleri 100km’nin üzerindedir.
Büyük çaplı roketler: Teknik olarak füze sayılmayan (güdüm sistemi bulunmayan) ancak ebat olarak kısa menzilli balistik füzelere yakın büyüklükte ve aynı uçuş yolu,harp başlığı ve hedef özellikleri taşıyan roketlerdir. Büyük çaplı roketlere açık istihbarat kaynaklarından elde edilen bilgilere göre çevremizdeki ülkelerden Rusya ve İran’ın sahip olduğu bilinmektedir.
Çok namlulu roketler: Büyük çaplı roketler gibi güdümsüz serbest uçuş yoluna sahip,aynı hedefe gruplar halinde fırlatılmak üzere tasarlanmış roketlerdir. Açık istihbarat kaynaklarından elde edilen bilgilere göre çok namlulu roketlere ABD, Rusya, Sırbistan-Karadağ, Bosna, Romanya, Çek Cumhuriyeti, İran ve Brezilya’nın sahip olduğu bilinmektedir.
Türkiye’ye yakın komşu ülkelerin sahip oldukları çok namlulu roketler ve füze durumu açık istihbarat kaynaklarından incelendiğinde içinde bulunduğumuz durumun daha iyi analiz edilebileceği değerlendirilmektedir.
Rusya’nın Füze Durumu: Açık istihbarat kaynaklarından Rusya’nın envanterindeki kıtalar arası balistik ve taktik füzeler incelendiğinde Rusya Federasyonu’nun Türkiye Cumhuriyeti’nin bütün ülke coğrafyasını ateşleri ile etki altına alabildiği görülmektedir. Bu kaynaklara göre Rusya Federasyonu’nun kıtalar arası balistik füzelerinin 12000km. menzile sahip SS-17 SPANKER, 17500km menzile sahip SS-18 SATAN, 9800 km. menzile sahip SS-19 STILETTO, 9800km. menzile sahip SS-24 SCALPE, 13300km menzile sahip SS-25 SICKLE ve 10500km menzile sahip SS-X-27 TOPOL-M dir. Rusya Federasyonu’nun bilinen taktik balistik füzeleri; 300km menzile sahip SCUD-B, 600km menzile sahip SCUD-C, 120km menzile sahip SS–21 ve 500 km menzile sahip SS-X-26 füzeleridir.
Ermenistan Federasyonu Füze Durumu: Ermenistan’ın Ordu-Diyarbakır hattının doğusuna kadar olan coğrafi bölgemizi ateşleri ile etki altına alabildiği görülmektedir. Ermenistan’ın bilinen envanterdeki taktik balistik füzeleri 70 km menzile sahip FROG–7, 120 km. menzile sahip SS–21, 600km menzile sahip SCUD-C füzeleridir.
Suriye Füze Durumu: Şu anda çok büyük siyasi karmaşa ve iç mücadele yaşanan Suriye’nin geçmişteki envanterindeki taktik balistik füzeler incelendiğinde Samsun- Mersin hattının doğusundaki bütün ülke coğrafyasını ateşleri ile etki altına alabildiği görülmektedir. Suriye’nin elindeki taktik balistik füzelerin 70 km. menzile sahip FROG–7, 120km. menzile sahip SS–21, 300km. menzile sahip SCUD-B, 600 km. menzile sahip SCUD-C ve M–9 taktik balistik füzeler olduğu bilinmektedir.
Yunanistan’ın Füze Durumu: Yunanistan’ın envanterinde taktik balistik füze kapsamına giren 607 mm ATACMS füzeleri hariç herhangi bir füze bulunmamasına rağmen, özellikle son dönemde envanterindeki Çok namlulu roketatarlara uzatma podu ekleyerek kazandırdığı menzilin muhtemel bir muharebede Yunan Silahlı Kuvvetleri’ne önemli avantajlar sağlayacağı, ayrıca Yunanistan’ın Rusya’dan aldığı ve Girit’e konuşlandırdığı S-300 füzeleri ile etkisini arttırarak Türkiye Coğrafyası’nda Trakya’nın tümü ve İzmir’e kadar olan coğrafi bölümü ateşleri ile etki altına alabildiği görülmektedir.
İran’ın Füze Durumu: İran-Irak Savaşı’nın başlama yıldönümü olan 22 Eylül 2009 tarihinde Tahran’da düzenlenen törenlerde 2500 km. menzilli GHADR–1, 2100 km. menzilli ŞAHAB–3 ve 2000 km. menzilli SİCCİL–1 Füzeleri geçiş yapmıştır.
GHADR–1 Füzeleri Çin M-18 Füzesi baz alınarak üretildi. Menzili 2500 km. olup, boyu 20m. dir, her noktadan fırlatılabiliyor.ŞAHAP–3 Füzeleri; 2100km. menzile sahip olup, 990kg. lık tek savaş başlığı taşıyabiliyor. Saatteki hızı 5500km/h, uzunluğu ise 30m. dir.
SİCCİL–1 Füzelerinin özellikleri gizli olmakla birlikte 2000 km. menzile sahip olduğu ve İsrail dahil diğer ülkelerde bunu durdurabilecek bir füze olmadığı öne sürülmektedir. İran’ın 12 Kasım 2008’de başarı ile denediğini açıkladığı katı yakıtla çalışan karadan karaya uzun menzilli bu füzeler 22 Eylül 2009 tarihinde ilk kez sergilendi.
Kısaca İran füzelerinin menzilleri İstanbul ve Ankara’ya kadar uzanıyor.(İstanbul- Tahran: 2165 km, Ankara-Tahran: 1764 km.)
Türkiye’ye komşu Rusya, Ermenistan, İran, Suriye ve Yunanistan’ın mevcut silah sistemleri ile Türkiye için bir tehdit oluşturduğu ve Türkiye’nin bu tehdidi en yakından hisseden ülkelerin başında geldiği görülmektedir. Türkiye’nin etrafındaki ülkelerin sahip olduğu bu silahlardan dolayı ve diğer çevre ülkelerden kaynaklanan tehdide bağlı olarak bu füzeler ve roketlere karşı savunma ve caydırıcı güç, ülkemiz için önemli ve öncelikli bir ihtiyaç haline gelmiştir.
Ülkeler arası silahlanma çabaları özellikle nükleer ve uzun menzilli taktik balistik füzeleri üretmede kat ettikleri mesafenin ciddi boyutlara ulaştığı, bu ülkelere Rusya , Çin, Kuzey Kore ve eski Varşova Paktı Ülkelerinin sağladığı teknoloji desteği ile birbirleri arasındaki karşılıklı iş birliği; önümüzdeki birkaç yıl içerisinde Türkiye’nin daha da artan boyutta bir tehditle karşı karşıya kalabileceği uzmanlarca değerlendirilmektedir.
Türkiye’nin roket ve füze tehdidinin yoğun olduğu bölgelere yakınlığı nedeniyle, kitle imha silahları ve atma vasıtalarının yayılması kendi toprakları için önemli bir tehdit oluşturmaktadır. Ayrıca bu tehdit milletler arası barışa, güvenlik ve istikrara karşı da ciddi bir tehdit olduğu değerlendirilmektedir.
Türkiye’nin bu tehdide karşı gerekli tedbirleri alabilmesi için önünde birçok seçenek vardır;
Bu seçeneklerden ilki, açık istihbarat kaynaklarda yer aldığı gibi bu tehditlere karşı mevcut korunma ve saldırı sistemlerini direk olarak yurt dışından satın almaktır. Ama şu konu unutulmamalıdır ki; Yabancı kaynaklı sistemler kullandıkça ya da bunların millileştirilmeden alınması sonucu yabancı ülkelerin bazı yaptırımları ve diretmeleri ile karşı karşıya kalınacak ve milli servet yabancı şirketlere ödenecektir. Yakın tarihimizde Kıbrıs Barış Harekatı ve İç Güvenlik Harekatları’nda yabancı menşeli silahların kullanılmasına bu devletler tarafından tahditler konduğu görülmüştür. Son yıllarda bazı sözde dost NATO ülkelerinin Füzesavar Patriot füze bataryalarını ülkemizde kullanırken yaşanan olumsuz hatıralar kamuoyunun hafızasından halen silinmemiştir.
Patriot füzet
Türkiye’nin bu tehdide karşı alabileceği diğer bir tedbir ise bu teknolojiye sahip yabancı bir devlet ile işbirliğine girerek bu sistemleri milli özelliklerde üretmesidir. Bu konuda Rusya Federasyonu’nun 150 km. menzilli S–300 Füzeleri’ni birlikte üretme ve yeni nesil S-400 Füzeleri’ni de teklifinde sunduğu açık istihbarat kaynaklarında belirtilmektedir. Bu füzelerin etkinliği çok iyi araştırılmalıdır. Ayrıca Pakistan ile BABUR Füzeleri, Çin ile HQ–9 Füzeleri’nin ortak üretimi konusunda anlaşmalar yapılabileceği de kamuoyuna yansımıştır. Bu seçeneklerin hepsinin çok iyi irdelenmesi, bu sistemlerin etkinliklerinin çok iyi araştırılması, maliyet ve etkinlik analizlerinin yapılması gerekmektedir. Unutulmamalıdır ki bu seçenekte de yabancı bir ülkeye bağımlılık mevcuttur.
S-300 Füzeleri
Türkiye’nin bir seçeneği de karşıdaki devletin kesinlikle bir harp yapma isteğini kökünden kopartacak NÜKLEER uzun menzilli bir silah sistemine sahip olmasıdır. Unutulmamalıdır ki II. Dünya Savaşı’nın sonunu Japonya’ya atılan iki atom bombası getirmiştir. Fakat bu seçenek birçok riskleri ve dünya kamuoyunun yoğun tepkisini çekecektir. İran şu anda her ne kadar NÜKLEER çalışmalarını barış amaçlı yaptığını iddia etse de dünya kamuoyundan gelen tepkiyi karşılayamamakta ve hep gündemde olmaktadır. Türkiye’nin NÜKLEER bomba yapabileceği bir kapasitesinin bulunduğu bilim adamları tarafından ifade edilmektedir. Bu konunun riskleri ve uluslar arası bu konudaki anlaşmalar da göz önüne alınarak değerlendirilmesi gerekmektedir.
Nükleer Silahlar
Türkiye’nin diğer bir seçeneği de; şu anda milli imkânlarla ürettiğimiz Füze ve Roket sistemlerini geliştirmek ve bu sistemlerin menzillerini ve güdüm sistemlerini en az diğer tehdit edebilecek ülkelerin başkentlerini içine alacak şekilde arttırmaktır. Mevcut sistemleri şu anda yapabilen Türk mühendisleri ve teknik altyapı, Araştırma ve Geliştirme Projeleri için milli kaynaktan yeterli para alması halinde bu sistemleri daha da geliştirebilecek ve ülkemizi tehdit eden yabancı füzelere karşı gerekli savunma sistemlerini yapabilecek imkân ve kabiliyetlere sahiptir. Bu seçenek şüphesiz diğer seçeneklere göre daha fazla zaman ve emek alacaktır.
Sonuç olarak, milli hedefler, çıkarlar ve ülkemizin karşı karşıya bulunduğu tehditler göz önüne alınarak, ülkemizin savunmasının milli imkânlarla üretilen sistemlerle sağlanması ile tehdit eden ülkelere karşı caydırıcılığımızın sağlanabileceği ve “Güçlü Ordu ve Güçlü Türkiye” hedefinin gerçekleştirilebileceği değerlendirilmektedir.
Eski Türk destanlarında kadın, erkeğinin her daim yanındaydı. Kadın, erkeğinin güç ve ilham kaynağı olarak kabul edilirdi. Eski bir Türk atasözünde belirtildiği gibi: “Birinci zenginlik sağlık, ikinci zenginlik iyi bir kadın.” idi.
Eski Türk inancına göre “Han ile Hatun”, gök ve yerin evlatlarıydı. Kadının yeri yedinci kat göktü. Nitekim kadının yüceliği Altay Dağlarının en yüksek tepesine “Kadınbaşı” ismi verilerek yaşatılmıştır.
Eski Türklerde kadın miras hakkına sahipti. Kadının kendine ait mülkü mevcuttu. Kadın, bunu istediği gibi kullanma hakkına sahipti. Eski Türklerde koca karısını boşayabildiği gibi, kadın da kocasını boşayabilirdi.
Arap gezgini İbn’i Batuta şöyle der: “Burada tuhaf bir hale şahit oldum ki o da Türklerin kadınlarına gösterdiği hürmetti. Burada kadınların kıymeti ve derecesi erkeklerinden daha üstündür.”
Yabancı devletlerin elçilerinin kabulünde hatun da hakanla beraber olurdu. Tören ve şölenlerde kadın, hakanın solunda oturur siyasi ve idari konumlardaki görüşlerini beyan ederdi. Mesela, büyük Hun İmparatorluğu adına Çin ile ilk barış antlaşmasını Tanrıkut Mete Han’ın Hatunu imzalamıştır. Ebul Gazi Bahadır Han, Secere-i Terakime’de, Oğuz ilinde, yedi kızın uzun yıllar beylik yaptığını anlatmaktadır.
Türk kültüründe destan kahramanları iyi ata binen, iyi savaşan, iyi kılıç kullanan kadınlar ile evlenmek istemektedirler.
Nitekim öz kültürel değerlerini hiçbir zaman kaybetmemiş Türk kadını, Kurtuluş Savaşı’nın silahlı mücadele günlerinde dahi erkeği ile birlikte her türlü zorluklarla baş ederek düşmanın yurttan kovulmasında büyük rol oynamıştır.
Cumhuriyet’in kurulması ile aynı eski Türklerde olduğu gibi kadın hakları tekrar sağlanmıştır. Cumhuriyet döneminde eski Türklerde olduğu gibi kadına erkek ile aynı hakları tanıyacak olan düzenlemeler büyük bir hızla gerçekleştirilmiştir. Eğitimde, iş hayatında, siyasette kadın erkek fırsat eşitliği sağlanmıştır.
Kadınlarımız önce 3 Mart 1924 tarihli Tevhîd-i Tedrisât Kanunu ile eğitimde erkeklerle eşitliği kazanmışlardır. 1926 yılında kabul edilen Medenî Kanun ile erkeğin çok eşliliği ve tek taraflı boşanmasına ilişkin düzenlemeler kaldırılmış, kadınlara boşanma hakkı, velayet hakkı ve malları üzerinde tasarruf hakkı tanınmıştır. Aile ve toplum hayatında kadın erkek eşitliğinin temelleri atılmıştır.
Kadınlar her türlü meslek dallarına ilgi göstererek başarılı hizmetler yapmaya başlamışlardır. 1936’da Kadınların çalışma hayatına düzenleme getiren İş Kanunu yürürlüğe girmiştir.
Türk kadınlarının siyasî hayata atılmaları konusunda ilk adım, 3 Nisan 1930 tarihli 1580 sayılı Belediye Kanunu’yla kadınlara Belediye meclislerine üye seçme ve seçilme hakkı tanınmasıyla atılmıştır. Bunu daha sonraki dönemde 1934 yılında yapılan anayasa değişikliği ile milletvekili seçme ve seçilme hakkının tanıması izlemiştir.
Kadınlar seçme ve seçilme haklarını sözde modern batı toplumları olan Fransa’da 1946’da, İsviçre’de ise 1971’de elde edebilmişken Türkiye’de 1934’ten itibaren bu hakkı kullanmaya başlamışlardır.
Dünyada milletler arası ilk kadın kongresi 18 Nisan 1935’te Atatürk’ün himayesinde İstanbul’da toplanmış ve bu kongreye dünyanın dört bir yanından gelen kadınlar katılmıştır. Atatürk “Milletler arası İlk Kadın Kongresi” delegelerine şöyle seslenmiştir: “Türk kadınının dünya kadınlığına elini vererek, dünyanın barış ve güveni için çalışacağına emin olabilirsiniz.”
Türkmen kültürünün ve müzik geleneğinin son büyük temsilcisi Türk halk ozanı Neşet Ertaş’a bir gün sorarlar: “Neşet Baba kadın hakları ile ilgili ne dersiniz?” “Kadınlar insandır, biz insanoğlu.”
“Peki en değerli varlıklarınız?” “İki büyük nimetim var, biri anam, biri yarım.”
Şimdi biz Türk Erkekleri, en değerli varlıklarımız olan kadınlarımızın geleceğe güvenle bakabilmesi için kadınlarımız ile el ele vererek tüm dünya milletlerine ve erkeklerine örnek olabiliriz. Şimdi bütün Türk Erkeklerini en değerli varlıklarımız olan kadınlarımız ile birlikte önce Türk kadınlarımızın medeni haklarının sağlanması, sonra dünyanın barış ve güveni için ortak çalışmaya davet ediyorum.
Günümüzde ABD, Rusya, Çin ve Batılı devletlerin mevcut silah sistemleri ile birbirleriyle savaşmaları, taraf devletlerin sonuçta tamamen yok olmalarına sebep olacaktır. Askeri yönden bu güçlere göre zayıf olduğu değerlendirilen diğer ülkeler ise, örneğin sınır komşumuz İran’da olduğu gibi, sahip oldukları uzun menzilli roket, füze sistemleri ve geliştirdikleri nükleer silahlar ile bu güçlü devletleri ölümcül etki altına alabilmektedir.
Dünyadaki hiçbir güç böyle büyük bir tehlikeyi göze alamadığı için, bazı güçler yeni savaş yolları bulmak ve bu tehlikeden korunmak için büyük bir araştırma yapmak durumunda kalmıştır.
Yakın dünya tarihi incelendiğinde, yeni savaş yollarının neler olduğunu görmek mümkündür. Artık savaşların büyük bir çoğunluğunun küresel güçler tarafından, devletlerin birbirlerine karşı kışkırtılarak ve devletlerin iç sorunları irdelenerek ortaya çıktığı görülmektedir. Bu savaşlar ve devlet içindeki iç mücadeleler, sonuçta küresel güçlerin bu bölgelere ve buradaki enerji kaynaklarına sahip olması ile sonuçlanmaktadır.
Türkiye’nin yer aldığı kritik coğrafyanın küresel güçler için önemi ve sahip olduğu potansiyel gücü ile ülkemiz her dönemde dışarıdan desteklenip yönlendirilen küresel tehdit odaklarının hedefi olmuştur. Ülkemiz üzerinde çıkarları bulunan devletler, bazı küresel şirketler ve sivil toplum kuruluşları, tarihin her döneminde hedeflerine ulaşabilmek için Türk Devleti ve Milleti üzerinde oyunlar sahnelemekten ve kendi çıkarlarına toplumumuzu alet etmekten çekinmemişlerdir.
Vekâlet Savaşları, devletlerin birbirlerine fiilen saldırmadığı, ancak üçüncü bir taraf vasıtasıyla mücadele halinde olduğu savaşlardır. Bu üçüncü taraf, paralı askerler, bir başka devlet veya terörist gruplar olabilir. Genellikle büyük devletler, nüfuz alanlarını genişletmek için kendi askeri unsurlarını kullanmak yerine piyon terörist unsurları kullanarak bu savaşı gerçekleştirirler. Bu yeni savaş yolu, maliyet-etkinlik analizi çerçevesinde incelendiğinde, çok ucuz ve etkinliği konvansiyonel harbe göre çok daha fazladır. Bu yeni savaş yolunun metodları çoktur ve halen geliştirilmektedir.
Geçmiş tarihimiz boyunca ilk önce biz Türkler üzerine derin hedefleri bulunan Çin, ardından Şark Meselesi takipçileri İngiltere, Fransa, Rusya ve Almanya, sonrasında ise Büyük Ortadoğu Planı’nı uygulayan ABD, biz Türkleri hiçbir zaman rahat bırakmamıştır.
Türkiye’de bazı büyük devletler tarafından kullanılan piyon terörist örgütler ile geçmişten beri vekâlet savaşları ne yazık ki icra edilmektedir.
Vekâlet savaşlarının bir gereği olarak, Bölücü Terör Örgütü PKK, geçmişte Şark Meselesi ve günümüzde ise ağırlıklı olarak Büyük Ortadoğu Planı’nın kanlı bir uzantısı olarak, zamanında Ermenilerin kullanıldığı gibi, günümüzde aynı bölgelerde başarı ile kullanılmaktadır. Kırk yıldan fazla uğraştığımız Terör Örgütü PKK ve bu örgütün son türevleri olan YPG/PYD ile son dönemlerde yoğunlukla uğraşmaya başladığımız FETÖ ve DAEŞ, bize karşı uygulanan bu vekâlet savaşlarının yeni örnekleridir.
Artık 17. Türk devleti kabul edilen Türkiye Cumhuriyeti’nin şu anda çektiği sıkıntıları, atlattığı tehlikeleri, yaptığı hataları ve bu hatalar sonucu aziz milletimizin verdiği büyük kayıpları önümüze koyarak bilimsel değerlendirmeli ve ders almak zorundayız. Bu dersi, birbirimizi kırarak verdiğimiz şehit kanları ile değil, kardeşçe kol kola vererek, ortak aklımız ve yüreğimiz ile alma zamanımız gelmiştir.
Artık Cumhuriyetimizin ikinci yüzyılında barış içinde yaşamak istiyoruz. Artık büyük atamız Atatürk’ün izinde “Yurtta BARIŞ, dünyada BARIŞ” umutlarımızı hem öz vatanımızda hem de tüm dünyada gerçekleştirmek istiyoruz.
Ankara Karşıyaka Mezarlığı’nda, 30 Mayıs 2024 tarihinde bir şehit annesi olan Ayşe Koçak’ın cenaze töreninde bizzat şahit olduklarım ve duyduklarım, bir Türk milleti evladı olarak beni çok duygulandırdı ve gururlandırdı. Bu yazımı hem bu cenaze töreninde şahit olduklarımı sizlere aktarmak hem de bu olayı tarihe kısa bir not düşmek istediğim için kaleme aldım.
Kara Harp Okulu’nda beraber okuduğum, ancak terörle mücadele ederken 1994 yılında daha teğmenken 25 yaşında şehit olan devre arkadaşım Erdal Koçak’ın annesi Ayşe Teyzemizin uzun zamandır çektiği rahatsızlık sonucu öldüğünü bir arkadaşımdan öğrendim.
Şehit kardeşimiz Erdal’ın annesinin cenazesinin kaldırılması için yapılacak cenaze töreni yerini ve zamanını devre arkadaşlarımdan öğrendikten sonra, derhal bu acı haberi duyan diğer arkadaşlarım ile birlikte cenazeye katıldım. Cenaze töreninde şehit devre arkadaşımız Erdal’ın yaşlı ve hasta olarak şimdi hayatta tek başına kalmış babası ve kardeşleri ile görüştük ve onlara sabırlar diledik.
Cenaze alanında diğer kişilerle görüşürken, rahmetli Ayşe Teyzemizin ölmeden önceki son vasiyeti hemen hemen herkes tarafından dile getiriliyordu. Acaba bu son vasiyeti yapılacak mı diye çok merak ediliyordu.
Şehit annesi Ayşe Teyzemizin ölmeden önceki son vasiyetinin şu olduğunu öğrenmiştik:
“Ben öldüğümde, benim üzerime şehit oğlum Erdal şehit olduğunda onun cenaze töreninde üzerine örtülen Türk bayrağını örtün ve beni şehit oğlum Erdal gibi üniforma giymiş askerler son yolculuğuma uğurlasın.”
Askerler bu vasiyeti duyar duymaz, şehit silah arkadaşları Erdal’ın annesinin bu son vasiyetini kutsal bir emir olarak değerlendirdiler. İçinde bir tümgeneral ve üst rütbeli komutanların da bulunduğu çok fazla asker, üniformalarını giyerek bu vatan için şehit oğlu bulunan annemiz Ayşe Teyzemizin cenaze törenine katılıyorlar ve ölmeden önceki son vasiyetini yerine getiriyorlardı. Üniformalı askerler, Erdal’ın cenaze töreninde üzerine örtülen Türk bayrağını rahmetli Ayşe Teyzemizin tabutunun üzerine büyük bir saygı ile örtüyorlar ve onu son yolculuğuna uğurluyorlardı.
Bir silah arkadaşımın bunları izlerken anlattığı bir anısı ise beni çok etkiledi ve kontrolüm dışında bir duygu seli içinde titrememe sebep oldu. Arkadaşım, yeni şehit olmuş bir askerin evine taziye ziyaretine gittiğinde, şehidin küçük kızının elinde bir balon olduğunu ve bu balona çok sıkı sarıldığını fark etmiş. “Niçin bu balona böyle sıkı sarılıyorsun?” diye sorduğunda aldığı cevap çok derin duygular içeriyordu:
“Şehit babamı en son gördüğümde nefesi ile bu balonu şişirdi ve bana verdi. Bu balonun içinde babamın ölümsüz nefesi var.”
İşte, şehit kızının babasının son nefesini hissettiği balon anısını arkadaşımdan dinlerken ve şehit oğlunun üzerine örtülmüş al bayrağa sarılı tabutun içindeki annemizin bu son yolculuğunu izlerken göz yaşlarım kontrolüm dışında akmaya başladı.
Bizler Türk milleti olarak, ülkemizin birlik ve beraberliği, huzur ve barışı için yurt içinde ve yurt dışında mücadele eden kahraman ordumuzu, güvenlik mensuplarımızı havada, karada ve denizde hep mansur ve muzaffer eylemesi, her türlü tehlike ve tuzaklardan muhafaza eylemesi için gönülden Allah’ımıza daima dualar ediyoruz.
Bizler Türk milleti olarak, aziz şehitlerimizin ölümsüz ruhlarını aynı bu Türk annesi ve bu Türk kızı gibi hep içimizde hissediyor ve onların aziz hatıraları önünde hep saygıyla eğiliyoruz.
Bizler Türk milleti olarak, bu vatan için gerektiğinde aynı bu şehitlerimiz gibi canımızı hiç çekinmeden feda edeceğimizi ve aynı bu şehit annesi ve de şehit yavrusu gibi şehitlerimizin ölümsüz ruhlarını içimizde daima yaşatacağımızı tüm dünyaya duyuruyoruz.
Avrupa için Türkler, tarih boyunca doğudan gelen bir tehdit olarak algılanmışlardır. Avrupa’daki devletler Türkleri, din başta olmak üzere, tamamen farklı bir topluluk olarak görmüştür. Osmanlı Devleti’nin güçlü olduğu asırlar boyunca Türkler, Orta Avrupa’ya kadar girip Osmanlı sınırlarını Avrupa devletleri aleyhine genişleten bir düşman, Müslüman olarak da Hıristiyanlığı tehdit eden bir güç, Asya ile kara ticaret yollarını Avrupa’ya tamamen kapayan bir engeldi. Kısaca, Osmanlı Devleti Avrupa devletleri için dini, ekonomik, askeri, siyasi ve kültürel bir tehdit olarak görülmüştür. XIV. yüzyılda güçlü bir biçimde başlayan bu algılama son altı yüz yıla damgasını vurmuştur.
Tarihin her devrinde dünya hâkimiyetine oynayan, dünya siyasetine yön vermeye çalışan büyük güçler olmuştur. Bu çerçeveden bakıldığında XV. yüzyıldan beri büyük millet ve büyük güç olma şansına ve kabiliyetine sahip birkaç devlet veya millet sayılabilir. Bunlar, Anglo-Sakson dünyası içinde Anglikan İngiltere, Latin dünyasında Katolik Fransa, Slav dünyasında Ortodoks Rusya, Germen dünyasında Protestan Almanya, İslâm dünyasında ise Osmanlı Devleti yani Türklerdir.
