Banu BALAT

Banu BALAT

20 Kasım 2025 Perşembe

    DİĞER YAZARLARIMIZ

    DURUŞ

    DURUŞ
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Hayatın geniş ve zaman zaman ıssız görünen yollarında yürürken, bir şeye, bir insana, bir işe, hatta küçücük bir rutine bile ait olmanın bizleri nasıl derin bir dengeye çektiğini hisseden yalnızca ben miyim?

    Çünkü insan ruhu sahipsiz kaldığında savrulmaya meyilli ve günler boşaldıkça anlam da seyreliyor, uzun tatillerin cazibesi bile bir süre sonra tenhalaşmış bir meydan gibi içimizi üşütüyor, bütün seçeneklerin ortasında kalmışlık bile amaçsızlığın ağırlığını örtemiyor.

    Bir yere ait olduğumuzu hissettiğimizde ise içimizde görünmez bir direk dikiliyor sanki ve hayat o direğin etrafında örülüyor. Düzenimiz, sorumluluklarımız, koşuşturmalarımız bizi yormak yerine diri tutuyor, çünkü insan kalbi kendine bir zemin bulduğunda, o zeminde filizlenmek için yeniden cesaret buluyor.

    Boşluk büyüdükçe dağılmak nasıl kolaysa, toparlanmak da bir o kadar zor geliyor, o yüzden ruhun gıdası çalışmak, üretmek, emekle gününü büyütmek oluyor.

    Birçok insanın emeklilik yıllarında hissettiği o tarif edilemez sıkışmışlık belki de tam buradan doğuyor, çünkü bir ömrün büyük kısmı bir koşturmacanın içinde geçiyor, bir sorumluluğun, bir kurumun, bir masanın, bir görevin parçasıyken hissedilen aidiyet bir anda elden gidiyor.

    İnsan yıllarca üzerine yaslandığı rolü bıraktığında sessizlik büyüyor ve sessizlik de bazen erken yaşlandırıyor, çünkü amaçsız kalan beden uykuya meylediyor, amaçsız kalan ruh ise küsmeye.

    Belki de genç kalmanın sırrı, bir şeylerle meşgul olmaktan geçiyor, sürekli yorulmak değil mesele. Mesele sürekli var olmak, hayata renk katmak, kendimize küçük de olsa bir düzen kurmak, güne bir sebep koymak, güne bir umut yerleştirmek, içimizi ayakta tutan o görünmez bağları her yaşta yeniden örmek.

    Çünkü insan ne kadar dirençli görünse de içten içe ait olmakla büyüyor, ait olmakla iyileşiyor, ait olmakla denge buluyor ve biz biliyoruz ki, yıllar geçtikçe hayatla bağ kurmanın en sade, en gerçek yolu, ruhu canlı tutacak uğraşlar bulmak, emeği bir şükür gibi yaşamak, kendi içimize döndüğümüzde bile bizi tutan o kökleri fark etmek…

    Demem ki; insanın amacı bitmez, insanın yolu bitmez, yeter ki içimizdeki o kıpırtıyı kaybetmeyelim, yeter ki dünyaya tutunacak bir dal bulalım. O dal bazen küçük bir iş, bazen bir evin ritmi, bazen bir insanın kalbi olur, fakat hepsinin ortak yanı aynıdır: bizi hayata geri çağırırlar.

    Hayatın bütün iniş çıkışlarında belki de unutmamamız gereken tek hakikat, varlığımızı diri tutan şeyin hiçbir zaman büyük keşifler ya da büyük başarılar olmadığı, aksine küçük bir gayretin, düzenli bir nefesin, her sabah içimize usulca yerleşen o yaşama arzusunun bizi ayakta tuttuğudur;

    Çünkü bizler köklerimizi nerede salarsak orada çoğalırız, neye emek verirsek onunla güçleniriz, hangi ritme gönlümüzü katarsak onunla tazeleniriz ve biliriz ki, insanı yaşama bağlayan şey çoğu zaman dünyanın büyüklüğü değil, içimizin derinliğinde saklı o sessiz ama kararlı duruş duygusudur.

    Sanırım işte tam da bu yüzden, hangi yaşta olursak olalım, gönlümüzü uyandıran o küçük kıpırtıyı diri tutmalı ve hayat bizi nereye çağırıyorsa, orada kendimize yeniden bir yer açmalıyız.

    Devamını Oku

    KENDİNE TUTUNMAK

    KENDİNE TUTUNMAK
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    “Kendine tutunmak, sadeleşirken bulduklarına teşekkür etmektir.”

    Kafamın içi bomboş bugünlerde, sanki bugüne kadar hiçbir şey öğrenmemiş, hiçbir şey bilmiyormuş gibi hissediyorum. Söylenen her şeyi anlıyorum ama sanki insanlar yabancı bir dilde konuşuyorlarmış gibi, söyledikleri pek çok şey o kadar boş ve o kadar gereksiz geliyor ki… Belki hepimiz, bir dönem geldiğinde, anladıklarımızı bile anlamsız bulduğumuz o sessiz boşluğa düşüyoruz.

    Durmadan fark edilmek isteyen, kendilerini öven, kendilerini anlatmaya çalışan ne kadar da çok insan var ve inanın, aslında onları anlamak da bir o kadar kolay. Hepsinin anlatmak istediği her şeyi anlıyorum, hissediyorum ancak duymak istemiyorum. Biliyorum ki onlar da beni merak ediyor, belki de benim de kendimi anlatmamı istiyorlar ama ne tuhaftır ki artık ben kendimi hiç kimseye anlatmak istemiyorum. Belki biz de bir zamanlar anlaşılmak istedik ama şimdi, yılların, tecrübelerin ve yaşanmışlıkların süzdüğü bu dingin noktada, susmanın en güçlü dil olduğunu anlıyoruz.

    Sözcüklerin yetersiz, anlaşılmaların hareketlerde, duruşta ve bedende; en önemlisi de ruhta saklı olduğunu hisseden bir yaştayım. Bu ya çok farkındalık içinde olmamdan ya da artık hiçbir şeyi umursamamamdan kaynaklanıyor olabilir çünkü insan sonunda anlıyor ki, gerçeğin ifadesi sözcüklerde değil, varoluşun kendisinde gizliymiş.

    Hiçbir şeyi ve hiç kimsenin hayatını merak etmiyorum, bana gereken şey sadece samimiyet. Artık çok başka bir frekansta algılıyorum insanları, olayları, durumları ve belki de biz, bu çağın en çok samimiyete susamış insanlarıyız. Maskelerden, gösterişten ve yapay ilişkilerden arındıkça, saf hâlimizle birbirimizi daha çok özlüyoruz.

    Eğer yoğun bir temponun ardından, yaş ilerledikçe, tüm büyüklerimizin vardığı yer burası ise, bizi gençken durdurmaya çalışan, yönlendirmeye çalışan büyüklerimizden haklarını helal etmelerini istiyorum çünkü o zaman anlamadığım her şeyi sanırım şimdi anlamaya başladım. Gençliğimize tutunduğumuz zamanlar oldu, emeklerimize tutunduğumuz zamanlar oldu, düşüncelerimize tutunduğumuz zamanlar oldu ama yine de olanlar oldu. Şimdi biz de gençlere bir şey anlatmaya çalıştığımızda, gözlerindeki o sabırsızlığı gördükçe kendimizi hatırlıyoruz.

    Bugün geldiğim nokta sanırım kendime tutunmak ve belki de en başta kendime tutulmalıydım. Büyüklerin tecrübelerinden faydalanıp kendi geleceğimi onlarda görmeliydim. Olacak her şey olur. Olan, bunu bilir. Ben tek başıma hiçbir şeyi değiştiremiyorum çünkü değişim denen şey, önce içinde başlayıp tamamen seni sarmalı ve sonra yayılarak çoğalmalıymış. Belki de biz, içimizde başlatmadığımız hiçbir değişimi dışarıda göremediğimiz için bu kadar zorlanıyoruz. Artık kendi bütünümün bir parçası olmayan herkesi ve her şeyi hayatımdan çıkarttım. Büyük bir eleğin içinde bir sağa bir sola sallayıp, kendi özümü eledim. Üstte kalan çeri çöpü, gereksiz olan her şeyi çöpe attım. Bir de baktım ki eleğin altında sadece ben ve neredeyse hiç sayılacak bir kütle kalmış. Biz de hayatın eleğinden geçerken anlıyoruz; aslında hepimiz özümüz kadarız.

    Tüm yüklerinden kurtulduğunda, o cürufta incelmiş, küçücük kalmış özüyle insanın en büyük huzuru yakaladığı günlerdeyim çünkü sadeleşmek, yalnızca bir arınma değil; ruhun kendine doğru genişlemesidir. O an, görünenle gerçeğin artık aynı olmadığı andır. Ruhumun büyüdüğünü, huzurun arttığını ve kendimi en rahatlamış hâlimde bulduğumu itiraf etmeliyim. Biliyorum ki hepimiz, fazlalıklarımızdan arındıkça büyüyor, küçülürken çoğalıyoruz. Sadeleşmek, yalnızca bir insanın değil, bir bütünün dönüşümüdür. Biz, kendi özümüzle buluşabildiğimizde dünya da sadeleşiyor. Biz, fazlalıklarımızdan arındığımızda; ilişkiler de, düşünceler de, hayat da hafifliyor. Artık bizi yoracak, yıpratacak hiçbir şeyi hayatımıza tekrar almayacak kadar akıllandık.

    Elbette yaşadıkça yine birçok hata yapacağız. Bunlar olmazsa zaten yaşamanın keyfi de olmaz. Ama artık on saniyede karar vermek yerine, daha uzun süre düşüneceğiz. Anlık hevesler yerine daha derin, daha kalıcı, daha iz bırakan tecrübeler edineceğiz. Hayatta olduğumuz sürece devam eden öğrenmenin tadını çıkaracağız.

    Unutmayalım, gerçek mutluluk, sadeleşmeyi başarabilenlerin kalbinde filizlenir. Hepimize farkındalık dolu günler diliyorum.

    Devamını Oku

    GÜLÜMSEMENİN SICAKLIĞI

    GÜLÜMSEMENİN SICAKLIĞI
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    İnsanlar güler yüze ne kadar da hasret kalmış bugünlerde… Sanki dünyamız, dudağımızın kenarına takılmış bir tebessümün bile lüks sayıldığı, kalabalıklar arasında bile yalnızlığın kol gezdiği bir zamandan geçiyor.
    Oysa içten, sıcacık bir gülüşün değeri hiçbir zaman azalmadı; sadece unuttuk, hatırlatacak bir yüz bulamadık. Gözlerimizin içine yerleşmiş o küçük ışığı sakladık, çünkü fazla parladığında kırılmaktan korktuk.

    Fakat bir gün, mesela yolda yürürken tanımadığınız biri size gülümsediğinde, kalbinizin içinde bir şey kıpırdıyor. O küçücük sıcaklık sanki içimizde birikmiş tüm karanlıkları aniden aydınlatıyor.
    İşte o an anlıyoruz: Gülümsemek hâlâ işe yarıyor.

    Gülümsemek, aslında insan kalmanın en sade hâlidir. Çünkü sahte olmayı bilmez, bir maske takmaz, doğrudan kalpten doğar.
    Kimi zaman bir teşekkürdür, kimi zaman bir selam, kimi zaman sadece “buradayım” deme biçimi. Belki de biz, birbirimize gülümsemeyi unuttukça, hayatın da bize küstüğünü fark etmedik.

    Oysa bir tebessüm, bazen yorgun bir günün ortasında güneş gibi doğar, bir insanın kalbine sızar, sonra başka birine bulaşır.
    Böylece bir zincir oluşur; görünmez ama güçlü, sessiz ama dönüştürücü bir zincir.

    Gülümsemenin dili yoktur; milliyeti, inancı, statüsü yoktur. Bir çocuğun masumiyetinde, yaşlı bir insanın bilgelik çizgilerinde aynı ışığı taşır.
    Biz yeter ki gözlerimizin içindeki o ışığı diri tutabilelim. Çünkü gülümsemek, sadece dudakla yapılan bir hareket değildir; ruhtan gelen bir kabulleniştir.
    Hayatı olduğu gibi kucaklamaktır, başımıza gelen her şeye rağmen hâlâ sevgiyle kalabilmektir.

    Belki de benim adına “Çul Felsefesi” dediğim düşüncem tam da buradadır: Üzerimize ne giydirilirse giydirilsin, hangi coğrafyaya atılırsak atılalım, gülümsemenin sıcaklığıyla yeniden hayata tutunabiliriz.
    Çünkü huzur, dışarıdan gelen bir ikram değil, içimizden taşan bir armağandır.

    Bir gülüş bazen bir duayı andırır; sessiz, derinden ama etkileyici.
    Birine “İyi ki varsın” demenin en sade yoludur. Gülümserken neyi onardığımızı, kimi iyileştirdiğimizi bile fark etmeyiz çoğu zaman.
    Fakat evren bilir, çünkü her içten gülümseme bir ışık olarak havaya karışır, bir başkasının kalbine konar.

    İşte bu yüzden, gülümsemek sadece bir davranış değil, bir niyettir.
    İnsanı insana yaklaştıran, bizi biz yapan en kadim niyet.

    Bugün, belki herkes biraz yorgun, biraz umutsuz, biraz kendi derdine gömülmüş durumda.
    Ama yine de bir yerlerde birileri birbirine gülümsemeye devam ediyor.
    Çünkü biz biliyoruz ki bir gülümseme, insanın kendine verdiği sözdür: “Ne olursa olsun içimdeki ışığı söndürmeyeceğim.”
    Ve o ışık, tıpkı güneş gibi, önce bizi ısıtacak, sonra da dünyayı.

    İçten gülümsemelerinizin ve ışığınızın hiç eksilmediği günler dilerim.

    Devamını Oku

    ALIN TERİYLE GELEN HUZUR

    ALIN TERİYLE GELEN HUZUR
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Hayat bizleri kimi zaman makamlarla, kimi zaman da sade bir işin bereketiyle sınar.
    İnsanın değeri neyle meşgul olduğunda değil, neye gönül verdiğinde belli olur, çünkü bazen büyük sıfatların gölgesi ruhu karartır; bazen de küçücük bir emek, kalbin aydınlığına dönüşür.

    Bazen karşımıza çıkan sözler, kalbimizi yaralamak için söylenmiş gibi görünür; oysa aslında sabrımızı ölçer, gönlümüzün nerede durduğunu hatırlatır.
    Sessizlik çoğu zaman en güçlü cevaptır ve incinmeden gülümsemek, kalbin dilini konuşmaktır.

    Çalışmanın ayıbı olmaz. Alın teriyle kazanılan her lokma değer taşır.
    Nerede olursa olsun, emeğin adı birdir; balık tezgâhında da, büyük bir makam odasında da.
    Asıl olan niyetin temizliği, yüreğin berraklığıdır. Çünkü onur, işin adıyla değil; o işe katılan samimiyetle ölçülür.

    Kimi kalpler ise kendi yükleriyle konuşur; öfkesini, kibrini, küçümsemesini dışarıya savurur.
    Fark edilmez ki, asıl zarar başkasına değil, bu duyguları taşıyana dokunur.
    İçinde biriktirdiği kırgınlık, başkalarını incitmeye çalışırken önce kendi gönlünü yorar.

    Ve bazen hiç ummadığımız yerde, söylemek istediklerimizi bir başkası dile getiriverir.
    Hiç tanımadığımız birinin dudaklarından dökülen bir cümle, içimizde saklı duran hakikati açığa çıkarır.
    Böyle anlar bir vesile olur; gönlümüze hatırlatılan şey, aslında çoktan içimizde saklıdır.

    O hâlde mesele, insanların ne söylediği değildir.
    Asıl mesele, hangi hâlde olduğumuzdur.
    Kalbimizi kibirden, kinden, hırstan arındırabildiğimiz ölçüde huzur buluruz.
    Çünkü gerçek yük; başkalarının sözleri değil, içimizde taşıdıklarımızdır.
    Tertemiz kalmayı seçenlerin yolu da o ölçüde hafifler.

    Temiz ve hafiflemiş hissetmeniz dileklerimle…

    Devamını Oku

    YOLUNUZ AÇIK OLSUN

    YOLUNUZ AÇIK OLSUN
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Bu yazı, bir annenin gözyaşlarıyla kaleme aldığı bir yazıdır.
    Bu yazıyı, ailelerinden ayrı kalarak eğitim alacak tüm öğrenciler için ve pek çok ailenin aynı hüzün ve heyecanı yüreğimizde taşıdığına inandığımız duygularla yazıyorum.

    Hayatın başında, tecrübesiz ve saf yürekli çocuklarımız yeni yollar, yeni dostluklar ve yeni deneyimlerle karşılaşacaklar. Onlar için endişeleniyoruz; kimlerle tanışacaklar, neler yaşayacaklar, yanlış adımlara karşı nasıl korunacaklar… Kimi zaman bizim korktuğumuz adımları atacak, kimi zaman yanlış seçimler yapacaklar; ama sevgimiz her adımlarında yanlarında olacak, korkularımız ve umutlarımız onları saracak.

    Onları eğitmek, büyütmek, hayata hazırlamak için verdiğimiz emeklerin meyvesini görmek, doğru arkadaşlıklar kurmalarını izlemek, sorunsuz bir şekilde hayatlarına devam etmelerini görmek tek dileğimiz. Bir an bile kopsak… Bir saniye bile yanlarında olamazsak… Bu düşünce bile yüreğimizi dağlıyor. Çocuklarımızı öyle çok seviyoruz ki, başlarına hep iyi şeyler gelsin isteyerek, hayatlarının güzel olmasını dileyerek, onları tek başlarına yeni bir hayata uğurlamak hem içimizi burkuyor hem de kalbimizi heyecanla çarptırıyor.

    Sevgi, güvenin temelidir; ama tek başına yetmez. Sevgi, sahip olma hakkı vermez; onu saygı ile birleştirmek gerekir. Richard Bach, Mavi Tüy adlı eserinde şöyle der:
    “Aileleri kenetleyen gerçek bağ kan bağı değildir, birbirimizin hayatına duyduğumuz saygıdır.”
    Bu söz bize gösterir ki, sevgi kök, saygı da o kökün dallarıdır; biri eksik olursa diğeri tek başına yeterli olamaz. Çocuklarımıza rehberlik ederken hem sevgiyle korumalı hem de saygıyla alan açmalı, neyi denemek isterlerse yanlarında olmalıyız. Sonucu kötü de olsa onları kucaklamalıyız.

    Çocuklarımızın her başarısı kalbimizi gururla doldurur; ama her yokluğu, her uzaklık anı yüreğimizi sızlatır. Onların hayatının başında attığı her adım, bizim kalbimizde hem sızı hem gurur yaratır. Gözyaşlarımızı saklayamasak da, dua ve sevgimiz onları sarar; bilinçli bir rehber, koruyucu bir liman ve güvenli bir ev hissi verir.

    Bir anne olarak tek dileğim basittir: Çocuklarımızın hep iyi olması, güvende hissetmeleri ve yanlarında olamasak da sevgimizin onları sardığını bilmeleridir. Onların hayatına uzaktan bakarken bile yüreklerimiz onlarla birlikte atıyor; endişemiz, sevincimiz ve umutlarımız her an yanlarında.

    Çocuklarını eğitim hayatına uğurlayacak, gözyaşlarını içlerine akıtarak, her an onlardan haber bekleyerek onların iyi olduğunu bilmek için çabalayacak, eksiklerini gidermek ve ihtiyaçlarını karşılamak için canla başla çalışacak tüm ailelere, verdikleri emekler için teşekkür ediyorum. Çocuklarımızın da bunu anlamalarını umut ediyorum; düzgün, sevgiyle ve gerçek bağlarla örülmüş sağlam hayatlar kurmaları dileğiyle.

    Hepsinin yolu açık olsun, her şey gönlümüzce olsun.

    Lütfen çocuklarımıza güvenelim, çocuklarımızın da bize güvenmesini sağlayalım.

    Devamını Oku

    EMEĞİN GERÇEK DEĞERİ

    EMEĞİN GERÇEK DEĞERİ
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    İnsanın ömrü boyunca peşinde koştuğu şey, çoğu zaman görünenle görünmeyenin arasındaki bir dengedir; çünkü kazandığımız her kuruş, cebimize giren her para maddi varlığımızı beslerken, ruhumuzu doyuran şey, emekle yoğrulmuş huzurdur. Yalnızca tüketmek için kazanılan bir para, insana doygunluk vermez; aksine içsel bir boşluk bırakır. Oysa alın teriyle sulanan her iş, sadece kazanca değil, aynı zamanda insanın kendi varlığına da dokunur. Bazı yorgunluklar kıymetlidir, çünkü o yorgunluk içimizi yıpratmaz, bilakis bizi yeniden inşa eder.

    Bir işin sonunda bacaklarımızda beliren sızı, aslında hayatın bize gönderdiği bir işarettir. Hiçbir şeyin bedelsiz olmadığını, hiçbir huzurun emeksiz doğmadığını hatırlatır. İnsan, yorgunluğunun kıymetini bildiğinde, bedenin şikayetleri ruha bir şifa gibi gelir; çünkü o ağrı bize yaşadığımızı ve üretime katıldığımızı fısıldar. Yastığa başımızı koyduğumuzda duyduğumuz huzur, bu yüzden başkalarının sözlerinden çok daha değerlidir. Gerçek ödül, dışarıdan gelen alkış değil, içeriden yükselen sessiz bir onaydır.

    Hayatta bazı işler vardır ki, bütün gün didinip yorulsak bile tükenmişlik değil, canlılık kazandırır. Çünkü orada anlam vardır, orada ruhu besleyen bir karşılık vardır. İnsan, başkasının gözünde görünmek için değil, kendi içindeki hakikati bulmak için çalıştığında, iş artık sıradan bir uğraş olmaktan çıkar; bir varoluş biçimine dönüşür. Kazancın özü, paranın kendisi değil, onu sarmalayan alın teridir.

    Huzurun kaynağı çoğu zaman yanlış yerde aranır: konforun, kolaylığın, kısa yolların içinde… Oysa hakiki huzur, emekle örülmüş bir günün sonunda gelir. İnsanı geceye teslim eden derin uyku, işte bu huzurun meyvesidir. Sabah yeniden uyanıp aynı hevesle işe koyulabilmek, sadece geçim değil, anlam için yaşadığımızın kanıtıdır.

    Sonunda anlarız ki, alın terinin bedeli yalnızca yaşamı sürdürmek değil, aynı zamanda insan kalabilmektir. Emek, bizi kendimize bağlayan en güçlü köprüdür. O köprünün üzerinde yürürken yorgun düşeriz belki, ama ruhumuz hafifler. Ve asıl mutluluk, hiçbir fırtına yıkamayacak kadar sağlam olan o içsel huzura tutunabilmektir.

