
02 Ekim 2025 Perşembe

Tercüman Gazetesi

EVLİLİKTE YALAN: GERÇEĞİ DEĞİL, İLETİŞİMİ KAYBETMENİN SESSİZ ÇIĞLIĞI

ZÜLFÜ YARE DOKUNMAK: YİTİRDİKLERİMİZ

"Halka Aşkla Hizmetin Adı: Arapgir Modeli" Belediye Başkanı Haluk Cömertoğlu ile Röportaj

KUŞLAR YAĞMURDA DA UÇAR

DURUŞ

İNSANLARA RAĞMEN, İNSANLIK İÇİN

YENİDEN MİLLİ MÜCADELE (ÇAĞRI)

Neden İznik?…

BİR DAMLA KAN, BİN BİR ENDİŞE

Bilgi ve Adalet

KADINIM HAKLARIM VAR

AYNADAKİ LEKE

KAN BAĞIŞI: BİR YAŞAMIN KIRILMA NOKTASINDAKİ KÜÇÜK BİR MUCİZEDİR

SALEBE’NİN HİKÂYESİNİ BİLİYOR MUSUNUZ?

Ne Bu Dünyada Ne De Öteki Dünyada

FATİH'İN VE ATATÜRK'ÜN İZİN VERMEDİĞİ PAPA'YA NEDEN İZİN VERİLİYOR?

VAZO ÖNÜNDE SATILAN ÜRÜNLER SAĞLIKLI MI?

DİJİTAL ÇAĞDA TAPU ÇİLESİ, BÜROKRASİDE “BANK NÖBETİ” SÜRÜYOR…

ÜÇ SIFIRIN ADALETİ, BİR İNSANIN VİCDANI: Prof. Dr. Ayten Erdoğan Meselesi

YOK DEVE

Milletin Vekili Olmak Cesaret İster

ADIM ADIM İLERLİYOR KÖTÜLÜK

ENGELSİZ ÖZGÜRLER

DİNDARLIK VE AYDINLIK

EĞİTİMDE SOSYAL ADALET

HAK ARAMAK HAKKIMIZ MI?

İNSANLARIN EN İYİ İLACI

SABAH VE ŞİİR

EVLAD-I FATİHAN ve SELANİKLİ MUSTAFA

Ticareti “Franchise’laştıran AKP

Bazı insanlar, dirilere beddua etmenin doğru olmadığını düşünür. Çünkü beddua hem insanın maneviyatına, hem de ruhuna zarar verir. Bunun yerine, diriler için dua etmek, onların hidayetini dilemek daha doğru bir yoldur. Ölünün ardından konuşmak ise aslında dirilere ibret olsun diye yapılır. Çünkü ölüm, insanın yaşadığı ömrün sükûna varması, bir kitabın okunup sona ermesi gibidir. Kitap bittiğinde okur, esere değer biçer. Hayat da böyledir; insan dünyadan göçtükten sonra onun hakkında hükmü toplum verir.
Ölüm üzerine konuşan Sokrates şöyle der: “Ölüm ya derin bir uykuya benzer, ya da başka bir hayata geçiştir.” Bu bakış açısı hem dini, hem de felsefi düşüncelerde ortak bir anlam taşır. Ölüm son değildir; insanın yeni bir aşamaya adım atmasıdır.
Bir insanın dünyadan ayrılmasından sonra onun hakkında konuşmak her zaman hassas bir konu olmuştur. İslam dini, merhumun ardından iyi sözler söylemeyi, ruhuna dua etmeyi ve yakınlarının kalbini incitmemeyi tavsiye eder. Allah Resulü Hz. Muhammed (s.a.v.) şöyle buyurur: “Ölülerinizi sadece hayırla anınız.” Çünkü insan bu dünyadan ayrıldıktan sonra amel defteri kapanır ve onun akıbetine yalnız Allah hükmeder.
Hristiyanlıkta da benzer bir bakış açısı vardır. Ölenin ardından dua edilir, Tanrı’dan merhamet dilenir, ama hiç kimse onun kesin olarak cennetlik ya da cehennemlik olduğunu söylemez.
Eski Türklerin dünya görüşünde de ölenlerin ruhuna saygı göstermek temel kurallardan biriydi. Demek ki, İslam’da, Hristiyanlıkta ve eski Türk inancında ortak nokta, merhumu saygıyla anmaktır.
Ölen insanın akıbeti hakkında kesin hüküm vermek doğru değildir. Çünkü bu, Allah’ın yetkisini kendi üzerine almak demektir. Ahiret’te kimin hangi mertebeye ulaşacağını yalnız Yaradan bilir. İnsana düşen yalnızca umut ya da korku dile getirmektir. Mesela, iyi işleriyle tanınan biri hakkında “Allah’ın merhametine umut ediyoruz” denebilir.
Burada bir soru ortaya çıkıyor: Eğer bir insan hayattayken zulmetmişse, öldükten sonra onun amelleri hakkında konuşmak yasak mıdır? İslam âlimleri, dünyadan ayrılan bir insan hayattayken başkalarına zulmetmişse, onun yaptıklarını dile getirmenin caiz olduğunu belirtirler. Çünkü bu, tarihe ve topluma bir ders niteliğindedir.
Unutmamak gerekir ki, dünyadan göçmüş bir insan artık kendini savunamaz. Onun hakkında ne söylersek söyleyelim, tek bir hakikat asla değişmeyecek: Ölüm var! Bu gerçeği yaşarken idrak edebilen kişi, mutlu insandır. Çünkü ölümü idrak eden, hayatını daha bilinçli yaşar ve herkese karşı daha sorumlu davranır.

Dünyanın en büyük problemlerinden biriyle karşı karşıyayız. Günümüz insanları, kendi düşündüklerini mutlak hakikat olarak görür. Bu problem en çok sosyal medyada kendini belirgin bir şekilde gösteriyor. Herkesin elinde bir “doğru”, herkesin dilinde bir “hak” var ve bunları hakikat gibi topluma telkin etmeye çalışıyor. Fakat çoğu kimse anlamak istemiyor ki, her “doğru” yalnızca sahibinin bakış açısının ürünüdür. İnsanlar, kendi hakikatlerini zorla kabul ettirmeye çalıştıkça tartışmalar büyüyor, karşıtlıklar derinleşiyor, dostluklar bozuluyor.
Aslında hakikat öyle bir deryadır ki, herkes onu yalnızca kendi kıyısından görebilir. Birinin gördüğü manzara, diğeri için tamamen farklı olabilir. İmmanuel Kant yazıyordu ki, bizim idrak ettiğimiz şeyler yalnızca zihnimizin süzgecinden geçen gerçekliktir. Yani biz kâinatı olduğu gibi değil, görebildiğimiz kadar tanıyoruz. Peki, o zaman hangi hakla kendi bakışımızı başkalarına “mutlak hakikat” gibi kabul ettirme iddiasına düşüyoruz?
İslam dini de bu meselede insana bir yol gösteriyor. Kur’an’da tekrar tekrar vurgulanır: “Onlar göklere ve yere bakmazlar mı?” (Ğâşiye, 17). Buradaki çağrının ilahi hikmeti, insanlara gözlem yapmayı, sorgulamayı telkin etmesidir. İnsan başkasının dikte ettiği fikirle değil, kendi aklıyla arayışta olduğunda hakikate yaklaşır. Kur’an’da yine buyrulur: “De: Getirin delilinizi, eğer doğruysanız.” (Bakara, 111). Demek ki İslam dini, zorla kabul ettirmeyi değil, delille ikna etmeyi şart koşuyor.
Allah Resulü Hz. Muhammed (s.a.s.), farklı insanlarla sohbetlerinde onların düşüncesine saygı göstermiş, hiç kimseyi güç yoluyla bir görüşe getirmemiştir. Bu hem dinî hem de toplumsal adaletin temelidir. İnsanın fikri yalnızca kendisine aittir ve başkalarının onu mutlaka kabul etmesi zorunlu değildir.
Filozoflar da yüzyıllar boyunca aynı hakikati dile getirmiştir. Sokrates, soru sorarak düşündürür, insanı kendi hakikatini aramaya teşvik ederdi. Diğer filozoflar da farklı düşüncelerin serbestçe ifade edilmesini insanlığın gelişiminin temeli saymışlardır. Felsefi düşünceye göre, eğer bir fikir susturulursa, belki de insanlığın en önemli hakikati sonsuza dek kaybolmuş olur.
Bugün sosyal medyada gördüğümüz manzara ise bunun tam tersidir. İnsanlar karşı tarafla tartışıp anlamaya çalışmak yerine hemen saldırıya geçiyor. Halbuki hakikati zorla kabul ettirmek mümkün değildir. Zor yalnızca itaati doğurur; fakat inanç ve derin kabul ancak düşünceyle oluşur.
Eğer biz toplum olarak hakikati bulmak istiyorsak, önce farklı fikirleri doğal bir durum olarak kabul etmeyi öğrenmeliyiz. Herkesin kendi bakış açısı, kendi tecrübesi vardır. Benim “doğru” bildiğim senin için “yanlış”, senin “yanlış” dediğin benim için “doğru” olabilir. Bu, hayatın, dünyanın, insan zihninin doğal çeşitliliğidir.
Peki, neden bu çeşitlilik insanları korkutuyor? Oysa fikir çeşitliliği toplumun zenginliğidir, düşmanlığın değil. İslam da, felsefe de bize aynı dersi verir: İnsana öğretilen ve telkin edilen budur ki, hakikat zorla kabul ettirilemez. İnsan yalnızca düşünerek, delille, samimi müzakereyle hakikate yaklaşabilir.
Bugünkü karşıtlıkların sebebi hakikatin olmayışı değil. Aksine, sebep herkesin kendi hakikatini mutlak gibi satmak istemesidir. Eğer biz birbirimizin sözünü dinlemeyi, anlaşmasak bile saygı göstermeyi başarabilsek, hayat daha adaletli, daha güzel olur. Çünkü hiç kimsenin hakikati, başkası için zorunlu değildir.
Belki de hakikatin en büyük hakikati budur. Anlamalıyız ki, hakikat yalnızca yol arkadaşlığına dönüştüğünde, zorla değil, gönüllü olarak kabul edildiğinde insanlar birbirlerine karşı daha anlayışlı olur.

Bir insandan söz ederken akla ilk gelen kavram genellikle karakter olur. Belki de karakter, insanın en derin, en gizli hislerinin toplamıdır. Peki, karakterin temel sütunlarından biri olan merhamet nasıl kaybedilir? Ve bu kaybı kim hisseder? Bu kaybı sadece başkaları mı fark eder, yoksa insanın kendisi de onun yok oluşunun farkında mıdır? Her birey karmaşık bir sistemin taşıyıcısı olduğu için bu soruya net bir cevap vermek oldukça zordur.
“Merhametini kaybeden, karakterini de kaybeder.” Böyle bir söz vardır. Bu söz ne kadar sert görünse de taşıdığı gerçeklik yükü, bu sözün sertliğinden bile daha ağırdır. Ne kadar doğru olsa da çoğumuz, merhametin kaybının ne kadar derinden zehirleyici olduğunu tam olarak idrak edemeyiz. Merhamet, sadece soyut kavramlardan ibaret bir duygu değildir; adeta insan ruhunun en derin katmanlarında yanan bir ışıktır. Bu ışık söndüğünde, insan sadece başkalarından değil, kendisinden de uzaklaşmaya başlar.
Bir tanıdığım anlatmıştı bunu. Dedi ki: Bir zamanlar çok yakın bir arkadaşım ciddi şekilde hastalandı. Yanında olmak istedim ama o dönemde işim, kendi sorunlarım o kadar çoktu ki, ona vakit ayıramadım. Sonra fark ettim ki, onun derdiyle ilgilenmeyişim beni nasıl da soğutmuş. O an anladım ki, merhameti kaybetmek, insanı ne kadar yalnız ve soğuk birine dönüştürüyor. Arkadaşımın acısı bana yabancılaşmıştı, ben ise içimde büyük bir boşluk hissediyordum.
Merhamet kaybolduğunda insan soğur. Derler ki: “Kalp buz tutar.” Ama paradoks şudur ki, buz tutan kalp de acır, fakat bunu göstermeye korkar. Çünkü merhamet, insanın hassasiyetidir; bu hassasiyeti yitirmek ise onun için korkutucudur. Soğukluğa çekilmek, adeta kendine karşı geliştirdiği bir savunma mekanizmasıdır. İnsan şöyle der: “Artık kimsenin derdi bana ait değil, kendime bakmak daha önemli.” Fakat kendine bakmak, başkalarından uzaklaşmak anlamına gelmiyor mu?
Karakter dediğimizde genelde güçlü, değişmez bir yapı düşünürüz. Oysa karakter de canlıdır; sürekli gelişir, bazen çöker, bazen yeniden şekillenir. Merhamet, karakterin en ince, en kırılgan noktası olabilir ama aynı zamanda onun en güçlü koruyucusudur. Merhamet olmadan insan ne olur? Belki de yalnızca kendi çıkarını düşünen, soğuk ve kapalı bir varlık. Belki de artık insan olmaktan çıkan, kendini yitirmiş bir varlık.
Toplumda merhametin rolü de oldukça paradoksaldır. Bir yandan merhamet olmadan toplum kaosa sürüklenir, diğer yandan merhamet bazen zayıflık olarak görülür ve istismar edilir. Buna rağmen merhamet, toplumu ayakta tutan en önemli bağdır. Onun kaybı, hem bireysel hem de toplumsal düzeyde yıkıcı sonuçlara yol açar. Merhametin, toplumda adaletin ve insanlığın en büyük teminatı olduğunu düşünüyorum.
Peki, merhamet geri kazanılabilir mi? Elbette kazanılabilir. Ama birçok kişi için bu, kaybedilmiş bir hazineyi bulmak gibidir. İnsan kendisiyle yüzleşmeli, egoizmin soğuk perdesini aralamalı, başkalarının acılarına yürek açmak için cesaret bulmalıdır. Bu, bazen çok zordur, bazen de acı vericidir. Ama unutmamalıyız ki, merhamet insanı insan yapan, onu hayata bağlayan en büyük güçtür.
Belki hepimiz hayatımızda bir an şöyle düşünmüşüzdür: “Neden ben merhamet göstereyim? İnsanlar bunu takdir etmiyor.” Ve bazen bu soru bizi merhametten uzaklaştırır. Ama unutmayalım ki, merhamet yalnızca başkalarına değil, en çok da kendimize gerekli olan bir hâl gibidir. O, insanın ruhunu besleyen, onu canlı tutan bir kaynaktır.
Sonuç olarak, merhamet yalnızca karakterin bir parçası değil, karakterin kendisi kadar değerlidir. Onun kaybı, insanı hem dış dünyadan hem de kendi iç âleminden uzaklaştırır. Bir insanın merhametini kaybetmesi, onun en değerli, en ince, en “insan” olan yönünü kaybetmesi demektir. Peki, böyle bir insan kimdir? Ve bu insanın hayatı ne için vardır? Bu soruların cevabı, kendimizi ve birbirimizi anlamakta gizlidir.

İnsan ilişkileri, tarih boyunca toplumların temel dayanaklarından biri olmuştur. Karşılıklı güven ise bu ilişkilerin sürdürülebilirliğini, gelişimini ve devamlılığını sağlayan temel bir unsurdur. Ancak modern çağda insanların birbirine olan güveninin azalması, karşılıklı güvenin kaybolması ve diyalog yerine çatışma yolunun seçilmesi, ciddi sosyal, psikolojik ve manevi sonuçlara yol açmaktadır. Bu sorunun kökleri, insanın iç dünyasından toplumun yapısına kadar uzanmaktadır.
Felsefede güven, insanın bir başkasına yönelen inanma eylemi olarak değerlendirilir. Bazı filozoflar, insan ilişkilerinde “tehlikeye rağmen inanmak” ilkesine vurgu yapar. Bu filozoflara göre, insan seçimlerinde ve ilişkilerinde risk almadan gerçek anlamda güveni yaşayamaz. Güven sadece kontrol altında olan ve garanti edilen alanlarda değil; belirsizlik ortamında ortaya çıkar. Güvenin kaybolmasının temel nedeni, insanların birbirine karşı risk almaya hazır olmamaları; kendilerini korumaya ve kontrolü kaybetmemeye yönelik bir yaşam tarzı benimsemeleridir. Bu da diyalog yerine monoloğun, empati yerine egoizmin güçlenmesine sebep olur.
İslam dini, insanlar arasındaki ilişkilerde güveni ve doğruluğu en yüksek değerlerden biri olarak sunar. Kur’an-ı Kerim’de, “Ey iman edenler! Allah’tan korkun ve doğrularla beraber olun” (Tevbe Suresi, 119. ayet) buyrularak insanlar arasında dürüstlük ve karşılıklı güven teşvik edilir. Hadislerde de, müminin diğer mümin için bir güven kaynağı olduğu vurgulanır. Peygamber Efendimiz (s.a.v.) şöyle buyurur: “Müslüman, dilinden ve elinden (diğer) Müslümanların (emin ve) selâmette bulunduğu kimsedir.” Bu sadece bireysel ahlak meselesi değil, aynı zamanda toplumsal istikrarın da temelidir. Güvenin bozulması yalnızca kişiler arası ilişkileri değil, tüm bir ümmetin birliğini sarsar.
Sosyolojik açıdan bakıldığında güven, bir toplumun sosyal sermayesinin temel unsurudur. Birçok araştırmacıya göre ortak eylemlerin mümkünlüğünü sağlayan şey, normatif kurallar ve karşılıklı güven ağlarıdır. Ancak modernleşme ve bireyciliğin artmasıyla bu ağlar zayıflamaya başlamıştır. İnsanlar arasındaki sosyal bağlar, komşuluk ilişkileri, aile içi destek gibi geleneksel yapılar zayıfladıkça, insanlar birbirine yabancılaşmakta ve şüpheyle yaklaşmaktadır. Bu da kolektif davranışlarda pasifliğe, toplumsal katılımın azalmasına ve yalnız bireylerin sayısının artmasına yol açmaktadır.
Güvenin kaybolmasının psikolojik nedenleri arasında travmatik deneyimler, ihanet, duygusal yaralanmalar ve çocuklukta ebeveynle sağlıklı güven ilişkisi kurulamaması önemli bir yer tutar. Güvenin zedelendiği bir birey için yeniden güven duygusu inşa etmek psikolojik açıdan oldukça zordur. Bu da bilişsel çarpıtmalara yol açar; “bütün insanlar tehlikelidir”, “hiç kimseye güvenilmez” gibi yanlış inanç sistemleri oluşur. Bu çarpıtmalar hem bireyin özel ilişkilerinde hem de toplumdaki rolünde ciddi sınırlamalara neden olur. İzolasyon, depresyon ve paranoya gibi durumlar, bu sorunun psikolojik sonuçları arasındadır.
Diyalog, karşılıklı anlamak ve uzlaşmak için hayati öneme sahip bir araçtır. Ancak günümüzde insanlar arasında diyalogun azalması, onun yerini anlamsız ve hararetli tartışmaların alması dikkat çekmektedir. Bu durum, empati yetisinin zayıflamasıyla yakından ilişkilidir. Oysa diyalog, “ortak bir anlayışa ulaşma süreci” olarak tanımlanır. Eğer insanlar artık karşısındakini anlamak için değil, onu alt etmek için konuşuyorsa, bu artık bir diyalog değil, doğrudan bir çatışmadır. Bu ise bir kültür krizidir ve temelinde güvenin yitirilmesi yatar. Çünkü karşısındaki insana saygı ve değer vermeyen biri, onunla samimi bir iletişim kurmakta da istekli olmaz.
Güvenin kaybı hem bireysel hem de toplumsal düzeyde sonuçlar doğurur. Bireysel düzeyde insanlar arasındaki ilişkiler yüzeysel ve fayda odaklı hale gelir; derin ilişkiler kurulamaması, yalnızlık ve sosyal izolasyon duygularını artırır. Toplumsal düzeyde ise vatandaşların devlet kurumlarına, medyanın objektifliğine ve hatta bilimsel bilgiye olan güveni sarsılır. Bu da manipülasyon ve dezenformasyon gibi tehlikelerin yayılmasına zemin hazırlar.
Güvenin yeniden inşası için sadece sosyal mekanizmalar yeterli değildir. Bu, aynı zamanda manevi ve ahlaki bir meseledir. İnsanlar arasındaki güveni yeniden tesis etmek için empati, şeffaflık, dürüstlük ve diyalog kültürünün geliştirilmesi esastır. Felsefi açıdan insanın kendini tanıma süreci, dini açıdan ise Allah’la ve insanlarla samimi bir ilişki kurma çabası, bu güvenin yeniden inşasında önemli bir rol oynar. Sosyal kurumların şeffaflığı, adalet ilkelerinin yerleşmesi ve bireylerin psikolojik sağlığının güçlendirilmesi de bu süreçte hayati öneme sahiptir.
İnsanlar arasındaki güven, yalnızca karşılıklı inanmak değil, aynı zamanda bir toplumun manevi ve sosyal temelidir. Bu temel sarsıldığında, toplumun hem etik hem de yapısal dayanakları zayıflar. Bu nedenle, güveni korumak her bireyin ve toplumun ortak sorumluluğudur.

Ney, klasik şiirde ve tasavvuf edebiyatında derin ve çok katmanlı sembolizmiyle dikkat çeker. Neyin bu kadar çeşitli anlamlar taşıması, onun hem fiziksel hem de metafizik boyutlarıyla zengin bir sembol oluşuyla ilgilidir. Bu sembolik derinlik, onun şiirde ve tasavvuf düşüncesinde önemini artıran en temel unsurlardandır.
Zarif görüntüsüne rağmen çok derin anlamlar barındıran ney, sesini duyan her gönülde farklı bir titreşim uyandırır. Klasik şiirde ve tasavvuf edebiyatında ney sadece bir müzik aleti değil, insanın iç dünyasının, ruhunun ve aşkının sembolü olarak yer alır. Basit bir kamıştan yapılmış bu enstrüman, adeta bin yılların çığlığını, insanın ilahi olanla kurduğu ilişkinin feryadını içinde taşır.
Klasik şiir geleneğinde her sembolün bir zahiri (dış) ve bir de batıni (iç) anlamı vardır. Neyin sembolik değeri de tam olarak bu çok katmanlılıkta gizlidir. Onun sesi, sessizliğin içinden yükselen bir nida gibidir. Neyin tınısında yalnızca müzik değil, gurbet, acı, hasret, arayış ve olgunluk vardır.
Hz. Mevlânâ Celâleddîn Rûmî’nin meşhur “Mesnevî”si, işte bu anlamlarla yüklü olan neyin sözleriyle başlar:
“Bişnev ez ney çün hikâyet mîkuned,
Ez cüdâyîhâ şikâyet mîkuned.”
(“Dinle, bu ney nasıl şikâyet ediyor;
Ayrılıkları nasıl anlatıyor.”)
Mevlânâ için ney, ruhun Allah’tan ayrıldığı an yükselen feryadın dili gibidir. Neyin sesi, kelimelerle ifade edilemeyen dertlerin musikisidir. O konuşmaz; ama konuşanlardan çok daha fazlasını söyler. Bu yönüyle Mevlânâ, ney sembolü aracılığıyla insanın ilahi hakikatten ayrılışını ve bu ayrılıktan doğan manevi acıyı dile getirir.
Azerbaycan klasik şiirinin büyük isimlerinden biri olan Muhammed Fuzûlî de neyi ustalıkla kullanan şairlerdendir. Fuzûlî için aşk yalnızca romantik bir duygu değil, ilahi arayışın ve yanışın bizzat kendisidir. Onun divanında ney, sürekli olarak aşkın feryadı, mazlum bir gönlün sesi olarak yer alır:
“Ney gibi her dem ki bezm-i vaslını yâd eylerem,
Ta nefes vardır kuru cismimde, feryâd eylerem.”
(“Ney gibi her zaman vuslat meclisini hatırlarım,
Kuru cismimde nefes oldukça feryad ederim.”)
Burada şair, kendisini neyle özdeşleştirir. Neyin her nefesinde nasıl yanık bir ses varsa, şairin de her hatırasında, her hissinde yanan bir aşk ve unutulmayan bir vuslat arzusu vardır. Ney hem bir sestir, hem de o sesin içinde saklı olan sessiz bir acıdır.
Bu beyitlerde ney; bir hâlin, bir duygunun, bazen de bir mârifet makamının sembolüdür. Klasik şiirde ney, çoğunlukla çıkardığı sesin yarattığı etki üzerinden aşkın, ıstırabın şiirsel bir imgesi olarak tasvir edilir. Onun çıkardığı ses, aşkın acısını, sinedeki yangınları ve ruhsal sarsıntıları temsil eder. Neyin iniltisi aynı zamanda insan ruhunun bu dünyadaki gurbet ve yalnızlık hâlini ifade eden bir remiz olarak karşımıza çıkar.
Azerbaycan’ın ünlü hurûfî şairi İmâdeddîn Nesîmî’nin şiir dünyasında ney, daha çok nefsin yok oluşu ve ilahi varlığın nuruna yöneliş olarak tezahür eder. Tasavvufî düşüncede ney, nefsinden arınmış bir bedenin ve Hakk âşığının kalbinin sembolüdür. Bu anlam, Nesîmî’nin fikir dünyasıyla tam bir uyum içindedir.
Nesîmî’ye göre beden bir kafes, ruh ise ezelî olan nurdur. Bu beden içinde sıkışmış ruh, adeta ney’in sesindeki iniltidir. O, asıl yurdunu, yani ilahi âlemi aramaktadır. Bu bağlamda ney, Hak yolculuğunun sesi, kalbin arınmış melodisidir:
“Külli yerü gök Hak oldu mutlak
Söyler def ü çeng ü ney: Enel-Hak!”
Tasavvufî düşünceye göre ney, çeşitli manevi ve ruhsal hâlleri ifade eden çok katmanlı bir semboldür. Bu sembollerden biri de ney’in, Hak âşığının kalbi anlamında kullanılmasıdır. Tasavvuf edebiyatında ney, nefsaniyetlerden arınmış vücut ve kalp olarak kabul edilir. Nefes verildiğinde ney ancak içi boş olduğu için ses çıkarır. Bu da şu anlama gelir: İnsan da içini nefisten, kibirden, dünya sevgisinden arındırırsa, Hakk’ın sesini duyuracak bir araç hâline gelir. Bu yönüyle ney, aşkın taşıyıcısı, vuslat arzusunun dili olarak konuşur.
Bir diğer anlamda ney, ruhlar âleminden koparak dünyaya gelmiş olan insan ruhunu simgeler. Bu dünya ruh için bir gurbet yeridir. İnsanın bu dünyada gerçek huzuru, sükûnu yoktur. Neyin feryadı da bu gurbet içinde yaşanan hasretin, hicranın sesidir. Klasik şiirde “gurbet” kavramı, coğrafi bir uzaklıktan çok, ilahi vatan olan Allah’tan uzaklığın felsefi bir imgesidir.
Ney, aynı zamanda kâmil mürşidi (manevi rehberi) ve ilahi aşk makamını simgeler. Nasıl mürşid, müridini Hakk’a ulaştırırsa, ney de insanın ruhunu sesiyle ilahi aşka yöneltir. Bu bağlamda ney, bir sâlike yol gösteren bir kimlik kazanır. Onun her sesi bir ders, bir işaret ve bir hidayet vasıtasıdır.
Ney’in şiirsel imgesi yalnızca sesiyle değil, sessizliğiyle de konuşur. Her nefesi, adeta gönül içinde susarak konuşan bir inilti gibidir. Klasik şairler bu inceliği büyük bir hassasiyetle hisseder ve yansıtırlar. Sûfî şairler ney’i, aşkın ortağı ve derdin dile gelmiş hâli olarak sunarlar.
Sonuç olarak denilebilir ki, ney sadece bir müzik aleti değil; aşkın, hicranın, ilahi arayışın feryadıdır. O, gönüllerin derinliklerindeki huzursuzluğu dile getiren, ruhun bu dünyadaki garip düşmüş hâlini seslendiren bir semboldür. Klasik şiirde ve tasavvuf edebiyatında bu kadar geniş ve derin anlamlarla yüklenmiş olması, onu benzersiz bir imge hâline getirir. Neyin sesi, adeta ilahi bir çağrıdır; unutulmuş bir hakikatin fısıltısı, hakiki vatana dönüşün yoludur.
Eğer kalp susmuyorsa ve aşk arayış içindeyse, ney bu arayışın yolunu insana hazin sızılarıyla anlatır; ruha kılavuzluk eder…

Folklorumuzun önemli bir parçasını oluşturan fıkralar, sadece insanlara gülmek için anlatılmaz. Bu sözlü halk edebiyatı örnekleri, güldürmenin yanı sıra, doğrudan söylenmesi mümkün olmayan şeyleri mizah ve hiciv diliyle aktarma görevini de üstlenir. Belki de bu yüzden halkımız bilgece “Doğru sözü şakayla söylerler” atasözünü yaratmıştır.
Azerbaycan halkının kendine özgü fıkra kahramanları olmuştur. Türk halkları arasında farklı lehçelerde ifade edilen bu karakter, bizde Molla Nasreddin adıyla bilinir. İnsanlar arasındaki anlaşmazlıkları adaletle çözen, saraylarda padişahın kusurlarını yüzüne söyleyebilen, gururunu kimsenin önünde kırmadan fakir bir hayat süren bu bilge ihtiyar, en zor durumlardan kolaylıkla çıkmayı başarır.
Bu yazıda sizlere Molla Nasreddin fıkralarını anlatma niyetinde değilim. Bu fıkra kahramanı halkımıza çok iyi tanıdıktır. Folklor araştırmalarımız onun fıkralarını yeterince incelemiştir. Zaten halkımızın bireyleri Molla Nasreddin fıkralarını ezbere bilir. Okuyuculara aktarmak istediğim fıkra örnekleri dervişlerden geliyor. Hakkı zikreden, çöllere yönelip hakikati arayan bu irfan yolcuları, güldürmeyi de başarıyorlar. Bize Behlül Dânâ’nın fıkraları da oldukça tanıdıktır. Bu fıkralarda sonsuz bir bilgelik yatar. İlk duyulduğunda insanı güldürse de, ardından insanı düşündürerek, dolaylı yoldan veya doğrudan çok sert gerçekleri dile getirirler.
Doğu halklarının çoğunda fıkra kahramanları her zaman var olmuştur. Araplarda Cuha (Cuhâ) adıyla meşhur olan hazırcevap kişi, tüm Arap dünyasının tanıdığı bir fıkra kahramanıdır. İlginç olan şu ki, bu kişi Doğu’da o kadar yaygın bir şöhrete sahiptir ki, 13. yüzyılın büyük Azerbaycan düşünürü Şemseddin Tebrizi bile ünlü “Makalat” eserinin bazı yerlerinde Cuha’dan söz eder.
Derviş fıkraları, hem mizah hem de derin anlamlar içerir. Bu fıkralar aracılığıyla insanların hayat, maneviyat ve dünya görüşü üzerine derinlemesine düşünmesi sağlanır. Dervişlerin sade ve bilge yaşam tarzı, söyledikleri her fıkranın arkasında anlamlı ve öğretici bir mesajın gizli olmasına neden olur.
Bu fıkralar, dışarıdan bakıldığında sade görünse de, aslında karmaşık felsefi ve dini kavramları kolay anlaşılır şekilde aktarır. Onlar, insanların kalplerinde var olan manevi değerleri güçlendirmeye ve ahlaki dersleri mizahla birleştirerek aktarmaya hizmet ederler:
Kendinden memnun zengin bir adam, Derviş’e sorar:
— Borcun var mı?
Derviş cevap verir:
— Evet, bakkala biraz borcum var, veresiye erzak almıştım…
— Ben namaz borcunu soruyorum.
Derviş tavrını bozmadan:
— Sen yalnızca benim bakkala olan borcumu sorabilirsin. Namaz borcumu ise Allah’tan başka kimse soramaz!
Görüldüğü gibi, birçok durumda derviş fıkraları onlara küçümseyici şekilde yaklaşan cahillere ders verme niteliği taşır. Bu örnekler, kibirli insanları sert bir hicivle eleştirir. İrfan felsefesinin temelini oluşturan hakikat yolcuları olan dervişlerin bir mizah yönü de vardır. Ancak bu mizah örneklerinde de derviş hikmeti kendini gösterir. Mizah ve hikmetin birleştiği bu örnekler, kendine özgü bir şekilde zihinlere kazınır. Bu da fıkraların tatlılığından kaynaklanır. Dervişlerin hikmetiyle dolu bu fıkralar onların derin maneviyatını ve dünya görüşünü yansıtır. Bu örnekler hem mizahı hem de bilgeliği bir araya getirerek insanların hafızasında kalıcı izler bırakır. Her bir fıkranın tatlılığı, içerdiği derviş bilgeliğiyle birleşerek hayat dersleri verir.
Bu tür fıkralar sadece güldürmekle kalmaz, aynı zamanda insanı düşündürerek ona derin anlamlar ve öğretici noktalar sunar. Dervişlerin dünya görüşü, bu fıkralar aracılığıyla sade ama etkileyici bir şekilde insanlara aktarılır.

Tasavvufa göre her şeyin kaynağı Allah’tır. Kâinatın varlığı, Allah’ın güzelliğinin tecellisidir. Allah tek güzellik ve tek varlıktır. İnsanın bu dünyaya gönderilişi, gurbet yolculuğudur. Gurbet içinde olan biri nasıl vatanına kavuşmayı özlüyorsa, kâmil insan da Allah’a kavuşmayı arzular. Ona ulaşmak için çabalayanlara ve O’nun mutlak ve eşi benzeri olmayan güzelliğine hayran olanlara “âşık” denir.
Tasavvuf edebiyatı, âşığın sevgilisine duyduğu halleri daha çok sembollerin diliyle anlatır. Aşk bazen âşığı öyle bir noktaya getirir ki, kişi kendisini dahi unutur. Bu durumun örneklerinden biri, Fuzûlî’nin Leylâ ve Mecnun eserinde yer alır:
“Öyle sârmestem ki idrâk etmezem dünya nedir?
Ben kimem, sâkî olan kimdir, mey ü sahbâ nedir?”
Âşığın, aşk yolunda kendini tanıyamaması bu aşkın doruk noktasıdır. Burada şairin sunduğu âşık, nefsinden ve arzularından arınmış bir insandır. İslâm felsefi düşüncesine göre, kalbin genişleyip sevinçle dolması; yani ilahi aşkla dolarak bedeni varlıktan kurtulması sarhoşluk (mestlik) olarak tanımlanır. Lahicî, bu durumu Hakk’ın cemalini seyretmenin sâlikin (tasavvuf yolcusunun) kalbinde uyandırdığı hayret ve hayranlık olarak açıklar:
“Mahbûbun muhabbetine gömülerek kendi varlığını unutan âşıklar siyah-mest (tam anlamıyla sarhoş) olarak adlandırılır. Fuzûlî’nin kahramanı da burada bu hâldedir. Mey ise Hakk’ı hatırlamakla ârifin kalbinde oluşan ve onu sarhoş eden lezzettir. Mey aşkın sembolüdür ve Hakk’ın farklı tecellilerine işaret eder. Mey, aşkın coşkunluk derecesini anlatır.”
(Nesib Göyüşov, Tasavvuf Anlamları ve Dervişlik Sembolleri, Bakü-2001)
“Mey” kelimesinin bir sembol olarak anlaşılabilmesi için bazı araştırmacılar ebced hesabını da önermektedir. “Mîm” ve “Ye” harflerinden oluşan “mey” kelimesinin ebced hesabı on dörttür. Bu sayı on dört masum ya da belirli bir zümreyi ifade eder. Bunu idrak eden kişi aşkla mest olur. Yani, mey kelimesiyle ilgili farklı katmanların ortaya çıktığını görmek mümkündür.
Tasavvufun merkezinde yer alan en önemli kavramlardan biri aşktır. Ancak bu aşk, sıradan bedenî sevgiden farklıdır. Bu aşka “ilahi aşk” denir. Tasavvuf felsefesinde aşk, kul ile Yaradan arasında bir köprüdür. Âriflere göre aşk olmasaydı, bu kâinat yaratılmazdı.
Bu düşünceye göre Allah, insanı aşkla yaratmış ve ona “aşk yolu”nu göstermiştir. Ârifin bu yolda ilerlemesi, nefsinden geçmesi ve “fenâ fillâh” mertebesine ulaşması gaye kabul edilir. “Fenâ”, hiçlik anlamına gelir; yani kendi benliğinden geçmek, varlığını yok saymaktır. Bu aşamada sâlik “ben” demez, yalnızca “O” der. Bu ise artık “bekâ billâh”, yani Allah ile kalmak hâline götüren bir yolculuktur.
Tasavvufta “mey”, insanların düşündüğü gibi içki anlamında değildir. Tasavvufa göre mey, ilahi aşkla sarhoşluk anlamına gelir. Bu sarhoşluk, bilincin yüce bir aşamaya yükselmesidir. Başka bir ifadeyle mey; zikir, şuur ve derin aşkın tecellisidir. Sûfî terminolojisinde “mey içmek”, Hakk’ın cemaline bir anlık bakış atmaktır.
Tasavvuf edebiyatında birçok deyim ve sembolik kavram mevcuttur. Bu semboller hem şiire estetik bir değer katar hem de okuyucuyu düşünmeye sevk eder. Belirtmek gerekir ki, Muhammed Fuzûlî klasik Şark şiirinde tasavvuf ruhunu en güçlü şekilde ifade eden şairlerden biridir. Onun eserlerinde bedenî aşk bir bahanedir; asıl amaç ilahi aşka ulaşmaktır. Leylâ ve Mecnun mesnevisinde Mecnun karakteri sıradan bir âşık değil, vuslata can atan bir sûfidir. Onun aşkı, onu maddî âlemden koparıp Hakk’a ulaştırır.
Tasavvufun özü, cismanî varlıktan sıyrılıp ruhanî âleme doğru çıkılan bir yolculuktur. Bu yolculukta aşk, mey, mestlik, fenâ ve bekâ gibi kavramlar insana hem estetik hem de felsefî bir bakış açısı kazandırır. Fuzûlî gibi şairlerin edebiyatımızda ortaya koyduğu eserler, bu manevî yolculuğun şiirsel ifadeleridir. Bu eserler, hem klasik mirasın hem de insanın Allah’a olan yönelişinin unutulmaz nişaneleridir.