Bu beş büyük devletin dördü de (İngiltere, Fransa, Rusya ve Almanya) tamamen hem Hıristiyan dininin hem de ayrı ayrı Hıristiyanlığın belli başlı ve farklı mezheplerinin temsilcisi durumundadırlar. Sadece Osmanlı Devleti bütünü ile İslâm dininin ve İslâm âleminin temsilcisi rolündedir. İşte Hıristiyan âleminin bu dört temsilcisi İngiltere, Fransa, Rusya, Almanya ile İslâm âleminin temsilcisi Türkler yani Osmanlı Devleti arasındaki münasebetlerin tümü “Şark Meselesi” kavramıyla ifade edilebilir.
Şark Meselesi kavramı, Osmanlı Devleti topraklarının paylaşılmasını esas almak amacıyla 1815’te toplanan Viyana Kongresi’nde gündeme getirildi ve resmiyet kazandı. Daha ziyade XIX. yüzyılda diplomatik ve politik bir terim olarak ifade edilmeye başlanan Şark Meselesi’nin tarihi kökeni yukarıda kısaca anlatıldığı gibi oldukça eskidir. Zaman ve zeminin şartlarına bağlı olarak çeşitli görünümde ve yerde ortaya çıkan ve de değişik şekillerde tarif edilen Şark Meselesi’nin temelinde ve özünde Hıristiyan-Müslüman, yani Haç-Hilal veya Avrupa-Türk münasebetleri ve mücadelesi yatmaktadır.
Fransız tarihçisi Albert Sorel, “Türkler Avrupa’ya ayak bastığı günden beri Şark Meselesi zuhur etti.” diyerek meselenin aslında bir Türk meselesi olduğunu vurgulamaktadır.
Şark meselesinin Avrupa’da hâlâ canlı yaşadığının en somut örneğini bugün Avrupa Birliği’nde görmekteyiz. Türkiye, Avrupa’daki hemen hemen tüm bütünleşme çabaları içerisinde aktif olarak yer almasına rağmen, ekonomik düzeyleri Türkiye’nin çok gerisindeki Doğu Avrupa ülkeleri bile Avrupa Birliği’ne alınırken Türkiye’nin hâlâ alınmamış olmasındaki gerçek sebep araştırıldığında karşımıza yine “Şark Meselesi” çıkmaktadır.
Avrupa Birliği üyeliği için uğraştığımız bugünlerde, 1699’da başlayan ağır bozgunlar ve hezimetlerden sonra şehit kanları dökerek zorla imzalattığımız ve Şark Meselesi’ni Türk’ün kesin zaferi ile durduran Lozan Antlaşması’nın nasıl yıpratılmaya çalışıldığını görmekteyiz. Çeşitli uluslararası girişim ve manevralarla, Lozan Antlaşması’nın lehimize teminat altına aldığı siyasi ve tarihi sorunlarla ilgili bazı konular AB üyesi ülkeler tarafından yeniden açılmakta, Türkiye’nin milli sınırları, coğrafi hakları, nüfus özellikleri, siyasal yapısı ve devlet modeli üzerinde tartışmalar açılarak, Türkiye’nin sahibi Türk milleti yeniden parçalanmaya çalışılmaktadır.
AB’nin Türkiye ile ilgili ilerleme raporlarına baktığımızda, azınlıklar meselesi, Pontusçuluk, Fener Rum Patrikhanesi, Heybeliada Ruhban Okulu, anadil meselesi gibi konular ile milletimizin ayrılmaz parçaları Alevi ve Kürt vatandaşlarımızın azınlık statüsüne sokulmaya çalışıldığını görmekteyiz.
Yine tarihçilerin tespitlerine döndüğümüzde, ünlü bir tarihçi olan Bernard Lewis’e bir basın toplantısında bir Türk gazeteci tarafından “Batı bizden niçin korkuyor?” diye yöneltilen soruya kendisi “Çünkü siz Müslümansınız!” diye cevap vermişti. Bunun üzerine gazeteci “Öyleyse Endonezyalılardan, Pakistanlılardan korksunlar. Onlar da Müslüman ve hem daha kalabalıklar?” demesine karşılık şöyle konuşmuştu: “Batılılar akıllıdır. Kimden ve niçin korkacaklarını iyi bilirler. Endonezyalılardan, Pakistanlılardan niçin korksunlar? Onlar mı gittiler Viyana önlerine iki defa?”
Yine Ord. Prof. Dr. Fritz Neumark’a İstanbul Üniversitesi’nde bir öğrencisinin sorduğu “Avrupalı bizi neden sevmez?” sorusuna verdiği cevap her şeyi gözler önüne sermektedir: “Çok samimi olarak itiraf edeyim ki Avrupalı Türkleri sevmez ve sevmesi de mümkün değildir. Asırlardır kilisenin Türk ve İslam düşmanlığı Hristiyanların hücrelerine sinmiştir.”
Alman tarihçi Hans-Ulrich Wehler’in aşağıdaki tespiti: “Türkiye, coğrafi konumu, tarihi geçmişi, dini, kültürü ve mentalitesinden dolayı Avrupalı değildir. Müslüman Anadolu insanına neden Avrupa’da serbest dolaşım hakkı tanınsın ve Avrupa fonlarından istifade etmelerine izin verilsin? AB’nin bir Hıristiyan ülkeler topluluğu olduğu ve Müslüman Türkiye’nin burada yeri olmadığını açıkça dile getiriyoruz ama çok kültürlü toplumu destekleyen insanlar bunu radikal Hıristiyanlık olarak nitelendiriyorlar. Türkiye laik olmasına rağmen camileri dolduruyorlar.”
Tarihçi bilim adamlarının tespitleri aslında konuyu özetlemektedir. Tekrar tarihe baktığımızda, bugünkü 1995 Gümrük Birliği Anlaşması ile 1838 Balta Limanı Gümrük Birliği Anlaşması, bugünkü AB uyum yasaları ile 1839 Tanzimat Fermanı, bugünkü AB Türkiye İlerleme raporları ile 1856 Islahat Fermanı eş değerdir. Bu anlaşmalarla 16. Türk Devleti olan Osmanlı İmparatorluğu parçalanmıştır.
Avrupa Birliği Bayrağı ve 12 Yıldız’ın Simgeledikleri
Bayraklar üzerindeki şekil, renk ve semboller; milletlerin inançlarını, düşüncelerini ve hafızalarında derin izler bırakan hatıralarını yansıtır. Avrupa Birliği’nde ortak değer Hristiyanlıktır. AB bayrağında ve paraları Euro üzerinde Hristiyanlığı sembolize eden amblemler bulunmaktadır.
Avrupa Birliği’nin lacivert zemin üzerine daire şeklinde dizilen sarı 12 yıldızdan oluşan bayrağı, 25 Kasım 1955 tarihinde alınan kararla kullanılmaya başlanmıştır. 26 Mayıs 1986 tarihinde Brüksel’de alınan kararla ise AB resmi bayrağı olarak kabul edilmiştir.
Bugün Avrupa Birliği’nin bayrağındaki “12 yıldız” sayısının hâlâ değişmemesinde ısrar edenler bu 12 yıldızın “mükemmelliği ve birliği” simgelediğini söylüyorlar. 8 Mayıs 2002 tarihinde Hollandalı sanatçı Rem Koolhaas’a yeni AB bayrağı tasarımı için görev verildi. Ancak AB üyesi bütün ülkelerin bayrak renklerinden oluşan yeni bayrak kabul edilmedi.
“Avrupa Birliği”nin internet sayfalarından öğrendiğimize göre 12 yıldızlı bayrağın tarihi 1955 yılında başlıyor. O tarihte, bugünkü Avrupa Birliği’nin çekirdeği olan “Avrupa Kömür ve Çelik Birliği”, bir de bundan önce kurulan, üye sayısı biraz daha fazla olan “Kültürel ve İnsan Hakları” ağırlıklı “Avrupa Konseyi” bulunuyor. Konsey bugünkü 12 yıldızlı bayrağı kabul ediyor.
Değişik söylencelere göre 12 yıldız “bütünlüğü” simgelediği, ayrıca “12” sayısı yılın 12 ayını, saatin kadranındaki 12’yi, daire ise birliği simgelemektedir.
Gazetelerde aşağı yukarı bunları yazıyorlar. Avrupa Birliği’nin bayrağındaki “12 yıldız” sayısının hâlâ değişmediğini görenler bunu araştırdıklarında ise farklı gerçeklerle karşılaşıyorlar. AB bayrağının tasarımını yapan ve koyu bir Katolik olduğu bilinen Arsene Heitz, dizaynı hazırlarken Meryem Ana figüründen esinlendiğini açıklamıştır.
“Gökte ulu bir belirti görüldü. Güneşi kuşanmış bir kadın, ayaklarının altında ay, başında 12 yıldızdan bir taç” (Vahiy 12:1). Meryem Ana’nın başındaki taçtan ayrı olarak, geleneksel mavi pelerini de, AB bayrağının zemin rengidir.
AB bayrağındaki 12 yıldız, Hz. İsa’nın 12 havarisini temsil etmektedir. Havariler, Hz. İsa’nın İncil’i yaymak ve vaaz vermekle görevlendirdiği yardımcılarıdır. Havarilerin isimleri şunlardır: Petrus, Andreas, Yuhanna, Büyük Yakup, Filip, Thomas, Bartholomeus, Matthias, Küçük Yakup, Şimon, Yehuda ve Taddeus.
Sonuçta bu bayrak bir Hristiyanlık simgesidir. Papa 2. John Paul’un “Avrupa Birliği’nin anayasasına AB’nin dini Hristiyan’dır ifadesi yazılmalıdır.” sözleri, Almanya Başbakanı Helmut Kohl’ün “Hıristiyan dünya görüşü ve Hristiyanlık değerlerinin olmadığı Avrupa benim Avrupam değildir.” sözleri ve Fransa eski Cumhurbaşkanı ve Avrupa Konvansiyonu Başkanlığını yapmış Valery Giscard D’Estaing’in “AB bir Hıristiyan Kulübüdür.” sözleri, biz Türkler ve Türkiye’de yeni bir soru oluşturuyor.
Acaba Avrupa Birliği bir Hıristiyan Kulübü müdür? Ve bundan dolayı mı Türkiye bugün bu birliğe hâlâ alınmamaktadır?
İslamofobi kelime olarak “İslam korkusu” anlamına gelmektedir. İslamofobi, Türkiye’de yeni kullanılmaya başlayan bir kavram olup, mana olarak İslam’dan korkutma, İslam karşıtlığı veya İslam düşmanlığı anlamlarını taşımaktadır. Ancak kavram olarak en genel anlamda, Batı dünyasında görülen İslam ve Müslümanlara karşı duyulan “irrasyonel” bir korku ve fobi olarak tanımlanabilir.
İslamofobi’de ana yöntem olarak kullanılanlar ağırlıklı olarak yalan haber, nefret söylemi ve küfürdür. Ana hedef ise İslam ve İslam ülkeleridir. Günümüzde İslamofobi giderek artmaya devam ederken, belli güçler tarafından bilinçli ve kasıtlı olarak desteklenen bir süreçtir. Asıl amacı İslam’ı ve İslam ülkelerini parçalamak ve yok etmektir. Kısaca, İslamofobi medyanın ağırlıklı kullanıldığı yeni bir savaş yoludur ve şimdi Türkiye İslamofobi’nin yeni hedefi olmuştur.
İslamofobi’yi oluşturan ve kullanan iki dini inanışın uzantıları hemen göze çarpmaktadır. Bunlar Şark Meselesi ve Büyük Ortadoğu Planıdır.
Şark Meselesi’nin tarihi kökeni oldukça eskidir. Zaman ve zeminin şartlarına bağlı olarak çeşitli görünümde ve yerde ortaya çıkan ve değişik şekillerde tarif edilen Şark Meselesi’nin temelinde ve özünde Hristiyan-Müslüman yani Haç-Hilal veya Avrupa-Türk münasebetleri ve mücadelesi yatmaktadır. Fransız tarihçisi Albert Sorel, “Türkler Avrupa’ya ayak bastığı günden beri Şark Meselesi zuhûr etti.” diyerek meselenin aslında bir Türk meselesi olduğunu vurgulamaktadır.
Tarihin her devrinde dünya hâkimiyetine oynayan, dünya siyasetine yön vermeye çalışan büyük güçler olmuştur. Bu çerçeveden bakıldığında, XV. yüzyıldan beri büyük millet ve büyük güç olma şansına ve kabiliyetine sahip birkaç devlet veya millet sayılabilir. Bunlar, Anglo-Sakson dünyası içinde Anglikan İngiltere, Latin dünyasında Katolik Fransa, Slav dünyasında Ortodoks Rusya, Germen dünyasında Protestan Almanya, İslam dünyasında ise Osmanlı Devleti yani Türklerdir.
Bu beş büyük devletin dördü de (İngiltere, Fransa, Rusya ve Almanya) hem Hristiyan dininin hem de ayrı ayrı Hristiyanlığın belli başlı ve farklı mezheplerinin temsilcisi durumundadırlar. Sadece Osmanlı Devleti bütünüyle İslam dininin ve İslam âleminin temsilcisi rolündedir. İşte Hristiyan âleminin bu dört temsilcisi (İngiltere, Fransa, Rusya, Almanya) ile İslam âleminin temsilcisi Türkler yani Osmanlı Devleti arasındaki münasebetlerin tümü “Şark Meselesi” kavramıyla ifade edilebilir.
1683 Viyana yenilgisi ve 1699 Karlofça Antlaşması neticesinde, Avrupalı açısından İslam, Osmanlı ve Türk bir tehdit unsuru olmaktan çıkmıştır. Artık Osmanlı deyince Avrupa için akla gelen, geri kalmış, zayıf, cahil, zalim bir şark toplumu ile bu toplumun hâkimiyeti altında bulunan Ortodoks, Katolik, Protestan ve Gregoryan Yunanlılar, Sırplar, Bulgarlar, Karadağlılar ve Ermeniler başta olmak üzere diğer Hristiyan kavimler geliyordu. Bakış açısındaki bu değişme sonucunda Avrupa, Osmanlı hâkimiyeti altındaki Hristiyan kavimleri kurtarma ve Türkleri Balkanlardan ve hatta Anadolu’dan atma fikrini gündeme getirmiştir. Avrupa, Hristiyanları kurtarma ve Türkleri geldikleri yere gönderme politikasını 1815’ten itibaren “Şark Meselesi” adı altında formüle etmiştir. Bu hedefini meşrulaştırmak ve kamufle etmek içinse, milliyetçilik akımını, Hristiyanlık dayanışmasını, Avrupa ırkçılığını ve oryantalizmi kullanmıştır.
Balkan sorunu, Şark Meselesi’nin ilk hedefi ve bu politik düşüncenin bir sonucudur. Avrupa, Balkanlarda bu stratejisini değişik zamanlarda gerçekleştirmiştir. 1699 Karlofça, 1716 Pasarofça, 1774 Küçük Kaynarca, 1838 Balta Limanı, 1878 Berlin Antlaşmaları ve nihayet Balkan Savaşları ile I. Dünya Savaşı, Türkleri Balkanlardan çıkarmanın en önemli aşamaları olmuştur.
Balkanlardaki Hristiyan azınlıkların Osmanlı İmparatorluğu’ndan ayrılarak bağımsızlığa kavuşmaları ise dört aşamadan geçerek gerçekleştirilmiştir. Önce bu toplumları bir eğitim-öğretim seferberliğinden geçirmişler, sonra uyanan bu kitle arasında siyasi örgütlenmeye gidilmiş ve gizli ihtilal komiteleri kurulmuştur. Arkadan silahlı ayaklanmalar çıkarılmış ve bu ayaklanmalar Osmanlı Devleti tarafından bastırılınca, “Türkler katliam yapıyorlar” diye yaygara koparılmış, son aşamada da yabancı devletlerden biri silahlı müdahalede bulunmuş ve “kendilerince katliama uğrayan (!) Hristiyan halk kurtarılmıştır”.
Ama gerçekler öyle olmamıştır. Asıl gerçek, son olarak Avrupa’nın göbeğinde Bosna-Hersek’te Müslüman Boşnaklar, bütün Hristiyan Avrupa’nın desteğinde Sırplar ve Hırvatlar tarafından öldürülmüş ve camiler resimde görüldüğü ve benim de bizzat tanıklık ettiğim gibi bombalanmıştır. Ama dünya bu zulmü görmemiştir.
Ve son olarak, Amerika’nın Büyük Ortadoğu Planı desteğinde İsrail’in Arz-ı Mevud’u gerçekleştirmek için Gazze’de, Refah’ta yaptıkları. Aslında İsrail tarafından bu yapılanlar, yıllardan beri Amerika’daki Yahudilerin ve İsrail’in hedefinin son aşamasıdır. Bu gizli hedef, İsrail bayrağındaki iki mavi çizgi ile ifade edilen Nil ve Fırat nehirleri arasında büyük İsrail Devleti’nin kurulmasıdır.
İsrail, bu hedefini gerçekleştirmek için düzenlediği saldırılarda çoğunluğu çocukların ve kadınların bulunduğu Müslümanları öldürüyor ve yaralıyor. Şu ana kadar 35 binden fazla Müslüman katledildi. Ama dünya bu zulme sadece bakıyor ve sözde mahkemelerde sözde yargılıyor.
Peki, İslam âlemi nasıl?
İslam âlemi yüzyıllardır bilimde yok! Bilim insanı çıkaramıyor… İlimde yok! İlim insanı çıkaramıyor. Medyada yok, medya temsilcisi çıkaramıyor. İslam âleminin üzerinde yaşadığı topraklar yer altı kaynakları açısından oldukça zengin olmasına rağmen, Müslüman ülkeler yeterli kalkınmışlık seviyesine ulaşmamışlardır. En kötüsü, nerede savaş ve iç çatışmalar var, orada İslam ülkeleri var.
İslamofobi’yi engellemek için İslam dünyasının yol alması gereken iki ana yol vardır.
İlk ana yol olarak, Allah’ımızın bizlere gönderdiği kutsal kitabımız Kur’an-ı Kerim’deki ayetleri ve bizlere peygamber olarak gönderdiği örnek insan Hz. Muhammed’in hayat tarzını, terbiyesini ve bizlere bıraktığı yollar olan sünnetleri hayatlarımızda tam olarak uygulamalıyız. Kısacası gerçek Müslümanlar olmalıyız.
İkinci ana yol olarak, eğitimde, ekonomide, ilimde, siyasette ve medyada atılım yapmalıyız. Kısacası Hristiyan ve Yahudi dünyasının şu anda ulaştığı çağı yakalamalı ve geçmeliyiz.
Bunları yapmaz isek, Hristiyan ve Musevilerin kontrolünde İslamofobi uygulaması artarak devam edecek ve İslam âlemi sömürülmeye, yeni çıkartılacak savaşlarda yer almaya devam edecektir.
17 Ekim 2023 tarihinde İsrail roketlerinin Gazze’de bulunan Baptist Hastanesi’ni (El Ehli Arab Hastanesi) vurmasıyla bir insanlık dramı başlamış ve bu acı dram sonrası artarak devam eden İsrail saldırıları Ortadoğu’yu büyük bir savaşa doğru sürüklemektedir.
19 Mayıs 2024 tarihinde ise İran Cumhurbaşkanı Reisi ile Dışişleri Bakanı Abdullahiyan, Tebriz Valisi Malik Rahmati ve İran lideri Hamaney’in Tebriz Temsilcisi Muhammed Ali Al-i Haşim’i taşıyan helikopterin düştüğü ve bu kişilerin öldüğü, İran devlet televizyonu tarafından dünyaya resmi olarak duyuruldu.
Bütün dünyanın sosyal medyasında ise bu helikopter haberi, İran devlet televizyonundan çok önce duyuruldu. Ancak iki önemli yeni soru ile birlikte duyuruldu: Bir taraftan bu helikopter normal teknik bir sebeple mi yoksa bir kasıtla mı düşürüldü ve bundan sonra Ortadoğu’da neler olabilir? Biz de bu köşe yazımızda bu iki soruyu geçmiş tarih içinde değerlendirmeye çalışacağız.
Bugün Ortadoğu denilince; siyasi istikrarsızlıklar, terör, yapay devletler, yetersiz idareciler, karışık etnik yapılar, petrol, doğalgaz, su, göçler, savaşlar ve insanlık dramları anlaşılmaktadır. Ancak aslında Ortadoğu; üç büyük dinin ortaya çıktığı, tarihin yazıldığı, uygarlıkların yeşerdiği, petrol ve doğalgaz zengini ve bütün güçlü devletlerin tarih boyunca kontrol etmek için mücadele verdiği dünyanın en kritik coğrafyasıdır.
Yahudi, Yahudilik ırkına mensup insandır. Musevi, Musevilik dinine mensup insandır. Yani Yahudilik bir ırktır, Musevilik bir dindir. Kısaca, Yahudilik ırkla özelleştirilmiş sınırları Museviliğe nazaran oldukça dar kalan bir inanış biçimidir. İsrail, bu konuda bize “Musevi demeyin, Yahudi deyin” demektedir.
Yahudiler, kutsal kitapları Tevrat’ta yer alan ifadelere dayanarak kendilerini dünya milletleri arasında seçilmiş kavim olarak görürler. İbrahim kavminin Allah tarafından seçildiğine, onlara ahid yapıldığına ve kendilerinin bu kavmin devamı olduğuna inanırlar.
2000 yıllık süreçten sonra kurulan ilk Yahudi devleti olan İsrail, 14 Mayıs 1948 tarihinde Tel Aviv’de ilan edilmiştir. 2000 yıl boyunca yurtsuz, devletsiz kalan, dünyanın dört bir yanına dağılmış bulunan, yaşadıkları çevrelerden ve toplumlardan ağır baskı gören, topluca yok edilmek istenen bir milletin varlığını, kültürel kimliğini, dayanışmasını koruyabilmiş ve tekrar bağımsız bir devlet kurmuş olması bu devletin en çarpıcı yönüdür. Bu olay, din gibi kutsiyet kazanan milliyet fikrinin ölümsüzlüğüne tipik bir örnektir.
Siyonizm, yüzyıllar boyunca Doğu ve Batı Avrupa diasporasında yaşamış, zaman zaman takibata uğramış ve yerlerinden göç ettirilmiş Yahudiler arasında Yahudi ulusunun vatan bilincini ifade eden politik bir hareket olarak 19. yüzyılda ortaya çıkmıştır.
Siyonizm, 1897’de Theodor Herzl tarafından örgütlü bir harekete dönüştürülerek Yahudi dünyasına hâkim olmuştur. Siyonistler, dünya çapında kurdukları üye organizasyonlarla Yahudilerin Filistin’e yerleşmesini özendirmiş, Londra’da banka hesapları açarak Yahudilerin Filistin’de toprak satın almaları için ortak fon oluşturmuşlardır.
Yahudi sorununun tek çözümünün Yahudi devleti kurulması olduğunu savunan 19. yüzyıl sonunda kurulan Siyonist hareketin, 1948’de kurulan bugünkü İsrail devletinin temelini attığı söylenebilir. Bugün de İsrail devletinin, yaşamak üzere İsrail’e göç etmek isteyen Yahudilere izin vererek onlara yasal statüde vatandaşlık hakları tanıması, Siyonizmi İsrail’in devlet politikası olarak kabul ettiğini açıkça ortaya koymaktadır.
Yahudiliği diğer dinlerden ayıran temel özelliklerden biri “kutsal toprak” kavramıdır. Yahudilerin kutsal toprak olarak adlandırdıkları Arz-ı Mevud’un hudutları, Tevrat’ta Nil ile Fırat nehirleri arasındaki coğrafya olarak gösterilmiştir (Tevrat, Tekvin Bâb 15).
Bu kutsal toprak kavramı, İsrail bayrağında açık bir şekilde şekil, renk ve sembol olarak yer almıştır. Bugünkü İsrail bayrağı, beyaz zemin üzerinde üstte ve altta iki mavi çizgi ve bu çizgilerin ortasında altı köşeli mavi Siyon yıldızından oluşur. İsrail bayrağındaki bütün bu unsurların dinî kökenlere dayanan anlamı vardır.
Beyaz, dünyayı ve yeryüzünü temsil eder. Bayrağın ortasındaki altı köşeli yıldız ise Siyon yıldızıdır ve Kudüs’te bulunan Siyon Dağı’nda yeniden kurulmak istenen Tanrı Krallığı’nı simgeler. Bu yıldızın bulunduğu alan, Yahudilerin vatanı olan Arz-ı Mevud, yani Tanrı tarafından kendilerine vaat edilmiş topraklardır. Arz-ı Mevud’u ise İsrail bayrağında Siyon yıldızının altından ve üstünden geçen iki mavi çizgi belirlemektedir. Bu iki mavi çizgi, Tevrat’ta işaret edildiği gibi Nil ve Fırat nehirleridir. Nil Nehri, Demokratik Kongo Cumhuriyeti (eski Zaire), Uganda, Etiyopya (Habeşistan), Sudan ve Mısır topraklarında akar; Fırat Nehri ise Türkiye, Suriye ve Irak topraklarında akar. Kısaca, İsrail bayrağındaki bu iki mavi çizgi, Tevrat’ta işaret edildiği gibi Nil ve Fırat nehirlerini sembolize eder.
Arz-ı Mevud içinde birçok sırrı saklamakla birlikte, bazı resmi olmayan alternatif kaynaklarda Büyük Ortadoğu Projesi (BOP) için aşağıdaki tez ısrarla öne sürülmektedir: “ABD Kongresi’nin 1957’de kabul ettiği Eisenhower Doktrini olarak da bilinen Büyük Ortadoğu Projesi, 1997 yılında tekrar ortaya çıkmıştır. Bu proje ile ABD; Kuzey Afrika’dan Pakistan’a kadar, içinde Türkiye ve İran’ın da bulunduğu 22 ülkeyi kapsayan bir coğrafyada siyasal, askeri, ekonomik ve dini yapıyı yeniden yapılandırmayı planlamaktadır. Bu projenin arkasında, ABD’yi gizlice yöneten Yahudi küresel şirket sahipleri ya da Yahudi lobileri vardır. ABD’yi gizlice yöneten bu Yahudi lobileri, İsrail’i destekleyerek ve diğer gizli faaliyetleri yaparak bu coğrafyada birçok savaş ve iç çekişme oluşturmaktadır. Böylece, bu coğrafyayı kendi idealleri ve menfaatleri çerçevesinde yeniden yapılandırmaktadır. Büyük Ortadoğu Projesi, Yahudilerin Arz-ı Mevud’u gerçekleştirmesinde maske bir proje ve bir araçtır.”
Bu projeye göre, BOP’un şu andaki safhası sorunsuz büyük bir İsrail devleti kurulmasıdır. Bu safhanın gerçekleşmesi için Suriye’nin dörde, Lübnan’ın sekiz kantona ayrılması ve Türkiye, Suudi Arabistan, Mısır ve Libya’nın üçer parçaya bölünmesi gerekmektedir. Şu anda Filistin ve İran bulunmaktadır ve arkasından ise sıra Türkiye’de olacaktır.