    Devamını Oku

    YIKILMAZ KADINLAR

    YIKILMAZ KADINLAR
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Hayat, bir sınav tahtası gibi karşımıza çıkar; kimi zaman açlıkla sınar, kimi zaman susuzlukla, kimi zaman yalnızlıkla, kimi zaman da bolluğun içindeki boşlukla. Bazen günlerce ayakta kalabilmek için mücadele ederiz, bazen soframızdan bereket eksik olmaz ama ruhumuzda koca bir boşluk büyür. İşte bütün bu iniş çıkışlar, tatlısıyla acısıyla yaşanmışlıklar, bizi olduğumuz kişi yapar. Bir kadın, bütün bu basamaklardan geçerek olgunlaşır, her yenilgiyle biraz daha güçlenir, her yarayla biraz daha dirençli olur, bazen kendi küllerinden doğan bir anka kuşu gibi yeniden kanat çırpar. Ve bir gün gelir, artık yıkılmaz olduğunu fark eder. Çünkü hayatın tüm yüzlerini görmüştür, çünkü artık hiçbir şey onu eskisi gibi sarsamaz.

    Bir kadının en büyük gücü, kendisini yeniden ayağa kaldırabilmesindedir. Düşse bile, kırılıp parçalanmış gibi görünse bile, aslında içinden her seferinde daha da güçlü bir benlik doğar. Acılar ona sınırlarını öğretir, kayıplar sabrını büyütür, yalnızlık ruhunu keskinleştirir. İşte bu yüzden, artık hiç kimsenin onun duygularını istismar etmesine izin vermez. Ona değmeyen söze, ona dokunmayan sevgilere, yarım kalmış vaatlere penceresini kapatır; çünkü bilir ki artık kendi kalbini korumak zorundadır. Artık hiç kimse onu üzemez, kıramaz, yıkamaz.

    Bugün, kadınların kendilerini tanıdıkları, ne istediklerini bildikleri bir dönemin içindeyiz. Bu farkındalık, aslında her birimizin içinde yatan Amazon ruhunun uyanışıdır. Tek başına savaşan, hayata karşı dimdik duran, kendi silahını kendi elleriyle kuşanan kadınların çağıdır bu; çünkü biz güçlü kadınlarız. Gücümüz yalnızca hayatta kalma mücadelesinde değil, aynı zamanda hayatı seçme özgürlüğümüzde saklıdır. Yaşadığımız her hayal kırıklığı aslında bir öğretmendir, bize kim olduğumuzu, nerede durmamız gerektiğini hatırlatır.

    Ama unutmamak gerekir ki aslında her kadın güçlüdür. Kimimiz bu gücü yüksek sesle kullanmak zorunda kalır, kimimiz susarak direnir, kimimizse sessizce göğüsler yüklerini. Kimi zaman toplumun yüklediği rollerle, kimi zaman da kendi içimizde taşıdığımız fırtınalarla sınanırız. Bazen hayat bize rahat bir yol sunar, bazen de taşlı bir patikada yürütür; ama her koşulda kadın olmanın özündeki dirayet aynı kalır. Kadın olmak, yalnızca var olmanın değil, aynı zamanda kendini yeniden inşa etmenin sanatıdır.

    Kadınların gücünü küçümseyenler, aslında dünyanın dönmesini sağlayan o görünmez elleri göremezler. Biz, evleri ayakta tutarız, çocuklara geleceği fısıldarız, sevgiyi besleriz, mücadeleyi büyütürüz. Sessizliğimizle de gürültümüzle de var oluruz; bu yüzden kadın olmak yalnızca bir varoluş değil, aynı zamanda bir meydan okumadır. Bir kadının sessizliği çoğu zaman bir isyandan daha gürültülüdür; çünkü sessizlik bazen en yüksek çığlıktır.

    Şimdi, bu dünyada yaşayan her kadına bir kez daha hatırlatmak gerekir: Biz yalnız değiliz, biz birlikteyiz. Biz, tarihin en eski çağlarından beri sırtımızda yük taşıyan, sözümüz kesildiğinde susmayarak var olan, yeri geldiğinde sessizliğiyle en büyük haykırışı yapan kadınlarız. Yıkılmaz olduğumuzu fark ettiğimizde, işte o zaman gerçek özgürlüğümüz başlar ve bu özgürlük yalnızca bizim değil, bizden sonraki bütün kadınların da yolunu aydınlatır. Kadının gücü, hayatı her şeye rağmen yeniden kurabilmesindedir.

    Devamını Oku

    Bitmeyen Yolculuk

    Bitmeyen Yolculuk
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Hayatın ne getireceği, hangi kapıları açacağı, hangi kapıları kapatacağı çoğu zaman önceden bilinmez. Yıllar boyu alın teri dökeriz, kafa patlatırız, türlü sorunlarla boğuşuruz, eğitimler alırız, diplomalar, sertifikalar biriktiririz, çalışırız, uğraşırız, çabalarız; ama çoğu zaman en büyük beklentimiz olan mutluluğu yakalayamayız. Emek vardır ama huzur yoktur, yorgunluk vardır ama içsel bir tatmin yoktur. Bir noktada, insanın tüm bu çabanın karşılığında istediği tek şey biraz durmak, biraz dinlenmek, hiçbir şey yapmadan huzurun tadını çıkarmaktır. Fakat dinlenmenin bile bir ömrü vardır. Gün gelir, boşluğun verdiği ağırlık üzerimize çöker, hareketsizlik yorar, durağanlık sıkıcı hâle gelir. İşte o an, yeniden bir şeylerle meşgul olmak, yeniden üretmek, yeniden hayata katılmak bizi hayata döndürür.

    Aslında yaptığımız işin ne olduğu çok da önemli değildir. Önemli olan, o işten aldığımız tatmin, duyduğumuz huzur, içimizde canlanan yaşama sevinci ve fayda üretmenin verdiği anlamdır. Bu yüzden yeniden başlamak için hiçbir zaman geç değildir. Enerjimiz hâlâ içimizde bir yerlerde saklıdır, gücümüz tükenmemiştir. Durağan bir hayatın, her şeyin sıradan ilerlediği bir düzenin bize cazip gelmemesinin sebebi de budur. Ruh, monotonluğa sığmaz, kalp sıradanlığa boyun eğmez. İnsan, hayatın içinde dalgalanmak, inişleri çıkışları yaşamak, varlığını hissetmek ister.

    Ve bazen bu varlık hissi, en çok da bir başkasına dokunduğumuzda, bir başkasına yardım ettiğimizde ortaya çıkar. İhtiyacı olan birine el uzatmak, omuz vermek, yol göstermek, hayatına küçük de olsa bir katkıda bulunmak… İşte o anda huzurun başka bir yüzüyle karşılaşırız. Fiziksel olarak yorulsak bile ruhumuzun dinlendiğini hissederiz. Çünkü zihin rahattır, çünkü emek boşa gitmemiştir. Bir işe yaradığını bilmek, birilerine faydalı olduğunu hissetmek, bunun mutluluğunu yaşamak tarifsiz bir güzelliktir.

    Hayatın en büyük armağanlarından biri de budur aslında: hâlâ işimizin bitmediğini, hâlâ yapacak çok şey olduğunu, hâlâ içimizde gücün, enerjinin, ışığın var olduğunu fark ettirmek. İnsan, var olduğunu en çok üretirken hisseder. Yıllarca süren yorgunluğun ardından bile yeniden başlayabilir, yeniden yol alabilir. Çünkü pilimiz hiç bitmez; biz var oldukça, hayat da bizden bir şeyler ister. Biz de vermeye devam ederiz.

    O hâlde asıl mesele, yaşamın bize sunduklarını ne kadar bilinçle karşıladığımızdır. Her duraklamanın aslında yeni bir başlangıcın habercisi olduğunu, her yorgunluğun içinde tazelenmeye giden bir yol sakladığını fark edebildiğimizde, hayat bambaşka bir anlam kazanır. Belki de öğrenmemiz gereken en önemli ders şudur: Ne kadar yorulmuş olursak olalım, içimizde yeniden filizlenecek bir güç, yeniden yeşerecek bir umut daima vardır. İnsan, yeniden doğmayı bildiği sürece hiçbir zaman yarım kalmaz. Hepinize yeniden doğmaların bitmediği bir hayat dilerim.

    Devamını Oku

    Kimlik Sizsiniz

    Kimlik Sizsiniz
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Hayatın karmaşasında, çoğu insanın tek bir gömleğe sığdırmaya çalıştığı benliklerini, bazılarımız bir gardırobu andıran raflar dolusu kimlikle taşıyoruz; eğlenceli bir gecede kahkahayla savrulan o özgür hâlimiz, ertesi gün saat daha sekizi göstermeden yerini gri bir ciddiyete bırakıyor. İşte tam da bu hâl değişimi, çevremizdekilerin zihninde iki ayrı kişiymişiz ya da belki üç ayrı yüz taşıyormuşuz yanılgısını yaratıyor. Çünkü biri bizi şöyle tanıyor, diğeri bambaşka bir yanımızla karşılaşıyor ve gördüklerini tek bir bedene, tek bir ruha yerleştirmekte zorlanıyor.

    İnsanların algısı daraldıkça, kimliklerimizin yalnızca hoşlarına giden, keyif veren, onları eğlendiren parçalarını seçiyorlar; biz ise o seçilmiş parça uğruna geri kalan bütünlüğümüzden feragat etmiş gibi eksiliyoruz. Çünkü sahneye yalnızca komedyen yanımız çağrıldığında, içimizdeki stratejist iş insanı, merhametli ebeveyn, yorulmaz yolcu, suskun şair ve daha niceleri kuliste bekletilmiş oluyor. Bu da bizi bölünmüş, yarım, hatta tüketilmiş hissettiriyor.

    İçimizden yükselen sitem tam da burada başlıyor: Kendimize dair her şeyi tek bir nefeste takdir eden, kimliklerimizin her kıvrımına saygı gösteren, hepsini yan yana tutup da özümüzdeki bütünün tadına varan insanlara neredeyse hiç rastlamıyoruz. Üstelik kimliklerimiz üstün nitelikler taşıdıkça gölgeleri daha uzun düşüyor ve karşıdakini daha çok korkutuyor. Çünkü bu yanlarımızın kolay bulunmayan, emekle yoğrulmuş yanlar olduğunu bizim gibi onlar da biliyorlar.

    Düşünüyoruz ki, insanın gerçek sevgiyi hak edişi, tek bir kuklayla oynanan kısa bir gösteriye değil; bütün kuklaların aynı iplerle dans ettiği uzun bir oyuna davet edilişinde saklı. Bizi gerçekten sevenler, kafa dağıtan şenliğimize kahkaha atarken gün ortası ciddiyetimize de saygı duymalı, akşamüstü yorulan yanımızı dinlemeli, gece vakti yazıya dökülen içsel fırtınalarımızı da sessizce izlemeli. Ancak o zaman kimliklerimizi saklamak yerine gururla taşıyabilir, her birini tam doygunluğunda yaşayabilir, aksayan yanlarımızı onarmak için başkalarının eksikliklerine değil, kendi zenginliğimize yaslanabiliriz. Böylece bütün olmanın huzuru, yani en derin anlamda var olmanın mutluluğu hem bize hem de yanımızda kalmayı seçenlere bulaşabilir.

    Ayrıca bilmeliyiz ki yalnızca tüm kimliklerimizle kabul görmek değil, o kimlikleri yerinde ve zamanında kullanabilme becerisi de hayatı kolaylaştıran en büyük meziyetlerden biridir. Hangi yanımızı ne zaman sahneye çıkaracağımızı bilmek, neyi bastırıp neyi özgür bırakacağımıza karar verebilmek; bizi yalnızca daha dengeli kılmaz, aynı zamanda daha özgür, daha huzurlu, daha uyumlu kılar. Kimliğini yönetebilen, hayatını da yönetebilir. Kendini tek bir kalıba sığdırmak zorunda hissetmeyenler, zaten başkalarını da o kalıba zorlamaz. Böylece hem bizimle bir bütün hâlde kalabilen insanlar çoğalır, hem de biz hayatın içinden bölünmeden, parçalanmadan geçebiliriz.

    Bizi tüm kimliklerimizle kabul edecek insanlar bilmelidirler ki, bu kimlik karmaşasından yorulmuş, hatta bıkmış insanlar olarak sizleri görüyoruz. Her kimliğinize saygımız var, o yüzden nasıl isterseniz öyle olun, yine de sevileceksiniz. Başkalarının kimliklerini ödünç alıp, size birkaç beden büyük ya da küçük gelen kimlikler altında sıkışıp rol yapmanıza ise hiç gerek yok. Sizin gözünüzden önce özünüzü görüyor ve sizi anlıyoruz.

    Sevgiyle ve kendiniz gibi kalmanız dileklerimle.

    Devamını Oku

    KIYILAR HALKINDIR

    KIYILAR HALKINDIR
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Bu hafta sonu Bodrum Gümüşlük’teydim. Sahilde yürüdüm. Denize değil de içime bakmak ister gibi…

    Ama o bildiğim rüzgârın yerini, başkaldırı taşıyan bir hava almıştı. Çünkü kıyıda yalnızca rüzgâr esmiyordu; bir halk, hakkını arıyordu.

    “Kıyılar halkındır” yazıyordu pankartlarda.
    Yorulmuş ama dimdik duran insanların ellerindeydi o cümle.
    Bir zamanlar kulağa sıradan gelen bu ifade, şimdi adeta bir çığlığa dönüşmüştü.

    O küçücük halk plajında yürüdüm.
    Sahilin büyük kısmı şezlonglarla doluydu.
    Doğanın binlerce yıldır halk için serdiği o kumlara, şimdi birçok işletme para karşılığı beden serdiriyordu.

    Oysa yasa açıktı:
    Kıyılar, devletin hüküm ve tasarrufu altındadır ve herkesin eşit, serbest ve ücretsiz kullanımına açık olmak zorundadır.

    Ama orada, hemen her yer işgal altındaydı.

    İnsanlar birkaç metrekarelik alanda denize girmeye çalışıyor,
    sanki doğanın misafiriymiş gibi yaşıyordu.
    Ev sahibi olduğu kıyıya yabancı gibi bakan bir halk vardı orada.

    Ama mesele yalnızca şezlong değil.
    Yaklaşık 4 yıldır bu halk, denize lağım suyu taşıyan derenin kirliliğiyle de mücadele ediyordu.

    Şimdi yeni bir yara daha açılmıştı:
    Yaklaşık 2 ay önce, belediye başkanının talimatıyla, zaten dar olan halk plajının bir bölümü özel işletmelere tahsis edilmişti.

    Yapılan itirazlar, dilekçeler, çağrılar…
    Hepsi cevapsız kaldı.

    O alan geri verilmediği gibi, özel işletme kamusal alanı tamamen işgal ederek ticari faaliyetlerine başladı.

    Ve orada yükselen tek ses vardı artık:
    “Bu yasa dışı uygulamayı kabul etmiyoruz!”

    Ben oradaydım.
    Şahitlik ettim.

    Göz göze geldiğim bir kadının gözleri doluydu.
    Belki geçmişini, belki geleceğini görüyordu o plajda.
    Belki yalnızca şunu diyordu içinden:
    “Ben bu kıyıya aitim. Bu kıyı da bana.”

    Ve ben düşündüm:
    Doğaya sahip çıkmak sadece çevre meselesi değil.
    Bu, hak meselesi, adalet meselesi, vicdan meselesi.

    Bir halk, yalnızca nefes almak istiyor ve bunun bedelini ödemek istemiyor.
    Ama bedel ödüyor şu an:
    Hem göz göre göre gasp edilen plajıyla,
    hem kirletilen suyuyla,
    hem yok sayılan sesiyle…

    Orada, Gümüşlük’te yükselen o cümle aslında hepimizin kalbine yazılmıştı:
    “Kıyılar halkındır.”

    Bu sadece bir talep değil; bir hatırlatma.
    Hakkımız olanı geri alma çağrısı.
    Ve en çok da, artık susmama kararı.

    Devamını Oku

    YAVAŞLAYAN ADIMLAR

    YAVAŞLAYAN ADIMLAR
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Gençken…
    Her şey daha hızlı akar.
    Bir günde onlarca şey yapabiliriz, sabah bambaşka bir fikirle uyanıp, aynı günün akşamında bambaşka bir yolda yürüyebiliriz. Çünkü vaktimiz vardır, çünkü yol uzundur, çünkü zaman elimizdedir…

    Yorulmak da daha zordur o yaşlarda. Çünkü her şeyin telafisi vardır. Enerjimiz boldur, cesaretimiz yüksek. Düşsek de kalkarız, çünkü o yaşlarda insan düşmeyi değil, kalkmayı önemser.

    Ama sonra…
    Zaman bir anda bizden hızlı gitmeye başlar gibi olur.
    Bir güne sığmayan işler, yetişmeyen randevular, ertelenen hayaller, bir türlü başlanamayan niyetler…
    Eski hızımızla yapabileceğimiz onlarca şey artık ağır ağır yürür hâle gelir.
    Eskisi kadar hızlı değilizdir artık.

    Ama belki de mesele hız değildir…
    Belki de artık daha yavaş hareket etmemizin sebebi; artan sorumluluklardan dolayı bize kalan zamanın daralmasıdır.
    Belki de önceliklerimizin değişmesiyle kendimizi ertelemeye başlamamızdır.
    Belki daha çok düşünmemizdir.
    Her adımı daha fazla tartmamız, her kararı daha fazla süzgeçten geçirmemizdir.
    Bir işin sonunu düşünmeden başlayamaz hâle gelmemizdir.

    Düşüncelerimiz büyüdükçe, zamanın daraldığını hissederiz.
    Çünkü artık bir günü yaşamak, yalnızca yapılacaklar listesini tamamlamak değildir; hissetmektir, anlamaktır, sindirmektir.
    Ve işte tam da bu yüzden zaman bize yetmemeye başlar.

    Oysa zaman değişmez.
    Zaman ne hızlıdır, ne yavaş; ne iyiye, ne kötüye çalışır.
    Zaman kimseye ayrıcalık tanımaz.
    Zaman, hep aynı zamandır.
    Değişen sadece bizizdir.

    Gençken zamana hükmederiz ama yaş aldıkça zaman bizi hizaya çeker.
    Gençken bir güne on iş sığdırırdık da, bugün üç işi anca sığdırıyoruz diye zaman hızlandı sanırız.
    Oysa yavaşlayan biziz.
    Yavaşlayan düşüncelerimizdir, ağırlaşan yorgunluklarımızdır, derinleşen ise bakış açılarımızdır.

    Bu yüzden…
    Zamanın kıymetini gençken de bilelim, yaş almışken de…
    Çünkü gün gelecek; yapmak istediklerimizin süresi uzayacak, zamanın daralan alanına sıkışacağız.
    O yüzden şimdi, tam da şimdi, elimizden gelen her şeyi, yüreğimizin yettiği kadar yapalım.

    Hayat beklemiyor.
    Ne bizim karar vermemizi, ne toparlanmamızı, ne de “bir gün” dememizi bekliyor.
    Bugün genç olanlar, yarının yaş almışları olacak.
    Bugünün yaş almışlarıysa… Belki de yarının unutulmuşları.

    Zira ilahi adalet budur:
    Zaman herkese eşittir.
    Ama ondan kim ne kadar alabiliyorsa, yaşarken kim neyi hissedebiliyorsa, işte o kadar bizimdir hayat.

    Devamını Oku

    UZAK YAKINLIKLAR

    UZAK YAKINLIKLAR
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    İnsan, yaşadığı topluma karşı bir sorumluluk hisseder; en azından öyle yetiştirildik.
    İyi olmak, iyi davranmak, empati kurmak, anlamaya çalışmak…
    Bunların her biri, sanki insan olmanın yazılı olmayan kurallarıymış gibi hayatımızın tam ortasına yerleştirildi.
    Birbirimizi anlamaya çalışmak, kendini bir başkasının yerine koymak, bir başkasının acısını kendi kalbinde duymak…
    Evet, kulağa ne kadar doğru, ne kadar insanca geliyor değil mi?
    Ama iş uygulamaya gelince, orada bir durak var, orada zihnimde bir soru işareti yanıp sönüyor artık.

    Çünkü biz ne zaman birini anlamaya çalışsak, ne zaman biriyle yürekten bir bağ kurmak istesek, ne zaman birinin acısını içimize çekip onunla birlikte susmayı, onunla birlikte yutkunmayı göze alsak, o kişi, anlaşıldığını hissettiği anda bize yakınlık duymaya başlıyor.
    Bu doğrudur, doğaldır da. Çünkü insan, kendini anlayanla bağ kurar.
    Ama o bağ, çoğu zaman sanıldığı kadar derin değildir. O bağ, çoğu zaman gelip geçici bir ihtiyacın yansımasıdır sadece.
    O an oradayızdır, dinlemişizdir, anlamışızdır ve evet, onun yarasına iyi gelmişizdir.
    Ama bu, iyileştirdiğiniz birinin sizde kalması, sizinle bir ömür yürümek istemesi anlamına gelmez.

    İşte orada devreye başka bir farkındalık giriyor: İnsan, karşısındakini sadece insan olarak görmediğinde, yani onu bir cinsiyet kimliğiyle okumaya başladığında, işler daha da karmaşıklaşıyor.
    Kadın ya da erkek oluşumuz, o duygusal paylaşımın tonunu değiştiriyor.
    Çünkü biri sizi anladığında, hele ki bu kişi karşı cinsten biri olduğunda, o anki duygusal boşlukla birlikte bu bağa fazladan anlamlar yükleniyor.
    Oysa her duygusal yakınlık bir ilişkinin ilk adımı değildir.
    Biri sizi teselli etti diye her gün teselli edilmek, biri sizi anladı diye her an anlaşılmayı beklemek, birinin iyi niyetini sonsuz bir sadakat vaadi gibi okumak…
    Bunlar insanı da ilişkileri de yorar.

    Bazen sadece oradayızdır.
    Sadece dinlemişizdir.
    Sadece anlamış ve yanında durmuşuzdur.
    Bu, bir söz değildir.
    Bu, bir “hep seninle olacağım” demek değildir.
    Bunu yanlış anladığınızda, size şefkatle yaklaşanı duygusal bir oyun nesnesine dönüştürdüğünüzde, o kişinin yavaş yavaş sizden uzaklaşacağını hiç düşünmez misiniz?
    Kimi zaman bir insanı, sadece o an için iyi hissettirdi diye hayatınızda tutmak istersiniz, yeniden düştüğünüzde sarılacak biri olsun diye…
    Ama insanlar oyuncak değildir.
    Onlar da kırılır.
    Onlar da yorulur.
    Onlar da bir gün, kendilerini yok sayanı yok saymayı öğrenir.

    Ve işte o gün geldiğinde, bir zamanlar size bütün kalbiyle yaklaşan o kişi artık yoktur.
    Gölgesi bile yoktur yanınızda.
    Sizi unutur, çünkü siz onu “hatırlanacak” biri gibi yaşatmamışsınızdır zaten.
    Ve kalırsınız bir başınıza, sadece ihtiyacınız olduğunda hatırladığınız insanları artık çağıramayacak kadar sessiz bir yalnızlıkla.