Öyle karmaşık bir dönemde yaşıyoruz ki, manevi değerlerden söz edildiğinde insan hemen alay konusu olabiliyor. Günümüzde bu değerlere sahip çıkmak, haksız saldırıların hedefi olmak anlamına geliyor. Dünyayı saran kaos ortamında, ahlaka aykırı davranışlar güzel alışkanlıklar gibi topluma dayatılıyor. Bu çelişkili süreçte gençlerin manevi terbiyesi, öncelikli bir mesele olarak daima gündemde tutulmalıdır.
Gençlerin manevi eğitimi, her milletin, özellikle de Türk milletinin geleceğini şekillendiren başlıca unsurlardan biridir. Toplumun sağlıklı ve sürdürülebilir gelişimi için genç neslin millî ve manevi değerlerle yetiştirilmesi son derece önemlidir. Tarih boyunca Türk milleti, manevi kökleri, adalete, aileye ve dinî inançlarına verdiği değerle öne çıkmıştır. Bu köklere bağlı kalarak bugünkü nesli doğru yönlendirmek için hem tarihsel tecrübeden hem de dinî değerlerden yararlanmak gereklidir.
Türk düşünce tarzı, asırlar boyunca maneviyatı, ahlakı ve insani değerleri ön planda tutmuştur. Türk’ün kadim edebî eseri “Dede Korkut Kitabı”nda aile bağları, büyüğe saygı, doğrunun yanında olmak gibi kavramlar ön plana çıkar. Yusuf Has Hacib’in “Kutadgu Bilig” adlı eserinde manevi olgunluk, nefsin terbiyesi ve doğruluk bilgece yaşam ilkeleri olarak sunulmuştur. Eserinde yazar der ki: İnsan yalnızca dış güzelliğiyle değil, iç güzelliğiyle de kemale ermelidir; ahlakı olmayanın bilgisi fayda vermez. Bu bakış açısı, gençlerin sadece entelektüel değil, manevi gelişimlerine de önem verilmesinin gerekliliğini vurgular.
İslam dini de manevi eğitimin temel kaynağı olarak öne çıkar. Kur’an-ı Kerim’de ve Hz. Muhammed’in (s.a.v) hadislerinde gençlerin ahlaklı, vicdanlı ve sorumluluk sahibi bireyler olarak yetişmesi konusunda önemli tavsiyeler yer alır. Lokman Suresi’nde Hz. Lokman’ın oğluna verdiği öğütler, terbiye açısından oldukça kıymetli örneklerdir. “Oğlum! Allah’a ortak koşma! Doğrusu Allah’a ortak koşmak büyük bir zulümdür!” ayeti, sadece dinî bir öğüt değil, aynı zamanda manevi uyanış ve bilinçli yaşam ilkesinin temelidir. Peygamberimizin “Sizin en hayırlınız, ahlakı en güzel olanınızdır” sözü de terbiyenin asıl ölçüsünün ahlak olduğunu açıkça ortaya koymaktadır.
Günümüzde teknolojinin hızla gelişmesi, terbiye sürecinde yeni sorunları da beraberinde getirmiştir. Ebeveynlerin bu değişime ayak uydurmakta yaptığı bazı ciddi hatalar vardır. Çocukların terbiyesini teknolojiye teslim etmek, onları saatlerce tablet ve telefon başında bırakmak, sosyal medyada sınırsız şekilde vakit geçirmelerine göz yummak, manevi boşluk yaratan başlıca sebepler arasındadır. Ebeveynler çoğu zaman sessiz ve uslu çocuk modelini terbiyeli çocukla karıştırıyor. Oysa bu sessizliğin ardında manevi yalnızlık ve duygusal izolasyon yatmaktadır.
Uzmanlar, erken yaşta ve kontrolsüz bir şekilde teknolojiye maruz kalan çocukların gerçek iletişim becerilerinin zayıfladığını, empati duygularının gelişmediğini belirtmektedir. Psikologlara göre manevi boşluk içinde büyüyen genç, kimlik bunalımı yaşamaya başlar ve teknoloji bu boşluğu daha da derinleştirir. Bu durum, ileride toplumla bağı zayıf, kendini değersiz hisseden bir birey tipinin oluşmasına neden olabilir.
Sosyal medyanın etkisi ise terbiye meselesinde özel bir dikkat gerektirir. Burada sunulan yapay yaşam tarzı, gençlerde gerçek hayattan memnuniyetsizlik ve kendini yetersiz hissetme duygusu yaratabilir. Sosyal platformlarda etik sınırların sıkça ihlal edilmesi, bazı değerlerin kısıtlanması ve yerine yapay, zararlı “trendlerin” teşvik edilmesi gençlerin ahlaki dünyasını çarpıtabilir. Gençler çoğu zaman bu içerikleri süzgeçten geçirmeden kabul eder ve sonuç olarak millî-manevi kimlikten uzaklaşma gerçekleşir.
Tüm bu olumsuz etkilere karşı en doğru terbiye yolu, örnek olmaktan geçer. Çocuklar ve gençler en çok ebeveynlerinin davranışlarından etkilenirler. Ebeveynlerin söylediklerinden çok yaptıkları iz bırakır. Ailede samimiyet, dürüstlük, ibadet ve karşılıklı saygı varsa, çocuk bunları hayatın doğal bir parçası olarak benimser.
Millî ve dinî değerlerin küçük yaşlardan itibaren aşılanması da çok önemlidir. Tarihimizi, kahramanlarımızı, millî kimliğimizi ve dinî değerlerimizi tanıyan bir çocuk, kendini toplumun bir parçası olarak görür ve kimlik krizinden uzak kalır. Teknolojiden uzak durmak mümkün olmasa da, onu amaçlı ve faydalı şekilde kullanmayı öğretmek daha önemlidir. Kültüre, kitaplara ve manevi konulara ilgi uyandırarak gençleri dengeli bir şekilde yetiştirmek mümkündür.
Gençlerle empati ve iletişim becerilerine dayalı bir ilişki kurmak, onlara değerli olduklarını hissettirmek, manevi eğitimin başarılı sonuçlar vermesini sağlar. Okullarda yalnızca akademik bilgi değil, maneviyata yönelik derslerin ve projelerin düzenlenmesi; toplumda ise sağlıklı değerleri teşvik eden kültürel etkinliklerin yapılması bu süreci olumlu yönde etkiler.
Gençlerin manevi eğitimi sadece bir ailenin değil, tüm bir milletin sorumluluğudur. Bu sorumluluğu başarıyla taşımak için tarihî mirasımıza, İslam’ın ahlaki ilkelerine, sağduyuya ve çağdaş yaklaşımlara birlikte başvurmalıyız. Maneviyattan yoksun bir gelişim, bir toplumun ruhunu kaybetmesi demektir. O ruhu yaşatmak ise hem ailenin, hem okulun, hem de toplumun ortak görevidir.

Söz vermek, insan ilişkilerinin temel taşlarından biridir. Karşılıklı güveni ve itibarı pekiştirir. Ancak bazen insanlar, yerine getiremeyecekleri sözler verir. Bu durum karşı tarafta hayal kırıklığına, güven kaybına ve psikolojik rahatsızlığa yol açar. Kur’an-ı Kerim bu konuya özel bir hassasiyetle yaklaşır:
“Ey iman edenler! Yapmayacağınız şeyleri neden söylüyorsunuz? Yapmayacağınız şeyi söylemeniz, Allah katında büyük gazaba sebep olur.” (Saff Suresi, 61:2-3)
İslam düşüncesinde verilen söze sadık kalmak, ahlaki bir sorumluluk olarak kabul edilir. İsra Suresi’nde şöyle buyrulur:
“Verdiğiniz sözleri yerine getirin. Çünkü verilen her söz, mutlaka sorumluluk doğurur.” (İsra Suresi, 17:34)
Tarih boyunca dini ve ahlaki kaynaklarda sözünde durmak, yüksek bir erdem olarak görülmüştür. Hz. Muhammed (s.a.v.) şöyle buyurur:
“Münafığın üç alameti vardır: Konuştuğunda yalan söyler, söz verdiğinde yerine getirmez, emanete ihanet eder.”
Hz. Ali (a.s.) ise der ki: “En kötü insan, söz verip de sözünde durmayan kişidir.”
Bu bakış açısı, sözün yalnızca hukuki değil; aynı zamanda vicdani ve manevi bir yükümlülük olduğunu ortaya koyar.
Sözün yerine getirilmemesi, öncelikle karşı tarafta güven kaybına sebep olur. İnsanlar verilen sözlerle umutlanır, bekler, plan yapar. Bu beklenti boşa çıkarsa, ilişkiler zedelenir, duygusal bağ kopar. Bu sadece anlık bir duygusal kırılma değil; uzun vadeli psikolojik etkiler yaratan bir süreçtir. Aldatıldığını düşünen insan, ilerleyen ilişkilerde daha temkinli, mesafeli ve soğuk davranmaya eğilim gösterir.
Sözünü yerine getirmeyen kişi de içsel bir huzursuzluk yaşar. Psikolojide bu durum, kişinin inandığı değerlerle yaptığı davranışların çelişmesi anlamına gelen “bilişsel çelişki (kognitif disonans)” olarak açıklanır. Bu çelişki, kişinin iç dünyasında rahatsızlık yaratır ve vicdan azabına neden olur. Çoğu zaman kişi kendini suçlu hisseder, fakat bunu itiraf etmek istemez. Sonuçta hem kendisiyle hem de çevresiyle olan ilişkilerinde derin yaralar oluşur.
Peki insanlar neden yerine getiremeyecekleri sözler verir? Bunun birkaç temel sebebi vardır. İlk olarak, sosyal baskı ya da kabul görme ihtiyacıdır. İnsanlar bazen karşısındakini üzmemek ya da iyi görünmek adına, gerçeğe uygun olmayan sözler verebilir. İkinci neden, duygusal karar alma durumudur. Sevinç, üzüntü, heyecan veya baskı altında verilen kararlar çoğu zaman düşünülmeden, ani bir şekilde söylenir. Üçüncü neden ise, kendini ispat etme arzusudur. Bazı insanlar, çevresinde daha değerli algılanmak için büyük vaatlerde bulunur; ancak imkanlarını doğru değerlendiremedikleri için verdikleri sözü tutamazlar.
Böyle durumlarda en doğru davranış, söz vermeden önce düşünmektir. Kişi, kendi imkanlarını ve şartlarını net bir şekilde değerlendirmelidir. Eğer bir sözün yerine getirileceğinden emin değilse, bunu açıkça ifade etmek ya da hiç söz vermemek daha doğrudur. Aynı zamanda, verilmiş bir söz yerine getirilemeyecekse, karşı tarafa zamanında bilgi vermek ve özür dilemek, ilişkinin tamamen bozulmasının önüne geçebilir.
Kur’an-ı Kerim ve hadislerde bu meseleye dikkatle yaklaşılması elbette tesadüf değildir. Verilen söze sadakat, sadece dini ve ahlaki bir değer değil; toplumun sosyal dokusunu koruyan temel ilkelerden biridir. Herkesin sözüne sadık kaldığı bir ortamda karşılıklı güven artar, insanlar kendilerini daha huzurlu ve değerli hisseder. Psikolojik araştırmalar da bu görüşü desteklemektedir: Dürüstlük ve şeffaflıkla kurulan ilişkiler daha sağlıklı ve uzun ömürlü olur.
Söz bir güvendir. O sözü yerine getirmek, insanın hem kendisine, hem muhatabına, hem de Allah’a karşı taşıdığı bir sorumluluğun ifadesidir. Bu sorumluluğun bilincinde olmak, hem bireysel gelişim hem de toplumsal ilişkilerin sağlığı açısından son derece önemlidir. Unutmayalım: Söz bir cümledir; fakat onun doğurduğu güven, bir ömür devam edebilir.

Bazen insanlara bakıyorum ve kendi kendime soruyorum: Bize ne oldu? Neden bu kadar agresifiz, neden birbirimize güvenmiyoruz? Ne zamandan beri yalan bu kadar doğal, bu kadar rahat bir alışkanlık haline geldi? Cevap çok, ama hiçbiri insanın içindeki boşluğu, güvensizliği, korkuyu tam olarak açıklayamıyor. Belki de bu soruların cevabını geçmişte, kaybettiğimiz değerlerde aramak gerekiyor.
Eskiden insanlar birbirine daha yakındı. Komşu evin ocağı sönünce herkes endişelenirdi, bir ailenin üzüntüsü tüm mahalleye yayılırdı. Güven, itimat, sözün değeri vardı. Yalan söyleyen kişinin yüzü kızarırdı, insanlar yüzsüzlükten, utanmaktan korkarlardı. Bugün ise her şey değişti. Güven sarsıldı, insan artık kendi gölgesinden bile şüphe eder hale geldi. Sanki herkes kendi “canını kurtarma” derdine düşmüş durumda.
Yalan, insanlık tarihi boyunca hep vardı. Fakat bugün yalan daha çok “başarı elde etmek”, “imaj yaratmak”, “tehlikeden kaçınmak” gibi amaçlarla yaygınlaştı. Kapitalist sistemin baskısı altında insan, kendini sürekli olarak ispat etmeye mecbur hissediyor. Gerçek benliğini beğenmeyen insan, sahte bir “ideal imaj” yaratmaya çalışıyor. Bu da yalanın günlük davranış biçimine dönüşmesine yol açıyor.
Modern hayatın hızı, bilgi akışı bizleri yordu. İnsanlar birbirine empatiyle değil, şüpheyle yaklaşmaya başladılar. Biraz farklı düşünen, biraz “yabancı” görünen hemen “öteki” kategorisine alınıyor. Bütün bu gelişmelerin sonucunda ise agresiflik ortaya çıkıyor. Herkes kendi içinde boğuluyor ama suçluyu başkasında arıyor.
Artık yalan ayıp sayılmıyor. Aksine, yalan, insanın hayatını “değiştiren” bir yetenek gibi sunuluyor. Belki de insan kendini sevmediği için yalanla sahte bir “ideal” oluşturuyor. Ama bu sahte imajın ardında derin bir boşluk yatıyor. Yalan, eninde sonunda insanın kendine karşı işleyen bir zehire dönüşüyor.
Bugünün kentleşme ve bireyselleşme trendi insanları yalnızlığa ve rekabete sürüklüyor. İnsanlar birbirini rakip olarak görüyor ve bu da doğal olarak agresyonu ve güvensizliği artırıyor. Sosyal medyadaki yapay yaşam tarzı, başkalarının dikkatini çekme uğruna verilen mücadele, kitle iletişim araçlarının manipülasyonu bireysel psikolojiyi etkileyerek insanları daha sinirli ve güvensiz hale getiriyor.
Bu manevi çöküşün temel nedenlerinden biri de sosyoekonomik baskılardır. Geleceğinden emin olmayan bir insan başkasına nasıl güvenebilir? Günlük ekmeğine muhtaç, işsizlik ve adaletsizlik içinde yaşayan biri hangi ahlaktan bahsedebilir? Hayatta kalma mücadelesi veren biri için ahlak bazen “lüks” gibi görünebilir. Modern dünya sistemi insanı sürekli bir rekabete sürüklüyor. Bu rekabette ise merhamet, şefkat, dürüstlük gibi değerler “zayıflık” olarak görülüyor.
En acı tarafı ise şu: Bu değerlerin zayıflaması tesadüfi değil. Millî ve dinî kimliğe yapılan saldırılar da bunun bir parçası. İnsan değerlerini kaybettiğinde, kimliğini de kaybeder. Dinî inanç, millî hafıza; insanı bir yere bağlayan, ona yön veren temel unsurlardır. Bu bağlar koptuğunda insan daha kolay yönlendirilir, daha kolay yönetilir. Bugün birçok uluslararası güç, medya kuruluşu ve küresel kültür merkezleri bu değerleri ortadan kaldırmak için planlı bir şekilde çalışıyor. Asıl amaç; maneviyatsız, kimliksiz, her şeye kayıtsız bir insan modeli oluşturmaktır.
Peki insanlar neden birbirine karşı agresif, güvensiz ve yalancı davranıyor? Cevap sadece bireysel psikolojide değil, tüm sistemin ve toplumsal çevrenin değişiminde yatıyor. Manevî değerlerin, millî ve dinî kimliğin zayıflaması, ekonomik ve sosyal istikrarsızlık bu sorunları derinleştiriyor.
Ve sonunda bir soru beliriyor: Tüm bu kaosun içinde insanlığımızı nasıl koruyacağız? Cevap belki de geçmişte saklı. Kapısını açık bırakan komşuda, yalanını utanarak itiraf eden insanda, bir lokma ekmeği paylaşan ailede, bir zamanlar “insan olmak” uğruna yaşanan o samimi değerlerde…
İnsan değişiyor. Zaman da değişiyor. Ama değişmek, değerleri kaybetmek demek değildir. Aksine, bu değişimin içinde manevî dayanaklara daha çok ihtiyacımız var. Çünkü değerler kaybolduğunda, insanlık da kaybolur.

Günümüz toplumlarında en çok tartışma yaratan konulardan biri, giyim ve bunun ahlakla ilişkisi meselesidir. Giyim, bir bireyin kendini ifade etme biçimi olarak görülse de “Bu ifade özgürlüğü ile toplumsal ahlak arasındaki sınır nerede çizilmelidir?” sorusu çoğu zaman derin polemiklere neden olmaktadır. Tartışmalar yalnızca estetik ya da kişisel tercih düzeyinde kalmayıp; daha derin manevi, kültürel ve hatta siyasi boyutlar da taşımaktadır.
Giyim sadece bedenin örtülmesi değil; bireyin ait olduğu kültüre, değerlere ve ahlaki bakış açısına dair bir duruşun da yansımasıdır. Her toplumda toplumsal ahlakın oluşumunda belirli giyim standartları önemli yer tutar. Bazı dini ya da geleneksel toplumlarda kapalı giyim, ahlakın doğal bir parçası olarak kabul edilir. Bu bağlamda giyim, bir ahlak normudur ve bireyler bu norma uydukça toplumsal uyum korunur.
Açık giyim tarzı, özellikle muhafazakâr toplumlarda, toplumsal ahlakın zedelenmesi olarak görülür. Giyim yoluyla aktarılan mesajlar, genç neslin davranışlarını ve değer algılarını doğrudan etkiler. Eğer toplumun ahlaki kodlarına ters düşen bir giyim tarzı normalleştirilirse, bu durum zamanla manevi yozlaşmayı ve toplumsal çözülmeyi tetikleyebilir.
Açık giyim tarzı, özellikle kamusal alanlarda karşı cins üzerinde tahrik edici bir etki yaratabilir. Bu durum yalnızca bireysel düzeyde değil; toplumsal güvenlik, kamusal etik ve sosyal huzur açısından da riskler barındırır. Elbette tüm sorumluluk açık giyinen bireyin üzerinde değildir, ancak bu mesele toplumsal sorumluluk kavramının dışında da bırakılmamalıdır.
Pek çok araştırmacı bu eğilimi yalnızca bireysel özgürlük ya da moda anlayışıyla açıklamıyor. Bazı güçlü uluslararası kuruluşlar ve ideolojik merkezler, toplumsal değerlerin aşındırılması amacıyla bu tarzları desteklemekte ve teşvik etmektedir. Bu politikaların arkasında, bireyin aile, din ve millî değerlerle olan bağını kopararak, onu tüketim odaklı, bireyci ve maneviyattan uzak bir modele dönüştürme hedefi vardır.
Aile, bir toplumun temelidir. Açık giyim ve onun teşvik ettiği serbest ilişki modeli, aile içi düzeni ve istikrarı sarsmaktadır. Özellikle ergenler ve gençler arasında erken yaşta cinselliğin normalleşmesi, aile kurumunun temel işlevlerini zayıflatmakta; sevgi, terbiye ve manevi destek gibi değerleri yok etmektedir.
Bu noktada feminizmin araçsallaştırılmasına da dikkat çekmek gerekir. Feminizm, başlangıçta kadın haklarını savunmak üzere doğmuş bir harekettir. Ancak zamanla bazı küresel güç odakları tarafından saptırılmış; kadın, aile modelinden koparılıp erkeğe karşı bir rakip, aileye karşı ise ilgisiz bir figür hâline getirilmiştir. Kadını annelik ve kadınlık rollerinden uzaklaştırarak, “özgürlük” adı altında onu tüketim kültürünün nesnesi hâline getirme planı, modern zamanların en sinsi ideolojik saldırılarından biridir.
Giyim ve beden teşhiri bu kültürel propagandanın en etkili araçlarındandır. Modern “özgür kadın” modeli; açık giyinen, erkekle rekabet hâlinde olan, bireyci bir figür olarak sunulmaktadır. Böylece kadının değeri çoğu zaman fiziksel cazibesi üzerinden tanımlanmakta, bu da kadını özgürleştirmek yerine bir tür piyasa nesnesine dönüştürmektedir.
Bugün kadının giyimi artık onun ait olduğu kültürü ve değerleri değil, “pazardaki görünümünü” belirlemektedir. Reklamlar, diziler, sosyal medya içerikleri; kadına açık, dikkat çekici giyimi telkin ederken bunun modernlik ve özgürlük simgesi olduğunu vurgulamaktadır. Oysa bu yönlendirme, kadını birey olmaktan çıkarıp yalnızca “görsel çekicilik” düzlemine sıkıştırmaktadır.
Sonuç olarak, kadın özgürleşmek yerine başka bir sosyal baskıya maruz kalmaktadır. “Kadın güzel olmalı, bedenini göstermeli, cesur olmalı” gibi sloganlar; güven problemi, psikolojik baskı, toplumsal kimlik karmaşası ve aile değerlerinden uzaklaşma gibi derin sorunları da beraberinde getirmektedir.
Bu giyim modellerinin her yerde teşvik edilmesi, kültürel çeşitliliğin ve millî değerlerin hızla aşınmasına neden olmaktadır. Bu, modern çağın bir tür kültürel emperyalizmidir. Giyim, davranış ve yaşam tarzı üzerinden yürütülen bu mücadele; ekonomik ve ideolojik sömürgeleştirmenin güncel bir biçimidir.
Giyim sadece kişisel bir tercih değil; aynı zamanda bir milletin kültürel, ahlaki ve manevi kimliğinin taşıyıcısıdır. Açık giyimin normalleştirilmesi, sadece ahlaka değil; aileye, kültüre ve millî değerlere doğrudan bir tehdittir. Bu nedenle bu eğilime karşı, bilinçli, millî ve manevi değerlere dayalı bir toplumsal uyanış gereklidir.
Aksi takdirde, bir milletin kimliği de, aile yapısı da, ahlakı da elden gidebilir.

Azerbaycan halkının hafızasında derin izler bırakan Birinci Karabağ Savaşı, yalnızca toprak kaybı ya da şehitlerin verilmesiyle değil, aynı zamanda zamanın aşındıramadığı insan kaderleriyle de hatırlanıyor. O dönemde binlerce aile evladını, eşini, nişanlısını, kardeşini kaybetti. Birçoğu yıllarca kayıp sayıldı, naaşlarına ulaşılamadı, defnedilemedi. Ancak zaman geçti, topraklar kurtarıldı ve kayıpların izleri sürülmeye başlandı. Onlardan biri de 1993 yılının Mart ayında Kelbecer’in Çıraqlı köyü yönünde kaybolan Mehman Musayev idi.
2025 yılının Temmuz ayında Kelbecer’de ülke açısından tarihi bir olay yaşandı. Şehit Mehman Musayev’in yanı sıra iki askerimiz – Azizov Yusuf İsmail oğlu ve Garayev Gember Gember oğlu – kalıntıları bulunarak Kelbecer şehir mezarlığında toprağa verildi. Bu defin töreni, Kelbecer’in işgalden kurtarılmasından sonra orada gerçekleştirilen ilk tören olma özelliğini taşıyordu. Törene şehit aileleri, kamu temsilcileri ve devlet yetkilileri katıldı. Ancak törene katılan bir kişi vardı ki, onun varlığı, suskunluğu ve gözyaşları herkesten daha çok konuştu. Bu kişi, şehit Mehman Musayev’i 32 yıl boyunca bekleyen nişanlısı Sevda Aliyeva idi.
Sevda Hanım’ın sözleri, törene tanıklık eden herkesin zihnine ve yüreğine kazındı:
“Mehman’la son görüşüm Ağdam’da oldu. Bana hediyeler almıştı. Düğünümüzden bahsettik. Topraklarımız üzerindeki kara bulutlar dağıldıktan sonra görkemli bir düğün yapacağımızı planlamıştık. Onunla son görüşüm olacağını asla bilemezdim… Bugüne kadar Mehman’ın sağ salim döneceğine inandım.”
32 yıl boyunca bir kadının sadakatle bir sevgiyi yaşatması, bunu kutsal bir borç gibi koruması ve bu süre zarfında evlenmemesi yalnızca kişisel bir tercih değil, aynı zamanda bir duruş; gelecek nesillere örnek olacak bir yaşam hikâyesidir. Sevda Hanım, bu seçimiyle bir aşkı, bir hatırayı zamanın darbelerine karşı koruyarak Azerbaycan kadınının yüksek bir manevi değer taşıdığını bir kez daha ortaya koydu. Bu, efsanelerde gördüğümüz, romanlarda okuduğumuz sadakat kavramının canlı ve gerçek bir örneğidir.
Sevda Hanım şöyle diyor:
“Her zaman Mehman’ın adını yücelttim. Onunla gurur duyuyorum. Adına layık bir yaşam sürdüm.”
Felsefi açıdan insan hayatında iki temel seçim noktası vardır: biri kaderin bize sundukları, diğeri ise bizim tercihlerimiz. Kaderin getirdiği kayıp, acı ve bekleyiş; Sevda Hanım için yalnızca sessizlik içinde yaşanan bir ıstırap olmadı. O, bu kaderi kabullendi; Mehman’ın hatırasını kendi yaşam yolunun fenerine çevirdi. Bu hikâye, acının ve kederin bir kadının elinde izzete dönüşme örneğidir.
Azerbaycan kadını tarih boyunca hem sevginin, hem sadakatin hem de mücadelenin sembolü olmuştur. Milli ve manevi değerlerimizin koruyucusu olan kadınlarımız, ailenin ve toplumun manevi temeli olarak görev yapmışlardır. Sevda Hanım da bu onurlu misyonu üstlenerek, sevginin zamanla ölmediğini; aksine yıllar geçtikçe derinleştiğini gösterdi.
Sevginin en yüce hâli onun sürekliliği ve ebediliğidir. Sevda Aliyeva bu yönüyle yalnızca bir insanın değil, bütün bir halkın hafızasında örnek olacak bir iz bıraktı. O bize gösterdi ki, sadakat hâlâ vardır ve yaşanmaktadır. Bu sadakat, bir kadının kalbinde 32 yıl boyunca tertemiz ve kutsal bir alev gibi yanarak, bir milletin manevi aynasına dönüştü.
Bu nedenle Sevda Hanım’ın hikâyesi yalnızca kişisel bir yaşam kesiti değil; halkımızın maneviyatının, kadınlarımızın yüceliğinin ve Azerbaycan sevgisinin sembolüne dönüşmüş bir hayat örneğidir.
Allah tüm şehitlerimize rahmet eylesin.
Onların aziz hatırasını yaşatanlara ise sonsuz saygı ve minnet duyuyoruz.

Sûfîler kalbi Hakk’ın aynası olarak görür. Hakk’ın marifeti de kalp merkezinde gerçekleşir. Kalp, aynı zamanda Hakk’ın evidir. Allah dostu Abdülkadir Geylânî şöyle buyurur:
“İnsan Allah’a kalıbıyla değil, kalbiyle ibadet eder.”
Kalbiyle Allah’a kulluk eden bir kimse, kalbine hiçbir put sevgisi sokmaz. Günümüzde putlar farklı şekillere bürünmüştür. Artık ağaçtan yontulmuyorlar; insan suretinde doğuyor, zamanla çevresindekileri kendi iddialarının kölesi hâline getiriyorlar. Kendilerini tapınmaya lâyık ilan ediyor, yanındakiler de dönüp onlara tapan oluyor. Putperestlik tutkusu ile hakikat bulunmaz…
Ağaçtan değil, insandan yontulmuş putların doğurduğu tehlikeler bugün farklı şekillerde karşımıza çıkıyor. İnsani tutkuların, nefsin, şöhret arzusunun ve maddi isteklerin içine gizlenmiş hâlde karşımıza dikiliyorlar. Günümüzün putları; lüks arabalar, göz kamaştıran villalar, abartılı şatafat ve makam koltuklarıdır. Bazı insanlar bu putlar aracılığıyla içlerindeki boşluğu doldurmaya çalıştıklarını iddia ediyor, bu iddialarla kendilerini avutuyorlar; ama aslında içlerindeki boşluğu daha da derinleştiriyorlar.
Geçmişte yokluk içinde yaşayan, yoksulluğun acısını tadan, bir lokma ekmeğin peşinde gün sayan bazı insanlar, bugün maddi bolluğa kavuştuğunda o eski hâlini unutup, kazandıklarını yalnızca kendi emeğinin ürünü sanıyor. Bu insanlar düşünemiyor ki, kazandıkları servet belki de başkalarının sunduğu fırsatlardan doğmuştur. İnanan insanlar bilir ki, her servetin bir de imtihanı vardır. Diliyle inançtan bahsedip, fiilen tersini yapanlar Hakk’ın imtihanının ne olduğunu anlayamaz. “Benimdir” kibriyle yollarına devam ederler. Bu tür insanlar, sahip oldukları gücü şükretmek yerine zayıflar üzerinde tahakküm kurmak için harcarlar. Bu, kibrin ve eksik kişiliğin açık bir göstergesidir.
Eğer bir insan arabasını, kıyafetini, makamını kimliğinin esas parçası hâline getirmişse, o kişi artık kalbinde bir put büyütmeye başlamış demektir. Herkese yukarıdan bakmak, tevazuyu zayıflık saymak; modern putperestliğin tezahürleridir. Bu tür insanlar dar düşüncelerini geniş bir vizyon, cehaletlerini ise yetenek zanneder. Putperestlik artık dışa dönük değil, içsel bir hastalık olarak toplumu içten içe çürütmektedir.
İmam Gazâlî şöyle buyurur:
“Nefsini put edinen kişi, aslında şeytanın elinde bir oyuncak hâline gelir. Gerçek özgürlük, nefse galip gelmektir.”
Gazâlî’ye göre, insanın nefsine kul olması, taştan putlara secde etmekten daha tehlikelidir; çünkü bu kulluk gizlidir ve çoğu insan bunu ibadet sanır.
Hz. Mevlânâ Celâleddîn Rûmî ise şöyle buyurur:
“Sevgin neyeyse sen ona benzersin. Parayı seven paraya, makamı seven makama, Allah’ı seven Allah’a benzer.”
Hz. Mevlânâ burada çok net bir hakikati dile getiriyor: İnsan, sevdiğine dönüşür. Para, şöhret, nefs sevgisi ise insanı ruhen çökertir.
Friedrich Nietzsche ise modern putperestliği daha felsefî bir bağlamda tanımlar:
“İnsanlar ilahî bir güce ibadet ettiklerini sanır ama aslında tutkularını kutsallaştırırlar.”
Nietzsche burada insanın içindeki ego ve güç arzusunun zamanla bir “tanrı imajı”na dönüştüğünü vurgular.
Modern dünyada birçok insan görünmeyen putların esiridir. Kalbini Hakk’tan çevirmiş, nefsin ve isteklerinin kölesi olmuş kişi sadece başkasına değil, aslında kendisine de zulmeder. Oysaki kalp Hakk’ın evidir; oraya yalnızca temizlik, dürüstlük ve merhamet yaraşır. O eve put sokmak, her şeyden önce kalbe ihanettir. Bu putlar ister servet, ister kibir şeklinde olsun; fark etmez.
Hakk’a yakın olmak isteyen, önce kalbindeki putları kırmalıdır. Çünkü Allah, ancak kalbinde O’na yer açanlara, içini putlardan arındıranlara yakın olur.