Yine birçok açık istihbarat kaynağında, bugün kendilerine vaat edildiğini iddia ettikleri toprakların bir parçası olduğu belirtilen Türkiye’nin doğu ve güneydoğu bölgesindeki terör olaylarının ve Kuzey Irak’ta ilk temelleri atılarak kurulmaya çalışılan sözde Kürdistan’ın bu projenin bir aşaması olduğu ifade edilmektedir. Bu plana göre, şimdi Suriye’deki bölünme ile birlikte Irak, Suriye ve Türkiye’nin güneydoğusu üzerinde sonradan başka amaçlarla kullanılacak piyon bir Kürt devleti kurulmasının yolu açılmaktadır.
Sözün sonu; İsrail’in hedefi, bayrağında açıkça simgeleşmiş kutsal kabul ettikleri Nil ve Fırat nehirleri arasındaki bölgeyi ele geçirmek veya kontrol etmektir. İsrail, bu kendilerince kutsal hedefini kurulduğu 1948 yılından beri adım adım gerçekleştirmektedir. II. Dünya Savaşı’nın Ortadoğu yönünden günümüze kadar sürekli rahatsızlık yaratan en önemli sonucu, Ortadoğu’nun göbeğinde, Filistin’de temelleri I. Dünya Savaşı sonrasında atılmış bir İsrail Devletinin kurulmasıdır.
Sonrasında; Arap-İsrail savaşları olmuş, İsrail kazanmıştır. İran-Irak Savaşı olmuş, İsrail karlı çıkmıştır. Suriye’de iç savaşlar olmuş, İsrail Golan Tepeleri’nin sahibi olmuştur. Filistin Kurtuluş Örgütü ile Hamas birbirleriyle savaşmış, Filistin zayıflamış ve İsrail güçlenmiştir. Irak’a ABD müdahale etmiş, İsrail’in bölgede güvenliği artmıştır. Barzani, 25 Eylül 2017’de bağımsızlık referandumu yapmış, bu referandumu Ortadoğu’da sadece İsrail desteklemiştir. PKK/PYD, Türkiye’ye karşı ABD ile birlikte taraf olmuş, İsrail’in eli güçlenmiştir. Balyoz, Ergenekon, FETÖ gibi iç mücadelelerle yıpranmış bir ordu ve Türkiye kalmış, ama pazarlık gücü artmış ve Ortadoğu’da etkinliği artmış bir İsrail ve ABD bulunmuştur.
Tek tanrılı üç dinin mensupları olan Museviler, Hristiyanlar ve Müslümanlarca kutsal kabul edilen Kudüs, İsrail tarafından başkent yapılmış, Müslümanlarca ilk kıble olarak kullanılmış ve Hz. Muhammed’in miracının gerçekleştiğine inanılan Kudüs’teki Mescid-i Aksa’da 14 Temmuz 2017 tarihinden beri abluka uygulanmaktadır. Cami girişlerine metal dedektörler, kontrol noktaları ve kameralar koyarak Müslümanların serbestçe ibadet etmeleri ve Cuma namazını kılması engellenmiştir.
Ve geçen yıl, yani 2023 yılında, İsrail’in bayrağındaki simgeleşmiş kutsal hedeflerini gerçekleştirebilmesi için yeni bir savaş başlamıştır. Gazze Savaşı başlamıştır. 17 Ekim 2023 tarihinden beri çok acı insanlık dramları ve katliamları devam etmektedir. Bu olay, Ortadoğu’da büyük bir savaşa zemin hazırlarken, son dakika haberleri ile 19 Mayıs 2024 tarihinden beri sosyal medyada bir helikopter kazası ilk sırayı almıştır.
Ve 19 Mayıs 2024 tarihinde, İran Cumhurbaşkanı Reisi ile Dışişleri Bakanı Abdullahiyan, Tebriz Valisi Malik Rahmati ve İran lideri Hamaney’in Tebriz Temsilcisi Muhammed Ali Al-i Haşim’i taşıyan helikopterin düştüğü ve bu kişilerin öldüğü, İran devlet televizyonu tarafından 20 Mayıs 2024 tarihinde tüm dünyaya resmi olarak duyuruldu.
Evet, bu helikopter düşmesinin gerçek sebebini biz de tam bilmiyoruz. Ortadoğu’da ileride İsrail hangi kutsal hedeflerini gerçekleştirmek için neler yapacağını biz de tam değerlendiremiyoruz. Çünkü elimizde gerçek birinci el bilgiler yok. Ancak geçmiş tarihi olaylardan çıkardığımız dersler ile bu yeni olaylara baktığımızda, bu olayların gerçek sebeplerini çok iyi tahmin edebiliyoruz.
Artık başta Türkiye olmak üzere, Ortadoğu’da meydana gelen olayları Arz-ı Mevud ya da Büyük Ortadoğu Projesi içinde değerlendirmek zamanı gelmiştir. Ortadoğu’da Yahudilerin ve İsrail’in kendilerince kutsal hedefleri hiçbir zaman değişmemiştir. Ortadoğu’da Yahudilerin ve İsrail’in gerçekleştirmek istediği bu açık kutsal hedeflerini engellemek için, başta bu hedefler içinde bulunan ülkeler ve milletler birlik olmalıdır. Ortak mücadele için ihtiyaç duyulan askeri hazırlıklar dahil tüm hazırlıklar önceden yapılmalıdır. Önce İsrail’e ortak barış teklifi ardından ortak cihat dahil gerektiğinde en sert tedbirleri alabileceklerini ve İsrail’i gerçekten yenebileceklerini Yahudilere ve İsrail’e inandırmalıdırlar.
Aksi takdirde Yahudiler ve İsrail, İsrail bayrağında simgeleşmiş kutsal hedeflerini gerçekleştirmek için kendilerince kutsal kabul ettikleri cihatta zafere ulaşmak için tüm savaş yollarını hiç çekinmeden kullanarak aynı şekilde savaşmaya ve de hedeflerini ele geçirmeye devam edeceklerdir.
OSTİM Teknik Üniversitesi ve Yenimahalle İlçe Milli Eğitim Müdürlüğü iş birliğinde düzenlenen “Bilim Şenliği” 15-16-17 Mayıs 2024 tarihlerinde 297 okuldan 5900 öğrencinin katılımıyla OSTİM Teknik Üniversitemizde gerçekleştirilmiştir.
Bilim Şenliğini ilkokul öğrencilerinin yaptıklarını sergiledikleri gün olan 16 Mayıs günü gezerken “Yunus Emre Hayal Et Başar Çocuk Parkı” afişi çok dikkatimi çekti. Afişin arkasında üç küçük kız öğrenci ve sadece kâğıtlardan yapılmış bir çocuk parkı vardı.
Bu Yunus Emre Hayal Et Başar Parkında Yenimahalle Yunus Emre İlkokulu üçüncü sınıfında okuyan üç küçük kız çocuğunun hayal ettikleri çocuk parkı vardı.
Bu hayal ettikleri parkta kendi enerjisini başta güneş olmak üzere doğal ortamlardan sağlayan Akıllı Binalar, atık suların işlemlerden geçirildikten sonra parkın içindeki yeşilliklerin sulandığı Yeşillik Alanlar, insanların doğal ortamlar içinde sağlıklı yaşamak için spor yaptığı Doğal Spor Alanları, araçların kendi kendilerini doğaya hiç zarar vermeden şarj edebildikleri Araç Park Alanları ve Araçlar, sadece güneş enerjisini kullanan Isınma Sistemleri vardı.
İşte bu hayal parkında bilimin, akılın, tecrübenin ortak kullanıldığı, insana, doğaya ve dünyaya gerçek saygının yer aldığı tesisler vardı.
Ancak beni en çok etkileyen husus hayal edilen bu parkın içindeki hemen hemen her şeyin kullanılmış kâğıtların öğrenciler tarafından geri dönüşümü sağlandıktan sonra tekrar kullanılması sonrası yapılması olmuştu.
İşte bu Hayal Et Başar Parkında ben geleceğimiz çocuklarımızın hayalinde doğamıza, insanımıza ve dünyamıza gerçek saygıyı ve sevgiyi gördüm.
İşte bu Yunus Emre Hayat Et Başar parkında bu küçük üç kız çocuğumuzun biz büyüklere doğamız, insanımız ve dünyamız için biz tüm insanların bilimi, ortak aklımızı ve gönül sevgimizi kullanmamız gerektiği mesajlarını verdiğini gördüm.
Doğaya saygıyı, sürdürülebilir enerjiyi, bilgi alışverişini, yaratıcığı, deneyimleri ve en önemlisi hayallerin paylaşıldığı bu Bilim Şenliğini düzenleyen tüm yetkililer ile bu öğrencilerimizi yetiştiren fedakâr öğretmenlerimize ve okulumuza sonsuz teşekkür ederiz.
İşte etkili bir eğitim yöntemi. Bilim Şenliği.
İşte geleceğimiz örnek çocuklarımız.
İşte büyük önderimiz Atatürk’ün sözleri;
“Eğitimdir ki bir milleti ya hür, bağımsız, şanlı, yüksek bir topluluk halinde yaşatır; ya da esaret ve sefalete terk eder.”
Geleceğimiz bizlerin şu anda hayal ettiklerimizle ve yaptıklarımız ile yeşerecek.
Dijital Takip, Medya ve Ekonomik yollar kullanılarak hedef devletler, milletler ve ordular hiçbir silah ve asker kullanılmadan kendi içinde çatışmaya, bölünmeye, etkisiz hale getirilmeye ve kendisinden istendiği gibi davranışa yönlendirilebilir. Akıl ve bilimin kötü amaçlarla kullanıldığı bu yöntemler maliyet-etkinlik analizi çerçevesinde incelendiğinde çok ucuz ve etkinliği konvansiyonel harbe göre çok daha fazladır. Bu yeni yollar halen bazı güçler tarafından geliştirilmektedir.
. Bugün dünyada iletişim araçlarını, medyayı ve ekonomik gücünü hedefleri doğrultusunda en etkin kullanan güç Amerika Birleşik Devletleridir (A.B.D.) Bu bildiride iletişim araçlarını, medyayı ve ekonomik güçlerini en etkin kullanan büyük sermaye güçlerinin A.B.D. ve dünyadaki etki alanları ile bu güçlerin Ortadoğu’daki tarihi derin hedefleri sunulacaktır.
DİGİTAL TAKİP
Dijital takip teknolojileri, her geçen gün etkinliğini artırarak, büyük kitleleri de içine alarak yeni savaş metotlarının şekillenmesinde önemli görevler üstlenmektedir.
20 Temmuz 2021 tarihinde gazetelerin birçoğunun ilk sayfasında çıkan bir haber çok dikkatimizi çekti. Gazetelerin birinci sayfalarında yer alan bu haberde; Uluslararası Af Örgütü ve “Forbidden Stories” ortaklığında Washington Post, Guardian ve Le Monde gazetelerinin de aralarında bulunduğu 16 medya kuruluşu tarafından yapılan ortak bir araştırmanın sonuçları duyuruluyordu. (Sözcü ve Milliyet Gazeteleri, 20 Temmuz 2021)
Bu ortak araştırmaya göre bir İsrail teknoloji şirketi olan NSO Group’un geliştirdiği “Pegasus” adlı bir casus yazılımının bazı devletler tarafından gazetecileri, siyasetçileri, iş adamlarını ve diğer insanları gizlice izlemek için kullanıldığı ileri sürülmekte idi. Bu casus Pegasus adlı yazılım içinde Türkiye’nin de yer aldığı 50’ den fazla ülkede gizlice kullanılmakta ve aralarında CNN, The New York Times, Al Jazeera, Le Monde, Bloomberg gibi kuruluşlarda çalışanlarında bulunduğu 50 binden fazla insanın telefonlarının izlendiği bu araştırmada ileri sürülmekte idi. Haberin devamında Pegasus adlı casus yazılımın telefonlara nasıl ulaştığı bulunmakta idi. Pegasus erişilmek istenen telefonun yakınında bulunan kablosuz bir alıcıdan faydalanıyor. iPhone modeli telefonlarındaki mesajlaşma uygulaması güvenlik açıklarından faydalanarak bu casus yazılım yükleniyor. Mesela WhatsApp üzerinden telefona erişebiliyor. Burada kullanıcının telefonunu açıp açmamasının bir önemi bulunmuyor. Casus yazılım Pegasus, telefonun içindeki video, resim, kullanıcı şifresi, e-posta ve benzeri bilgilere ulaşıyor. Ayrıca sadece WhatsApp değil Telegram, ve Signal gibi şifreli mesajlaşma uygulamalarına da bu casus yazılım erişebiliyor.
*İnkılâp Tarihi Doktoru / Emekli Albay/ Uluslararası Basın Yayın Federasyonu tarafından aylık çıkarılan Simge Dergisi Köşe Yazarı/ Araştırmacı sentugtigin@gmail.com.
Bu haberde WhatsApp’ ı görünce bir anda başka bir haber daha aklımıza geldi. WhatsApp 4 Ocak 2021 tarihinde kullanıcılarına yeni Gizlilik İlkesini açıklamış ve bu açıklamada;
“Facebook şirketlerinin bir parçası olan WhatsApp, diğer Facebook şirketlerinden bilgi alır ve bu şirketlerle bilgi paylaşımında bulunur. Hizmetlerinin ve Facebook Şirketi ürünleri dâhil bu şirketlerin sunduğu imkânların yürütülmesi, sunulması, iyileştirilmesi, anlaşılması, özelleştirilmesi, desteklenmesi ve pazarlanması amacıyla bu şirketlerden aldığı bilgileri kullanabilir ve bu şirketlerde bizden aldıkları bilgileri kullanabilirler.” demiştir.(5 Ocak 2021 Sözcü ve Hürriyet Gazeteleri)
Bu açıklama ile WhatsApp, isimlerini vermeden başta Google, Facebook, Twitter, Linkedin, Amozon, Apple olmak üzere burada isimlerini saymaya yer bulamayacağımız işletmeler, gizli istihbarat güçleri ve bazı devletler tarafından izlendiğimizi üstü kapalı itiraf etmiştir.
İşte 20 Temmuz ve 4 Ocak 2021 tarihlerinde basında yer alan Pegasus ve WhatsApp ile ilgili bu iki haber biz insanlara derin mesajlar verdi.
Bu iki haber tüm insanların daha öğrenmeye imkân bulamadığımız başka benzer yollar ile izlenebildiğini bizlere öğretti.
Bu iki haber biz insanların ileride daha yoğun takip edilmemiz için şimdiye kadar yapılan çalışmaları ve birçok komplo teorilerini gündemimize getirdi.
Belki bir sabah kalktığımızda tüm banka hesaplarımızın, tapularımızın, konuşmalarımızın, alışverişlerimizin, gittiğimiz yerlerin, görüştüğümüz kişilerin ve tüm gizli bilgilerimizin irademiz dışında bizi kontrol etmek isteyen gizli güçler tarafından istedikleri gibi kullanıldığını.
Belki yine bir sabah kalktığımızda tüm devletimizin ve özel sektörümüzün hatta normal telefon haberleşmesinin bile gizli güçler tarafından tamamen dijital olarak kilitlendiğini ve kontrol edildiğini duyarız.
Ve belki bir gün tüm insanların çaresiz bir şekilde ne yapacaklarını düşündüklerini duyarız.
Sözün sonu, çok yakın bir gelecekte gizli güçlerin bizi daha fazla izleyeceği ve kontrol edeceği görülmektedir.
Bu yeni gizli savaş yöntemine bir isim vermek gerekirse en uygun ifadenin “Dijital Köleleştirme” olabileceğini düşünüyoruz. Bu yeni ismi tensiplerinize sunuyoruz.
MEDYA
Birinci Uluslararası Medya ve İslamofobi Sempozyumunu 25 ve 26 Mayıs 2021 tarihlerinde Ankara’da, Üçüncü Uluslararası Medya ve İslamofobi forumunu ise 10 Nisan 2023 tarihinde yine Ankara’da takip ettik.
“ İslamofobi”, dünyada yeni kullanılmaya başlayan bir kavram olup, mana olarak İslâm’dan korkutma, İslâm karşıtlığı veya İslâm düşmanlığı anlamlarını taşımaktadır.
“İslamofobi’ de ana yöntem olarak kullanılanlar yalan haber, nefret söylemi ve küfürdür. Belli güçler tarafından bilinçli ve de kasıtlı olarak desteklenen bir süreçtir. Asıl amacı ise Ortadoğu’daki İslâm ülkelerini parçalamak ve yok etmektir.
İslamofobi’ de en komiğinden en tehlikelisine kadar her türlü haber kullanılmaktadır. İşte bu iki seminerde bizzat benim yaşadığım iki olay aşağıdadır.
Birincisi komik olay; 11 Eylül’ den önce, Amerikalı bir bayan gazeteci, kadınlarla erkeklerin toplumdaki yeri hakkında bir yazı dizisi hazırlamak için Afganistan’a gitmiş…. Gözlemleri sırasında ilk dikkatini çeken, kadınların kocalarının 5 adım gerisinden yürüdükleri imiş. Amerika’nın bu ülkeye sözde demokrasi götürdükten sonra aynı gazeteci tekrar Afganistan’a gittiğinde ise bu sefer bir görmüş ki, bu sefer kadınlar önden gidiyor erkekler eşlerini 5 adım geriden takip ediyorlar. Kadın gazeteci bu duruma çok şaşırmış ve hemen bir kadına yaklaşıp sormuş. Bu inanılmaz değişimin sebebi nedir? Afgan kadın cevap vermiş: Mayınlar…
Yukarıdaki bu bilgi benim de dâhil olduğum bir Sosyal Medya paylaşım sitesinde yer aldığında çok ilgimi çekti, gülerek ve de hayretle okudum. Aradan tam 5 dakika geçmişti ki, bu paylaşım için başka bir kişi hemen bizlere şu bilgiyi ulaştırdı. Ben bu gazeteci kadını tanıyor ve takip ediyorum. Aynı gazeteci bir ara Irak’ taydı, sonra Kuveyt şimdi de Afganistan’a gitmiş. Her yerde aynı gözlemi yapmış….
İşte büyük güçler tarafından insanların bilinçaltına İslam ülkelerinde kadın için oluşturulmak istenen zavallı ve komik rol. Bunun için sözde Afganistan’da geçen bu komik olayın tüm İslam ülkeleri için genelleştirilmesi.
İkincisi tehlikeli olay; Kanada’da bir üniversitede çalışmalar yapan ve burada yaşayan İran uyruklu bir sosyolog ile beraber yaşadığımız bir olay olmuştu.. İranlı sosyolog İranlıların, Türkiye ve Türkler hakkında nasıl bilgi aldığını bana aktardı.
“Biz İranlılar siz Türkleri ve Türkiye’yi hep yabancılar tarafından sizler üzerine yapılmış kötü haberlerden, filimlerden, gazetelerden, televizyonlardan izliyoruz ve öğreniyoruz. Ben bir İranlı olarak daha bir Türk televizyon kanalı ve bir Türk gazetesi üzerinden Türkiye’yi izlemedim ve okumadım. Eminim ki, siz Türkler’ de biz İranlıları gerici ve yobaz olarak yine aynı yabancı televizyon ve haber kaynaklarından izliyorsunuz ve bizleri öyle biliyorsunuz. Bizler yüzyıllardır komşuyuz ama ben bir İranlı olarak tek bir Türkçe kelime bilmiyorum. Sen de bir Türk’sün eminim ki, sen de bizim dilimizden tek bir kelime bilmiyorsun. Ama ama bizler yüzyıllardır sınır komşusu olmamıza rağmen bizleri bölmeye çalışanların kullandığı dil olan İngilizce ile ancak anlaşıyoruz. Bu konu ne kadar acı.”
İranlı sosyolog ile konuşması bittikten sonra göz göze geldik. Ben derin bir sessizlik içinde başımı önüme eğmek zorunda kaldım. Çünkü İranlı sosyolog doğru söylüyordu.
İşte bazı güçler tarafından iki komşu ülkeyi düşman yapmak için kullanılan Medya.
Sonuçta gördük ki, bu dünyada güç kimin elinde ise medya onun dediklerini yapıyor
3. EKONOMİK GÜÇ
Bugün Ortadoğu denilince; siyasi istikrarsızlıklar, terör, yapay devletler, yetersiz idareciler, karışık etnik yapılar, petrol, doğalgaz, su, göçler, savaşlar ve insanlık dramları anlaşılmaktadır.
Strateji uzmanları bir bölgede gerçekte ne olduğunu bulmak için hep ‘’Bir bölgede çıkan olaylardan aslında kim kazanıyor? ‘’ sorusunun cevabını ararlar. O zaman Ortadoğu’nun yakın tarihine kısaca bir bakalım.
Ortadoğu; üç büyük dinin ortaya çıktığı, tarihin yazıldığı, uygarlıkların yeşerdiği, petrol, doğalgaz zengini ve bütün güçlü devletlerin tarih boyunca kontrol etmek için mücadele verdiği dünyanın en kritik coğrafyasıdır.
II. Dünya Savaşı’nın Ortadoğu yönünden günümüze kadar sürekli rahatsızlık yaratan en önemli sonucu; Ortadoğu’nun göbeğinde, Filistin’de temelleri I. Dünya Savaşı sonrasında atılmış bir İsrail Devletinin kurulmasıdır.
Sonrasında; Arap-İsrail savaşları olmuş, İsrail kazanmıştır, İran- Irak Savaşı olmuş, İsrail karlı çıkmıştır. Suriye’de iç savaşlar olmuş, İsrail Golan tepelerinin sahibi olmuştur. Filistin Kurtuluş Örgütü ile Hamas birbirleri ile savaşmış, Filistin zayıflamış ve İsrail güçlenmiştir.
Irak’a ABD müdahale etmiş, İsrail’in bölgede güvenliği artmıştır. Barzani 25 Eylül 2017’de bağımsızlık referandumu yapmış, bu referandumu Ortadoğu’da sadece İsrail desteklemiştir. PKK/PYD Türkiye’ye karşı ABD ile birlikte taraf olmuş, İsrail’in eli güçlenmiştir
Balyoz, Ergenekon, FETÖ gibi iç mücadelelerle yıpranmış bir Ordu ve Türkiye kalmış, ama pazarlık gücü artmış ve Ortadoğu’da etkinliği artmış bir İsrail ve ABD bulunmuştur.
Tek tanrılı üç dinin mensupları olan Museviler, Hristiyanlar ve Müslümanlarca kutsal kabul edilen Kudüs İsrail tarafından başkent yapılmıştır. Kudüs’teki Mescid-i Aksa’da 14 Temmuz 2017 tarihinden beri abluka uygulamaktadır. Cami girişlerine metal dedektörler, kontrol noktaları ve kameralar koyarak Müslümanların Cuma namazı kılması engellenmektedir..
Ekim 2023 başlarında İsrail-Hamas Savaşı başlamış, 17 Ekim 2023 tarihinde İsrail roketleri Gazze’de bulunan Baptist Hastahanesi’ni vurmuştur. Düşen bombalarla hastanede tedavi gören ve sığınan 500 den fazla masum insanın ölmesi ile Gazze’ de bir katliam başlamıştır. Bu insanlık dramını dünyada önce Amerika desteklemiş ve başta Amerikan Başkanı olmak üzere Amerikan uçak gemileri ve askerleri bölgeye gitmiştir.
Bütün bunları bütün dünya Müslümanlarını ve diğer dünya devletlerini karşısına alabileceğinden hiç korkmayan bir devlet yapmıştır. Bunu ABD desteğindeki İsrail yapmıştır.
Ortadoğu’da kısaca aslında; ABD desteğinde İsrail’in istedikleri olmaktadır..
Son yıllarda özellikle II. Dünya Savaşı’nın ardından kurulan yeni dünya düzeninde ABD ve İsrail ilişkilerinin altındaki ekonomik güçleri bilmeden Ortadoğu’ daki savaşları ve Gazze’deki gerçekleri anlamak mümkün değildir
ABD, gerek iç siyasetindeki kurumsal yapısı, gerekse dış politika yapımındaki karar alma süreci bakımından diğer devletlerden farklıdır. Özellikle Kongre ve Başkan üzerinde çıkar gruplarının karar alma süreçlerindeki etkisi çok fazladır. Faaliyetlerini lobiler aracılığıyla yasal zeminde sürdüren bu çıkar grupları herhangi bir etnik, siyasi veya dini kimliğe sahip olabilir.
ABD’de çıkar gruplarının etkisine hem iç hem de dış politikadaki karar alma süreçlerinde şahit olmaktayız. Bu çıkar grupların en önemlisi ABD’de yaşayan Yahudi cemâatidir.
Dünyadaki ilk 500 büyük şirketten 244’ü Amerikan şirketidir ( Financial Times, 27 Ocak 1999 ) Bu şirketler sermayeleri ile ABD’yi gizlice yönetmektedirler. Bu şirketlerinin sahipleri araştırıldığında ise karşımıza büyük çoğunlukla İsrail oğulları gelmektedir. İsrail oğulları yani Yahudiler ya da Museviler.
İsrail’in kurulduğu 1948 yılından bu yana ABD İsrail’e ekonomik katkıda bulunmaktadır. Bugün İsrail’in en büyük destekçileri olarak da ABD’de yaşayan Amerikan Yahudileri tanımlanmaktadır.
İsrail hükümetinin ilk yılları olan 1948-1967 arası dönemde yıllık ortalama ABD yardımı 64 milyon dolar, toplam da ise 1,2 milyar doları bulmakta iken, 1967’den itibaren bunda hızlı bir artış olmuş ve 1997 yılına kadarki dönemde toplam 82 milyar dolar gibi bir rakama ulaşmıştır. İsrail özellikle 1976’dan itibaren sürekli ABD’ den en fazla dış yardım alan ülke konumunda olmuştur. Doğrudan ABD askeri ve ekonomik yardımları 3 milyar doların altına düşmemektedir. ( Clarke, 1997, s.200-201)
Yahudilerinin girişimci ve birlikçi yönleri, maddi güçlerini seçimlerde kullanma kabiliyetleri ABD’nin dış politikasını şekillendirmekte en önemli faktörü oluşturmaktadır. Kamuoyuna yansımış kısıtlı bilgilere göre mesela 1989-1990 döneminde Yahudi lobileri tarafından Senato üyelerine 4,7 milyon dolar, Temsilciler Meclisi üyelerine 2,9 milyon dolar bağış yapılmıştır. (Babcock, 1991, s.A-21)
Günümüzde ABD’deki Yahudi cemaatının çıkarlarını en iyi sağlayan kurum, 1951’de kurulan American Israel Publıc Affairs Commitee (AIPAC)’tır. Bu komite ABD’nin İsrail ile alakalı politikalarında etki sahibi olmak adına Kongre ve yürütme mercii üzerinde lobi çalışmaları yürütmektedir. Kuruluş amacını ‘’karar alıcıları Birleşik Devletler ve İsrail’i birleştiren bağlar konusunda eğitmek ve Yahudi devletinin güvende ve güçlü olmasına yardım etmenin ABD için ne kadar önemli olduğunu yaymak’’ olarak tanımlayan AIPAC, ülkedeki her iki partiyle de ortak çalışmalar yapmaktadır. ABD’deki bütün Yahudi örgütlerinin liderleri en az ayda bir defa toplanarak genel bir durum değerlendirmesi yapmaktadır. ’’Conference of Presidents of Major American Jewish Organizations’’(Amerikan Büyük Yahudi Örgütleri Başkanlar Konferansı) olarak bilinen ve 1948’den beri faaliyet gösteren bu mekanizma, şemsiye örgüt olarak kabul edilmektedir. Daha çok kamuoyuna yönelik çalışmalar yapan bu örgüt İsral’i ilgilendiren önemli karar ve yasa tasarılarının görüşülmesi esnasında üyelerini harekete geçirmektedir. Başkanlar Konferansında Yahudi örgütler arasındaki görüş ayrılıkları ve varsa çatışmalar giderilmektedir. (Keller , 1981, s.1523.)