    Çünkü bazı insanlar ilişki kurmayı bilmezler, sadece bağ kurar gibi yaparlar.
    Onlar için anlayış, sadece kendi ihtiyaçlarını karşılayana kadar vardır.
    Sizi dinler gibi yaparken aslında kendi içlerindeki boşluğu doldurmaya çalışırlar.
    Ve siz, anlamaya devam ettikçe, onlar boğmaya başlar.
    Sevgi adı altında, ilgi süsüyle üzerinize abanırlar.
    Kendilerini merkez yapıp sizi çevrelerine dolamaya kalkarlar.
    Oysa sevgi böyle yaşanmaz.
    Anlamak böyle hissedilmez.
    Hiç kimse sizi boğmasın diye, önce siz kendinize nefes boruları açmalısınız.
    Sınırlarınızı net çizin.
    Çünkü gerçekten seven, sizi tüketerek değil, büyüterek var olur hayatınızda.
    Ve siz, artık şunu bilmelisiniz:
    Kimseyi boğmadan sevmek mümkünse, kimsenin sizi boğmasına izin vermeden yaşamak da mümkündür.

    Devamını Oku

    BEKLENTİ SİZSİNİZ

    BEKLENTİ SİZSİNİZ
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Hepimiz aslında aynı yerden başlarız hayata. Tamamen masum ve tamamen bilinçsizce. İçgüdüler yönlendirir bizi ve ağlayarak, uyuyarak ya da gülerek etrafımızdakilere bizim için ne yapmaları gerektiğini anlatmış oluruz. Hem biz hem de onlar için öğrenme ve dolayısıyla bir şekillenme başlamış olur. Önce açlık, sonra ise güvende hissetmek dürtüsüdür bizi tamamen birbirimize bağlayan. İşte doğduğumuz anda başlayan bu açlık ve güvenme hissi bir ömür bizimle olacak yegâne şeylerdir.

    Yeni doğan bilmez ama aileniz beklentilerle dolar yavaş yavaş. Siz büyüdükçe beklentiler de sizinle beraber büyür gider. “Hele bir dişi çıksın da” diye başlar, “hele mezun olsun da”, “hele bir evlensin de” demelerle devam eder. Oysa hayat herkes için farklı ilerler, sizin beklentilerinizin çok dışında yaşantılar ortaya çıkabilir. Çünkü insanlar sizden olmalarına, sizin genlerinize sahip olmalarına rağmen bambaşka düşleri ve hayalleri olan, bambaşka bireylere dönüşebilirler. Siz tüm beklentilerinizi ortaya dökmüş dahi olsanız, onlar sadece kendi anladıkları ve kendi doğruları kadar, yani kendilerince bir şeyler yapacaklardır ve bu da sizin beklentilerinizi karşılamayabilir, hatta tam bir hayal kırıklığı da yaşayabilirsiniz. İşte bunu fark ettiyseniz, bence yapılacak en iyi şey çoğu beklentiden kurtulmak olmalıdır derim. İnanın bana, beklenti olmayınca ne umurunuzda oluyor ne de kalbiniz kırılıyor.

    Sadece ailenizle sınırlı değildir beklentiler. Hayatın tam da içindeyken, en sıradan anlarda, sanki hiçbir şey olmuyormuş gibi görünen o suskun zamanların içinde bile fark etmeden bir şeyler bekleriz. Bir ses, bir söz, bir tebessüm, bir yakınlık, bir omuz, bir anlayış, belki sadece anlaşılmak… Ve bütün bu beklentileri çoğu zaman ne kendimize itiraf ederiz ne de karşımızdakine açıkça söyleriz; çünkü sanki birinin bizi anlaması, fark etmesi, ihtiyacımızı görmesi, içimizden geçeni sezmesi zaten “normal”miş gibi davranırız — oysa değildir.

    Bazen bir günde kaç kişiden, kaç bakıştan, kaç cümleden ne kadar çok şey beklediğimizi düşünsek, belki de bir an için durur, kendimizden bile utanırız. Çünkü içimizde görünmeyen, adı konmamış, çoğu zaman da çocukluktan kalma yaralardan beslenen öyle bir “beklenti defteri” var ki, biz yazmıyoruz ama o kendiliğinden doluyor, sayfa sayfa, satır satır… İşin daha da tuhafı, çoğu zaman günümüzün nasıl geçtiğine dair hissettiğimiz o belirsiz “iyi miyim, kötü müyüm” duygusu bile, aslında o defterde karşılığı olanlarla ya da olmayanlarla şekilleniyor.

    Beklentiler bir ihtiyaçtan değil, bir ezberden geliyor bazen; çünkü sevilmeye değer olmak için görülmek, anlaşılmak, hatırlanmak gerektiğine inandırılmış bir tarafımız var içimizde ve bu taraf, çoğu zaman suskun ama talepleri büyük bir çocuk gibi, karşımızdakinden sürekli bir şeyler bekliyor. Oysa belki de karşımızdakinin de kendi içinde ne çok beklentisi, ne çok yorgunluğu, ne çok sessizliği var, biliyor muyuz? Bunu bilmediğimiz için fark etmeden yükleniyoruz insanlara, yükleniyoruz hayata, bazen en yakınımıza, bazen sadece bir selam verdi diye bir yabancıya bile; çünkü içimizde bir ses “biri beni görsün” diyor ama dışımızda hiçbir şey belli etmiyoruz. Sonra da karşılık gelmeyince üzülüyoruz, kırılıyoruz, kendi içimize çekilip “neden yine olmadı” diye üzülüp susuyoruz.

    Oysa durup kendimize sorsak, bu kadar çok beklenti neden? Neden diğer insanlardan bir şeyler bekliyoruz, gerçekten ihtiyacımız olduğu için mi, yoksa bir boşluğu başkasıyla doldurabileceğimize inandığımız için mi, kim bilir? Belki de en çok kendimizden uzaklaştığımız için bu kadar çok şey bekliyoruz herkesten ve her şeyden. Aslında ne zaman ki, kimseye bir şey borçlu olmadığımızı, kimsenin de bize bir şey borçlu olmadığını, içimizdeki o eksikliği kimsenin tamamlamasının gerekmediğini anlıyoruz — işte o zaman başlıyoruz hafiflemeye. Çünkü beklenti azaldıkça özgürlük artıyor, yük hafifliyor, kırgınlıklar da birer birer siliniyor. O halde; öncelikli tek beklenti sizsiniz!

    Beklentisizlik, bir vazgeçiş değil; tam tersine, gerçek gücün, gerçek tamlığın sessiz ifadesi. Kimseden bir şey beklemediğimizde, kimseye yaslanmadan yürümeyi öğrendiğimizde, kimse gelmese de yola devam edebildiğimizde, işte o zaman kendi kendimize yetmeyi öğreniyoruz ve bu öğreniş beraberinde huzuru da getiriyor.

    Ve belki de her şeyin sonunda anlıyoruz ki, birinin bizi anlamasını beklemek yerine, kendimizi anlamakla başlamalıydık her şeye. Çünkü ne kadar çok şey bekliyorsak, o kadar az şeye sevinir hâle geliyoruz. Beklentimiz büyüdükçe, kalbimiz küçülüyor sanki… Oysa beklenti olmadığında, küçücük bir şey bile kalbimizi ısıtıyor; çünkü ona ihtiyacımız yokken geldiği için gerçekten değerli oluyor.

    O yüzden artık duralım, yormayalım kendimizi ve beklentileri en aza indirelim. Sıfıra indiremesek de en azından deneyelim… Çünkü inanın, insanı en çok yoran şey beklentiler değil; beklentilerin neden karşılanmadığını sorgularken kendimize ve karşımızdakine yüklediğimiz anlamlardır.

    Devamını Oku

    IŞIĞINI KORUMAK

    IŞIĞINI KORUMAK
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Bir ilişkinin bitişi her zaman gürültülü olmaz. Bazen sadece gözlerdeki ışık söner, cümleler yarıda kalır, dokunuşlar yabancılaşır. Ama bazı ayrılıklar vardır ki, insanın içini susturur. Yanımızda sandığımız biri çoktan başka bir yola sapmıştır da biz hâlâ aynı yolda, yan yana yürüdüğümüzü sanırız. Meğer çoktan yalnız kalmışızdır da fark etmemişizdir. İhanet gerçeğiyle yüzleştiğimiz anda ise sadece bir insanı değil, ona duyduğumuz sevgiyi, inancı ve güveni de yitirdiğimizi anlarız. İşte o an, yalnızca bir kalbin kırılması anı değildir; bir hayatın dengesinin sarsılışı, bir ruhun çatısının çöküşüdür.

    Sevgi bir seçimdir, sadakat da öyle. Kimse mecbur değildir; ama seçtiğiniz yolun sorumluluğu da kendinize aittir. İhanet ise yalnızca bir kişinin başka birine sadakatsizliği değildir. Aynı zamanda güvenin, beraber kurulan hayallerin, paylaşılan suskunlukların, geçmişin ve geleceğin reddidir. Çoğu zaman “bir anlık hata” diye geçiştirilmeye çalışılsa da, birini aldatmak aslında son derece bilinçli bir tercihtir. Kimse kimseye yanlışlıkla ihanet etmez. İhanet, durup dururken düşülen bir çukur değil, adım adım yürünmüş bir yoldur.

    İşte bu yüzden, bu acı öyle kolay kolay geçmez. İçimizde kabaran öfke, bastırdığımız haykırışlar, başkasının neden olduğu bir enkazı temizlemeye çalışırken hissettiğimiz yorgunluk… Bunların hepsi aynı çöküşün farklı yüzleridir. Bu noktada belki de çoğumuzun içinden geçen ilk duygu, intikam arzusu olur. “Bana bunu yapan, bir şekilde bedelini ödemeli,” der iç sesimiz. Kimi zaman bağırmak isteriz, kimi zaman kapıları çarpıp gitmek… Ama en çok da içimizde hissettiğimiz o derin boşluğu bir tepkiyle doldurmak isteriz. Çünkü acının en çaresiz hâli, sessizliktir. Ancak tam da burada durmamız gerekir. Çünkü insan sadece başına gelenle değil, ona nasıl karşılık verdiğiyle tanımlanır. Ne kadar öfkelenip kırılsak da düşünmeden hareket ettiğimizde kaybeden biz oluruz. Kendimizi değil, içimizdeki değeri yitirmeye başlarız.

    Oysa olgunluk, öfkeyle değil, farkındalıkla davranabilmektir. Ne yaşamış olursak olalım, ne kadar incinmiş olursak olalım; en erdemli olan yol, zarar vermemeyi seçmektir. Çünkü iyilik, sadece başkalarına değil, en çok da kendimize duyduğumuz saygıdır.

    O yüzden en doğru yol, sessizce bir sınır çizmek ve oradan uzaklaşmaktır. Haykırmadan, yakıp yıkmadan, sadece gitmek… Çünkü bazı vedalar, kalbi korumanın tek yoludur. Unutmayın ki; gerçek güç, intikamda değil, zarafette gizlidir. Bize yakışan, başkasının karanlığına girmek değil, kendi ışığımızı korumaktır.

    Belki de bu son, bizim için çok daha hayırlıdır. Belki kapanan kapılar, başka duvarların yıkılmasını sağlar ve bu yıkıntılar da içeriye daha fazla ışık girmesi içindir, kim bilir? Belki bu yıkım, içimizde yeni bir hayatın filizlenmesine zemin hazırlıyordur.

    Unutmayalım… Kırıldığımız yerden güçlenebiliriz. Ama o gücü, bir başkasını yaralayarak değil, kendimizi onararak kazanmalıyız. Herkes kendi yaptığından sorumludur. Ve bizim sorumluluğumuz, incinsek de incitmemek, yorulsak da yoldan çıkmamaktır.

    Çünkü sonunda, yine iyilik kazanır.
    Yine kendine yakışanı yapan kazanır.

    Devamını Oku

    YIKINTILAR ARASINDA

    YIKINTILAR ARASINDA
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Birini sevmek çok özel bir şeydir. Hele bu sevgi karşılıklıysa… Her şeyiyle kabullenirsin onu. Güzellikleriyle, eksikleriyle, geçmişiyle, geleceğiyle. Onu düşünürsün, onun iyiliğini istersin. Hayallerinde hep o vardır. Bir şey anlatırken onun da duymasını, bir şey yaşarken onun da yanında olmasını dilersin. Kalbinin tam ortasına yerleştirirsin adını ama en kıymetlisi, en kırılganı güvendir. Çünkü sevgi yürekte başlar ama güven, sırtını yasladığın yerdir. İnandığın. Teslim olduğun. “Bu bana asla yapmaz.” dediğin yerdir.

    Ve işte tam da oradan vurulursa insan, bir daha kimseye aynı şekilde bakamaz. Kalbin değil artık, şüphen konuşur. Her söze mesafe koyarsın, her gözde başka bir niyet ararsın. Sadece karşındakini değil, artık kendini de sorgularsın: “Nasıl bu kadar inandım? Neyi göremedim?”

    Güven bir kere kırıldığında, sevgi bile onun yerine geçemez.

    Sonra fark etmeden bir şey değişir içinde. Güzel bir söz duysan bile inanmazsın. Birisi “Yanındayım.” dese, “Şimdilik.” dersin içinden. Kendi kendine “Ya yine yıkılırsam?” diye sorarsın. Çünkü bir kere kandırıldıysan, bir daha aynı saflıkla güvenmek kolay değildir. Artık sevgi bile temkinlidir sende; ileri gitmek isterken geri çekilirsin. Adımların dikkatli, duyguların kontrollü olur.

    Ve her şey gibi o da yorucudur.

    Ama en çok da bu yük yorar insanı. Güvenememek bir koruma değil, bir esarete dönüşür zamanla. Kalbinde hep bir dikenle yürümek gibi… Hep tetikte, hep hazır, hep bir adım geride kalmak… İnsan bazen bu halinden de yorulur. İçten içe değişmek ister. O duvarlar yıkılsın, içeriye güneş sızsın, biri gelsin ve gerçekten “kalabilsin” ister. Ama nasıl? Hangi söz inandırır artık, hangi davranış yeter o kırılmış kalbe?

    Bazen gecenin sessizliğinde, kendiyle baş başa kaldığında, “Keşke böyle olmasaydım.” der. “Keşke hâlâ inanabilseydim.” Ama o kadar derin kazınmıştır ki kırgınlık, kelimeler yetersiz kalır.

    Ve işte insan, bazen güvenememekle, aslında hâlâ çok güvenmek istemesi arasında sıkışıp kalır.

    Bu, sadece bir korku değil, içten içe taşıdığı büyük bir yalnızlıktır.

    Bir gün birisi seni gerçekten sevmeye çalışır. Yaklaşır. Yıkıntılar arasındaki kalbine dokunmak ister. Ama artık sen, istemsizce öyle duvarlar örmüşsündür ki; sadece onu değil, belki kendini bile içeri almıyorsundur. Çünkü yeniden kırılmak istemiyorsundur. Sevmenin kendisi değil, incinmenin ihtimali yorar seni.

    Bir cümleye bile anlam yüklemeden önce, “Bunu neden söyledi?” diye düşünürsün. Gülerken tetikte, severken mesafeli olursun. Kalbin açık gibi dursa da, sen çoktan o duvarların ardına çekilmişsindir.

    Kimseye anlatmadığın bir savaş vardır içinde. Güvenmek ile korkmak arasında gidip gelirsin.

    Güzel bir şey yaşamak istersin ama kendine bile söyleyemediğin o cümle hep aklındadır:
    “Ya yine aldanırsam?”

    Ve işte o yüzden, bir kere gerçekten kırılan, sadece bir kişiye değil, bazen bütün insanlara mesafe koyar.

    Ve bazen en çok sevilmeyi hak eden insanlar, bu yüzden en ulaşılmaz olanlardır.

    Devamını Oku

    TOPRAĞA DÖNÜŞ

    TOPRAĞA DÖNÜŞ
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Uzun yıllar boyunca masa başında çalıştım. Ofislerde, bürolarda, düşünmeye dayalı işler içinde var oldum. Zihinsel olarak yoruldum ama bunu çoğu zaman fark etmedim çünkü fiziksel bir yorgunluk olmayınca, yorgunluk da yok sanılıyordu. Emekli olduğumda ne yapacağımı bilemedim. Alışkanlıklar, programlanmış gibi geçen günler bir anda yerini sessizliğe ve boşluğa bıraktı.

    Sonra küçük bir toprak parçası aldım. İçimdeki o belirsizliği elimle kazmaya başladım. Kendime bir bağ evi yaptım. Önündeki tarlayı sürdüm, içindeki taşları ayıkladım. Ayıkladığım taşlarla kendime bir yol döşedim; sadece toprağın üstünde değil, hayatın içinde de yürüyebileceğim bir yol…

    Şimdi her sabah uyandığımda penceremden ilk gördüğüm şey, güneşin yeşilin üzerine düşen yumuşak ışığı oluyor. Bir ağacın yaprağının sabah serinliğinde usulca kıpırdamasını izliyorum. Kuşlar gün doğarken cıvıldamaya başlıyor, sanki her sabah yeniden uyanmayı kutluyorlar. Önümden usulca akan derenin sesi öyle derin, öyle ritmik ki bazen dakikalarca başka hiçbir şey düşünmeden sadece onu dinliyorum. O su sesiyle birlikte içimdeki karmaşa da akıp gidiyor sanki.

    Akşamlar bir başka güzel… Güneş dağların ardına çekilirken gökyüzü pembeyle turuncunun tonlarında boyanıyor. Doğa usulca susuyor ama bu sessizlik çorak değil. Şehirdeki trafik uğultusunun yokluğu bir kayıp değil, aksine büyük bir kazanım. Çünkü burada sessizlik, doğanın sesiyle dolu: bir kurbağanın seslenişi, yaprakların fısıltısı, uzaktan gelen bir baykuş sesi… Her şey yerli yerinde ve tam da olması gerektiği gibi.

    Her zaman müzik dinlemeyi çok seven biri oldum. Hayatım boyunca kendimi müzikle rahatlattım, müzikle dinlendim. Ama bu bağ evine geldiğimden beri fark ettim ki artık müziği daha az açıyor, doğayı daha çok dinliyorum. Rüzgârın uğultusu, yaprakların hışırtısı, toprağın çıtırtısı, bir serçenin ani kanat sesi… Her biri kendi melodisini sunuyor bana. Sanki doğa, içimdeki boşlukları müzikle değil, bizzat kendi varlığıyla dolduruyor.

    İçimde, yeni bir oyuncak alınmış çocuklarınkine benzer bir sevinç var. Onların yeni oyuncaklarıyla oynamak için duydukları heyecan ve heves misali, ben de bu bağ evine gelmek için, burada zaman geçirmek için, toprağa bir şeyler ekmek ya da sadece bir taşı yerinden oynatmak için bile can atıyorum. O çocukça heyecan, o saf mutluluk her gün biraz daha büyüyor içimde.

    İlk başta korktuğum bu yeni hayat, şimdi beni en az yoran, en çok besleyen yer oldu. Ellerim çamura bulaştıkça zihnim temizleniyor. Bu çelişki gibi görünen denge, bana doğanın gerçek iyileştirici gücünü gösterdi. Fiziksel emeğin içinde bulduğum huzur, yıllarca masa başında, ekranlar arasında arayıp da bulamadığım bir derinlik taşıyor. Toprakla uğraşmak sadece bedeni değil, ruhu da çalıştırıyor.

    İnanılır gibi değil ama tüm kariyerim boyunca zihinsel işlerle meşgul olmuş bir kadın olarak şimdi bir kürekle, bir çapa ile ya da bazen sadece çıplak ellerimle yaptığım işler beni çok daha az yoruyor. Üstelik tarifsiz bir mutluluk veriyor. Çünkü toprağın içinde insan kendi köklerini buluyor.

    Bazen insan, kendine en uzak sandığı yerde en çok kendine yaklaşırmış. Doğa yalnızca ürün vermiyor; huzur da veriyor, denge de… Ve inanın, toprakla kurulan bu derin bağ bütün unvanlardan, kariyerlerden, planlardan daha gerçek, daha kalıcı.

    Ve zamanla anladım ki, insanın gerçek huzuru aradığı yerler ne kadar karmaşık, ne kadar yapay olursa olsun; cevabı hep en yalın olanda saklıdır. Doğayla bir olmak, onunla birlikte akmak… Asıl bütünlük orada başlıyor. Çünkü insan, toprağı unuttukça kendini de unutuyor. Oysa bir gün, hepimiz yeniden toprağa döneceğiz. Doğanın bir parçası olarak geldiğimiz bu dünyadan, yine onun koynuna gömülerek ayrılacağız. Bu kaçınılmaz döngüyü unutmadan yaşamak, toprağa sadece ölümle değil, hayatla da bağlanmak… İşte gerçek huzur, tam da burada başlıyor.

    Devamını Oku

    KENDİMİZİ DİNLEMEK

    KENDİMİZİ DİNLEMEK
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Güne başladığımız o ilk andan itibaren duymaya ve dinlemeye başlarız her şeyi ve herkesi. Hatta belki de bir müzik ya da televizyon açarız bize eşlik etmesi için. Şarkıya eşlik ettiğimiz de olur, sadece duyduğumuz da. Günlük rutinlerle uğraşırken gelen sorulara ve taleplere de cevap veririz, otomatiğe bağlanmış gibi. Gözlüğünü ya da tişörtünü bulamayandan, en çok acıkanına kadar birçok ses ve talep yığılmıştır daha günün ilk saatlerinde. Bunlar tatlı telaşlardır ve bunu, bu sesleri yitirmiş olanlar çok daha iyi bilirler.

    Günün ilerleyen saatlerinde herkes kendi yoluna koyulur. Evli evine, köylü köyüne gider ve kendinizle baş başa kalırsınız. Belki bir kahve alır, yoğun trafiğin gürültüsü eşliğinde ya da kuş cıvıltıları eksik olmayan bahçenizde bir mola verirsiniz. Birileri arar ya da gelirlerse onları da dinlersiniz; bazen destek olur, bazen de üzülmemeleri gerektiğini salık verirsiniz. Hatta bazen saçmalayıp gülme krizine girersiniz. Tüm bu akış içinde, kimi zaman yalnız kaldığımızı düşünsek bile yine de dış dünyanın sesi bir şekilde bizde yankılanmaya devam eder. Mesela evi temizlemeye başladığınızda, elektrik süpürgesinden tutun da kullandığınız her şeyin sesine maruz kalırsınız. Günün sonunda hissettiğiniz yorgunluk ise sadece fiziksel değildir. Fark etmeseniz de bu maruziyet belki kafanızı da şişirmiştir. Çevrenizdeki her şeyin sesi sizi yorarken, bir an durup düşündünüz mü: Bu seslerin arasında kendinizin sesini duyabiliyor musunuz?

