01 Nisan 2025 Salı
Rahmetli annem gülleri çok severdi, özellikle de kokulu olanları. Ne zaman bahçeli bir yere ya da mezarlık ziyaretine gitsek, gördüğü güllerin hepsini koklar, beğendiklerinden bir dal koparıp yetiştirmeye çalışırdı. Yıllarca uğraştı ama bir gül bahçesine sahip olamadı. Yine de pes etmedi; sağdan soldan kopardığı dalları bardakta köklendirip, sonra evimizin önündeki küçücük toprak alana dikti. O güllerinin bir gün açacağına olan inancından asla vazgeçmedi.
Annemi yıllar önce kaybettim, ancak bahçemize ektiği güllerin hâlâ orada olduğunu yeni fark ettim. Küçük bir taş çemberin içinde, etrafı arsızca büyüyen otlarla kaplanmış hâlde duruyorlardı. Beni harekete geçiren şeyin ne olduğunu bilmiyorum ama elime budama makasını alıp annemin ektiği gülleri kapatan tüm gereksiz otları temizledim. Birkaç gün sonra balkona çıktığımda gözlerime inanamadım. Güllerin hepsi tomurcuklanmış ve o taş çevrili mini bahçeye bir renk gelmişti. Sarı, pembe ve kırmızı tomurcuklar vardı ve hepsi adeta güneşe kendilerini sunmuş, neşe içinde açılmayı bekliyor gibiydiler. Bu yazıyı, o güllerin hepsinin açtığını görerek şaşkınlık içerisinde yazdığımı itiraf ediyorum.
Yaşadığım, gördüğüm pek çok olay ya da durumu hayatla veya kendimizle bağdaştırmadan duramadığım bir yanım var. Açıkçası, bu durum bana başka bir gerçeği düşündürdü: Belki de biz de o güller gibiyiz. Yıllarca olduğumuz yerde, etrafımızı saran yabani otların, yani hayatımızı boğan unsurların içinde kaybolmuş hâlde bekliyoruz. Güller, çevrelerindeki gereksiz çalılar temizlenince nasıl ışığa kavuşup açtıysa, biz de bizi boğan fazlalıklardan kurtulduğumuzda nefes alabiliriz.
Etrafımızda bizi sarmalayan, sıkıştıran, güneşimizi kesen ve belki de bizim sayemizde varlığını sürdüren arsız düşünceler, alışkanlıklar, insanlar ya da korkular var. Onların yok edilmesiyle, fark edilmeden yaşadığımız hayat bir anda çiçeklenebilir. Hatta tek başımıza buna gücümüz yetmiyorsa bile, belki bir gün biri gelir ve üzerimizdeki yükleri kaldırır. Kim bilir? Ne şekilde olursa olsun, önümüzü tıkayan şeylerden arındığımızda hayatın gerçek güzelliğini fark edebiliriz.
Bazen farkında olmadan bizi sınırlayan düşüncelerle ya da başkalarının üzerimize yüklediği kalıplarla yaşamaya alışırız. Ancak bazı tabuları yıkmanın, biraz daha kararlı olmanın ve en önemlisi kendimiz için bir şeyler yapmanın zamanı gelmedi mi? Özünüzdeki gücü fark edip ışıl ışıl parlamanızı engelleyen şey belki de sadece kendi zihninizdir. Önce kafanızın içini, sonra da çevrenizi temizleyerek hayatın en güzel hâlini görebilmek için atacağınız adım için hâlâ geç değil!
Ve belki de en önemlisi, tıpkı o güllerin onları boğan otlardan kurtulduğunda yeniden tomurcuklanması gibi, bizim de içimizde her zaman bir yenilenme gücü olduğunu unutmamamızdır. Hayatın bize sunduğu her mevsimde, bazen budanmaya, bazen de güneşi hissetmeye ihtiyacımız var. Engelleri kaldırdığımızda, üzerimizdeki yüklerden kurtulduğumuzda, tıpkı o güller gibi biz de ışığa dönebilir, en güzel hâlimizle açabiliriz.
Son olarak diyorum ki; hemen şimdi başlayın. Kendi bahçenizi temizleyip, bizi biz yapan renkleri ortaya çıkarmanın tam zamanı belki de bugündür.