Okulda dersler biter bitmez, tatilin başlayacağı günleri heyecanla sayar, köye gideceğim zamanı iple çekerdim. Azerbaycan’ın Zengezur bölgesinin en huzurlu köşesinde, dört yanı ormanlarla çevrili köyümüzde geçirdiğim yaz tatilini, dünyanın hiçbir güzelliğiyle değiştiremem.
Akşam hava kararır, köy halkı işlerini bitirip her gün komşulardan birinin avlusunda toplanırdı. O evde kimse kendini misafir saymazdı. Kimisi çay demler, kimisi meyve yıkayıp sofraya koyardı. Ben daha çok, o zamanların en popüler şarkılarını dinlemek için giderdim. Şimdi bana çok basit gelen o müzikler, belki de köyümüzün manzarası eşliğinde güzelmiş; insanların samimiyeti ve tasasızlığıyla daha da değerliymiş.
Bazen babaannemle evde yalnız kalınca, onun mırıldanmasına kulak verirdim. Küçükken bana öyle gelirdi ki, babaannem akşamları komşuda dinlediğimiz şarkıları söylüyor. Sonraları anladım ki, o, 17 yaşında vefat eden oğluna (ben doğmadan uzun yıllar önce bu dünyadan göçmüş amcama), genç yaşta Hakk’a kavuşmuş kızına (halama) ağıt yakarmış…
Hayatım boyunca babaannemin ağılarındaki kadar hüzünlü bir ses duymadım. O kederli sesle sanki dünyada her şey hareketsiz kalırdı. Sanki o hüzünlü sesle dünya yas tutardı…
Yıllar geçti… Babaannem de 1996 yılında, doğup büyüdüğü yurda hasretle Hakk’ın rahmetine kavuştu. Onun sesi, adımı sevgiyle çağırmasıyla, yüzüne yansıyan utangaçlık ve zarafetle hafızama kazındı. Şimdi o masumiyetiyle, mezar taşındaki fotoğrafında tebessüm ediyor. O köy avlularındaki neşeli akşamlar çoktan susmuş durumda. Uzun yıllar boyunca Ermenistan’ın işgali altında kalarak vahşice harap edilen köyümüzün evlerine yeniden sıcaklık döneceği günleri görebilecek miyim, bilmiyorum. Fotoğraflara baktıkça, sevdiklerimin bir bir eksildiğini görüyorum.
Bazen o fotoğraflara bakarken nefesim boğazımda düğümleniyor. Gözlerim doluyor çünkü o bakışlar, o gülüşler artık geri dönmeyecek… Yakınlarımın birer birer bu dünyadan göçmesi, içimde tarif edilemez bir boşluk bıraktı. İnsan zamanla kederini içinde taşımayı öğreniyor ama asla unutmayı başaramıyor.
Zaman geçti ve o fotoğraflarda anne babamdan, arkadaşlarımdan geriye sadece anılar kaldı. Ölüm, sonbahar gibi etrafımdakileri soldurup içimde derin bir boşluk yarattı. Hatırladığın insanları rahmetle anmak, sadece ruhlarına dua etmek değil; gün geçtikçe yalnızlaştığını fark etmekten doğan bir acıdır.
Çocukluğumun, gençliğimde sevdiğim insanların bir bir bu hayattan göçmesiyle sanki ben de yavaş yavaş biraz eksiliyor, biraz soluyorum. Herkesin gittiği bu yolun sonu aynı olsa da, ayrılıkların bıraktığı iz aynı olmuyor. Kimisinin yokluğu bir gecede dağ gibi çöküyor, kimisinin kaybı yıllarca için için acıtıyor…
Şimdi hayatta daha çok geçmişe bakıyorum. Geriye döndükçe, bir zamanlar dolu dolu yaşanmış günlerin kalıntıları arasında kendimi çoğu zaman yapayalnız hissediyorum. Sanki o günlerde her şeyin bir ruhu vardı. Otların, ağaçların, hatta yaz akşamlarının sessizliğinin bile kendine has bir nefesi oluyordu. Şimdi o nefes sönmüş. Bu dünya çok faniymiş… İnsan ömrü öyle bir günlükmüş ki, sayfalar çevrildikçe sevdiklerin bir bir silinirmiş.
Bazen sessizce Allah’a yöneliyorum. Dua ediyorum:
“Allah’ım, bu dünyada elimizden tutup bizi sevenleri, Cennet’te bizimle yeniden kavuştur.”
Bu duada bir hasret var, bir de umut… Çünkü insan yaşlandıkça anlıyor ki, bu hayatın en büyük nimeti, sevdiklerinle birlikte yaşadığın güzel anlarmış.
Onlar gittikçe, hayat da yavaş yavaş rengini kaybediyor…

“Bais-i icâd-ı âlem tâ ki bildim aşk imiş,
Zikri ‘Hu-hu’ eylerim bir lahza yahûîler gibi.”
(Seyyid Abulkasim Nebati)
Uzaklardan bir ses yükseliyor göklere. Ses zaten göğe yükselmeli… Nereden geldiğini hissediyorsun. Önce “Vatan” diyerek adım adım arşa yükseliyor. Zira arştan gelmiştir. On sekiz bin âlem, iki sesin hikmetiyle yaratılmıştır. Biri “Kâf”, diğeri “Nûn”. Yerin ve göğün bu iki sesini birleştiren “Kun” – “Ol” kelimesiyle var olduğuna inanmak, ilahi sesin mucizesinde yakin bulmaktır. Bu sesleri içinde yaşatabilen insanlar, Allah’ın özel lütfettiği kullarıdır…
Bir ney inliyor. Bu inilti neden, diye sorar insan. Neydeki bu sızı, uyuşmuş bir yaranın acısı gibi canı acıtır. O zaman sor: Bu inleyen ney ne çekiyor? Mantık sadedir. Dal dal kesilmiş basit bir çubuğun sızısının sebebi ortaya çıkar. Ayrılıktır onu dile getiren. Hicrandır onu inleten. Vatanından ayrı düşmüştür. Başkalarına sıradan bir kamışlık gibi gelen o yer, ney’in vatanıdır. Kökünden koparılmış, feryat ediyor…
Uzaklardan bir ses gelir. Sahibini arar. Onu bekler. Çaresizce inler bu aşkın ayrılığıyla. İniltisinden çaresizliği anlaşılır.
“Ne edim, kılım ne çare o nigar-i nazenine,
Boyanıb cihan sözünden özü bir beyane gelmez.”
Bu, “ateşe düşmüş yılanlar gibi” yanan, bu yangınlar içinde inleyen âşık, Azerbaycan’ın Halk Sanatçısı, Türkiye izleyicisinin de yakından tanıdığı Alim Gasımov’dur.
1980’li yıllardan itibaren Azerbaycan klasik müziğinde geleneksel eğilimlerden uzaklaşma gözlemlenmeye başladı. Bu gelenek, 1930’larda Sovyet baskısından korunmak amacıyla büyük bestecimiz Üzeyir Hacıbeyli tarafından nota sistemine aktarılan mugam icrasında kendini göstermişti. Zamanla, bir zamanlar aynı okulda buluşan mugam sanatı doğal olarak iki kola ayrıldı. Bir yanda geleneksel icrayı sürdürenler, öte yanda sufi müziğin köklerine dönenler vardı. O dönemde açıkça konuşulamayan derviş müziği unsurları bazı sanatçıların icrasında görünmeye başladı. Çok geçmeden, bu sanatçıların açtığı yolda Alim Kasımov, farklı icra tarzıyla sahneye çıktı.
Oysa herkesin geleneksel tarzı benimsediği bir dönemde, Alim’in müziği insanların üzerine adeta bir çığ gibi düştü. Bu müziğin kaynağını kimse anlayamıyordu. Alim’e yönelik ikili yaklaşım da tarzını değiştirdikten sonra başladı. Sahneye ilk çıktığında, herkes gibi okuyordu. “Heyratı”sı da gelenekseldi, “Güllü kafiye”si de… Ancak birden fırtına koptu, kasırga başladı; dünyayı ekseninden sarsabilecek bir SES, âlemi titretmeye başladı. Neydi bu sesin cazibesi? Onu bir devrim olarak gören de oldu, mugamı tahrif çabası olarak niteleyen de… Ama birçok kişi yanılıyordu.
Alim’in okuması, Hakk’ın esmalarının Âdem’de tecellisinin bir göstergesiydi. Alim’in sesi, O’nun evidir; sesin büyüsü O’nun “bu evde misafir” olduğunu gösterir. Bu sesin sırrıyla Alim, “Yusuf gibi ol Mısır’a sultan” da olabilir, “hak ile yeksan” (toprakla bir olan) da. Sahnedeki bu hâlden kopukluğu bundandır. Alim’in okudukları yenilik sayılıyor. Belki de sebebi, halkın yetmiş yıl boyunca mugamın geleneksel icrasını dinlemiş olmasıdır.
Ama Alim’in sesinden yükselenler, Ruh’un çırpınışlarıdır. Onu dinlerken, sanki geçmişin seslerini – Şekili Alesker, Hacı Hüsü, Keçəçioğlu Məhəmməd, Yaver Kelenterli, Meşedi Memet Ferzaliyev’i – aynı anda dinliyorum. Arı nasıl her çiçekten öz alıp peteğe toplarsa, Alim de bu üstatlardan “bal” alıyor. Her çiçekten bir demet yapıp, onlardan bir buket bağlıyor.
Alim Gasımov, geçmiş müziğimizin bugünü gibidir. Aslında, mücadele de bugünkü müziğin geçmişle ve klasik müziğin bugünle mücadelesidir.
Seyirciye zevk vermek için okumak Alim’e azap veriyor. Kalpleri okumanın çilesi budur. Alim, kalplerde düğüm olmuş hasretleri seslendiriyor.
Okudukça seyirciyi peşine takıp gizemli âlemlere götürüyor. Bu hâl, söze sığacak bir durum değildir. İlahi sesin coşkusuyla çırpınan bir hanendeyi anlamak için önce o sesin büyüsüne kapılmalı, onun açtığı yoldan yürümelisin. Gözlerini kapat, sen de Alim’le birlikte O’nun yanında olacaksın. Zerresinden yaratıldığın ilahi varlığa, hiç değilse bir anlık da olsa, kavuşmak istiyorsan önce Alim’in sesinin büyüsüne kapılmalısın. Alim bu hâle okurken giriyor. Sen de girebilirsen, Allah’ın Âdem’i yaratırken aslında Kendine söylediği övgünün felsefesini anlayacaksın. Anlarsan, sen de zikret…
Gözlerini aç. “Neden ol büt-i periveş dahi bir bu yane gelmez?” hasretiyle yolunu bekle. Hasret seni yorsun.
“Meger o harabe evden usanıb cezane gelmez?” sorusu seni rahat bırakmasın.
Sesin etkisinde ruhunla “rehberinin” peşine düşüp “onun mahallesinde” dolaşmak mesleğin olursa, o zaman emin olacaksın: Alim ne güzel bir mekâna yerleşmiş… Alim de biliyor, “inleyenler içinde bu sesten beslenen” çok sayıda hayranı var.
Alim okurken hâle girmesi, irade dışı bir şekilde ortaya çıkıyor. Dışarıdan onu gözlemlemek daha kolay. Ne zaman ki Alim yerinde vird ediyor, demek ki hâle girmiştir. Alim, onu saran hâl ile yaşıyor. Hanendelik hayatı sahneyle sınırlıdır. Gerçek hayatta Alim çok sıkılır. Sıkılmasın da ne yapsın? Bu fanî dünyanın oluşturduğu boş hayatta ne var ki?
Alim’in okumasında bir derviş hâli ortaya çıkıyor. Bu sanatçıya sufi müziğiyle örtüşen bu icra tarzının nereden geldiğini öğrenmek istedim, bir faydası olmadı. Alim diyor ki, bu yönünün farkında değil. Kitap da okumamış bu konuda. Ne kitabı? Eğer bu hâl kitapla ortaya çıksaydı, şimdi herkes bir destan yazardı. Bu yolun yolcularına her şeyi dikte eden gönül çırpınışlarıdır. Bu yolu akılla yürümek mümkün değildir. Çünkü akıl bu yolda yetersiz kalır. Bu yolu Aşk ile yürümelisin. Yolun sonundaki Nûr’a kavuşmak için akıl kılavuzluk edemez. Seni ruhun götürecek. Ya sonunda ebediyete kavuşup Bekâ’da var olacaksın, ya da Fenâ denen hiçlikte yok olacaksın… Ve artık o “Hiç”ten daha yüce bir makam yoktur… Denizden kopmuş bir damlanın ayrılığı kadar bile olsa, o gülüstanı bırakıp fanî dünyanın acılarına geri dönmek…
Alim Gasımov’un mugam okumasında çok farklı bir uyum ortaya çıkıyor. Bu da, mugamların her bölümüne uygun gazelin seçilebilmesi becerisidir. Azerbaycan klasik müziği sanatçıları arasında, Alim Qasımov’la karşılaştırılabilecek ikinci bir sanatçı bulmak zordur. Mugama gazel seçme yeteneği çok üstündür bu sanatçının. “Segah”ta okunan gazelle “Rast” için seçilen şiirin farkını bilmeyen bazı hanendeler (muğam okuyanlar) var. Alim bu işi büyük ustalıkla gerçekleştirir. Gazelin havasıyla mugam müziği arasında oluşan sentez o kadar güzeldir ki, sanki o şiirleri Alim’in kendisi yazmış gibidir. Hanende bunun tesadüfen olduğunu söyler. Belki Alim’e göre bu bir rastlantıdır. Fakat aslında hiçbir şey tesadüf değildir. Ne zaman ki hanende hâle girer, mistik âlemin mucizeleri her şeyi düzenler. Gazel ve müzik tam bir bütünlükle ortaya çıkar. Hâle girince, hanende için sözün anlamı da ortadan kalkar.
Alim Gasımov’un konserlerinde bir şey dikkatimi çekti. Adeta nefesi kesilene kadar okuyor. Bu sırrı kendisi açtı: “Kendi sesimin düşmanıyım. Bazen isterim ki, sesim oracıkta sönsün.” Alim, sanatında hiç kendini düşünmemiştir.
Alim okuyor… Bu sadece okumak değil, acı çekmektir. Hakk’ın nuruna baka baka içten içe erimektir. Alim, inleyen, sızlayan bir saz gibi okur. Her perdesinde bin sır gizli olan tar’a benzer Alim’in sesi. Bu okumak, daha çok ney gibi sızlamaktır. Bu okumak, dillere düşmüş derdi dillendirmektir. Hakk’ın dergâhından gelen nura boyanmaktır.

Toplumda olaylar iki hat üzerinden ilerliyor. Biri insanların gerçek hayatta yaşadıkları, diğeri ise sanal ortamda gerçekleşenler. Pek çok durumda sosyal medyada yayılan bilgiler, insanların başvurduğu “doğru kaynak” hâline geliyor. Kısacası, yeni teknoloji hayatımızın önemli bir parçasına dönüştü.
Sosyal medya üzerinden insanlar birbirine laf atıyor, mesajlarını “WhatsApp” durumlarıyla gönderiyor, “TikTok” videolarını günün önemli haber kaynağı olarak kabul ediyor. Bu hengâme içinde gerçek hayat sosyal problemlerle devam ediyor.
Belirtmek gerekir ki, sosyal medyada kullanıcı sayısı her yıl yaklaşık %10 oranında artıyor. Elbette bu küresel platformlarda farklı kültürlerden daha fazla insanın yer alması, sosyal medyada birçok sorunu da beraberinde getiriyor. Bu sorunlardan biri de “linç kültürü”nün sosyal medyada gün geçtikçe daha fazla yayılmasıdır. Sosyal medya kullanımının artması sonucu, insanların sosyal medyada daha fazla hayatı gözlemlemesi, kıskançlık ve kendini eksik hissetme duygusu bu linç kültürünü daha da körüklüyor.
Bazen gerçek hayatla çelişen sanal dünya, insan psikolojisinde birçok probleme yol açıyor. İnsanlarda telefona bağımlılık oluşmuş durumda. Bunun terminolojik karşılığı ise “nomofobi” olarak adlandırılıyor. Nomofobi, “no mobile phobia” teriminin kısaltmasından gelen, cep telefonu olmadan kalamama veya iletişimden kopma korkusu olarak tanımlanan bir anksiyete bozukluğudur.
Hayatın her alanına yeni teknolojinin etkisini savunanlar benimle hemfikir olmayabilir. Ancak bu bağımlılık, günlük hayatımızda hepimizin şikâyetçi olduğu problemleri gözle görülür bir manzaraya dönüştürüyor. Herkesin yakındığı örneklere bakalım:
Metrodan çıkıp aceleyle bir yere yetişmek istiyorsun, kalabalığın aktığı platformda önde hareket yavaşlıyor. İnsanların arasından bir şekilde sıyrılıp “olay yerine” yaklaştığında, elinde telefonla âdeta kendinden geçmiş bir halde çevresinden kopmuş insanların kayıtsız yürüyüşüne tanık oluyorsun. Bu tür durumları otobüslerin dar koridorlarında telefona dalanlarda da görmek mümkün, metroda vagon kapıları açıldığında içeridekiler inmeden dışarıdakilerin hücum etmesinde de…
Her dönemde yaşlı kuşakların “bizim zamanımızda böyle değildi” serzenişi gençlerin hoşuna gitmemiştir. “Bütün eleştiriler haklıdır” ısrarından uzağım. Çünkü bizden önceki neslin bize yönelttiği eleştiriler, “savaş görmediniz, açlık çekmediniz” sözleriyle başlayıp gençliğe umutsuzluk aşılamayla son bulmuştur. Oysa tarih, bizim kuşağa yaşlıların eleştirisinden katbekat fazlasını yaşattı. M.Ö. 4. yüzyılda Yunan filozoflarından birinin “gençliğin hâli kalmamış” tarzında serzenişte bulunduğunu da düşünürsek, kuşaklar arasında birbirinden hoşlanmama geleneğinin tarih boyunca süregeldiği sonucuna varabiliriz.
Şimdi tekrar yukarıda bahsettiğimiz “linç kültürü”ne dönelim:
Sanal dünyada ve gerçek hayatta davranışların birbirinden farklı olabileceği artık kabul edilen bir gerçek. Gerçek hayatta son derece normal davranan insanlar hakkında sosyal medyada daha çok olumsuz ifadeler kullanıldığını görüyoruz. Sohbet ettiğim birçok insan, hayatta normal görünen kişiler hakkında aşırı derecede negatif düşünceler dile getiriyor. Buna da “kişilik bölünmesi” deniliyor.
Normal şartlar altında günlük diyaloglarda asla kullanmayacağımız cümleleri, bir sosyal medya paylaşımının altında pervasızca yazabiliyor ya da bizimle hemfikir olmayan arkadaşlarımıza zehirli mesajlar atabiliyoruz.
İnsanlar bazen birine o kadar öfkeleniyor ki, onu sert şekilde eleştirmek istiyor. Çoğu zaman söz konusu kişinin bu ağır eleştirilerin hedefi olmasını hak edip etmediğini araştırmaya sosyal medya kullanıcıları gerek bile duymuyor. Yani herkesin “gerçeği” kendisine mutlak hakikat gibi geliyor. Bir başka sorun ise bu tartışmalara bir şekilde şahit edilmek, sosyal medya diliyle yazarsak, “etiketlenmek”.
Bu durumları en iyi şekilde uzmanlar açıklayabilir. Belki de bilgisayar başında, telefon ekranı karşısında insanlar kendilerini ulaşılamaz hissediyor. İşte bu yüzden kaba sözler kullanmak, küfür etmek, yargılamak gibi olumsuz ve agresif davranışlar daha sık karşımıza çıkıyor. Sosyal medyada nefret duygusunun yayılması ve “linç kültürü”nün gelişmesi bu anonimlikten besleniyor.
Bir an için sosyal medyadan uzaklaşan insanlar, yeniden sosyal sorunların kucağına düşüyor. Bir gün ekonomik durum düzelebilir, belki sosyal problemlerin ağırlığı da hafifler. Ancak insanların karakterinde oluşan sosyal aşınmaların topluma verdiği zararın altından kalkmak oldukça zor olacak.

Azerbaycan milli basınının temelleri, 1875 yılında aydın ve eğitimci aydınlardan biri olan Hasan Bey Zerdabi tarafından atılmıştır. Onun yayımladığı “Ekinçi” gazetesi yalnızca bir bilgi aracı değil, aynı zamanda milli uyanışın sembolü hâline gelmiştir. Bu gazete, toplumun aydınlanması, milli kimliğin oluşumu ve milli bilincin yükselmesi açısından büyük bir rol oynamıştır. Bu yıl, 22 Temmuz’da 150. yıl dönümü kutlanacak olan bu zengin ve onurlu geçmiş, hem Azerbaycan hem de tüm Türk dünyasının basın mirasının parlak bir örneğidir.
Bugün Azerbaycan basını, modern çağın gereklerine yanıt veren, bilgi güvenliğini sağlayan, kamuoyunu etkileyen ve ulusal çıkarları savunan güçlü bir platforma dönüşmüştür. Bu nedenle, 150. yıl dönümünün kutlanması sadece geçmişe bir bakış değil, aynı zamanda geleceğe dair bir yol haritasının sunulması anlamına gelmektedir.
Bu anlamlı yıl dönümünün kardeş Türkiye’de de kutlanması son derece olumlu bir girişimdir. Bu etkinlik, aynı zamanda 2021 yılında imzalanan Şuşa Beyannamesi’nden kaynaklanan ve son yıllarda yoğunlaşan Türkiye-Azerbaycan medya iş birliğine güçlü bir katkı sağlayacaktır. Şuşa Beyannamesi’nde yer alan maddelere uygun olarak iki ülke arasında bilgi alışverişinin güçlendirilmesi ve Türkiye-Azerbaycan Medya Platformu’nun kurulması özel bir önem taşımaktadır. Azerbaycan milli basınının 150. yıl dönümünün Türkiye’de kutlanması önerisi de tam olarak bu hedeflere hizmet etmektedir.
Özellikle belirtmek gerekir ki, 44 günlük Vatan Savaşı sırasında Türkiye medyası, Azerbaycan’ın haklı sesini dünyaya duyurma konusunda özel bir rol üstlenmiştir. TRT, Anadolu Ajansı ve diğer medya kuruluşları, Ermenistan’ın provokasyonlarını ve işgal gerçeklerini uluslararası kamuoyuna aktarmış ve bilgi savaşında Azerbaycan’ın yanında yer almıştır. Bu hem kardeşlik ilişkilerinin bir tezahürü hem de bilgi alanında ortak bir stratejinin başarıyla hayata geçirilmesiydi.
Basın sadece haber yayan bir araç değil, aynı zamanda kamuoyunun şekillenmesinde ve milli değerlerin tanıtılmasında vazgeçilmez bir güçtür. Medya, toplumun aynası olmanın yanı sıra, devletlerarası ilişkilerin pekiştirilmesinde de önemli bir işleve sahiptir. Bugün Türkiye ile Azerbaycan medyaları arasındaki karşılıklı iş birliği daha sistemli ve amaç odaklı bir şekilde yürütülmektedir.
Türkiye-Azerbaycan Medya Platformu’nun düzenlediği ortak etkinlikler ve forumlar, iki ülkenin medya profesyonellerinin bir araya gelmesine olanak sağlamış, karşılıklı tecrübe paylaşımını teşvik etmiştir. Azerbaycan basınının 150. yıl dönümünün Türkiye’de kutlanması, bu platformun faaliyetlerinin doğal bir devamı olabilir. Bu tür etkinlikler, aynı zamanda ortak bilgi stratejilerinin hazırlanmasına ve bölgede ortak bir medya dili oluşmasına ivme kazandırabilir.
Bu yıl dönümü vesilesiyle Türkiye’de düzenlenecek forumlar, sergiler, konferanslar ve ortak medya projeleri, iki ülke kamuoyunda ortak tarihi ve kültürel değerlerin daha derinlemesine tanınmasına katkı sağlayacaktır. Ayrıca, Azerbaycan basınının gelişim süreci Türkiye toplumuna sunularak ortak tarihi miras daha da tanıtılabilir.
Azerbaycan milli basınının 150. yıl dönümünün Türkiye’de kutlanması, tarihi öneme sahip olmasının yanı sıra, stratejik ve bilgi açısından da önemli bir girişimdir. Bu, Türkiye-Azerbaycan medya iş birliğinin yeni bir aşamaya geçmesine, medya alanındaki ortak faaliyetlerin genişlemesine ve iki ülke arasındaki kardeşlik ilişkilerinin daha da güçlenmesine ciddi katkılar sunabilir.

Bir zamanlar dervişe sormuşlar: “Dünyadan ne anladın?”
Derviş demiş ki: “Ölülerin sevgiyle anıldığı, yaşayanların sevgisizlikten öldüğü bir dünyaya şahit oldum. Ölülerin toprağına çiçek ektiler, yaşayanların bahçesini talan ettiler.”
Bu sözler zamanın ruhunu ve günümüzdeki insan ilişkilerinin içler acısı hâlini derinlemesine yansıtıyor. Öyle bir çağdayız ki, insanlar birbirine selam vermeye bile çekiniyor, derdine ortak olmaya üşeniyor. Ama biri öldüğünde, sosyal medyada uzun uzun yazılar paylaşılıyor; mezar başında çiçekler içinde fotoğraflar çekilip “saygı” gösteriliyor. Oysa o kişi hayattayken bir telefon bile açılmamıştı…
İnsanlar arasındaki sevgi bağı koptukça, toplum da içten içe çöküyor. Komşuluk, dostluk, akrabalık gibi değerler artık sadece bayramlarda hatırlanıyor. Eskiden insanların birbirinin kapısını çalmak için bahaneye ihtiyacı yoktu. Kimde yas var, kim hasta, kim sevinçli bir olay yaşamış; bunları yerinde öğrenmek manevi bir sorumluluktu. Kısacası herkes birbirinden haberdardı. Şimdi ise çoğu zaman komşunun ölüm haberini bile internetten öğreniyoruz.
Halkımızın güzel bir atasözü vardır: “Dost, kara günde belli olur.” Ama artık zor zamanlarda dost bulmak zor, çünkü insanlar zor günde görünmekten kaçıyor. Sorunu olan birine yardım eli uzatmak gibi bir gelenek unutulmuş, herkes kendi derdiyle baş başa bırakılmış. İnsanlar arasında empati duygusu zayıflamış, belki de tamamen yok olmuş. Oysa insanı insan yapan, başkasının acısını hissedebilme yeteneğidir.
Ne yazık ki insan öldüğünde bir anda “değerli” oluyor. Güzel sözler, hoş anılar, çiçeklerle süslenmiş mezar taşları; tüm bunlar adeta bir gösteriş yarışına dönüşmüş durumda. Oysa bunların hepsi insan öldükten sonra oluyor. Azerbaycan’ın devlet sanatçısı, merhum kemençe ustası Habil Aliyev’in bir sözü bu noktada çok anlamlıdır: “Ölüleri o kadar överler ki, insanın ölesi geliyor.”
Peki neden hayattayken insanlara güzel sözler söylenmiyor, bir yardım eli uzatılmıyor? Bu psikolojik olgunun arkasında hem vicdan rahatlatma çabası, hem de sosyal bir gösteri ihtiyacı yatıyor. İnsanlar, kaybettiklerinin kıymetini anlamaya başlıyorlar çünkü ölen birinin beklentileri artık bu dünyadan öteye geçemez. Oysa hayatta olan bir insan; ilgi, anlayış ve zaman ister. Bu beklentiler de artık çoğumuza yük gibi geliyor.
Eskiden köylerimizde, şehirlerimizde sıcak ilişkiler bir yaşam biçimiydi. Düğünler, yas merasimleri, misafirliğe gitmek, eve misafir çağırmak gibi güzel gelenekler sadece birer alışkanlık değil; bir sevgi kültürüydü. İnsanlar birbirinin hayatının içindeydi.
Şimdi ise ilişkiler “online” olmuş, kalpler “off” konumunda. İletişim araçları çoğalsa da, iletişimin niteliği azalmış. Sevgi ve ilgi maddileşti, biçimsel bir formaliteye dönüşüp kaybolmuş.
Unutmayalım ki insanlar bazen sevgisizlikten de ölür. Dervişin dediği gibi, çiçekleri yaşarken hediye edin, insanlara öldükten sonra değil. Hayattaki insanların bahçesini sulayın, toprağa döndüklerinde değil. Sevgi, anlayış ve ilgi; bir lüks ya da gösteriş aracı değil, insani bir borçtur.
Eğer bir insanı yaşarken kıymetlendirebilirsek, belki ne ölen pişman olur ne de yaşayan vicdan azabı çeker.

Zaman geçtikçe toplumlar değişiyor, teknoloji gelişiyor, imkânlar artıyor. Ancak bu ilerlemeyle birlikte insan ruhunda derin bir boşluk, huzursuzluk ve yorgunluk da kendini hissettirmeye başlıyor. Beklentiler büyüdükçe, yaşamlar da daha karmaşık ve huzursuz hale geliyor. Geçmiş ile bugün arasındaki farklar yalnızca maddi değil; manevi, psikolojik ve ahlaki boyutlarda da derin izler bırakıyor.
Bir zamanlar insanlar aynı sofrada toplanır, bir lokma ekmeği paylaşmaktan mutluluk duyar, komşusunun halini sormayı insani ve dini bir görev bilirdi. Azla yetinmek, hayatın sadeliğinde güzellik bulmak en büyük zenginlik sayılırdı. Paylaşmak bir yük değil, gönül işiydi. “Komşu komşunun külüne muhtaçtır” sözü yalnızca bir atasözü değil; yaşanan bir değerin ifadesiydi.
İslam dini de bu birlik ve dayanışma ruhunu güçlü bir şekilde teşvik eder. Peygamber Efendimiz (s.a.v.) şöyle buyurmuştur: “Komşusu açken tok yatan bizden değildir.” Bu ifade sadece maddi yardımı değil; insanın manevi sorumluluğunu da dile getirir. Geçmişte bu düşünceyle insanlar birbirine karşı daha merhametli, daha anlayışlıydı.
Fakat zamanla her şey değişti. Teknoloji, reklamlar, sosyal medya ve küreselleşen dünya, insanın ihtiyaç anlayışını dönüştürdü. Artık gerçek ihtiyaçlar yerini yapay arzulara ve sosyal baskılara bıraktı. Eskiden bir ev ve bir ekmekle yetinen insan, bugün marka kıyafet, son model telefon, lüks otomobil ve yüksek statü arayışı içinde. Bu da insanlarda sürekli bir eksiklik ve tatminsizlik hissi doğuruyor.
Psikolojik açıdan bakıldığında, bu bitmek bilmeyen yarış ve kıyaslama hali, insanın iç huzurunu zedeliyor. Kişi kendini sürekli başkalarıyla karşılaştırıyor; eksik, yetersiz ve başarısız hissediyor. Sonuç olarak depresyon, kıskançlık, tatminsizlik ve hayattan bezmişlik gibi sorunlar gün geçtikçe yaygınlaşıyor.
Oysa din, dünyayı bir amaç değil, bir araç olarak görmemizi ister. Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyrulur:
“(Ey insanlar!) Bilin ki, dünya hayatı oyun, eğlence, süs, aranızda övünme ve mal ile evlat çoğaltma yarışıdır…” (Hadîd Suresi, 20. Ayet)
Dini değerler bize öğretir ki; hayatın asıl amacı nefsi doyurmak değil, güzel ahlakla, merhametle ve dürüstlükle yaşamaktır. Bu değerler unutuldukça, insan manevi dayanaklarını kaybeder ve yaşamın anlamını yalnızca maddiyatta aramaya başlar.
Geçmişte insanlar daha az imkânla daha çok mutluydu; çünkü mutluluğun ölçüsü sahip olmak değil, paylaşmaktı. Bugün ise bolluk içinde manevi bir yoksulluk yaşanıyor. Her şeye sahip olan ama hiçbir şeye razı olmayan bir nesil yetişiyor.
Bu yüzden insanlık olarak yeniden sadeliğe, aza kanaate, karşılıksız paylaşmaya ve gerçek manevi değerlere dönüş yapmamız gerekiyor. Çünkü dünya malı bir gün biter; ama bir insanın kalbinde bıraktığımız güzel bir iz, sonsuza kadar yaşar.
Geçmişin insanı mutluluğu sade bir yaşamda, aile bağlarında ve dostlukta buluyordu. Bir lokma ekmeği paylaşmak, komşunun kapısını çalmak, hâl hatır sormak onların hayat felsefesiydi. Bugün ise ihtiyaçlar yapay şekilde artırılıyor, mutluluk yalnızca maddiyata bağlanıyor. Sosyal medya ve reklamlar, insanlara sürekli daha fazlasına ihtiyaç duydukları hissini veriyor. Bu da ruhsal dengemizi bozuyor, iç dünyamızı kurutuyor.
Sonuçta, “mükemmel hayat” hayaliyle koşan ama asla varamayan yorgun toplumlar oluşuyor. Daha fazla stres, yalnızlık ve içsel boşlukla baş etmeye çalışan bireyler her geçen gün çoğalıyor.
Oysa insan, sade yaşamayı, aza razı olmayı, sevgiyle paylaşmayı yeniden öğrenmeli. Teknolojik gelişmeler hayatımızın bir gerçeği olabilir; ancak bu ilerlemeye manevi değerlerimizi kurban etmeden ayak uydurmayı başarmalıyız.
Çünkü ne kadar çok mala sahip olsak da, ne kadar yükseklere çıksak da, insan kalbi gerçek sevgi, merhamet ve huzuru bulmadıkça; hakiki mutluluğu hiçbir zaman tadamayacaktır.

“Hakkımı helal etmiyorum” deyip dilini yorma. Helali ve haramı bilenler, zaten kimsenin hakkını yemezdi.
Bu söz yalnızca duygusal bir tepki değil, derin bir ahlaki ve toplumsal sorumluluk hissini ifade eder. Bu ifade, hem bireysel bir hakkın çiğnenmesine karşı bir başkaldırı, hem de sosyal adaletsizliğe yönelik bir itirazdır. Bu yazıda hak, helal ve haram kavramlarının dini ve toplumsal anlamlarını, bu kavramların bireyler ve toplum arasındaki ilişkilere etkisini ele alacağız.
“Hak” kelimesi “doğru”, “adil”, “gerçek” anlamlarını taşır. Bir insanın bir başkasının üzerinde hakkı olması; o kişinin diğerine karşı yerine getirmediği bir sorumluluğu, borcu ya da verdiği bir zararın bulunduğu anlamına gelir.
İslam hukukunda ve ahlakında bu tür durumlar ciddi bir sorumluluk teşkil eder. İnsanlar arasındaki haklar (hukûku’l-ibâd), Allah’a karşı olan haklardan daha ağır sayılır. Çünkü bu hakların bağışlanması yalnızca mağdur olan kişinin rızası ile mümkündür.
Helal, İslam dininde “izin verilmiş”, “temiz” ve “uygun” olan davranışları ve şeyleri; haram ise “yasaklanmış”, “uygunsuz” ya da “günah” olan fiilleri ifade eder.
Bu kavramlar yalnızca dini ibadetlerle sınırlı değildir; ticaretten aileye, iş hayatından sosyal davranışlara kadar günlük yaşamın her alanını kapsar. Bir malın helal yolla kazanılması, bir işin adil bir şekilde yapılması ve başkasına zarar vermeden yaşamak bu anlayışların temelini oluşturur.
Helal ve haram ilkeleri sadece bireysel ahlak kuralları değil, aynı zamanda bir toplumun etik ve hukuki temelini oluşturan değerlerdir. Bu ilkelerin toplumda yayılması ya da ihlal edilmesi, önemli sonuçlar doğurur.
Bir toplumda insanlar birbirinin hakkına saygı gösterdiğinde, karşılıklı güven ve adalet ortamı oluşur. Ticarette, komşuluk ilişkilerinde ve yönetimde hak ve hukuk gözetildiğinde, insanlar arasındaki ilişkiler sağlıklı ve kalıcı olur.
Ancak helal ve haram ilkeleri ihlal edilirse; rüşvet, haksız kazanç, başkalarının haklarının gasp edilmesi gibi durumlar artar. Bu da toplumda memnuniyetsizlik, kin, güvensizlik ve sosyal çözülme yaratır. İnsanlar haklarını geri alamadığında, “hakkımı helal etmiyorum” gibi sözler hem bireysel kırgınlığın hem de toplumsal huzursuzluğun sesi hâline gelir.
Bir insan helal yolla kazandığında ve başkasının hakkına girmediğinde vicdanı rahat olur. Aksine, birinin hakkını yiyen kişi, sürekli bir manevi huzursuzluk içinde yaşar. İslam’da bu, kul hakkı kavramıyla vurgulanır ve denir ki: Allah, kul hakkını ancak hakkı yenilen kişinin affıyla bağışlar.
Dolayısıyla “hakkımı helal etmiyorum” sözü yalnızca bir kırgınlık değil, aynı zamanda bir uyarı ve topluma yöneltilmiş bir mesajdır. Bu tür ifadeler, toplumun değerlerine ayna tutar ve şu soruyu sorar:
“Gerçekten birbirimizin hakkını gözetiyor muyuz?”
Hak, helal ve haram kavramları yalnızca dini terimler değildir. Aynı zamanda adalet, dürüstlük ve karşılıklı saygı üzerine kurulu bir toplumun inşası için vazgeçilmez ilkelerdir. Bu değerler ihlal edildiğinde yalnız bireyler değil, bütün bir toplum zarar görür.
Bu nedenle insanlar, bir başkasının hakkını ihlal ettiklerinde yalnızca hukuki değil, aynı zamanda manevi ve toplumsal bir sorumluluğu da üstlendiklerini unutmamalıdır. “Hakkımı helal etmiyorum” sözünü doğuran sebeplerin önüne geçmek, daha vicdanlı ve adil bir toplumun temeli olacaktır.