    Hayatın sesleri içinde devinip dururken kendimizi ne zaman dinleriz peki? Kendimizle konuşur muyuz? Gerçek anlamda “Nasılsın?” diye sorar mıyız hiç? Yaşananları düşünüp ya da derdimizi dillendirip, kendimize destek olur muyuz? Yüreklendirip, yola devam edebilmek için gereken gücü verir miyiz kendimize? Başardıklarımızla gurur duyup, hayattan aldıklarımızın hazzını içimizde hisseder miyiz? Yoksa bunu illa ki başka birinin mi yapması gerekir? Birilerine anlatıp, onlardan medet mi umarsınız? Emin olun ki sizi en iyi anlayan yine sizsinizdir. Gerçekten yüreğinizin, hissettiklerinizin, acınızın, tatlınızın ve daha binlercesinin arasında esas olanı bilen sadece sizsinizdir. Aslında her derdin çaresizi değil, çaresi de yine sizsinizdir.

    Çünkü insan, kendiyle kurduğu bağ kadar güçlenir. Kendini duyan, anlayan, sarıp sarmalayan kişi; dış dünyanın karmaşası içinde kaybolmaz. Kendini dinlemek, sadece bir mola vermek değil; aynı zamanda içsel bir yenilenme sürecidir. Kendi iç sesimizi duyduğumuzda, gerçekten ne hissettiğimizi, neye ihtiyaç duyduğumuzu anlarız. Bu farkındalık; özgüvenimizi besler, karar alma becerimizi artırır, ilişkilerimizi daha sağlıklı hâle getirir. Kendimize verdiğimiz değer ve gösterdiğimiz şefkat, başkalarının bize sunduğundan çok daha derin ve gerçek bir iyileşme sunar. İşte bu yüzden, zaman zaman dış dünyanın sesini kısıp kendi içimize kulak vermek, en büyük ihtiyaçlarımızdan biridir. Çünkü insan, en çok kendisine iyi geldiğinde gerçekten iyi hisseder.

    Devamını Oku

    Güller

    Güller
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Rahmetli annem gülleri çok severdi, özellikle de kokulu olanları. Ne zaman bahçeli bir yere ya da mezarlık ziyaretine gitsek, gördüğü güllerin hepsini koklar, beğendiklerinden bir dal koparıp yetiştirmeye çalışırdı. Yıllarca uğraştı ama bir gül bahçesine sahip olamadı. Yine de pes etmedi; sağdan soldan kopardığı dalları bardakta köklendirip, sonra evimizin önündeki küçücük toprak alana dikti. O güllerinin bir gün açacağına olan inancından asla vazgeçmedi.

    Annemi yıllar önce kaybettim, ancak bahçemize ektiği güllerin hâlâ orada olduğunu yeni fark ettim. Küçük bir taş çemberin içinde, etrafı arsızca büyüyen otlarla kaplanmış hâlde duruyorlardı. Beni harekete geçiren şeyin ne olduğunu bilmiyorum ama elime budama makasını alıp annemin ektiği gülleri kapatan tüm gereksiz otları temizledim. Birkaç gün sonra balkona çıktığımda gözlerime inanamadım. Güllerin hepsi tomurcuklanmış ve o taş çevrili mini bahçeye bir renk gelmişti. Sarı, pembe ve kırmızı tomurcuklar vardı ve hepsi adeta güneşe kendilerini sunmuş, neşe içinde açılmayı bekliyor gibiydiler. Bu yazıyı, o güllerin hepsinin açtığını görerek şaşkınlık içerisinde yazdığımı itiraf ediyorum.

    Yaşadığım, gördüğüm pek çok olay ya da durumu hayatla veya kendimizle bağdaştırmadan duramadığım bir yanım var. Açıkçası, bu durum bana başka bir gerçeği düşündürdü: Belki de biz de o güller gibiyiz. Yıllarca olduğumuz yerde, etrafımızı saran yabani otların, yani hayatımızı boğan unsurların içinde kaybolmuş hâlde bekliyoruz. Güller, çevrelerindeki gereksiz çalılar temizlenince nasıl ışığa kavuşup açtıysa, biz de bizi boğan fazlalıklardan kurtulduğumuzda nefes alabiliriz.

    Etrafımızda bizi sarmalayan, sıkıştıran, güneşimizi kesen ve belki de bizim sayemizde varlığını sürdüren arsız düşünceler, alışkanlıklar, insanlar ya da korkular var. Onların yok edilmesiyle, fark edilmeden yaşadığımız hayat bir anda çiçeklenebilir. Hatta tek başımıza buna gücümüz yetmiyorsa bile, belki bir gün biri gelir ve üzerimizdeki yükleri kaldırır. Kim bilir? Ne şekilde olursa olsun, önümüzü tıkayan şeylerden arındığımızda hayatın gerçek güzelliğini fark edebiliriz.

    Bazen farkında olmadan bizi sınırlayan düşüncelerle ya da başkalarının üzerimize yüklediği kalıplarla yaşamaya alışırız. Ancak bazı tabuları yıkmanın, biraz daha kararlı olmanın ve en önemlisi kendimiz için bir şeyler yapmanın zamanı gelmedi mi? Özünüzdeki gücü fark edip ışıl ışıl parlamanızı engelleyen şey belki de sadece kendi zihninizdir. Önce kafanızın içini, sonra da çevrenizi temizleyerek hayatın en güzel hâlini görebilmek için atacağınız adım için hâlâ geç değil!

    Ve belki de en önemlisi, tıpkı o güllerin onları boğan otlardan kurtulduğunda yeniden tomurcuklanması gibi, bizim de içimizde her zaman bir yenilenme gücü olduğunu unutmamamızdır. Hayatın bize sunduğu her mevsimde, bazen budanmaya, bazen de güneşi hissetmeye ihtiyacımız var. Engelleri kaldırdığımızda, üzerimizdeki yüklerden kurtulduğumuzda, tıpkı o güller gibi biz de ışığa dönebilir, en güzel hâlimizle açabiliriz.

    Son olarak diyorum ki; hemen şimdi başlayın. Kendi bahçenizi temizleyip, bizi biz yapan renkleri ortaya çıkarmanın tam zamanı belki de bugündür.

    Devamını Oku

    DEĞİŞİM İYİDİR

    DEĞİŞİM İYİDİR
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Hayat, çoğu zaman rutinlerden ibarettir. Birbirine benzer günler, birbirini kovalar durur ardı ardına. Bir süre sonra bu rutine alışır ve belki rahatsız olmaya bile başlarsınız; ancak rutinin dışına çıkmaya da cesaret edemezsiniz. Çünkü orada bir düzen oluşmuştur ve sizi -rutini yaşamak pahasına bile olsa- bir şeylere bağlar. Her gün yaptıklarınızı benzer şekilde yapmak, ne yapacağınızı bilmemekten daha iyi bile olabilir.

    Sıradan olduğunu düşündüğünüz ve sıkıldığınız hâlde yaptığınız şeylerin olacağı bir güne daha uyandığınızda, beklenmedik bir haber ya da olayla karşılaştığınızı ve bu rutinlerin hiçbirini yerine getirmediğiniz bir gün geçirdiğinizi hayal edin. İşe gidemediğinizi, ödemelerinizi yapamadığınızı, varsa çocuklarınızı okula bırakamadığınızı, birçok şey için birçok yere hesap vermek zorunda kaldığınızı, her günden daha fazla koşturduğunuzu ve daha fazla konuştuğunuzu hayal edin. Bu karmaşa sizi o kadar yorar ki, kendinizi tekdüze hayatınızı özlemekten alamazsınız. Bir anda her şey değişip sizi hazırlıksız yakaladığında olan, sadece ne yapacağınızı bilememenizden kaynaklanan endişedir aslında.

    Biz insan olarak her şeye ve her duruma öyle ya da böyle alışırız nihayetinde. Elbette ki rahata alışmak çok kolayken, zora alışmak kolay değildir. Hayatınızı kökten değiştirecek kadar büyük olmasa da değişim iyidir aslında. Hem rutini bozmuş hem de yeni şeyler deneme ve öğrenme fırsatı yakalamış olursunuz. Bunlar da hayatınıza renk, heyecan, farkındalık, üstüne üstlük bir de başarırsanız ilave özgüven bile katabilir. Herkes doğar ve büyür. Büyürken öğrenir, öğrendikçe gelişir. Bazı şeyleri acı çekerek, bazı şeyleri kolayca, bazı şeyleri eğlenerek, bazı şeyleri okuyarak, bazı şeyleri bizzat yaparak yaşayarak, bazı şeyleri de istemeden başkalarının yaptıklarını gözleyerek öğrenir; ama öğrenir. Bir de öğrenmediklerimiz, hatta öğrenemediklerimiz var. Hayatımızı idame edecek kadarını bilmek, hayatta kalmak için yeterliyken, daha farklı şeyler yapabilmek için daha fazlasını öğrenmemiz gerekir. İnsanı diğer yaratılmışlardan ayıran da bu değil midir zaten?

    Sürekli gelişebilen insan, öğrendikçe tecrübeli hâle gelir ve kendini gerçekleştirebilir. Yaparak yaşayarak öğrenme ise öğrenmelerin en kalıcısıdır. Asla yapamayacağınızı düşündüğünüz şeyleri bile yapmak zorunda kalarak öğrenirseniz, bir süre sonra o şeyin aslında o kadar da zor olmadığını göreceksiniz. Bu, her şeyi yapabileceğiniz anlamına gelmese de bir takım şeyleri diğerlerinden daha iyi yapmak, sizi bir süre sonra farklı kılacaktır. Gelecek bir zamanda geçmişinize bakıp birçok değişik şey yaşamış, tecrübe edinmiş ve hikâyeler biriktirmiş biri olmak istemez miydiniz? Tekdüze bir hayatın sahibi, sadece elindekiyle yetinirken geleceği için kendini tekrarlamaktan başka ne yapmıştır? Oysa rutinleri yıkma cesareti gösterenler, durmadan yeni bir şeyler daha katacaktır hayatına. Güncellenmiş, yenilenmiş ve daha fazlasını biriktirmiş olmak, size farkındalık; kişiliğinize ise farklılık ekleyecektir. Sizin için, kendi adıma, hayatınızdaki rutinlerin güzelliklerle yer değiştirmesini diliyorum.

    Devamını Oku

    GERÇEK SEVGİ

    GERÇEK SEVGİ
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Hayat yolunda pek çok insanla karşılaşırız. Bazıları bize kendimizi iyi hissettirir, ama bazıları çok daha fazlasını yapar –bizi adeta bir prens ya da prenses gibi hissettirir–. İşte o insanlar hayatımıza girdiklerinde, onlara güvenmekten çekinmeyiz. Hem de ölümüne güveniriz. Onlarla bir yola çıkar, en saf duygularımızla bağlanırız. Sevdiğimiz insan için her şeyi yaparız. Onun için saçımızı süpürge eder, hayatımızdaki birçok şeyi değiştiririz. Onu korur, kollar, kimseye laf söyletmeyiz. O bizi sevdiğini, değer verdiğini hissettirdiği için biz de onu aynı şekilde sahipleniriz.

    Ancak gün gelir, hiç ummadığımız yerden bir darbe alabiliriz. Önce inanmak istemeyiz. En çok da kalbimiz kırılır, zaten her zaman en büyük hayal kırıklıkları en derin sevgilerden doğmaz mı? Gerçekten sevdiğiniz, size değerli olduğunuzu en çok hissettiren o kişi, bir gün gelir ve sizi en değersiz hissettiren kişi olabilir. Ona duyduğunuz güven ve sevgi nedeniyle, uğradığınız hayal kırıklığı ise başka hiçbir acıya benzemezken, zamanla aslında kullanılmakta olduğunuzu fark edersiniz. Yaşadığımız bazı olaylar, haksız yere suçlanmaların ardından içimizi kemiren şüpheler, arkamızdan dönen oyunlara şahit oluşlar başlar ve tüm bunlar bir gerçeği gün yüzüne çıkarır: Biz saf bir sevgiyle bağlanmışken, karşımızdaki kişi belki de bu oyunu sadece kendi çıkarları için oynamaktadır.

    Ve işte o zaman asıl kırılma yaşanır. Sevdiğiniz insanın sizi gerçekten sevmediğini, sadece kendi egosunu beslediğini anlamak, ruhunuzu paramparça eder. İçinizde ne varsa dökülür, erir, tükenirsiniz. Ama yine de bir gün bile pişman olmazsınız. Çünkü siz, gerçekten sevmişsinizdir. Seviyormuş gibi yapan, sevgiyi bir oyun sanan kişi ise aslında uzun vadede kaybedendir. Gerçek sevgi, koşulsuz ve yürekten olandır. Gerçek sevgi; karşılık beklemeyen, hesap yapmayan, olduğu gibi hissedilen bir duygudur. İşte bu yüzden, sevginin kıymetini bilenler her zaman kazanan olur. Sevgiyi bir oyun gibi görenler ise er ya da geç, bu oyunun içinde kaybolmaya mahkûmdur.

    Her ne kadar bu tür hayal kırıklıkları ruhumuzu derinden sarssa da, aslında bize çok önemli bir ders verir. O da; sevgiyi gerçekten hak eden insanlara vermemiz gerektiğidir. Kalbimizi her önümüze çıkana açmak yerine, onun değerini bilenleri hayatımıza almalıyız. Bunu anlamak için de hislerinize ve tecrübelerinize güvenmeli, en ufak bir şüphe bile varsa yalnız kalmayı seçmelisiniz. Gerçek sevgiyi hak etmediğini düşündüğünüz an, bırakın gitsinler. Çünkü gerçek sevgi, iki tarafın da birbirini aynı saflıkta hissetmesiyle anlam kazanır. Birini sevmek, sadece onun yanında olmak değil, onun mutluluğunu da içtenlikle istemektir.

    Siz sevgiye oyun gibi yaklaşan insanlar, er ya da geç maskelerinizin düşeceğini ve gerçek yalnızlığın, sahte sevgiler içinde kaybolmak olduğunu fark edeceksiniz. Biz gerçekten sevenler ise sevmenin, incinsek bile pişmanlık duymayacak kadar güzel bir şey olduğunu bilerek yolumuza devam edeceğiz. Hepimizin yolu açık olsun.

    Banu Balat

    Devamını Oku

    HAYATIN DENGESİ

    HAYATIN DENGESİ
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Hayatın bir dengesi vardır ve bu denge ile tamamlanırız. Hiç kimse her şeyi tek başına yapabilecek kadar mükemmel olamaz. Eksiklerimizi başkalarının sayesinde doldurabiliriz. Bu şekilde herkes eksik kalmak yerine birbirini tamamlayarak bütünleşir. Hayatta en çok yanıldığımız şeylerden biri, her şeyi tek başımıza yapabileceğimizi sanmamızdır. Oysa hiçbirimiz kusursuz değiliz, her şeyi yapamayabiliriz. Eksiklerimiz var ve bu eksiklerimizi de başkalarının varlığıyla tamamlarız. Hayatın bir dengesi var ve biz bu denge içinde anlam kazanıyoruz.

    Bir elin parmakları gibi düşünün; hepsi farklı ama birlikte iş gördüğünde güçlü. Birini kaybetsek, elimiz aynı işlevi görmez. İnsanlık da böyle bir bütün aslında. Farkında olalım ya da olmayalım, bütünlüğü sağlayabilmek adına hepimiz üstümüze düşeni yaparız.

    Düşünün, neden dünyada onlarca farklı meslek var? Eksiklerin tamamlanması için değil mi? Birbirimize ihtiyacımız olması da bundandır, pek çok farklı meslek dalı olması da. Bir doktorun marangoz kadar iyi mobilya yapması beklenemez, tıpkı bir mühendisin hukuk bilgisiyle bir davayı savunamayacağı gibi. Hepimiz en iyi yapabildiğimiz şeyi, bunu yapamayan bir başkasının ihtiyacını karşılamak için yapıyoruz. Bir fırıncı ekmek pişirir, çünkü herkes un alıp mayayı karıştırıp fırın yakamaz. Bir çiftçi tohum eker, çünkü herkes tarım bilgisine sahip değildir. Farklı meslekler, farklı uzmanlıklar, yani tüm farklılıklar bu sebeple oluşmaz mı? Var oluşun ve hayatın doğası bu; herkes birbirini tamamlar, birbirine destek olur ve böylece düzen devam eder.

    Yani demem odur ki; aslında hepimiz tek bir bütünün parçalarıyız. Farklı hayatlar yaşasak da, bunu anlasak da anlamasak da hepimiz biriz. Peki ya birbirimize ihtiyacımız olmadığını düşündüğümüz anlar? “Ben kendi kendime yeterim” demek ne kadar gerçekçi? Bir süre kendi başımıza idare edebiliriz ama uzun vadede kimse tek başına hayatta kalamaz. Tek başımızayken yaşadığımızı, hayatta her istediğimizi yapabileceğimizi sanırız ama aslında bu sınırlı ömrü sadece boşluğu doldurmak adına bütüne hizmet için yaşarız. İnsan dediğimiz varlık, sadece biyolojik olarak değil, ruhen de desteklenmeye ihtiyaç duyar. Sevgi, paylaşım, dayanışma olmadan bir hayat ne kadar yaşanabilir ki? Hepimiz biriz; farklı hayatlar yaşasak da, farklı düşünsek de aynı büyük resmin içindeyiz.

    Bazen bu düzenin farkına bile varmadan yaşarız. Ama hayatın işleyişi, bizim farkındalığımızdan bağımsızdır. Tıpkı doğanın kendi döngüsü gibi, varoluş da bir döngü içindedir. Yaşarız, üreriz, üretiriz, yerimizi başkalarına devrederiz. İşlevselliğimiz yavaşladığında, yani artık bütüne katkı sağlayamaz hale geldiğimizde, bu dünyadan göç ederiz. Biraz sert bir gerçek ama düşünün: Doğa bile gereksiz olanı geride bırakır. Eskiler gider, yeniler gelir. Ağaçlar meyvesini verir, zamanı gelince dökülür ve toprağa karışır, yerini yeni filizlere bırakır. Bizim hayatımız da bundan farklı değil aslında.

    Bu düşünce ilk başta biraz soğuk gelebilir ama bir yönüyle de çok anlamlı. Çünkü bu düzen içinde herkesin bir görevi var. Her birimiz bir boşluğu dolduruyoruz, esasında bütüne hizmet ediyoruz ve böylece hayat akmaya devam ediyor. Bütünlüğün dengesi ancak böyle korunabilir. O yüzden, tek başımıza var olma çabasını bırakıp birbirimizi anlamaya, tamamlamaya çalışmalıyız. Kim bilir; belki de varoluş ve yaşama sebebimiz sadece budur. Bütünün dinamiğini korumak.
    Banu Balat

    Devamını Oku

    Hayat Dersi

    Hayat Dersi
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Hayat, biz fark etsek de etmesek de sürekli değişen, gelişen ve dönüşen bir süreçtir. Bu süreçte edindiğimiz deneyimler, bize yaşamayı öğretir. Benim bazı dersler alarak öğrendiğim çoğu şeyden özellikle üç tanesi, hayata ve insan ilişkilerine bakış açımı kökten değiştirdi. İlki, insanların özünün asla değişmeyeceği gerçeğidir. İkincisi, şartların ve çevremizdeki insanların sürekli değiştiğini kabul etmemiz ve buna uyum sağlamamız gerektiğidir. Üçüncüsü ise, sevgi kadar saygının da hayati önem taşıdığıdır.

    İlk ders ile insanları olduğu gibi kabul etmek gerektiğini öğrendim. Herkesin bir özü, bir karakteri vardır ve bu, genellikle değişmez. İnsan, zaman içinde olgunlaşabilir, deneyimlerle gelişebilir ama temel özellikleri çoğu zaman aynı kalır. Birini değiştirmeye çalışmak, onu zorlamak beyhude bir çabadır. İnsanları oldukları gibi kabul etmek, hayata karşı daha az hayal kırıklığı yaşamanın ve daha sağlıklı ilişkiler kurmanın en önemli yollarından biridir. Karşımızdakini değiştirmek yerine, onun gerçekliğini anlamaya çalışmalı ve farklılıklarını kabullenmeliyiz.

    İkinci ders, hayatın sadece bizim iç dünyamızdan ibaret olmadığını gösterdi. Biz aynı kalsak bile şartlar değişir, çevremizdeki insanlar değişir ve yeni durumlarla karşılaşırız. Hayatımıza aldığımız kişiler bizim bir uzantımız değildir; herkesin kendi benliği, düşünceleri ve iradesi vardır. Kendi doğrularımız başkalarının doğruları olmayabilir. Bu yüzden, hayatın değişken yapısına uyum sağlamak gerekir. Değişime direnmek, inatla aynı kalmaya çalışmak insanı zorlar ve mutsuz eder. Şartlara uyum gösterdiğimiz sürece, hayat daha yaşanabilir ve dengeli hale gelir.

    Üçüncü ders ise, saygının en az sevgi kadar önemli olduğu gerçeğidir. Sevgi güzel bir duygudur, ancak tek başına yeterli değildir. Birine “seni seviyorum” demek, sadece sözle ifade etmek yeterli olmaz. Sevgimizi, davranışlarımızla göstermeli, karşımızdaki insanı yıpratmaktan kaçınmalıyız. Saygısızlık etmek, sevgiyi zaman içinde değersiz hale getirir. Bencillik, büyük bir kibirdir ve bir ilişkiyi, dostluğu ya da aile bağlarını zedeleyebilir. Gerçek sevgi, saygıyla birlikte var olabilir.

    Hayat değişir, şartlar değişir. Ancak bu, bizim de değişime direnerek sabit kalmamız gerektiği anlamına gelmez. Bazen özümüz, değişen şartları kabullenmek istemeyebilir ama huzurun korunması, ilişkilerin zarar görmemesi adına bazı durumlarda susmayı, durmayı ve yutkunmayı bilmek gerekir. Bunu yapabilmek, insan olmanın en büyük erdemlerinden biridir. Eğer bir ortam sizi rahatsız ediyorsa, saygısızlık etmeden oradan uzaklaşmak, kendinizi korumanın en doğru yoludur. Ancak sürekli aynı davranışları sergileyerek, bulunduğunuz ortamı manipüle etmeye çalışırsanız, bir süre sonra ne çevrenizde istenen kişi olabilirsiniz ne de sizi seven insanların gözünde değerli kalabilirsiniz.

    Unutmayın, hayatta her şeyin bir karşılığı vardır. Ne kadar verirseniz, o kadar alırsınız. Her şeyini sevmediğiniz birinin, her şeyinizi sevmesini beklemek saçmadır. Gerçekten sevmeyen, gerçekten sevilmez de. Saygı göstermeyen, saygı göremez. Bencilce davranan, bir süre sonra kendi kibri ile yalnız kalır. Değişime uyum sağlayamayan, kendi mutsuzluğunu yaratır. İnsanları değiştiremeyiz ama kendimizi geliştirebilir, değişen şartlara uyum sağlayabiliriz. Gerçek huzur ve mutluluk, işte bu dengeyi kurabilmekte saklıdır.