Hayat, çoğu zaman rutinlerden ibarettir. Birbirine benzer günler, birbirini kovalar durur ardı ardına. Bir süre sonra bu rutine alışır ve belki rahatsız olmaya bile başlarsınız; ancak rutinin dışına çıkmaya da cesaret edemezsiniz. Çünkü orada bir düzen oluşmuştur ve sizi -rutini yaşamak pahasına bile olsa- bir şeylere bağlar. Her gün yaptıklarınızı benzer şekilde yapmak, ne yapacağınızı bilmemekten daha iyi bile olabilir.
Sıradan olduğunu düşündüğünüz ve sıkıldığınız hâlde yaptığınız şeylerin olacağı bir güne daha uyandığınızda, beklenmedik bir haber ya da olayla karşılaştığınızı ve bu rutinlerin hiçbirini yerine getirmediğiniz bir gün geçirdiğinizi hayal edin. İşe gidemediğinizi, ödemelerinizi yapamadığınızı, varsa çocuklarınızı okula bırakamadığınızı, birçok şey için birçok yere hesap vermek zorunda kaldığınızı, her günden daha fazla koşturduğunuzu ve daha fazla konuştuğunuzu hayal edin. Bu karmaşa sizi o kadar yorar ki, kendinizi tekdüze hayatınızı özlemekten alamazsınız. Bir anda her şey değişip sizi hazırlıksız yakaladığında olan, sadece ne yapacağınızı bilememenizden kaynaklanan endişedir aslında.
Biz insan olarak her şeye ve her duruma öyle ya da böyle alışırız nihayetinde. Elbette ki rahata alışmak çok kolayken, zora alışmak kolay değildir. Hayatınızı kökten değiştirecek kadar büyük olmasa da değişim iyidir aslında. Hem rutini bozmuş hem de yeni şeyler deneme ve öğrenme fırsatı yakalamış olursunuz. Bunlar da hayatınıza renk, heyecan, farkındalık, üstüne üstlük bir de başarırsanız ilave özgüven bile katabilir. Herkes doğar ve büyür. Büyürken öğrenir, öğrendikçe gelişir. Bazı şeyleri acı çekerek, bazı şeyleri kolayca, bazı şeyleri eğlenerek, bazı şeyleri okuyarak, bazı şeyleri bizzat yaparak yaşayarak, bazı şeyleri de istemeden başkalarının yaptıklarını gözleyerek öğrenir; ama öğrenir. Bir de öğrenmediklerimiz, hatta öğrenemediklerimiz var. Hayatımızı idame edecek kadarını bilmek, hayatta kalmak için yeterliyken, daha farklı şeyler yapabilmek için daha fazlasını öğrenmemiz gerekir. İnsanı diğer yaratılmışlardan ayıran da bu değil midir zaten?
Sürekli gelişebilen insan, öğrendikçe tecrübeli hâle gelir ve kendini gerçekleştirebilir. Yaparak yaşayarak öğrenme ise öğrenmelerin en kalıcısıdır. Asla yapamayacağınızı düşündüğünüz şeyleri bile yapmak zorunda kalarak öğrenirseniz, bir süre sonra o şeyin aslında o kadar da zor olmadığını göreceksiniz. Bu, her şeyi yapabileceğiniz anlamına gelmese de bir takım şeyleri diğerlerinden daha iyi yapmak, sizi bir süre sonra farklı kılacaktır. Gelecek bir zamanda geçmişinize bakıp birçok değişik şey yaşamış, tecrübe edinmiş ve hikâyeler biriktirmiş biri olmak istemez miydiniz? Tekdüze bir hayatın sahibi, sadece elindekiyle yetinirken geleceği için kendini tekrarlamaktan başka ne yapmıştır? Oysa rutinleri yıkma cesareti gösterenler, durmadan yeni bir şeyler daha katacaktır hayatına. Güncellenmiş, yenilenmiş ve daha fazlasını biriktirmiş olmak, size farkındalık; kişiliğinize ise farklılık ekleyecektir. Sizin için, kendi adıma, hayatınızdaki rutinlerin güzelliklerle yer değiştirmesini diliyorum.