Divan edebiyatında simgeler ve semboller konusu her zaman güncel olmuştur. Bugün de bu poetik örneklerin hangi anlamı taşıdığı, araştırılan meseleler arasında yer almaktadır. Bu problemin açıklanmasına yönelik denemelerin sıralanmasından önce bir şeyi belirtmeyi gerekli görüyoruz. Klasik edebiyatın simgeler ve sembollerini anlamak için öncelikle bu şiirlerdeki gerçek anlamı kavramak gerekir. Gerçek anlamı bilmeden o örneklerde mecaz anlam aramak insanı yanlış yollara düşürebilir.
Azerbaycan’ın, aynı zamanda Türk dünyasının büyük şairi Muhammed Fuzûlî, “Su” kasidesinde Allah Resulü’nü (s.a.v.) övmektedir. Yüzyıllar geçse de bu şiirdeki güzellikler tazeliğini olduğu gibi korumaktadır. Aşağıdaki beyite dikkat edelim:
Yâ Habîballah yâ Hayre’l-beşer müştakunam
Eyle kim leb-teşneler yanup diler hemvâra su.
(Ey Allah’ın sevgilisi! Ey insanların en hayırlısı!
Susamışların (susuzluktan dudağı kurumuşların) yanıp dâimâ su diledikleri gibi (ben de) seni özlüyorum.)
Bu beyitte, Resûlullah’ın (s.a.v.) aşkından susuz kalan bir kalbin bir yudum suya hasret duyan insanın çektiği ıstıraplarla karşılaştırılması açıkça görülmektedir.
Men lebün müştâkıyam zühhâd kevser tâlibi
Nitekim meste mey içmek hoş gelür hûş-yâra su
(Nasıl sarhoşa şarap içmek, aklı başında olana da su içmek hoş geliyorsa, ben senin (lebini) dudağını özlüyorum, sofular da kevser istiyorlar.)
Burada leb, zahid, mey, mest ifadeleri gerçek anlamda kullanılan kelimeler değildir, mecaz oluştururlar. Bir kelimenin bir şiirde simgeye dönüşmesi, mevcut başka bir hikmetin anahtarı rolünü oynar. Bu beyitteki lebin (dudağın) âşığı gibi görünüp âşık olduğun nesneye ait olmanın yanlış bir şekilde yönlendirilmesine şahit oluruz.
Düşüncemizi temellendirmek için yukarıda adlarını andığımız kelimelerin sembol ve simge olarak anlamlarını araştırmaya çalışalım.
“Leb” Farsça’da dudak anlamına gelir. Bu kelimenin sözlük anlamıdır. Aynı kelimeyi tasavvuf edebiyatındaki simge ya da sembol olarak açıklarsak, o zaman başka bir anlam ortaya çıkar. Burada leb, melek aracılığıyla Peygamber’e (s.a.v.), kalp tavsiyesiyle velilere inip gelen söz anlamına gelir. Anlaşılması ve hissedilmesi şartıyla aracısız gelen söz, sevgilinin söyledikleri anlamıyla anlaşılmalıdır.
Zühd anlayışı ise perhizkârlık, dinin yasakladığı şeylerden kaçınma, zamanını ibadetle geçirme, dünyadan el etme anlamına gelir.
Sonunda geçen “dünyadan el etme” anlayışı, dünyadan çıkmak anlamına gelmez. Sözün bu şekilde anlaşılması, Kur’an-ı Kerim hikmetiyle çelişir.
Allah Teâlâ Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyurur:
“Eğer göklerin ve yerin etrafından (çevresinden) çıkabiliyorsanız, çıkın.” (er-Rahman Suresi, Ayet 33)
Kur’an-ı Kerim’in bu ayetine işaret eden 19. yüzyılda yaşamış Azerbaycan şairi Seyid Abülkasim Nebati, şiirlerinden birinde şöyle yazıyor:
Derd-i hicran çaresin herçend bildim, sabr imiş,
Neyleyim, billah, bu deryanın kenarı yoktu, yok.
Allah Teâlâ zühd hakkında şöyle buyurur:
“(Kâfirlerin) bazı zümrelerini sınamak için onlara dünya hayatının süsü olarak verdiğimiz mal ve mülke göz dikmelerini isteme. Rabbinin rızkı (bereketi) ise hem daha hayırlı hem de daha kalıcıdır.” (Taha Suresi, Ayet 131)
Zahit, o kişidir ki, dünyaya ait olan işlere – yemek, içmek, giyinmek, mal, şehvet, zevk, mal-mülk, görev ve kısacası ölümle birlikte insana ait olup elinden çıkacak hiçbir şeye – ilgi duymasın. Tabii ki, bu ilgisizlik, yoksulluk, cehalet, bilgisizlik ya da bir çıkar ya da bu işin karşılığında herhangi bir bedel bekleme amacıyla olmamalıdır. Herkes dünyaya ait olanlara ilgisizse, buna zahit denir.
Ancak “Gerçek zahit”, yukarıda belirtilenlerden başka, cehennem azabından kurtulmak ve Cennet sevabına ulaşmak için de hırsı olmasın. Onun zahitliği, yalnızca bedeninde kalıcı olarak yer alacak fayda ve bereket için olmalı, dünya ve ahiret arzuları, umutları ya da kinleriyle bağlı olmamalıdır.
Dünyada cehennem ateşinden kurtulmak ya da Cennet sevabına ulaşmak amacıyla zahitlik yapan kişi, aşırı derecede aç olmasına rağmen, misafirliğe gitmek için hiçbir şey yemeyen kişiye benzer. Çünkü misafirliğe gittiğinde daha fazla yemek yiyebilmek istemektedir!
Ya da, daha fazla kazanç elde edebilmek için alışveriş yaparak ticaretle uğraşan birine benzer. Halbuki hakikat yolunda (seyr-i sülukta) insan, onu amacından saptıracak meşguliyetleri bir kenara bırakıp zahitlik yapmalıdır ki, kafası başka şeylere karışmasın ve hedefinden sapmasın.
Edebiyatın simgelerini ve sembollerini doğru anlamak için tasavvuf edebiyatına dair bilgilere sahip olmak gereklidir. İslam dininin etkileri insan hayatının tüm alanlarına nüfuz ettiği gibi, edebiyatı da etkilemiştir. Tasavvuf, metafizik hakikatleri, insanı, insanlığı ve evreni kapsayan bir düşünce tarzı, bir din felsefesidir. Kalbi dünyanın geçici zevklerinden ayırarak, Allah sevgisiyle doldurmayı hedefleyen tasavvuf bir düşünce ve inanç sistemidir.
İlahi aşk anlayışı üzerine sayısız eser mevcuttur. Herkes bu konuyu kendi bilgi çerçevesinde ele almış ve anlamaya çalışmıştır. Bu eserler arasında on ikinci yüzyılda yaşamış büyük âlim ve Allah dostlarından sayılan Muhyiddin İbn Arabi’nin “Mekke’nin Fethi” adlı eserinde yazdıkları dikkat çekicidir. Allah’ın sevgisine İbn Arabi’nin yaklaşımı oldukça ilginçtir:
“İlahi sevgide Allah bizi hem bizim için, hem de Kendi için sever. Allah’ın Kendi için bize duyduğu sevgi, bu hadis-i kudside ifade edilmektedir: ‘Ben bir gizli hazineydim, tanınmak istedim ve mahlûkatı yarattım. Sonra onlara Kendimi tanıttım, onlar da Beni tanıdılar.’”
Demek ki Allah bizi O’nu tanıyalım diye, Kendi için yaratmıştır. Bu ayet, o sebebi çok güzel bir şekilde ifade eder:
“Ben cinleri ve insanları yalnızca Bana ibadet etsinler diye yarattım.” (Zariyat Suresi, 56)
Sonuçta Allah bizi Kendi için yaratmıştır.
Tasavvufa göre, her şeyin kaynağı Allah’tır. Evrenin varlığı, Allah’ın güzelliğinin tecellisidir. Allah tek güzellik ve tek varlıktır. İnsanın bu dünyaya gönderilmesi, gurbet yolculuğudur. Gurbette olan biri, vatanına kavuşma hasretiyle yanar; tıpkı kâmil insanın da Allah’a kavuşma hasretini çekmesi gibi. Allah’a kavuşmak için çaba sarf edenler ve O’nun mutlak ve eşsiz güzelliğine hayran kalanlara Aşık denir. Tasavvuf edebiyatı, daha çok Aşığın, Sevgilisine duyduğu halleri sembol ve imgelerle anlatır.
Aşk, bazen Aşığı o kadar sarar ki, kendisini bile unutur. Böyle örneklerden biri, Muhammed Fuzûlî’nin “Leyla ile Mecnun” adlı eserindedir:
Öyle ser-mestem ki idrâk etmezem dünyâ nedir;
Ben kimim, sâki olan kimdir, mey ü sahbâ nedir?
Aşıkların bir aşk yolunda kendilerini tanıyamamaları, bu aşkın zirve seviyesidir. Burada şairin sunduğu aşık, nefsani varlık ve arzularından tamamen kurtulmuş bir insandır. İslam felsefi düşüncesine göre, kalbin genişleyip sevince boğulması, yani ilahi aşkla dolması ve kendi bedensel varlığından kurtuluşu, sarhoşluk olarak tanımlanır. Lahici, bu anlamı, Hakk’ın cemalini gözlemlemekle salikin kalbine düşen hayret ve hayranlık olarak açıklar.
“Mahbubun muhabbetine gark olarak, kendi varlığını unutan aşıklar ise ser-mest adlanır.”
Fuzûlî’nin kahramanı burada işte bu halde bulunmaktadır. Şarap ise, Hakk’ı anarak ârifin kalbinde oluşan ve onu sarhoş eden zevktir. Şarap, aşkın simgesidir ve Hakk’ın çeşitli tecellilerine işarettir. Şarap, aşkın coşkunluk derecesine denir.
Genel olarak, klasik edebiyatın işlediği aşk anlayışı mecaz anlamda açıklanır. Sevgi, istek, muhabbet vb. gibi anlayışlar aşk anlamıyla yakın olabilir, fakat tam anlamıyla aynı değildir. Muhabbet birleştirir, aşk ayırır, denir. Aşkın ıstırabı âşık için hoş gelir. “Iztırap” kelimesi, aslında “ezb” kökünden türetilmiştir. Bu ifadenin bir anlamı da zevk anlamına gelir. Aşkın ıstırabını çekmek, aslında âşık için bir acı değil, bir zevk verir.
Başka bir örnek olarak Azerbaycan şairi Mirze Alekber Sabir’in gazellerinde de görmek mümkündür. Yirminci yüzyılın büyük satirik şairlerinden biri olan Sabir’in birkaç gazeli de vardır. Bu, şairin Seyid Azim Şirvani okulundan etkilenmesiyle ilgilidir. Örnek olarak göstereceğimiz şiir, Muhammed Fuzûlî’nin gazellerinden birine naziredir.
İstersin gönlüm gibi zülfün perişan olmasın,
Ol kadar cövr et bana, âh etmek imkân olmasın.
Bu beyitteki anlamları açıklamadan önce, Muhammed Fuzûlî’nin yazmış olduğu gazelle Sabir’in şiirindeki anlam yükünün benzerliğini karşılaştıralım, etkisini gösterelim. Fuzûlî’nin yazdığına dikkat edelim:
Aşk derdiyle hoşem el çek ‘ilâcımdan tabîb.
Kılma dermân kim helâkim zehri dermânındadır.
Sabir bu şiire nazire yazarken, oradaki anlam yükünü daha da sertleştirip, biraz da radikal etki unsurları yaratmıştır. Aynı anlam Sabir’in şiirinde bu şekilde ifade edilmiştir:
Mübtelay-i derdi-aşkam, el götür bendən tabîb,
Eyle tedbir kim, hem bu derde dermân olmasın.
Şimdi birinci beyitteki anlamları açıklayalım. Birinci mısrada adı geçen “zülf” kelimesi, simge olarak Hak’ın celâl ve izzetini koruyan bir perde olarak anlaşılır. Yüz, Hak’ın mahiyetine işaret eder ve zülf onu koruyan hicaptır. Cürcânî “Et-Terîfât” adlı eserinde yazıyor ki, zülfün dağınık (perişan) ve siyah renkte olması çokluğu; yüz ise birliği sembolize eder.
Yüz, iman ile, saç ise küfür ile kıyaslanır. Yüz, Cemâl, saç ise Celâl sıfatına işaret eder. Saçın özellikleri de sembolik bir anlam taşır. Zülf, Maşuk’un sırlarının açığa çıkmasına engel olan perdedir.
Şairin anlatmak istediği anlam şudur: Ah etmemek gerekir ki, zülf dağılmasın; çünkü Maşuk, Âşık’ına o kadar çok eziyet vermelidir ki, âh çekmek için tüm imkânlar tükenmiş olsun. Aksi takdirde, zülf dağılacak ve Maşuk’un tüm sırları meydana çıkacak, cemâl sıfatı görünür olacaktır.
Bu anlamda zülf, kâfir ‘dir; yani o cemâli örten şeydir. Kâfir kelimesinin bir anlamı da “örtmek”tir.
Bir makalede Divan edebiyatındaki sembol ve simgelerin bütünüyle açıklamasına ulaşmak elbette mümkün değildir. Biz de yukarıdaki örneklerle bazı sembollerinin açıklamasına çalıştık. Daha çok istedik ki, sorunlara açıklık getirirken bilimsel delilleri esas alalım.
Doğrusunu ise Allah bilir!

Tasavvufta “Bireng” adında bir kavram vardır. Bu kelime dilimize Farsçadan geçmiş olup, sözlük anlamı “renksizlik”tir. Tasavvufta ise dinlerin birliği (vahdet-i edyan) anlamına gelir. Nasıl ki tüm renklerin aslı renksizliktir, aynı şekilde tüm dinlerin de aslı birdir ve aynıdır. Bu, tüm insanların (burada “insan” kelimesi kullanılıyor, “beşer” değil, çünkü insan; bedeni, idraki ve ruhu olan bir varlıktır; beşer ise bedeni ve idraki olan, ancak ruhu olmayan bir varlık – R.M.) Elest bezminde (yaratılıştan önceki ruhlar âlemi) Allah’ın Rab, kendilerinin ise kul olduğunu kabul etmelerinden ibaret olan tek ve bir dindir.
Tasavvufta belli bir mertebeye ulaşmış bir sufi, tüm din mensuplarına aynı gözle bakar; çünkü hepsinin özü birdir. Farklı din ve mezheplerin temelinde yer alan şey, dinin “renkleri”dir.
Tasavvuf mektebinin büyük simalarından biri olan Hallac-ı Mansur bu düşünceyi daha derin bir biçimde ifade eder. Ona göre insanlar dinlerini kendi iradeleriyle değil, kendileri için seçilmiş olan din üzere var olurlar. Bu da İlahi İrade’nin her bir insan için uygun olan dini takdir ettiği anlamına gelir. Bu açıdan hiçbir insanın dini tercihi, onun üstünlüğünün bir göstergesi değildir. Hallac’a göre insanlar, kendilerinin üstün gördüğü değil, kendileri için üstün kılınmış olan din üzere bulunurlar.
Tasavvuf felsefesinin en derin temsilcilerinden kabul edilen İbn Arabi ise ibadet kavramına daha yüce bir anlam kazandırır. Ona göre, Allah kendisinden başkasına ibadet edilmemesini emrettiği için, zahiren başka varlıklara yöneltilen ibadet dahi aslında Allah’a yöneliktir. İnsan bunun farkında olmasa bile, ibadet yalnızca Allah’adır. Bu düşünce, dinler arasındaki zahiri farklılıkları aşar ve ibadetin ortak ruhunu ortaya koyar.
On dokuzuncu yüzyılda yaşamış Azerbaycanlı şair İsmail Bey Nakam, bir şiirinde “bireng” (renksizlik) kavramına şu şekilde işaret eder:
Ol demde kim edemde vücûdum nihân idi,
Bireng idim, karargâhım binişân idi.
(O zamanda ki yoklukta vücudum gizliydi,
Renksizdim, mekânım nişansızdı.)
Bir başka mesele ise insanın günahlarının karşılığını nasıl ödeyeceği yönündeki endişesidir. Yeryüzünde yaşayan her insan günahkârdır. Bu günahların bedelinin ödenmesi yollarından biri de şu şekilde anlatılır: “Kulun günahları çoğalır, bunlara kefaret olacak ameli de bulunmadığı zaman, Allah Teâlâ günahlarına kefaret olması için ona hüzün ve keder verir.” (Hadis-i Şerif, Ahmed bin Hanbel, “Müsned”)
Tasavvufta “renk”, göreceliliği, zahiriliği ve çokluk âlemini temsil eder. Nasıl ki tüm renkler kaynağını ışıktan alır, aynı şekilde tüm dinler de kaynağını ilahi hakikatten alır. Renksizlik – yani “Bireng” – bu anlamda saf öz, ilahi birlik, zahirden batına geçiş demektir. Bu anlayışa göre dinlerin görünür farklılıkları, onların biçimsel ve şer’i yönlerindeki ayrılıklardan kaynaklanır; fakat özde (batında) hepsi birdir. Sufi bu marifeti kavradığında, dinlere bakışı da değişir – artık farklar değil, özdeki birlik görülür.
Tasavvuf anlayışında insanın gerçek özü, Elest bezmi ile ilişkilendirilir. Kur’an’da geçen bu anlayışa göre, tüm insanlar Allah’ın “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” sorusuna “Evet, Sen bizim Rabbimizsin” diye cevap vererek bir ahit vermiştir (A’râf Suresi, 172. ayet). Bu ahit, tüm insanların yaratılıştaki ilahi temelini gösterir. Yani bu ahde göre insanın içindeki derin Tanrı bilgisi (fıtrat), tek bir ilahi dine bağlıdır – bu da dinlerin birliğini doğurur.
Ruh sahibi olan insan bu birliği idrak edebilir. Ruhu olmayan beşer ise yalnızca zahiri farklarla meşgul olur.
“Bireng” anlayışı, dinlerarası diyalogdan insanın iç dünyasına kadar birçok meseleye ışık tutar. Dinlerin birliğini anlamak – yani onların zahiri farklılıklarında değil, batınî özlerinde aynı kaynaktan geldiklerini kavramak – sufi idrakının zirvesidir. Bu anlayış, insanı diğer inanç sahiplerine karşı sevgi ve anlayışla yaklaşmaya, aynı zamanda yaşadığı sıkıntı ve hüzünleri İlahi takdirin bir şekli olarak kabullenmeye yönlendirir.
Sonuç olarak denilebilir ki, renklerden vazgeçen sufi, her bir rengin ardında gizlenmiş olan bir hakikati görebilir: Bir olanı – tek olanı – “Bireng” olanı.

Derler ki, insan sevdiğini anar, andığını sever. Bir de şöyle buyrulmuş: “İnsan, sevdiğiyle beraberdir.” Bedeninin nerede olduğunun bir önemi yoktur. Ruhun seni her an nereye götürüyorsa, sen oradasın. Beden fanidir, günü gelir çürür, yok olur. İnsanı taşıyan ruhtur. O, kime yönelirse, sen her an onun yanındasındır…
İnsan varlığıyla ilgili en derin sorulardan biri, onun aslında nerede olduğudur. Bazen bedenimiz bir yerde sabit durur ama ruhumuz çok uzaklarda gezinir. Özlem duyduğumuz bir insanın yanında, geçmişteki bir hatıranın renginde ya da gelecekle ilgili bir umudun peşinde… Bu, insanın iki farklı doğaya –bedensel ve ruhsal varlığa– sahip olmasının bir sonucudur. Fani beden, zaman ve mekânın yasalarına tabidir; ama ruh sınırsızdır. Hz. Mevlana bu konuda şöyle der: “Can gözden uzak olabilir ama gönül her an sevdiğinin yanındadır.”
Ruhumuzun özelliklerinden biri de zaman ve mekândan bağımsız olarak hareket edebilmesidir. Bir anlık düşünce bizi çocukluk yıllarımızın güzel kokusuna götürebilir ya da bir müzik parçası bizi sevdiğimiz insana doğru çekebilir. Bu, ruhun maddi âlemden üstün olduğunun bir göstergesidir. Platon, ruhun gerçekliğin yaşandığı idealar âlemine ait olduğunu ve bu dünyadaki her şeyin onun sadece gölgeleri olduğunu söylerdi. Belki de bu yüzden insan, bazı anlarda kendini bir yerde değil, birisiyle hisseder.
İnsan ruhunun bu hareketliliği çoğu zaman bilinç düzeyinde açıklanamaz. Bir anda neden özlediğimizi, neden bir müzikle duygulandığımızı açıklayamayız. Bu, idrakimizin ruh karşısında yetersiz kalmasıdır. Bilinç sadece belli bilgileri işleyebilen bir algoritmadır. Ama ruh daha derin, daha gizemli bir âlemdir. Bazı bilim insanları bunu “kolektif bilinçdışı” olarak adlandırır; insanın bireysel ve ortak hafızasıyla ilgili bir enerji alanı olarak görür. O alandan gelen sinyaller bazen ani duygular, tuhaf etkiler şeklinde ortaya çıkar. Biz sadece bazı şeyleri hissederiz ama olan biteni açıklayamayız.
Ruhun yöneldiği yer çoğu zaman sevgiyle ilgilidir. Çünkü sevgi, ruhun doğasıdır. Sadece fiziksel yakınlık değil, ruhsal yönelim de insanı bir başkasının varlığına bağlar. Başka bir ifadeyle, bu durum şöyle açıklanır: “İnsan sevdiğini düşündükçe onunla iletişim halindedir.” Beden bir yerde olsa da, ruhun yönelimi onu sürekli sevdiğine çeker. Sevgi, adeta metafizik bir çekim gücüdür. Bu çekim öyle güçlüdür ki, bazen bir insanın dualarında bile başka bir ruhun izi bulunur.
Sonuçta her şey o ezelî gerçeğe döner. İnsan fark eder ki, beden fanilikten başka bir şey değildir. İnsan bedeni zamanla değişir, zayıflar ve bir gün yok olur. Ama ruh yaşamaya devam eder. Ruhun varlığı sadece dinî bir bakışla değil, felsefî ve metafizik bir yaklaşımla da kabul edilir. Birçok düşünür, ruhun ölümsüz mahiyeti hakkında görüşler ileri sürmüştür. Aslında ruhun neye yöneldiği, insanın kim olduğunu da gösterir. Başka bir deyişle; sevdiğin, düşündüğün, andığın sensin. Bu da “bir olma”nın başka bir açıklamasıdır. Bu yaklaşım, matematiksel bir dizideki rakamı değil, o rakamın ötesindeki anlamı işaret eder.
Peki, bugün neredesin? Bedenin belki evinde ya da iş yerinde. Ama ruhun nerede? Ruhun nereye gidiyorsa, sen oradasın. Bu mekân, kendini fiziksel kavramlarla göstermez. En başta belirttiğimiz gibi, insan sevdiğiyle beraberdir. Ve bu beraberlik, ruhun gerçek ve tek mekânıdır.

“Pazar günü öğle saatlerinde aniden şehrin sokaklarında beliren gergedanlar, başlangıçta ciddi bir dikkat çekmemişti; ancak kısa sürede sayıları artarak her yerde görünmeye başladılar. İnsanlar durmaksızın gergedanlaşmaya başladılar…”
Bu, Romanya asıllı Fransız dramaturg Eugène Ionesco’nun Gergedanlar adlı eserindendir. 20. yüzyılın avangard tiyatrosunun klasiklerinden kabul edilen Ionesco, absürdizmin estetik akımının öncülerindendir. Belirtmek gerekir ki, Gergedanlar eserini Ionesco 1950’li yıllarda yazmıştır. Eserde absürd tiyatro geleneği göz önüne alındığında, 20. yüzyılın ünlü Azerbaycanlı yazarı Celil Memmedguluzade, Ionesco’dan çok önce Deli Yığıncağı adlı eseriyle bu geleneğin kurucusu sayılabilir. Bu konu ise başka bir tartışma meselesidir.
Konumuz, sosyal medyanın insanları kitlesel şekilde “akıl” kölesi yapmasıdır. Tartışma isteği çoğu zaman münakaşalara dönüşmekte, insanlar birbirlerine nefret kusmaktadır. Nefretin en çok yayıldığı alanlar ise cehaletin eseridir.
Gergedanlar adlı eser şu cümleyle sona erer: “Vay o kişiye ki, kendine özgürlüğünü korumak ister!”
Sosyal medya, günümüzün en güçlü iletişim araçlarından biri haline gelmiştir. Ancak bu platformlarda yapılan tartışmalar çoğu zaman ciddi bir soruna dönüşmektedir: Normal, anlaşılır ve düşünülmüş tartışmalar yapmak oldukça zorlaşmaktadır. Böylelikle, bazen bu tartışmalar insanlar arasında karşılıklı nefret ve çelişkilerin güçlenmesine yol açmaktadır. Bu fenomen, Eugène Ionesco’nun ünlü Gergedanlar eserindeki absürdist yaklaşımlarla ciddi şekilde paralellik göstermektedir.
Sosyal medyada, farklı görüşleri tartışmaya çalışan birçok insan vardır. Ancak bu tartışmalar çoğu zaman bir “kitlesel düşünce” haline gelmektedir. Tartışmalar bazen çok keskin, anlaşılmaz ve duygusal hale gelmeye başlar. İnsanlar, konuyu düşünmeden ve sadece başkalarının fikirlerine dayanarak basit ve konuyla ilgisiz cevaplar verirler. Bunun sonucunda, içerikli ve derin tartışmalar yerine karşılıklı hakaretler ve nefret söylemleri ortaya çıkmaktadır. Buradaki “kitlesel düşünce” fenomeni, Ionesco’nun “gergedanlaşma” metaforasıyla benzerlik göstermektedir: Toplumun bir kısmı, farklılıkları kabul etmeden belirli bir düşünce biçimini benimser ve farklı düşünenler “yabancı” ve “tehlikeli” olarak görülür.
Aslında, sosyal medyadaki tartışmaların bu kadar duygusal ve yıkıcı olmasının kökeninde insanların sosyal ve psikolojik durumları yer almaktadır. Bilgi toplumunda her birey, farklı bilgi akışları ve düşünce tarzları ile karşılaşmaktadır. Bunun yanı sıra, sosyal medyanın hızlı ve etkileşimli yapısı, insanların konulara daha derinlemesine yaklaşmalarını zorlaştırmaktadır. Çoğu zaman, tartışmalar kendini ifade etme veya kişisel görüşlerin dile getirilmesinden daha çok, karşı tarafı yenmeye yönelik hale gelir. Bu da absürd bir yaklaşımın tezahürüdür: Tartışmanın amacı artık doğru düşünceyi bulmak değil, sadece farklı düşünceyi ortadan kaldırmaktır.
Sosyal medyadaki bu tür münakaşaların başlıca sebeplerinden biri de pek çok insanın rasyonel düşünme yetisinden yoksun olmasıdır. Bazen konular sadece bir taraftan çıkıp diğer tarafı hakaret etmeye yönelir. Tartışmalarda çoğu insan yalnızca duygularına, inançlarına ve önceki bilgilerine dayanır; analitik ve objektif düşünme yerine. Ayrıca, çoğu zaman insanlar sadece kendi fikirlerini duymak ve başkalarını kabul etmemek isterler, bu da “kitlesel düşünce”ye yol açar.
Bu fenomen, toplumun genel eğitim seviyesinden de fazlasıyla etkilenmektedir. Eğitim, bir insanın eleştirel düşünme becerilerini geliştirmesi için önemlidir. Bu beceriler, farklı bakış açılarını anlamak ve doğru kararlar almak için gereklidir. Ancak bir toplumun üyeleri yalnızca bilgi kaynaklarını değil, aynı zamanda farklı düşünceleri ve sosyal bakış açılarını dikkate almayı öğrenmiyorsa, o zaman sosyal medyadaki tartışmalar daha çok duygusal ve yıkıcı bir karakter alır.
Sosyal medyada bu farklılıkları korumak oldukça zordur. İnsanlar çoğu zaman konuları yalnızca bir açıdan görürler ve bu da kitlesel düşüncenin ortaya çıkmasına sebep olur. Tartışmaların normal şekilde yapılabilmesi için farklı görüşlerin ve bakış açılarının tartışılmasına olanak sağlamak gerekir. Eleştirel düşünmenin geliştirilmesi ve sosyal medyada daha derin ve anlamlı tartışmaların yapılması, toplumun gelişmesi ve insanların birbirlerine karşı saygılarının artması için büyük önem taşır.
Sosyal medyadaki tartışmaların “gergedanlaşmasının” önüne geçmek için farklı düşüncelerin değerini anlamak ve eğitim yoluyla rasyonel düşünmeyi güçlendirmek oldukça önemlidir.

Günümüzde sıkça duyduğumuz bir ifade var: “İbadet etmediğine bakmayın, yüreği temizdir.” Peki, yüreğin temizliği fizikî ve mânevî açıdan ne anlam taşır? Bunu araştırmadan önce, yüreğin temizliği ve fonksiyonu hakkında meselenin üzerinde duralım.
Yürek, kalp kası olarak bilinen özel bir tür çizgili kas dokusundan meydana gelmiş, kendi kendine kasılma özelliğine sahip güçlü bir pompadır. Metabolizma faaliyetleri sonucu oluşan atıkların vücuttan uzaklaştırılması, vücut ısısının düzenlenmesi, asit-baz dengesinin korunması, hormonlar ve enzimlerin vücudun gerekli bölgelerine taşınması gerekir. Bütün bu işlemleri, kalp ve damarlardan oluşan kan dolaşım sistemi yerine getirir.
Verilen bilgilere bakıldığında, yürek daha çok organizmayı kanla besleyen bir organ olarak görev yapmaktadır. Bir noktaya dikkat çekmek gerekir ki, kan meselesine İslam dininin hükmü kesindir. Allah Teâlâ, Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyurur: “O (Allah) size ölü hayvanı, kanı, domuz etini ve Allah’tan başkasının adıyla (putların vb. adıyla) kesilenleri (yemeyi) kesinlikle haram kılmıştır.” (Bakara Suresi, 173) Demek ki, haram bir maddeyle beslenen bir organın bulunduğu yerde temizlikten söz etmek mümkün değildir.
Gerçek anlamda “temizlik” kavramı yüreğe değil, kalbe aittir. Kalp, yürekte bulunan bir güç, bir kuvvettir. Yürek hayvanda da vardır; ancak kalp sadece insana özgüdür. Vücuttaki tüm organlar kalbin emrindedir. İnanmak, sevmek, korkmak kalbe ait özelliklerdir.
Şimdi asıl meseleye geçelim: “İbadetsiz bir kalp temiz olabilir mi?” Bunu belirtmek gerekir ki, sadece ibadet etmek, mümin için yeterli bir anlayış değildir. Kur’an’da müminlik kavramı iki şekilde anlaşılmaktadır: Biri, kendini mümin sayanlar – buna müminlik iddiasında bulunanlar da denir; diğeri ise Allah’ın mümin olarak belirlediği kişilerdir. Allah Teâlâ’nın mümin saydığı kavram çok karmaşık ve zordur. “İman, amel ile inancın birliğidir; İslam’ı kabul etmek ise sadece zâhirî bir eylemdir.” Kur’an’ın Hucurât Suresi’nin 14. ayetinde buyurulan bu hükme göre, mümin olmak çok zordur. Müminlik, ibadeti tam olarak yerine getiren, sâlih amellerde bulunan kişilerde aşikâr olur. Allah’ın görmek istediği müminlik, bu anlayışlarla şekillenir. Sadece ibadet edip iyi amelleri ikinci plana atanlar ise sadece “âbid” (ibadet edenler)dir.
Bir kez daha dönelim: “Kalp temiz olursa, ibadete gerek yoktur” diyenlerin iddiasına… Allah, ibadeti Müslümanlara bir emir olarak vermiştir. İman ise Allah’tan gelenlerin tereddütsüz kabul edilmesidir. Eğer bir Müslüman, “Kalbim temiz, ibadete gerek görmüyorum” iddiasında bulunursa, kibir göstermiş olur. İslam dininin hükmüne göre, bu iddia kibir göstermek anlamına gelir. Kibirli olanları ise Allah sevmez. Kalbin temiz olmasındaki amaç, Allah’ın sevgisini kazanmaktır; oysa kibir ve sevgi bir arada bulunamaz. Allah’ın Müslümanlara emrettiği ibadet, belirli bir yaşa bağlı olarak ortaya çıkar. Yani ibadet etmek, ergenlik çağına ulaşan her Müslümanın vazifesidir.
Allah Teâlâ’nın emirlerini yerine getirmemek, kalbin kararmış olmasıyla ilgilidir. Kalbin kararması, dine tam inanmamaktır. İslam’ın beş şartı, yani Müslüman olmanın kurallarını belirleyen unsurlar, Allah’a ve Peygamberine (s.a.v.) inanmanın göstergesi olarak ortaya çıkar ve namaz, oruç, zekât ve hac gibi ibadetlerle tanımlanır. Bu ibadetler arasında zekât vermek ve hacca gitmek, Müslümanın maddî imkânlarına bağlı bir eylemdir. Namaz kılmak ve oruç tutmak ise sağlıklı ve aklı başında olan her Müslümana farzdır. Allah’ın verdiği emirler sorgulanamaz. Eğer biri bu tür yersiz bir iddiada bulunursa, Allah’a karşı isyan etmiş olur. Allah’a isyan etmenin cezasını ise Allah Teâlâ gösterir!
İmanın belirtisi, dinin emirlerini seve seve yerine getirmektir. Namaz kılmayıp günah işleyen birinin, “Benim kalbim temizdir, sen kalbe dikkat et, ibadete değil” demesi, cahillik belirtisidir. Sevgi olmayan bir kalp ise ölüdür. Kalpte bulunan sevgiler de farklıdır. İnsan kalbi dünya sevgisine de aldanabilir, Allah sevgisiyle de dolar. Allah’ı anarak ibadet etmekle, kalpten dünya sevgisini çıkararak kalp temiz olur. Çünkü dünya ve onun nimetleri geçici şeylerdir. Büyük irfan şairi Yunus Emre’nin de yazdığı gibi: “Dünya dedikleri bir gölgeliktir.” İnsan, bu gölgelik adını verdiği dünyada bir anlık yaşamak için gelir; “ahiretin tarlası” sayılan dünyada, Kıyamet günü sorgulanacak amelleri işlemek için geçici olarak yaşamaktadır.
İbadetle ilgili ileri sürülen bahanelerden biri ise zamanın olmamasıdır. İnsan, bir günde belirli zaman dilimlerinde birkaç kez yemek yemeğe vakit bulabiliyorsa, ibadet için de zaman ayırması mümkün olur. Eğer insan günün herhangi bir kısmında en azından üç kez yemek yiyorsa, namaz ve diğer ibadetler de ruhun ihtiyaçları içindir. Ruhun ihtiyaçlarını karşılamak istemeyen insan, önce nefsine uymuş olur. Ruhsuz bir bedenin varlığı ise ne o insana ne de başkalarına fayda verir.
İbadete zaman ayırmanın hikmeti hakkında, Hz. Peygamber (s.a.v.) döneminde yaşanmış bir hadiseyi örnek vermek sanırım ibretli olacaktır. Bedir Savaşı sırasında namaz vakti başlamış, fakat namaz kılmak için hiçbir imkân yoktu. Namaz kılmaya çalışacaklarsa, düşman ordusu bundan faydalanıp saldıracaktı. Müşrik ordusuna mağlup olmamak, aynı zamanda namazı da kaçırmamak için Allah Resûlü Hz. Muhammed (s.a.v.) şöyle bir yönteme başvurdu: Ordusunu ikiye böldü, bir kısmı onun imamlığında namaz kıldı, diğer kısmı ise savunmada bulundu. Sonra namaz kılan kısmın yerini savunma yapanlar aldı. Böylece bütün İslam ordusu hem ibadetini yerine getirdi hem de savaştan zaferle çıktı.
Demek ki ibadet, Allah’ın emri olmanın yanı sıra, aynı zamanda nefsle mücadelenin de bir şeklidir. Nefsine yenilmeyen insanın kalbi de temiz olur. Nefsine galip gelen insanın mükâfatını ise Allah Teâlâ seve seve verir, inşallah!