ABD’deki Yahudi lobileri ve örgütleri deyince AIPAC’ e ilaveten diğer ilk akla gelenler American Jewish Committee ve American Jewish Congress’dir.
Bu Yahudi örgütlerinin güçleri ile ABD yönetimlerinin karar alma süreçleri üzerindeki etkilerine somut örnekler olarak aşağıdaki olaylar verilebilir.
14 Mayıs 1948’de İsrail Devletinin kurulduğu Tel-Aviv’de toplanan Yahudi Milli Konseyinin yayımladığı bir deklarasyonla ilan edilmiştir. Yeni devleti tam on dakika sonra ABD Başkanı Truman tarafından fiilen tanınmıştır. (Risler, 1974, s.66; Armaoğlu, 1989,s.17)
ABD’nin Joe Biden’dan önceki başkanı Donald Trump, 6 Aralık 2017 günü İsrail’i tanıyan tüm ülkelerin büyükelçileri Tel Aviv’de bulunurken Kudüs ile ilgili; ‘’Ben artık zamanı geldiğine inanıyorum. Kudüs’ü İsrail’in başkenti olarak tanıma vakti artık gelmiştir. Büyükelçiliği Kudüs’e taşıma kararı veriyorum.’’ (Yeniçağ Gazetesi, 7 Aralık 2017) açıklamasını yapmıştır.
Trump’ın bu açıklaması ile Kudüs’ü İsrail’in başkenti olarak tanıyan tarihteki ilk ülke ABD olmuştur.
Ve tarihler 28 Ocak 2020 yi gösterdiğinde Amerika Başkanı Donald Trump, İsrail Başbakanı Netanyahu ile birlikte Beyaz Sarayda düzenlediği basın toplantısında “Yüzyılın Anlaşması” olarak adlandırdığı tek taraflı Orta Doğu barış planını kamuoyuna açıklamıştır. Bu plana göre kısaca Kudüs İsrail’in başkenti kabul ediliyor, Filistinli mültecilere dönüş hakkı tanınmıyor ve denizde İsrail’in egemenliği kabul ediliyor. İsrail Başbakanı Netanyahu ise aynı toplantıda Kudüs’ün İsrail’in başkenti olması konusunda ABD’den onay aldıklarını açıklamıştır. (Hürriyet Gazetesi, 29 Ocak 2020.)
ABD’nin Donald Trump’dan önceki başkanı Barack Obama da ‘’Hepimiz İsrail yanlısıyız’’ demiştir. ( Habertürk Gazetesi, 31 Ağustos 2015.)
ABD’nin şu andaki Başkanı Joe Biden, Gazze’de 17 Ekim 2023 tarihinde yaşanan insanlık dramından sonra Tel Aviv’e giderek İsrail’e desteğini açıkladı. Hamas’ın Filistin’i temsil etmediğini belirten Biden Gazze’deki hastane saldırısı için, “Diğer taraf yapmış gibi görünüyor.” ifadelerini kullandı. Netanyahu ise ABD’nin koşulsuz desteği için Biden’a teşekkür etti. (Hürriyet Gazetesi, 18 Ekim 2023.)
Kısacası 1948 den günümüze ABD hep İsrail’in yanındadır. 14 Mayıs 1948’de İsrail Devletinin kurulmasının ilanından tam on dakika sonra ABD Başkanı Truman tarafından fiilen tanınması 6 Aralık 2017’de ABD Başkanı Donald Trump’ın Kudüs’ü İsrail’in başkenti olarak tanıyan dünyadaki ilk ülke olması ve şimdi Gazze’de 17 Ekim 2023 tarihinde yaşanan insanlık dramından sonra Joe Biden’ın İsrail’e destek vermesi ve İsrail’e gitmesi bu gerçeğe en büyük kanıtlardır.
Sonuçta A.B:D. de ekonomik gücü elde bulunduran İsrail yanlısı Yahudi örgütleri dünyanın en büyük devleti ve askeri gücü olan A.B.D. nın dış politikasını ve askerlerini istediği gibi Ortadoğu’da yönlendirebiliyor.
Dünyada Yahudilerin, sadece ABD’de değil, Fransa’da, Kanada’da, İngiltere’de, Rusya’da ve Türkiye dahil dünyanın bütün ülkelerinde, yaşadığı bilinmektedir. Yahudiler bu ülkelerde oluşturdukları güçlü lobiler ile dünya siyasetinde ve ekonomisinde etkin rol oynamakta olup, bu tespit birçok açık resmi istihbarat kaynaklarında ifade edilmektedir. Türkiye, İsrail Devletini Arap-İsrail savaşları devam ederken bütün İslam ve Arap dünyasını karşısına alarak 24 Mart 1949 tarihinde tanımıştır. ( Başbakanlık Cumhuriyet Arşivi 30-18-1-2-118-108-3 ) Türkiye’nin İsrail’i tanıma sürecinin altındaki sırlar halen tartışılmaktadır.
Siyonizm, yüzyıllar boyunca Doğu ve Batı Avrupa diasporasında yaşamış, zaman zaman takibata uğramış ve yerlerinden göç ettirilmiş Yahudiler arasında Yahudi ulusunun vatan bilincini ifade eden politik bir hareket olarak 19.yüzyılda ortaya çıkmıştır. ( Gartner, 2001, s.250-252.)
Siyonizm, 1897’de Theodor Herzl tarafından örgütlü bir harekete dönüştürülerek Yahudi dünyasına hakim olmuştur. (Taylor, 1974 s.45-46.) Siyonistler, dünya çapında kurdukları üye organizasyonlarla Yahudilerin Filistin’e yerleşmesini özendirmiş, Londra’da banka hesapları açarak Yahudilerin Filistin’de toprak satın almaları için ortak fon oluşturmuşlardır. (The Esco, 1947, s.39)
Yahudi sorununun tek çözümünün Yahudi devleti kurulması olduğunu savunan 19.yüzyıl sonunda kurulan Siyonist hareketin 1948’de kurulan bugünkü İsrail devletinin temelini attığı söylenebilir..
Bayraklar üzerindeki şekil, renk ve semboller; milletlerin inançlarını, düşüncelerini ve hafızalarında derin izler bırakan hatıralarını yansıtır. Almanya, Belçika, Hollanda, İtalya gibi bazı Avrupa devletlerinin bayrakları üç renklidir. Bu bayraklarda üç renk kullanılması, teslis inancını sembolize etmektedir. Bunun yanı sıra Danimarka, Finlandiya, İsveç, Norveç, İsviçre, Yunanistan gibi bazı devletler de bayraklarında Hristiyanlığın sembolü olan haça yer vermişlerdir. Japonların, üzerinde kırmızı güneş bulunan beyaz bayrakları, Japon Budizmi’ndeki ilâh anlayışını sembolize etmektedir, Kore bayrağındaki bir dâire içinde bulunan iç içe iki “S” de bu devlet için dinî bir mânâ taşır. Suudi Arabistan bayrağındaki ‘Kelime-i Tevhid’ ile İran bayrağındaki ‘Allah’ lâfzı da, inancın bayrakta sembolize edildiğine birer örnektir.
Yahudiliği, diğer dinlerden ayıran temel özelliklerden biri ‘’kutsal toprak’’kavramıdır.. ( Dini Araştırmalar Dergisi, s.63) Bu kutsal toprak kavramı açık bir şekilde İsrail bayrağında şekil, renk ve sembol olarak yer almıştır.
Bugünkü İsrâil bayrağı beyaz zemin üzerinde üstte ve altta iki mavi çizgi ve bu çizgilerin ortasında altı köşeli mavi Siyon yıldızından oluşur İsrail bayrağındaki bütün bu unsurların yukarıdaki devletlerin bayraklarında olduğu gibi dînî kökenlere dayanan anlamı vardır.
Beyaz dünyadır yeryüzüdür Bayrağın ortasındaki altı köşeli yıldız ise Siyon yıldızıdır Kudüs’te bulunan Siyon Dağı’nda yeniden kurulmak istenen Tanrı Krallığı’nı simgeler Bu yıldızın bulunduğu alan Yahudîler’in vatanı olan Arz-ı Mevud yani Tanrı tarafından kendilerine vaat edilmiş topraklardır . Arz-ı Mevud’un hudutları Tevrat’ta Nil ile Fırat nehirleri arasındaki coğrafya olarak gösterilmiştir. (Tevrat Tekvin Bâb 15)
Arz-ı Mevud’u ise İsrail bayrağında Siyon yıldızının altından ve üstünden geçen iki mavi çizgi belirlemektedir Bu iki mavi çizgi Tevrat’ta işaret edildiği gibi Nil ve Fırat nehirleridir Demokratik Kongo Cumhuriyeti ( eski Zaire) Uganda Etiyopya( Habeşistan ), Sudan ve Mısır topraklarında akan Nil Nehri ile Türkiye Suriye ve Irak topraklarında akan Fırat Nehri’dir
Kısaca; İsrâil bayrağındaki bu iki mavi çizgi Tevrat’ta işaret edildiği gibi Nil ve Fırat nehirlerini sembolize eder.
Arz-ı Mevud içinde birçok sırrı saklamakla birlikte birçok alternatif kaynak ve sosyal medyada Büyük Ortadoğu Projesi (BOP) için aşağıdaki tez ısrarla öne sürülmektedir.
‘’ ABD Kongresinin 1957’de kabul ettiği Eisenhover Doktrini olarak da bilinen Büyük Ortadoğu Projesi 1997 yılında tekrar ortaya çıkmıştır. Bu proje ile ABD; Kuzey Afrika’dan Pakistan’a kadar içinde Türkiye ve İran’ın da bulunduğu 22 ülkeyi kapsayan bir coğrafyada siyasal, askeri, ekonomik ve dini yapıyı yeniden yapılandırmayı planlamaktadır. Bu projenin arkasında ABD’yi gizlice yöneten Yahudi küresel şirket sahipleri ya da Yahudi lobileri vardır. ABD’yi gizlice yöneten bu Yahudi lobileri İsrail’i destekleyerek ve diğer gizli faaliyetleri yaparak ; bu coğrafyada bir çok savaş ve iç çekişme oluşturmakta böylece bu coğrafyayı kendi idealleri ve menfaatleri çerçevesinde yeniden yapılandırmaktadır. Büyük Orta Doğu Projesi Arz-ı Mevud’un gerçekleştirilmesinde maske bir proje ve bir araçtır. Bu projeye göre BOP’un şu andaki safhası sorunsuz büyük bir İsrail devleti kurulmasıdır. Bu safhanın gerçekleşmesi için Suriye’nin dörde, Lübnan’ın sekiz kanton’a ayrılması ve Türkiye, Suudi Arabistan, Mısır ve Libya’nın üçer parçaya bölünmesi gerekmektedir. Şimdiki ayakta ise Suriye ve İran bulunmaktadır ve arkasından ise sıra Türkiye’de olacaktır. . Yine birçok açık istihbarat kaynağında bu gün kendilerine vaat edildiğini iddia ettikleri toprakların bir parçası olduğu belirtilen Türkiye’nin doğu ve güneydoğu bölgesindeki terör olaylarının ve Kuzey Irak’ta ilk temelleri atılarak kurulmaya çalışılan sözde Kürdistan’ın bu projenin bir aşaması olduğu ifade edilmektedir. Bu plana göre şimdi Suriye’deki bölünme ile birlikte Irak, Suriye ve Türkiye’nin güneydoğusu üzerinde sonradan başka amaçlarla kullanılacak piyon bir Kürt devleti kurulmasının yolu açılmaktadır. “[1]
Bu gün, Ortadoğu üç kutsal din için taşıdığı manevi değerler yanında başta petrol olmak üzere çok büyük ekonomik enerji kaynaklarına sahiptir. Eğer Amerikan Yahudileri ve İsrail, Ortadoğu’yu etkin kontrol edemez ise bu ekonomik kaynaklardan faydalanamaz, büyümeyi bırakın küçülmek zorunda kalırlar ve dünya üzerindeki etkinliğini kaybeder.
ABD Başkanı Donald Trump’ın 6 Aralık 2017 günü ‘’Ben artık zamanı geldiğine inanıyorum. Kudüs’ü İsrail’in başkenti olarak tanıma vakti artık gelmiştir. Büyükelçiliği Kudüs’e taşıma kararı veriyorum’’ sözleri bütün dünya ve Ortadoğu ülkeleri için, İsrail’in ve Amerika’daki Yahudi lobilerinin Arz-ı Mevud’u gerçekleştirme planı olduğunu anlamak için bir başlangıç olmuştur.
Artık başta Türkiye olmak üzere Ortadoğu’da meydana gelen birçok olayı Arz-ı Mevud ya da Büyük Ortadoğu Projesi içinde değerlendirmek zamanı gelmiştir.
Şimdi İsrail’in bayrağındaki planlarını gerçekleştirebilmesi için yeni bir fırsat ve yeni bir savaş başlamıştır. Gazze Savaşı başlamıştır.
Ünlü yazar Dante; ‘’Küçük bir kıvılcım koskaca bir alev doğar’’ demiştir.
Bu kıvılcım 17 Ekim 2023 tarihinde İsrail roketlerinin Gazze’de bulunan Baptist Hastahanesi’ni (El Ehli Arab Hastanesi) vurması ile bir katliam başlamış ve bu katliam büyük bir savaşa zemin hazırlamaktadır.
Amerika hariç tüm dünya ülkeleri bu acı olayı sadece kınarken Türkiye aktif olarak dünyada bu olaya karşı ortak bir karar ve tedbir alınması için Cumhurbaşkanı nezdinde girişimlerde bulunmuş ve Türkiye’de 3 günlük Milli Yas ilan edilmiştir.
Bu olaylar, Ortadoğu, İsrail ve Türkiye için yeni dönüm tarihleri ve yeni dönüm noktaları oluşturmuştur ve ileride tarihçiler tarafından mutlaka Ortadoğu’nun dönüm noktaları olarak değerlendirilecektir.
SONUÇ
Ortadoğu; üç büyük dinin ortaya çıktığı, tarihin yazıldığı, uygarlıkların yeşerdiği, petrol, doğalgaz zengini ve bütün güçlü devletlerin tarih boyunca kontrol etmek için mücadele verdiği dünyanın en kritik coğrafyasıdır .
Osmanlı Devletinin geçmişte hâkim olduğu bölgeler bu gün uluslararası ilişkiler ve tarih literatüründe “Ortadoğu” olarak adlandırılmaktadır. Ortadoğu tarihi boyunca kanın akmadığı yegâne dönem Türklerin bölgede hâkim oldukları dönemdir.
XIX. yüzyılda diplomatik ve politik bir terim olarak ifade edilmeye başlanan Şark Meselesinin tarihi kökeni oldukça eskidir. Zaman ve zeminin şartlarına bağlı olarak çeşitli görünümde ve yerde ortaya çıkan ve de değişik şekillerde tarif edilen Şark Meselesinin temelinde ve özünde Hıristiyan-Müslüman yani, Haç-Hilal veya Avrupa-Türk münasebetleri ve mücadelesi yatmaktadır
. Tarihin her devrinde dünya hâkimiyetine oynayan, dünya siyasetine yön vermeye çalışan büyük güçler olmuştur. Bu çerçeveden bakıldığında XV. yüzyıldan beri büyük millet ve büyük güç olma şansına ve kabiliyetine sahip birkaç devlet veya millet sayılabilir. Bunlar, Anglo-Sakson dünyası içinde Anglikan İngiltere, Latin dünyasında Katolik Fransa, Slav dünyasında Ortodoks Rusya, Germen dünyasında Protestan Almanya, İslâm dünyasında ise Osmanlı Devleti yani Türklerdir.
Bu beş büyük devletin dördü de (İngiltere, Fransa, Rusya ve Almanya) tamamen hem Hıristiyan dininin hem de ayrı ayrı Hıristiyanlığın belli başlı ve farklı mezheplerinin temsilcisi durumundadırlar. Sadece Osmanlı Devleti bütünü ile İslâm dininin ve İslâm âleminin temsilcisi rolündedir. İşte Hıristiyan âleminin bu dört temsilcisi İngiltere, Fransa, Rusya, Almanya ile İslâm âleminin temsilci Türkler yani Osmanlı Devleti arasındaki münasebetlerin tümü “Şark Meselesi” kavramıyla ifade edilebilir.
Günümüzde de “Şark Meselesi” yeni projeler ile birlikte daha büyük boyutlar içerisinde Türkiye’de ve Ortadoğu’da varlığını sürdürmektedir, yalnız bir farkla ki İngiltere yerini ve rolünü Amerika Birleşik Devletlerine bırakmıştır. Ortadoğu’da bu dönemde ortaya çıkan önemli diğer bir güç ise İsrail Devletidir.
Ortadoğu’da etkinliği her geçen gün artan Amerika bugün Yahudi sermayesi tarafından yönetilirken İsrail ise Yahudiliğin merkez ülkesidir. Amerika’nın bugün liderliğini yaptığı Büyük Ortadoğu Projesinin gizli hedefinin ise Yahudilerce kendilerine Allah tarafından vaat edildiğine inandıkları Ortadoğu’da büyük Yahudi Devleti’nin kurulması olduğu artık gün yüzüne çıkmıştır.
Türkiye geçmişte İsrail devletini dünyada ilk tanıyan devletlerden biri olarak Ortadoğu’da belki barışı getirebileceğini düşünmüştür. Ancak şimdi İsrail’e karşı dünyada en aktif rol alan ülkelerden birisi olmuş ve Filistin’in bağımsızlığını ve de Filistin halkının özgürlüğü için tüm barış sürecinin sağlanması için dünyadaki en çok çalışan ülke olmuştur.
Sonuçta dünyada ekonomik gücü, medyayı ve dijital teknolojiyi elde bulunduran İsrail yanlısı Yahudi örgütleri dünyanın en büyük devleti ve askeri gücü olan A.B.D. nın dış politikasını ve askerlerini bile istediği gibi kendi hedefleri doğrultusunda yönlendirebiliyorsa aynı şekilde diğer devletleri de yönlendirebilir.
Bugün tarih ilminin bizleri aydınlatabildiği büyük devletlerin I. Dünya Savaşı sonrası Osmanlı Devleti toprak paylaşımı konusunda kendi aralarında anlaşmazlık çıkmasını önlemek için yaptığı gizli anlaşmalardan olan İstanbul(1915), Londra(1915), Syces-Picot (1916), St.De Maurienne (1917) anlaşmalarını yapmışlardır. Bu anlaşmalara benzer bugün Ortadoğu ve Gazze için gizli anlaşmalar yapılmış olabilir.
Bugün Ortadoğu’ da mevcut hassas dengeler, bu bölgede etkili olmaya çalışan yukarıda işaret edilen güçler tarafından bilerek ve isteyerek müdahale sebepleri yaratılabilecek şekilde ayarlanmaktadır.
Yapay devletler, yeteneksiz idareciler, siyasî istikrarsızlıklar, petrol, etnik yapılar ve terör bu dönemde bu güçler tarafından etkin olarak kullanılmaktadır. Dijital Teknoloji, Medya, Ekonomi ve modern silahlar ile Ortadoğu köleleştirilmektedir. Bizlere ‘’ Küresel Dünya Düzeni’’ olarak sundukları aslında insanlığın öldürüldüğü ve kızıl kana boyandığı yeni dünya düzenidir.
Vekâlet savaşları bu büyük güçler tarafından bugün tüm dünyada ve özellikle Ortadoğu’da başarı ile uygulanmaktadır. Son 30 yıllık yakın tarih incelendiğinde artık savaşların gerçek harplerden ziyade bölgesel, etnik dini kökenli, gayri nizami ve psikolojik harp ağırlıklı olarak icra edildiği görülmektedir.
Kırk yıldan fazla uğraştığımız Terör Örgütü PKK ve bu örgütün son türevleri olan YPG/PYD ile son dönemlerde yoğunlukla uğraşmaya başladığımız FETÖ ve DAEŞ bize karşı uygulanan bu vekalet savaşlarının örnekleridir.
Ortadoğu’da ve öz vatanımız Türkiye’de yaşananları artık ‘’Şark Meselesi’’ ve ‘’Büyük Ortadoğu Projesi’’ kapsamında değerlendirmek zamanı gelmiş hatta geçmektedir.
Ortadoğu’da kısaca asıl hedef Müslümanlar ve Müslümanların yüzyıllarca liderliğini yapmış olan Türklerdir.
Türkiye ve Türk Milleti olarak diğer Ortadoğu ülkeleri gibi vekâlet savaşlarında birer piyon olarak kullanılmadan mutlaka aklın, bilimin, vicdanın, kültürel değerlerin, dinlerin ve tüm milli unsurların birleşeceği barış sürecini mutlaka sağlamalıyız.
Geçmiş dünya ve Türk tarihinden alınan dersler Ortadoğu’ daki barış için güçlü bir devlet olmayı, caydırıcı ittifaklar kurmayı ve sert tedbirler almayı şart koymaktadır.
Türkiye ve Türk Milleti olarak Ortadoğu’da var olmak istiyorsak önce güçlü bir devlet, bilinçli bir millet olmalı ve Azerbaycan-Türkiye kardeşliği örneğinde olduğu gibi kardeş Türk dünyasını birleştirmeli ve gerektiğinde karşı tarafa askeri güç de kullanabilecek caydırıcı güçlü bir ittifak kurmalıyız.
Dr.Tuğtigin ŞEN Emekli Albay / Araştırmacı
[1] Bu özet bilgi Dr.Tuğtigin Şen tarafından kaynakçada belirtilen kaynaklardan ve diğer sosyal medyadan derlenmiştir.
Rahmetli Annem, beni Askeri Lise sınavlarına girmem konusunda destekleyerek, Bursa Işıklar Askeri Lisesinde yapılan sınav ve mülakatlarda, İzmir Askeri hastanesinde yapılan sağlık muayenelerinde babamla birlikte hep yanımda bulunmuştu.
Ah anneciğim, senden askerliğe adım attığım 1983 yılında daha 14 yaşındayken ayrılmış ve o tarihten sonra ebedi dünyaya göç ettiğin 7 Kasım 2009 tarihine kadar yanına gelebildiğim görevlerimden ayrılabildiğim şanslı yıllarda seni en fazla birkaç hafta görerek sana olan hasretimi bir nebze giderebilmiştim.
Rahmetli annemin vefatından çok kısa bir süre önce hayat umutlarının gözlerinde hâlâ ışıldadığı anlar.
Annem pankreas kanseri olmuş, kanser çok ilerlemiş ve artık bütün doktorların dahi annemle ilgili hiçbir ümitleri kalmamıştı. Babam çok büyük bir fedakarlıkla anneme bakmakta idi. Artık acı sonun kaçınılmaz olduğunu babam, kardeşim ve ben tam olarak biliyorduk. Bütün akrabalarımız ve komşularımız da biliyordu. Ama tek bilmeyen anneciğimdi. Doktorlar hayat umudunun annemde azaltılmaması için bize çok iyi telkin ve tavsiyelerde bulunmuşlar ve son günlerini artık evinde geçirmesini bizlere söylemişlerdi. Biz de kendimizce bu umudun azalmaması için bazı tedbirler almıştık. Onun yüzüne hep gülümseyerek, artık iyileşmeye başladığını, sıkıntılarının zamanla düzeleceğini söylüyorduk. Annem de bizim bu masum yalanlarımıza inanıyordu. Annemi gören hiç kimse, yakın akrabalarımız da dahil, ondaki bu yaşama sevincini görünce gerçekten hasta olduğuna bir türlü inanamıyorlardı. Babam, kardeşim ve ben bir tarafta onun yüzüne gülümseyerek iyileşmekte olduğuna dair masum yalanlarımızı söylerken, annemin gözlerinde hayat ışıltılarını görmeyi müteakip ona hiç hissettirmemeye çalışarak diğer boş odalarda gerçeği bilmekten dolayı birbirimize sarılıyor, ben içimden, babam ve kardeşim ise açıktan bu hüzünlü olaya sessizce ağlıyorduk. Biz de inanmak istemiyorduk.
Kardeşim Alper ve ben de bir evlat olarak kendimizce bir plan içinde bir hafta sonu o, bir hafta sonu ben olmak üzere kardeşimin öğretim üyeliği yaptığı özel üniversitenin bulunduğu Ankara ve benim görev yaptığım Polatlı’dan Isparta’ya gelerek onun son günlerinde yanında bulunmaya çalışıyorduk.
7 Kasım 2009 tarihinde annemin yanına kardeşim Alper gitmişti. İlahi bir ses mi hala daha anlayamadım bana o hafta sonu benim de mutlaka Isparta’ya gitmemi söyledi. Bütün askerlik geçmişim ile karşılaştırdığımda bir subay olarak daha fazla kendime ve aileme zaman ayırabildiğim bir garnizon olan Polatlı’da görev yapıyordum ve de hafta sonlarım, bazı zorunlu görevler ve nöbetlerim hariç boştu. İçimdeki o ilahi sese kulak vererek sıra kardeşimde olmasına rağmen ben de Isparta’ya annemin yanına gitmeye karar verdim.
Cuma günü gece 24.00 gibi Isparta’ya vardım. Ben Askeri Liseye girdikten sonra taşındığımızdan içinde hiç çocukluğumu geçiremediğim Evimize girdiğimde evde sadece babamı gördüm. Anneciğim ağırlaştığı için hastaneye tekrar yatırılmış ve kardeşim Alper annemin başında bulunuyordu. İçim rahat etmedi gece 03:00 gibi hastaneye gittim.
Alper’i cep telefonu ile arayarak annemin bulunduğu yeri öğrenmek istedim. Kardeşimin sesi çok hüzünlü idi, annemin çok rahatsızlanması sonucu odasından yoğun bakıma alındığını bana söyledi. Koşarak yoğun bakıma gittiğimde annemle ilgili acı haberi doktorlardan aldım. Annem vefat etmişti. Saat gece 03:35 idi. Yarım saat önce gelebilseydim, annemin son nefesinde belki yanında olabilecektim.
Her şey durmuştu. Bütün geçmişim gözlerimin önünde süzüldü. Hiçbir tepki göstermiyordum. Annemin ölü vücudunu görevliler beyaz kefene sarıyorlar, onu gözlerim önünde morga kaldırıyorlar ve ben bir yabancıya bakar gibi annemin arkasından bakıyordum. Hiç gözlerimden yaş gelmiyor, onun kefen içinde morga kaldırılmasının fotoğraflarını çekiyordum. Çok sakin dim, ilgili herkesi arayarak annemin öldüğünü söylüyor, doktorlar ile görüşüyor, bundan sonra ne yapacağımızı, ölüm belgesinin nasıl alınacağını araştırıyordum. Hastahaneye gelen herkes ağlıyor, feryatlar çıkarıyordu. Annemi az tanıyanlar bile ağlıyordu ama bir ben ağlamıyordum, ağlayamıyordum.