Hayat yolunda pek çok insanla karşılaşırız. Bazıları bize kendimizi iyi hissettirir, ama bazıları çok daha fazlasını yapar –bizi adeta bir prens ya da prenses gibi hissettirir–. İşte o insanlar hayatımıza girdiklerinde, onlara güvenmekten çekinmeyiz. Hem de ölümüne güveniriz. Onlarla bir yola çıkar, en saf duygularımızla bağlanırız. Sevdiğimiz insan için her şeyi yaparız. Onun için saçımızı süpürge eder, hayatımızdaki birçok şeyi değiştiririz. Onu korur, kollar, kimseye laf söyletmeyiz. O bizi sevdiğini, değer verdiğini hissettirdiği için biz de onu aynı şekilde sahipleniriz.
Ancak gün gelir, hiç ummadığımız yerden bir darbe alabiliriz. Önce inanmak istemeyiz. En çok da kalbimiz kırılır, zaten her zaman en büyük hayal kırıklıkları en derin sevgilerden doğmaz mı? Gerçekten sevdiğiniz, size değerli olduğunuzu en çok hissettiren o kişi, bir gün gelir ve sizi en değersiz hissettiren kişi olabilir. Ona duyduğunuz güven ve sevgi nedeniyle, uğradığınız hayal kırıklığı ise başka hiçbir acıya benzemezken, zamanla aslında kullanılmakta olduğunuzu fark edersiniz. Yaşadığımız bazı olaylar, haksız yere suçlanmaların ardından içimizi kemiren şüpheler, arkamızdan dönen oyunlara şahit oluşlar başlar ve tüm bunlar bir gerçeği gün yüzüne çıkarır: Biz saf bir sevgiyle bağlanmışken, karşımızdaki kişi belki de bu oyunu sadece kendi çıkarları için oynamaktadır.
Ve işte o zaman asıl kırılma yaşanır. Sevdiğiniz insanın sizi gerçekten sevmediğini, sadece kendi egosunu beslediğini anlamak, ruhunuzu paramparça eder. İçinizde ne varsa dökülür, erir, tükenirsiniz. Ama yine de bir gün bile pişman olmazsınız. Çünkü siz, gerçekten sevmişsinizdir. Seviyormuş gibi yapan, sevgiyi bir oyun sanan kişi ise aslında uzun vadede kaybedendir. Gerçek sevgi, koşulsuz ve yürekten olandır. Gerçek sevgi; karşılık beklemeyen, hesap yapmayan, olduğu gibi hissedilen bir duygudur. İşte bu yüzden, sevginin kıymetini bilenler her zaman kazanan olur. Sevgiyi bir oyun gibi görenler ise er ya da geç, bu oyunun içinde kaybolmaya mahkûmdur.
Her ne kadar bu tür hayal kırıklıkları ruhumuzu derinden sarssa da, aslında bize çok önemli bir ders verir. O da; sevgiyi gerçekten hak eden insanlara vermemiz gerektiğidir. Kalbimizi her önümüze çıkana açmak yerine, onun değerini bilenleri hayatımıza almalıyız. Bunu anlamak için de hislerinize ve tecrübelerinize güvenmeli, en ufak bir şüphe bile varsa yalnız kalmayı seçmelisiniz. Gerçek sevgiyi hak etmediğini düşündüğünüz an, bırakın gitsinler. Çünkü gerçek sevgi, iki tarafın da birbirini aynı saflıkta hissetmesiyle anlam kazanır. Birini sevmek, sadece onun yanında olmak değil, onun mutluluğunu da içtenlikle istemektir.
Siz sevgiye oyun gibi yaklaşan insanlar, er ya da geç maskelerinizin düşeceğini ve gerçek yalnızlığın, sahte sevgiler içinde kaybolmak olduğunu fark edeceksiniz. Biz gerçekten sevenler ise sevmenin, incinsek bile pişmanlık duymayacak kadar güzel bir şey olduğunu bilerek yolumuza devam edeceğiz. Hepimizin yolu açık olsun.
Banu Balat
Hayatın bir dengesi vardır ve bu denge ile tamamlanırız. Hiç kimse her şeyi tek başına yapabilecek kadar mükemmel olamaz. Eksiklerimizi başkalarının sayesinde doldurabiliriz. Bu şekilde herkes eksik kalmak yerine birbirini tamamlayarak bütünleşir. Hayatta en çok yanıldığımız şeylerden biri, her şeyi tek başımıza yapabileceğimizi sanmamızdır. Oysa hiçbirimiz kusursuz değiliz, her şeyi yapamayabiliriz. Eksiklerimiz var ve bu eksiklerimizi de başkalarının varlığıyla tamamlarız. Hayatın bir dengesi var ve biz bu denge içinde anlam kazanıyoruz.