Eski Sovyet diktatörü Stalin’in Türk halklarına yönelik başlattığı baskılar, Türk diline de yansımıştır. Türkistan’ın Orta Asya olarak adlandırılması ve Türk dilinin ortadan kaldırılması, Stalin’in acımasız girişimlerinden biriydi. Millî aidiyetin tahrif edilmesi konusunda Azerbaycan Türklerine “Azeri” denmesi gibi yanlış fikirler de ortaya çıkmıştır.
Bu ifade nasıl ortaya çıkmış, amacı ne olmuştur?
Azeri ve Azeri dili ifadesini ilk defa İranlı tarihçi Ahmed Kesrevi gündeme getirmiştir. Ahmed Kesrevi, aynı zamanda “temiz dil” fikrini öne süren bir tarihçidir. O, Fars dilinin başta Arap dili olmak üzere yabancı dillerden temizlenmesi gerektiği fikrini ortaya atmıştır. 1921 yılında yayımladığı “Azəri ya Zəban Bastane Azərbaycan” (“Azeri, ya da Azerbaycan’ın Eski Dili”) adlı eserinde Azerbaycanlıların Türk değil, Azeri adında ayrı bir millet oldukları fikrini ileri sürmüştür. Kesrevi, Azerbaycan dilinin Türk dili ailesine ait olmadığını, Azeri dilinin İran kökenli bir dil olduğunu iddia etmiştir. Buradaki mesele şudur ki, Azeriler İran’da yaşayan az sayıda etnografik bir gruptur. Sayılarıyla ilgili farklı rakamlar söylenmektedir. En büyük rakam ise 100 binin üstüne çıkmamaktadır. Azerilerin dilleri Farsçadır. Ateşe tapan bir halktırlar. Ahmed Kesrevi’nin asıl amacı, Azerbaycan Türklerine Azeriler demek suretiyle, Türk kökenimizden bizi ayırmak ve az sayılı bir halk adıyla tanıtmaktır.
Kesrevi’nin bu fikri zamanla hem Azerbaycan’da hem de İran’da yaşayan Türk halkları arasında ciddi tepkilerle karşılanmıştır. Azerbaycan Türkleri, kendilerini tarihsel olarak ve kültürel olarak Türk halklarıyla bağlantılı bir millet olarak tanımaktadırlar ve bu, onların millî kimliğinin temelini oluşturmaktadır. Kesrevi’nin ortaya attığı “Azeri” terminolojisi ise bu kimlik ile çelişmektedir.
Kesrevi sadece “Azeri” meselesini gündeme getirmemiştir, aynı zamanda Fars dilinin “temizlenmesi” meselesini de gündeme taşımıştır. O, Fars dilinin Arap dili başta olmak üzere yabancı etkilerden temizlenmesi gerektiği fikrini ileri sürmüştür.
Kesrevi’nin “Azeri” ifadesinin ortaya atılması yalnızca dil ve kültür meselesiyle sınırlı kalmamaktadır. Bu fikir, aynı zamanda Azerbaycan Türklerinin millî kimliği ve öz ifadeleriyle ilgili büyük bir siyasi meseleyi ortaya koymuştur.
Ahmed Kesrevi’nin “Azeri” terimini sunması, yalnızca dil ve kültür meselesinden ibaret değildir. Bu, aynı zamanda Azerbaycan halkının millî kimliğine ve tarihî mirasına bir müdahale olarak değerlendirilebilir. Kesrevi’nin ideolojileri, bugün de kültür ve kimlik meseleleriyle ilgili tartışmalara neden olmaktadır. Ancak zamanla Azerbaycan halkı, Türk kimliğini, kültürünü ve dilini korumaya ve geliştirmeye devam etmiştir.
Azerbaycan Türklerine “Azeri” denmesinin yanlış olması, dil ve etnik kimlik meseleleriyle ilgili önemli bir konudur. Aslında “Azeri” kelimesi, Azerbaycan halkının etnik kimliğini tahrif etmektedir. Çünkü bu kelime, aynı zamanda İran’ın Azerbaycan bölgesinde yaşayan farklı grupları ifade etmek için kullanılmaktadır. Azerbaycan Türkleri ise Türk dilinin Oğuz grubuna ait millî kimliğe sahiplerdir. Azerbaycan Türklerini “Azeri” olarak adlandırmak, bir milletin adını tahrif etmektir.
Azərbaycan Türklərinə qarşı “Azəri” səhvi – İranlı tarixçinin hədəf aldığı məqamlar
Köhnə Sovet diktatoru Stalinin Türk xalqlarına qarşı başlatdığı təzyiqlər, Türk dilinə də öz əksini tapmışdır. Türkistanın Orta Asiya olaraq adlandırılması və Türk dilinin aradan qaldırılması, Stalinin amansız təşəbbüslərindən biri idi. Milli aidiyyətin təhrif edilməsi məsələsində Azərbaycan Türklərinə “Azəri” deyilməsi kimi səhv fikirlər də ortaya çıxmışdır.
Bu ifadə necə ortaya çıxmış, məqsədi nə olmuşdur?
Azəri və Azəri dili ifadəsini ilk dəfə İranlı tarixçi Əhməd Kəsrəvi gündəmə gətirmişdir. Əhməd Kəsrəvi, eyni zamanda “təmiz dil” fikrini irəli sürən bir tarixçidir. O, Fars dilinin əsasən ərəb dili olmaqla yanaşı, xarici dillərdən təmizlənməsi lazım olduğu fikrini ortaya atmışdır. 1921-ci ildə nəşr etdiyi “Azəri ya Zəban Bəstane Azərbaycan” (“Azəri, ya da Azərbaycanın Köhnə Dili”) adlı əsərində Azərbaycanlıların Türk deyil, Azəri adında ayrı bir millət olduqları fikrini irəli sürmüşdür. Kəsrəvi, Azərbaycan dilinin Türk dili ailəsinə aid olmadığını, Azəri dilinin İran mənşəli bir dil olduğunu iddia etmişdir. Buradakı məsələ budur ki, Azərlər İranda yaşayan az sayda etnoqrafik bir qrupdur. Sayları ilə bağlı müxtəlif rəqəmlər söylənilir. Ən böyük rəqəm isə 100 minin üstünə çıxmır. Azərlərin dilləri Fars dilidir. Od pərəstiş edən bir xalqdırlar. Əhməd Kəsrəvinin əsas məqsədi, Azərbaycan Türklərinə Azəri deməklə, Türk kökümüzdən bizi ayırmaq və az saylı bir xalq adı ilə tanıtmaqdır.
Kəsrəvinin bu fikri zamanla həm Azərbaycanda, həm də İranda yaşayan Türk xalqları arasında ciddi reaksiyalarla qarşılanmışdır. Azərbaycan Türkləri, özlərini tarixi və mədəni olaraq Türk xalqları ilə əlaqəli bir millət kimi tanıyırlar və bu, onların milli kimliyinin əsasını təşkil edir. Kəsrəvinin ortaya atdığı “Azəri” terminologiyası isə bu kimlik ilə ziddiyyət təşkil edir.
Kəsrəvi yalnız “Azəri” məsələsini gündəmə gətirməmişdir, eyni zamanda Fars dilinin “təmizlənməsi” məsələsini də gündəmə gətirmişdir. O, Fars dilinin ərəb dili başda olmaqla xarici təsirlərdən təmizlənməsi lazım olduğu fikrini irəli sürmüşdür.
Kəsrəvinin “Azəri” ifadəsinin ortaya atılması yalnız dil və mədəniyyət məsələsi ilə məhdudlaşmır. Bu fikir, eyni zamanda Azərbaycan Türklərinin milli kimliyi və öz ifadələri ilə bağlı böyük bir siyasi məsələni ortaya qoymuşdur.
Əhməd Kəsrəvinin “Azəri” terminini təqdim etməsi, yalnız dil və mədəniyyət məsələsindən ibarət deyil. Bu, eyni zamanda Azərbaycan xalqının milli kimliyinə və tarixi irsinə bir müdaxilə kimi qiymətləndirilə bilər. Kəsrəvinin ideologiyaları, bu gün də mədəniyyət və kimlik məsələləri ilə bağlı müzakirələrə səbəb olur. Lakin zamanla Azərbaycan xalqı, Türk kimliyini, mədəniyyətini və dilini qorumağa və inkişaf etdirməyə davam etmişdir.
Azərbaycan Türklərinə “Azəri” deyilməsinin səhv olması, dil və etnik kimlik məsələləri ilə bağlı əhəmiyyətli bir mövzudur. Əslində “Azəri” sözü, Azərbaycan xalqının etnik kimliyini təhrif edir. Çünki bu söz, eyni zamanda İranın Azərbaycan bölgəsində yaşayan fərqli qrupları ifadə etmək üçün istifadə olunur. Azərbaycan Türkləri isə Türk dilinin Oğuz qrupuna aid milli kimliyə malikdirlər. Azərbaycan Türklərini “Azəri” olaraq adlandırmaq, bir millətin adını təhrif etməkdir.

6 Mart, Muhammed Emin Resulzade’nin anma günüdür. Resulzade, Azerbaycan’ın bağımsızlık yolundaki mücadelesiyle sadece kendi halkına değil, tüm Türk ve Müslüman dünyasına ilham vermiştir. Bugün, onun idealleri ve mücadelesi, Azerbaycan halkının özgürlük ve bağımsızlık yolundaki kararlılığını simgeliyor. Resulzade’nin mirası, her zaman Azerbaycan’ın özgürlüğü ve bağımsızlığı için bir ışık olmaya devam edecektir.
Azerbaycan’ın bağımsız bir devlet olarak kurulması yolunda atılmış en büyük adımlardan biri, şüphesiz, Muhammed Emin Resulzade’nin liderliğinde kurulan Azerbaycan Halk Cumhuriyeti’dir. Bu cumhuriyetin temeli, 1918 yılında, uzun yıllar süren zorlu ve karmaşık bir tarihin içinde atılmıştı. 28 Mayıs 1918, Azerbaycan tarihinde silinmez bir iz bırakan, bağımsızlık ve özgürlük mücadelesinin simgesine dönüşen bir gündür.
Muhammed Emin Resulzade, bu mücadelenin en görkemli simalarından biri olarak yalnızca bir lider değil, aynı zamanda bir ideolog, bir yazar ve düşünür olarak Azerbaycan halkının bağımsız bir devlet kurma yolundaki nasıl bir mücadele vereceğini göstermiştir. Resulzade, yalnızca kendi döneminin değil, aynı zamanda gelecek nesillerin hafızalarına kazınmış bir kişiliktir. Resulzade, bağımsızlık mücadelesinin lideri olarak idealleriyle, ülkesinin özgürlüğünü kazanmak için her türlü imkânla savaşan bir şahsiyet olarak tanınmıştır.
Azerbaycan Halk Cumhuriyeti, yalnızca Azerbaycan halkının değil, tüm Müslüman Doğu’nun ilk cumhuriyet yapısı olarak tarihe geçmiştir. Bu, Doğu’nun geleneksel monarşi rejimlerine karşı verilen bir mücadele, özgürlük ve eşitlik uğruna atılmış bir adımdı. Resulzade ve arkadaşları bu cumhuriyeti kurarken sadece siyasi bağımsızlık değil, aynı zamanda toplumun her yönüyle gelişimini hedefliyorlardı. Bu yapıda kadınlara seçme hakkı verilmiş, onlar ayrıca siyasi ve sosyal alanlarda söz sahibi olmaya başlamışlardı. Bu, dönemi için bir devrim sayılırdı, çünkü toplumun diğer alanlarında olduğu gibi, kadınların da özgür ve eşit haklara sahip olması bu cumhuriyetin en büyük ilerlemelerinden biriydi.
Resulzade ve onun yol arkadaşları, 1920’deki Sovyet Rusyası’nın Azerbaycan’ı işgali ile cumhuriyetin çöküşünü yaşadılar. Ancak Resulzade, mücadeleyi asla bırakmadı. Mühacir hayatı boyunca Azerbaycan halkının özgürlüğü uğruna savaşını sürdürdü. Ömrü boyunca her zaman Azerbaycan’ın bağımsızlığı için çalışmış, ülkesinin geleceğine umutla bakmıştır. Onun yazıları, konuşmaları ve faaliyetleri, sadece o dönemin değil, bugünün de Azerbaycan için önemli olan ideallerini şekillendirdi.
Bugün, Muhammed Emin Resulzade’nin anma günü vesilesiyle, bizler onun gösterdiği azmi, ideallerine sadakatini ve bağımsızlık uğrunda verdiği mücadeleyi bir kez daha hatırlıyoruz. Azerbaycan Halk Cumhuriyeti’nin kurulması, yalnızca bir dönemin değil, bütün bir milletin mücadelesinin simgesidir. Resulzade, bu mücadelenin lideri olarak, özgürlük, eşitlik ve adalet uğrunda verdiği mücadeleyle adını Azerbaycan tarihine ebediyen kazındırmıştır.
Muhammed Emin Resulzade, Azerbaycan’ın bağımsızlığına, özgürlüğüne, vatandaşlık haklarına ve demokrasisine verdiği katkılarla asla unutulmayacaktır. O, kendi halkının geleceği uğrunda verdiği mücadeleyle bugünümüzün özgür ve bağımsız Azerbaycan’ının temellerini atmıştır. Onun idealleri, ömrü boyunca çektiği acılar ve elde ettiği zaferler bize bir ders verir: Her halk, kendi özgürlüğü ve bağımsızlığı uğrunda mücadele etme hakkına sahiptir ve bu mücadeleyi asla durdurmamalıdır.
Resul Mirhaşimli

Avrupa’nın saygın bilimsel konferanslarından birinde konuşma yapan bir bilim insanı, aniden konuşmasını keser. Salondakilere hitaben yirmi dakikalık bir ara istediğini belirtip, seccadesini kürsünün yanına serer ve namazını kılmaya başlar. Namazını tamamladıktan sonra konuşmasına devam ederken şu sözleri söyler: “Ben Allah’a ibadetten bir dakika dahi geri kalmam.”
Bu duruşun sahibi, Nobel Ödülü’nü alan ilk Müslüman bilim insanı Muhammed Abdüsselam’dır.

Allah’ın buyurduğu gibi, iman, inançla birlikte amelin birliğidir. Bu büyük bilim insanı da hayatını bu hikmet üzerine kurmuş ve ameliyle İslam dinine nasıl hizmet edileceği konusunda örnek olmuştur. Dinimiz, “alimin mürekkebini şehit kanından üstün tutar” diyen İslam’dır. Bu hadisin hikmetine varırsak, onun değerini daha derinden anlamış oluruz. Şehit, vatanı, inancı ya da dini uğrunda canını feda eden kişidir. Bu insanların şehitliğiyle devletler bağımsızlık kazanır, topraklar düşman işgalinden kurtulur, din zulüm ve saldırılardan korunur. Bu özgürleşmiş topraklarda, insanın bilimle değeri artar, çünkü bilim, devletin en büyük sermayesi olup gelişimini sağlar. Muhammed Abdüsselam da bu prensiplere sıkı sıkıya bağlıdır ve Müslüman ülkelerin gelişmesini çağdaş bilimlere sahip olmada görüyordu.
Abdüsselam’ın aldığı ödüllerin listesini yazmaya kalksak, yazının büyük kısmını buna ayırmak zorunda kalırız. Sadece şunu belirtmek mümkündür ki, bilim insanı, uluslararası prestije sahip ödüllerin çoğunu kazanmış, teorik fizik alanında inanılmaz başarılar elde etmiş, zayıf alan teorisini keşfetmiş ve bununla Nobel Ödülü’nü almıştır.
Abdüsselam’ın bir sözü çok dikkat çekicidir: “Parçacıkların en küçüğüne doğru yaklaştıkça, Allah’ın büyüklüğünü daha çok idrak ediyordum.” Bu da Allah’ın hikmetlerindendir. Çünkü kendinden memnun, kibirli ve Allah’ın sevmediği diğer özelliklere sahip kişiler, Allah’ın büyüklüğünü idrak edemezler.
Büyük Alman filozoflarından, varoluşçuluğun en önemli temsilcilerinden Karl Jaspers şöyle der: “Yalnızca özgür insan Allah’ı idrak edebilir.” Küçük parçacıklara doğru giden bir insan, kendisinin de bu tür küçük parçacıklardan oluştuğunu fark ettikçe, Yaratıcı’nın onu ne kadar güzel bir şekilde yarattığının hikmetini anlamaya başlar ve o büyük kudret sahibinin varlığı önünde secdeye varır.
Abdüsselam, 1926 yılında Britanya Hindistanı’na bağlı Ceng şehrinde (bugünkü Pakistan topraklarında) aydın ve mümin bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelmiştir.
14 yaşında en yüksek puanlarla Pencap Üniversitesi Hükümet Koleji’nde eğitim almak için burs kazanmış ve 1946 yılında burayı bitirmiştir.
Aynı yıl Muhammed Abdüsselam, Cambridge Üniversitesi St. John’s Koleji’ne kabul olmuş ve 1949 yılında hem matematik hem de fizik alanlarında birinci olarak, onur derecesiyle lisans diploması almıştır. 1950 yılında, Cambridge Üniversitesi tarafından, kuantum elektrodinamiği üzerine yaptığı olağanüstü araştırmalar nedeniyle prestijli Smith Ödülü’ne layık görülmüştür. 1951 yılında, Cambridge’deki çalışmalarının ardından, teorik fizik alanında doktora unvanını almıştır.
1957 yılından itibaren Londra’daki Imperial College’ın teorik fizik bölümünde profesörlük yapmış ve 1964 yılından itibaren aynı zamanda Trieste’deki ICTP’nin direktörlüğünü üstlenmiştir. 40 yıldan fazla bir süre boyunca, temel parçacık fiziği ile ilgili teorik problemlere yönelik yoğun araştırmalar yapmıştır. Abdüsselam, bu alanda ilk kez çalışma yapmış, kendi fikirleriyle pek çok önemli araştırmanın gelişmesine olanak tanımıştır.
1960’lı yılların başlarında Abdüsselam, Pakistan’ın Atom Araştırmaları Ajansı – Atom Enerjisi Komisyonu’nun (PAEC) kurulması için büyük çalışmalar yapmıştır. Ayrıca Pakistan Cumhurbaşkanı Eyyüb Han’ı ikna ederek ülkede bir ulusal uzay ajansı kurulması gerektiğini belirtmiş ve 16 Eylül 1961 tarihli kararname ile Uzay ve Yüksek Atmosfer Araştırmaları Komisyonu (SUPARCO) kurulmuştur. Bu Komisyon’un ilk başkanı olarak atanmıştır.
Abdüsselam, Nobel Ödülü’nü 1979 yılında almıştır. Bilim insanı, bu ödülün kendisine düşen kısmından bir penny dahi kendisine veya ailesine harcamamış, tüm parayı gelişmekte olan ülkelerden gelen fizikçilerin ihtiyaçlarını karşılamak için harcamıştır. Abdüsselam, 1996 yılında Oxford’da vefat etmiştir.
Bilim insanının yakın arkadaşı, 1972-1991 yılları arasında Pakistan Nükleer Enerji Kurumu’nun başkanlığını yapmış ünlü nükleer mühendis Münir Ahmed Han, Muhammed Abdüsselam hakkında şöyle yazmaktadır: “Hatta biz Pakistanlılar Dr. Abdüsselam’a karşı ilgisiz olsak da, dünya onu her zaman anacaktır.”
Abdüsselam, İslam dinine inanan ve aynı zamanda bunu hayatında uygulayan bir insan olduğunu kendisi belirtmiştir. Bilim insanı, Kur’an’ın manevi davetini kabul etmektedir. “İdealler ve Gerçekler” adlı eserinde şu şekilde yazmıştır:
“Bir bilim insanı olarak Kur’an, benimle evren, fizik, biyoloji ve tabiat hakkında yapılan örneklerle, doğa yasaları üzerinde ilahi mucizelerin tüm insanlara hitap eden deliller olduğunu göstererek konuşur.”
Bilim insanı, bu görüşünü Kur’an hikmetiyle temellendirir. Allah-u Teala Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyurur: “Gerçekten, göklerin ve yerin yaratılmasında, gece ile gündüzün birbirini takip etmesinde (birbirinin ardınca gelip gitmesinde) akıl sahipleri için (Allah’ın varlığını, kudretini, kemalini ve azametini kanıtlayan açık) deliller vardır.” (“Ali-İmran” suresi, ayet 190).
Kur’an’ın yedi yüz elli ayeti – yani yaklaşık sekizde biri – inananları tabiatı araştırmaya, gerçekleri aramaya, akıllarını en iyi şekilde kullanmaya, bilgi edinmeye ve bilimsel düşünceyi toplumsal yaşamın bir parçası haline getirmeye teşvik etmektedir. İslam Peygamberi Hazreti Muhammed (s), bilgi ve bilim arayışının her Müslümanın görevi olduğunu özellikle vurgulamaktadır.
Abdüsselam, bilime olan ilginin, Peygamber (s) döneminden başladığını, ilerici araştırma kurumları kurarak bilim alanlarında Müslümanların 350 yıl süren gelişimini özellikle belirtir. Medine’de kurulan Beytül Hikmetler, insanlara bilim öğretmenin ilk okulları olmuştur.
Muhammed Abdüsselam, İslam’da bilimin altın çağının, orta çağ alimlerinden olan İbn Sina ve onun çağdaşı olan, aynı zamanda yeni çağın ilklerinden olan İbn Heysem ile el-Biruni’nin döneminde yaşandığını savunmuştur.
Bu büyük bilim insanı, sonrasında İslam dünyasında bilimin gerilemesinin nedenlerini de ortaya koymuş ve çağdaş dönemde yeni bilimsel başarılar elde etmenin yollarını göstermiştir. Örneğin, Japonya’daki Meiji Devrimi’nde, İmparatorun bilgiyi nerede olursa olsun bulup elde etme konusunda yemin etmesinin önemli bir adım olduğunu hatırlatır. Ayrıca, 1945 yılında, savaşın etkisiyle ekonomisi çöken Sovyetler Birliği’nde, Stalin’in hiçbir danışmanlık yapmadan, Bilimler Akademisi’nde çalışan tüm bilim insanlarının ve teknik personelin maaşlarını yüzde 300 oranında artırmasını örnek olarak sunar. Abdüsselam, İslam ülkeleri arasında bilimsel işbirliği kurmanın gerekli olduğunu belirtir. Bilimsel faaliyetlerin uluslararası bilimden dışlanmasının, gerilemenin sebeplerinden biri olduğunu vurgulayan bilim insanı, Müslüman ülkelerinde araştırma merkezlerinin kurulmasının önemini de anlatır. Abdüsselam, bilimle bu kadar istekli ve hevesli bir şekilde uğraşmamız gerektiğinin nedenlerini açıklarken, bunu sadece Allah’ın bizlere öğrenme ihtiyacını ve hakkını verdiği için değil, aynı zamanda günümüz şartları içinde bunun gerçekleşmesinin gerekli olduğunu da vurgular. Kur’an’ın çağrılarını çoğunlukla bilim teşvik etmeye dayalı olduğunu fark eden Abdüsselam, çok iyi bildiğini ifade eder ki, Kur’an, bilimde her zaman hissettiği ezeli hikmeti anlatmaktadır:
“Eğer yeryüzündeki bütün ağaçlar kalem, deniz de arkasından yedi deniz eklenmiş mürekkep olsa, yine de Allah’ın sözleri yazmakla tükenmez. Gerçekten, Allah yenilmez kudret, hikmet sahibidir!” (“Lokman” suresi, ayet 27)
Resul Mirhaşimli

Tasavvuf edebiyatında zindan kelimesi çoğu zaman sembolik bir anlam taşır ve gerçek anlamda bir tutukluluk halinden daha çok, insanın içindeki engellere ve ruhsal karanlığa işaret eder. Bu, insanın nefsinin esaretinde kalması ve ilahi hedeflerden uzaklaşması ile ilgilidir. Zindan, kendisini özgür hissetmeyen, manevi temizliğe ve ruhsal özgürlüğe özlem duyan bir insanın varlığını tasvir eder. İslam dünyasının ve özellikle de tasavvuf okulunun en önemli sembollerinden biri olan bu anlayış, hem Kur’an-ı Kerim’in ayetlerinde hem de büyük mütefekkirlerin şiirlerinde ve hikmetli sözlerinde yer alır.
Tasavvuf edebiyatında zindan, dünya ile sıkı bir ilişki içinde sunulur. Bu dünya, insanın manevi hedeflerinden uzaklaştığı, nefsinin aldatmalarına maruz kaldığı bir yer olarak tasvir edilir. İnsan, doğal olarak ruhsal bir özgürlük arayışında olan bir varlık olarak, bunun içsel benliğinin zenginliği ve kutsallığıyla bağlantılıdır. Bu bağlamda dünya bir tür “zindan” olarak kabul edilir. İnsanın nefsine tabi olması, onu maddi dünyaya bağlamaya zorlar ve bu da onun manevi özgürlüğünü sınırlar.
Hz. Ali (a.s), birçok hikmetli sözünde dünyayı zindanla karşılaştırarak, onun insanın asıl amacından ve ilahi hakikatlerden uzaklaştırıcı bir etkisi olduğunu vurgulamıştır. Hz. Ali (a.s) şöyle buyurur: “Dünya mümine zindandır.” Bu ifadeyle Hz. Ali, müminin maddi dünyada kalmasının, onun manevi gelişimini engelleyen bir durum olduğunu belirtmektedir. Dünyanın cazibeleri, zenginlik, şöhret ve diğer maddi nimetler, insanı manevi hedeflerinden uzaklaştırır ve bu, onun ruhsal bağlarını zayıflatır.
Azerbaycan’ın Hurufi şairi İmadeddin Nesimi de, “Mümine Hakk dünyayı zindan dedi” dizesiyle bu düşünceyi onaylar ve dünyanın sadece maddi anlamda değil, aynı zamanda manevi bir zindan olduğuna dikkat çeker. Nesimi, insanın içindeki manevi boşlukları ve ruhsal zindanını aşarak, sadece ilahi sevgiye yönelmesinin gerektiğini bildirir.
Hz. Mevlana da dünyanın sınırlamaları ve insanın manevi özgürlüğüyle ilgili derin düşüncelerini eserlerinde ifade etmiştir. O, dünyayı “kafes” olarak tasvir ederek, insanın bu dünyada kalmasının, onun ruhsal gelişimini sınırlayan bir durum olduğunu vurgulamıştır. Mevlana şöyle der: “Bu dünya kaldığın kadar kafestir.” Buradaki kafes sembolü, insanların nefsinin esaretine maruz kaldıklarında kendilerini “özgür” hissetmemelerinin göstergesidir. Dünyada insanın kalma süresi sınırlı olduğu için, onun gerçek özgürlüğü bu dünyadan çıkmak ve ilahi hakikate doğru yol almakla mümkündür.
Mevlana’ya göre dünya ve onun cazibeleri, başka bir şey değildir, sadece bir perde olup, gerçek özgürlük ancak “dünyadan” özgürleşerek elde edilebilir. Bu özgürlük, insanın ruhunu yükselterek, onu Allah’ın sonsuz sevgisi ve nuru ile ilişkilendirir.
Tasavvufun temel amacı, insanın manevi gelişimini ve ruhsal özgürlüğünü elde etmesidir. Zindana benzer bu dünya, yalnızca insanın nefsini aşarak, içindeki Allah’la olan bağını güçlendirmesiyle kırılabilir. Tasavvuf yolunda, insanın iç dünyasında yaptığı mücadele ve kendisine karşı açtığı bir özgürlük, onu “zindandan” çıkarır ve ilahi hakikate yaklaştırır.
Tasavvuf mütefekkirleri, bu manevi özgürlüğün elde edilmesi için çeşitli öğretiler ve yollar işaret etmektedir. Örneğin, zikir, dua, tefekkür ve diğer manevi deneyimler, insanın kalbini temizlemeye ve dünya ile olan ilişkisini güçlendirmeye yardımcı olur. Böylece, tasavvuf yolu, insanın içsel zindanını aşarak, dünyaya daha yüksek bir bakış açısıyla yaklaşmasına olanak tanır.
Tasavvuf edebiyatında “zindan” sembolü, dünyayı ve nefsin insanı kendi iradesinden uzaklaştıran etkilerini gösteren güçlü bir sembolik ifadedir. Hz. Ali, İmadeddin Nesimi ve Hz. Mevlana gibi büyük mütefekkirler, bu dünyanın sınırlamalarını ve insanın bu sınırlamalardan özgürleşmek için yaptığı manevi yolculuğu derin bir şekilde analiz etmişlerdir. Zindan yalnızca fiziksel bir yer değil, insanın ruhsal ve manevi gelişimini sınırlayan, onu kendi hakikatinden uzaklaştıran bir durumdur. Tasavvufun yolu, bu zindanı aşmak ve insanın gerçek özgürlüğünü bulmak için bir araçtır.
Resul Mirhaşimli

Abdülkadir Geylani Hazretleri, İslam dünyasında hem zahiri hem de batıni ilmin derinliklerine inen müstesna bir şahsiyettir. Onun öğretilerinde yer alan düşünceler, insanın sadece ibadetle değil, aynı zamanda hayatının her anında Allah’a yaklaşmak ve O’nunla olan bağlantısını derinleştirmek amacını gütmektedir. Abdülkadir Geylani Hazretleri, “Mirac, Allah’tan başka her şeyden sıyrılıp yükselmektir” buyurur. Bu ifade, ibadetin yalnızca bir ritüel faaliyet olmadığını, aynı zamanda insanın ruhunun temizlenmesi ve manevi yükselişi için bir araç olduğunu vurgulamaktadır.
Mirac, gerçekte bir yükseliştir – Allah’a yakınlaşma ve O’nun huzurunda olmaktır. Abdülkadir Geylani, bu yükselişi yalnızca fiziksel değil, ruhsal bir yükseliş olarak açıklamaktadır. İnsanın Allah’tan başka her şeyden sıyrılıp yalnızca O’nun huzuruna çıkması ve her şeyden el çekmesinin gerektiğini belirtir. Her bir ibadet, özellikle de namaz, insanın ruhunun bu yükselişini teyit eden bir deneyim olmalıdır. “Miracın kemali, yükselme ve huzurda sağa-sola iltifat etmemektir” diyerek, Geylani, namazın yalnızca zahiri bir hareket değil, insanın tam bir dikkat ve huzurla Allah’a yönelmesini gerektiğini vurgulamaktadır.
Miracda olan bir insan, ruhen yükseldiği zaman etrafındaki her şeyden uzaklaşır, yalnızca Allah’ın varlığını ve O’nun azametini düşünür. Böyle bir yükseliş, dünyevi düşüncelerden uzaklaşarak ilahi huzura ve saadete doğru bir yolculuğa çıkmak demektir. Namaz, bu yolculuğa çıkmak için en temel araçlardan biridir.
“Vay haline o namaz kılanların ki, onlar kendi namazlarından gafildirler” (“Maun” suresi, ayet 4-5). Bu ayet, namazın yalnızca şekli bir hareket olmaması gerektiğine dikkat çeker. İslam’da namaz, sadece belirli zamanlarda yapılan bir ibadet değil, hayatın her anında Allah ile bağlantı kurmak, O’nun huzurunda olmak için bir araçtır. Namazın asıl amacı, insanın kalbini, fikrini ve ruhunu Allah’a yöneltmesi, hayatını O’nun istediği şekilde yaşamasıdır. Allah’tan başka hiçbir varlık ve düşünce, bir müminin namazında yer alamaz.
Hazreti Ali (a.s) de buyurur: “Namaz müminin ruhunun gıdasıdır.” Bu ifade, namazın insanın ruhunu nasıl canlandırdığını ve Allah’a yaklaştırdığını gösterir. Ancak namaz yalnızca belirli zamanlarda yapılan bir ritüel değildir. Eğer namazdan sonra hayatımızda herhangi bir değişiklik yoksa, o zaman namaz yalnızca bir formalizme dönüşür. Gerçek namaz, bir insanın hayatına uyguladığı, her an Allah ile bağlantı kurmak ve O’na hizmet etmek ilkesidir.
Abdülkadir Geylani Hazretleri, namazın sadece bir ibadet olmadığını, onun bütün hayatta bir ruh olduğunu vurgulamaktadır. O, “Namaz kılanlar kıldıkları namazdan gafil değillerdir, çünkü o namazın içinde Rabbinden başkası bulunmaz” demektedir. Gerçek namaz, insanın Allah ile doğrudan bağlantısının kesilmemesidir. Namazda insanın düşünceleri, niyeti ve kalbi Allah’a yönelir. Bu, yalnızca birkaç dakikalık bir ibadet değil, her an Allah’ı hatırlamak ve hayatın her alanında O’nun isteğine uygun yaşamaktır.
Gafil olmayanın namazı ise hiç bitmeyen namazdır. Böyle bir namaz, yalnızca fiziksel hareket değil, aynı zamanda insanın ruhunun ve kalbinin Allah’a yöneldiği bir yaşam tarzıdır. Bu, her an, her durumda insanın Allah’a yakın olmasını ve O’nun huzurunda yaşamasını sağlar. Namaz sadece gün boyunca birkaç dakikalık bir ibadet değil, tüm hayat boyu süren bir bağlantıdır.
İbadet yalnızca bir zaman diliminde yapılan bir faaliyet değil, hayatın her anında kendini göstermelidir. Namaz, oruç, zikir ve diğer ibadetler yalnızca bir zaman diliminde yapılmak için değil, insanın hayatına girip, onun tüm davranışlarını etkilemelidir. İnsan hayatında Allah’ı hatırlayarak, O’nun isteğine uygun yaşarsa, her adımında bir ibadet etmiş olur. Gerçek ibadet, her davranışın Allah’a yakınlaşma amacı gütmesidir.
İnsan hayatında her zaman Allah’ı gözeterek ve O’nun beğenmediği hareketlerden uzak durarak riyadan kaçınmalı ve yalnızca samimi bir niyetle ibadet etmelidir. Gerçek ibadet, samimi kalpten gelir ve yalnızca Allah için yapılır.
Namaz, sadece bir ibadet değil, bir yaşam tarzıdır. İslam’da namaz, insanın Allah ile bağlantısını güçlendiren, O’nun huzuruna çıkaran bir araçtır. Gerçek namaz, insanın hayatını Allah’ın isteğine uygun olarak yaşaması, O’nun emirlerini yerine getirmesidir. Bu namaz, her an Allah’ın rızasını elde etmeye çalışmak, O’nun huzurunda olmak ve riyadan uzak durmak demektir. Hayatın her anında namazın içinde olmak, insanın ruhunu temizler, onu daha yüksek bir manevi seviyeye çıkarır. Bu, Allah’a yakınlaşmanın en güzel yoludur.
Resul Mirhaşimli

Hayatın derin anlamlarını ve insanın gerçek amacını anlamak için çeşitli yollar vardır. İslam’da insanın varlığı, Allah’ın ona verdiği emanet olarak kabul edilir ve bu emaneti doğru bir şekilde kavrayıp değerini bilmek, hayatın anlamını bulmakla bağlantılıdır. Her insanın hayatında korku ve sevgi arasında bir denge kurması gereklidir. Ancak bazen korku ve sevgi arasındaki sınır çok hassas olabilir ve insanın en büyük korkusu, Allah’ın ona olan merhametini kaybetmesi olabilir.
İslam’da birçok âlim, felaketin insanın Allah’ı tanımamasından değil, Allah’ın onu tanımamasından kaynaklandığını belirtir. Bu düşünce, insanın Allah karşısındaki yerini ve Allah’ın kullarıyla olan ilişkisini çok güzel bir şekilde ifade eder. Hayatın gerçek özü, insanın Allah’ın merhametini ve lütfunu her an hissetmesindedir. Eğer insan yalnızca Allah’ın inayetine güveniyorsa, bu, onun kalbinde samimi bir sevgi ve iman taşıdığı anlamına gelir. O, hayatını sadece Allah’ın rızasına uygun bir şekilde yaşamaya çalışır.
Birçok insanın hayatında dua önemli bir yer tutar. İslam’da dua, Allah ile olan ilişkinin doğrudan bir aracıdır. Ancak çoğu zaman insanlar dua ettiklerinde istedikleri şeyin hemen kabul edilmesini beklerler. Allah, kulunun dualarını kabul ederken onun için en hayırlı olanı zamanında verir. Dua etmek çok önemlidir, ancak sonuç bazen insanın arzu ettiği şekilde olmayabilir. Allah, kulunun zararına olabilecek herhangi bir şeyi ona vermez. Her şeyin hayırlı ve doğru zamanı yalnızca O’nun bilgisiyle olur.
Kur’an’ın “Bakara” suresinde, insanın hoşlanmadığı şeylerin bazen onun için en hayırlı olacağı, hoşlandığı şeylerin ise onun için zararlı olacağına dair bir ayet vardır. Bu, insanın kalbinin Allah’ın hikmetine teslim olmayı ve her şeyin sonunda onun hayrına olacağına olan inancını güçlendirir. Gerçekten de, Allah’ın kuluna verdiği her şeyin bir hikmeti vardır ve insan buna iman etmelidir.
İnsanın duası yalnızca dilinde değil, kalbinde de bir temizlik ve samimiyet gerektirir. İnsan dua ederken Allah’tan bir şeyler isterken, kalbinin saflığı ve temizliğiyle bunu yapmalıdır. Eğer insanın kalbi nurla dolarsa, onun duası Allah’ın katında kabul olur. Bu, aynı zamanda insanın manevi gelişimini izlemesi ve Allah ile daha yakın bir ilişki kurması anlamına gelir.
Bütün bunlar, insanın varlığını ve hayatını anlamasına yardımcı olur. Kur’an-ı Kerim’de insanın yaratılışıyla ilgili olarak “Ahsen-i takvim” ifadesi, insanın en güzel biçimde yaratıldığını bildirir. İnsan, Allah’ın ona verdiği bu güzel biçimi ve emaneti kavrayarak, hayatını bu amaca uygun bir şekilde yaşamalıdır. Hayatın gerçek amacı, Allah’ın sevgili kulu olmak ve Onun rızasını kazanmaktır.
Azerbaycan’ın klasik şairi İmadeddin Nesimi de bu hikmeti şiirinde ifade eder: “Ahsen-i takvime düştü gönlümüz.” Yani insan, yaratılışının hikmetini anlayıp hayatını bu bilinçle yaşarsa, Allah’ın sevgili kullarından biri olur. Allah’ın sevdiklerini insanlar da sever, çünkü onların hayatlarında nur vardır ve bu nur insanları çeker.
Sonuç olarak, insanın hayatta karşılaştığı en büyük amaç, Allah’ın rızasını kazanmaktır. Bunu elde etmek için ise Allah’ın hikmetine teslim olmak, dua etmek ve her şeyin en iyi şekilde Allah’ın hükmüyle olacağına inanmak gerekmektedir. Bu yolda her insanın manevi saflığı ve temizliği, Allah’ın sevgisini kazanmasında önemli bir rol oynar.
Allah’ın hikmetine iman eden ve her şeyin O’nun iradesine tabi olduğunu anlayan insan, hayatta karşılaştığı sınavlarla daha da güçlenir. İnsan yalnızca Allah’ın inayetine ve merhametine güvenerek, hayatını doğru yolda yönlendirir. Dua etmek sadece maddi istekleri yerine getirmek değil, aynı zamanda Allah ile daha derin bir ilişki kurmanın bir yoludur. İmanlı bir insan her zaman Allah’ın en iyisini kendisine seçtiğini ve O’nun hikmetinin en doğru zamanda ortaya çıkacağını bilir. Bu manevi derinlik ve anlayış, insanın ruhsal gelişimine ve hayatının gerçek amacına yönelmesine yardımcı olur.
Resul Mirhaşimli