    Banu Balat

    Devamını Oku

    TÖRPÜ

    TÖRPÜ
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Bazı insanlar tanırsınız; hep güler yüzlü, hep sıcak, hep samimi… Her şeye iyi tarafından bakmaya çalışırlar. Üzülseler bile bunda bir hayır görmeye uğraşırlar. Herkese iyi yaklaşırlar, her durumda olumlu bir taraf bulmaya çalışırlar. Ama bir de tam tersi insanlar vardır. Bulundukları her ortamda, her olayda, her ilişkide odak noktası hep kendileri olsun isterler. İlginin üzerlerinden eksilmesini hiç istemezler, her şey onların dediği gibi olsun, kontrol her zaman onlarda olsun isterler. Her şey bir kenara; dostlukta da böyledirler, arkadaşlıkta da…

    Bazen, işte tam da böyle ilgi sever birini seversiniz, bir süre iyi hissedersiniz. O da güçlüdür, yeri geldiğinde sizi savunur, lafını esirgemez. Yanında güvende bile hissedersiniz. Ama işte, fıtrat meselesi bu iş, herkes nerede duracağını bilemez. Odak noktası olmaya alışmış bu kişiler, üflesen sönecek kadar basit olan bazı durumlarda bile yangına körükle gider ve gerilim öyle bir hızla ilerler ki aslında yaptığı şey çoktan yeterli olmuşken hâlâ yaygaraya devam eder. O kadar uzatır ki; en sonunda bazıları pes eder, bazıları uğraşmak istemez, dönüp gider. O da savaşını kazandığını zanneder ama aslında kaybeder. Savaşların kazananı olmaz derler, eğer ortada bir savaş varsa herkesin yara alacağı aşikâr değil midir? Çünkü hadler bildirilirken kendisi de haddini aşmıştır artık, tamamen kaybedinceye kadar, etrafındaki herkesi yerin dibine sokuncaya kadar devam etmiştir. İşte o saatten sonra siz bir tereddüt içine düşersiniz. Çünkü arkadaşlığın büyüsü bozulmuştur. O yanında güvende hissettiğiniz kişi, artık güvenli gelmez size. Artık eski samimiyet kalmaz. O kişiden artık hiçbir şey beklememeye başlarsınız. Yaşanmışlıkların hatırına zaman tanırsınız bir süre, belki geri dönüşümden içindeki özü, sizin onda görüp sevdiğiniz şeyi çıkarabilir diye umarsınız. Önce küçük şüpheler başlar, sonra daha tedbirli ve temkinli davranışlar, geri çekilmeler, uzaklaşmalar derken bir bakmışsınız, en güvendiğiniz kişiye—yani kendinize—dönmüşsünüz. En yakınınıza, canınıza, kanınıza yaklaşmışsınız. İşte o zaman artık o kişiyi geri dönüşümsüz olarak tamamen silersiniz. Yüklerini, gürültüsünü, hayatını, her şeyini onda bırakarak gidersiniz. Siz rahat bir nefes alırken onu, yükleriyle boğulmaya bırakıp içiniz acısa da gidersiniz, üzülseniz de gidersiniz…

    Ayarı bozuk insanlar; siz ne kadar bağırarak çağırıyorsanız, ne kadar “ben buradayım” diye göze batmaya çalışıyorsanız, ne kadar fevri ve ne kadar vurdumduymaz davranıyorsanız aslında sizin bir o kadar çok canınız yanıyor bence. Hayat hep bağırarak çağırarak yaşanmıyor, buna inanın. Bağırarak çağırarak yaşamak, yüksek tonda bir müziğe devamlı maruz kalmak gibi bir şey değil mi? Yük yahu bu, üstünüze çöken, önünüzü görmenize engel olan, nefesinizi boğan bir sis ile ne kadar sağlıklı bir hayat yaşayabilirsiniz ki? Alttan almayı bilmeyenler, bir süre sonra yaygaracı ve gürültücü olduğunuz için kafa şişiriyor ve terk ediliyorsunuz. Bu sisin yüküyle yaşayadururken üstüne bir de yalnız kalıyorsunuz. Eğlenceyi, iyi vakit geçirmeyi herkes sever elbette ancak, gereksiz ve devamlı kaotik bir gürültü ile eşlik edeni de aralarında istemezler ya hani, işte böyle böyle sizden gitmeler başlar, bir gün biri gider bir diğer gün öteki. Terk edile edile bir gün gelir, dış sesiniz susmaya başlar. Ve o andan sonra içiniz haykırır. Daha çok susarsınız ve belki de sessiz bir çığlık atarsınız. Dışarıya haykırdıkça yalnızlaşan sizler, içinize döndükçe belki bizi anlarsınız diye umuyorum. On susup bir konuşanlarla, on söyleyip hiç susmayanların farkı budur işte, olgunluk…

    Bence iyi kalpli insanları üzmemek lazım. İyi insanlar kendilerini size tüm samimiyetleriyle açarlar. Ancak sizin bu tavrınız sürekli tekrarlanırsa, o iyi insanlara defalarca aynı şeyi yaşatırsanız, bilin ki onlar bir noktadan sonra problemin kendisinde olduğunu düşünmeye başlayacak kadar naiftirler. İnsanlara güvenmekten bile vazgeçebilirler. Her şeyin altında bir bit yeniği arayan, sizin bu bozuk ayarlarınız yüzünden fark etmeden hasta olabilirler. Yapmayın, iyi insanları üzmeyin. Zaten etraf dengesi, ayarı bozuk insanların, hasta ettikleri ile dolmuş durumda.

    Kendinize ve diğer insanlara daha fazla zarar vermeden aşırılıklarınızı biraz törpülemeye başlarsanız herkes için pek çok şey daha güzel olabilir. Bir an evvel iyileşmeniz dileklerimle.

    Banu Balat

    Devamını Oku

    BİZ OLDUM

    BİZ OLDUM
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Hayat bir sahne, bizler de o sahnede birer oyuncuyuz. Kimler geldi, kimler geçti, neler yaşandı, neler bitti… Her biri birer iz bıraktı ama sonunda hepsi silinip gitti. Geriye sadece kendim ve benden oluşan “biz” kaldık. Hep de böyle olacak. Çünkü dünya ikiye ayrılır: “Biz” ve “bizim dışımızdakiler.” Bu ikilik hep vardı, hep de var olacak. İnsan ne yaparsa yapsın, “bizim dışımızdakiler” için hiçbir zaman yeterli olmayacak. Kendinizi paralasanız da ne sizi baş tacı eden çıkar ne de sizi gerçekten anlayan. Unutmayın, size sizden daha yakın kimse yoktur. Bunu fark etmek, yaşamın en zor derslerinden biridir.

    Her insan, özünde kendisi için yaşar. Size yakın davrananların çoğu, aslında bir şey istedikleri ya da ihtiyaçları olduğu için yanınızdadır. İhtiyaçları sona erdiğinde ise yollarını değiştirirler. Siz o sırada, her şeyden habersiz, öylece kalakalırsınız. İşte o zaman, dünyanın ne kadar dönek olduğunu anlamaya başlarsınız. Dünya dönektir ve döneklerle doludur. Bu acı farkındalık, bazen ağır bir ders olarak gelir. Fakat ders alınırsa, insan kendi değerini bulur.

    Bu sefer sözüm, bizim dışımızdakilere. Sevgili dünya, sen bildiğin gibi dön. Çünkü artık biz de sadece kendi bildiğimiz gibi yaşayacağız. Bizim dışımızdakiler ne isterse düşünsün, ne isterse söylesin; biz artık duymayacağız. Çünkü bugünden itibaren kendimizi ve “biz” dediğimiz dünyamızı seçiyoruz. Kapılarımızı size kapatıyor, kendimize sonuna kadar açıyoruz. Bundan böyle, nefes aldığımız her an, sizin kadar bizim de hakkımız olan hayatı yalnızca kendimizle ve kendimizce yaşayacağız. Pek çok bedel ödedik, yani ödediğimiz bedellerle hesap da kapandı. Kimseye borcumuz da kalmadığına göre artık ne alır, ne de veririz. Bu şekilde seversiniz ya da sevmezsiniz, orası size kalmış. Ama şunu bilin: Biz kendimizi sevdiğimiz sürece, sizin ne düşündüğünüzün hiçbir önemi yok.

    Hayat uzun bir yolculuk. Bu yolculukta kendimize sahip çıkmayı öğrenmek, başkalarına göre şekil almaktan çok daha değerli. Çünkü yalnızca kendimizi sevdiğimizde, gerçek mutluluğu bulabiliriz. “Biz” dediğimiz bu küçük ama güçlü dünya, aslında her şeyimiz. Ve biz, bu dünyayı korumak için herkese kulaklarımızı tıkayacak, kalbimizi yalnızca kendimize açacağız.

    Dünya dönmeye devam etsin; bırakın biz de kendi dünyamızda huzur bulalım.

    Banu BALAT

    Devamını Oku

    HAYATIN TADI

    HAYATIN TADI
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Hayatımızda yediğimiz yemekler ne kadar önemliyse, onları lezzetlendiren baharatlar da bir o kadar değerlidir. Düşünün, bir çorba hazırlıyorsunuz. İçine hiç tuz koymadığınızda tatsız, baharatsız olduğunda ise sıradan bir yemek oluveriyor. Ama bir tutam tuz, biraz karabiber, belki birkaç yaprak taze nane eklediğinizde, o sıradan çorba birdenbire keyifle içilen bir lezzet bombasına dönüşüyor. İşte hayat da böyle bir şey.

    Çevremizdeki insanlar, başımıza gelen olaylar, karşılaştığımız zorluklar ve kazandığımız başarılar da hayatın baharatları gibidir. Hayatı monoton ve sıkıcı bir düzlemden çıkaran şeyler aslında bu detaylardır. Bazen hiç ummadığınız bir anda karşınıza çıkan biri, bir sohbet, belki tesadüfen okuduğunuz bir cümle, hayatınıza yepyeni bir tat katar. Tıpkı daha önce hiç denemediğiniz bir baharatı keşfetmek gibi…

    Tabii ki her baharat hoş bir tat bırakmaz. Kimi baharat acıdır, kimi ekşi, kimi de ağır bir kokuyla sizi rahatsız eder. Ama işin güzelliği tam da buradadır. Hayatın acıları, hayal kırıklıkları ya da kötü deneyimleri de aslında o yemeğin dengesi için gereklidir. Çünkü tatlı acı olmadan, huzur kargaşa olmadan, mutluluk da mutsuzluk olmadan tam anlamıyla anlaşılamaz.

    Zaten biraz düşününce fark edersiniz; her ne kadar acı olaylar yaşamak istemesek de, bizi biz yapan şeyler genellikle bu zorluklarla nasıl baş ettiğimizdir. Bazen iş yerinde yaşadığınız bir kriz, bir dostunuzla tartışmanız ya da başaramadığınız bir hedef, sizi yeni yollar denemeye ve farklı tatlar keşfetmeye iter. Belki de hayatın baharatlarını birbirine karıştırmayı böyle öğreniyoruz. Kim bilir, bir gün en sevdiğiniz tat, başta sevmediğiniz o acı baharatla hazırlanmış bir yemek olabilir.

    Peki ya mutluluk? O da hayatın en tatlı baharatı elbette. Ama tatlı bir şey yerken bile bazen içine bir tutam tuz koymak gerekmez mi? Çünkü hayatın gerçek tadı, zıtlıkların birbirini dengelemesiyle ortaya çıkar. Sürekli mutluluk içinde yüzen bir yaşam belki başta cazip gelir, ama bir süre sonra sıradanlaşır. O yüzden mutluluk anlarını daha kıymetli kılan, onların bir çabanın ya da zorluğun ardından gelmesidir.

    Hayatta pek çok baharat var. Bazılarını siz seçersiniz, bazıları ise bir şekilde önünüze gelir. Belki bir kısmını hiç sevmezsiniz, hatta tadına bile bakmadan kenara itersiniz. Ama denemeye değer olanlar her zaman vardır. Hiç bilmediğiniz bir yemeğin kokusu bazen sizi korkutabilir, ama cesaret edip tadına baktığınızda belki de favoriniz olacaktır. Hayatın baharatlarını da böyle düşünmeliyiz. Denemeden, tecrübe etmeden sevip sevmeyeceğimizi, bize ne hissettireceğini bilemeyiz.

    Bu yüzden hayatta karşılaştığımız her şeye birer “baharat” gözüyle bakabiliriz. Acıların bize kattığı gücü, mutlulukların verdiği huzuru, zorlukların getirdiği cesareti ve deneyimlerin sunduğu yeni tatları fark ettiğimizde, aslında hayatımızın ne kadar zengin bir menüye sahip olduğunu anlayabiliriz.

    Sonuçta, kim sadece tuzla pişmiş bir yemeği yemek ister ki? Hayatın tadı, çeşitlilikten gelir. Ve unutmayın, her baharat bir deneyimdir. Belki her zaman sevmeyeceğiz, ama her biri bize öğretecek, zenginleştirecek ve bizi biz yapacak. Hayatın tadını çıkarmak istiyorsanız, korkmadan her baharata bir şans verin. Çünkü en güzel sofralar, birbirinden farklı tatların uyum içinde dans ettiği sofralardır.

    Banu Balat

    Devamını Oku

    BENİM DÜNYAM

    BENİM DÜNYAM
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Bu dünya hem iyilerin, hem kötülerin, hem iyi görünürken aslında kötülük edenlerin ya da sert duruşların altında iyilik saçan bir kalp barındıranların olduğu bir dünya. Hayatı heyecanlı kılan belki de bu çeşitliliğin verdiği bilinmezliktir, kim bilir?

    Herkesin aslında olduğu gibi davranamaması, toplum olarak yaşamanın getirdiği kurallara uymanın hayatı daha kolaylaştırmasındandır. Yani herkes biraz da olsa rol yapıyor toplum içindeyken. Belki de sadece tek başımızayken kendimiz gibiyizdir. Eminim, içimizden sayıp döktüğümüz halde yüzlerine bakıp sahte gülerek konuştuğumuz nicesi vardır. Ancak dokunduğu her şeyi güzelleştiren, etrafına ışık, neşe ve huzur saçan insanlar da var. Sizi anlayan, anladığını belli eden ve sizi yüreklendirip cesaretlendiren insanları sevin.

    Her insan kendine özeldir. Değerinizi belirleyin ve size ona göre davranılmasını sağlayın. Ben herkesi yüz puanla başlatıyorum hayatımdaki yerine. Zamanla yaptıkları, söyledikleri, hal ve hareketleriyle kimisi puan kaybedip gözden düşerken kimisi değerine değer katıyor bende. Bu seviyeyi ben değil, karşımdaki belirliyor aslında. Böylece ne kadar uyumlu ya da ne kadar sabırlı olabileceğimi görüyor, kendimi olası şoklara hazırlıyor ve sonuçta yaşanan bir olumsuzluk olursa şaşırmıyorum. Böylece aşırı tepkiler vermeden sakinliğimi ve düzenimi koruyabiliyorum.

    Nasıl görünürsek görünelim, ne kadar rol yaparsak yapalım, ne kadar iyi ya da kötü davranırsak davranalım hepimizin içinde bir öz var. Bu öz, sadece sizin bildiğiniz, gerçekten de sizi siz yapan şeydir. Bazı insanlar özünüze dokunabilirken, bazıları ise gözünüze batar. Özünüzün yaydığı enerjiyi hissettirir ve onun etrafında şekillenirsiniz. Masum doğar, hatalar yaparak büyür ve öğrenir, seçimlerimizle insan ya da zalim oluruz. Bazen farkında olmadan ruhsal cinayetler bile işleriz. Sadece karşındakine fiziksel zarar vermiyor olmak seni iyi biri yapmaz ki.

    Kontrol edemediğiniz her duygunun esiri olursunuz zamanla. Konuşmayı becerememek, davranışlarını kontrol edememek, dürüst olmak adına karşıdakini kırarak konuşmak egonuzun ön plana çıkmış olmasındandır. Egonuzu susturup kalbinizi ve düşüncenizi ön plana alabilmeyi başarabilirseniz, sadece kendinizin değil tüm evrenin enerjisini hissedebilir, tüm var olanı da özümsemiş olursunuz. Sizinle bütünleşmiş bir enerji sayesinde ne siz zarar görürsünüz ne de başkasının size zarar vermesi mümkün olur.

    Benim dünyam ne kadar bana özelse sizinki de size özeldir. Ara sıra kapınızı çalanlar, içeriye buyur ettikleriniz, kapıdan kovduklarınız, evde yokmuş gibi yapıp sessizce gitmelerini bekledikleriniz ve bazen bir kahve içimlik, bazen de yıllar boyunca ağırladıklarınız bile olur. Gelen giden olmasa ne çeşitli duygular yaşayabilir, ne öğrenebilir, ne de kendimizi geliştirip değişim yaşayabiliriz. Yerimizde sayar, kendimizi tekrarlar dururuz. Herkes yol alırken biz yerimizde durup beklersek hem hayatı kaçırır hem de dünyamızı daraltmış oluruz. İşte cehalet denen şey tam olarak budur. Yeniliklere kapalı olan ve değişimi kabul etmeyenler bir süre sonra kafalarının içindeki örümcek ağlarıyla beraber yapayalnız kalmaya mahkûmdur.

    Kesin olan şu ki; hayat herkes için eninde sonunda son bulacak.

    O halde; ben her günümü hevesle karşılayıp tüm değişime ve gelişime açık yaşamayı seçiyorum. Tüm olumsuzlukları reddediyorum, kendimi ve dünyamı seviyorum. Sizin de benim yakaladığım huzura ermenizi diliyorum. Olanı sevin ve kabul edin, emin olun ki “O” sizin için her zaman en iyisini istiyor.

    Banu Balat

    Devamını Oku

    DEĞİŞİMİN ANAHTARI

    DEĞİŞİMİN ANAHTARI
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Hayatta hepimiz zaman zaman uzun, ağrılı ve acılı süreçlerden geçeriz. Böyle dönemlerde yüreğimizdeki yüklerin azalmaktan çok arttığını, enerjimizin giderek tükendiğini hissederiz. Bize umutsuzluk veren bu duygular arasında aslında bir şeylerin düzeleceğini bilsek de, çoğu zaman buna olan inancımız sarsılır. Belki de sadece umut ederiz; bir gün geçeceğine, her şeyin yoluna gireceğine dair bir umut. Ancak, bu süreçte asıl çözümün nerede olduğunu fark etmek zaman alabilir.

    Hayatın içinde birçok insan, olay ve değişken vardır. Her birinin etkisi altında şekillenir, bazen dağılır ve yeniden toparlanırız. Ancak, bir şeylerin düzelmesi için çoğu zaman değişimin kaçınılmaz olduğunu biliriz. Bir şeylerin yoluna girmesi için bazı şeylerin değişmesi gerekir orası kesindir bunu fark etmişizdir. Ancak tam bu noktada, genellikle dış dünyadaki olayları veya insanları değiştirmeye odaklanırız. Ama gerçek şu ki, kimleri ne kadar değiştirebileceğimiz konusunda elimiz kolumuz bağlıdır. Çünkü başkalarını değiştirmek ne kadar çabalarsak çabalayalım, bizim kontrolümüzde değildir. Ancak, değiştirme gücüne sahip olduğumuz bir kişi vardır, o da kendimiziz. Müdahale edebildiğimiz, hakkında her türlü karar verme hakkına sahip olduğumuz yegane varlığımız kendimizizdir çünkü.

    Kendi üzerimizde çalışmak, müdahale edebileceğimiz en anlamlı alandır. Kendimizi değiştirdiğimizde, yalnızca kendi algılarımız değil, aynı zamanda dış dünyayı yorumlama biçimimiz de değişir. Belki de bu yüzden, her şeyin ya da herkesin olduğu gibi kalmasına izin vermek ve dikkatimizi içe döndürmek gereklidir. İnsanlar, olaylar ve durumlar bir yana, aslında her şeyin özünde kendi iç dünyamız yatar. İçsel huzurumuz, dış dünyadaki karmaşayı nasıl algıladığımızı belirler.

    Sıkça söylenir: “Herkes birbirinin aynasıdır.” Ancak burada önemli bir soru sorulmalıdır: Biz, kendimizi ne kadar net bir şekilde görebiliyoruz? Aynalar, genelde fiziksel suretimizi yansıtır. Ancak derinlerde, aynadan bize bakan kişi hakkında ne kadar bilgi sahibiyiz? Kendimize dair ne biliyoruz ve en önemlisi, bu bilgiyi ne kadar dürüst bir şekilde kabul ediyoruz?

    Kendimize dönmek ve değişim için adım atmak, öz farkındalıkla başlar. Richard Bach’ın Mavi Tüy kitabında dediği gibi: “Gerçekten öğrenmek istiyorsan, öğretmenler her zaman ortaya çıkar. Ama senin işin değişmeyi seçmek ve öğrendiklerini kullanmaktır.” Hayat, bizi her zaman bir şeyler öğretmek üzere sınar. Ancak bu sınavlardan anlam çıkarmak ve öğrendiklerimizi uygulamak tamamen bizim seçimimizdir. Bu seçim, dış dünyayı suçlamayı bırakıp kendi sorumluluğumuzu almaktan geçer.

    Kendimizi değiştirmek, dürüst bir öz farkındalıkla başlar dedik ya, o halde öncelikle, duygularımızı, düşüncelerimizi ve davranışlarımızı dürüstçe gözden geçirmeliyiz. Peki, bunu yaparken ne kadar cesuruz? Çoğu zaman, kendimize karşı bile samimi olmak zordur. Kusurlarımızla yüzleşmek, hatalarımızı kabul etmek ve geliştirmemiz gereken yönlerimizi fark etmek, rahatsız edici olabilir. Ancak gerçek değişim, bu rahatsızlığın içinden geçerek mümkündür.

    Kendimize odaklanmanın temelinde, hem içsel dünyamızla hem de dışarıdaki insanlar ve olaylarla kurduğumuz ilişkileri sorgulamak yatar. Sürekli dış etkenlere müdahale etmeye çalışmak, bizi yorup yıpratabilir. Oysa enerjimizi kendimizi anlamaya ve geliştirmeye yönlendirdiğimizde, hayatta daha sağlam bir duruş sergileyebiliriz. Bu süreç, bizi yalnızca daha güçlü bir birey haline getirmekle kalmaz, aynı zamanda çevremize de olumlu bir etki yapar.

    Kendimizi görmek için bir aynaya bakmak yani gerçek anlamda kendimize bakmak; hayallerimizi, korkularımızı, güçlü yanlarımızı ve zayıflıklarımızı görmektir. Aynaya baktığımızda sadece suretimizi görüyorsak, hala öğrenmemiz gereken çok şey vardır. Bu yüzden, değişimin kapısını çalmak istiyorsak önce kendimize dönmeli, dürüst bir şekilde kendimizi tanımalıyız.