Bir elin parmakları gibi düşünün; hepsi farklı ama birlikte iş gördüğünde güçlü. Birini kaybetsek, elimiz aynı işlevi görmez. İnsanlık da böyle bir bütün aslında. Farkında olalım ya da olmayalım, bütünlüğü sağlayabilmek adına hepimiz üstümüze düşeni yaparız.
Düşünün, neden dünyada onlarca farklı meslek var? Eksiklerin tamamlanması için değil mi? Birbirimize ihtiyacımız olması da bundandır, pek çok farklı meslek dalı olması da. Bir doktorun marangoz kadar iyi mobilya yapması beklenemez, tıpkı bir mühendisin hukuk bilgisiyle bir davayı savunamayacağı gibi. Hepimiz en iyi yapabildiğimiz şeyi, bunu yapamayan bir başkasının ihtiyacını karşılamak için yapıyoruz. Bir fırıncı ekmek pişirir, çünkü herkes un alıp mayayı karıştırıp fırın yakamaz. Bir çiftçi tohum eker, çünkü herkes tarım bilgisine sahip değildir. Farklı meslekler, farklı uzmanlıklar, yani tüm farklılıklar bu sebeple oluşmaz mı? Var oluşun ve hayatın doğası bu; herkes birbirini tamamlar, birbirine destek olur ve böylece düzen devam eder.
Yani demem odur ki; aslında hepimiz tek bir bütünün parçalarıyız. Farklı hayatlar yaşasak da, bunu anlasak da anlamasak da hepimiz biriz. Peki ya birbirimize ihtiyacımız olmadığını düşündüğümüz anlar? “Ben kendi kendime yeterim” demek ne kadar gerçekçi? Bir süre kendi başımıza idare edebiliriz ama uzun vadede kimse tek başına hayatta kalamaz. Tek başımızayken yaşadığımızı, hayatta her istediğimizi yapabileceğimizi sanırız ama aslında bu sınırlı ömrü sadece boşluğu doldurmak adına bütüne hizmet için yaşarız. İnsan dediğimiz varlık, sadece biyolojik olarak değil, ruhen de desteklenmeye ihtiyaç duyar. Sevgi, paylaşım, dayanışma olmadan bir hayat ne kadar yaşanabilir ki? Hepimiz biriz; farklı hayatlar yaşasak da, farklı düşünsek de aynı büyük resmin içindeyiz.
Bazen bu düzenin farkına bile varmadan yaşarız. Ama hayatın işleyişi, bizim farkındalığımızdan bağımsızdır. Tıpkı doğanın kendi döngüsü gibi, varoluş da bir döngü içindedir. Yaşarız, üreriz, üretiriz, yerimizi başkalarına devrederiz. İşlevselliğimiz yavaşladığında, yani artık bütüne katkı sağlayamaz hale geldiğimizde, bu dünyadan göç ederiz. Biraz sert bir gerçek ama düşünün: Doğa bile gereksiz olanı geride bırakır. Eskiler gider, yeniler gelir. Ağaçlar meyvesini verir, zamanı gelince dökülür ve toprağa karışır, yerini yeni filizlere bırakır. Bizim hayatımız da bundan farklı değil aslında.
Bu düşünce ilk başta biraz soğuk gelebilir ama bir yönüyle de çok anlamlı. Çünkü bu düzen içinde herkesin bir görevi var. Her birimiz bir boşluğu dolduruyoruz, esasında bütüne hizmet ediyoruz ve böylece hayat akmaya devam ediyor. Bütünlüğün dengesi ancak böyle korunabilir. O yüzden, tek başımıza var olma çabasını bırakıp birbirimizi anlamaya, tamamlamaya çalışmalıyız. Kim bilir; belki de varoluş ve yaşama sebebimiz sadece budur. Bütünün dinamiğini korumak.