İslam dininde ahlak, iman ve ibadet birbirinden ayrı kabul edilmez, çünkü bu üç kavram birbiriyle tamamlayan esaslar olarak kabul edilir. Kur’an-ı Kerim’de ve hadislerde güzel ahlak çok yüksek bir şekilde değerli kılınır ve bu, iman ve ibadetle sıkı bir şekilde ilişkilendirilir.
Kur’an-ı Kerim’de ahlakla ilgili birçok ayet bulunmaktadır ve burada insanlara güzel ahlaklı olmanın önemi hatırlatılmaktadır. Peygamberimiz Muhammed (s.a.v.) de defalarca Müslümanları güzel ahlak sahibi olmaya teşvik etmiş ve kendisi de örnek ahlak sergilemiştir. İslam’da güzel ahlak, imanla sıkı bir şekilde bağlıdır ve imanın bir göstergesi olarak kabul edilir.
İbadet de ahlakın gelişmesine hizmet eder. İslam’ın farz ibadetleri, namaz, oruç, zekat gibi, insanın hem Allah’la hem de toplumla olan ilişkilerini düzenleyerek, onun ahlaklı bir insan olmasına katkı sağlar. Böylece, İslam’da ahlak, iman ve ibadet birbirinden ayrılmaz bir bütün oluşturur ve birini diğerinden ayrı düşünmek mümkün değildir.
İslam dini her alanda ahlaki prensipleri ve emirleri kapsar. İslam’da ahlak sadece bireysel davranışlarla sınırlı değildir; toplumsal, ailevi, ekonomik ve siyasi alanlarda da ahlaki kurallar vardır. Bu kurallar, Allah’ın emir ve yasaklarına dayanarak şekillenir ve tüm insanlara yöneliktir.
Din, bir nevi, ilahi kaynaklı bir ahlak sistemidir. Kur’an-ı Kerim ve hadislerde verilen ahlaki prensipler, insanları doğruya, adalete, dürüstlüğe, merhamete ve vicdana yönlendirir. İslam ahlakı sadece bireysel ve toplumla olan ilişkileri değil, aynı zamanda insanın kendi içindeki manevi durumunu da düzenler. Bu, dinin sadece ibadetle sınırlı olmadığını, aynı zamanda ahlak ve yaşam tarzını da kapsadığını gösterir.
Böylece, İslam dini, kaynağını Allah’tan alan ve her alanda uygulanabilir ahlaki kurallar bütünü olarak kabul edilebilir. Bu kurallar, insanlara nasıl yaşamaları ve birbiriyle nasıl davranmaları konusunda rehberlik eder.
İnsanı doğruluğa, adalete ve vicdana yönlendiren ahlaki prensiplerin temeli olan iman, insanı sadece bu dünyadaki davranışlarıyla değil, aynı zamanda ahiretteki Hesap Günü ile ilişkilendirir. Bu inanç, insanı yalnızca sosyal kurallara uymaya değil, aynı zamanda başkalarının hakkını korumaya, haksızlıktan kaçınmaya ve vicdanlı olmaya yönlendirir.
Din ahlakı yalnızca bir sosyal normatif olarak değil, aynı zamanda kutsal bir görev olarak kabul edilir. Bu kutsallık fikri, insanın iç dünyasında ahlaki değerlerin derinleşmesini ve kalıcı olmasını sağlar. Böylece, iman ve din, ahlaki prensiplerin sağlamlığını ve sürekliliğini sağlayan en güçlü araçtır.
Kanunlar toplumsal düzeni korumak için önemlidir ancak insanların her yerde ve her zaman aynı şekilde davranmalarını sağlamada yetersiz olabilir. Bireylerin yalnızca bulundukları yerlerde, kimsenin onları görmediği ve denetlemediği anlarda kanunlar etkisini yitirebilir. Ancak din, insanın kalbinde sürekli bir denetçi rolü oynar. Allah’ın her şeyi görmesi ve her eylemin hesabının verileceği inancı, insanları kendi eylemlerine karşı daha sorumlu kılar.
Din, insanları sadece toplumsal baskılardan korumakla kalmaz, aynı zamanda vicdanlarını uyandırır ve içsel bir denetim mekanizması oluşturur. Böylece, din, ahlaksızlıktan sakındırmada ve doğru davranışları teşvik etmede en güçlü araçtır.
Din, aynı zamanda, insanları suçtan ve ahlaksızlıktan alıkoyan güçlü bir inanç sistemidir. Dini inanç, insanlara doğru ve yanlış arasındaki farkı öğretir, onları vicdanlı ve adaletli olmaya teşvik eder. Allah’ın her şeyi görmesi ve ahirette eylemlerin hesabının verileceğine inanmak, insanı suç işlemekten alıkoyar ve onu daha sorumlu bir yaşam sürmeye yönlendirir. Bu anlamda, dinin etkisi hem bireysel hem de toplumsal güvenliğin sağlanmasında önemli bir rol oynar.
Suçların işlenmesinin sebepleri farklıdır ve her suçlunun karakteri farklıdır. Bu yüzden suç işlemiş kişilerin özelliklerini anlamak için onların bireysel özellikleri, dini inançları ve davranışları göz önünde bulundurulmalıdır. Dini inanç, bir insanın manevi değerlerine, ahlakına ve toplumsal davranışlarına güçlü bir etki eder. İman, insanın hayatında bir tür yönlendirici pusula rolü oynayarak, onun davranışlarını denetim altında tutar.
Din, sosyal ve kültürel etkileriyle bireylerin davranışlarını şekillendirir. Din, insanların toplumsal hayattaki davranışlarını biçimlendiren ve yönlendiren önemli bir faktördür. Bu nedenle, bir insanın suç işleyip işlemediği meselesinde, onun dini inancının derinliği ve etkisi göz önünde bulundurulmalıdır. Güçlü bir dini inanca sahip bir kişi, ahlaksız ve yasa dışı davranışlardan daha çok kaçınabilir, çünkü dini inanç onu daha sorumlu ve vicdanlı olmaya teşvik eder.
Resul Mirhaşimli

1986 yılında Çernobil faciası meydana geldikten sonra beni Sovyet ordusunun saflarına askere çağırdılar. Ukrayna’da askerlik yapacağımızı duyduğumuzda heyecanlandık. Ancak bizi götürmeye gelen subay, hizmet edeceğimiz bölgenin Çernobil’den 800 kilometre uzaklıkta olduğunu söylediğinde heyecanımız biraz azaldı. Çernobil’de yaşananlar, hayatımızda karşılaştığımız ilk en büyük felaketti.
Ancak demek ki, hayatımda rastlayacağım felaketler bununla bitmeyecekmiş. Askerliği bitirip Azerbaycan’a döndükten sonra, Ermenilerin Karabağ’da ve Batı Azerbaycan’da işlediği kanlı felaketlere tanık olduk. Olayların tam merkezindeydim. Yaşadığım Kubatlı bölgesi, Doğu Zengezur’un Ermenistan sınırına yakın olduğu için olan bitenin içinde yer aldım. Bu olaylar yaşanırken, Azerbaycan’da milli bağımsızlık hareketi başladı. Azerbaycan’ı elinden vermek istemeyen Sovyet rejimi, bu millete gözdağı vermek amacıyla 20 Ocak faciasını gerçekleştirdi. Ancak Sovyet imparatorluğu bir konuda yanıldı. Bu facia, halkımızın bağımsızlık mücadelesini daha da alevlendirdi ve Azerbaycan halkı, azmiyle özgürlüğüne kavuştu.
Sovyet imparatorluğu, Azerbaycan’ın Karabağ meselesindeki hakkını tanımamak için elinden geleni yaptı. Karabağ’daki Ermenilerin işgalci faaliyetleri artarken, Batı Azerbaycan’da da soykırım ve şiddet olayları baş gösterdi. Bu süreçte Azerbaycan halkı, milli bağımsızlık mücadelesini daha yüksek bir seviyeye taşıyarak, bağımsızlık isteğini daha da keskinleştirdi. Bu dönem, yalnızca Sovyet rejimine karşı bir mücadelenin değil, aynı zamanda halkın kendi hakkını geri almak istemesinin bir tezahürüydü.
Karabağ savaşının dehşetleri, Sovyet imparatorluğunun uyguladığı baskıcı siyasete karşı halkın büyük bir direnişini şekillendirdi. Bu mücadele, Bakü’ye kadar yayıldı ve 1990 yılının 20 Ocak’ında Sovyetler Birliği, en sert adımlarından birini attı. Sovyet birlikleri, Azerbaycan’ın sivil halkına karşı acımasız bir saldırıya geçti ve birçok insanın hayatına son verdi. Ancak bu kanlı olay, Sovyet rejiminin Azerbaycan halkını korkutarak dizginlemeye çalışmasının aksine, halkı daha da birleştirerek bağımsızlık mücadelesini güçlendirdi.
20 Ocak faciası, sadece bir kanlı olay değil, aynı zamanda Azerbaycan’ın bağımsızlık yolunu belirleyen bir dönüm noktasıydı. Bu facia, Azerbaycan halkının kahramanlığının simgesi haline geldi. Sovyet birliklerinin çatışmalarda şehit olan sivil vatandaşlar, ülke için paha biçilemez bir azim gösterdiler. 20 Ocak, sadece bir facia günü değil, aynı zamanda Azerbaycan halkının bağımsızlık yolunda verdiği mücadelenin güçlü bir kanıtı oldu.
Bu olaylar, aynı zamanda gösterdi ki, felaketler halkı yenemez. Aksine, Batı Azerbaycan’da, Karabağ’da ve 20 Ocak’ta yaşananlar, halkın birliğini, gücünü ve mücadele azmini daha da pekiştirdi. Sovyet imparatorluğu, bu felaketler aracılığıyla halkı korku içinde tutmaya çalışsa da, Azerbaycan halkı daha da güçlenerek bağımsızlığını kazandı.
20 Ocak olaylarının etkisi, sadece o döneme ait olaylar değildir. Bu facia, halkın kahramanlık mirasının bir parçası olarak gelecek nesillere aktarılmaktadır. 20 Ocak gecesi yaşananlar, Azerbaycan halkının mücadele ve azim gücünü sergileyen bir ders oldu. Bu olaylar, sadece bir halkın kaderiyle ilgili değil, aynı zamanda insanlığın özgürlük ve hak mücadelesinin bir parçasıydı.
Sovyet rejimi tüm bu felaketleri bir yol olarak seçmiş olsa da, tarih bir gerçeği gösterdi: Azerbaycan halkı, her bir sınavdan sonra daha da güçlü ve kararlı şekilde bağımsızlık yoluna devam etti. 20 Ocak, Azerbaycan’ın özgürlük ve bağımsızlık mücadelesinin simgesine dönüşerek, bu halkın kahramanlık destanı oldu. Bugün ve gelecekte 20 Ocak’ı anarken, sadece geçmişi değil, aynı zamanda Azerbaycan’ın özgürlük yolunda verdiği mücadelenin simgesini hatırlıyoruz.
Resul Mirhaşimli

“Beşeri aşk, tahta kılıç gibidir. İlahi aşk ise çelik kılıçtır. Çocuk tahta kılıçla oynayarak olgunlaşır, çelik kılıcı eline almaya layık olur. İnsan, beşeri aşkla meşgul olup durur; aşkı anlayınca ilahi aşka yönelir.”
Aşk, Doğu medeniyetlerinde ve tasavvuf edebiyatında çok önemli bir konudur. Aşk, beşeri ve ilahi aşk olmak üzere ikiye ayrılır. Beşeri aşk, insanların dünyevi arzularından doğan, hayatın çeşitli deneyimlerine, insana ait duygulara bağlı bir hissiyattır. İlahi aşk ise Allah’a duyulan sevgi ve muhabbet olup, insanın kendi gerçek varlığını bulmak ve ruhunun hakikatini anlamak için geçtiği yüksek bir aşamadır.
“Beşeri aşk tahta kılıç gibidir” ifadesi, tahta kılıcın bir metafor olarak kullanılmasıyla onun zayıflığını ve sınırlılığını gösterir. Beşeri aşk, insanın günlük hayatının doğal ve bazen geçici duygularıyla ilgilidir. Tahta kılıç, bir çocuğun oynayabileceği bir oyuncak gibidir. İnsan, beşeri aşkla dünya ile ilişkilerini, geçici sevinçlerini ve ıstıraplarını anlayarak yaşar. Bu, bir aşamadır. İnsan, beşeri aşk aracılığıyla kendini tanır, duygularındaki incelikleri keşfeder ve bununla birlikte hayatın zayıflıklarını da fark eder.
Doğu tasavvuf edebiyatında beşeri aşka olan yaklaşım, genellikle insanların kendilerine ve başkalarına olan sevgilerini olumlu bir şekilde ifade etmek için kullanılır. Mevlana Celaleddin Rumi’nin düşüncelerinde, insanın beşeri aşkla tanışması, kendisine ve başkalarına şefkat göstermesi takdir edilen bir durumdur. Bu, bir nevi başlangıç noktasıdır; insan bu sevgiyi deneyimleyerek olgunlaşır ve daha büyük aşka yönelir.
“İlahi aşk çelik kılıç gibidir” metaforu ise onun gücünü ve sonsuzluğunu simgeler. İlahi aşk, insanın ruhunun en yüksek hakikatini araması ve bu aşk ile Allah’a olan sevgisiyle birleşmesidir. Bu, tahta kılıçtan farklı olarak, zaman ve mekanın sınırlarını aşan, insanın her şeyden ve her kimseden daha derin bir bağlantıya adım atmasıdır. Çelik kılıcı ancak en yüksek seviyede olan, saflaşmış ve ilahi düzeye yükselmiş insan tutabilir.
Doğu tasavvufunun büyük âlimlerinden biri olan İbn Arabi, ilahi aşkı “ruhların sevgisi” olarak tanımlar. Ona göre, bütün varlık Allah’ın kudretinden yaratılmıştır ve her şey O’nun sevgisiyle birleşir. İbn Arabi’nin bu görüşleri, ilahi aşkın yalnızca insanın iç dünyasında değil, tüm evrende var olan bir güç olduğunu vurgular. İnsan, beşeri aşk ile başladığı yoldan sonra kendini tanıyarak Allah’ın sevgisine yaklaşır, ilahi aşkı anlamaya çalışır. İlahi aşk, insanın hareketlerini temizler ve onu en yüksek manevi seviyeye çıkarır.
Beşeri aşk, insanın duygusal ve ruhsal gelişimini sağlayan bir aşamadır, ancak bu yalnızca bir başlangıçtır. İnsan, beşeri aşk ile iç dünyasını keşfeder, diğer insanlarla ilişki kurar ve duygularını daha derin bir şekilde anlamaya başlar. Ancak bu, yalnızca ilahi aşka ulaşmak için bir yoldur. İlahi aşka adım atan insan artık kendisini beşeri duygularla sınırlamaz; o, Allah’ın varlığında ve sevgisinde kendisini bulur.
Hz. Mevlana, “Aşk, ruhun ağlaması, nefsin ise susmasıdır” der. Bu ifade, beşeri aşkın nefsin ve dünyevi arzuların baskılarından kurtulması ve ilahi aşkın saflaşmış sevgisine geçişi olarak anlaşılabilir. İlahi aşka yönelen insan, artık her şeyin bir parçasını ve her şeyin kaynağını görür. Bu anlayış, cüz’i iradenin küllî irade içinde yok olması anlamına gelir. İlahi aşk, insanı kendi gerçek benliğini keşfetmeye yönlendirir ve onu yaratana yakınlaştırır.
Beşeri ve ilahi aşkın birbirini tamamladığını söylemek mümkündür. Beşeri aşk, insanın ahlakını ve kişiliğini şekillendirir; ancak ilahi aşk, insanın varlığının en yüksek aşamasını temsil eder. İnsan, beşeri aşk ile ilk adımlarını atar ve daha sonra ilahi aşka doğru ilerler. Doğu tasavvufunda önemli bir yer tutan düşünürler bu yolu “yolculuk” veya “makam” olarak adlandırırlar. Bu yol, insanın kendisini, hayatını anlaması ve Yaradan’a yaklaşması ile tamamlanır.
İlahi aşk, insanın hayatının anlamını bulduğu ve kendi varlığını Maşuk’un varlığında yok ettiği en yüksek aşamadır. Beşeri aşk ise bu uzun ve kutsal yolda atılacak ilk adımdır. Bu iki aşkın birliği, insanın ruhani yükselişi için gereklidir ve her biri kendi başına diğerini tamamlar.
Resul Mirhaşimli

Böyle bir deyim vardır: “Gerçek ayakkabılarını giymeden önce yalan dünyayı üç kez dolaşırmış.” Yalanın toplumda yarattığı problemler nelerdir? Sürekli yalan söylemek, insan karakterinde hangi olumsuz değişikliklere yol açar? Bu makalede, toplumda olumsuz etkiler yaratabilecek bu konuya değinmeye çalışacağız.
Yalanın insan karakterinde yarattığı olumsuzluklar, topluma verdiği zararlar ve manevi dejenerasyon, yüzyıllardır bilginlerin ve filozofların dikkatini çeken konulardan biridir. Yalan, yalnızca bireye değil, çevresindeki insanlara ve genel olarak topluma büyük zararlar verir. Her dönemde olduğu gibi, bu konu dinimizde de zararlı bir alışkanlık olarak ele alınmış ve bu alışkanlıktan kaçınılması tavsiye edilmiştir.
İnsan doğasında doğruluğa eğilim olsa da, bazen çeşitli sebeplerle yalan söylemek, toplumun belirli kurallarına aykırı hareket etmek ya da kişisel çıkarlarını korumak amacıyla bu zararlı alışkanlığa başvurulmaktadır. Şunu belirtmek gerekir ki, sürekli yalan söylemek zamanla insan karakterinde olumsuz değişikliklere yol açar. Yalan söylemek, insanların kendilerine olan güvenlerini azaltır ve güven duygularının kaybolmasına neden olur. Ayrıca, insan zamanla gerçeği ayırt etme yetkisini kaybederek, gerçek ile yalan arasındaki sınırı zedeleyer. Bu da manevi dejenerasyona, içsel zorluklara ve çevresindeki insanlarda değersizlik hissinin oluşmasına yol açar.
Yalanın topluma verdiği en büyük zarar aslında güvenin ve doğruluğun zedelenmesidir. Toplumun temelini oluşturan güven, doğruluk ve şeffaflık, yalan söyleyen bir kişi tarafından yalnızca kendisine değil, yakınlarına, dostlarına, iş arkadaşlarına ve genel olarak topluma da zarar verir. İnsanlar arasındaki güvenin kaybolması, sosyal ilişkilerin zayıflaması ve hukuki ihlallerle sonuçlanabilir. Toplumun gelişmesi ve uyum içinde yaşaması için bu güvenin korunması önemlidir. Gerçeğe duyulan güvensizlik ve şüphe, insanları daha az birleştirir ve toplumda kutuplaşmalara neden olabilir.
Yalan söylemek, insanın manevi gelişimine ciddi şekilde zarar verir. İnsanlar yalanı düzenli olarak tekrarladıkça, vicdanları zarar görür ve manevi değerleri kaybolur. Bireyin içsel samimiyeti, doğruyu ve ahlâkı anlama duyğuları zayıflar. Bu da manevi aşınmanın bir türüdür. Dinimiz de bunu çok net bir şekilde vurgulamaktadır. Yalancı kişinin vicdanı kararmış, ahlâkı zayıflamış olur ve sonuçta bu, onun içsel ve dışsal dünyasında derin boşluklar yaratır.
İslam dininde yalan söylemek kesinlikle yasaklanmıştır. Kur’an-ı Kerim’de “Yalan söyledikleri için onlar şiddetli bir azaba uğrayacaklardır!” (Bakara, 10. ayet) buyrulmuştur. Müslümanlar için doğru konuşmak, Allah’ın rızasını kazanmak için önemli bir ahlâk kuralıdır. Peygamberimiz (s.a.s) de hadislerinde yalanın günah olduğunu ve bir Müslümanın onu hayatında kesinlikle terk etmesi gerektiğini bildirmiştir. İnsan, doğru konuşmaya çalışmalı ve yalanın bireysel ve toplumsal olumsuz etkilerini anlamalıdır.
Yalanla ilgili olarak Azerbaycan halkının birçok halk deyişi ve atasözü vardır. Örneğin, “Yalancının evi yandı, kimse inanmadı” sözü, yalanın ne kadar cazip görünse de, sonunda açığa çıkacağını ve insanı mutsuz edeceğini ifade eder. Atalarımız doğru konuşmayı öğütlemiş, yalanın insanın ahlâkına ve hayatına verdiği zararı vurgulamışlardır.
Ayrıca, büyük bilginlerden Konfüçyüs şöyle der: “Doğru söz söylemek aslında en büyük cesarettir.” Platon da “Yalanın en büyük zararı, toplumun değerlerine zarar vermesidir” demiştir. Bu sözler, yalanın yalnızca bireyi değil, toplumu da zedeleyen, tüm sosyal yapıları ve ilişkileri bozan bir alışkanlık olduğunu göstermektedir.
Yalanın insan karakterinde yarattığı olumsuzluklar, topluma verdiği zararlar ve manevi aşınmalar, her bireyin kendi ahlâkını korumasının ve doğru söylemesinin önemini bir kez daha gündeme getirmektedir. Dinimiz ve bilginler, bu konuda ciddi bir şekilde yaklaşarak, yalanın insanlar ve toplum için ne kadar tehlikeli olduğunu birçok araçla vurgulamışlardır. İnsan yalnızca doğru yolda, samimi bir şekilde hayatını kurarsa, hem kendisini hem de çevresini kurtarabilir.
Resul Mirhaşimli

“Gerçekliği gerçekten görmek istiyorsan, hayatında bir kez bile olsa, her şeye şüpheyle yaklaş…”
Gerçeklik, birçokları için yalnızca objektif ve değişmez bir kavramdır. Ancak hayatımıza ve dünyaya farklı yaklaşımlar, deneyimler ve düşünce tarzları girdikçe, gerçeklik de karmaşıklaşır. İnsanlar hayatlarında birçok konuya güvenle yaklaşır, fakat bir dakika bile olsa şüpheyle yaklaşsalar, birçok şeyin değiştiğini göreceklerdir.
Şüphe, insanın düşündüğü ve gördüğü her şeyin doğru olup olmadığıyla ilgili kendisine sorduğu bir sorudur. Bu, sadece bireysel değil, toplumun ve kültürün gelişiminde de önemli bir rol oynar. Bazı durumlarda şüphe, insanın daha derin düşünmesine ve çevresindeki olayları daha detaylı analiz etmesine yol açar.
Şüphe, insanın düşüncelerini daha geniş perspektiflerden değerlendirmesini sağlar. Eğer her şeye şüpheyle yaklaşsak, hayatımıza yalnızca kabul ettiğimiz anlayışlarla sınırlanmaktan kurtulmuş oluruz. Çünkü bazen insanın “doğru” bildiği şeyler, toplumdaki normlar ya da geçmişin öğrettiği anlayışlar subjektif olabilir.
Hayatta gerçekliği bulmak, yalnızca doğru bilgiyi elde etmekle ilgili değildir. Daha çok düşüncelerimizi sorgulamak, kabul ettiklerimizi tekrar gözden geçirmek ve yeni bakış açılarını kabul etmektir. Şüpheyle yaklaşmak insanı daha fazla soru sormaya ve daha çok araştırmaya teşvik eder. Örneğin, inandığın bir şeyin doğru olup olmadığını sorgulamak, deneyimleri ve bilgileri eleştirmek insanı daha sağlıklı sonuçlara götürebilir.
Bu yaklaşım, aynı zamanda toplumun gelişimine ivme kazandırır. Eğer insanlar her zaman geleneksel düşüncelere tabi olsalardı, insanlık büyük ilerlemeler kaydedemezdi. Gerçekliğe ulaşmak için, her zaman olanın doğru veya kusursuz olmadığına şüpheyle yaklaşmak gereklidir. Fikir alışverişi, eleştirel düşünce ve analiz, insanı doğruya yaklaştıran temel faktörlerdir.
Her şeye şüpheyle yaklaşmak, sadece dış dünyaya değil, aynı zamanda iç dünyamıza da dikkat etmemize yol açar. İnsan, kendi düşünce tarzını sorguladığında, kendisiyle daha derin bir bağlantı kurabilir. Kendine şüpheyle yaklaşan insan, daha çok kendini tanır ve iç dünyasında daha fazla huzur ve uyum bulur.
Bunun yanı sıra, şüpheyle yaklaşmak, insanın sınırlamalarından ve korkularından kurtulmasına, sınırsız potansiyelini keşfetmesine yardımcı olur. İnsanların kendileriyle yüzleşip gelişmeye başlaması için, çoğu zaman belirli bir şüphe ya da sorgulama sürecine ihtiyaçları vardır.
Sonuç olarak, gerçeği anlamak ve görmek isteyen bir insanın, kendisinin ve dünyasının doğru ya da yanlış olduğuna dair şüpheyle yaklaşması önemlidir. Hayatta her şey geçicidir ve zamanla değişir. Şüphe, insanı düşünmeye, soru sormaya ve daha derin anlamlar bulmaya teşvik eder. Ancak bu şekilde insan gerçeği bulacak ve onun anlam derinliklerine inecektir.
Bu yaklaşım, hem kişisel hayatımızda hem de toplumumuzun gelişiminde önemli bir faktördür. Çünkü her şeye şüpheyle yaklaşan insan, yalnızca kendini değil, tüm dünyayı daha iyi anlayacak ve gerçeğin daha net bir resmini çizecektir.
Resul Mirhaşimli

“Cevherler toz-toprağa düşse de, yine değerini kaybetmez; toz-toprak göğe yükselse de, yine değer kazanmaz. Eğitimsiz yetenek yazıktır, yeteneksiz eğitim ise mümkün değildir. Kül, ateşten meydana geldiği için asil bir soy-sop taşır, fakat içinde hüner bulunmadığından toprakla eşittir; şekerin değeri, kamıştan geldiği için değil, doğasında tatlılık olduğu içindir.” (Sadi Şirazi)
Sadi Şirazi’nin bu sözleri, insanın iç değerleri ile dış koşullar arasındaki ilişkiyi analiz etmektedir. O, insanın değerini ve kıymetini yalnızca dış faktörlerle ölçmediğini, aksine içsel özelliklerinin, eğitim ve yeteneğinin önemli olduğunu vurgulamaktadır.
“Cevherler toz-toprağa düşse de, yine değerini kaybetmez; toz-toprak göğe yükselse de, yine değer kazanmaz” cümlesi, insanın gerçek değerinin dış koşullardan bağımsız olduğunu belirtir. Cevher ne kadar toza batarsa batsın, değeri değişmez, çünkü onun değeri doğasında ve maddi yapısındadır. Aynı şekilde, toz-toprak göğe yükselse de, değeri artmaz. Bu, hayatın kendisinde sıkça rastlanan bir ilkedir: Dış görünüşler ve geçici durumlar, insanın gerçek değerini belirlemez.
“Eğitimsiz yetenek yazıktır, yeteneksiz eğitim ise mümkün değildir” cümlesi ise insanın hem yeteneğini hem de eğitimini vurgular. Yeteneksiz bir insanın eğitimi faydasızdır, çünkü o, herhangi bir beceri veya derinlikten yoksundur. Diğer taraftan, eğitimsiz yetenek de faydasızdır, çünkü doğru yönlendirilmemiş ve düzgün bir şekilde kullanılmayan yetenek kendini gerçekleştiremez. Bu da gösterir ki, insanın gelişimi için hem yeteneği hem de eğitimi birleştirmek gereklidir.
“Kül, ateşten meydana geldiği için asil bir soy-sop taşır, fakat içinde hüner bulunmadığından toprakla eşittir” örneği de insanın manevi ve zekâ ile ilişkili temel ilkelerini açıklar. Kül, yüksek bir seviyeden meydana gelse de, eğer o kül içinde bir değer taşımazsa, toprakla aynı durumdadır. Bu, sadece iyi bir soya sahip olmanın yeterli olmadığını, her insanın kendi becerileri ve manevi değerleriyle değerlendirilmesi gerektiğini vurgular.
“Şekerin değeri, kamıştan geldiği için değil, doğasında tatlılık olduğu içindir” örneği, bu fikri tamamlar ki, bir şeyin değeri, onun kökeninden değil, içsel özelliklerinden gelir. Şekerin değeri, kamıştan değil, onun doğasında bulunan tatlılıktan kaynaklanır. Bu da insanın değerinin yalnızca dış koşullardan değil, içsel özelliklerinden kaynaklandığını gösterir.
Sadi Şirazi, bu sözlerinde insanın gerçek değerini dış faktörlerin değil, içsel özelliklerinin belirlediğini vurgulayarak, insanın değerini daha yüksek ve manevi bir seviyede analiz eder. O, eğitimin, yeteneğin ve içsel değerlerin önemini belirterek, bu özelliklerin her bir insanın gerçek değerini belirlediğini ifade eder.
Sadi Şirazi, insanın değerini ölçerken yalnızca dış görünüşünü ve koşullarını değil, onun içsel niteliklerini ve eğitimini temel alır. Toplumun çoğu zaman insanları dış faktörlere göre değerlendirmesi, böyle bir yaklaşımı daha da önemli kılar. Çünkü dış görünüş, mal-mülk ve sosyal statü, insanın gerçek değerini yansıtmaz. İnsanların kendilerini geliştirmeleri, manevi ve entelektüel değerlerini artırmaları, onları daha değerli kılar. Sadi Şirazi, bu konuda birçok hikmetli örnek sunarak, insanın gerçek değerinin doğasında ve içsel özelliklerinde olduğunu gösterir.
Eğitim ve yetenek arasındaki ilişki, insanın gelişimi için hayati öneme sahiptir. Eğitim, bir insanın doğru bir şekilde yönlendirilmesini sağlarken, yetenek onu bu yolda ilerlemeye ve potansiyelini gerçekleştirmeye yardımcı olur. Bu iki unsur, birbirini tamamlayarak insanın hedeflerine ulaşmasına ortam hazırlar. Yetenek, eğitimle birleşmediğinde, insan yalnızca potansiyelinin küçük bir kısmını kullanabilir. Tersine, eğitimsiz yetenek de, toplum için ve kendisi için faydalı olmayacaktır, çünkü doğru yönlendirilmeden insanın becerileri de anlam taşımayacaktır. Bu nedenle, hem eğitim hem de doğru eğitim, insanın gelişimi için eşit derecede önemlidir.
Sadi Şirazi’nin “Kül, ateşten meydana geldiği için asil bir soy-sop taşır” örneği ile insanın manevi yükselişinin ne kadar önemli olduğu da vurgulanabilir. İnsanların ailevi kökenleri ve soyu onlara bazı avantajlar sağlasa da, en önemli şey, o kişinin kendisinin nasıl bir kişiliğe sahip olduğudur. Yüksek manevi değerler ve ahlaki nitelikler, insanı gerçek anlamda değerli kılar. Bu da demek oluyor ki, her insanın potansiyeli yalnızca kendi iç dünyasında bulunabilir. İnsan, kendini iyi eğiterek ve yeterince geliştirerek, kendi değerini artırır ve hayatında gerçek değerler kazanır.
Resul Mirhaşimli

Ben sanırdım âlem içre bana hiç yâr kalmadı,
Ben beni terk eylerim bildim ki ağyâr kalmadı.
Cümle eşyâda görürdüm hâr var gülzâr yok,
Hep gülistân oldu âlem şimdi hiç hâr kalmadı.
Gece gündüz zâr u efgân eyleyüb inlerdi dil,
Bilmezem n’oldu kesildi âh ile zâr kalmadı.
Gitti kesret, geldi vahdet oldu halvet dost ile
Hep Hakk oldu cümle âlem çarşı pâzar kalmadı.
Dîn diyânet âdet ü şöhret kamu vardı yele,
Ey Niyâzî n’oldu sende kayd-ı dindâr kalmadı.
Niyâzî Mısrî bu gazelinde insanın kendi benliğini ve acısını aşan bir anlayışa doğru yol almasını anlatır. Bu şiirde, insanın kendi benliğini kaybederek, tüm varlığın ve her şeyin birliğinde Yaratan’dan başka hiçbir farkın kalmadığı bir noktaya nasıl ulaştığı tasvir edilir. Bu, birçok mistik gelenekte olduğu gibi, insanın maddi ve zahiri dünyadaki bireyselliğiyle ilgili inkâr etmesi ve varlığın hakikatinde Onun, yani Yaratan’ın varlığını görmesi sürecidir. Ayrıca burada Niyâzî Mısrî, insanın iki katlı varlık hâlini – zahir ve batın – kendi içinde birleştirerek, müridin mürşidinin yardımıyla bu iki dünyadan da gerçek hakikate doğru yola çıkmayı açıklamaktadır.
Niyâzî Mısrî’nin beyitlerini analiz ederken ilk olarak bireysel “benlik” anlayışını ortadan kaldırma konusuna dikkat edilmelidir. Bireysel tecrübede her insan kendi “benliğini” hisseder, kendisiyle ilgili düşünceler, duygular ve iddialarla tanır. Bu da zahiri dünyada ikiliği ve farklılığı, yani “sen” ve “ben” anlayışlarını meydana getirir. Ancak mistik felsefede, özellikle sufizm geleneğinde insanın nefsinin gerçek benlikten uzak olduğu ve sadece maddi dünyada var olan ikilik hissini uyandırdığı kabul edilir.
Sufi ve mistik öğretilerde ise bu ikilik anlayışı, varlığın “bütün” olduğunu kabul eden bir yaklaşımla ortadan kaldırılır. Şeriat aşamasında insan bireyselliğini ve kendine ait olanları görür: bana ait olanlar, benim duygularım, benim tecrübem. Ancak bu anlayış yalnızca zahiri dünyadaki maddi varlıkta mevcuttur. Tarikat aşamasında ise ne sen sensin, ne de ben benim. Yani burada insan, kendi bireysel benliğini terk ederek, “yokluk” zevkine ulaşır ve ikilikten çıkarak vahdete doğru ilerler.
Varlığın üçüncü aşaması olan Hakikat aşamasında ise “sen” ve “ben” anlayışları tamamen ortadan kalkar. İnsan, mevcutatın tüm varlıklarında vahdeti görmeye başlar. O zaman insan hem kendini hem de tüm evreni tek bir varlık olarak kabul eder (Bu düşünce Hristiyanlıktaki panteizm felsefi öğretisinden farklıdır). Burada artık “ben” ve “sen” yok olur; çünkü her şey bir noktada birleşir. Tüm yaratılmışların kendine ait bir güzelliği ve hikmeti vardır. Bu zaman insan tüm varlıklarda Yaratan’ın tecellisini görmeye başlar.
Mistik deneyimde esasen iki önemli nokta vardır: fenâ ve bekâ. “Fenâ”, insanın kendini kendisinde kaybetmesi, “yokluk” durumuna düşmesi demektir. Bu aşamada insan, kendi bireysel kimliğini ve benliğini tamamen terk eder. “Fenâfillah” aşaması ise Allah’ta yok olmaktır. İnsan, Allah’ın varlığını tamamen hissederek, kendi varlığını Onunla birleştirir. Bu, insanın tüm keder ve acılarından, ikilikten ve bireyselliğinden arınması demektir. Artık yalnızca Allah’ın bir tecellisi olarak kalır. Bu aşama, özellikle sufi öğretilerinde, insanın Yaratan’la birleşmesi ve tüm varlığın birliğini hissetmesi olarak açıklanır. Bu durumda artık ayrılık yoktur, her şey Onun varlığında yerini bulur.
Bekâ ise “yoktan sonra var olmak” anlamına gelir. Bekâ, fenâ aşamasından sonra gelen, Yaratan’la olan birliğin devamı ve ebediyete yükseliştir. İnsan yalnızca Yaratan’ın tecellisi olarak kalır; ancak bireyselliği yok olmuştur. Bu aşamada insan, Hakk’ı her an ve her yerde hisseder, tüm kâinatı ve varlığı bir noktada görür. Fenâfillah aşamasından sonra insanın bakışı artık yalnızca Yaratan’ın hakikatine yönelmiş olur.
Niyâzî Mısrî’nin beyitlerinde bu vahdet anlayışı tam olarak işlenir. Tüm âlem Hakk olur; her şey birliğe dâhil olur, “çarşı-pazar kalmaz”, her şey Allah’ın iradesiyle birleşir. Tüm maddi ve zahiri âlem artık kendi varlığında Yaratan’ın varlığını yansıtan bir ayna gibidir. Varlık artık yalnızca bir bütünün parçasıdır ve insan bu bütünlüğü hem hissederek hem de şühudla (şahitlik) kavrar. Burada eğer bir insan tüm varlığı görüyorsa, artık o, varlığın hiçbir parçasını “hâr” (çirkin) olarak görmez; çünkü her şey Allah’ın yüce tecellisinin bir formasıdır.
Niyâzî Mısrî yukarıdaki şiiriyle insanın yalnızca maddi ve zahiri dünyadan ibaret olmadığına inanır. O, insanın zahiri benliğini terk ederek, içsel âlemindeki “Hakk’ı” hissetmesini ön plana çıkarır. Varlığın her bir noktasında Yaratan’la birleşmek, insanın manevi gelişiminin en yüksek aşamasıdır. Bu öğreti, insanı kendi benliğinden geçerek, “Fenâ” aşamasından “Bekâ”ya doğru ilerlemeye çağırır.
Bu noktada insan yalnızca Yaratan’la bir olmakla kalmaz; aynı zamanda tüm varlıkların birliğini hisseder. O zaman insan, artık “sen” ve “ben” anlayışlarını tamamen aşmış olur ve her şeyin bir vahdet içinde olduğunu kabul eder. O an insanın gözünde varlık tamamen yeni bir şekilde görünür; hiçbir ayrılık, hiçbir keder, hiçbir zorluk kalmaz. Çünkü her şey Ondan gelir ve Ona dönecektir.
Niyâzî Mısrî yazdıklarında sâlikin (yolcunun) “benlik”ten “vahdet”e doğru olan yolunu daha derinden anlatmaya çalışır. O, insanın kendi benliğini aşarak, Yaratan’la birleşmesi ve varlık âlemindeki her şeyin birliğini görmesi üzerine kurulu bir öğretiyi temsil eder. İnsan “fenâ” ve “bekâ” aşamalarından geçerek, yalnızca mutlak öz ile birleşebilir. Bu yolda tüm varlık, maddi ve manevi dünyadaki ikilikler ortadan kalkar ve insan, her şeyin bir noktada Allah’tan geldiğini kavrar.
Resul Mirhaşimli