    Kısaca hayatta zor dönemlerden geçerken hepimizin ilk adımı, kendimizle yüzleşmek olmalıdır. Çünkü kendimizi değiştirebildiğimiz ölçüde hayatımıza anlam katabilir, çevremizdeki olaylara ve insanlara daha sağlıklı bir şekilde yaklaşabiliriz. Değişim, dışarıda değil; içimizde başlar. Ve bu değişim, yalnızca kendimize karşı samimi olmayı başarabilirsek mümkün olur. Tüm samimiyetinizle içinizi gösteren aynaya bakmanız, kendinizi görebilmeniz ve huzuru içinizde yaşayabilmeniz dileklerimle.

    Banu Balat

    Devamını Oku

    ZOR

    ZOR
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Kimileri güler, kimileri ağlar. Kimileri bağırıp çağırır, kimisi sessiz çığlıklar atar. Sessiz çığlıkları kimse duymaz, kahkahaların ardındaki gözyaşlarını kimse bilmez. Yorgunsundur ama adettendir işte, soranlara iyiyim dersin. İyi miyizdir gerçekten?

    İçimizde fırtınalar koparken yüzümüzde sahte bir gülücük, bir güler yüz maskesinin altında, sıkılan dişlerin ardından çabalayıp dururuz. İçimizi kimse görmez, ruhumuzu kimse duymaz. Anlaşılmak isteriz ama anlatamayız, hissedilmek isteriz ama belli edemeyiz. Sonra sıkışıp kalınan bu duygunun ardından en zayıf hissettiğin yerde gözyaşlarını koy verirsin gider. Zaman geçer, acılarla yoğrulurken hayat böyle zannedersin. Öyledir sanırsın ya da kendini kandırırsın. Hayır, hayat böyle değildir. Tek başımızayız ama etrafımızdakilerle bir aileyiz, bir topluluğuz, bir bütünüz. O halde sorarım neden yüklerin çoğunu biz omuzlanırız? Bazıları hiçbir şey yapmazken neden her şeyi yapmak zorunda olan hep biz oluruz? Bu düzen değişmez sanmayın, değişir elbette ama nasıl değişir biliyor musunuz? Bir zamanlar bir kitapta “sorumluluklarımızdan kurtulmanın en kolay yolu, sorumluluklarım var deyip yerine getirmektir” diye bir söz okumuştum. Eğer herkes üstüne düşeni yaparsa hem hayat çok daha kolay hem de bizim yükümüz daha az olur. Lütfen bir kişinin omuzlarına yüklenen sorumlulukları görün ve paylaşın. Eşseniz eş olun eşit olun, evlatsanız evlat olun yardımcı olun, ana baba iseniz aile olun destek olun ama duyarsız olmayın. İnanın hiç kimseyi annesi bir başkasına hizmet etsin diye bu dünyaya getirmiş olamaz.

    Hepinizin aynı şekilde mutlu, huzurlu, kafası rahat, yerine göre sorumlu yerine göre eğlence içinde yaşadığı bir hayatı olmalı çünkü bu hayat bir kez yaşanıyor. Eğer siz mutlu olacaksınız diye başkaları üzülüyor ve her zorluğa rağmen sizi sırtında taşımaya devam ediyorsa, iki kişinin hatta üç kişinin yükü bu kişinin omuzlarına biniyorsa, buna rağmen dişini sıka sıka hepsini taşıyorsa, bu yükü taşıyan kişinin size olan sevgi ve saygısındandır. Aptal değildir, ezik değildir, sinmiş ya da suçlu değildir. Anlayın işte bu size olan sevgisindendir. Peki bunu göre göre, ona yardım etmezseniz bunun anlamı nedir? Bu sizin onu sevmediğiniz ve sadece kullandığınız anlamına gelmez mi? İnanın herkesin bir sabrı ve sınırı var. Bir gün öyle bir an gelir ki yorulan kişi sizi sırtından, hayatından, yaşantısından atıverir ve kala kalırsınız. Belki o zaman anlarsınız ama çok geçtir. Lütfen hayatı paylaşın, insan olun, saygı duyun, destek olun.

    Herkese farkındalık diliyorum.

    Banu Balat

    Devamını Oku

    KENDİMLE KARŞILAŞMA

    KENDİMLE KARŞILAŞMA
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Bu hafta sonu Bodrum’daydım. Acele ile alınmış bir kararla ve bir anda, öyle aniden yani fazlaca düşünmeden, hatta bavul filan hazırlamadan bir sırt çantasıyla düştüm yola. Üzerine planlar yapmadan, beklentiler olmadan yapılan aktiviteler ya da seyahatler bana hep daha eğlenceli ve cazip gelir nedense. Bu sefer de öyle oldu, çok da iyi oldu. Kasım ayının ortalarında bile hala sıcak olan Bodrum havası, güneşin batmasıyla beraber içinizi hafifçe titreten nemli bir hal alıyor doğrusu.

    Keyifli bir akşam yemeğinden sonra, kaldığımız yerde yakın arkadaşımın kızı sohbet arasında bize bir kitaptan bir kısım okudu. İnanın, o okurken “bunu ben yazsam aynı böyle yazardım” diye düşündüm bir an. Ertesi sabah herkes uyurken kitabı elime aldım. İlk okuduğum yazıda gözlerim büyüdü, şaşırdım. Okuduğum her cümleye adeta bayıldım, hatta o kadar ki; şaşkınlıktan ağzım açık kaldı. Bir an, o kitabı yazanın ben olduğumu sandım. Her bir kelimesi, her cümlesi, her satırı bendim çünkü. Yıllar var ki kitap okurum ve ancak inanın, bu seferki her cümlesinde ben olduğumu hissettiğim ilk kitaptı diyebilirim. Şaşırdım ve birkaç hikâyeyi okuyup bıraktım. Dışarı çıktığımızda ilk işim kitapçıya gidip kitabı satın almak oldu. Akşamı iple çektim desem yeridir. Eve döndüğümüzde bir elimde kahve, bir elimde kitapla balkonda Bodrum Kalesi manzarasına karşı okuma keyfine başladım. Kaldığım yerden okumaya devam ettikçe kâh gülümsedim, kâh kahkaha attım ve hatta yer yer gözlerim doldu. Çünkü adeta aynaya bakıyor gibiydim. Resmen kendimle karşılaştım. Ben ne hissediyorsam onu yazmıştı yazar. Benim söylemek istediklerimi söylemişti benden önce. Ne denir ki bu durumda, bilemiyorum; eline sağlık mı, yüreğine sağlık mı, kalemine sağlık mı?

    Yalnız olduğuma o kadar emindim aslında ama okudukça benim gibi düşünen biri daha var dedim içim içime sığmayarak. İki gün önce bir kitap sayesinde tanıştığım yazarla gıyabında en keyif aldığım sohbetlerden birini ettim adeta. Okurken konuştum, evet arkadaş aynen öyle dedim, yok artık sen de dedim, sorularına cevaplar verdim. Ben de kendimi düşünerek kıyasladım hissettiklerimi. Yıllardır bu kadar doyurucu, bu kadar keyif alarak vakit geçirmemiştim kimseyle. Bana ayna olan yazara sonsuz teşekkürler.

    Hemen bitmesin diye de yarısında bıraktım kitabı ve acele ile hissettiklerimi yazmaya koyuldum. Heyecandan unuturum diye, şimdi hissettiklerim sıcakken yazmam gerek diye düşünerek yazdım bu kez. Ancak benim, çok sevdiğim şeyleri sadece kendime saklamak gibi de garip bir huyum var işte. Mesela çok sevdiğim şarkıları herkesle dinlemem, tüketmem hemen. İçimde anılarıyla sakladığım şarkıları, gereksiz bir sohbet ortamına meze edip, o şarkının bendeki izini kirletmek ya da lekelemek istemem. O yüzden de bu kitabın adını ve yazarını da şu an burada paylaşmayacağım. Ha, merak edenler varsa bana mesaj atabilir, keyifle söylerim elbette. Nitekim artık bu kitap da kayıtlarıma, benim kendimle karşılaşma anım olarak geçti bir kere. Bu karşılaşmanın şaşkınlığını ve heyecanını ömrümce unutabileceğimi sanmıyorum. Şimdilik benden bu kadar, keyifle kitabın devamını okumaya gidiyorum. Her ne yapıyorsanız yapın, sizin de keyfiniz bol olsun.

    Banu BALAT

    Devamını Oku

    HUZURUN ANAHTARI

    HUZURUN ANAHTARI
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    İnsanları gerçekten anlıyor muyuz? Ya da anlamak istiyor muyuz? Birileri ile konuşurken ne kadar samimiyiz?  Bu sorular, modern hayatın hızında ve karmaşasında biraz arka planda kalmış gibi görünüyor. Çoğu insan, anlamaktan ziyade görünmek ve fark edilmek istiyor; yüksek sesle konuşuyor, sürekli neşeliymiş gibi davranıyor. “Ben de varım, beni de görün!” dercesine, herkese varlığını belli etme çabasında. Ancak, aslında bu davranışların altında yatan gerçek sebep kendilerine olan güvensizlik olabilir mi? Kendi içlerindeki boşlukları başkalarına görünür olarak, “ben de önemliyim” diyerek doldurmaya çalışmak, var olmanın kolay bir yolu gibi görünüyor.

    Bu varlık gösterişi aslında kendimizle olan gerçek bağımızı da sekteye uğratabiliyor. Dış dünyaya “ben buradayım” mesajı verme çabası içinde, kendimizi unutuyoruz. Herkesin önerilerde bulunduğu, başkalarının hayatına şekil vermeye çalıştığı bir dünyada, gerçekten kendi özümüzü koruyabilmek önemli. Bizden istenmedikçe hiç kimsenin hayatına müdahalede bulunmamamızın nesi yanlıştır? Oysa insanlar kendi hayatlarını yönetmek yerine, başkalarının hayatlarına yön vermeye kalkışıyor. Bu, belki de bireyin kendisiyle yüzleşme korkusundan kaynaklanıyor; zira kendini gerçekten tanımak, çoğu insanın kaçındığı bir çaba olabilir.

    Başkalarının yanındayken ya da toplum içindeyken davranışlarımızı değiştiriyorsak, belki de kendi içimizde tam anlamıyla tamamlanmamışızdır. İnsanlar birbirinin aynasıdır; karşımızdakinin neyi görmesini istiyorsak onu yansıtırız. Ancak gerçek bizi sakladıkça, farkında olmadan doğal dengemizden de uzaklaşıyoruz. Herkes kendi gibi olsa, egolar ortadan kalksa, belki de hepimizin aradığı o anlayış ve denge kendiliğinden gelir. Ne yazık ki, henüz kendini anlamamış, kendi iç huzurunu bulamamış birinin sizi anlamasını beklemek de gerçekçi değil. Zamanla, başkalarının sizi anlaması gerektiği fikrini de bırakıyorsunuz; yalnızlaştıkça aslında kendinize yaklaşıyor, kendinizi daha iyi tanıyorsunuz. Anlatmak zorunda olmamak, anlaşılmayı beklememek özgürlüğünü yaşıyorsunuz.

    Hayatı akışına bırakmanın, olayların doğal şekilde gelişmesine izin vermenin taraftarıyım. Geleceği bilme merakı, bugünümüzü kaçırmamıza sebep olmuyor mu aslında? Birçoğumuz gelecekte ne olacağını öğrenmek için kâh fal baktırıyor, kâh çeşitli kehanetlerin peşinden gidiyoruz. Oysa geleceği bilmek, bizi bugünü yaşamaktan uzaklaştırabilir. Hayatın getirdiği her şeyi, iyi ya da kötü, olduğu gibi kabul etmek, yaşananlardan ders çıkararak yola devam etmek en güzeli. Kahve falı dahi baktırmayan insanlar var ve bunun sebebi hakkınızda hiçbir fikri olmayan birinin, hayatınıza dair yönlendirmelerde bulunmasına kesinlikle tahammül edemiyor olması olabilir. Bilmediğiniz ve bilmek istemediğiniz bir süreç hakkında atılıp tutulması, ahkâm kesilmesi emin olun bazılarımızı deli ediyor. Düşünsenize, bu gelecek ile ilgili merakımızın sömürülmesi durumu, bir anlamda, bugünkü potansiyelimizi ve mutluluğumuzu da elimizden almıyor mu? Bu size de, gelecek ile ilgili karar verme veya seçim yapma hakkımıza müdahale gibi gelmiyor mu?

    Geçmişe takılıp kalmak ya da geleceğe dair sürekli bir endişe taşımak yerine, bugüne odaklanmak çok daha sağlıklı ve özgürleştirici. Tabii bu, geçmişte yaşadıklarımızı unuttuğumuz ya da unutacağımız anlamına gelmesin. Yaşananlar bize bir şeyler katmışsa, bu tecrübedir ve tecrübe de birikimden ibarettir; bizi biz yapan, güçlü kılan da bu birikim değil midir zaten? Yaşananlardan öğrenmek, acılarımızı anlamlandırmak ve hayatımıza kattıklarını kabul etmek önemli.

    Kendimizi gerçekten tanımak, kendimizi olduğu gibi kabul etmek, huzurun da anahtarı. Kişisel özgürlüğün temeli ise hayatı olduğu gibi karşılamak, geçmişi ve geleceği bugüne taşımadan yaşamak. Hayatın bize getirdiklerini, iyi ya da kötü, kucaklayarak yaşamak ve içsel dengemizi sağlamak belki de mutluluğun en sade yolu. Gelecek ne getirirse getirsin, biz bugünü olduğumuz gibi, dolu dolu ve kendimiz olarak yaşayalım.

    Banu Balat

    Devamını Oku

    ASALET

    ASALET
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Asalet, çoğu kişinin yanlış anladığı ve yalnızca köklü aile bağlarıyla ilişkilendirdiği bir kavram. Oysa gerçek asalet, bir soydan gelen mirastan ibaret değil, ruhunuzda yankılanan bir karakter bütünüdür. Asaletin temelleri çocuklukta atılır; kişinin yetişme tarzı, ailesinden öğrendikleri, hayatına kattığı değerler asaletin hamurunu oluşturur. Büyürken alınan bu değerler, konuşmalarınızda, tavırlarınızda kendini belli eder. Sonradan kazanılan bir süs değil, karakterin özünden gelen bir parıltıdır.

    Topluluk içinde bulunurken, kendiliğinden fark edilen bir özellik olur asalet. Bir insanın nasıl konuştuğu, ses tonunun nasıl olduğu, yüz ifadesi, duruşu ve verdiği tepkiler onun asil mi yoksa sıradan mı olduğunu belli eder. İnsan karakteri, tüm bu özelliklerle dışa vurur kendini; bir yandan da bu özellikler, kişiyi tanıtan bir kimlik gibidir adeta. Ne gerçek asalet ne de bayağılık saklanamaz; akar insanın üzerinden, ta ki “Ben buyum” diye haykırana kadar. Bir insanla ilk karşılaşmanızda bile onun içsel niteliklerini, karakterini sezersiniz; ruhunun derinliklerinden yayılan sinyalleri alır ve kafanızda bir yere koyarsınız. Ancak, bir insanı yargılarken ilk izlenimden fazlasına güvenmek de önemlidir. Kim bilir, belki de ilk izlenimde yanıldığınız biri zamanla sizi şaşırtabilir.

    Bu yüzden, insanlara bir şans vermek, onları hemen bir kalıba sokmamak gerekir. Zaman tanıdığınızda asil biri, zarafetiyle yavaş yavaş kendini gösterir. Bayağı bir insan ise eninde sonunda çiğliğini saklayamaz ve kendini açık eder. Hele ki toplu yaşanan, farklı sosyal çevrelerden insanların bir araya geldiği ortamlarda bu farklar çok daha net gözlemlenir. Gözlem gücünüz kuvvetliyse, insanların özündeki gerçek kişiliği kolayca fark edebilirsiniz.

    Çoğu zaman, gerçekten asalet sahibi olmayan insanların da toplumda takdir toplama arzusuyla daha asil görünme çabalarına şahit oluruz. Fakat içten gelmeyen bu davranışlar, kısa sürede kendini belli eder. Gerçekten asil olmayan biri, ne kadar taklit ederse etsin, kendine uygun olmayan bir tavır sergilediğinde tıpkı yanlış kıyafet giymiş gibi durur. İnsan bu yapmacıklığı fark ettiğinde içten içe acır; çünkü bir insan, kendine yakışmayan bir davranışı üstlenmeye çalıştığında zavallı bir hal alır. Belki bir umutla, “Belki bu yeni tavırlarını benimser de hep böyle kalır,” diye düşünürsünüz. Ancak, değişimin temelinde dürüst bir içsel motivasyon yoksa, davranış kalıcı olamaz.

    Gerçek asalet, gösterişsizdir ve bir ayna gibidir; sadece kendisini değil, etrafındaki herkesi yansıtır. Asil bir insan, sessiz bir zarafetle çevresindekileri etkilerken, bayağı olan insan içsel zayıflığını gizleyemez ve bu, en beklenmedik anlarda ortaya çıkar. Gerçekten asil birine bakınca, o zarafet ve saygı, her haliyle doğal görünür. Asalette kendiliğinden gelen bir vakar vardır ve bu insanın karakterine nüfuz etmiş bir erdemdir.

    Öyleyse asalet, soyla değil, ruhla gelir. Asil olmayı isteyen bir insan önce karakterine bakmalı, kendi içinde bu değerleri geliştirmelidir. Çünkü ne köklü bir soy ne de taklit edilen tavırlar, kişinin özüne gerçek bir asalet katabilir. Gerçek asalet, kendi ruhunun zarafetiyle insanın yolunu bulduğu bir karakter meselesidir ve bu, her zaman doğallığın bir yansıması olarak kendini gösterir.

    Banu BALAT

    Devamını Oku

    İYİ HAYATLAR

    İYİ HAYATLAR
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Hayatın bize öğrettiği en önemli şeylerden biri, büyümek ve öğrenmek için sadece senden büyük birinin yanında olmanın yeterli olmadığıdır. Büyüklerin tecrübeleri elbette değerlidir, ancak hayat nasihat dinlemek, söyleneni yapmak ya da başkalarının yaptığı seçimleri birebir takip etmekle öğrenilmez. Gerçek öğrenme, insanın kendi ayakları üzerinde durmayı göze almasıyla başlar. Yani, çoğu zaman tek başına karar almak ve deneme cesareti göstermek gerekir. Çünkü bazı şeyler sadece yaparak, yaşayarak öğrenilir.

    Zaman zaman olacaklardan korkarız, çünkü ne ile karşılaşacağımızı bilemeyiz. Bu belirsizlik bizi güçsüz hissettirir. Buna rağmen başlamak, ne olacaksa yaşamak ve olacakları görebilmek için bir adım atmak zorundayızdır. Karşınıza çıkan fırsatları değerlendirmek şart, çünkü her gün aynı fırsatları bulamayabilirsiniz. Bugünü yaşarken, garantisi olmayan bir geleceğe umut bağlamanın bir anlamı yoktur. İlk adımlar her zaman zorlayıcı olabilir, korkutabilir; ancak her tecrübe bir yerden başlamakla başlar. Cesaret olmadan özgürlük olmaz, çünkü ancak cesurca atılan adımlarla kazanılan tecrübeler kalıcı bir öğrenmeye dönüşür. Çünkü unutmamak gerekir ki, uygulamalı tecrübeler her zaman daha kalıcıdır ve bu tecrübeler bizi diri tutar. İnsan, yaşadığı her şeyden bir şeyler öğrenir ve bu süreç aslında büyümenin de en önemli parçasıdır. İşte tam da bu yüzden, her şeyi deneyimleyerek öğrenmem gerektiğini net olarak anladığım bir yaştayım. Tecrübelerim bana şunu gösterdi: Bazen en zor zamanlar, en değerli dersleri içinde barındırır.

    Belli bir yaştan sonra, hayatta karşılaştığınız değişik ve yeni durumlar karşısında ilk zamanlarda olduğu gibi heyecanlanmadığınızı fark edebilirsiniz. Zaman geçtikçe, bir zamanlar şaşırdığınız birçok şeye artık şaşırmadığınızı görebilirsiniz. Bu yüzden heyecanlı, macera dolu ve keyif alarak edinilecek kalıcı öğrenmeler için daha yaşınız gençken, yaşıtlarınızla daha çok vakit geçirmek, onlarla dolaşmak, maceralara atılmak çok önemli. Deneyim kazandıkça hayatın farklı yüzlerini görür ve bu yüzlerle büyürsünüz. Bu şekilde edineceğiniz öğrenme, kendi kimliğinizi kazanmanızda en önemli unsurdur bana göre.

    Hayatınızın her anında size eşlik edecek tek kişinin kendiniz olduğunu düşündüğünüzde, kendinizle güçlü bir bağ kurmanın önemini daha iyi anlarsınız. Kendinizi cesaretlendirmek, zor anlarda motivasyonunuzu kaybetmemek için en güçlü desteğiniz yine sizsiniz. O yüzden kendinizle sıkı bir arkadaşlık kurmak, kendinizi dinlemek ve anlamak büyük bir değer taşır. Her şeyi deneyebilir, her şeyin tadına varabilir ve bu süreçte kendinizi daha yakından tanımaya başlayabilirsiniz. Bu, özgürlüğün de anahtarıdır: Kendi potansiyelinizi keşfetmek.

    Emin olun, hayatınız boyunca birçok şey hiçbir zaman “tamam” olmayacak. Çünkü yüzde yüz tatmin olduğunuz bir durumun sizi durağanlığa ve isteksizliğe doğru çekmesi gayet olasıdır. Hayat sürekli bir değişim içindedir; şartlar, imkânlar ve beklentiler değişir. Bazen işler ters gider, bazen planlar rayından çıkar, ama bu da hayatın bir parçasıdır. Kendinizi başladığınız yerden çok farklı bir noktada bulabilirsiniz. Yaşamın güzelliği işte tam da budur.

    Hayatın bir sonu olduğunu da unutmamak gerek. O sona gelmeden önce ne yaptığınız, nasıl yaşadığınız ve geride ne bıraktığınız önemlidir. Yaşarken bıraktıklarınız, izleriniz, sizden sonra kalacak olan mirasınızdır. Bu yüzden her anı dolu dolu yaşamak, anlamlı kılmak gerekir. Çünkü siz gidersiniz, ama yaptıklarınız, bıraktıklarınız kalır.

    Rengârenk anlar yaşayacağınız bir ömür sürmeniz dileklerimle, iyi hayatlar.