Banu Balat
Hayat, biz fark etsek de etmesek de sürekli değişen, gelişen ve dönüşen bir süreçtir. Bu süreçte edindiğimiz deneyimler, bize yaşamayı öğretir. Benim bazı dersler alarak öğrendiğim çoğu şeyden özellikle üç tanesi, hayata ve insan ilişkilerine bakış açımı kökten değiştirdi. İlki, insanların özünün asla değişmeyeceği gerçeğidir. İkincisi, şartların ve çevremizdeki insanların sürekli değiştiğini kabul etmemiz ve buna uyum sağlamamız gerektiğidir. Üçüncüsü ise, sevgi kadar saygının da hayati önem taşıdığıdır.
İlk ders ile insanları olduğu gibi kabul etmek gerektiğini öğrendim. Herkesin bir özü, bir karakteri vardır ve bu, genellikle değişmez. İnsan, zaman içinde olgunlaşabilir, deneyimlerle gelişebilir ama temel özellikleri çoğu zaman aynı kalır. Birini değiştirmeye çalışmak, onu zorlamak beyhude bir çabadır. İnsanları oldukları gibi kabul etmek, hayata karşı daha az hayal kırıklığı yaşamanın ve daha sağlıklı ilişkiler kurmanın en önemli yollarından biridir. Karşımızdakini değiştirmek yerine, onun gerçekliğini anlamaya çalışmalı ve farklılıklarını kabullenmeliyiz.
İkinci ders, hayatın sadece bizim iç dünyamızdan ibaret olmadığını gösterdi. Biz aynı kalsak bile şartlar değişir, çevremizdeki insanlar değişir ve yeni durumlarla karşılaşırız. Hayatımıza aldığımız kişiler bizim bir uzantımız değildir; herkesin kendi benliği, düşünceleri ve iradesi vardır. Kendi doğrularımız başkalarının doğruları olmayabilir. Bu yüzden, hayatın değişken yapısına uyum sağlamak gerekir. Değişime direnmek, inatla aynı kalmaya çalışmak insanı zorlar ve mutsuz eder. Şartlara uyum gösterdiğimiz sürece, hayat daha yaşanabilir ve dengeli hale gelir.
Üçüncü ders ise, saygının en az sevgi kadar önemli olduğu gerçeğidir. Sevgi güzel bir duygudur, ancak tek başına yeterli değildir. Birine “seni seviyorum” demek, sadece sözle ifade etmek yeterli olmaz. Sevgimizi, davranışlarımızla göstermeli, karşımızdaki insanı yıpratmaktan kaçınmalıyız. Saygısızlık etmek, sevgiyi zaman içinde değersiz hale getirir. Bencillik, büyük bir kibirdir ve bir ilişkiyi, dostluğu ya da aile bağlarını zedeleyebilir. Gerçek sevgi, saygıyla birlikte var olabilir.
Hayat değişir, şartlar değişir. Ancak bu, bizim de değişime direnerek sabit kalmamız gerektiği anlamına gelmez. Bazen özümüz, değişen şartları kabullenmek istemeyebilir ama huzurun korunması, ilişkilerin zarar görmemesi adına bazı durumlarda susmayı, durmayı ve yutkunmayı bilmek gerekir. Bunu yapabilmek, insan olmanın en büyük erdemlerinden biridir. Eğer bir ortam sizi rahatsız ediyorsa, saygısızlık etmeden oradan uzaklaşmak, kendinizi korumanın en doğru yoludur. Ancak sürekli aynı davranışları sergileyerek, bulunduğunuz ortamı manipüle etmeye çalışırsanız, bir süre sonra ne çevrenizde istenen kişi olabilirsiniz ne de sizi seven insanların gözünde değerli kalabilirsiniz.
Unutmayın, hayatta her şeyin bir karşılığı vardır. Ne kadar verirseniz, o kadar alırsınız. Her şeyini sevmediğiniz birinin, her şeyinizi sevmesini beklemek saçmadır. Gerçekten sevmeyen, gerçekten sevilmez de. Saygı göstermeyen, saygı göremez. Bencilce davranan, bir süre sonra kendi kibri ile yalnız kalır. Değişime uyum sağlayamayan, kendi mutsuzluğunu yaratır. İnsanları değiştiremeyiz ama kendimizi geliştirebilir, değişen şartlara uyum sağlayabiliriz. Gerçek huzur ve mutluluk, işte bu dengeyi kurabilmekte saklıdır.
Banu Balat