Bugünkü modern toplumda, birbirimizi suçlamaktan, başkalarının hatalarını bulmaya çalışmaktan ve daha çok eleştirmekten başka, çoğu zaman birbirimizi sevmeye ve anlamaya zaman bulamıyoruz. Bu durum sadece bireysel ilişkilerde değil, aynı zamanda daha geniş sosyal yapılar içinde de kendini gösteriyor. Toplum olarak birbirimizi anlamak, hatalarımızı kabul etmek ve karşılıklı empati kurmak yerine, başkalarını suçlamak ve yargılamak daha kolay ve daha kabul gören bir davranış haline gelmiş durumda. Bu davranış, yalnızca sosyal ilişkileri zedelemekle kalmıyor, aynı zamanda toplumda manevi ve psikolojik bir çöküşe yol açıyor.
İnsanlar, çoğu zaman içsel huzursuzluklarını, memnuniyetsizliklerini ve hayal kırıklıklarını başkalarına yönlendirerek geçici olarak rahatlamaya çalışırlar. Ancak bu, uzun vadede yalnızca psikolojik durumlarını kötüleştirir ve daha büyük içsel çatışmalara yol açar. Çünkü suçlama, insanın sadece çevresindekileri eleştirmekle sınırlı kalmaz; aynı zamanda kendisini başkalarıyla kıyaslayarak daha “doğru” ve “iyi” olduğunu ispatlama isteğiyle de ilişkilidir. Bu da kişiyi daha fazla stres ve gerginlik altına sokar, nihayetinde depresyon ve kaygı gibi psikolojik sorunlara yol açar.
Öte yandan, suçlama kültürü toplumun sosyal dokusunu zayıflatır, karşılıklı güveni yok eder. İnsanlar, birbirine olan güvenlerini kaybeder ve bu da karşılıklı ilişkilerde ciddi yanlış anlamalar ve hoşnutsuzluklar meydana getirir. Hatta küçük sosyal gruplarda bile, herkesin birbirini suçlaması, herkesin kendi fikrini “doğru” kabul etmesi, toplumda sağlıklı bir diyalog ve anlayışın önünü tıkar.
Suçlama ve başkalarını suçlamak sadece psikolojik ve sosyal problemlere yol açmakla kalmaz, aynı zamanda empati eksikliğine de neden olur. İnsanlar, daha çok kendi konumlarını doğrulamaya çalışırken, diğer insanların duygularını ve bakış açılarını anlamakta zorlanırlar. Empati, bir insanın karşısındakini olduğu gibi anlaması ve onun duygularını hissetme yeteneğidir. Ancak toplumumuzda empati eksikliği daha çok kendini gösterir. Çünkü biz, çoğu zaman başkalarının hatalarını ve yanlışlarını bulmaya o kadar odaklanıyoruz ki, kendi hatalarımızı kabul etmekte zorlanıyor ve karşımızdakini anlamaya hiçbir fırsat tanımıyoruz.
Empati, karşılıklı anlayışa ve saygıya dayanır. Fakat empati eksikliğinin olduğu toplumda, insanlar daha sert tepkiler verir, eleştirir ve suçlar. Bu da sosyal ilişkilerin zayıflamasına, daha fazla izole olmaya ve psikolojik yalnızlığa yol açar. İnsanlar birbirlerinden uzaklaşır, daha az iletişim kurar ve çoğu zaman yalnızca kendi çıkarlarını düşünürler.
Sosyal medya ve dijital platformlar da suçlamaların boyutunu büyütmektedir. Bugünlerde insanlar, düşüncelerini ve fikirlerini başkalarıyla paylaşmak için sosyal ağlardan faydalanmaktadırlar. Ancak bu platformlarda kimliklerin anonimleşmesi, insanlar arasında empati kurmayı çok daha zor hale getirir. Sosyal medya, aynı zamanda daha sert tutumlara, şiddetli eleştirilere ve bazen nefret dolu paylaşımlara da neden olur. Anonimlik, toplumda sert tepkilerin ortaya çıkmasına yol açar; insanlar daha hızlı bir şekilde “haklı” olduklarını ispatlamaya çalışır ve karşı tarafı ne kadar suçlayabiliyorlarsa, o kadar üstün olduklarını düşünürler.
Bu durum sadece bireysel ilişkilerde değil, aynı zamanda toplumsal düzeyde de ciddi problemlere yol açar. Sosyal medyada yayılan bu eleştiriler ve suçlamalar, hatta gerçek hayatta sosyal çatışmalara neden olabilir. İnsanlar, çoğu zaman duygusal zekadan yoksun bir şekilde, başkalarının ne düşündüğünü ve ne hissettiğini anlamaya çalışmaz, bu da daha fazla çatışma ve anlaşmazlık meydana getirir.
Modern toplumun karşılaştığı bu problemleri aşabilmek için öncelikle empati ve anlayış kültürünü inşa etmek gereklidir. Bu amaçla, sosyal adalet ve duygusal eğitim meseleleri, toplumun eğitim ve sosyal yapılarında öncelikli olmalıdır. İnsanlara sadece entelektüel değil, aynı zamanda duygusal becerilerin de gelişmesi önemlidir. Empati ve karşılıklı anlayış becerilerinin geliştirilmesi, suçlama davranışlarını zayıflatabilir ve insanlar arasında daha olumlu ilişkilerin oluşmasına yardımcı olabilir.
Ayrıca, sosyal adalet ilkelerinin güçlendirilmesi de çok önemlidir. Toplumsal ilişkilerin doğru bir şekilde kurulması, sosyal eşitsizliklerin azaltılması ve insanların hak ve özgürlüklerinin korunması, toplumda daha sağlıklı ve empatik bir ortamın oluşmasına yardımcı olabilir. İnsanların daha anlayışlı, işbirliğine yatkın ve hoşgörülü bir şekilde birbirlerine yaklaşması için kolektif bir değişim gereklidir.
Sonuç olarak, suçlama ve empati eksikliği, modern toplumda karşılaşılan en ciddi sorunlardan biridir. Bu durum, yalnızca bireysel ilişkileri zedelemekle kalmaz, aynı zamanda toplumsal bağları ve kolektif psikolojik sağlığı da olumsuz etkiler. Empati ve anlayış kültürünün geliştirilmesi, toplumu daha sağlıklı, güçlü ve olumlu hale getirebilir. İnsanların birbirini anlamaya, hatalarını kabul etmeye ve karşılıklı ilişkilerini iyileştirmeye yönelik bir yaklaşım, toplumu daha iyi bir geleceğe doğru ilerletebilir. Bu değişim, yalnızca bireysel düzeyde değil, aynı zamanda kolektif bir çaba ile gerçekleştirilmelidir. Herkesin, daha anlayışlı ve empatik bir toplum inşa etmeye katkı sağlaması önemlidir.
Resul Mirhaşimli

Tasavvuf edebiyatında sanatsal imgeler ve semboller, çoğu zaman insanın içsel dünyasını, ruhani durumunu ve nefsin yolunu anlatmak için kullanılır. Bu sembollerden biri de murg (kuş) ve kafes imgeleridir. Burada murg, ruhu; kafes ise bedeni temsil eder. Arifler, bu semboller aracılığıyla bedenin ruh için sınırlayıcı karakterini ve insanın içsel özgürlüğünü vurgulamaya çalışmışlardır. Bu makalede, murg ve kafes imgelerinin derin anlamlarını inceleyerek, tasavvufi düşüncede ruh ile bedenin karşılıklı ilişkisini açıklamaya çalışacağız.
Tasavvuf felsefesinde beden, özellikle onun istekleri, insanın ruhani gelişimine engel olabilecek en büyük engeldir. Ruh, maddi dünyadan kurtulmak ve ilahi gerçeğe yaklaşmak ister; ancak bedenin tutkuları ve maddi arzuları bu yolu zorlaştırır. Muhammed Fuzuli, bu anlayışı şairane bir şekilde ifade eder. Şairin gazellerinden birinde şu beyiti görürüz:
Ruz-i hicrandır, sevin, ey murg-i ruhum, kim bu gün,
Bu kafesten ben seni, elbette, azad eylerim…
(Ayrılık günüdür, sevin ey ruhumun kuşu, bugün, Seni bu kafesten mutlaka kurtaracağım…)
Fuzuli’nin bu ifadesinde, ruhun beden denilen “kafesten” özgürleşmesi, onun ilahi mertebeye yükselmesi ve ilahi hakikatlere ulaşmasıyla özdeşleştirilir. Hicran (ayrılık), bu metnin bağlamında, bedenin maddi tutkularından uzaklaşarak, manevi bir nefsin arınması ve Allah’ın sevgisine daha yakın olmak anlamına gelir. Şairin murg (kuş) imgesine atıfta bulunması da sembolik bir açıklamadır: Kuş, özgürlüğü ve uçma yeteneğini temsil ederken, fani beden bu özgürlüğü kısıtlar.
Tasavvuf edebiyatında murg ve kafes imgeleri, birçok şair ve düşünür tarafından ruh ile bedenin karşıtlığını tasvir etmek için kullanılmıştır. Murgun uçuşu, serbestliği ve genişliği arzulayan ruhu; kafesin daralması ise maddi dünyanın sınırlarını ve nefsin çerçevelerini simgeler. Bu karşılaştırma, insanın iki zıt doğasının – maddi ve manevi – karşılaşmasının sanatsal bir ifadesidir.
Arifler, beden ile ruh arasındaki bu zıt ilişkileri anlamaya çalışarak, kendi hayatlarında bu karşıtlıkları aşmayı amaçlamışlardır. Ruhun yüksek idealleri ve manevi değerleri, bedenin dünya isteklerine karşı durmak ister. Ancak bedenin talepleri, bu mücadelenin önünde sürekli bir engel olarak durur. “Kafes”, burada nefsin kontrolünü, maddi dünyanın hevesini ve insanın içsel zayıflıklarını simgeler.
Tasavvuf edebiyatında murg ve kafes arasındaki bu ilişki, sadece bir şekil veya sembol olmanın ötesine geçer; aynı zamanda insanın manevi yolunun nasıl şekillendiğini gösterir. Arifler, bedenin maddi arzularından, belki de onun tutkularından feragat etmeyi ve ruhun ilahi hakikatleri kavrayabilmesi için kendisini arındırmayı öğütlerler. Bu yolda insan, bedenin sınırlamalarından kurtulur ve ruh, gerçek özgürlüğünü bulur.
Murg ve kafes imgeleri, tasavvuf edebiyatında ruh ile bedenin karşılıklı ilişkisini açıklamak için çok etkili bir semboldür. Bu imgeler, bedenin ruh için sınırlayıcı karakterini ve ruhun ilahi gerçeğe doğru yol alma isteğini aydınlatır. Fuzuli gibi büyük şairlerin bu imgeler üzerinden kurdukları şiirler ve felsefi düşünceler, insanın içsel özgürlüğünü bulma ve maddi dünyanın baskılarından kurtulma yolunu gösterir. Bu açıdan bakıldığında, murgun uçması ve kafesten kurtulması yalnızca sembolik bir imge değil, aynı zamanda insanın en büyük manevi arzusunun – ilahi özgürlüğe ulaşma – sanatsal ve mistik bir temsili olarak karşımıza çıkar.
Resul Mirhaşimli

Sözlü halk yaratıcılığı, bir etnosun ilk kültürünü yansıtmakla birlikte, tarihsel-etnografik manzaranın doğru bir şekilde betimlenmesini sağlar. Azerbaycan halk şarkılarının büyük bir kısmında derin anlamlar müzikle birlikte eşlik eder ve hüzünlü, kederli bir ruh hali oluşturur. Müziğin bu kadar kederli bir ahengi, halkın karşılaştığı problemler ve zorlukların bir toplamı olabilir; ancak genel atmosferdeki lirik anlam, halkın kültürünü şekillendirir. Şarkıların çoğunun içeriğini ise yarım kalmış aşk, hasret ve keder oluşturur. Şarkıların lirik bağlamında, bunların ortaya çıkış tarihini araştırmadan önce “şarkı” kelimesinin etimolojisini sunmak gereklidir.
Araştırmacılar, “mahnı” kelimesinin kökeniyle ilgili ortaya atılan fikirlerin çoğunda bu kelimeyi Türk boyunun adıyla ilişkilendirirler. Bayatı, Bayat Türk boyunun adını taşıdığı gibi, mahnı kelimesi de Mani Türk boyunun adıyla ilişkilidir. Bu kelimenin diğer Türk halklarında farklı leksik özellikleri vardır. Ancak anlamın açıklanmasına yönelik semantik çözümleme, aynı özü taşır. Bu kelime, müzik parçası anlamını ifade eder. Türkiye’de “şarkı” (Bu müziğin “Şarg’a – Doğu’ya” ait edilmesi nedeniyle bu şekilde fonetik bir biçim alır – R.M.), Türkmenlerde “hoyrat”, Azerbaycan Türklerinde ise “mahnı” şeklinde ifade edilir. Ancak tüm anlam, müziğin imgesel ifadesinde farklılık yaratmaz. Ahıska Türkleri, bayatı ve hoyratlara benzer şiir biçimleri ortaya koymuşlardır. Küçük bir şiir parçası, derin lirik anlamı içinde barındırır. Örnek olarak, Ahıska Türklerinin vatan özlemini bir maniyle nasıl parlak bir şekilde ifade ettiklerine bakalım:
Söğüd dalın cift tutem,
Altun atem, cift tutem.
Bir vatana kavuşsam,
Altı ay oruc tutem.
Bu maninin ortaya çıkış tarihi çok eski değildir. Gürcistan topraklarında yaşayan Ahıska Türklerinin Sovyetler zamanında sürgün edilmesinin ardından doğmuş olan bu mani, vatan hasreti çeken insanların dertlerini anlatmaktadır.
Doğu halklarının mahnı türü, küçük parçalarda derin anlamları kapsar. Azerbaycan’da şarkı yaratımı, bir zamanlar halkın etnografyasını, kültürünü ve günlük yaşamını birleştirebilmiştir. Bu tür daha çok bireysel bir karakter taşımaktadır; şarkıların çoğunda Aşık-Meşuk ıstırabı kendini göstermektedir. Bazen şarkıların metni, toplumsal ve siyasi atmosferlerin etkisiyle yasaklamalara tabi olmuştur. Bu müzik parçalarında ilk versiyonlardan bazıları günümüze başka şekilde ulaşmıştır. Ancak Sovyet rejiminin çöküşü, şarkının gerçek içeriğini geri getirememiştir. Halk şarkılarından birinin sözleri şöyle der:
Dağlardan aştım, düzə koymadılar,
Bezendim geldim, size koymadılar…
Folklorun çoklu versiyonlu olduğu mantığına dayalı olarak, herhangi bir örneğin farklı şekillerde olmasını örnek verebiliriz. Ancak mesele şudur ki, bu şarkının sözleri Sovyetler zamanında kasıtlı olarak değiştirilmiştir. Amaç, Kuzey Azerbaycan’da yaşayan insanların hafızalarındaki Güney Azerbaycan’daki yer adlarının silinmesiydi. Şarkının ilk içeriği şu şekildeydi:
Dağlardan aştım, Hoya qoymadılar,
Bəzəndim gəldim, toya (düğün) qoymadılar.
Görüldüğü gibi, Güney Azerbaycan’daki Hoy şehrinin adı şarkının sözlerinden çıkarılarak tamamen başka bir anlam oluşturulmuştur. Fakir bir insanın zengin insanların düğününe alınmaması gerçeği, halkımızın masal örneklerinde de karşımıza çıkmaktadır.
Şarkıların edebi-lirik içeriğine dikkat ederek, onların ortaya çıkış tarihini de aydınlatmak mümkündür. Bugüne kadar şarkıcılarımızın seslendirdiği oldukça popüler olan “Apardı seller Saranı” adlı halk şarkısı, belirli bir zaman diliminde ortaya çıkmış ve tanınmış bir şahsiyetin adıyla ilişkilidir. Güney Azerbaycan’ın Karadağ bölgesinin Üşdibin kasabasında yaşayan Azerbaycan şairi Abulkasim Nebati’nin mahlaslarından biri Hançoban olmuştur. Şairin 19. yüzyılda yaşadığını göz önünde bulundurursak, şarkının da şairin yaşadığı yıllarda ortaya çıktığını söylemek mümkündür. Şarkının sözlerine baktığımızda, sevgilisi trajik bir şekilde ölen şairin mahlası, şarkının metninde yer almaktadır:
Gedin, deyin, Hançobana,
Gelmesin bu yıl Muğana.
Muğan batıb nahag kana,
Apardı seller Saranı,
Bir alagözlü balanı.
Azerbaycan halk şarkıları arasında tarihsel etnografiyi yansıtan en eski örneklerden biri “Sarı gelin” şarkısıdır. Adındaki renk anlamı, gerçek etimolojisini incelemeyi gerekli kılmaktadır. Şunu belirtmek gerekir ki, sarı kelimesi bu şarkının sözlerinde renk anlamını vermez. Çünkü bu şarkıdaki sarı kelimesi, incelik anlamında kullanılmıştır. Bir sembol olarak, sarı ifadesi, daha çok inceliği bildirir. Sarı sim (tel) müzik aletlerinde en zarif ve kırılgan özelliğe sahiptir. “Kalbimin sarı siminə dokundu” meselesinde, kimse kalbinin tellerinin en zarifinin sarı renkte olduğunu iddia edebilir? Şarkının sözlerinde ifade edilen düşünceler ise eski gelenekleri ve etnografik içeriği gösterir:
Saçın ucun örmezler,
Gülü sulu dermezler.
Bu sevda nə sevdadır?
Seni bana vermezler.
Gülün sulu, yani çiğli şekilde toplanması, onun çabucak solmasıyla sonuçlanır. Bu dizelerde, bir kişinin yarım kalmış sevgisinin sonunun trajediyle biten aşk hikayesi anlatılmaktadır. Gülün sulu toplanması, onun ölümünü, solmasını belirlerken, saçın ucunun örülmesi de kadının hayatındaki acıyı ifade eder. Eşi ölen kadınların saçlarının ucunun örülmesi, Türk halklarının birçok kültüründe etnografik bir anlam taşır. Derin hüzün öğelerini içinde barındıran bu halk şarkısının ortaya çıkış tarihi, İslam’ın Türklerin yaşadığı topraklara yayılmasından önceki zamanlara dayanıyor diyenler de vardır.
Günümüze halk şarkıları olarak gelmiş örneklerin bazıları, yazarları bilinmeyen ve belirli bir durumun ürünüdür. “İrevanda hal (ben) kalmadı” şarkısının sözleri ve müziği ünlü Azerbaycan sanatçısı Cabbar Karyağdıoğlu’na aittir. Bir halk şenliğinde ortaya çıkan bu müzik, yaklaşık iki yüz yıldır aynı popülerlikle söylenmektedir.
Bazen şarkılar, yazarlarını takip baskılarının içine de sokabilir. Karabağ’dan gelen şanlı sanatçı Han Şuşinski’nin yazarı olduğu “Şuşanın dağları” şarkısı, şarkının yazarına Sovyetler zamanında problemler yaratmıştır. Şarkıda yer alan ifadeler, siyasi bir renk kazanmış ve yazarı takiplere maruz kalmıştır:
Dinleyiciye çok basit görünen bu tür müzik örnekleri, aslında derin anlamlar taşırken, dönemin toplumsal ilişkilerini de içinde barındırmaktadır. Bu yüzden bazen yalnızca bir kişinin çektiği dert ve acıyı gösteren folklor örnekleri, tarihsel-etnografik manzaranın gerçek sahnesini sergileyebilir ve bu örneklerin yazarları olan Türk halkının ne kadar eski ve felsefi bir dünya görüşüne sahip olduğunu günümüze aktarır.
Resul Mirhaşimli

Bazen kendinize soruyor musunuz:
“Fe ayne tezhebûn” (…(yüz çevirip) nereye gidiyorsunuz?) (“Tekvir” Suresi, Ayet 26)
“Tekvir” suresinin 26. ayetindeki “Fe ayne tezhebûn” ifadesi, insanın hayatının sonuna, ahirete, ölüme ve kendi kaderine bakışını ifade eden derin bir sorudur. Bu soru, insanın dünya hayatında neye yöneldiğini, hangi amaç ve niyetle yaşadığını düşünmeye davet eder.
Bu ayet, insanın varlığının geçici olduğunu ve bir gün bu dünyadan ayrılacağını hatırlatır. Her insanın hayatında bir amaç, yön ve değer arayışı vardır. Bu soru, insanın kendi seçimlerini, davranışlarını ve yaşam tarzını gözden geçirmesine teşvik eder. Nereye gitmek, yani hayatın sonunda neyle karşılaşacağımız, bu dünya hayatında yaptıklarımızla yakından ilişkilidir.
Birçok insan bu soruyu düşündüğünde, kendi davranışlarını ve ahlakını, aile ve toplumla olan ilişkisini değerlendirmeye başlar. İslam’da bu anlayış, insanın ahirete hazırlığı, günahlarından tövbe etmesi ve iyi ameller yapması yönünde bir çağrıdır. Ayrıca, “Fe ayne tezhebûn” sorusu, insanları daha derin düşünmeye, varlık ve var olmak hakkında sorular sormaya davet eder. Hayatın anlamı, insanın ruhsal gelişimi ve içindeki değerlerin arayışı bu sorunun etrafında şekillenir.
Bu anlamda, ayet, insanları kendi hayatlarına bakmaya, kendilerini analiz etmeye ve gelecekleri için sorumluluk taşımaya davet eder. “Fe ayne tezhebûn” sorusu, her birimiz için önemli bir çağrıdır: Nereye yöneliyoruz, nereye gidiyoruz ve bu yolda ne yapmalıyız? Bu sorular, insanın manevi gelişimini ve kişiliğini şekillendirir.
Kur’an’ın “Tekvir” suresinin 26. ayetindeki “Fe ayne tezhebûn” (…(yüz çevirip) nereye gidiyorsunuz?) ifadesi, insanın hayatına, dünyada yaşadığı sürece hangi amaç ve niyetle hareket ettiğine dair derin bir sorgudur. Bu soru sadece bir dinin anlayışı değil, aynı zamanda bütün insanlık için hayatın anlamını ve amacını bulmak için bir çağrıdır. Hayatın sonuna, ölüme ve ahirete dair düşünceler, bizi kendimizle hesaplaşmaya ve varlığımızın durumunu daha derinden kavramaya davet eder.
İslam’ın temel ilkelerinden biri, insanın bu dünyadaki hayatının geçici olduğudur. Kur’an-ı Kerim’in çeşitli ayetlerinde insanın bu dünyada bir sınavdan geçirildiği ve hayatının bir sonu olduğuna dair birçok hatırlatma vardır. “Fe ayne tezhebûn” ifadesi de bu geçici hayatın sonluluğuna dair insanı düşünmeye teşvik eder. Her insanın hayatında bir son vardır ve bu sona yaklaşan her an, insanı kendi faaliyetlerini, seçimlerini ve hayatının gerçek amacını değerlendirmeye zorlar.
Bunun yanı sıra, ayet, insanın hareketlerinin, amellerinin ve yaşam tarzının sonuçlarının ahiretteki etkilerini vurgular. Bu soru bize hatırlatır ki, bu dünyada yaptıklarımız, inancımız ve ahlakımız, gelecekte bizimle nasıl karşılaşacağımızı belirleyecektir. İnsanların bu dünyadaki faaliyetleri, onların ahiret hayatını şekillendiren temel faktördür.
Hayatın anlamı hakkında sorulabilecek en büyük sorulardan biri “Nereye yöneliyoruz?” sorusudur. İnsan, bu dünyada birçok amacın peşinden koşar: bazıları mal-mülk, bazıları başarı, nüfuz ya da ünlülük peşindedir. Ancak Kur’an’ın bu ayeti, insana daha büyük bir amacın olduğunu hatırlatır: Ahiret. İnsanların hayatı geçicidir ama ahiret sonsuz olacaktır. Bu anlamda, hayatın amacı yalnızca dünyada maddi kazançlar elde etmek değil, aksine ebedi hayatta iyi ameller biriktirmek, doğru yolda olmak ve insanın manevi gelişimini sağlamaktır.
“Fe ayne tezhebûn” sorgusuna cevap bulmak, insanın hayatını analiz etmesi ve ne için yaşadığını, nereye yönelmesi gerektiğini anlaması için bir fırsattır. Bu soru, insanın kendisini sorgulamasına ve hayatının amacını doğru bir şekilde belirlemesine olanak tanır. Eğer insan hayatının amacını doğru bir şekilde belirlemezse, hayatını boşuna geçirir ve sonu hakkında düşünmez.
Her insanın hayatında belirli bir amacı vardır. Bu amaç farklı olabilir: bazılarının hayatındaki amacı daha iyi bir iş bulmak, bazılarının ise aile kurmaktır. Ancak bu amaçlar dünya hayatının amaçları olduğundan, ahirete yönelmiş daha büyük bir amacın temelini unutmamak gerekir. İslam’da temel amaç, Allah’ın rızasını kazanmak ve O’na yakınlaşmaktır. Hayatın amacını doğru bir şekilde belirlemek, insanın ahirete hazırlığını artırır ve onu daha derin bir manevi yolculuğa çıkarır.
Ayetin “Fe ayne tezhebûn” ifadesi, sadece insanın kendi hayatına, anlamına ve amacına dair düşünmesini istemez, aynı zamanda insanların günlük yaşamda kendi ahlaklarını ve diğer insanlarla ilişkilerini de değerlendirmelerini teşvik eder. Her insanın yaptığı hareketler, sözleri, davranışları ve ilişkileri hem topluma hem de kendi ahiretine etki edecektir. İnsanların ahlaklı davranması, doğru kararlar vermesi ve birbirlerine karşı merhametli olmaları, Kur’an’ın temel ilkelerindendir.
İslam’da iyi ameller, insanın ahiret hayatı için gereklidir. Kur’an’ın birçok ayetinde insanlar arasında güzel davranışın, dürüstlüğün ve yardımseverliğin önemi vurgulanır. Bu da insanı “Fe ayne tezhebûn” sorusuna cevap verirken, hem kendisinin hem de başkalarının mutluluğu için ne yapması gerektiğini düşünmeye davet eder. İslam’ın önerdiği ahlaki değerler, insanları yalnızca bu dünyada değil, ahirette de başarıya yönlendirir.
“Fe ayne tezhebûn” sorusu aynı zamanda tövbe etmek, geçmişteki hatalardan ders almak ve gelecekte daha doğru bir yaşam sürmek için bir çağrıdır. Her insanın hayatında hatalar ve günahlar olabilir; fakat İslam’da tövbe etmekle insan bu günahları affettirir ve iyi ameller yapmaya çağrılır. Allah’ın rahmetine inanan her insan, hatalarını anlayarak, tövbe edip yeni bir sayfa açmaya çalışmalıdır.
Hayatın sonu hakkında düşünmek, insanın kendisini değerlendirmesine, amaçlarını yeniden belirlemesine ve ahirete hazırlık sürecini başlatmasına olanak tanır. Bu, aynı zamanda onu iyi ameller yapmaya, Allah’ın emirlerine uygun davranmaya ve insanlara hizmet etmeye yönlendirir. İnsanlar iyi ameller yaparak ve tövbe ederek, Allah’ın rızasını kazanmaya ve ahiret hayatında ödül almaya çalışmalıdır.
“Fe ayne tezhebûn” sorusu, Kur’an’ın insanlara verdiği önemli bir hayat dersidir. Bu soru sadece insanı ölüm ve ahiret hakkında düşünmeye yöneltmekle kalmaz, aynı zamanda insanın bu dünyada hangi amaç ve niyetle yaşadığını anlamasına yardımcı olur. Hayatın sonluluğunu hatırlamak, insanı kendi hayatını daha iyi bir şekilde şekillendirmeye, manevi gelişimini sağlamaya ve gelecekteki hayatı için sorumlu kararlar almaya teşvik eder.
Bu soru sadece bir dini öğreti değil, aynı zamanda insanın hayatını daha derin, daha anlamlı ve daha amaçlı yaşaması için verilen bir çağrıdır. Nereye yöneliyoruz, nereye gidiyoruz ve bu yolda ne yapmalıyız? Bu sorulara cevap bulmak, insanın manevi gelişimini, ahlakını ve gelecekteki hayatını şekillendirir.
Resul Mirhaşimli

Tüm renkler bir renk kaynağından türemektedir; çeşitleri ise duruma bağlıdır. Bu benzetme insanlara da uygulanabilir. Kalp, Hakk’a mekan verilen yerdir. O mekanı saf tutanların kalbine Hak hâkim olur. Kalp paslandıkça Hak oradan uzaklaşır. Hakk’ın mekânı olan kalbin nişanesi simadan belli olur. Hurufiler, insan yüzünü çizgilere böler ve her birine ayrı bir felsefi anlam verir. “Kun feyekun” hikmeti insanın yüzünde yazılıdır bu çizgilerde. Ünlü Azerbaycan şairi İmadeddin Nesimi de şöyle yazıyordu:
“Hak Teala, ilm içinde çünkü “simahum” dedi,
Her kişinin yüzüne bak, suretinden bellidir.”
İnsanların yüzüne dikkatlice bakıldığında, kalplerinin temiz ya da kirli olduğu yüzlerinden anlaşılacaktır. Burada güzelliğin şart olduğu söylenemez. Kalp kirlenince sima değişir; insan amansız, barışmaz, merhametsiz ve zalim olur.
Renklerin bir rengin kaynağı olması ve insanların ruh halleri arasındaki bağ, daha derin felsefi ve mistik anlamlar taşır. Renklerin çeşitliliğinin duruma bağlı olması, insanın iç dünyası ve kalbinin temizliğinin dış görünümüne ve davranışlarına nasıl etki ettiğini yansıtır. İnsan kalbi, varoluşun gerçek mahiyetinin, Hak’ın ışığının mekânıdır. Hak’ın ışığı yalnızca kalbi saf olanlara nasip olur.
Kalp paslandıkça, insanın davranışları da değişir. Bu, etrafında gerçekleşenlerle, kişisel deneyimlerle ve dünya görüşüyle bağlantılıdır. İnsanların kalbinin paslanması, onları amansız ve merhametsiz yaparak başkalarına karşı empati hissini azaltır. Bu değişiklik, insanın simasında da açıkça görülür.
Hurufilerin insan yüzünü çizgilere bölmesi, her bir çizginin farklı bir anlam taşıması, insanın iç dünyasının dış görünüşte nasıl yansıdığını gösterir. İnsan yüzündeki her çizgi bir sembolü gizler. Bu sembollerin anlamlarının açılması ise özel bilgi ve eğitimle mümkündür. “Kun feyekun” hikmeti, insanın varoluşunun derin anlamını simasında taşıdığını vurgular.
Nesimi’nin sözleri, insanın dış görünümünün, onun içsel durumunun bir göstergesi olduğunu hatırlatır. “Her kişinin yüzüne bak, suretinden bellidir” diyerek, insanların yüzüne bakarak kalplerinin durumunu anlamanın bir yolu olduğunu belirtir. Bu, insanın içindeki manevi dünyasına ve onun dış dünyaya nasıl etki ettiğine dair derin düşünmeye sevk eder.
Böylelikle, insan kalbinin temizliği, onun iç dünyasıyla doğrudan ilişkilidir. Kalbi saf olan insanların yüzleri nurla doludur; davranışları ise başkalarına karşı merhamet ve anlayışla zengindir. Aksine, kalbi paslanmış bir insanın siması ve davranışları, içindeki karanlıkların, negatif duyguların bir sonucu olarak toplumdaki ilişkilerini bozar.
İnsanların yüzüne dikkatlice bakmak, onların iç dünyasına bir pencere açar. Bu bakış, insanları daha derin bir şekilde anlamaya, ruhlarının durumunu görmeye imkân tanır. Her bir insan, kalbindeki nur ile dış dünyadaki ortamını şekillendirir. Kalbini temiz tutmak, kişinin ve toplumun güzelliği için hayati önem taşır.
Sonuç olarak, kalbin temizliği ve Hakk’a yakınlık, insanın simasında, davranışlarında ve iç dünyasında kendini gösterir. Bu, insan ruhunun aydınlık bir renk paletisine sahip olmasını sağlayarak topluma da olumlu etki eder. İç dünya ile dış dünya arasındaki bu bağı anlamadan, insanların gerçek mahiyetini kavramak zordur.
Resul Mirhaşimli

“Zulüm ile berbat olan, adaletle abat olur.”
Ata sözü
İnsan mutluluğunun temeli hak ve adalettedir. Bir insana yapılan haksızlık, tüm topluma zarar verir. Hak ve adalet duygusu bireylerden başlamalıdır. İnsan, kendi mutluluğu için bireyin mutluluğunun önemli olduğuna inanmalıdır.
Adalet yalnızca bireyler arasında eşitlik ve adil ilişkiler oluşturmakla kalmaz, aynı zamanda toplumun tüm kesimlerinde olumlu bir etki yaratır. Bir insana yapılan haksızlık, bütün toplumun ruhuna zarar verir. İnsanlar arasında güvensizlik ve itimatsızlık yaratır. Bu durum, toplumun birliğini ve uyum içinde yaşamasını tehdit eder.
Hak ve adalet duygusu bireylerden başlamalıdır. Her insan, kendi davranışlarında adil olmalı, başkalarının haklarını tanımalı ve onlara saygı göstermelidir. Bireyler, adaleti yalnızca yasalarla değil, aynı zamanda ahlaki ve etik ilkelerle de güçlendirmelidir. Bu, insanların birbirine karşı olan ilişkilerini daha sağlıklı ve olumlu hale getirir.
İnsanın kendi mutluluğu için bireyin mutluluğunun önemli olduğuna inanmak, toplumun gelişimi için temel bir anlayıştır. Bireyin mutluluğu yalnızca onun kişisel başarılarıyla değil, aynı zamanda başkalarıyla olan ilişkileriyle ölçülmelidir. Kendi mutluluğunu arayan bir insan, aynı zamanda başkalarının mutluluğuna da dikkat etmelidir. Bu anlayış, insanların birbirine destek olmasını, yardımlaşmasını ve birlikte yaşamasını teşvik eder.
Böylece, insan mutluluğu hak ve adalet ilkelerine dayanır. Bireysel düzeyde başlayan bu süreç zamanla toplumun tüm katmanlarına yayılmalı ve genel refahın artırılmasına yönelmelidir. Hak ve adaletin tesisi, yalnızca bireylerin değil, tüm toplumun mutluluğunu güvence altına alacaktır. Herkesin kendi haklarını tanıdığı, birbirine saygı gösterdiği ve adil davrandığı bir ortamda insanlar daha mutlu ve başarılı olabilirler.
Eski Türklerde adalet anlayışı, toplumun hayatında önemli bir yer tutmaktaydı. Türk boyları arasında adalet, hukuk ve kural kavramları geleneklere ve sosyal normlara dayanmaktaydı. Eski Türklerin adalet anlayışı genellikle birlikte yaşamaya, toplumun refahına ve insanların birbirine olan ilişkilerine dayanıyordu. “Töre” (kanun, kural) adı altında bir araya gelen ahlaki değerler, toplumun istikrarı ve uyumu için temel bir rol oynamaktaydı. Bu değerler, savaş veya çatışma zamanlarında da korunmaktaydı.
İslam dini, adalet anlayışını daha da derinleştirdi. Kur’an-ı Kerim’de adalet, “Allah size emaneti ehline vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adaletle hükmetmenizi emrediyor” (“Nisa” suresi, ayet 58) gibi ayetlerde vurgulanmaktadır. İslam, adaleti yalnızca bireysel bir mesele değil, aynı zamanda toplumsal bir mesele olarak da sunmaktadır. İslam dininde adalet, insanın kendi hakkını talep etmesi ve başkalarının haklarını tanıması ile sıkı bir şekilde bağlantılıdır.
Türk-İslam kültüründe adalet, toplumun sağlığını korumak ve insanların karşılıklı ilişkilerini düzenlemek amacını güder. Eski Türklerde olduğu gibi, İslam’da da adalet, sosyal adalet, eşitlik ve insanlara karşı olan sorumluluk anlayışlarını kendi içinde barındırır. Bu, insanların birbirine olan ilişkilerini daha sağlam bir temel üzerinde kurmalarına olanak tanır.
Böylece, eski Türklerin adalet anlayışı ve İslam dininin adalete yaklaşımı, hem bireysel hem de toplumsal düzeyde insanları bir araya getiren, onların hak ve sorumluluklarını düzenleyen temel prensiplerdir.
Resul Mirhaşimli