Annemin cenaze işleri ile uğraşmaya başlamıştım. Doktordan ölüm belgesini alıyor, Belediye’ye gidip cenaze işlerini görüşüyor, cenaze malzemesi satılan yerlerden annem için cenaze malzemeleri alıyor, cenaze için gelenleri karşılıyordum. Gördüğüm herkes annemin ölümünden dolayı hüngür hüngür ağlarken tek ben ağlayamıyordum. Ben annemin oğlu Tuğtigin değildim, başka birisi idim. Ölen benim annem değildi. Ben buraya sanki görevleri başında şehit olmuş silah arkadaşlarıma son resmi ve askeri görevlerimi yapmak ve törende bulunmak için gelmiştim. Belediye anonsundan annemin ölüm ilanı ile ilgili şu tebliğ bütün Isparta halkına duyuruluyordu:
‘’Eski Isparta Milli Eğitim Müdürü ve emekli Bakanlık Müfettişi Bayram ŞEN’in eşi Hatice Kübra Selma ŞEN hakkın rahmetine kavuşmuştur. Cenazesi ikindi namazını müteakiben Anadolu Mahallesi camisinden kaldırılacak ve Asri mezarlıkta toprağa verilecektir.’’
Bu anonsu bilmediğim bir kişiye ait bir ölüm anonsu olarak dinliyor, annemin cenaze namazını kılıyor ve mezarlıkta erkek evladı olmamız sebebi ile dinen kardeşim ile birlikte annemizin cansız bedenini toprağa gömüyorduk. Herkes hüngür hüngür ağlıyor, tek ben ağlamıyor, ağlayamıyordum.
Annemin vefatını birliğime söylemem ve zamanında mesaiye gelemeyeceğimi bildirmem üzerine yasal olarak 10 günlük ölüme dayalı mazaret izinin bana verildiği iletiliyordu. Resmi telefon görüşmeleri ile taziye dilekleri amirlerimce ve mesai arkadaşlarımca bana iletiliyor, ben yine çok sakin bir şekilde bu taziyeleri şehit silah arkadaşlarımınkinden olduğu gibi dinliyordum.
Cenazeye gelen herkes birer birer ayrılmaya başladılar. Bütün ayrılmalarda herkes bana sarılıyor hüngür hüngür ağlıyor ve bana sabır diliyorlardı. Ama ben zaten çok sakin ve sabırlıydım. Tek ağlamayan bendim. Bazen bu merhumenin subay oğlu niye hiç ağlamıyor diye bana anlamlı anlamlı baktıklarını sezdim, ağlamaya kendimi zorladım ama nafile yine hiç ağlayamadım.
Kızlarım Kübra ve Elif’in anneciğimin mezarına bıraktıkları not kağıtlarını babamın bulup bana 3 yıl sonra vermesi o zamanki durumu özetlemesi için bir ibret belgesi idi. Büyük kızım Kübra babaannesine şunları yazmış:
‘’Canım Babananneciğim; Seni öyle çok seviyordum ki… Aramızdan çok erken ayrıldın. Seni çok özleyeceğim. Önümüzdeki yıllarda babaannem yok demek benim için çok zor olacak. Fakat sen hep yanımızda olacaksın, en azından ben buna inanıyorum. O gün, o gece ansızın çalan telefonda babamın ‘’Funda annemi kaybettik lafı’’ hala kulaklarımda çınlıyor. İlk başta bir iki dakika öyle düşündüm, sanki hayat olağan devam ediyormuş gibi fakat sonra senin olmadığını fark ettim. Sana sarılamayacağımı, elinden tutup dolaşamayacağımızı ve pek çok şeyi fark ettim. Benim canım şimdi anlıyorum ki, seni sadece fotoğraflarda görebileceğim, kokunu sadece senden kalan bir şaldan duyabileceğim ve artık elini tutamayacağım. Sana aramızdan hiç ayrılmamanı isteyen bir mektup yazmayı öyle çok isterdim ki…… Kübra Şen
Küçük kızım Elif ise; ‘’Seni orada yapayalnız bırakmayı hiç istemezdim. Babaannem.’’ diye yazmış.
Kızlarım ve bütün çevremdekiler bu ruh halinde ağlarken;.’’Ya rabbim ben niye ağlayamıyorum’’ diye Allahıma yalvarmaya başladım. Ailem dahil bütün akrabalarımız Isparta’dan ayrılmış artık benim ve kardeşimin de mecburi dönme zamanımız gelmişti. Aradan 10 gün geçmişti. Ben hala hiç ağlamamıştım. Dönüş günü sabah 03:35 de annemin vefat saatinde ilahi bir sesle yatağımdan kalktım. Yürüyerek annemin mezarına kadar geldim. Hava daha zifiri karanlıktı. Ben ve annem ilk defa yalnız başımıza karşı karşıya kalmıştık. Ama annemin sadece ruhu karşımda idi. Bizi kimse görmüyordu. Bir anda gözlerim ırmak oldu ve ağlamaya başladım.
Ağladım, ağladım, ağladım…… Askerlik hayatımda İlk defa!!!!
Son zamanlarda bir özel üniversite ve bir derneğin müşterek düzenlediği “II: Terörizm ve Radikalleşme ile Mücadele Kongresi” ile yine başka bir özel üniversitenin düzenlediği “21. Yüzyıl Savaşlarında Strateji, Operatif, Taktik ve Teknik: Tespit ve Değerlendirmeler” isimli iki ulusal kongreye katıldım. Katıldığım bu iki kongrede hem çok şeyler öğrendim hem de “Yeni Savaşlar ve Hedefleri” ile “Asimetrik Harp” başlıklı iki sunum yaptım. Hem benim yaptığım sunumlarda hem de diğer katılımcıların yaptıkları sunumlarda ortak noktalar olduğunu tespit ettim. Bu yazımda sizlere çok kısa tespit ettiğim bazı ortak noktaları aktarmak istiyorum.
Artık klasik savaşların yapılma ihtimali çok az. Artık savaşlar şekil değiştirdi. Ancak bütün dünya aslında gizli bir şekilde savaşmaya hala devam ediyor. Bu devam eden yeni savaşların ismine büyük çoğunluk Asimetrik Savaş, Gayri Nizami Harp ya da Vekâlet Savaşları isimlerini vermiş.
Dünyadaki nükleer güç dahil bütün harp silah ve araçlarındaki son yıllardaki gelişim durumu göz önüne alındığında artık ülkelerin birbirleri ile klasik konvansiyonel harp esasına dayalı bir savaş yapmasının çok büyük hayati riskleri üzerinde taşıdığı tespit edilmektedir. Günümüzde askeri yönden zayıf ülkeler bile sahip oldukları uzun menzilli roket, füze sistemleri ve diğer gizli nükleer silahları ile güçlü devletleri etki altına alabilmektedirler. ABD, Rusya, Çin ve Batılı devletler gibi güçlü olduğu değerlendirilen devletlerin ise birbirleri ile mevcut bu silah sistemleri ile savaşmaları taraf devletlerin sonuçta tamamen yok olmalarına sebep olacaktır.
Dünya’daki hiçbir güç böyle büyük bir tehlikeyi göze alamadığı için dünya, yeni savaş yolları bulmak için büyük bir araştırma yapmak durumunda kalmıştır. Yakın dünya tarihi incelendiğinde artık savaşların büyük bir çoğunluğunun küresel güçler tarafından karşılıklı devletlerin birbirlerine karşı kışkırtılarak ve devletlerin iç sorunları irdelenerek ortaya çıktığı görülmektedir. Çıkan bu savaşlar ve devlet içindeki iç mücadeleler sonuçta küresel güçlerin bu bölgelere ve buradaki enerji kaynaklarına sahip olması ile sonuçlanmaktadır.
Bu konuda en yoğun çalışan ülkelerden birisi olan Amerika’nın geçmişteki Kara Kuvvetleri Kurmay Başkanlarından olan General George W.Casey Jr.nin ‘’21 nci Yüzyılın Ordusu’’ adlı makalesinde bu konudaki tespitlerini sunmak faydalı olacaktır.
‘’21 nci yüzyılın tehlikeleri ve zorlukları gittikçe belirgin hale gelmiştir. A.B.D. nin dış tehditlere içte maruz kalma duygusu 11 Eylülde yıkılmıştır. O zamandan beri savaş halindeyiz. Bu küresel aşırı siyasal akımlarla uzun vadeli ideolojik bir savaştır. 21 nci yüzyılın bu çatışmaları, ortaya çıkan güvenlik ortamının habercisidir. Önümüzdeki yıllarda A.B.D; karmaşık, dinamik, ulusal güvenlik ile müttefik ve dostlarımızın kolektif güvenliğine yönelik beklenmedik zorluklarla karşı karşıya kalacaktır. Bu zorluklar, değişik biçimde; kara, hava, deniz, uzay siber uzay gibi alanlarda genel savaştan barışçıl rekabete kadar değişen geniş kapsamlı bir savaş olarak ortaya çıkacaktır. Bu ortamda başarılı olmak için Savunma Bakanlığımız, savunma stratejisinde bir denge prensibi geliştirmiştir. Bu dengeler; gelecekteki çatışmalara hazırlık için şu anki mücadeleye karşı tepki dengesi, konvansiyonel savaşa karşı, gayri nizami harbe hazırlanma dengesi ile dengeyi korumak için gerekli olan kültürel değişikliklere karşı bize güven veren kültürel avantajlar arasındaki dengedir.’’
Amerika gibi açık istihbarat kaynaklarında diğer ülkeler üzerinde en çok yeni savaş yollarını uyguladığı iddia edilen bir ülkenin bile bu tehdide yönelik tedbirler alması dikkate değer bir husustur.
Kısaca tam isabetli ve güçlü silahlar günümüzdeki savaşların şeklini değiştiriyor. Sanayi çağı boyunca savaşçıların amacı, ağırlıklı olarak düşmanı yıpratmak ve imha etmek üzerineydi. Çatışmayı sürdüremeyecek hale getirmek için düşmanın ve malzemesinin üzerine güçlü patlayıcılar atılırdı. Bu yeni savaş konseptinde amaç, düşmanı yıpratmak yerine zamanında Çinlilerin atalarımıza yaptığı gibi düşman hatlarının sinir sistemi olan halklara, orduların gerçek değerleri olan manevi ve kültürel değerlere-komuta birimlerine-bilgisayar ağlarına-yani savaş mekanizmasını yönlendiren yerlere gayri nizami harp tekniklerini kullanarak saldırmaktır.
Bu savaşta düşman akıl ve bilimi; devletleri, milletleri ve orduları yok etmek için yapacağı silahlar ve kullanacağı askerler yerine, tek mermi dahi atmadan ve hiçbir kayıp vermeden bu devletleri, milletleri ve orduları kendi menfaatlerini sağlamasına aracı olmaları için kullanmaktadır.
Bu şekilde düşman hiçbir silah kullanılmadan kendi içinde çatışmaya ve bölünmeye sürüklenerek enformasyon savaşıyla yok edilebilir ve kendisinden istendiği gibi davranışa zorlanabilir. Böyle savaşlar maliyet-etkinlik analizi çerçevesinde incelendiğinde çok ucuz ve etkinliği konvansiyonel harbe göre çok daha fazladır. Bu savaşın metodları çoktur ve halen geliştirilmektedir.
Türkiye’nin de 1984 yılından beri bölücü teröre karşı yoğun olarak uğraştığı İç Güvenlik Harekâtları ve FETO terör yapılanması göz önüne alındığında artık bize karşı yeni savaşların önümüzdeki dönemde de bu yönde bir seyir izleyeceği anlaşılmaktadır.
Aslında bu yeni olduğu iddia edilen Asimetrik Harp ya da Gayri Nizami Harp teknikleri tarih boyunca bize karşı hep uygulanmıştır.
Bir oryantalist eğer bir milletin medeniyetini tahrip etmek istiyorsanız 3 yol vardır demiştir:
Aile yapısını tahrip edin.
Eğitim Sistemini tahrip edin.
Rol modellerini ve referanslarını küçümseyin ve alçaltın.
M.Ö. 500 yıllarda yaşamış ünlü savaş sanatı adlı eserin yazarı Shun Tzu; ‘’Bütün savaşlar aldatmaya dayanır. Düşmanı aldatmak için yem verin, karışıklık taklidi yapın ve onu çökertin.“ demiştir. Shun Tzu kitabında düşmanı çökertmek için şu teknikleri önermektedir:
‘’Hasım ülkelerin hakanlarının ve yöneticilerinin başarılarını, kişiliklerini küçük göstererek hasım ülkelerde iyi olan şeyleri gözden düşürünüz.’’ ‘’Yöneticilerin ve askerlerin şöhretlerine gölge düşürünüz ve zamanı geldiğinde de kendi halkının onları hor görmesini sağlayınız.’’ ‘’Düşman halkın kendi aralarında olan çelişki, düşmanlık, uyuşmazlık ve kavgalarını yayınız.’’ ‘’Hasmınızın geleneklerini gülünç hale getiriniz. Kültürünü çökertiniz.’’ ‘’Etki ajanları ve vatan haini casuslar yaratınız. Ülkeyi içten fetih ediniz.’’ ‘’İnsan beynindeki savaşı kazanınız. Önce düşmanı yenileceğine ikna ediniz! İnsan beynindeki savaşı kazanırsanız, yenik bir düşman ile savaşırsınız! O zaman güçsüz bir ordunuz olsa bile mücadele edebilirsiniz.’’ ‘’İnsan beynindeki savaşı kazanmak için, önce kendinizi çok güçlü, düşmanınızı da çok güçsüz gösteriniz.’’
Yukarıda sıralanan teknikler Shun Tzu’nun önerdiği propaganda tekniklerinden sadece bazılarıdır ve yüzyıllardır Çin’in o zamanki komşuları olan başta Türkler olmak üzere diğer devletlere ve milletlere başarı ile uygulanmıştır.
Yeni olduğu iddia edilen bu Asimetrik Savaşlar yani Gayri Nizami Harpler ya da benim tabirimce Namert Savaşlar aslında tarih boyunca biz Türklere hep uygulanmış ve halen uygulanmaktadır. Biz Türk Milleti olarak bu gerçeği göremez ve gerekli tedbirleri almaz isek ileride de bu Namert Savaşlar bize uygulanmaya aynı şekilde devam edecektir.
Milli Eğitim Bakanlığı tarafından yeni hazırlanan müfredat programı taslağı, siyasi görüş sahipleri ve siyasi partilerce bugünlerde çok yoğun tartışılmaktadır. Biz bugünkü yazımızda siyasete kurban edilen Köy Enstitülerimizin, Askeri Liselerimizin ve de İmam Hatiplerimizin geçmiş tarihinden kısaca bahis edip hazırlanmakta olan yeni müfredat programı için tarihten dersler çıkartmak istedik.
KÖY ENSTİTÜLERİ
Köy Enstitüleri, 17 Nisan 1940 tarihli ve 3803 sayılı yasa ile ilkokullara öğretmen yetiştirilmesi amacıyla açılan okullara verilen addır. Köy Enstitüsü projesi bütünüyle Türkiye Cumhuriyeti’ne aittir. Bu projede; Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunun ardından Anadolu’da okul ve öğretmen eksikliğini gidermek için köylerde yaşayan çocukların Köy Enstitüleri’nde eğitim görüp tekrar yaşadıkları köylere dönerek öğretmenlik yapması amaçlanmıştır. Köy Enstitüleri’nde eğitim görenler hem örgün eğitim almış hem de modern tarım teknikleri ve sağlık konusunda bilgiler edinmiştir. Böylece öğretmenlerin köylüye her konuda yardımcı olması amaçlanmıştır.
Köy Enstitüleri, 1946 yılına kadar aynı şekilde işlev gördükten sonra Öğretmen Okullarına dönüştürülmüştür. 1954 tarihinde bu okullar 6 yıllık İlköğretmen Okulu adı altında yeniden düzenlenmiştir. 1973 yılında çıkarılan Milli Eğitim Temel Kanunu gereği öğretmenlerin yükseköğretimde yetiştirilmesi adına lise dengi ilköğretmen okulları 1974 yılında kapatılıp, bir kısmı iki yıllık eğitim enstitüsüne dönüştürülmüştür. Böylece liseden itibaren öğretmen yetiştirilmesi son bulmuştur.
ASKERİ LİSELER
Askerî Lise açma ihtiyacı, Mekteb-i Harbiye Nazırı olan Emin Paşa’nın Mekteb-i Harbiye öğrencilerinin bilgilerini yeterli görmemesi ve Mekteb-i Harbiye’ye öğrenci yetiştirecek bir lisenin kurulmasını istemesi üzerine ortaya çıkmıştır. Bu talep Sultan Abdülmecid tarafından da uygun görülünce, Harp okullarına öğrenci hazırlamak için Anadolu ve Rumeli ordu merkezlerinde öğrenim süreleri beş yıl olan askerî idadiler açılması kararlaştırılmıştır.
Açılan Askeri Liselerde kişiye sorumluluk bilinci yanında arkadaşlık, fedakarlık, dayanışma, ortama intibak durum değerlendirmesi gibi özelliklerle kazandırılması amaçlanmıştır. En önemlisi bu okullarda öğrenciye Vatan, Millet, Bayrak sevgisi aşılanmış, askerliğin namus ve şerefinin en yüce bir duygu olduğu, gerektiğinde bu uğurda seve seve can vereceği öğretilmiştir. Askeri liselerde öğretim en üst seviyede olmuştur. Bu okulları bitirenler Harp Okullarında veya Askeri Fakülte ve Yüksek Okullarda geleceğin komuta kademesini oluşturmak için eğitime devam etmiştir. Askeri Liseler, ‘’Cumhuriyet’in koruyucusu, batıcı ve Atatürk ilkelerini temsil eden okullar’’ olarak halkın gözünde varlıklarını sürdürmüşlerdir.
15 Temmuz 2016 darbe girişimi ardından Askeri Liseler, Resmi Gazete’de yayınlanan 669 sayılı Kanun Hükmünde Kararname (KHK) ile aniden kapatılmıştır. Böylece liseden itibaren subay yetiştirilmesi son bulmuştur.
İMAM HATİPLER
Cumhuriyetin ilk zamanlarında halk kulaktan dolma bilgileri olan ve resmi olmayan imamlar tarafından dini yönden bilgilendiriliyordu. Bunların en büyük görevi namaz sürelerini ve namaz kılmasını halka öğretmekti ama dinle alakası olmayan bir takım bilgiler de halka verilmekteydi. Kısaca halka yapılan dini eğitim bu hususta bilgisiz kimselerce yapılmaktaydı. İşte bu sebeple 3 Mart 1924 tarihli Tevhid-i Tedrisat Kanuna dayalı olarak din görevlisi yetiştirmek için ayrı okullar açılması uygun görülmüştür. Netice olarak Atatürk’ün talimatı ile 1924 yılında İmam Hatip Mektepleri adı altında 29 merkezde okullar açıldı. Bu okullar, 4 yıllık ortaöğrenim seviyesinde idi. Bu okulların amaçları Cumhuriyet’e bağlı, “aydın din adamları” yetiştirmekti.
İmam Hatip Mektepleri, 1930’da yeterli öğrenci kaydının yapılmaması nedeniyle tamamen kapatıldı
. 1930-1948 yılları arasında din eğitimi veren okul olmadı. Ancak 1949 yılında halkın büyük ihtiyaç bildirmesi üzerine imam hatip kurslarında din hizmeti görevlisi yetiştirme uygulaması başlatıldı fakat 1951 yılında bu uygulamada sona erdi.
1951-1952 öğretim yılından itibaren birinci devresi 4, ikinci devresi 3 yıl olan toplam 7 yıl süreli İmam Hatip Okulları yeniden açıldı. Fakat 22 Mayıs 1972’de yayımlanan bir yönetmelikle, bu okullar ortaokuldan sonra 4 yıl eğitim veren bir meslek okulu haline getirildi ve lise kısmını bitirenlere tanınan yükseköğretim programlarına girme hakkı kaldırıldı. 1974 yılında ise ortaokul bölümleri yeniden açıldı. Sekiz yıllık kesintisiz eğitimin başlaması sonucu bu okulların ortaokulları yine kapatıldı. 2012-2013 döneminde bu okulların ortaokul bölümleri tekrar açıldı.
DEĞERLENDİRME ve SONUÇ
Tarih ilmi için eski tarihçilerin söylediği bir söz vardır: ‘’Tarih Tekerrürden İbarettir.’’ Fakat yeni tarihçiler bu sözü şu şekilde yorumlamaktadırlar: ’’Tarih, ders almasını bilmeyen akılsız milletler ve devletler için tekerrür eder fakat akıllı milletler ve devletler için dersler verir ve de yeni yollar açar.’’
Acaba bu üç eğitim kurumunun her siyasi iktidar ve siyasi görüş değişiminde yeniden ele alınıp değerlendirilmesi dikkatimizi çekiyor mu? Acaba gelecek eğitim sistemlerimiz ve kurumlarımız bu üç eğitim kurumunun tarihlerindeki acı örneklerde olduğu gibi her siyasi iktidar değişimi ile ders almasını bilemeden yine mi siyasete kurban edilecek? Acaba millet ve devlet olarak hala akıllanmadık mı? Acaba şu anda muhalefetteki ve iktidardaki bütün siyasi partiler olarak bizler ortak aklımız ile Vatanımız, Milletimiz ve Devletimiz için gelecekte eğitimde, savunmada ve dinimizde atılımlar yapmak için neler yapabiliriz?
Peki bizler ortak aklımızla ve ortak gönül birliğimiz ile neler yapabiliriz diye düşünmeye başladığımızda bize ilk ışık tutan kişinin Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu lideri Mustafa Kemal Atatürk olduğunu görmekteyiz. Atamızın bizlere bu üç eğitim kurumunu ortak aklımızla yeniden değerlendirmemiz için miras bıraktığı üç sözü ile bazı ipuçları verdiğini görüyoruz.
‘’Eğitimdir ki, bir milleti ya özgür, bağımsız, şanlı, yüksek bir topluluk halinde yaşatır, ya da esaret ve sefalete terk eder.’’ ‘’Bir Ordunun kıymeti zabitan ve kumanda heyetinin kıymeti ile ölçülür.’’ ‘’Bizim dinimiz en makul ve en tabii bir dindir. Ve ancak bundan dolayıdır ki son din olmuştur. Bir dinin tabii olması için akla, fenne, ilme, mantığa uygun olması lazımdır. Bizim dinimiz tamamen bunlara mutabıktır.’’
Acaba Atamız bizlere ders olarak bıraktığı yukarıdaki sözleri ile şimdi aşağıdaki değerlendirmeleri bizlerden yeniden yapmamızı mı istiyor? Acaba Köy Enstitülerini / İlk Öğretmen Okullarını ve Askeri Liseleri iyi analiz etmeden ani kararlarla kapatmakla hata mı yaptık? Yoksa Köy Enstitülerini / İlk Oğretmen Okullarını yeniden milletimizin eğitim seviyesini daha arttırmak ve Askeri Liseleri savunma gücümüzün bel kemiği olan komutanlarımızı daha iyi yetiştirmek için yeni düzenlemeler ile yeniden açalım mı? Ya da mevcut siyasi iktidar değişir değişmez aynı Köy Enstitüleri ve Askeri Liselerimiz gibi İmam Hatiplerimizi de kapatalım mı? Acaba millet ve devlet olarak hala akıllanmadık mı? Acaba yukarıda bahis ettiğimiz kurumları siyasi mülahazalardan uzak kalarak yeniden değerlendirelim mi?
Ben şahsen, eğitim kurumlarında ve kıtalarda çalışmış emekli bir subay olarak Askeri Liseden yetişmeyen bir subayın gerçek askerlik ruhunu taşıyabileceğini düşünmüyorum. 14 yaşında Askeri Lise ile başlayan, Harp Okulu ile taçlanan bir eğitim ve öğretim sonunda elde edilen meslek değildir, bir yaşam biçimi, hayatı kavrayıştır. Bu içinde kelimelerin ifade edemeyeceği derin askerlik ruhu hayat boyu çıkmaz. Askerlik gibi temelden öğretmenlik ruhu ile yetişmeyen bir kişinin de iyi bir öğretmen olacağı kanaatinde değilim. Aynı şekilde dini eğitim veren okullarımızın da din adamlarımızı temelden dine gerçek manada hizmet eden bir şuurla ve yüksek bir ruhla yetiştirmesi gerekmektedir. Aksi halde atalarımızın dediği gibi cahil hoca adamı dinden eder.
Acaba Cumhuriyetimizin ikinci yüzyılı için bugünlerde yapılmakta olan stratejik eğitim planlarımızı ve programlarımızı akıllı milletler ve devletler gibi hep beraber siyasete girmeden ortak akıl ve ortak gönül birliği ile yeniden değerlendirecek ve de yapacak mıyız?
Dün çıkan Ülkemizin Ve Milletimizin Geleceği Çocuklarımız başlıklı yazımızda 23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramımızın sadece bir bayram değil aynı zamanda biz Türk Milletinin ve Türkiye Cumhuriyeti Devletinin umut ve özgürlüğünün sembolü olduğunu belirtmiştik. Gençlerimizin ve çocuklarımızın çağın ihtiyaçlarına göre önce eğitimi sonrasında ise onlara özgürlüğün, sevginin, barışın ve ilmin hâkim olduğu bir ülke hazırlamamız gerektiğini belirtmiştik. Dünkü yazımızda sadece eğitimden bahis etmiştik.
Bugünkü yazımızda özgürlüğün, sevginin, barışın ve ilmin hâkim olduğu bir ülke hazırlamamız için bizler neler yapabiliriz konusunda bir düşünce ve fikir paylaşımında bulunmak istedik.
Dünyada küresel güçler tarafından dünyayı sömürmek için derin bir mücafele tarih boyunca yürütülmüş olup halen yürütülmektedir. Bugün bizlerin Rusya’nın Ukrayna’da, Amerika ve İsrail’in Filistin’de, Çin’in Doğu Türkistan’da yaptıklarından kısmen görmeye başladığımız bu gizli mücadelede bir çok soru bulunmaktadır.
Amerika süper güç olarak hala kalmaya devam edebilecek mi?, Rusya tekrar eski gücüne mi ulaşacak?, Çin dünyanın yeni süper gücü mü olacak ?, Avrupa ne yapacak? , İslam dünyası geçmiş yüzyıllarda olduğu gibi yine hep kaos içinde kalmaya mı devam edecek?, Dünyada medeniyetler çatışması halen devam etmekte mi?, Dünyadaki mücadele dinler ve milletler arası bir mücadele mi?
Bugün dünyadaki birçok savaş ve akan kanlar başta öz vatanımız Türkiye olmak üzere niçin biz Türklerin ve Türk Devletlerinin zamanında barış içinde yaşadığımız ve barış içinde yaşattığımız coğrafyalar üzerinde şu anda yer alan ülkelerde meydana geliyor?
Artık Türk Dünyası olarak; bu küresel güçlerin gizli mücadelesinde kendi coğrafyamızda barış içinde olmak ve hiçbir küresel güce boyun eğmeden yaşamak istiyorsak biz Türk Dünyası olarak birbirimizle işbirliği yapmak zorundayız.