    Banu BALAT

    Devamını Oku

    DEĞİŞİM

    DEĞİŞİM
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Hayat sürprizlerle dolu ve nelerin karşımıza çıkacağını tahmin etmek çoğu zaman zor. Şartlar sürekli değişiyor ve biz farkında olsak da olmasak da bu değişimler hayatımızı şekillendiriyor. Ancak kaçımız bu değişimi gerçekten hissedebiliyoruz? Değişimin farkına varabilmek ve hatta hızlandırabilmek için kaçımız düşüncemizi, içinde bulunduğumuz ortamı ve belki de çevremizdeki insanları değiştiriyoruz? Yıllardır aynı rutin içinde yaşayıp duruyorsak, büyük ihtimalle hayatın hep aynı olduğunu düşünmeye başlıyoruz. Oysa belki de sadece rutinlerimiz, çevremizdeki insanlar ya da bulunduğumuz ortam bizi bu durağanlığa itiyordur.

    Mesela, zorlu bir dönem geçirdiğinizi düşünelim. Hayatın size sunduğu şartlar pek de parlak görünmüyor olabilir. Ama bu şartların değişmesiyle, yani işinizi, çevrenizi, hatta belki de yaşadığınız şehri değiştirdiğinizde, o kötü diye düşündüğünüz şeylerin aslında birer fırsat olduğunu fark etmeniz olasıdır. Yeni insanlar tanıdıkça, yeni deneyimler kazandıkça, aslında hayatın durağan ve sıkıcı olmadığını, aksine sürekli bir değişim içinde olduğunu görmeniz de muhtemeldir.

    Bu yüzden bazen risk almak, alışkanlıklarımızdan kopmak ve farklı bir yöne gitmek gerekiyor. Değişim çoğu zaman korkutucu görünse ve rahatsız edici olsa da, aynı zamanda yeni kapılar açan ve hayatı daha renkli hâle getiren bir süreç. Aynı kalmak, sahip olduğumuz konfor alanında yaşamak ilk başta rahat gelse de, uzun vadede insanı yerinde saydırabilir. Oysa bir adım atıp farklı bir yöne gitmek, belki de bize hayatın farklı şekillerde de yaşanabileceğini gösterebilir. O hâlde değişim, gelişimin bir parçasıdır demek yerinde olacaktır.

    Hayatın devamı boyunca değişim kaçınılmazdır. Bunu kabul edip kucakladığınızda, hayatınızın da daha anlamlı ve heyecan verici bir hâle geldiğini görebilirsiniz. Önemli olan, bu değişimden korkmak yerine onu gelişim adına bir fırsat olarak görmektir. Kimi zaman çevremizi, kimi zaman bakış açımızı, kimi zaman alışkanlıklarımızı değiştirmek bile hayatımızda bir dönüm noktası olabilir. Gerçekte asıl değişim dışarıda değil, içimizde olmalıdır. Bazı olaylara farklı bir bakış açısıyla yaklaşmak, hayatımızı kökten değiştirebilir. Örneğin, bir başarısızlık yaşadığınızda hemen pes etmek yerine bu durumu bir öğrenme fırsatı olarak görebilir, yönteminizi değiştirerek yeniden deneyebilirsiniz. Ya da her gün yaptığınız rutin işlere bıkkınlıkla değil, onları bir gelişim fırsatı olarak değerlendirerek yaklaşabilirsiniz. Zihinsel bir değişim, hayatınıza yeni bir enerji getirebilir ve pekâlâ sizi daha mutlu, daha üretken biri yapabilir.

    Sonuç olarak, değişim sadece dışarıdan gelen bir durum değil; bazen bilinçli bir tercih olabilir. Korkmak ya da görmezden gelmek yerine değişimi, hayatımızı daha renkli, anlamlı ve dolu dolu yaşamak için bir fırsat olarak görmeliyiz. Zorunlu olarak veya kendi seçimimizle de olsa değişimi yaşıyorsak, sızlanıp çaresizlik hissine saplanıp kalmak yerine geleni kabul edip harekete geçmek, yenilenmenizi sağlarken belki de hiç bilmediğiniz yönlerinizi ve yeteneklerinizi de ortaya çıkarabilir. Hatta umduğunuz sonucu alamasanız bile “denedim ama olmadı” diyebilmek bence denememekten daha iyidir. Keza, deneme yolunda yaşayacağınız maceralar işin en heyecanlı ve atraksiyon dolu kısmı bile olabilir.

    Belli bir hayat standardını yakalamak için çabalarken hızlıca geçen hayat, rutinlerle dolduğunda uzun ve sıkıcı gelmeye başlamışsa bu, değişimi ve gelişimi durdurduğunuz için olabilir. Yenilenmek, hareketlenmek, canlı ve aktif hissetmek adına gelecek tüm değişimlerin sizi güçlendirmesi dileğiyle.

    Banu BALAT

    Devamını Oku

    SİZE ÖZEL

    SİZE ÖZEL
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Hayatımızı yaşarken aldığımız keyfi çoğu zaman kendimize saklamıyor, paylaşarak sanırım herkesin de bunu bilmesini istiyoruz. Özellikle son yıllarda her şeyin sosyal medyada gözler önüne serildiğini düşünürsek, ne yaşadığımızı herkesin görmesini istediğimiz sonucuna varıyorum. İnsanlar, en özel anlarını bile anında dünya ile paylaşma ihtiyacı duyuyor. Acaba bu her zaman mı böyleydi yoksa çağımızın getirdiği teknoloji nimetinden mi faydalanıyoruz diye düşünmedim desem yalan olur.

    Yakın dönemde Vatikan Müzesi’nde karşılaştığım bir eser, bu hayatımızı sergileme isteğinin modern bir fenomen olmadığını anlamamı sağladı. Gördüğüm eser, devasa bir halıya işlenmiş, rengârenk ve çok detaylı bir evin içini anlatıyordu. Resmedilen gösterişli sofra, hizmet edenlerin ve ev ahalisinin giyim kuşamı, ev sahibinin abartılı güç gösterisiydi. Rehbere bu eserin hikâyesini sorduğumda verdiği cevap çok enteresandı. “Bugünlerde hayatımızı sosyal medyada paylaşıyor ve yaşantımızdan geçici de olsa izler bırakıyoruz, doğru mu?” dedi. Bu resmedilenin kesinlikle önemli bir hikâye içermemesine rağmen, o zamanın nüfuzlu ve zengin kişilerinin yaşadığı hayatı anlatabilmek için kullandığı bir metot olduğunu söyledi. Bu ve bunun gibi birçok eserin o yaşantılardan kesitler olduğunu, bunun resmedildiğini anlattı. O zaman anladım ki bu sadece günümüze özel bir durum değildi. Her dönemde herkes hayatını nasıl yaşadığını herkesin bilmesini istiyordu. Geçmişte de bireyler, yaşantılarının bir yansımasını çeşitli yollarla dış dünyaya sergilemişlerdi. Bu gösterişli yöntem, bireylerin her dönemde kendi yaşamlarını sergileme ve başkalarının görmesini isteme arzusunu da ortaya koyuyor zaten. Yani sosyal medyada bugün gördüğümüz paylaşım arzusunun kökenleri aslında geçmişe dayanıyor gibi.

    Böylece artık sosyal medyada gözler önüne serileni yadırgamamaya karar verdim. Her ne kadar geçmiş dönemlerde insanlar yaşantılarını eserler aracılığıyla sergilemiş olsa da, günümüzün sosyal medya çağı bu sergileme sürecini artık daha da hızlandırmış ve kitlesel bir boyuta taşımış durumda. Ancak yine de mahremiyet benim için her zaman değerli oldu ve bundan sonra da olacaktır. Kimi anlar vardır ki, onları sadece kendimize saklamak, o anın derinliğini ve anlamını daha da artırabilir.

    Mesela, muhteşem bir sahilde, sevdiğim arkadaşlarımla birlikte gün batımını izlerken hissettiğim huzuru, ardından gelen yıldızlı geceyi, şarkılar söyleyerek ya da dertleşerek geçirdiğimiz saatlerin keyfini hangi film ya da fotoğraf karesine sığdırabilirim ki? Bu tür deneyimler, hepimizin iç dünyasında derin izler bırakan ve anılarla zenginleşen bir yaşamın temel taşlarıdır bana göre. Yaşadığım anları nefes alırcasına içime çekip, bunların hepsini kendi içimde saklamaktan haz alan biriyim ben ve belki de sadece ben böyleyimdir. Kendi adıma söylersem, bunu yaptıkça daha dolu, daha duygusal, daha duyarlı ve daha çok anısı olan biri olmaya başladım. Kimi anlar sadece bana özel kaldığında daha derin bir anlam taşıyor ve bu anları içimde saklamak, bana daha zengin ve anlamlı bir yaşam sunuyor. Yaşadığım anları detaylarıyla hatırlamak, belki de onların bana kattığı derinliği koruduğum içindir. Bir şeyleri anlatabiliyor, kendimi kolayca ifade edebiliyorsam, bu da yaşadığım anları tüm detaylarıyla içimde barındırabildiğim içindir.

    Kısaca; her anı paylaşmak zorunda olmadığımızı, bazı şeylerin sadece bize ait olması gerektiğini söylemeye çalışıyorum aslında. Nefes aldığımız her an bir nimet ve yaşamak bir sanatsa, sanırım ben de bu sanatın bir parçası olma yolundayım ve sanatımızı nasıl sergileyeceğimizi de iyi düşünmemiz gerek. Hatırladığınızda içinizi sımsıcak edecek, size özel anılarınızın çok olduğu mutlu günler dilerim.

    Banu Balat

    Devamını Oku

    Gerçek Değerimiz

    Gerçek Değerimiz
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Etrafımızda egosu yüksek, narsist tavırlar sergileyen insanlarla karşılaşmak pek de şaşırtıcı değil aslında. Kendilerini olduğundan daha önemli göstermek için çaba harcayan, başkalarının üzerine basarak yükselmeye çalışan, kibirli davranışlara sahip kişiler hep vardı ve var olmaya da devam edecek.

    Bence bu kişiler, aslında içlerinde derince bir boşluk barındırırlar. Çünkü bu aşırı güven gösterisi, aslında güvensizlikten başka bir şey değilmiş gibime geliyor. Yani, sürekli dikkat çekme ve onay arayışları, pekâlâ içlerindeki yetersizlik duygusunun bir yansıması olabilir.

    Narsist insanlar, konuşmayı çok sever ama dinlemeyi pek bilmezler. İletişim kurmaktan ziyade, kendilerini ön plana çıkarmak için konuşurlar. Aslında buradaki sorun, narsist kişilerin başkalarının duygularını anlamakta zorlanmalarıdır. Kendilerini o kadar merkezde görürler ki, başka birinin bakış açısını dikkate almak onlara zor gelir. Bu da onları, yüzeysel ilişkilere sürükler. Derin, anlamlı bir bağ kurmak yerine, sadece kendi çıkarlarına hizmet eden ilişkiler geliştirmeyi tercih ederler.

    Bir de konuşmayı beceremeyen, iletişim kuramadığı için şiddete başvuran insanlar var. Bu insanlar, anlaşmazlıkları çözmek yerine, şiddetle tepki vermeyi seçerler. Çünkü içlerindeki öfkeyi ya da hayal kırıklığını nasıl ifade edeceklerini bilemezler.

    Bazen kısıtlı kelime dağarcıkları yüzünden kelimeler yetersiz gelir ya da doğru kelimeleri bulmak yerine kolay olan yolu, yani fiziksel ya da duygusal şiddeti seçerler. Oysa ki sorunları konuşarak çözebilmek, bir insanın kültürünün, eğitiminin, kendine olan güveninin ve olgunluğunun göstergesidir.

    Şiddete başvurmak ise tam aksine, bir zayıflık belirtisidir. Bu insanlar aynı zamanda genellikle kendilerini geliştirmek yerine daha kolay yollara başvururlar.

    Düşünsenize, kendini geliştirmek için disiplin gereklidir; ayrıca çaba da sarf etmeniz gerekir. Ancak bazıları, kısa vadeli çözümlerle yetinir ve günü kurtarmayı tercih eder. Zor yolu seçmek yerine, kolayca elde edilebilecek zevklere yönelirler. Ama bu kolay yol, aslında uzun vadede tatmin sağlamaz. Başta çekici gibi görünebilir ama sonunda insan kendini yine boşlukta bulur.

    Bir de varlıklarını önemli hale getirme çabasında olanlar var. Bunu yaparken kimi zaman abartılı davranışlar sergiler, kimi zaman da sosyal medyada veya gerçek hayatta başarılarını gözler önüne sererek kendilerini öne çıkarırlar.

    Fakat burada asıl mesele, bu kişilerin içsel bir boşluk hissetmeleridir. Dışarıdan aldıkları onayla bu boşluğu doldurmaya çalışırlar ama dış onay, ne kadar tatmin edici olabilir?

    Gerçek değer, dışarıdan değil, içeriden gelir. Kendi iç huzurunu bulamayan insan, ne yaparsa yapsın bir noktada bu tatminsizlikle yüzleşir.

    Bence sahip olunan bu davranış kalıpları, kişinin kendine dönüp bakmasını, içsel değerlerini sorgulamasını engeller. Kişi, dışarıdan gelen onay ya da kısa vadeli başarılarla kendini tatmin etmeye çalıştıkça, gerçek anlamda kendini bulması zorlaşır.

    Hâlbuki insanın gerçek değeri, ne kadar dikkat çektiği ya da ne kadar başarı kazandığıyla değil, kendisiyle ne kadar barışık olduğuyla ölçülür.

    Kendinizi sevin ve kendinizi önce kendinize, sonra da tüm insanlara karşı eğitin. Güzel ve huzurlu bir hayat için, sevgi dolu ve anlayışlı kişilerin çok olduğu, sözlü veya sözsüz iletişimin mümkün olduğu, sosyal kültür düzeyi yüksek ve saygılı bir toplumda yaşayabilmek adına, iletişim becerisi yüksek kişilerin çoğalmasını umuyorum.

    Banu BALAT

    Devamını Oku

    MAHREMİYET

    MAHREMİYET
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Son zamanlarda ne kadar göz önünde yaşadığımızı fark eden bir tek ben miyim? Sanki mahremiyet denen şey ortadan kalkmış gibi. Hepimiz birbirimizin hayatının içindeyiz. Mahremiyetin artık çok zor sağlandığı bir dönemden geçiyoruz. Herkesin birbirinin hayatına dâhil olduğu, sınırların giderek silikleştiği bir çağda, özel alanlarımıza ve duygularımıza saygı gösterilmesi neredeyse imkânsız hale geldi. Sosyal medya, meraklı gözler ve içinde olduğumuz sürekli iletişim çağında, başkalarının hayatlarına müdahale etmek ya da kişisel bilgilerini edinmek bir alışkanlık haline gelmiş durumda. Ancak bu durum, bireyler arası saygının ve empati anlayışının giderek azalmasına neden oluyor.

    Günümüzde sosyal medyadan tutun, sokaklardaki güvenlik kameralarına kadar uzanan gözlenme ve izlenmeler sayesinde mahremiyet denen olgu sadece küçücük bir alanda kalmış durumda. Zaten her dakika birbirimizi gözlemlemiyormuşuz gibi, bir de hayatlarımıza müdahale etme çabası içindeyiz. Başkalarının hayatlarını film izler gibi izlemekten bile keyif alır hale geldik. Belki de sadece “ah, vah” deyip, başkalarının yanında oluyormuş gibi yaparak merakımızı gideriyoruzdur, kim bilir? Televizyon dizileri veya kitaplar bu yüzden yok mu zaten? Belki de birilerinin hayatını merak etmek yerine, kitaplara ve oradaki hikâyelere odaklansak, hem kelime dağarcığımız hem de hayal dünyamız gelişebilir. Yanlış anlaşılmasın; elbette arkadaşlarımın ihtiyaç duyduklarında yanlarında olurum, dertlerini dinlerim, sorarlarsa fikrimi de söylerim. Ama onların hayatını yönetmeye çalışmak ya da yargılamak benim haddimi aşar. Nasıl ki ben haddimi biliyorsam, karşımdaki insanların da sınırlarını bilmesini beklerim.

    Günümüzde özel bir hayat yaşamak çok zorlaştı. Yalnızlığın verdiği huzuru unuttuk mu? Bence unuttuk. Ne telefon, ne tablet, ne de bilgisayar elimizden düşmüyor. Gerçek anlamda sosyalleşmeyi yitirdik. İşbirliği yapmak, duyguları anlamak ve empati kurmak için birbirimizin gözlerinin içine bakarak konuşmak gerekmez mi? Hayır, sanırım artık sanal dünyalarda kaybolduk. Sanal aşklar, sanal arkadaşlıklar… Her şey sanal. Bence bu durum zamanla içten içe mahremiyetimizi de alıp götürüyor.

    Ben, kapımın ardında kendi kabuğuma çekilip kendi dünyamda bir şeyler yapmak isterken bile meraklı bakışların hedefi oluyorsam, bu benim özgürlüğümü kısıtlıyorsa, beni strese sokuyorsa, o zaman bu kısıtlanmışlık hissiyle beraber yavaş yavaş özgüvenimi bile yitirmeye başlarım. Her birey, neyi paylaşacağına kendi karar verebilmelidir. Duygusal zorlamalar, insan ilişkilerinde güveni zedelediği gibi, bireyin kendini özgürce ifade edebilme kapasitesini de zayıflatır. Bu yüzden, başkalarının özel hislerine saygı duymak, onları zorlamadan anlamaya çalışarak yanında olmak, sağlıklı ilişkilerin temelidir diye düşünüyorum.

    Duygusal olarak zor bir dönemden geçerken, bazen istemeden de olsa kendimizi anlatmak istemediğimiz şeyleri söylerken buluyoruz. Ağzımızdan laf almak için çabalayanlar, bu anları fırsat bilip üzerimize gelirler. Oysa o anlarda en çok ihtiyaç duyduğumuz şey, anlaşılmak ve saygı görmektir; sorgulanmak ya da zorlanmak değil. Peki, insanlar neden bunu yapar? Neden başkalarının duygusal sınırlarını zorlarlar? Bize dair o bilgilere neden bu kadar ihtiyaç duyarlar? Oysa her bireyin anlatmayı seçmediği, derinlerde saklı tutmak istediği, sadece kendine ait duygusal alanları vardır. Bu alanlar, birinin kim olduğunu, ne hissettiğini ve ne yaşadığını doğrudan etkileyen özel yerlerdir. Ancak bazen bu sınırlar görmezden gelinir ve başkalarının merakı, insanların en özel hislerine kadar ulaşmaya çalışır.

    Birinin bize zorla bir şey anlattırmaya çalışması, aslında o kişiye olan güvenimizi zedeler. Kişisel duygularımıza saygı gösterilmediğini fark ettiğimizde, kendimizi korunmasız ve savunmasız hissederiz. Mahremiyet, sadece fiziksel sınırlar değil, aynı zamanda duygusal sınırlarımızdır. Bu sınırların ihlali, bireyin özgürlüğüne, özsaygısına ve güvenine zarar verir.

    Sonuç olarak herkesin kendine ait bir alanı, anlatmak istemediği duyguları vardır ve bu hislere saygı göstermek, empati ve insan olmanın en temel değerlerinden biridir. İnsanlar, başkalarının hayatlarına girmeye çalışmak yerine, onların kendilerini ifade etmek için doğru zamanı seçmelerine izin vermelidir. Herkesin özeliyle mutlu olduğu günler dilerim.

    Banu BALAT

    Devamını Oku

    DUVARLARIN ARDINDA

    DUVARLARIN ARDINDA
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Henüz sekiz yaşında bile yoktu. Salonda annesinin her gün üşenmeden tozunu aldığı kocaman salon koltuklarından birinde oturuyordu. Evde her pazartesi temizlik günüydü ve o temizlik yapılmasından nefret ediyordu. O gün yine temizlenip itina ile kıvrımlarındaki her toz silinmiş koltukta, en sevdiği pembe fırfırlı elbisesini giymiş bekliyordu. İçeri girecek kişinin kim olduğunu merak ediyordu. Ona sadece beklemesini söylemişlerdi ve o bekliyordu işte. Her kim gelecekse gelsindi artık çünkü beklemekten sıkılmıştı. Daha oynanacak bir sürü oyun vardı ve en sevdiği fırfırlı elbisesi üzerindeyken onu tüm kızlara göstermeliydi. O bunları düşünürken kapıda bir kadın belirdi. Kadın ona sevgi ve hasretle bakıyordu. Gözlerini gözlerine dikti. Bir anda “belki ben de bir gün büyüdüğümde bu kadın gibi olabilirim” diye geçirdi içinden. Çünkü karşısındaki kadından, tepeden tırnağa güven akıyordu. Hiçbir şey konuşmadan koşulsuzca sevebileceği, koşulsuzca güvenebileceği bir hali vardı. Yıllarca tanıyormuşçasına onun kollarına atılmak için içinde bir itki hissetti. Ama bekledi ve sadece izledi. Kadın ona yaklaştı ve “sanırım ben seni çok iyi tanıyorum” dedi. Şaşkındı, daha önce görmediği bu kadın onu nasıl tanıyor olabilirdi ki. Hatta belki o bile henüz kendini tanımıyorken. “Ben senin 49 yaşındaki halinim” dedi kadın, sımsıcak ve sevgi doluydu. Sana bir söz vermek için geldim dedi, “sana en az 49 yaşına kadar yaşayacağının sözünü vermek için. Bu süre boyunca birçok şey olacak ve bazen kırılacak bazen çok mutlu olacaksın ama lütfen unutma bir gün gerçek senle baş başa kalacaksın. İşte o güne kadar seni kimsenin üzmesine izin vermeyeceğim.” Kadının söylediklerine hemen inandı ve zaten doğru olduğunu bildiğini hissetti. “Şimdi sana söyleyeceklerimi iyi dinle” dedi kadın ve kulağına eğilip “seni üzen hiç kimseye acıma, senin mutluluğunun sırrı budur” dedi ve başladı anlatmaya.