Türkiye Eğitim Bakanlığı’nın, Orta Asya’nın Türkistan olarak adlandırılmasıyla ilgili aldığı karar, yalnızca bölgenin tarihi ve kültürel kimliğini yeniden tesis etmekle kalmayacak, aynı zamanda Türk Devletleri Teşkilatı’nın gelişimine ve Türk cumhuriyetleri arasındaki entegrasyonun derinleşmesine de olumlu etkiler sağlayacaktır.
5 Aralık 1922’de Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nin (SSCB) kurulması sırasında, Türkistan bağımsız bir cumhuriyet olarak bu devlete birleştirilmiştir. Bu dönemde, Türkistan adı, bölgenin etnik ve kültürel çeşitliliğini temsil eden bir sembol olmuştur. Ancak, Stalin’in baskı döneminde Türkistan’ın “Orta Asya” olarak adlandırılması, onun kültürel ve milli kimliğine ciddi bir darbe vurmuştur. Bu değişiklik, bölgenin tarihi mirasının unutulmasına, etnik olarak aynı Türk halklarının birbirinden uzaklaşmasına sebep olmuştur.
Stalin döneminde gerçekleştirilen baskılar, Türklerin milli kimliğini zayıflatmış, onların tarihi ve kültürel miraslarına olan ilgiyi azaltarak, parçalanmaya yol açmıştır. Türkistan adı, yalnızca coğrafi değil, aynı zamanda tarihi ve kültürel bir kimliğin simgesi olarak unutulmuştur. Ayrıca, Türkistan, SSCB’ye karşı birçok isyanın da merkezi olmuştur. Sovyetlerin ilk dönemlerinde başlayan isyanlar, 1930’lu yıllardaki “Köylü Reformu” döneminde daha da güçlenmiştir. Bu isyanlar, Türk halklarının bağımsızlık arzularını, kültürel ve siyasi haklarını yeniden kazanmaya çalıştıkları bir dönemi simgeler.
Türkiye Eğitim Bakanlığı’nın bu kararı, Türk Devletleri Teşkilatı’nın gelişiminde müstesna bir önem taşımaktadır. Türk Devletleri Teşkilatı, 2019’dan itibaren faaliyetlerini güçlendirmiş ve Türk devletleri arasında işbirliğini artırmak amacıyla çeşitli girişimler başlatmıştır. Türkistan’ın yeniden adlandırılması, bu teşkilatın misyonunu daha da güçlendirecektir.
Türkistan adı, Türk cumhuriyetleri arasında birliği ve dayanışmayı simgeler. Bu, kültürel değişim, ekonomik işbirliği ve siyasi ilişkilerin derinleşmesi için yeni fırsatlar sunacaktır. Böylece, Türk devletleri, bağımsız milli kimliklerini korumakla birlikte, ortak tarihi ve kültürel miraslarını da yaşatmaya çalışacaklardır.
Türkistan’ın yeniden adlandırılması, bölgedeki Türk halkları arasında entegrasyonu artıracaktır. Bu karar, Türk devletleri arasında dil, kültür ve tarih bakımından daha sık ilişkilerin kurulmasına neden olacaktır. Aynı zamanda, bu adın yeniden kazanılması, genç nesillere Türkistan’ın tarihi ve kültürel mirasını öğretmek için bir fırsat yaratmaktadır.
Türkistan’ın yeniden tanınması, yalnızca kültürel alanda değil, aynı zamanda ekonomik ve siyasi alanlarda işbirliğinin artmasına imkân tanıyacaktır. Ekonomik projeler, turizm, eğitim ve kültürel değişim alanlarındaki girişimler, Türk devletlerinin birbirine daha da yakınlaşmasına katkı sağlayacaktır.
Türkiye Eğitim Bakanlığı’nın Türkistan adlandırılmasıyla ilgili kararı, tarihi adaletin yeniden tesis edilmesi ve Türk Devletleri Teşkilatı’nın güçlendirilmesi açısından önemlidir. Bu karar, Türk cumhuriyetlerinin entegrasyonu için yeni bir dönem açmaktadır. Türkistan adı, kültürel kimliğin, tarihi mirasın ve birliğin sembolü olarak gelecek nesillere aktarılmalıdır. Bu yolda atılan her adım, Türk devletlerinin birbirine yakınlaşmasına ve ortak gelişimine hizmet edecektir.
Resul Mirhaşimli


2006 yılında Türkiye’nin Elazığ şehrinde düzenlenen “Hazar Şiir Akşamları” etkinliğinde tanışma fırsatı bulduğum Ali Akbaş, Türk şiirinin önemli isimlerinden biridir. O zamana kadar şairin “Şehriyar’a Veda” ve “Göygöl” gibi eserleri aracılığıyla tanıyordum. Ali Akbaş, Azerbaycan’ı derin bir sevgiyle seven ve ülkemizi iyi tanıyan bir şair olarak dikkat çekiyor.
Ali Akbaş, derin yeteneği ve mükemmel yaratıcılığıyla tanınırken, tevazuuyla da gönülleri fethetmektedir. Elazığ’daki birkaç günüm boyunca, onunla yaptığım tatlı sohbetler ve Azerbaycan hakkında paylaştığı anılar beni derinden etkiledi. Ali Akbaş’a, Azerbaycan’ın ustad şairlerinden Məhəmmədhüseyn Şəhriyar’a adanmış en güzel şiirin onun kaleminden çıktığını söylediğimde, o mütevazı bir şekilde bu fikre katılmadı. Ancak, “Şehriyar’a Veda” şiirinin birkaç dizesini paylaşarak düşüncemi kanıtlamak istiyorum.
Şairin eserlerinde dile getirdiği derin duygular, edebi estetiği ve özgün yaklaşımıyla, Şehriyar’a duyulan özlemi ve onun sanatkârlığını mükemmel bir şekilde yansıtmaktadır. “Dâhîlere dünya dar geliyor, dar” gibi dizeler, sanatın evrenselliğini ve şairlerin ruh hallerini öne çıkarıyor. Bu dizelerle, Ali Akbaş’ın sadece bir şair değil, aynı zamanda bir düşünür olduğunu da görüyoruz.
Ali Akbaş’ın kalemi, Türk edebiyatında önemli bir yer tutuyor ve Azerbaycan’ın kültürel zenginliğine yaptığı katkılarla da dikkat çekiyor. Bu vesileyle, Ali Akbaş’a cansağlığı diliyor, Şehriyar’a da rahmet niyaz ediyorum. Şiirleriyle hayatımıza dokunan bu değerli sanatçılar, her zaman hatırlanacak ve gelecek nesillere ilham verecektir.
Şehriyar’a Veda
Tebriz’e gidelim yol hara dağlar
Babası ölürse el kara bağlar
Akbaş ölsün, yalnız anası ağlar
Şehriyâr ölürse bir diyar ölür.
Ali Akbaş’ın “Şehriyar’a Veda” şiirindeki bu dizeler, derin bir hüzün ve kaybetme duygusu taşıyor. “Akbaş ölsün, yalnız anası ağlar” dizesi, bireysel bir acıyı evrensel bir kayıpla harmanlayarak, sanatın ve sanatçının değeri üzerine düşündürüyor. Son dize ise, Şehriyar gibi büyük bir sanatçının kaybının sadece bireyler için değil, bir kültür ve diyar için de yıkıcı etkilerini vurguluyor. Bu şiir, hem kişisel bir veda hem de bir ulusun kültürel kimliğine yapılan bir saygı duruşu niteliğinde…
Göygöl Şiiri
Şairin Azerbaycan hakkında yazdığı bir diğer şiir ise “Göygöl” şiiridir.
Bir seher vaktinde vardık Göygöl’e
Burada kızlar gül takıyor kâküle
Alev alev bir gül attım su yandı
Sunam derin uykusundan uyandı
Yavaş yavaş araladı perdeyi
Gönlüm göle düşmüş yaban ördeği
Giyinip kuşanmaya erinmiş Göygöl
İpekten tüllere bürünmüş Göygöl
Ali Akbaş’ın “Göygöl” şiiri, doğanın güzelliklerini ve bu güzelliklerin insana sağladığı huzuru muhteşem bir dille aktarıyor. “Bir seher vaktinde vardık Göygöl’e” dizesiyle başlayan şiir, sabahın erken saatlerinde doğanın tazeliğini ve canlılığını hissettiriyor. Kızların kâkülüne gül takması, bölgenin kültürel zenginliğini ve kadınların zarafetini simgeliyor.
“Sunam derin uykusundan uyandı” dizesi, doğanın uyanışıyla birlikte insan ruhunun da uyanışını sembolize ediyor. Bu, hem fiziksel hem de duygusal bir yenilenme anıdır. “Gönlüm göle düşmüş yaban ördeği” ifadesi ise, aşkın ve doğanın iç içe geçmişliğini ve kişinin ruh halini doğayla özdeşleştirdiğini vurguluyor.
Şiirin devamındaki “Giyinip kuşanmaya erinmiş Göygöl” ve “İpekten tüllere bürünmüş Göygöl” dizeleri, Göygöl’ün doğasını betimleyerek onu adeta bir gelin gibi süslü ve zarif tasvir ediyor. Ali Akbaş, kelimeleriyle okuyucuyu bu büyülü mekâna davet ediyor ve oradaki güzellikleri derin bir sevgiyle paylaşıyor. Bu şiir, hem doğaya hem de insan ruhuna dair derin bir anlayış sunuyor.
Göygöl’de Sonbahar
Şimdi yaylaların sonbaharıdır
Dağları kaplayan süt buharıdır
Yapayalnız kalmış kuğulu Göygöl
Ağlayan göz gibi buğulu Göygöl
Uzar kıyısında bir sarı kamış
Kendini seyreder sularda yaz kış
Şimal küleğiyle kar geliyor kar
Sunamı tufandan koruyun dağlar.
Ali Akbaş’ın “Göygöl” şiirinin bu bölümü, sonbaharın getirdiği melankoli ve doğanın dönüşümünü derin bir duygusallıkla aktarıyor. “Şimdi yaylaların sonbaharıdır” dizesi, mevsimlerin geçişinin ve doğanın ruh halinin bir yansıması olarak öne çıkıyor. Dağların süt buharı ile kaplanması, doğal güzellikleri ve mistik bir atmosferi sembolize ediyor.
“Yapayalnız kalmış kuğulu Göygöl” ifadesi, yalnızlığın ve hüzünlü bir güzelliğin birleşimini hissettiriyor. Kuğular, zarafetin ve asaletin simgesi olarak, Göygöl’ün huzurunu ve aynı zamanda yalnızlığını vurguluyor. “Ağlayan göz gibi buğulu Göygöl” dizesi, suyun derinliği ve duygusal yoğunluğu ile şairin içsel dünyasını bir araya getiriyor.
“Uzar kıyısında bir sarı kamış” dizesi, doğanın detaylarına dikkat çekerek, gölün çevresindeki sade ama etkileyici manzarayı betimliyor. Kamışın sularda kendini seyretmesi, doğanın öz benliğiyle yüzleşmesini simgeliyor.
Son dizedeki “Sunamı tufandan koruyun dağlar” ise, doğanın koruyuculuğunu ve insanın doğa ile olan ilişkisini ön plana çıkarıyor. Bu, sadece bir mekânın değil, aynı zamanda bir duygunun korunmasına dair bir çağrıdır. Ali Akbaş, bu şiirle doğanın değişkenliğini ve insan ruhundaki yankılarını ustalıkla ifade ediyor.
Azerbaycan’ı Seven Şairlerin Duyguları
Azerbaycan’ı seven Türk şairlerinin duyguları, iki kardeş ülkenin kültür ve dil yakınlığı ile doludur. Bu şairler Azerbaycan’ı, onun zengin mirasını, güzelliğini ve halkını ilham kaynağı olarak görmüşler ve derin sevgi ve saygıyla yazmışlardır. Bu şairlerin eserleri sadece edebiyatın güzelliğini değil, aynı zamanda iki halkın birbirine olan sevgisini ve bağlılığını da simgelemektedir.
Ali Akbaş, Azerbaycan’ı sembol olarak seçerek kardeşliğin, dostluğun ve kültür birliğinin önemini vurguluyor. Zamanla derinleşen bu aşklar iki ülke arasında kopmaz bir bağ oluşturmuştur.
Ali Akbaş’ın eserleri okuyucunun Azerbaycan sevgisini, onun değerlerini ve güzelliklerini daha yakından tanımasına olanak tanıyor. Şair, yaratıcı ruhuyla iki kardeş halk arasındaki sevgi ve anlayışı güçlendirmeye çalışır. Bu da onun şiirlerinin sadece edebiyat alanında değil, aynı zamanda kültürlerarası diyalogda da önemli bir rol oynamasını sağlar.
Resul Mirhaşimli


Azerbaycan’ın “Şiir anddır benim için” diyen şairidir Vagif Bayatlı Oder. Onun şiirleri “Her an yüzü Allah’a tek bir yol olur ancak” diyerek göklere yol alıyor. Bu yol, Türk’ün en eski inancından geçerek sonsuzluğa ulaşır. Vagif Bayatlı Oder’i tanıtmaya gerek yok belki de; şiirlerini okuduğunda şairin ruhu o mısraların arasında hissedilir. “Bir gözyaşında kaybolmuşum, akıyorum yüzle aşağı” diyen şair, insan duygularını şiirsel mısralarla dizeliyor. Şairi herkes bir şekilde hissedebiliyor; ben de şairde bulabildiğim şeyler bunlardır. Her seferinde aradıkça yeni bir hazine bulmak var, şairin şiirlerinde. Ben biraz duygusal, ruhumla hissettiklerimle yaklaşarak Vagif Bayatlı Oder’i değerlendirdim.
Vagif Bayatlı Oder, bir milletin ruhunun şairidir. Biz onun şiirlerinde duygularımızın filizlerini yeşerttik. Düşündüm ki, bu şiirler hakkında ne yazsam, onlardan aldığım feyzin az kısmını bile ifade edemem. Şimdi yazdığım yazıda yalnızca benim duygularım değil, belki bu yazının yazılmasını benden daha çok isteyen dostlarımın arzuları da var. Böylelikle…
“Muhammed Mustafa zamanında Bayat ilinde” (Dede Korkut Kitabı bu sözlerle başlıyor – R.M.) Vagif Bayatlı Oder “derler bir er koptu.” O koptuğunda bizler yoktuk. Altaylardan dörtnala giden Türk atları vardı. O dörtnala koşan atların belinde Türk yiğitleri vardı. Vagif Bayatlı nuru, Oder ruhuna doğru atını koşturuyordu. Koşturuyordu ki, dörtnala koşan atların eyeri belinden alınmadan, bizlere Peygamber’in (s) bu müjdesini ulaştırsın: “Türkleri sevin, onların hakimiyeti uzun sürecek.” Bu müjde öncelikle Kaşgarlı Mahmud’un kulağına fısıldandı Vagif Bayatlı’nın nurundan. O fısıldama yazıya döküldü, Türk dilinin Divanı oluşturuldu. Türkü beğenmeyen milletlere azametli bir dil dersi verildi. Bu ders verile verile günümüze kadar ulaştı.
Sonra iman üzerine açılan savaşa göğsünü siper eden Memlük hükümdarı Baybars’ın kılıcına kuvvet oldu. Yorulmuş istila savaşçılarını, susuz çölün ortasında karşılayarak canına korku salan şair ruhundan inen bir cesaretti bu. Bu cesaret, yeniden yeryüzünü yeşile boyadı. Türk ruhuna yemyeşil bir renk kattı.
Kendinden önce ışığını Allah’a emanet eden Yıldırım Beyazıt’ın gözlerinde nura dönüştü. Bu büyük Sultan, şair ruhundan süzülüp gelen ışıkla kalbini aydınlattı. Beyazıt, dünyaya kalbinin gözüyle baktı.
Oder nuru, Yavuz Sultan Selim ile birlikte Mekke’nin ikinci fethine doğru yürüdü. O nur, kutsal toprakları öptü, o topraklar da Peygamber’in (s) ayağını öpüyormuş gibi bu fethi gerçekleştiren yiğitleri andı.
Bir darbe ile topu ikiye bölen Şah İsmail’in kılıcına kuvvet oldu. Kılıca uzandıkça o eller, topraklarımızı genişletti. Düşman göğsünü yararak muazzam bir Azerbaycan Türk devleti kuruldu. O nurun tecellisi asırlardan asırlara hakkı bayrak edenlere yoldaş oldu.
Vagif Bayatlı, ruhdan düşmüş şairdir. Vagif Bey, Adem’in ruhundan düşmüş. Allah, Adem’i yarattığında, kendi ruhundan ona üflediği gibi, Vagif Bey’in de kalbine üflenmişti bu ruh. Adem’in yeryüzüne gönderilmesiyle o ruhun bir parçası da Vagif Bey’in kaderine yazıldı. Belki de bu iki resim bir arada çizildi. O Nakkaş, bu iki güzel resmi çektikten sonra “Seni yaratan Hâlik’e ahsen” söyledi.
Gün geldi, Vagif Bayatlı Oder ruhu bir melek kıyafetinde Peygamber’in (s) miraçına tanık oldu. “Allah ve melekler dua ettikçe” bu duaya şair de katıldı:
Bu dağları bir zamanlar
gökyüzünün son katından
aşağıya çekdiğinde
Tanrım, o Ruhun nuru,
o İlahi nur elçisin
bir daha görmek için
bu gökü de aşağı çek.
Bu ruh, bir şiire dönüşerek insanlara müjde getirdi. İyi ki, sen varsın, iyi ki, bu ilahi müjdeleri bize ulaştıran şiirler var. Aksi takdirde, dünyanın bir tadı kalmazdı. Tıpkı, fani olduğu gibi kalırdı bu dünya.
Hazreti Ali (a) buyuruyor ki, “Siz benden yerlerin değil, göklerin yollarını sorun. Çünkü ben göklerin yolunu yerlerden daha iyi bilirim.” Vagif Bey de göklerin şairi. O, gökyüzünü ibadet yeri sanıyor. Bu ibadet yerinde “gökyüzünde diz çöküp alın koymaya mühürtaşı gibi yeryüzünü” yaratan Tanrı’yı vasf ediyor. Bu tarif, mısralarda o kadar güzel ahenge bürünmüş ki, ilahi kitapların nasıl indirildiğini, gökyüzünde durup yere secde edenlerin dillerinden çıkan tekbir seslerini sanki gözünle görüp, kulağınla duyuyorsun. Ama bizden farklı olarak Vagif Bey, tüm bunları kalbinin gözüyle görüyor.
Vagif Bayatlı Oder şiirlerinin özelliği farklı, bu satırlarda dert yok, umut var. Nereye baksan, yine o ilahi mantığın ışığının bu satırlara dolduğunu göreceksin. “Allah’tan umut kesilmez!” Bu, Karabağ’dan yazılan şiirlerde daha da güçlü. Umut ışığına bürünmüş şiirler, geleceğe inancı telkin ediyor. Bu şiirler milleti şehitliğe çağırıyor. Şehitler ölmez, Allah katında diridirler. Bu hikmeti, diri olanlar anlayabilir. Aksi takdirde, ölüler nereden bilsin, şehit olup diri kalmanın coşkusunun ne olduğunu? Vagif Bayatlı Oder, milletin şehitliğini süsleyen, bezeyen nurdur. O nurun bizlere telkin ettiği sevgi şudur: Eğer Allah varsa, demek ki ölüm yok, ölümsüzlük var.
Ölümsüzlüğün kavranması, insanın halden hale, şekilden şekle değişmesinin mantığını bu şiirler aydınlatıyor. Uzun yıllar önce Karabağ derdimizden yazarken bu şiirler, alışan ruhumuza serpilen bir damla suya benzedi, belki biraz da intikamımızı ateşleyen toprak, yurt sevgisine dönüştü. Bu şiirlerin ateşi ruhumuzu sardığı için Karabağ’ı işgalden kurtaran bir millete dönüştük. Bu şiirlerin ruhu ile içimizden gelen nefesimizle o toprakları ısıtabildik. Hep birlikte Şuşa’ya, Karabağ’a “geliyoruz” diyebildik. Bu gelişe bir de Vagif Bey’in şiirleri rehber oldu.
Kanatlan, kalk, geliyorum,
gökün bağlı, gök olurum,
sana canımdan gamı kem,
yarı deniz, yarı şişe
gül ile gelirim,
gök deririm, zalim Şuşa.
Ergenekon duvarlarının ötesinden bir Bozkurt haykırışı Türk’ü ne kadar kurtuluşa çağırıyorsa, Vagif Bey’in şiirleri de bizi o kadar kurtuluşa çağırıyor. Dertlerimizden kurtulmaya, kölelikten, nefsimizden, bu dünyadan kurtulmaya davet ediyor. Şair, bizi gökyüzüne çağırıyor. Türk’ün ilk olarak yüzünü enginliklere tutup dua ettiği yer gökyüzüdür. Tertemiz gökyüzünde dualarımızın nakışları ilmek ilmek işleniyor. Vagif Bey’in şiirleri de tertemizdir – gökyüzü gibi. Gökyüzünü Türk’ün duaları temizledikçe, o şiirleri de şairin kalbi temizlemiştir.
Şair, saçına karışan o beyazlara baktıkça, şiirlerinin birinde o saçları beyazlatan ahları hatırlıyorum. Ama bazen o saçlarda beyaz, kış sıcaklığını hissediyorum. Muhtemelen, soğuktan donmuş insan yüzünü karla ovalarken nasıl bir sıcaklık verdiğini çoğu bilir.
Edebiyat kelimesine âlimlerin çoğu çeşitli tanımlar getirmiştir. Hayat gerçeklerini edebi açıklama araçlarıyla kaleme alma gibi. Ancak bu kelimenin gerçek yüzünde “edep” kelimesinin çoğul şekli yatmaktadır. Eğer birinin edebi yoksa, demek ki edebiyatla da bir ilgisi yoktur. Vagif Bayatlı Oder şahsiyeti ve yazdıkları akla geldiğinde, ilk önce edebli insan tablosu canlanıyor insan hayalinde. Bu, Vagif Bey’in gerçek bir edebiyat adamı olduğunun en güzel örneğidir.
Vagif Bayatlı Oder, ruhumuzu bilen bir öğretmendir. Onun öğrettiklerinin ışığında ruhumuz bir daha yolunu kaybetmeyecektir.
Resul Mirhaşimli


Bugün, Karabağ için canını feda eden bir Azerbaycanlı şehidimizden söz edeceğim. Doğduğu topraklarına kavuşma özlemiyle yaşayan, toprakların işgalden kurtarılmasını anne ve babasına armağan etmek isteyen bir şehidimiz: Vüsal Allahverdiyev.
Vüsal’ın babasının telefonunda, oğlunun son araması dört yıldır duruyor. Oğlundan kalan en kıymetli hatıra olarak saklıyor bu aramanın tarihini. Bu yüzden Vüsal şehit olduktan sonra babası telefonunu değiştirmeye bile kıyamıyor.
Vüsal, 1988 yılının 16 Ağustos’unda Karabağ’ın Kubatlı bölgesinde doğmuştur. Vüsal hakkında bir yazı yazmayı uzun süredir düşünüyordum. Belki de benim için en zor yazı, bir şehit hakkında bir şeyler yazmaktır. Nereden başlayıp nerede bitireceğimi bilmediğim için düşünceler aylardır kafamda dolaşıyor… Ne yazarsam yazayım, Vüsal’ın şehitliğe yükseliş yolunda bir şeyleri ifade etmek oldukça zordur. Bir şehidin ruhuna saygımı kalbimden geçenlerle ifade etmek istedim. Olursa, duygularımı kelimelere dökmüş olacağım; yazabiliyorsam, bir şehidin ailesine, “Vüsal hepimizin evladıdır” beyanımıza sadık kaldığımızı göstermiş olup, az da olsa bir teselli vermiş olacağım…
Vüsal Allahverdiyev, halkımızın hafızasında askere gideceği zaman annesine söylediği sözlerle hatırlanır: “Bak, ağlama. Ağlarsan, seni arayıp konuşmayacağım.” Bu sözleri hatırlayan herkes, Vüsal’ın annesine bu ayrılığa katlanmayı tembihlediğini hemen aklına getirir. Neden bilmem, Vüsal hakkında düşündüğümde Kubatlı’da babasının elinden sımsıkı yapışarak, evimizin önünden geçip kendi evlerine giden 4 yaşındaki bir çocuk canlanıyor gözlerimin önünde. Sanki çocukluğu Bergüşad Nehri’nde düşüp kalan, onun sularında parlayan masum bir çocuk sevinci var onun yüzünde. Büyüdükçe Kubatlı’ya koşan, o yerleri işgalden kurtarıp, “Baba, geldim” diyen bir genç haykırışı yankılanıyor kulaklarımda.
Tarih değişecek, zaman geçecek, 44 günlük Vatan Savaşı’ndan gururla bahsedilecektir. Bu halk var oldukça o şanlı destan bitmeyecek. 2020 yılının Eylül ayında Karabağ’ın özgürlüğü uğruna başlayan savaş, beşinci nesil savaşıyla tarihlere yazıldı. Bu öyle bir muhteşem savaştı ki, dünyanın en büyük devletleri ordularını yeniden yapılandırmaya başladı. Dünyanın ordu sistemini ve askeri taktiklerini değiştirmesine sebep olan, ordumuzun kararlılığı ve askerlerimizin cesaretiydi.
Vüsal’ın babası Tahir ile sıkça görüşüyorum. Her seferinde sohbet Vüsal’dan açıldığında, onun anılarında oğlunun cesareti bana Türkiye’nin İstiklal Savaşı’nın tarihi gerçeklerini hatırlatıyor. Vüsal, Hocavend’in işgalden kurtuluşu uğruna son savaşına gönüllüler arasında katıldı. “Size ölmeyi emrediyorum!” nidaları, Vüsal’ın kararlılığında bir kez daha Karabağ’da yankılandı. Vüsal, son kez en zor savaşa girdi, canından çok sevdiği vatan toprakları uğruna canını feda etti.
Vüsal’ı Sumqayıt’ta yaşadığı evden son yolculuğuna uğurlarken sanki yer gök onun dilinden “Ölmeden mezara koydular beni” türküsünü söylüyordu. Hem de doğru olanı söylüyordu. Çünkü Vüsal ölmedi, şehit oldu. Şehitler ölmez. Bu, bize Allah’ın vaadidir. Vüsalların ulaştığı şehitlik mertebesine melekler bile gıpta ediyor…
Tovuz savaşları başlamıştı ve Vüsal bir yerde duramıyordu. Azerbaycan’ın Millî Kahramanı, General Polad Haşımov’un şehit olmasından sonra onu evde tutacak hiçbir güç yoktu. Tanıdığım, bulundukları konumdan, görevden feragat eden, vatan borcunu her türlü imtiyazdan üstün tutan kahramanlar var. Azerbaycan’ın Millî Kahramanları Aliyar Aliyev, Allahverdi Bağırov, Kazımağa Kerimov… Vüsal da bu kahraman oğulların seçtiği yolu seçti. Müdürlük görevini bıraktı, gönüllü olarak Azerbaycan Ordusu’na yazıldı.
Vüsal, bir zamanlar Karabağ savaşlarına katılmış gazi babasının, rahmetli gazi amcasının, gazi dayısının yolunu seçti. Böyle vatansever bir ailede büyüyen bir evlat başka türlü olamazdı.
Yurt hasreti, doğduğu Kubatlı’nın 30 yıla yakın işgalde kalmasının acısını en çok kimler yaşadı diye düşününce aklıma ilk olarak Vüsal’ın babası Tahir geliyor. Her görüşmemizde hal-hatır sorduktan hemen sonra Tahir’in verdiği ilk soru bu olurdu: “Topraklardan ne haber var? Karabağ’dan ne diyorlar?” Şimdi topraklardan Vüsal’ın kokusu geliyor, Karabağ’da her dağ, her kaya, her cığır, her iz Vüsal diyor. O toprakların her karışından Vüsalların şehitlik mertebesinin yüceliği yükseliyor, her gül o toprakların Vüsalı ile açılıyor, güzel bir sesle geçen her bülbül Vüsal şarkısını söylüyor.
Her insan bu dünyaya bir misyonla gelir. Ömür biter, herkes bu dünyadan ameller defterini alıp göçer. Hesap gününde amel defterimiz elimizde, yaptıklarımızın hesabı ile Hakk’ın dergâhında sıramızı bekleyeceğiz. Bir de bu dünyada vereceğimiz hesaplar var. Bu hesap, Karabağ uğruna canlarını feda eden şehitlerimize saygımızın derecesi ile ölçülür. Bazen bir söz, şehit ailesinin dertli kalbine susuz kalmış yolcuya bir yudum su vermek misali gibi serpilir, o kırık kalbe bir teselli olur.
Vüsal Allahverdiyev’in şehitliği, ideali olan Turan yoluna bir ışığa dönüştü, o yolu da aydınlattı. Karabağ Zaferi’nden sonra Türk Devletleri Teşkilatı daha da sıkılaştı, daha da güçlendi. Arzularında Turan, talihinde şehitlik mertebesi, yurdunun özgürlüğü için Vüsal, bu halk için Karabağ hasretine bir çare oldu, derman oldu. Her düşündükçe gülümseyen şehit ruhlarının muhteşem geçidi içinde bir Vüsal da memnun bir tebessümle bize el edecek.
Allah ruhunu sevindirsin! Makamın yüce olsun, şehidimiz!
Resul Mirhaşimli

Karabağ, tarihimizin derin kökleriyle bağlı, kültürümüzün parlak sembolüdür. Bu toprak, güzel dağları, yeşil ormanları ve şehirleri ile birlikte, bir halkın ruhunu taşır. Ancak uzun yıllar boyunca bu güzellikler zulüm altında inlemiş, ermeni işgalı altına alınmıştı. Bu, yalnızca topraklarımızın kaybedilmesi değil, aynı zamanda bir halkın, bir milletin özlemi ve umudunun sarsılması demek idi. Fakat bu acılı yıllarda bile özgürlük arzusu yüreklerde sönmedi; kahramanlarımızın savaş ruhu her zaman yandı.
Dört yıl önce savaşların başladığı 27 Eylül günü, genç kahramanlarımız yurtlarının özgürlüğü için mücadeleye hazırlandılar. Her biri, kendi ve halkının gururunu, özlemini içinde taşıyordu. Onların her biri cesaret ve kararlılık sembolü idi. “Bu toprak bizimdir”, diyerek her biri arkadaşlarını cesaretlendiriyordu. Bu sözler, bir zamanlar unutulmuş inancı yeniden canlandırdı.
Savaşlar başladığında, siperlerin arkasında duran gençlerin gözlerindeki parıltı, yalnızca bir savaşçının kararlılığını değil, aynı zamanda Vatan sevgisini de yansıtıyordu. Her bir mermi, düşmanın ilerlemesini durdurmaya çalışan, kendi yurdunu korumak için mücadele eden kahramaların Vatan sevgisinin sembolüydü. Onlar biliyordu ki, arkasında bu savaşda onlardan önce Vatan toprakları uğrunda canlarını feda etmiş Şehitlerin ruhu, sevdikleri ve özgürlüğün özlemi duruyor.
Bu savaşlarda kayıplar verdik, ama şehit, yeni bir umudun, yeni bir mücadelenin sembolüne dönüştü. Onların kahramanlıkları, yalnızca savaş alanında değil, aynı zamanda kalplerde yaşıyor.
Sonunda, o beklenen gün geldi. Karabağ, özgürlük mücadelesini simgeleyen kahramanlarımızın azmiyle yeniden dirildi. Düşman geri çekildi, özgürlük kapıları açıldı. Bu an, tarihe yazılmış bir kahramanlık destanı oldu. Her bir özgürleştirilen köy, şehir, şehitlerimizin kahramanlığına meydan oldu.
Şimdi Karabağ, özgür bir yurt yeri olarak bizlere yeni gelecek, yeni bir umut sunuyor. Biz, bu toprakların güzelliklerini korumak, onun kültürünü yaşatmak için bir araya gelmeliyiz. Karabağ’ın özgürlüğü, yalnızca topraklarımızın geri alınması değil, aynı zamanda bir halkın, bir milletin mücadelesinin, kararlılığının ve sevgi dolu ruhunun yeniden canlanmasıdır.
Bu destanı unutmamalıyız. Her zaman şehitlerimizin ruhunu yaşatmalı, onların kahramanlıklarını gelecek nesillere aktarmalıyız.
Karabağ, sen bizimsin! Senin özgürlüğün, bizim özgürlüğümüzdür.
Karabağ, yalnızca bir coğrafya değil, bizim ruhumuzun, gururumuzun, kültürümüzün sembolüdür. Vatan sevgisi, kahramanlık ve özgürlük, bizim tarihimizdir – bir destan ki, sonsuza kadar yaşayacak.
Resul Mirhaşimli

Eserin sahibi 6 Şubat Depreminden sonra kaleme aldığı yazıyı Türkiye’de yayımlatma imkanı bulamamış. Yazı bize ulaşır ulaşmaz yayımlama kararı aldık. Kendisine teşekkür eder, Kardeş vatanımız Azerbaycan’a selamlar göndeririz. (Editör)
Gerçek dostlar yıldızlar gibidir, karanlık çöktüğünde ortaya çıkarlar, derler. Bu günlerde doğma Türkiye’mizin üzerine karanlıkların çöktüğü günlerdir. Azerbaycan, Türkiye sevgisiyle bu karanlıkları yok etmek için elinden geleni yapmaktadır. Tıpkı ateşe atılan Hz. İbrahim’in (a.s) yangını söndürmek için ağzında bir damla su taşıyan karınca misali… Ancak bunu sadece sevgimizi göstermek için değil, Türkiye’ye olan sevgimizin bizleri sarmaladığı bu sevgiyle yapıyoruz. Çünkü…
Biz, Doğu Azerbaycan’da Türkmen beğlerinin kurduğu Selçuklu devletinin yürüyüşlerinde Anadolu coğrafyasını, Malazgirt Zaferi ile fetheden, bu bölgeye birlikte yerleşmiş aynı halk, bir Milletiz!
Biz, Hz. Mevlâna’nın “dostumun yalan haberini getirene elbiselerimi veririm, doğru haberini getirene canımı vererdim” dediği Aşk yolunun ustası Hz. Şems Tebrizî’nin sevgisini kalbimizde yaşatan ve bu sevgiyi Anadolu coğrafyasına yayan aynı halkız, bir Milletiz!
Osmanlı devletinin kuruluşundan önce Ankara yakınlarında devlet kuran Hoy’dan gelen büyük şeyh Ahi Evren’in torunları olan aynı Milletiz!
Biz, Osmanlı devletini kuran Osman Gazi’nin manevi lideri, mürşidi, Erdebil’den olan Şeyh Edebali’nin manevi liderliği ve duaları ile kurulmuş, üç kıtaya yayılmış devasa imparatorluğun ortak kurucuları olan aynı Milletiz!
İstanbul’un fethinde Fatih Sultan Mehmet’in öğretmeni, İstanbul’un fethinin manevi mimarı, aslen Güney Azerbaycan’ın Hoy şehrinden olup, işrakîlik felsefesinin kurucusu Şihabeddin Sühreverdî’nin soyundan gelen, Şirvandan Anadolu’ya göçmüş Ağ Şemseddin – Muhammed ibn Şeyh Hamze’nin zikrine kalbimizi veren bir Milletiz!
Biz, “Kul oldum kapısında” diyerek başını dergahına feda eden, yoluna kalbini veren Yunus Emre’nin mürşidi olan aslen Güney Azerbaycan’dan Tapduk Emre’nin sevgisinin tomurcuklarında büyümüş tek Türk Milletiyiz!
Biz, Karabağ’dan Anadolu’ya göçüp, Türkiye’nin Amasya şehrinde mürşidi İsmail Efendi’ye kavuşan Seyid Mir Hemze Nigarî’nin yolunun manevi devamcıları olan aynı Milletiz!
Bu gün Türkiye’de meydana gelen korkunç deprem nedeniyle Azerbaycan vatandaşlarının canı yanıyor, kardeşlerine yardım etmek için seferber oluyor. Bilin ki, Çanakkale Zaferi için canlarını feda eden 3 binden fazla Azerbaycanlı şehidimiz de Çanakkale Şehitliği’nde sızlıyor…
Yıllar önce Elazığ’a yaptığım ziyaretimde, bu şehirde düzenlenen etkinliklerden birinin organizatörü bana bu sözleri söylemişti: “Eğer milyon kalbim olsaydı, sererdim Azerbaycanlı kardeşlerimizin ayaklarının altına, yürürken ayaklarına taş değmesin diye. Ne yapayım ki, bir tek kalbim var. O kalbi de milyon parçaya bölüp, ayaklarınıza serdim.”
Bu sözlerin karşılığında bir şey söylemek için tüm kelimeler yetersiz kalır. Kardeşin kardeşe sevgisinin sözle ifadesi olan bu kelimeleri her hatırladığımda gözlerim dolar.
Bugün Türkiye ağır günler yaşıyor. Azerbaycan, Türkiye’nin yanında olmayı kendine bir vefa borcu sayıyor. Kafkas İslam Ordusu’nun Bakü’yü işgalden kurtarması gibi, ikinci Karabağ savaşında Türkiye’nin manevi, siyasi olarak yanımızda olması gibi…
Bu kez kardeşlerimizin yanında olma sırası bizde. Türkiye bir kez “Kardeş” dediğinde, 50 milyonluk Azerbaycan halkının her birinin kalbinin derinliklerinden göklere “Can!” nidaları yükselecekti.
Kalbini milyon yerden bölüp Azerbaycanlı kardeşlerinin ayaklarına seren kardeşlerimiz şimdi zor durumda. Yıkıntılar altında bir yardım elini bekliyorlar. Saatler geçtikçe yıkıntılar altında kalan kardeşlerimizin nefesi azalıyor. Aldığımız her nefes, nefesi tükenmeye doğru giden soydaşlarımıza nefes olsun.
Babalarımızın Çanakkale savaşına katıldığı gibi, yine Türkiye’nin yardımına koşuyoruz. Babalarımızdan bizlere yadigar kalan Türkiye sevgisi Kıyamete kadar sönmesin!
Allah, Türkiye’de meydana gelen korkunç depremde hayatını kaybedenlere rahmet eylesin, yaralılara şifa versin!
Allah, yıkıntılar altında kurtarılmayı bekleyen soydaşlarımızı en kısa zamanda sağ salim sevdiklerine kavuştursun!
Amin!
Resul Mirhaşımlı/Azerbaycan
Bakü-09.02.2023