Hemen bize ilk olarak ulu önder Atatürk’ün yine yol gösterdiğini görmekteyiz. Atamızın biz Türkler için geçmişte yaptıkları bir anda beynimizde bugünler için yeni umut ışıklarının açılmasına sebep olmaktadır. Bizim büyük atamız Atatürk’ün milletimiz için ilk yaptığının Türk adını vererek Türkiye Cumhuriyetini kurmak olduğunu görmekteyiz. Sonrasında Türk Tarih Kurumu ve Türk Dil Kurumunu kurduğunu ve Türk Tarih Tezini hazırlattığını tespit etmekteyiz. Bir millet kendi dilini ve tarihini öğrenemez ise bulunduğu coğrafyada yaşayamaz diyerek başta Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi olmak üzere dilimizin ve tarihimizin öğretildiği okulları peşi sıra açtığını öğrenmekteyiz. Anadolu’ da kazı çalışmaları yaptırıp, Türk’ ün izlerini sürdüğünü görmekteyiz.
Atatürk’ün manevi kızına Ülkü adını vererek, yakın arkadaşlarına Bozok, Bozkurt gibi soy isimler koyarak, İbrahim Çallı’ dan Ergenekon’ dan çıkış tablosunu yapmasını isteyerek ve bastırdığı kâğıt paranın üzerine Bozkurt koydurarak bizlere çok derin mesajlar verdiğini anlamaktayız.
Ve ve Atamızın; bizlere, dünyadaki tüm Türklere ve Türkiye Cumhuriyetine bugünler için bizlerin yapması gereken derin hedefler gösterdiğini içimizde hissetmekteyiz.
Bugün Türkiye, Azerbaycan, Kazakistan, Türkmenistan, Özbekistan, Kırgızistan, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti birer bağımsız Türk devletidir. Bu devletlere ilaveten özerk Türk Cumhuriyetleri vardır. Altay Cumhuriyeti, Başkurtistan, Kabardey-Balkarya Cumhuriyeti, Çuvaşiştan Cumhuriyeti, Dağıstan Cumhuriyeti, Doğu Türkistan, Gagavuzya, Hakasya, Karaçay- Çerkes Cumhuriyeti, Karakalpakistan, Nahçivan, Tataristan, Tuva Cumhuriyeti ve Yakutistan özerk Türk devletleridir. Bütün bunlara ilaveten İran’ da Azeriler, Kaşkaylar, Kaçarlar, Rusya’ da Nogaylar, Ahıska Türkleri, Terekemeler ve Karay Türkleri, Yunanistan, Bulgaristan ve eski Yugoslav devletlerinde Balkan Türkleri, Irak’ ta Türkmenler, Suriye’de Oğuz Türkmenleri, Çin’ de Yugurlar, Salarlar ile dünyanın diğer coğrafyalarında Halaçlar, Şahsevenler, Naymanlar ve Avrupa Türkleri gibi ve burada isimlerini saymaya imkân bulamadığımız daha birçok Türk kökenli topluluklar bulunmaktadır.
Bu durum Çinliler ve Hintliler’ den sonra Türkleri dünyanın en kalabalık 3.nüfusu yapmaktadır.
Bugün biz Türkiye Cumhuriyeti olarak büyük atamız Atatürk’ ün izinde dünyanın 3.büyük nüfusu olan Türk Dünyasını yeniden şahlandırarak, dünyadaki gerçek yerini almasına liderlik yapabiliriz. Bu liderlik ilk önce ortak dil Türkçe ve ortak milli kültürde yapıldıktan sonra ekonomik ortaklığa, askeri pakta ve Dünya Türk Birliği oluşturulmasına yönlendirilebilir.
Artık “Ne Mutlu Türküm Diyene” diyerek Türk Dünyası ile iş birliği yapma ve birleşme zamanı gelmiştir.
23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı dün bitti. 23 Nisan sadece bir bayram değil, aynı zamanda biz Türk Milleti’nin ve Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin umut ve özgürlüğünün sembolüdür.
Samimi arkadaşlarımızla birlikte, benim de kurucu üyesi olarak daha geçen sene kurduğumuz S.S. İsterim Değer Üretim Paylaşım ve Eğitim Sosyal İşletme Kooperatifinde (Kısaca İSTERİM) ortak faaliyetlerimizi koordine etmek için yine beraber oluşturduğumuz sosyal paylaşım sitesinde, bizler bayramımızı karşılıklı kutladık. Bizler bir taraftan bayramımızı kutlarken, bir taraftan da çocuklarımızın ve ülkemizin geleceği için ilk önce bizler İSTERİM olarak neler yapmalıyız diye fikir alışverişinde bulunduk ve düşündük.
Bu fikir ve düşünce alışverişlerimizde neredeyse hepimizin ilk aklına gelen önce gençlerimizin çağın ihtiyaçlarına göre eğitimi, sonrasında ise onlara özgürlüğün, sevginin, barışın ve ilmin hâkim olduğu bir ülke hazırlamamız gerektiği geldi. İşte bu paylaşımlardan aldığım umut ve özgürlük ışıkları ile bugünkü yazımı hazırladım. Tüm İSTERİM üyesi arkadaşlarıma sonsuz teşekkürler ediyorum. Ancak en çok bize 23 Nisan 1920 tarihinde özgürlüğümüzün yolunu açmış Atamıza sonsuz teşekkür ederim.
Yazıma başlarken ilk önce aklıma yine ulu önderimiz Atatürk ve onun iki derin anlamlı sözü geldi:
“En mühim ve feyizli vazifelerimiz millî eğitim işleridir. Millî eğitim işlerinde mutlaka muzaffer olmak lâzımdır. Bir milletin hakikî kurtuluşu ancak bu suretle olur.”
“En büyük savaş, cahilliğe karşı yapılan savaştır.”
Eğitim, gerçekten de çocuklarımız, devletimiz ve insanlık için açılan hayırlı yolların ilk anahtarıdır.
Cornell Üniversitesi’nde Milton Leitenberg’in 2006 yılında yapmış olduğu “20. Yüzyıldaki Çatışma ve Savaşlarda Ölüm” isimli çalışmada; iç savaşlarda, sivil savaşlarda ve devletler arası savaşlarda ölen kişilerin istatistikleri sunuluyor. Araştırmaya göre: 1945’ten 2000 yılına kadar olan çatışma ve savaşlarda yaklaşık 41 milyon kişinin öldüğü tespit edilmiş.
Son olarak, Filistin’de İsrail tarafından 7 Ekim’den bu yana öldürülenlerin sayısı Gazze Sağlık Bakanlığı tespitine göre 24 bini aştı.
Başka araştırmalarda ilgi çeken bir diğer nokta ise 1955’den sonra savaşla ilişkili yaşanan ölümlerin neredeyse tamamının Afrika, Ortadoğu, Uzak Doğu, Latin Amerika coğrafyalarında gerçekleşen savaşlar neticesinde ortaya çıkması. Bu savaşların, iç ayaklanma ve isyanların gerçekleştiği ülkeler şu şekilde sıralanıyor:
Güney Amerika’da: Arjantin, Bolivya, Brezilya, Şili, Kolombiya, Kostarika, Küba, Dominik Cumhuriyeti, El-Salvador, Guatemala, Honduras, Jamaika, Nikaragua, Peru,
Ortadoğu’da: Kıbrıs, Mısır, İran, Irak, Filistin, Lübnan, Suriye, Türkiye, Yemen
Güney Asya’da: Afganistan, Bangladeş, Hindistan, Nepal, Pakistan, Sri Lanka, Uzak Doğu’da: Burma, Kamboçya, Endonezya, Kore (Güney ve Kuzey), Laos, Malezya, Filipinler, Tayvan, Vietnam, Afrika’da: Angola, Brundi, Kamerun, Çad, Etiyopya, Gana, Gine Bissau, Madagaskar, Mozambik, Namibya, Nijerya, Ruanda, Somali, Güney Afrika, Sudan, Uganda, Batı Sahra, Zaire/Kongo, Zambiya, Zimbabve, Cezayir, Fas, Tunus.
Araştırmacıların yaptığı incelemelere göre yukarıdaki ülkelerin hepsinde ortak bir nokta mevcut:
“Düşük Eğitim Seviyesi.”
Dünyadaki güçlü ülkelerle ilgili araştırmalarda bulunan aşağıdaki hususlar ise çok dikkat çekici:
1945 yılında 2. Dünya Savaşı’nın bitmesinden sonra “Dünya barışı ve huzurunu korumak amacıyla” Birleşmiş Milletler(BM) kurulmuştur. Birleşmiş Miletler kuruluşunda kendi misyonunu “Adalet ve güvenliği, ekonomik kalkınma ve sosyal eşitliği, uluslar arasında tüm ülkelere sağlamayı amaç edinmiş küresel bir kuruluştur” şeklinde tanımlamaktadır.
Halbuki BM’nin kurulmasından sonra tek bir yıl savaşsız geçmemiş ve 20. Yüzyılda ölen insan sayısının yaklaşık 3’te biri bu dönemde ölmüştür.
Dünyadaki savaşları bitirmek için kurulmuş BM Güvenlik Konseyi on beş ülkeden oluşmakta olup, bu üyelerden beşi daimi üye statüsündedir ve mutlak veto yetkisine sahiptir. Bu ülkeler Amerika, Rusya, Çin, İngiltere ve Fransa’dır.
Stockholm Uluslararası Barış Araştırmaları Enstitüsünün 2011 yılı dünya silah ticareti tablosuna göre; son 200 yıllık dünya tarihi içinde dünyaya en çok silah satan ülke isimleri içinde, Amerika, Rusya, Almanya, Fransa ve İngiltere ilk beş içinde yer alıyor.
Peki bütün bu ülkelerin ortak özelliği ne?
“Yüksek Eğitim Seviyesi.”
Bugün dünyada 2000 yılı verilerine göre, sadece bir dakikalık askeri harcamaya 1,9 milyon dolar ayrılıyor. Yani herhangi bir yerde 2 saatlik zamanda 230 milyon dolar silahlanmaya gidiyor.
Eğer tüm dünya sadece 8 gün askeri harcama yapmayı bırakırsa dünyadaki tüm çocuklara 12 yıl boyunca eşit ve kaliteli eğitim sağlanabilir.
Acaba dünyada birbirini öldürmek için silahlanmaya harcanan paralar; eğitime harcansa idi, insanlığın ve savaşların yaşandığı ülkelerin şu andaki durumu ne olurdu?
Acaba iç çekişmelerin yaşandığı ülkelerde gerçekte hangi ülkelerin mücadelesi yapılıyor?
Peki savaşların yaşandığı ülkelerin ortak özelliği ne?
“Düşük Eğitim Seviyesi… Kısaca Cehalet…”
Peki dünyayı yönlendiren ülkelerin ortak özelliği ne?
“Yüksek Eğitim Seviyesi… Kısaca İlim…”
Yazımızı tekrar Atamızın bir sözü ile bitiriyoruz:
“Eğitimdir ki bir milleti; ya hür, bağımsız, şanlı, yüksek bir topluluk halinde yaşatır; ya da esaret ve sefalete terk eder.”
23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramımız kutlu olsun. Dünyada hem çocuklarına hem gençlerine bayram armağan eden tek ülke Türkiye’dir. Her 23 Nisan ve her 19 Mayıs’ta beynim bir kargaşa içinde ülkemiz ve geleceğimiz olan çocuklarımız ile gençlerimiz için neler yapılabilir sorularını çözmeye çalışır.
Bu yazımda sizlere sadece bizler gibi aynı kaygıları taşımış iki şairimizin yazdığı ülkemiz ve gençlerimiz için yapmamız gerekenleri sundukları iki değerli şiiri sizlere sunuyorum.
Memleket İsterim
Memleket isterim, Gök mavi, dal yeşil, tarla sarı olsun; Kuşların çiçeklerin diyarı olsun. Memleket isterim, Ne başta dert ne de gönülde hasret olsun; Kardeş kavgasına bir nihayet olsun. Memleket isterim, Ne zengin fakir ne sen ben farkı olsun; Kış günü herkesin evi barkı olsun. Memleket isterim, Yaşamak, sevmek gibi gönülden olsun; Olursa bir şikâyet ölümden olsun.
Cahit Sıtkı Tarancı
Bir Nesil İstiyorum
Bir nesil istiyorum, Kökü mazide, dalları ati olsun; Kucaklasın dünyayı ulu bir çınar olsun. Sarsın şefkat kollarıyla cihanı, Kimsesizlerin kimsesi, sessizlerin sesi, Çaresizlerin çaresi olsun.
Bir nesil istiyorum, Elinde kalem, dilinde kelam, kalbinde iman, Pusatı adaletin kılıcı olsun. Kestiği parmak ne acısın ne de kanasın, Zalimin hasmı, mazlumun nefesi olsun, Hakkı onunla solusun, adaletin tecelligahı olsun.
Bir nesil istiyorum, Mavzeri omuzlarına yük, Yumrukları dünya kadar büyük olsun. Yumruklarıyla dövüşsün, vursun salibe darbeyi, İzmir’de Hasan Tahsin, Maraş’ta Sütçü İmam, Antep’te Şahin Ağam olsun, yumrukları ile dövüşsün.
Bir nesil istiyorum, Dili Yunus, gönlü Mevlana, Dergahı ümit dergahı olsun. Sofrasında açlar doysun, Bereket artsın, Halil İbrahim Sofrası olsun.
Bir nesil istiyorum, Kanije’de ‘’Türk kadar güçlü’’ dedirten Tiryaki Hasan, Prut’ta Baltacı, Plevne’de Osman Paşa, Çanakkale’de ‘’şahi gülle’’ kaldıran Seyit Onbaşı olsun.
Bir nesil istiyorum, Okusun anlasın Kaşgarlıyı, Devlet ricalinde Has Hacip olsun. Erenlerin dergahının Piri Hace Yesevi, Malazgirt Zaferi’nin sultanı Sultan Alparslan Han olsun.
Bir nesil istiyorum, Kafkaslarda Şeyh Şamil olsun, Tepsin kara toprağı Kazaska can bulsun. Erzurum’da bar tutsun dadaş olsun, Van, Bitlis, Diyarbakır’da omuz vursun, Delilo, lorke olsun. Adana’da ‘’Adana köprü başı’’desin halay çeksin. Ege’de efe olsun diz vursun, yer oynasın. Bursa’da kılıç çalsın, kalkan dövsün. Narası Köroğlu olsun. Antep’te kız, erkek çepikli oynasın, Ankara’da seymen olsun Keklik Pınarı’nda Mustafa Kemal Paşa’yı karşılasın.
Bir nesil istiyorum, Azerbaycan’da Bahtiyar Vahapzade, Kars’ta Aşık Şenlik, Erzurum’da Sümmani, Emrah, Reyhani olsun. Maraş’ta sultanü’ş şuara, Karakoç, Çukurova’da Karacaoğlan, Toroslarda zulme başkaldıran Dadaloğlu, Sivas’ta dost dost diyen Veysel olsun. Sarsın herkesi gönlünce, hemhal olsun.
Bir nesil istiyorum, Hak kitabı anlayıp, asrın idrakine sunsun, Asımın nesli olsun. Kalmasın gözü arkada Arif’in, Gaspıra’da İsmail, dilde, işte Akçura, Diyarbakır’da Gökalp, Ali Emiri olsun, Düşsün alageyiğin ardına, Sevdası Kızıl Elma olsun.
Bedir AVCI
23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramımız tekrar kutlu olsun.
Yazının icadı insanlık tarihinde önemli bir dönüm noktası olmuştur. İnsanların dimağlarında doğan ilmi, iktisadi, siyasi, dini, kültürel ve diğer tüm fikirlerin yayılması ve gelecek nesillere aktarılması en kolay ve en ekonomik olarak kağıt vasıtasıyla gerçekleşmiştir.
Geçmişten günümüze insanlar, ilmi çalışmalardan eğitim ve öğretim müesseselerine, her türlü basın-yayın faaliyetlerinden para basımına kadar pek çok alanda kağıt kullanmaktadırlar. Bu nedenle kağıt, bugün dünyada insanların en çok ihtiyaç duyduğu sanayi mamullerinden birisi olarak ön plana çıkmaktadır. Bu bağlamda kağıt, insanların bugünkü medeniyete ulaşmasında önemli bir rol üstlenmiştir.
Kağıdın dünya medeniyeti için önemini 17. yüzyıl İngiliz tarihçi ve yazarlarından olan James Howell, “Dünyayı yönetenler kalem, mürekkep ve kağıttır” şeklinde dile getirmiştir. Bunun dışında kağıdın önemini Peyami Safa, “Medeniyet Derisi” ve Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk ise “Medeniyet Hamuru” olarak nitelemiştir.
Kısaca tarihsel süreç içerisinde kağıt, kültürel ve sanayi alanındaki yeri ile insanlığın hep en önemli ihtiyaç maddelerinden birisi olmuştur.
Günümüzde kağıt; genel olarak selüloz liflerinin suya batırılıp fazla suyunun alınması ve bir eleğe konduktan sonra kurutulan lif keçesidir. Diğer bir deyişle bitkisel liflerden hazırlanan bir hamurun, ince telden bir kalıp üzerinde kurutulmasıyla elde edilen bir yüzeydir.
Kağıt hakkında bu kadar ilmi şeyler dile getirdikten sonra asıl biz insanlar ve devletler için kağıdın önemine değinmek istiyoruz.
Hiç düşündük mü acaba aslında tüm insanlar ve tüm devletler bu dünyada sadece bir kağıt parçasına sahip olmak veya bir kağıt parçasında yer almak için çalışıyoruz.
Tüm insanlar yıllarca okuyorlar ama sadece kağıda yazılı bir ilkokul, bir ortaokul, bir lise ve bir üniversite diplomasına belki bir yüksek lisans/doktora diplomasına sahip oluyorlar. Tüm insanlar hayatlarının büyük kısmında çalışıyorlar ama sadece kağıda yazılı bir ev, bir villa, bir yazlık, bir arsa tapusuna ve yine kağıda yazılı paraya sahip oluyorlar.
Tüm insanlar dünyadaki tüm makamlara, tüm mevkilere ve itibarlara sahip olmak için ömürlerini geçiriyorlar ama belki tarih kitaplarında sadece kağıt üzerinde yine belki tek bir paragraf ile yer alıyorlar.
Tüm milletler bu dünyadan gelip geçiyorlar ama yine tarih kitaplarında yine kağıt üzerinde sadece belki bir sayfa olarak yer alıyorlar. Tüm devletler yüzyıllar boyunca dünya tarihinde yer alıyorlar ama yine kağıt üzerinde tarih kitaplarında belki sadece bir bölüm olarak yer alıyorlar.
Kısaca biz tüm insanlar ve biz tüm devletler bu dünyada ne yaparsak yapalım ileride sadece bir kağıt parçası üzerinde yer alacağız. Bakalım bizim hakkımızda kağıtlarda ne yazılacak ve kağıtlarda ne kadar yer alacağız. Şimdi gelişen teknoloji ile birlikte artık dünyada kağıt kullanılmamaya başladı bile ve ileride hiç kullanılmayacağı bilim adamları tarafından değerlendiriliyor. Ancak ileride tüm insanların arkalarından insanlar tarafından kağıda yazılı hiçbir kayıt kalmasa bile dünya hayatında yaptığı iyi ve kötü bütün işlerin sözlerin Allah’ımız tarafından kayıt ettirildiği amel defterleri olacak.
Türk kimliğini M.Ö. 2500 yıllarına kadar geriye götürmek mümkündür. Türkler M.Ö. 1700’den sonra ilk yurtlarından ayrılarak Orta Asya’nın çeşitli yönlerine dağılmışlardır. Hunlar ve Göktürklerde olduğu gibi kendilerine has bir cihân hâkimiyeti ülküsü ve kendilerine has kültür yapıları ile geniş topraklara sahip devletler kurmuşlardır.
Türklerin 10. yüzyılda İslâmiyet’e girmeleri sadece Türkler için değil dünya tarihi için de önemli olaylardan birisi olmuştur. Böylece Türkler, kendileri tarafından oluşturulan içinde Türk-İslâm sentezi değerleri taşıyan yeni bir kültür yapısı ile İslâm’ın liderliğini üstlenmiştir. Bu yeni kültür yapısı ile Anadolu’yu fetih etmiş ve Orta Asya’dan sonra Anadolu’yu ikinci vatanları haline getirmişlerdir. Türkler bu ikinci vatanları Anadolu’da önce Selçuklu Devleti’ni ardından Osmanlı Devleti’ni kurarak yine cihân hakimiyeti ülküsü ile dünya tarihini yönlendirmişlerdir.
Osmanlı döneminde İslami ortak değerleri oluşturmak gayesi ile Türk kimliği arka plana alındığından Türklük değerleri İslâmiyet içinde zamanla erimeye başlamıştır. Ancak Osmanlı Devleti’nin dağılma sürecine girip gayrimüslim unsurlar bağımsızlık kazanmak için milliyetçilik fikirleri geliştikçe Türk kimliği yeniden filizlenmeye başlamıştır.
Osmanlı Devleti’nin yıkılması sonucu işgal kuvvetlerine karşı başlayan Türk’ün ana vatanı Anadolu’yu kurtarmak için yapılan milli mücadelenin kazanılmasında Türk kimliği yeniden ortaya çıkmıştır.
Kısaca; Atatürk’ün liderliğinde Milli Mücadele ve Cumhuriyet’in kuruluşu ile Türk kimliğinin yeniden canlanması sağlanmıştır.
Ancak Atatürk’ten sonra; Batı ve özellikle Amerikan hayranlığı giderek yaygınlaşmıştır. Eğitim sistemi, medya ve kültür politikaları yeni nesilde milli kültürden uzaklaşmalara sebep olmuştur. Yabancı dille öğretim yapan orta dereceli okullar ve üniversitelerden iyi teknik uzmanlar mezun olmuş ama buralarda milli kültür bilgileri yetersiz insanlar yetiştirilmiştir. Milli kimliğin en önemli unsuru olan Türkçe, özellikle İngilizcenin istilasına uğramıştır. Türk dili ve kültürü; basın, radyo, televizyon sayesinde giderek yozlaşmıştır.
Yine Atatürk’ten sonra milli bünyede dış güçlerin yön verdiği sağ, sol, etnik kökenler gibi sınıflar oluştuğu, bazı çözülmeler bulunduğu ve kültürel değerlerde bir aşınma olduğu görülmüştür. Yine bazı sözde Atatürkçüler, politik kazançlar sağlamak için yanlış politikalar yürüterek dini değerlere ve milli kültüre zararlar vermişlerdir. Sonrasında Atatürk’ün gerçekleştirdiği inkılaplara ve laiklik politikalarına tepki olarak gelişen bazı dini akımlar ve siyasal İslam milli kültüre bu sefer bazı sözde Atatürkçülerden daha fazla zarar vermiştir.
Bu süreçte yeni nesil eski milli kültür ve geleneklerinden bir kopuş yaşamıştır. Yeni sağ, sol, etnik, dini, laik düşünceler eski ortak kültürel değerlerin yerini almaya başlamıştır. Ayrıca bütün dünya ile paralel olarak gelişen maddi düşünce dalgası ile toplumda öncelikle para kazanmak ve bunun için her yolun denenmesi meşru sayılmaya başlamıştır.
Kısaca; yanlış Batı ve Amerikan hayranlığı, sağ-sol, etnik çatışmalar ve son zamanlardaki Laik-Müslüman çatışması ile yeni maddi düşünceler Türk milli kültürünü yıpratmıştır.
Geleceğini arayan bir millet ve devlet olarak gelecekte atalarımız Hunlar, Göktürkler, Selçuklular ve Osmanlılar gibi etkin yer almak istiyorsak ve geleceğimiz için artık çözüm arıyorsak; Büyük atamız Atatürk bize ne demiş bir bakalım;.
‘’Bu memleket, dünyanın beklemediği, asla ümid etmediği bir müstesna mevcudiyetin yüksek tecellisine yüksek sahne oldu. Bu sahne en aşağı, yedi bin senelik Türk beşiğidir. Beşik, tabiatın rüzgarları ile sallandı. Beşiğin içindeki çocuk, tabiatın yağmurları ile yıkandı. O çocuk tabiatın şimşeklerinden, yıldırımlarından, kasırgalarından evvela korkar gibi oldu. Sonra onlara alıştı. Onları tabiatın babası tanıdı, onların oğlu oldu. Bir gün o tabiat çocuğu tabiat oldu. Şimşek, yıldırım, güneş oldu. Türk oldu. Türk budur: Yıldırımdır, kasırgadır, dünyayı aydınlatan güneştir.’’
Şimdi bizler geleceğimizi arıyorsak; 21. yüzyıl için dünyanın gidişatını çok iyi tahlil etmeliyiz. Sorunlarımızın; iktisadi, ahlaki, askeri, siyasi, etnik, dini ve maddi cephelerini en son ilmi cephe ile ele alıp, her sahada muhakeme ve mukayese etmeliyiz. Bunu adaletle, yüksek ahlakla ve ilimle yapmalıyız. Ancak o zaman yıldırım, kasırga ve dünyayı aydınlatan güneş olabiliriz.
Atalarımız daha bizler Orta Asya’da iken ne güzel tavsiyelerde bulunmuş;
“Ey Türk budun! (milleti), aklını başına topla, düşmanlarına kanma, birlik ve beraberlikten ayrılma, devletine sahip ol, sonra ölürsün ve bir daha dirilemezsin.’
Şimdi Büyük Atamız Atatürk’ün İzinde “Ne Mutlu Türküm Diyene“ diyerek önce öz vatanımız Türkiye’de sonra tüm Türk dünyasında Türk Milleti olarak birleşme zamanı gelmiştir.
Şimdi Türk Milleti olarak yine Büyük Atamız Atatürk’ün İzinde “Yurtta Barış Dünyada Barış” diyerek önce kendi öz vatanımız Türkiye’de sonra tüm Türk dünyasında ve en son tüm dünyada barışı tesis etmek için barış güneşi olma zamanımız gelmiştir.
Amerika, Türkiye’nin Rusya’dan S-400 hava savunma sistemleri satın almasına başından itibaren karşı çıkmıştır. Türkiye, Amerika’nın karşı çıkmasına hiç itibar etmeden kararlı bir şekilde bu silahları Rusya’dan alınca başta F-35 savaş uçakları dâhil Amerika’nın Türkiye’ye yönelik bazı yeni yaptırımlarına maruz kalmıştır. Böylece Türkiye, Ortadoğu’nun kritik bir ülkesi olarak kendini önceden beri bu bölgede rekabet etmekte bulunan Amerika ve Rusya arasında bulmuştur.
Ortadoğu; tarihin yazıldığı, uygarlıkların yeşerdiği, üç büyük dinin ortaya çıktığı, petrol ve doğal gaz zengini ve de bütün güçlü devletlerin kontrol etmek için mücadele verdiği bir coğrafyadır. Eğer bu coğrafyalarda Rusya etkili olursa, Rusya dünyanın en büyük gücü haline gelecektir. Eğer Amerika bu bölgedeki eskiden beri kazanmış olduğu mevcut gücünü aynen devam ettirebilirse dünya üzerindeki gücünü de aynen devam ettirebilir. Geçmişte de dünyanın en büyük gücü olarak kabul edilen Osmanlı Devleti de öncelikli olarak Ortadoğu’yu kontrol etmiştir.