    Kadın henüz sekiz yaşında bile olmayan kendisine sarıldı ve saçlarını sevip, öptü. “Bir gün, tüm anlattıklarımla zaten bildiklerini hatırlayacak ve hayatta her şeye hazır olacaksın. Hataların da olacak elbette ama sen zaten bu hataların sayesinde güçleneceksin. Çok kısa bir süre sonra gerçekten sevdiğin bir şeyler olduğunu fark edeceksin, merak edeceksin. Pek çok deneme yapacaksın, çünkü içindeki o, seven ve öğrenmek isteyen yanın tarafından yönetiliyorsun. 12 yaşında hayat sana ilk gerçek acını yaşatacak ve insanlara güvenmekten vazgeçeceksin. O gün örmeye başladığın duvarlar bir gün senin sarayın olacak merak etme. Her zaman ışık saçacaksın etrafına ve haliyle ışığın etrafına toplanan çok olur. Işığın sayesinde asla yalnız kalamayacaksın bunu unutma. İstesen bile kalamayacaksın. Herkes seni kendine istedikçe sen onlardan kaçacaksın. Çünkü onlar verdiğin ile yetinmeyi bilmeyecekler. Tek bir şeyin, kendinin yanında olmak için onları hep terk edeceksin. Yeteneklerini kullanmaya başlaman yirmili yaşlarında olacak. Benim yaşıma gelene kadar hep seni sahiplenmek isteyenlerle savaşacaksın. Merak ettiğin ve öğrenmek istediğin her duyguyu ihtiyaç sanacaklar. Oysa sen sadece keşiflerden öğrenen bir kâşifsin. İhtiyacın olmadığını anladığın bir şey ya da biri olduğunu fark edersen, uzaklaş git, arkana bile bakma ve asla kimseye acıma. Sen acıdıkça sadece zaman kaybedeceksin. Yine de bu hatayı defalarca yapacaksın. En sonunda kendini gizlemek konusunda ustalaşacaksın ve gerçek seni asla kimse bilemeyecek. Belli bir süre sonra acımasız olmayı başardığında ise kurtulacaksın. Uzun süre nefessiz kalmışçasına derin bir nefesle yeniden doğacaksın. İçindeki güç gerçek ve bunu kimsenin anlamasını bekleme. Söylediklerimi hep hatırla ve bildiklerimi bil. Sadece içindeki sesime güven ve yaşa. Kahkahanı özgürce at ve sakın korkma. Seni seviyorum… Hep sevdim. Bugün ben senken daha da çok seviyorum. Herkesi sev ama en çok kendini sev. Çünkü sevmenin nasıl olması gerektiğini anlatmakla geçireceğin bir ömrün olacak. Ben hep yanındayım…”

    Ve kadın gitti. Küçük kız ise fırfırlı pembe elbisesini göstermek için hoplaya zıplaya arkadaşlarının yanına gitti. Hayatına devam etti… Ama hep bildi. Neyi istediğini bildi, neyi istemediğini bildi. Korkmadan yaşadı ve büyüdü… Aslında hep çok mutlu oldu ve hala mutlu…

    Banu BALAT

    Devamını Oku

    UĞURLAR OLSUN

    UĞURLAR OLSUN
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Kendi kendime bir hayal kurdum. Hayalin içinde seninle oldum. Hatta âşık bile oldum. Oysa gerçek bambaşkaydı. Ne aşk vardı, ne de sen. İki kişilik değildi bu aşk, ben kendi kendime, kendi içimde yaşadım seni. Kendi kendime konuştum seninle. Sohbetler ettim, şarkılar söyledim. Hayalimdeki senle seviştim. Kızdım da bazen, bazen söylendim, bazen küstüm. Bazen sessiz, bazen gürültülüydü kafamın içindeki biz. Ama hayalimde bile en çok huzuru sevdim. Huzur ne güzel bir kelime, insanın hayatına nasıl da yakışıyor bir bilseniz. Herkesin gerçeği başkaydı oysa. Eğer gerçeklerle yaşansaydı, biz diye bir şey hiç olmazdı bile. Nereden nereye, kim bilir?

    Oysa hayal etmek huzur kapısının anahtarıydı ve huzur için özgür olmak gerekliydi belki de. Sahi, özgür olmak ne demekti? Birçok zaman geçirdim gerçek dünyada ama sadece kafamın içinde benleyken özgür hissettim. O halde özgürlük, hayal dünyasının gerçeği, gerçekliğin ise hayali olabilir mi? Bedenlenmiş gerçek, hissedilen duygulardan daha zor yaşıyor. Bir bedenin ruhu yoksa zaten yaşamasının ne anlamı var ki? Ruhun arayışına yardım etmek için var olan beden, ruhunu göremeyene, ona dokunamayana ne anlamsızdır. Bir sevda sadece ruhların temasıyla mümkünken, bedenlerin coşması, birleşmesi fiziksel aktiviteden başka nedir ki?

    Hayalimde sevdim seni, hayalimde paylaştım ruhumla beraber kendimi. Hem verdim hem aldım. Bendim, biz oldum, sonra döndüm gerçeğe ve bizken giz oldum. Kime söylesem gerçeği anlamazdı, ime söyledim, ime sakladım bizi. Bir şiirle aralanan kapıdan bir huzur vermek için girdin ama kalamazdın orada, biliyorum. Sınırlı gerçeklerin dünyasında hayallerin de sınırlıyken. Bir an, sadece bir an belki de biri görebilir sandım beni, ama nafile düşler, nafile bekleyişler. Bize zaman lazımdı belki de, oysa zaman yoktu. Zaman sadece araçtı, huzur ise amaç. Hayal de olsa güzeldik. O yüzden de, yine başlattığım gibi bitirdim seni hayalimde. Kendi kendime vedalaştım seninle, içim rahat, dökmeden, saçmadan, senden aldıklarımla, sana verdiklerimle beraber gittim senden, merak etme. Kendi gerçeğime giderken mırıldandım. Ben vedamı söyledim, sen duymadın.

    Uğurlar olsun…

    Banu Balat

    Devamını Oku

    GÖÇEBE

    GÖÇEBE
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Tam bir göçebe ruhum var benim. Hiçbir yerde fazla duramıyorum. Hiçbir şeyi fazlaca sahiplenemiyorum. Hatta kendimi hiçbir yere ait hissetmediğimi bile söylesem, yalan olmaz. Hâlâ merak ettiklerim var benim, hâlâ görmek istediğim yerler var, hâlâ bilmediklerim ve hâlâ öğrenmek istediklerim. Hep bir eksiklik hissi… Bir türlü tamamlanamamış bir ben. Bir şeyleri tam seveceğim anda başka bir şey çıkarsa gidip onu kurcalıyor şıpsevdi çocuk ruhum. Ne ben tamamlanıyorum ne de o şey. Hep bir şeyler yarım kalıyor hayatımda. Ne kadar istesem de tam olmuyor. Mizacım böyle, artık bunu kabul etmeliyim. Ait olmak, sahiplenmek, yönetmek, yönetilmek, yönlendirmek, yönlendirilmek hiç bana göre değil. Hayır, hayır, yanlış anlaşılmasın; şikâyetçi değilim bundan. Dedim ya, ruhum göçebe; tek bir şeye bağlanıp kalabilsem, bugün bu yazıyı bile yazıyor olmazdım.

    Ama sorun çözmek tam benlik. Çözümsüz hiçbir şey de yok aslında. Yeter ki niyetiniz çözüm bulmak olsun. Her şey olur, hem de çok güzel olur. Bununla da yetinemiyorum; e, göçebeyim dedim ya. Var olan bir soruna çözüm bulduğum anda, başka sorunlar bulup onları çözmeye koyuluyorum istemsizce. Hayatım adeta buna bağlıymışçasına kendimi adıyorum çözüm yoluna. Tam anlamıyla mutlu oluyorum o zamanlarda.

    Mutlu olduğum bir başka şey de müzik. Evet, göçebe ruhumu doyuran diğer faktör de kesinlikle müzik. Şarkılara anlam yüklemeyi seviyorum ben. Hoşuma giden bir melodi, bir ezgi, bir nağme duyduğum anda, içinde bulunduğum anı yükleyiveriyorum o şarkıya. İnanın bana, çok geniş bir repertuarım var haliyle. Değişik türler, değişen ruh halime de hitap ediyor ve ben kendi kendime çok eğleniyorum, çok da mutlu oluyorum. Ama benim aldığım hazzı paylaşmaktan ziyade içimde depolamayı seven bir yapım var. Çok ama çok sevdiğim bir şey olunca onu ortaya dökmek yerine kendime saklamayı tercih eden biriyim ben. Benim aldığım keyfin bende çok daha güzel durduğuna inanıyorum çünkü paylaşınca bazı şeylerin büyüsü bozuluyor gibime geliyor. Benim duygum bende; “sadece beni” mutlu eden bir duygu ne de olsa. Her şeyimi paylaşmamam, benim duygusal bencilliğimden. Başkaları anlasın diye mutlu olunmaz ki. Mutluysan mutlusundur işte. Ruhu besleyen en güzel şey, hissettiğiniz duyguların sizde bıraktıklarıdır. Her şeyinizi paylaşmayın ki sizin de size özel, sadece sizi gülümseten anlarınız olsun.

    Hepinizin özelinde hep güzellikler olması dileklerimle… Göçebe veya değil, hiç fark etmez; ruhunuza iyi bakın.

    Banu BALAT

    Devamını Oku

    KÂŞİF

    KÂŞİF
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Yaşayan herkes, hayata tutunmanın bir yolunu bulmuştur mutlaka. Peki, hayata tutunmanın tek bir yolu mu vardır sadece? Birden fazla yol olamaz mı? Bence, yaşayan ne kadar insan varsa, o kadar da farklı dünya var demektir. Herkesin dünyası kendine özel olduğu gibi, yetenekleri ve yapabildikleri de kendine özeldir. Hepimiz her şeyi mükemmel yapabilir miyiz? Böylesi bir şey doğaya bile aykırı zannımca. Eğer herkes her şeyi mükemmel yapabilseydi, bizi farklılaştıran şeylerin ne anlamı kalırdı ki? Hayata renk ve insana özgüven katan, kişisel farklılıklar değil midir zaten?

    Bazen yaşam şartları, bazen ailevi zorunluluklar, bazen geçim derdi ve bazen de kendi isteğimizle yeteneklerimizi kullanmayı öğreniriz. Ancak aynı işi yapan insanlar bile bazen farklılaşabilir. Örneğin, marangoz olan birçok kişi varken, çok iyi marangozdur, işini çok iyi yapar, işçiliği mükemmeldir dedirtebilen biri, aynı kategoride bile farklılığını ortaya koymuş olmaz mı? Yaptıklarımızdan ziyade, bizi farklılaştıran şey kişisel özelliklerimizdir. Ayrıca yapılan işi yapmayı ne kadar istediğimize de bağlıdır. Zoraki yapılan her şey bizden ufak ufak götürürken, istekle ve keyif alarak yaptıklarımız bize güç katar.

    Bir şeyi gayet iyi yapmasına rağmen sadece onunla mutluluğu yakalayan biri için aklıma ilk gelen, eğer onu yitirirse yaşayacağı yıkım oluyor. Düşünsenize, hayatınız boyunca o işi en iyi, en güzel şekilde yapmış ve alkışlanmış, takdir edilmişsiniz. Size övgüler yağmış ve bu yeteneğiniz sizi yukarılara taşımış. Ama bir gün artık onu kullanamaz hale geldiğinizde, sizin adınızı bile anmaz olduklarında ne hissedersiniz? Eğer her şeyinizi o yeteneğe bağladığınız bir hayat yaşamışsanız, muhtemelen hissedeceğiniz şey kocaman bir boşluk ve hiçlik hissi olacaktır. Ben işte bu noktada şunu düşündüm: Belki de sadece bir şeye bağlanıp yaşamaktansa, hayat devam ederken çok iyi olmasa bile başka yeteneklerimizi de keşfetmeye çalışmalıyız. Yetenek kâşifi olup, başka neleri yapabileceğimizi bulmalıyız. En büyüğünü kaybetsek bile bir diğerine tutunabilmeliyiz. Yitirdiğimizde düşersek, kolumuz kanadımız kırık, bitik olacağımıza, diğer yeteneklerimizle şekillenen dallara tutunabiliriz. Böylece düşüp paramparça olmak yerine, silkelenip tekrar ayağa kalkmak mümkün olmaz mı?

    Bence, kendi iyi yönlerini ya da yeteneklerini keşfedenler, hep tutunacak dalları ve alternatifleri olacağı için kolay kolay yıkılmazlar. Kendi adıma söylemem gerekirse, ben tutunacak dalları çok olanlardan biriyim ve biri bittiğinde, diğeri başlayan seçeneklerimle renklenen bir hayatım var. Yani diyeceğim odur ki, tek bir yeteneğe bağlanıp kalmayın ve yeteneklerinizin kâşifi olun. Emin olun, kendinizi keşfetmeye başladığınızda, bulduğunuz yeteneklere siz bile inanamayacaksınız.

    Banu BALAT

    Devamını Oku

    HUZUR

    HUZUR
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    En savunmasız halinle bile güvende hissediyorsan ve oturduğun yerde derin bir nefesle hayatı ciğerlerine doldurduğunda dudakların istemsizce yukarı doğru kıvrılıyorsa, yüzünden tüm hücrelerine doğru sıcacık bir keyif dalgası yayılıyorsa, işte tam da içindesin demektir. O derin nefesi aldığında içine dolan şeyin adı huzur. En içinden çıkılmaz sandığın durumları bile hiçe sayabilecek kadar umarsızsan, yüzünü güneşe dönüp sıcağı özümsüyorsan, yaşıyorsun demektir. Ayağını toprağa basıp şarj olabiliyorsan, yenilenip yola devam edebiliyorsan, düşündüğünü hayalinde yaşatabiliyorsan, istediğini yapabilecek kadar sağlıklıysan, işte yakaladın demektir. Huzur, ey huzur.

    Kin, öfke ve benzeri tüm kötü düşünceleri uzaklaştırabiliyorsan ve onları güzelleri ile değiştirebiliyorsan, düşünceni temizlemeyi başarabildiğin an hissettiğin şeyin adı huzur. Sessizliğin içindeki sesleri duyabiliyorsan, kalabalığın içindeki sessizliği yakalayabiliyorsan, doğayla bütünleştiğini hissedebiliyorsan, huzur çoktan gelmiş ve sana dolmuştur bile.

    Huzur her yerde ve her şeyde, görebilene. Durup huzuru beklemek olmaz. Huzur kendiliğinden gelip size dolmaz; siz istediğiniz için gelir. Bir an, bir kişi, bir olay, bir ses, bir melodi veya başka bir şey… Sebep ne olursa olsun, içinde huzur barındırır, emin olun. Ama onu içinize alıp almamak size kalmıştır. Baktığı halde o huzuru göremeyenlere ne yazık! Biz almayı bilmiyorsak, bu onun suçu değildir ki. Huzur hayatın her anında, yaptığınız, dokunduğunuz, söylediğiniz, dinlediğiniz her şeyde… İnanın, her şeyin barındırdığı huzuru sadece almak isteyen alabilir.

    Ben kendimi böyle yeniliyorum açıkçası. Ne yaşarsam yaşayayım, içinden en çok huzur veren kısımları alıp yerleştiriyorum hücrelerime. Bulduklarımı bir bilseniz, neden hep gülümsediğimi anlardınız. Keşke siz de hayatı benim gözlerimden görebilseydiniz. O kadar tarif edilemez bir güzellik içinde yaşıyorum ki, beni ne yıkmak ne de yıpratmak mümkün. İmkânı yok yani, çünkü hayatın içindeki huzuru özümsemeyi öğrendim ben. İnişler, çıkışlar, acılar, sancılar, kahkahalar, gözyaşları ve daha neler neler yaşadım, yaşadıkça öğrendim, yaşayarak öğrendim. İnanın; yeniden başlamalar, yeni insanlar tanımalar, yeni şeyler, yeni yerler, yeni şehirler keşfetmeler, kendimize ilave edebildiğimiz tüm yeni öğrenmeler ve daha binlercesiyle hayatın her anı huzur dolu.

    Haydi, derin bir nefesle çekin huzuru içinize. İliklerinize kadar hissedebileceğiniz, içinde yüzüp onunla bir bütün olabileceğiniz, gücünüze güç katacak, düşüşleri acısız atlatmanızı sağlayacak, yeni başlangıçları heyecanlı kılacak bol huzurlu günler diliyorum.

    Banu Balat

    Devamını Oku

    KÖKLER

    KÖKLER
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Uzun süre bölük pörçük uyursunuz bazen. Yaşarsınız her günü ama hissetmezsiniz. Hissetmeden geçen her an kayıptır oysa. Beyninizle kalbiniz çarpışır o arada, içiniz savaş meydanıdır çünkü. Dışarıdan bakana süt liman, içerisi yangın yeri. Yersiniz, içersiniz, gününüzü normal sürdürmeye çalışırsınız ama bir yerler durmadan kanamaktadır içinizde. Öyle ince bir sızıdır ki bu, baksanız da göremezsiniz, ararsanız bulamazsınız. Hatta yok sanırsınız ama his kaybına sebep olmuştur bir kere fark etmeden, hissizleşirsiniz. Bir süre de böyle geçer, sızlarsınız ve siz artık eski siz değilsinizdir. Değişimin sızısıdır bu, değişimin yüküdür belki de. Siz hazır oluncaya kadar sürer bu sızı. Yeni sizin altyapısı bazen birkaç ay bazen de yıllar sürer. Ama zaman acımasızdır, geçer gider, sizi bırakır yolda. Öyle ya, zaman bu, acımasızın önde gidenidir.

    Bir gün gelir anlarsınız, hayat tüfeğini ateşlemiş, saçmaları size isabet etmiş ve sizi dağıtmıştır bir kere. Pek çok yerinizden yara almışsınızdır. Böylece başlamıştır artık öğrenme süreciniz. Anlamaya başlamışsınızdır, sizin için hazırlanan nasıl bir değişimin içinde yer aldığınızı. İsteseniz de eskisi gibi olamazsınız artık. Ancak kırılıp dökülmeler, eğilip bükülmeler sana göre değildir, bilirsin. Yeniden bu döngüdeki sağlam halka olman gereklidir bir an evvel ve düşünürsün. Değersizlik hissinden kurtulup yeniden hissedebilmek için yaralanmış enerjini bütünlemek gerektiğini anlarsın.

    Uzun zaman köklerinizden ayrı, yalnız kaldıysanız bir süre sonra enerjiniz azalmaya başlıyor. Sizi koşulsuzca seven insanlara, köklerinize, ailenize, akrabalarınıza dokunduğunuzda, onlarla zaman geçirdiğinizde ise yeniden yeşillendiğinizi hissediyorsunuz. Her şey için, başka hiç kimsenin size aktaramadığı bir enerjiyle doluyorsunuz. Yıllar içinde kendi hayatlarımızı yaşamak uğruna farkında olmadan aslında kök ailemizden uzaklaşmışızdır ama aslında ailenin gücü, size dokunması, vereceği destek, sizi özünüze döndüren ve bütünleyen yegâne şeydir. Bir gün yaralı, yorgun ve değersiz hissederseniz, köklerinize ve kan bağınız olan insanlara, sizi gerçekten koşulsuz, karşılıksız sevdiğini bildiğiniz insanlara gidin. Onlarla zaman geçirin. Bırakın dayınız saçınızı yeniden okşasın, aileniz sarıp sarmalasın. Sizi ve yüreğinizi yeniden o saf, o çocuk haline döndürmelerine izin verin. Onlar için ne kadar değerli olduğunuzu hatırladığınız ve bunu anladığınızda, kendinizi yeniden değerli hissettiğinizde, hayat birden ışıl ışıl parlamaya başlıyor, baktığınız her şey değişiyor ve özünüze dönüyorsunuz. Bunu yapan şey, saf ve temiz enerjiyle yüreğe dokunabilmek ve bu da sadece sizi koşulsuzca, gerçekten sevenlerle mümkün. Çünkü gerçek enerji gerçek sevgiden geliyor.

    Köklerinizi sevin, alın, verin ve yenilenin. Hayatı kaçırmayın, zira hissetmeden yaşamak, yaşamak olmayacaktır.

    Banu BALAT

    Devamını Oku

    HAYAT BORCUM

    HAYAT BORCUM
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Kendime bir hayat borçluyum. Borcumu ödemek için de yaşamam gerek. Bana kalan zamanı en iyi olduğunu düşündüğüm şekilde yaşamalıyım. Kendime çok haksızlıklar ettim, çok engeller koydum, kendimi defalarca kilit altına da aldım. Bazen işkenceler çektim, sesimi bile çıkarmadım. Ruhumu hapsettim, bağırıp çağırmadım, çoğu zaman bile bile sustum. Ama artık anladım ki olan hep bana oldu. Suçlu değildim, yine de cezasını kendime çektirdim.

    Bence benim mahkûmiyetim artık bitti. Şimdi ruhumun zincirlerini kırmak zorundayım. Yıllarca hapsedildiği kulesinden çıkmak isteyen bir his var içimde. Denizin ortasındaki kimsesizlik kulesinde etrafı köpek balıklarıyla dolu tek başına korunabileceğini sanarak suskunca bekleyen beni, almaya gelen bir gemi elbet olacak. Nihayet balkona çıkabildim yıllar sonra, belki yarın terasta bir geminin yolunu gözlüyor olacağım ve belki de köpek balıklarına rağmen atlayıp kulaç atarak ulaşacağım herkesin içinde olduğu gerçekliğe. Ya da bu yolda paramparça olup yok olacağım. Olsun be, ne olursa olsun bunu bile borçluyum kendime. Keşkeler olmasın da, denedim olmadı demeye razıyım ben.

    Çocukluğumdan beri kendi kendime yaşamanın hayalini kurdum. Ama hiç kendimle yaşamadım ben. Ben gerçekte neyi severim, neyden hoşlanırım çok da fazla bilmiyorum mesela. Kendimle flört bile etmemişim bakınca. Tanımıyorum ki kendimi, aynadaki suretimden başka bir şey görmemişim, ruhuma bakmamışım. Kendimi tanımaya vakit ayırmalıyım, bunu bana borçluyum. Ayaklarımın yere en sağlam şekilde basabilmesi benim kendimi çok iyi tanımama bağlı. Bir daha asla kendime sormadan bir karar almayacağım mesela. Enine boyuna tartıp olası sonuçları, alternatifleri düşünmeden körü körüne kararlar alıp, fevri hareket edip de tüketecek vaktim kalmadı ve bunu en iyi ben biliyorum. Aynalar yalan söyler ama ruhunuz söylemez, söyleyemez. Benim derdim de, düşüncem de kendimle ilgili. Kimse üstüne alınmasın. Bu hayat benim, sadece benim, bana verilmiş, bana özel. Benim hayatımı benden başka kim yaşayabilir ki?

    Hiçbir zaman yeniden başlamak için geç değil. Hâlâ nefes alıyorken, hâlâ üretebiliyor, hâlâ yaşıyorken borcumu son zerresine kadar ödeyeceğim kendime. Borcumu ödemeden ölmeyeceğim ve bunu ödemenin tek bir yolu var. O da yaşamak… Hakkını vere vere, dibine vura vura yaşamak. Yoksa para filan geçmiyor bu borcun ödemesinde. Ruha borç; huzurla, mutlulukla, merakla, değişimle, keşiflerle ve yeni şeyler tecrübe etmelerle filan ödeniyor. Bir gün bu dünyaya gözlerimi kapatırken kendime hakkımı helal etmek için hayat borcumu ödemeliyim, çünkü “helal olsun bana, ne güzel yaşadım” diyerek gitmek… İşte tek istediğim budur.

    Banu BALAT


    İçerik daha evvel Dalaman Gazetesi’nde yayınlanmış olmasına rağmen yazarın bilgisi ve isteği dahilinde gazetemizde yayınlanmıştır.

    Devamını Oku