Dr. Tuğtigin Şen

Dr. Tuğtigin Şen

04 Aralık 2025 Perşembe

    DİĞER YAZARLARIMIZ

    KÜLTÜR İŞGALİ

    KÜLTÜR İŞGALİ
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    19 Nisan 2025 tarihinde Ankara Kızılay’da küçük bir gezinti yaptım. Bu gezinti sırasında öğrencilerin yoğun bulunduğu sokaklardaki dershanelerin, kafelerin, lokantaların ve büfelerin isimleri ile buralarda sunulan hizmetlerin büyük çoğunluğunun yabancı bir dilde olduğunu gördüm. Sadece bu yer isimleri değil, gençlerimiz bile yabancı görünümlü kıyafetler içindeydi.

    Bu gezinti, geçmişte Kıbrıs’ın Lefkoşa, Girne ve Gazi Mağusa ile Antalya Kaş çevresini kapsayan Likya Yolu’nda yaptığım seyahatler ve de Sakarya Savaşı’nın en yoğun geçtiği Polatlı-Karatepe’de imkân bulduğum tarihi bir inceleme ziyareti, yıllardan beri beynimde yer alan bir konuyu yeniden sorgulamama imkân sağladı.

    Yavru vatanımız Kıbrıs sanki yabancı bir ülke idi. Gezdiğim bütün yerlerdeki isimler yabancıydı. Bütün mağaza, dükkân, bakkal, pastane, lokanta, oteller ve yemek isimleri ve okullar dâhil her şey yabancı bir dil ile adlandırılmıştı. Ve herkes, biz Türklerle bile İngilizce konuşuyordu.

    Yavru vatanımızdan ana vatanımıza geri döndük. Bir İngiliz kadını olan Kate Clow’un yazdığı kitap vasıtası ile dünyaya tanıttığı rotalara uyarak Likya Yolu’nda 4 günlük doğa yürüyüşünde bulunduk. Ama yine ben, yavru vatanımız Kıbrıs’taki gibi, ana vatanımız Türkiye’de değil idim. Gezdiğim bütün yerlerdeki isimler yabancıydı. Kaldığım pansiyon isimlerinden Kaş çevresinde bulunan bütün mağaza, dükkân, bakkal, pastane, lokanta, oteller ve her şey yine Kıbrıs’ta olduğu gibi yabancı bir dil ile adlandırılmıştı.

    Buradan Ankara’ya döndük. Türkiye Cumhuriyeti’nin başkentine. Bahçelievler eski 7. Cadde’de bir gezinti yaptım. Yine ben, aynı Kıbrıs ve Likya Yolu’nda olduğu gibi, yabancı bir ülkedeydim. Aynı Kıbrıs ve Kaş çevresinde bulunan bütün mağaza, dükkân, bakkal, pastane, lokanta, oteller gibi yine her şey yabancı bir dil ile adlandırılmıştı. Sadece bu yer isimleri değil, insanlarımız bile yabancı görünümlü kıyafetler içindeydi.

    Son olarak Kurtuluş Savaşı’mızın en çetin geçtiği, 1200 mevcutlu tümenden 700 şehit vererek toprağa karışan şehit dedelerimizin bulunduğu bir tepe olan Polatlı-Karatepe’ye tarihi bir inceleme ziyaretinde bulundum.

    Ve burada, şehit kanları ile sulanmış, elime aldığım her kutsal toprak parçasında, vatanımın bu sefer maddi olarak değil ama kültürel olarak işgal edildiğini, şehitlerimizin ruhları tarafından söylendiğini içimde hissettim.

    Emperyalizmin bir yöntemi olan kültür emperyalizmi, en basit tanımıyla bir ülkenin kendi kültürel değerlerini ve ideolojisini başka bir ülkenin halkına benimsetmesidir. Bu, uzun soluklu bir harekettir ve nesiller boyu sürer. Buradaki temel amaç, insanların örgütlenmelerini engellemek; geleceği ve geçmişi olmayan, sadece gününü yaşamayı amaçlayan insan tipi yaratmaktır. Bu insanlar, tepkileri ve zevkleri önceden öngörülebilen, dolayısıyla kontrol altında tutulabilen kitlelerdir. Kültür emperyalizmi günümüzde daha çok kitle iletişim araçlarıyla ve çok uluslu şirketler aracılığı ile uygulamaya geçirilmektedir. Bir ülkede resmi dilin yerine yabancı ülke dillerinin yaygın olarak kullanılması, kültür emperyalizminin sonucudur.

    İngiliz dilbilimci Prof. David Crystal tarafından 2000 yılında basılmış “Dillerin Ölümü (Language Death)” isimli kitapta, bir dilin hayati tehlikeye girdiğini haber veren emarelerden, bir de yok olma yolunda geçirdiği üç aşamadan bahsedilmektedir.
    Birinci evre: Yabancı hâkim gücün dilinin konuşulması için ağır baskısı vardır. Baskı, tepeden aşağı teşvikler ve devletin kanunları yoluyla, aşağıdan yukarı halkta özenti ve moda yaratılarak olmaktadır.
    İkinci evre: Çift dilli dönemdir. Ulusal dilin kullanım alanı azalmaktadır. Eğitim her düzeyde yabancı dilden yapılmaya başlanmış, her kesimden insanlar işi gücü bırakıp yabancı dili öğrenme yokuşuna sürülmüştür. Meslek, bilim yerine hiç gereği olmayan yerlerde bile herkes yabancı dil sınavına girmekle meşguldür.
    Üçüncü evre: Gençler artık yabancı dili ulusal dilden daha iyi bilmektedir. Velilerle çocuklar kendi dillerinde konuşamaz duruma gelmiş, bir nesil sonra çift dillilik de kalmamış ve ulusal dilin yerini yabancının dili almış olacaktır.

    Kıbrıs, Likya Yolu, Ankara ve Karatepe’de yaşadıklarım ve gördüklerim, bu sürecin aynen işlediğini bana ispat etti ve yıllardan beri beynimde yer alan kültür emperyalizmini yeniden sorgulamama imkân sağladı.
    Ve şehit kanları dökerek maddi olarak ele geçirdiğimiz bu yerlerin, kültür emperyalizmi ile yeniden düşmanlarımız tarafından işgal edildiğini bizzat ana vatanımda ve yavru vatanımda yerinde gördüm.

    Kendisine çok şey borçlu olduğumuz Atatürk, Türk dilinin korunmasının gerekliliğini özellikle vurgulamış ve “Millî duygu ile dil arasındaki bağ çok kuvvetlidir. Dilin millî ve zengin olması, millî duyguların gelişmesinde başlıca etkendir. Ülkesini, bağımsızlığını korumasını bilen Türk Milleti, dilini de yabancı diller boyunduruğundan kurtarmalıdır.” demiştir.

    Millet olarak sahip olduğumuz ve tarihten gelen tüm değerler; özetle dil, gelenekler, sanat, inançlar sistemi, yaşayış tarzı millî kültürümüzü oluşturur. Kültür, bir toplumu diğer toplumlardan ayıran ve o topluma ait özel bir yaşam tarzıdır. Kültürel yapının zayıflaması, millî kimliğin yitirilerek millî devletlerin yok olması sonucunu doğurur.