Stockholm Uluslararası Barış Araştırmaları Enstitüsünün (SIPRI) dünya silah ticareti tablosuna göre son 200 yıllık dünya tarihi içinde dünyaya en çok silah satan ülke isimleri içinde Almanya, Fransa, İngiltere ile beraber Amerika ve Rusya yer almıştır. SIPRI’nin en son açıkladığı rapora göre ise dünyanın şu anda en büyük silah ihracatçıları olarak Amerika ve Rusya ilk iki sırayı almıştır. Amerika’nın küresel silah ticaretindeki payı %33, Rusya’nın silah satış pazarındaki payı ise %23 olmuştur.
Bugün dünyanın en az 100 ülkesine Amerikan malı silah satılmakta olup, Amerika’nın ürettiği silahların yaklaşık yarısı Ortadoğu’da bulunan İslam ülkelerince satın alınmaktadır. Rusya ise Orta Asya ülkelerinde hâkimdir. Türkiye’nin S-400 hava savunma sistemlerini Rusya’dan alması ile birlikte Amerika’nın hem Ortadoğu’da askeri ve siyasi etkisi hem de Ortadoğu’daki silah satışlarındaki payı tehlike altına girmeye başlamıştır. Böylece Türkiye, Ortadoğu’nun kritik bir ülkesi olarak aynı Osmanlı Devleti gibi Ortadoğu’da büyük devletlerin çekişmesi içinde yeniden yer almaya başlamıştır.
Çünkü Türkiye Ortadoğu’nun kritik bir ülkesi ve Amerika’nın NATO’da zamanında en fedakâr müttefiki olarak ortak düşman olan Rusya’dan S-400 bataryaları alan ilk NATO ülkesi olmuştur. Ve Türkiye Rusya’dan S-400’leri alarak Ortadoğu’da ve dünya silah ticaretinde Amerika ve Rusya arasındaki eski mevcut dengeleri değiştirmeye başlamıştır.
Tespitlerimizi bir tarihi olayla bağlamak istiyoruz:
İsmet İnönü, Amerika ile Türkiye arasında zamanında çok yakın ilişkiler kurulmuş iken 1960’lı yıllarda Kıbrıs Meselesinde Türkiye’ye karşı bizzat Amerikan Başkanı Johnson imzası ile ültimatom mektupları verecek kadar ileri giden sert politikalar Amerika tarafından yürütülmeye başladığında şu sözü söylemiştir.
“Büyük devletlerle ilişki kurmak, ayı ile yatağa girmeye benzer.”
Sonuç: Türk milleti olarak kutsal vatanımızdaki o sıcak yataklarımıza tek başımıza girip huzur içinde uyumak istiyorsak önce kendi milli silahları üretmeli ve kullanmalıyız. Yoksa o sıcak yataklarımızı hep birileri ile paylaşmak zorunda kalırız.
13 Nisan 2024 tarihinde son dakika haberleri olarak tüm televizyon ve sosyal paylaşım sitelerinde “Üçüncü Dünya Savaşı Kapıda: İran, Şam’daki konsolosluk binasını vuran İsrail’i füze dalgası ve drone ile hedef aldı.” cümleleri yer aldı. Artık bütün dünya İran ve İsrail arasındaki bu gerilimi ve bu olayın Ortadoğu ile dünyaya yansımalarını konuşuyor.
Yeni bir savaş mı başlıyor acaba? Yoksa önceden beri devam eden bir savaşın son dalgası mı bu olay?
İstanbul Arel Üniversitesi tarafından 9-10 Mart 2024 tarihlerinde düzenlenen “21. Yüzyıl Savaşlarında Strateji, Operatif, Taktik ve Teknik: Tespit ve Değerlendirmeler” isimli bir çevrimiçi Ulusal Kongreye katıldım. Bu kongrede gördüm ki, dünyadaki nükleer silahlar ve füze durumu göz önüne alındığında artık ülkelerin birbirleriyle kesin sonuçlu bir harp yapması imkânsızlaşıyor. Çünkü askeri yönden en zayıf ülkeler bile teknolojik olarak uzun menzilli nükleer ve füze sistemleriyle güçlü devletleri etki altına alabiliyorlar. Hele güçlü devletlerin (ABD, Rusya, Çin ve batılı devletler) birbirleriyle mevcut nükleer ve füze sistemleriyle savaşmaları taraf devletlerin tamamen yok olmalarına sebep olacaktır. Böyle büyük bir tehlikeyi güçlü devletler göze alamazlar. Son 30 yıllık yakın tarih incelendiğinde savaşların kesin sonuçlu harplerden ziyade bölgesel, etnik ve dini kökenli, gayri nizami ve psikolojik harp ağırlıklı, ekonomik ve enerji kaynaklarını ele geçirmeye yönelik cereyan ettiği tespit edilmektedir.
Bu kongrede ben de “Yeni Savaş Yöntemleri ve Hedefleri” konu başlığı ile yeni savaş yollarından olan Dijital Takip, Medya ve Ekonomi hakkında bir bildiri sundum. Ancak aşağıdaki iki olayı sosyal medyada ve bizzat kendim gördükten sonra yeni savaş yollarından olan Mülteci Göçleri ile Yabancılara Mülk Satışlarının da yeni savaş yolları olduğunu anladım.
Bu sene 10 Nisan 2024 tarihinde Ramazan bayram namazı sırasında Ankara Melike Hatun Camisinde yer alan mültecilerin Türklerden daha fazla olduklarını gösteren bir videonun sosyal medyada yayılması sonucu bu videoyu görmem beni bir anda çok etkiledi.
Ankara’nın tam merkezinde Gençlik Parkı karşısındaki aynı camide ben de daha önce birçok kez namaz kılmış ve yabancıların ve mültecilerin hep çok olduğunu ben de pek çok kez görmüştüm. Ama bu yabancıların her gördüğümde bu çoklukların sebebini hep birer tesadüf olarak değerlendirmiştim. Artık bizzat anladım ki, mülteciler ve yabancılar biz Türklerden çok fazla.
20 Eylül 2023 tarihinde ise bir haftalık süreç için Kuşadası’na gitmiştim. Kuşadası sahillerinde yürürken İngilizler, Fransızlar, Almanlar, Ruslar, Araplar başta olmak üzere yabancılar tarafından alınmış yazlık evleri ve etrafı duvarlarla çevrilmiş, kendi bayraklarının asıldığı ve de biz Türklerin içerisine girmesine kesinlikle müsaade edilmeyen muhteşem tatil sitelerinin kurulduğunu bizzat gördüm. Evet önceden de devamlı Kuşadası’na yazları gittiğim için yabancıların evlerine ve sitelerine hep rastlıyordum. Ancak bu sefer hem bu yabancı ev ve sitelerin eskisinden çok daha fazla olduğunu hem de bu ev ve sitelerin sahillerin en güzel yerlerine kurulduklarını bizzat fark ettim.
Ancak bu sefer biz bu vatanın öz sahibi Türklerin ise bu yabancı site ve evlerde karın tokluğuna hizmetçi ve güvenlik görevlisi olarak yabancılar için çalıştırıldıklarını bizzat gördüm.
Bugün tarih ilminin biz Türk Milleti ve Devletini aydınlatabildiği büyük devletlerin I. Dünya Savaşı sonrası Osmanlı Devleti toprak paylaşımı konusunda kendi aralarında anlaşmazlık çıkmasını önlemek için yaptığı gizli anlaşmalardan olan İstanbul(1915), Londra(1915), Syces-Picot (1916), St.De Maurienne (1917) anlaşmalarına benzer bugün hangi gizli anlaşmalar acaba bizler için kullanılıyor?
Acaba bizler kimlerin mücadelesini yapıyorsunuz?
Büyük Ortadoğu Planı ve Şark Meselesi acaba bizlere ne ifade ediyor? Büyük Ortadoğu Planının yeni ayağında Ortadoğu’da Gazze ve İran’dan sonra sıra Türkiye’de mi olacak?
Yoksa Büyük Ortadoğu Planının yeni ayağında zaten var mıyız?
Acaba bizler Türk Milleti ve Türkiye Cumhuriyeti olarak bu yeni savaş yolları içinde zaten bir savaş içinde miyiz?
Acaba bizler atalarımızın kanlarını akıtarak ve bizler için şehit olarak bizlere emanet ettiği vatan topraklarımızı büyük güçler tarafından bilinçli olarak belli bölgelere özellikle gönderilen mültecilerin işgaline tepkisiz kalarak ve tüm mülklerimizi yabancılara para ile satarak vatanımıza ve de şehit atalarımıza ihanet mi ediyoruz?
Tüm şehitlerimizin “Bizlere ve vatanımıza ihanet mi ediyorsunuz?” sorusunu sorduklarını içimde hissedince bir anda kendime geldim. Aklım ve vicdanım tek ses oldu ve haykırdı. Artık vatanımıza bu kadar çok mülteci girmesine ve özellikle belli bölgelerde çoğunluğa ulaşmalarına asla izin vermeyelim. Artık para ile hiçbir toprağımızı ve mülkümüzü yabancılara satmayalım ve de onları vatandaş olarak aramıza almayalım. Artık öncelikle vatanımıza hep beraber sahip çıkalım. Yoksa arkamızda çocuklarımıza ve torunlarımıza atalarımızın bizlere bıraktığı bu cennet vatanı değil ileride tarih kitaplarında bizlerin şu andaki cehaletimizi ve gafletimizi yazan acı tarihi satırları bırakabiliriz. Bir taraftan mülteciler, bir taraftan yabancılara toprak ve mülk satışı sonrası bu vatanın asıl sahibi biz Türkler, Türkiye’de azınlık ve yabancıların hizmetçisi olacağız. Haydi bu cennet vatanımızda ortak aklımızla, ortak vicdanımızla ve ortak gönül sevgisi ile hep beraber Türk Milleti olarak sonsuza kadar kardeşçe yaşayalım.
Araştırmacılar bu dünyada insanların en çok pişman olduğu üç şeyi tespit etmişler. LongeviQuest için çalışan Ben Mayers ve Fabrizio Villatoro adlı iki araştırmacı, dünyanın en yaşlı insanlarından bazılarına “Bugün olsa neyi farklı yapmak isterdiniz?” diye sormuşlar. Aldıkları cevapların ilki aileleriyle daha fazla vakit geçirmek, ikincisi gereğinden fazla çalışmamak ve üçüncüsü daha fazla seyahat etmek olarak tespit etmişler.
Apple’ın kurucusu ve dünyanın en zengin kişilerinden biri olan Steve Jobs, hayata gözlerini kapamadan önce yazdığı aşağıdaki son yazı bizler için ne kadar anlamlı acaba?
“İş yaşamında büyük başarılara ulaştım. Kimilerinin gözünde yaşamın başarısının simgesi, fakat işin dışında çok az neşem oldu benim. İşin sonunda zenginliğim, alışmış olduğum hayatın bana getirdiği tek gerçeklik. Ölümle yüzleştiğim şu anda, yatağımda uzanıp hayatımı gözlerimde canlandırırken, fark ettim ki gururlandığım bilinirliğim ve servetim ölümün karşısında ne kadar da anlamsızmış. Kaybedilen maddesel şeyler bulunabilir ya da yerine başkası konur fakat kaybedildiğinde bulunamayacak tek şey varsa, o da YAŞAM. Şu an hayatınızın hangi sahnesinde olursanız olun, zaman ile, o sahne perdesinin kapanması ile yüzleşeceksiniz. Ailenize, eşinize, arkadaşlarınıza çok kıymet verin ve sevin. Kendinize iyi davranın ve insanlara değer verin. Yaşlandıkça ve umut ediyorum akıllandıkça fark ediyoruz ki, 300 dolarlık saatle 30 dolarlık saat aynı zamanı söylüyor. İç huzurun bu tarz şeylerle elde edilmediğini anlıyorsunuz. İster first class ister ekonomi uçun, bilin ki o uçak düşerse siz de düşeceksiniz.”
Amerikalı bir Psikiyatr olan Robert Waldinger, tam 75 yıl sürmüş ve tam 750 kişinin takip edilmesi sonucu oluşan raporun sonucunu açıklamıştır. Bir yarısı Harvard Üniversitesi mezunu, diğer yarısı Boston’un en yoksul mahallerinde yaşayan 750 gence 18 yaşında sormuşlar. ‘’Hayatta seni en mutlu kılacak şey nedir?’’ Çoğunluk aynı cevabı vermiş: ‘’Zenginlik ve Şöhret.’’ Aynı gençlere 70-80 yaşlarına gelince hayatlarının son evresinde onları en mutlu eden şeyin ne olduğu tekrar sorulmuş. Bu 750 kişinin içinde mutlu ve sağlıklı olan kişilerin, etrafında dostları, akrabaları, komşularıyla, kısacası sevgi ile çevrili olanlar olduğu tespit edilmiş. Kısacası 70-80 yaşlarında iken zenginlik ve ünlü olmak ile mutlu olmak arasında bir ilişki kuramamışlar. İster Harvard mezunu olsun, ister yoksul bir ailenin çocuğu fark etmemiş. Onları en mutlu eden şey; ‘’Sosyal İlişkiler.’’
Mevlana’nın aşağıdaki günümüz Türkçesi ile aktarılmış beyti bizlere ne söylüyor acaba? “Üzülme… Çünkü hüzün, düşmanı sevindirir, dostunu üzer, haset edenin diline düşürür. Üzülme… Çünkü hüzün, kaybolanı geri getirmez, öleni diriltmez, kaderi değiştirmez, hiçbir fayda getirmez. Üzülme… Çünkü hüzün sinirleri yıpratır, kalbini yorar, gecelerini mahveder. Üzülme… İnsanlara ihsanda bulunduğun sürece üzülme. Çünkü mutluluğun yolu insanlara ihsanda bulunmandan geçer. Üzülme… Çünkü iyiliğin mükafatı on mislinden yedi yüz misline, kötülüğün karşılığı ise sadece mislince. Üzülme… Dünya, ne seçim, ne geçim dünyasıdır, dünya bugün var yarın yok dünyasıdır. Üzülme… Hakk’ın rızasına uygun düşen bela, kulun sevgisini arttırır. Üzülme… Altın, ateş ile iyi kul da bela ve musibet ile tecrübe edilir. Üzülme… İnsanlar başlarına gelen bela ve musibetleri ondan daha büyükleri ile kıyas etselerdi, şüphesiz belalarının bazılarını afiyet kabul ederlerdi. Üzülme… Şunu unutma yaşadığın günün sınırları içinde yaşamazsan sıkıntı ve kaygıların artacak demektir. Ne maziye takıl kal ne de gelecek kaygısı içinde ol. Yani anı yaşa. Üzülme… Her zorlukla birlikte kolaylık vardır.”
Charlie Chaplin’in aşağıdaki iki cümlesi de bizler için ne kadar anlamlı acaba? “Bu dünyada hiçbir şey kalıcı değil. Hatta sorunlarımız bile. Hayatta en çok boşa harcanan gün, gülmediğiniz
gündür.”
Benim de hayat ve mutluluk arasındaki bağlantılara yaşadığım tecrübelerden ve diğer araştırmalarımdan öğrenebildiğim üç ilavem olacak. Bunlar; Güvenilir ol. İnsan ol. Allah’ımıza hayırlı bir kul ol.
Allah’ımızın biz insanlara verdiği en önemli iki servet ömrümüz ve aklımızdır. Geçen gün bir daha geri gelmiyor. Birleşmiş Milletler Nüfus Fonunun 2017 yılı verilerine göre dünyada ortalama yaşam süresi erkeklerde 70 yıl, kadınlarda 74 yıldır. Türkiye İstatistik Kurumu 2018 verilerine göre ise Türkiye’de doğuşta beklenen yaşam süresi 78 yıl olarak hesaplanırken, bu süre erkeklerde 75,3 yıl, kadınlarda 80,7 yıl olarak hesaplanmıştır. Kısacası bu fani dünyada ne kadar uzun ve mutlu yaşasak da bir gün hepimiz bu dünyaya veda edeceğiz. Eğer her gün gökyüzünde ayı görebiliyorsanız, Allah’ımızın güzelliğini görürüz, eğer güneşi görebiliyorsak, Allah’ımızın gücünü görürüz ve aynada kendimiz görüyorsak Allah’ımızın yarattığı en mükemmel şeyi görürüz. Peki bizler çok kısa olan bu dünya hayatlarımız için devamlı planlar yapar ve çok çalışırken içinde cennet ve cehennemin olacağı ve sonsuz öbür dünyamız için planlar ve çalışmalar yapıyor muyuz? Peki peki bizlere bu fani dünyada bu kısa hayatı yaşatan Allah’ımıza öbür dünyada hesap vereceğimizi bilmiyor muyuz? Peki peki peki; bu dünyada Allah’ımıza hayırlı bir kul olursak kutsal kitabımızda aşağıdaki bir ayette müjdelendiğimiz gibi sonsuz bir hayat yaşayacağımızı bilmiyor muyuz?
Bakara Suresi, 25. ayet: “(Ey Muhammed) iman edip salih amellerde bulunanları müjdele. Gerçekten onlar için altlarından ırmaklar akan cennetler vardır. Kendilerine rızık olarak bu ürünlerden her yedirildiğinde: “Bu daha önce de rızıklandığımızdır” derler. Bu, onlara, (dünyadakine) benzer olarak sunulmuştur. Orada, onlar için tertemiz eşler vardır ve onlar orada süresiz kalacaklardır.”
Atalarımız bu konuda ne güzel tespitlerde bulunmuş: ‘’Hiç ölmeyecekmiş gibi dünyaya, yarın ölecekmiş gibi ahirete çalışın.’’ Sözün özü; her insan Allah’ımız tarafından kendisine verilen zamanın pilotudur. Hepimiz bu dünyadan geçen turistleriz. İnsanların bu dünyada sahip olduğu en büyük servet akılla kullandığı ömürdür. Bu dünyadaki akıllı kişi ise bu dünyasını mutlu, öbür dünyasını ise cennette geçirmek için planlama ve çalışmalar yapandır.
Atatürkçü düşünce sistemi, çağdaş uygarlık düzeyinin üzerine çıkılmasını temel hedef alan, bu hedefe ulaşmak için akıl ve ilmin yol göstericiliğini kabul eden dinamik bir dünya görüşüdür. Atatürk’e göre “lâiklik” yalnız din ve devlet işlerinin ayrılması demek değildir. Tüm yurttaşların vicdan, ibadet ve din özgürlüğü demektir. Büyük bir devlet adamı ve inkılâpçısı olan Atatürk, insana ve insanın inanışlarına büyük değer vermektedir. Atatürk’e göre “Din bir vicdan meselesidir”; dine saygı, inanan kişinin haklarına saygının bir sonucudur.
Atatürk Hilafeti kaldırarak Laikliği getirmiştir. Ancak bugün kutsal vatanımızda ezanlar özgürce okunuyorsa, şanlı bayrağımız yine özgürce dalgalanıyorsa ve yine ben dâhil isteyen herkes özgürce devlet tarafından maaşları ödenen din adamlarımız arkasında saf tutup özgürce Allah’ımıza kulluk görevlerimizi yapabiliyorsak, bunu Mustafa Kemal Atatürk’ün liderliğinde yapılan kanlı mücadeleye ve de kurulan lâik Cumhuriyetimize borçluyuz.
Atamız kendisini aşağıdaki sözleri ile ifade etmiştir: “Ben istese idim derhâl askerî bir diktatörlük kurardım ve memleketi öyle idareye kalkışırdım. Fakat ben istedim ki, milletim için modern bir devlet kurayım.” Milletimiz din ve dil gibi kuvvetli iki fazilete maliktir. Bu faziletleri hiçbir kuvvet, milletimizin kalb ve vicdanından çekip alamamıştır ve alamaz.
Bizi yanlış yola sevkeden soysuzlar bilirsiniz ki, çok kere din perdesine bürünmüşler, sâf ve temiz halkımızı hep din kuralları sözleriyle aldata gelmişlerdir. Tarihimizi okuyunuz, dinleyiniz… Görürsünüz ki milleti mahveden, esir eden, harabeden fenalıklar hep din örtüsü altındaki küfür ve kötülükten gelmiştir.
Baylar ve ey millet, iyi biliniz ki, Türkiye Cumhuriyeti şeyhler, dervişler, müritler, mensublar memleketi olamaz. En doğru ve en hakikî tarikat, medeniyet tarikatıdır.
Atatürk’ün laiklik anlayışı dinsizliği değil, asırlarca toplumun gelişmesinin önünde engel oluşturan dinle ilgisi olmadığı halde din adına fetvalar vererek her türlü yeniliğe direnen din adamları ve ulemanın nüfuzunu kırmayı, devlet işlerinden uzak durmalarını sağlamayı amaçlamıştır. İslâm dininin, cahil otoritelerin elinde politika malzemesi olarak kullanılmasını önlemeyi esas almıştır. Çünkü Kur’an-ı Kerim ve hadislerde olmayan gerçek dışı hükümlerle her türlü icraata müdahale edilmiş, böylece insanlık ve ülke yararına olabilecek pek çok girişim baltalanmıştır. Lâiklikle, ilahi iradeye dayandığını iddia ederek insanları kendi çıkarları doğrultusunda sömürenler yerini millet iradesine bırakmıştır.
Lâiklik, din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılmasıdır ama asıl her vatandaş için vicdan ve din hürriyetinin eşit ve de adaletli sağlanması demektir. Lâik idarede din ile devlet işleri birbirine karışmaz. Din ve mezhep, herkesin vicdanına kalmış bir iştir. Hiç kimse, hiçbir kimseyi ne bir din, ne de bir mezhep kabulüne zorlayabilir. Din ve mezhep, hiçbir zaman siyaset aracı olarak kullanılamaz. Yasalar yapılırken tüm inançlara ve çağın gereklerine cevap verip vermemesi önem kazanır.
Bizler Türkiye Cumhuriyeti devleti ve Türk Milleti olarak bağımsız ve lâik olmanın ne kadar büyük imkânlar olduğunu tam bilemedik ve anlayamadık. Atamızın vefatından sonra Atamıza ve lâik Cumhuriyetimize en çok zarar verenler önceleri hep Atatürkçü ve lâik olduklarını iddia ederek halkımızın dini değerlerine saldıranlar olmuştur. Sözde Atatürkçülük ve lâiklik adına namazı ve başörtüsünü engellemeye yönelik atılan her yanlış adım bazı cahil ve bilgisiz insanlarda zamanla soru işaretleri oluşturdu. Namaz ve başörtüsü engelleri koyanlara zamanla bir tepki olarak bilinçaltında Atamızı ve lâik Cumhuriyetimizi din düşmanı olarak görmeye başladılar. Sonuçta Büyük Ortadoğu Planı ve Şark Meselesi takipçisi dış güçlerin desteğinde FETÖ ve benzeri dini cemaatler ortaya çıkmaya başladılar.
İşte bu yanlışlardan kendilerine kâr sağlayan lâik Cumhuriyet ve Atatürk düşmanları Atatürk’ün itibarını Türk milletinin gönlünden silmek için büyük çaba harcamaya başladılar. Padişahlığı, halifeliği, şeriatçılığı niçin kaldırıldığını saklayarak Atamızı sözde din düşmanı yaptılar. En son yaşadığımız FETÖ süreci bunun son dalgası oldu. Sonuçta Atatürk’e ve lâik Cumhuriyetimize en çok zarar verenleri gördük ki; birincisi din maskesi altında lâik Cumhuriyetimize ve Atatürk’e doğrudan küfür ve hakaret yağdıranlar. İkincisi ise Atatürkçülük ve lâiklik adına başkalarının inanç ve değerlerine doğrudan müdahale eden ve engelleyenler olmuştur.
Bizler millet olarak Atamıza ve lâik Cumhuriyetimize mantıkla, akılla yaklaşmalıyız. Atamız ve lâiklik konusundaki duygusal, biçimsel, basmakalıp yaklaşımları bir yana bırakıp, akılcı, gerçekçi, nesnel ve bilimsel bir yaklaşımı benimsemeliyiz. En doğru yaklaşım budur.
Lâik Türkiye Cumhuriyetimiz bizlerin gerçek dini özgürlüğümüzdür.
Amerikalı bir Psikiyatrist olan Robert Waldinger, tam 75 yıl süren ve tam 750 kişinin takip edilmesi sonucu oluşan raporun sonuçlarını açıklamıştır. Bir yarısı Harvard Üniversitesi mezunu, diğer yarısı ise Boston’un en yoksul mahallelerinde yaşayan 750 gence 18 yaşında şunu sormuşlar: “Hayatta seni en mutlu kılacak şey nedir?” Çoğunluk aynı cevabı vermiş: “Zenginlik ve şöhret.”
Aynı gençlere 70-80 yaşlarına geldiklerinde hayatlarının son evrelerinde onları en mutlu eden şeyin ne olduğu tekrar sorulmuş. Onları en mutlu eden şey ise “Sosyal ilişkiler” olmuş. Kısacası; bu 750 kişinin içinde mutlu ve sağlıklı olan kişilerin, etraflarında dostları, akrabaları, komşularıyla, kısacası sevgiyle çevrili olanlar olduğu tespit edilmiş. Yani insanlar 70-80 yaşlarında iken zenginlik ve ünlü olmak ile mutlu olmak arasında bir ilişki kuramamışlar. İster Harvard mezunu olsun, ister yoksul bir ailenin çocuğu fark etmemiş.
Bu tespit, insanlık değerlerinin en az yaşandığı bir devlet olan Amerika’da bir Psikiyatrist olan Robert Waldinger’in tam 75 yıl süren ve tam 750 kişinin takip edilmesi sonucu oluşan raporunun sonucudur.
Bizler Türk Milleti olarak mutlu olmak istiyorsak, tarihten gelen öz kültürel değerlerimizin temeli olan insana her zaman sahip çıkmalıyız. Annelerimizi, babalarımızı, eşlerimizi, çocuklarımızı, kardeşlerimizi, arkadaşlarımızı, komşularımızı, akrabalarımızı ve birbirimizi asla ihmal etmemeliyiz. Onları mutlu etmeliyiz, sevmeliyiz, gönüllerini almalıyız, ellerini tutmalıyız, dinlemeliyiz ve her daim yanlarında olduğumuzu onlara hissettirmeliyiz. İşte o zaman en mutlu millet ve en mutlu insanlar oluruz.
XIX. yüzyılda diplomatik ve politik bir terim olarak ifade edilmeye başlanan Şark Meselesinin tarihi kökeni oldukça eskidir. Zaman ve zeminin şartlarına bağlı olarak çeşitli görünümlerde ve yerlerde ortaya çıkan ve değişik şekillerde tarif edilen Şark Meselesinin temelinde ve özünde Hıristiyan-Müslüman yani, Haç-Hilal veya Avrupa-Türk münasebetleri ve mücadelesi yatmaktadır. Tarihin her devrinde dünya hâkimiyetine oynayan, dünya siyasetine yön vermeye çalışan büyük güçler olmuştur. Bu çerçeveden bakıldığında XV. yüzyıldan beri büyük millet ve büyük güç olma şansına ve kabiliyetine sahip birkaç devlet veya millet sayılabilir. Bunlar, Anglo-Sakson dünyası içinde Anglikan İngiltere, Latin dünyasında Katolik Fransa, Slav dünyasında Ortodoks Rusya, Germen dünyasında Protestan Almanya, İslâm dünyasında ise Osmanlı Devleti yani Türklerdir.
Bu beş büyük devletin dördü de (İngiltere, Fransa, Rusya ve Almanya) tamamen hem Hıristiyan dininin hem de ayrı ayrı Hıristiyanlığın belli başlı ve farklı mezheplerinin temsilcisi durumundadırlar. Sadece Osmanlı Devleti bütünüyle İslâm dininin ve İslâm âleminin temsilcisi rolündedir. İşte Hıristiyan âleminin bu dört temsilcisi İngiltere, Fransa, Rusya, Almanya ile İslâm âleminin temsilcisi Türkler yani Osmanlı Devleti arasındaki münasebetlerin tümü “Şark Meselesi” kavramıyla ifade edilebilir.
Osmanlı Devletinin geçmişte hâkim olduğu bölgeler bugün uluslararası ilişkiler ve tarih literatüründe “Ortadoğu” olarak adlandırılmaktadır. Ortadoğu tarihi boyunca kanın akmadığı yegane dönem Türklerin bölgede hakim oldukları dönemdir. Günümüzde de “Şark Meselesi” yeni projeler ile birlikte daha büyük boyutlar içerisinde Türkiye’de ve Ortadoğu’da varlığını sürdürmektedir, yalnız bir farkla ki İngiltere yerini ve rolünü Amerika Birleşik Devletlerine bırakmıştır. Ortadoğu’da bu dönemde ortaya çıkan önemli diğer bir güç ise İsrail Devletidir.
Ortadoğu’da etkinliği her geçen gün artan Amerika bugün Yahudi sermayesi tarafından yönetilirken, İsrail ise Yahudiliğin merkez ülkesidir. Amerika’nın bugün liderliğini yaptığı Büyük Ortadoğu Projesinin gizli hedefinin ise Yahudilerce kendilerine Allah tarafından vaat edildiğine inandıkları Ortadoğu’da büyük Yahudi Devleti’nin kurulması olduğu artık gün yüzüne çıkmıştır. Vaat edilmiş topraklar yani Arz-ı Mevud’ un hudutları Tevrat’ta Nil ile Fırat nehirleri arasındaki coğrafya olarak gösterilmiştir. (Tevrat Tekvin Bâb 15)
Bugün Ortadoğu’da mevcut hassas dengeler, bu bölgede etkili olmaya çalışan yukarıda işaret edilen güçler tarafından bilerek ve isteyerek müdahale sebepleri yaratılabilecek şekilde ayarlanmaktadır. Yapay devletler, yeteneksiz idareciler, siyasi istikrarsızlıklar, petrol, etnik yapılar ve terör bu dönemde bu güçler tarafından etkin olarak kullanılmaktadır. Teknoloji, dijital ekonomi, modern silahlar ile Ortadoğu köleleştirilmektedir. Bizlere ‘’Küresel Dünya Düzeni’’ olarak sundukları aslında insanlığın öldürüldüğü ve kızıl kana boyandığı yeni dünya düzenidir.
Ortadoğu’da asıl hedef ise Müslümanlar ve Müslümanların yüzyıllarca liderliğini yapmış olan Türklerdir. Ortadoğu’da ve öz vatanımız Türkiye’de yaşananları artık ‘’Şark Meselesi’’ ve ‘’Büyük Ortadoğu Projesi’’ kapsamında değerlendirmek zamanı gelmiş hatta geçmektedir.
İbn-i Sina’nın yaptığı bir deney vardır. İki kuzuyu ayrı ayrı kafeslere koyar. Her iki kuzu da aynı yaşta, aynı kiloda, aynı cins olup aynı yemekleri yemektedir. Fakat hemen kuzuların yanında yine bir kafeste bir kurt vardır. Ancak kafesteki kurdu sadece kuzulardan biri görmektedir.
Belli bir zaman geçtikten sonra kurdu devamlı gören kuzu huysuzluk, huzursuzluk, zayıflık ve çelimsizlik göstererek bitkin düşer ve ölür. Kurdu görmeyen diğer kuzu ise hissedilir bir huzur içinde her geçen zaman kilo alır ve büyür. İbn-i Sina bu deney ile bize kaygı, korku, endişe ve stresin insana verebileceği zararı göstermek istemiştir.
Artık seçimler bitti, sonuçlar açıklandı. Artık millet olarak siyasete girmeden kaygıyı, korkuyu, endişeyi ve stresi bir tarafa atıp ortak geleceğimiz için ortak planlar yapmak zamanı gelmiştir. Artık millet olarak siyasete girmeden ülkemizi herkesin birlikte yaşamaktan mutlu olduğu bir vatan ve şehirlerimizi herkesin birlikte yaşamaktan mutlu olduğu birer şehirler yapmak hepimizin ortak amacı olmalıdır.
Artık bütün Türkiye sorunlarını siyasi çekişmelere girmeden ortak akıl ve gönül birliği ile çözmek ve tüm güzel insanların hayallerini gerçekleştirmek için gelecek yıllarda ortak akıl ve gönül birliği ile millet olarak hep beraber ilerleme zamanı gelmiştir. Unutulmamalıdır ki, ülkeler ve şehirler birlikte yaşamak isteyenlerin ruhunu yansıtır.
Ülkeler ve şehirler birlikte yaşamak isteyenlerin ruhunu yansıtır. Ülkemizi ve şehirlerimizi herkesin birlikte yaşamaktan mutlu olduğu bir vatan ve birer memleket yapmak hepimizin ortak amacı olmalıdır. Bu yazı, ülkemiz ve insanlarımız için yapmamız gerekenler için beynimde oluşan kargaşanın hiç beklemediğim bir şekilde iki güzel şiir ile çözümlenmesi sonucu oluşmuştur. Burada sadece bu süreci ve bu iki güzel şiiri sizlerle paylaşacağım.
Kudüs İbrani Üniversitesi Tarih Bölümünde dünya tarihi dersleri vermekte olan Yuval Noah Harari’nin ‘’21.Yüzyıl İçin 21 Ders’’ adlı kitabını okurken, bir taraftan Kutsal Kitabımız Kur’an-ı Kerim’in Türkçe meallerinde insanlığın yaşadığı geçmiş olayların hatırlatıldığı bölümleri bir biri ardına okuma imkânı bulmuştum.
Bu kitapta bahis edilen konular ile Kur’an-ı Kerim’ de insanlığın yaşadığı geçmiş olayların bahis edildiği bölümler beynimde bu sefer yeni yeni sayısız fikirlerin oluşmasını sağladı. Beynim bir kargaşa içinde ülkemiz ve geleceğimiz olan gençler için neler yapılabilir sorularını çözmeye çalışıyordu.
İşte tam bu beynimdeki kargaşalar sırasında Cahit Sıtkı Tarancı’nın ‘’Memleket İsterim’’ ve Bedir Avcı’nın ‘’Bir Nesil İstiyorum’’ adlı iki eski şiirini okumam sırasında aldığım güzel mesajlar bütün bu ülkemiz ve insanlarımız için yapmamız gerekenler için beynimde oluşan tüm kargaşaları ve soruları mutlu bir şekilde nihayetlendirdi.
Evet, Evet başta bu iki şairin dönemi olmak üzere bizim geçmişimizde aynı bizim gibi aynı konularla meşgul olmuşlar. Bizlere yazdıkları şiirlerle ne güzel mesajlar söylemişler. Burada sadece bizler gibi aynı kaygıları taşımış bu iki şairimizin yazdığı ülkemiz ve insanlarımız ama öncelikle gençlerimiz için yapılması gerekenleri sundukları iki değerli şiiri sunuyorum.
Memleket İsterim
Memleket isterim. Gök mavi, dal yeşil, tarla sarı olsun; Kuşların çiçeklerin diyarı olsun.
Memleket isterim. Ne başta dert ne de gönülde hasret olsun; Kardeş kavgasına bir nihayet olsun.
Memleket isterim. Ne zengin fakir ne sen ben farkı olsun; Kış günü herkesin evi barkı olsun.
Memleket isterim. Yaşamak, sevmek gibi gönülden olsun; Olursa bir şikayet ölümden 0lsun. Cahit Sıtkı Tarancı
Bir Nesil İstiyorum-
Bir nesil istiyorum! Kökü mazide, dalları ati olsun. Kucaklasın dünyayı ulu bir çınar olsun. Sarsın şefkat kollarıyla cihanı, Kimsesizlerin kimsesi, sessizlerin sesi, Çaresizlerin çaresi olsun.
Bir nesil istiyorum! Elinde kalem, dilinde kelam, kalbinde iman, Pusatı adaletin kılıcı olsun. Kestiği parmak ne acısın ne de kanasın, Zalimin hasmı, mazlumun nefesi olsun, Hakkı onunla solusun, adaletin tecelligâhı olsun.
Bir nesil istiyorum! Mavzeri omuzlarına yük, Yumrukları dünya kadar büyük olsun. Yumruklarıyla dövüşsün, vursun salibe darbeyi, İzmir ‘de Hasan Tahsin, Maraş’ta Sütçü İmam, Antep’te Şahin Ağam olsun, yumrukları ile dövüşsün.
Bir nesil istiyorum! Dili Yunus, gönlü Mevlana, Dergahı ümit dergahı olsun. Sofrasında açlar doysun, Bereket artsın, Halil İbrahim Sofrası olsun.
Bir nesil istiyorum! Kanije’de ‘’Türk kadar güçlü’’ dedirten Tiryaki Hasan, Prut’ta Baltacı, Plevne’de Osman Paşa, Çanakkale’de ‘’şahi gülle’’ kaldıran Seyit Onbaşı olsun.
Bir nesil istiyorum! Okusun anlasın Kaşgarlıyı Devlet ricalinde Has Hacip olsun. Erenlerin dergahının Piri Hace Yesevi, Malazgirt Zaferi’nin sultanı Sultan Alparslan Han olsun.
Bir nesil istiyorum! Kafkaslarda Şeyh Şamil olsun, Tepsin kara toprağı Kazaska can bulsun. Erzurum’da bar tutsun dadaş olsun, Van, Bitlis, Diyarbakır’da omuz vursun, Delilo, lorke olsun. Adana’da ‘’Adana köprü başı’’desin halay çeksin. Ege’de efe olsun diz vursun, yer oynasın. Bursa’da kılıç çalsın, kalkan dövsün. Narası Köroğlu olsun. Antep’te kız, erkek çepikli oynasın, Ankara’da seymen olsun Keklik Pınarı’nda Mustafa Kemal Paşa’yı karşılasın.
Bir nesil istiyorum! Azerbaycan’da Bahtiyar Vahapzade, Kars’ta Aşık Şenlik, Erzurum’da Sümmani, Emrah, Reyhani olsun. Maraş’ta sultanü’ş şuara, Karakoç, Çukurova’da Karacaoğlan, Toroslarda zulme başkaldıran Dadaloğlu, Sivas’ta dost dost diyen Veysel olsun. Sarsın herkesi gönlünce, hemhal olsun.
Bir nesil istiyorum! Hak kitabı anlayıp,asrın idrakine sunsun, Asımın nesli olsun. Kalmasın gözü arkada Arif’in, Gaspıra’da İsmail, dilde, işte Akçura, Diyarbakır’da Gökalp, Ali Emiri olsun, Düşsün alageyiğin ardına Sevdası Kızıl Elma olsun Bedir AVCI
Bizler Türk Milleti olarak vatanımızın ve şehirlerimizin herkesin birlikte mutlu olduğu bir vatan ve birer memleket olmasını istiyoruz . Dr. Tuğtigin ŞEN
İstanbul’un fethi; Türk siyasi tarihini ve Osmanlı tarihini değiştirdiği gibi dünya tarihini de değiştirmiştir. Dünya için İstanbul’un Türklerin eline geçmesi ve devletin siyasi ve idari merkezi olması çok yönlü olarak farklı sonuçların yaşanmasına neden olmuştur. İstanbul’un fethinin dünya siyasi tarihi açısından sonuçları özetle şu şekildedir:
Orta Çağ kapanmış, Yeni Çağ açılmıştır.
Derebeylik sistemlerinin çökmesine neden olmuştur.
İpek Yolu’nun hakimiyeti Osmanlı Devleti’ne geçmiştir.
Coğrafi Keşifleri başlatmıştır.
Rönesans devriminin oluşmasına katkı sağlamıştır.
Kısaca; İstanbul, Dönüşümlerin Başlangıcıdır. İstanbul’un dünya için önemini ünlü Fransız Komutan Napoleon Bonaparte, “Eğer bir gün dünya tek bir ülke olursa, şüphesiz ki başkenti Konstantinopolis (İstanbul) olurdu.” diyerek özetlemiştir.
İstanbul, Avrupa ile Asya kıtalarının kesiştiği noktada bulunan bir dünya kentidir. Şehir çağlar boyunca farklı uygarlık ve kültürlere ev sahipliği yapmış, yüzyıllar boyu çeşitli din, dil ve ırktan insanların bir arada yaşadığı kozmopolit, metropolit yapısını korumuş ve tarihsel süreçte kritik bir rol almıştır.
İstanbul; Roma İmparatorluğu, Latin İmparatorluğu, Bizans İmparatorluğu ve Osmanlı İmparatorluğuna başkentlik yapmış bir şehirdir. 120 İmparatora ve sultana ev sahipliği yapmış tek şehirdir. İki kıtayı birleştiren dünyadaki tek şehir İstanbul’dur.
Hristiyanlık, Musevilik ve İslamiyet’in kutsal emanetleri İstanbul’da bulunmaktadır. Aynı zamanda İstanbul, diğer dinlerin ve medeniyetlerin de beşiği olmuştur. Çeşitli dönemlerde İstanbul’da 2.000’e yakın inanç ve öğreti yaşamıştır. Hristiyanlık ilk kez resmi din olarak Roma İmparatorluğu zamanında İstanbul’da kabul edilmiştir.
Hz. Muhammed’in İstanbul ile ilgili, “İstanbul bir gün mutlaka fethedilecektir. Onu fetheden komutan ne güzel komutan, onu fetheden asker ne güzel askerdir.” hadisi vardır. Bu hadisi kendisine verilmiş kutsal bir emir olarak kabul eden Osmanlı Sultanı Fatih Sultan Mehmet liderliğinde İstanbul, 1453 tarihinde Türkler tarafından fethedilmiştir.
Bugün İstanbul’da yaklaşık 16 milyon insan yaşamaktadır. İstanbul, Türkiye’nin ekonomi ve medya başkentidir. İstanbul’da yaşanan her şey Türkiye’nin geneline yansımaktadır. Fransa örneğinde olduğu gibi, Paris belediyesini alan parti aynı zamanda ülkenin iktidarını da alır. Bu durum İstanbul içinde geçerlidir. Türkiye Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın 1994’te İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı yaptığını ve bunu takip eden süreçte 2001’de iktidara gelerek Cumhurbaşkanlığına kadar yükseldiğini hepimiz bilmekteyiz.
31 Mart 2024 tarihinde yapılacak Yerel Seçimlerinden önce bugün kaleme aldığım ve sizlere sunduğum bu yazımda siyasete girmeden İstanbul seçim sonuçlarının önemini tarihi açıdan ele almaya çalıştım. İstanbul Yerel Seçim sonuçları Türkiye genelinde yapılan tüm seçimlerin en kritik yeri olacak ve Türk Siyasi Tarihinin geleceğini hep yönlendirecektir.
Bugün Rusya’nın Ukrayna’ya saldırıları halen devam ediyor ve tüm büyük devletler bu saldırıyı sadece sözlü tepkilerle izlemeye devam ediyor. Ve şimdi Amerika’nın desteğindeki İsrail’in derin planlarını gerçekleştirebilmesi için yeni bir fırsat ve yeni bir savaş olan Gazze Savaşı başlamıştır. Ve yine büyük devletler sadece sözlü tepkilerle bu insanlık katliamını izlemeye devam ediyor.
Bugün tarih ilminin bizleri aydınlatabildiği büyük devletlerin I. Dünya Savaşı sonrası Osmanlı Devleti toprak paylaşımı konusunda kendi aralarında anlaşmazlık çıkmasını önlemek için yaptığı gizli anlaşmalardan olan İstanbul (1915), Londra (1915), Sykes-Picot (1916), St. De Maurienne (1917) anlaşmalarını yapmışlardır. Bu anlaşmalara benzer bugün Ukrayna ve Gazze için gizli anlaşmalar yapılmış olabilir.
1945 yılında 2. Dünya Savaşı’nın bitmesinden sonra “Dünya barışı ve huzurunu korumak amacıyla” Birleşmiş Milletler (BM) kurulmuştur. Birleşmiş Milletler kuruluşunda kendi misyonunu “Adalet ve güvenliği, ekonomik kalkınma ve sosyal eşitliği, uluslararasında tüm ülkelere sağlamayı amaç edinmiş küresel bir kuruluştur” şeklinde tanımlamaktadır. Halbuki BM’nin kurulmasından sonra tek bir yıl savaşsız geçmemiş ve 20. Yüzyılda ölen insan sayısının yaklaşık üçte biri bu dönemde ölmüştür.
Dünyadaki savaşları bitirmek için kurulmuş BM Güvenlik Konseyi on beş ülkeden oluşmakta olup, bu üyelerden beşi daimi üye statüsündedir ve mutlak veto yetkisine sahiptir. Bu ülkeler Amerika, Rusya, Çin, İngiltere ve Fransa’dır.
Stockholm Uluslararası Barış Araştırmaları Enstitüsünün 2011 yılı dünya silah ticareti tablosuna göre; son 200 yıllık dünya tarihi içinde dünyaya en çok silah satan ülke isimleri içinde, Amerika, Rusya, Almanya, Fransa ve İngiltere ilk beş içinde yer alıyor. Ve şimdi Çin bu devletleri geçme aşamasına geldi.
Geçmiş genel tarihimizde Çin içimizdeki işbirlikçilerle anlaşır kaybeden biz, Rusya – İngiltere anlaşır kaybeden biz, Ermeni-Rus-Fransız-Amerikan-Yunan anlaşır kaybeden biz, İngiliz-Fransız anlaşır kaybeden biz, İsrail-Amerika anlaşır kaybeden biz, Amerika-Avrupa anlaşır kaybeden biz, kısaca hepsi içimizdeki yerli işbirlikçilerle anlaşırlar kaybeden biz, vatan sınırlarımızın hemen dışındaki işbirlikçilerle anlaşırlar kaybeden biz, biz yine biz Türkler.
Yine Araplar hep bizim kardeşimiz ve bizim gibi onlarda Müslümanlar derken Arap yöneticilerinin birer piyon olarak büyük devletler tarafından seçildiklerini ve bize karşı I. Dünya Savaşında olduğu gibi hala kullanıldıklarını biz Türkler hiç hesaba katmadık. Yine biz Türkler kaybettik.
Ancak geçmiş genel tarihimizdeki bize karşı yapılan tüm anlaşmalara ve verdiğimiz kayıplara rağmen biz Türkler hep ayakta ve bağımsız kaldık.
Biz Türklerin en zor tarihi zamanlarımız olan Birinci Dünya Savaşı sonrası büyük devletler ve onların kullandıkları piyonlar tarafından işgal edilen öz vatanımız Gazi Mustafa Kemal Atatürk ve silah arkadaşları önderliğinde çetin bir Milli Mücadele verilerek kurtarılmış ve bağımsızlığımız tüm dünyaya duyurulmuştur. 29 Ekim 1923 tarihinde ise Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün “Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir” sözleriyle Cumhuriyet ilan edilmiştir.
Geçmiş dünya ve Türk tarihinden alınan dersler dünyadaki barış için güçlü bir devlet olmayı, caydırıcı ittifaklar kurmayı ve sert tedbirler almayı şart koymaktadır.
Dünyada Türkiye ve Türk Milleti olarak barış içinde yaşamak istiyorsak önce güçlü bir devlet olmalı ve de Ermenilere karşı Azerbaycan-Türkiye kardeşliği örneğinde olduğu gibi kardeş Türk dünyası devletleri ile gerektiğinde karşı tarafa askeri güç de kullanabilecek güçlü bir ittifak kurmalıyız.
Bugün Türkiye, Azerbaycan, Kazakistan, Türkmenistan, Özbekistan, Kırgızistan, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti birer bağımsız Türk devletidir. Bu devletlere ilaveten özerk Türk Cumhuriyetleri vardır. Altay Cumhuriyeti, Başkurtistan, Kabardey-Balkarya Cumhuriyeti, Çuvaşistan Cumhuriyeti, Dağıstan Cumhuriyeti, Doğu Türkistan, Gagavuzya, Hakasya, Karaçay-Çerkes Cumhuriyeti, Karakalpakistan, Nahçıvan, Tataristan, Tuva Cumhuriyeti ve Yakutistan özerk Türk devletleridir. Bu Türk devletleri çok kritik bir coğrafyaya ve enerji kaynaklarına sahiptir.
Bağımsız ve özerk Türk devletlerinin yanında bugün var oluş mücadelesi yapan İran’da Azeriler, Kaşkaylar, Kaçarlar, Rusya’da Nogaylar, Ahıska Türkleri, Terekemeler ve Karay Türkleri, Yunanistan, Bulgaristan ve eski Yugoslav devletlerinde Balkan Türkleri, Irak’ta Türkmenler, Suriye’de Oğuz Türkmenleri, Çin’de Yugurlar, Salarlar ile dünyanın diğer coğrafyalarında Halaçlar, Şahsevenler, Naymanlar ve Avrupa Türkleri gibi burada isimlerini saymaya imkân bulamadığımız daha birçok Türk kökenli topluluklar bulunmaktadır.
Bugün dünyada yaşayan Türklerin toplam nüfusu Çinliler ve Hintliler’den sonra Türkleri dünyanın en kalabalık 3. nüfusu yapmaktadır.
Haydi artık Türkiye Cumhuriyetinin tüm Türk Dünyası Devletlerine, Türk Milletinin ise öz kardeşlerine gerçek barış getirmek için liderlik etme zamanı gelmiştir.
Haydi “Yurtta Sulh Dünyada Sulh” diyerek tüm dünyaya barış getirmek için Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK önderliğinde yaktığımız bağımsızlık ve özgürlük meşalemizi aynı inanç ve kararlılıkla ikinci yüzyılımıza taşıyalım ve de sömürüye karşı direnen tüm dünya insanlığına ve devletlerine biz Türkler ve Türkiye Cumhuriyeti devleti örnek olalım.
Dr. Tuğtigin ŞEN İnkılap Tarihi Doktoru / Emekli Albay
Eğitim, insanlık için açılan hayırlı yolların ilk anahtarıdır. Cornell Üniversitesi’nde Milton Leitenberg’in 2006 yılında yapmış olduğu “20. Yüzyıldaki Çatışma ve Savaşlarda Ölüm” adlı çalışmasında; iç savaşlarda, sivil savaşlarda ve devletler arası savaşlarda ölen kişilerin istatistikleri sunuluyor. Araştırmaya göre:
1945’ten 2000 yılına kadar olan çatışma ve savaşlarda yaklaşık 41 milyon kişinin öldüğü tespit edilmiş.
Peki 2000 yılından sonra ne olmuş?
Kamuoyuna yansıyabilen diğer araştırmalardan bir kısmına göre sadece son 10 yıldaki savaşlarda 2 milyon çocuk ölmüş, 6 milyon çocuk sakat kalmış, 12 milyon çocuk evsiz, 1 milyondan fazla çocuk öksüz veya yetim kalmış, 10 milyon çocuk psikolojik sarsıntı geçirmiş ve on binlerce çocuk tecavüz ve işkenceye uğramış.
Başka araştırmalarda ilgi çeken bir diğer nokta ise 1955’ten sonra savaşla ilişkili yaşanan ölümlerin neredeyse tamamının Afrika, Ortadoğu, Uzak Doğu, Latin Amerika coğrafyalarında gerçekleşen savaşlar neticesinde ortaya çıkması. Bu savaşların, iç ayaklanma ve isyanların gerçekleştiği ülkeler şu şekilde sıralanıyor:
Güney Amerika’da: Arjantin, Bolivya, Brezilya, Şili, Kolombiya, Kostarika, Küba, Dominik Cumhuriyeti, El-Salvador, Guatemala, Honduras, Jamaika, Nikaragua, Peru,
Ortadoğu’da: Kıbrıs, Mısır, İran, Irak, Filistin, Lübnan, Suriye, Türkiye, Yemen
Güney Asya’da: Afganistan, Bangladeş, Hindistan, Nepal, Pakistan, Sri Lanka,
Uzak Doğu’da: Burma, Kamboçya, Endonezya, Kore (Güney ve Kuzey), Laos, Malezya, Filipinler, Tayvan, Vietnam,
Araştırmacıların yaptığı incelemelere göre yukarıdaki ülkelerin hepsinde ortak bir nokta mevcut.
‘’Düşük Eğitim Seviyesi’’
Dünyadaki güçlü ülkelerle ilgili araştırmalarda bulunan aşağıdaki hususlar ise çok dikkat çekici:
1945 yılında 2. Dünya Savaşı’nın bitmesinden sonra “Dünya barışı ve huzurunu korumak amacıyla” Birleşmiş Milletler (BM) kurulmuştur. Birleşmiş Milletler kuruluşunda kendi misyonunu “Adalet ve güvenliği, ekonomik kalkınma ve sosyal eşitliği, uluslar arasında tüm ülkelere sağlamayı amaç edinmiş küresel bir kuruluştur” şeklinde tanımlamaktadır. Halbuki BM’nin kurulmasından sonra tek bir yıl savaşsız geçmemiş ve 20. Yüzyılda ölen insan sayısının yaklaşık üçte biri bu dönemde ölmüştür.
Dünyadaki savaşları bitirmek için kurulmuş BM Güvenlik Konseyi on beş ülkeden oluşmakta olup, bu üyelerden beşi daimi üye statüsündedir ve mutlak veto yetkisine sahiptir. Bu ülkeler Amerika, Rusya, Çin, İngiltere ve Fransa’dır.
Stockholm Uluslararası Barış Araştırmaları Enstitüsünün 2011 yılı dünya silah ticareti tablosuna göre; son 200 yıllık dünya tarihi içinde dünyaya en çok silah satan ülkeler arasında Amerika, Rusya, Almanya, Fransa ve İngiltere ilk beş içinde yer alıyor.
Peki bütün bu ülkelerin ortak özelliği ne?
‘’Yüksek Eğitim Seviyesi’’
Bugün dünyada 2000 yılı verilerine göre, sadece bir dakikalık askeri harcamaya 1,9 milyon dolar ayrılıyor. Yani herhangi bir yerde 2 saatlik zamanda 230 milyon dolar silahlanmaya gidiyor. Eğer tüm dünya sadece 8 gün askeri harcama yapmayı bırakırsa dünyadaki tüm çocuklara 12 yıl boyunca eşit ve kaliteli eğitim sağlanabilir.
Acaba dünyada birbirini öldürmek için silahlanmaya harcanan paralar; eğitime harcansa idi, insanlığın ve savaşların yaşandığı ülkelerin şu andaki durumu ne olurdu?
Acaba iç çekişmelerin yaşandığı ülkelerde gerçekte hangi ülkelerin mücadelesi yapılıyor? Peki savaşların yaşandığı ülkelerin ortak özelliği ne?
‘’Düşük Eğitim Seviyesi…… Kısaca Cehalet……
Peki dünyayı yönlendiren ülkelerin ortak özelliği ne?
Yüksek Eğitim Seviyesi….. Kısaca İlim…..
Atalarımızdan bizlere miras kalan aşağıdaki iki söz aslında bizlere ne kadar büyük ışıklar sunuyor: