
04 Aralık 2025 Perşembe

Tercüman Gazetesi

EVLİLİKTE YALAN: GERÇEĞİ DEĞİL, İLETİŞİMİ KAYBETMENİN SESSİZ ÇIĞLIĞI

ZÜLFÜ YARE DOKUNMAK: YİTİRDİKLERİMİZ

"Halka Aşkla Hizmetin Adı: Arapgir Modeli" Belediye Başkanı Haluk Cömertoğlu ile Röportaj

KUŞLAR YAĞMURDA DA UÇAR

DURUŞ

İNSANLARA RAĞMEN, İNSANLIK İÇİN

YENİDEN MİLLİ MÜCADELE (ÇAĞRI)

Neden İznik?…

BİR DAMLA KAN, BİN BİR ENDİŞE

Bilgi ve Adalet

KADINIM HAKLARIM VAR

AYNADAKİ LEKE

KAN BAĞIŞI: BİR YAŞAMIN KIRILMA NOKTASINDAKİ KÜÇÜK BİR MUCİZEDİR

SALEBE’NİN HİKÂYESİNİ BİLİYOR MUSUNUZ?

Ne Bu Dünyada Ne De Öteki Dünyada

FATİH'İN VE ATATÜRK'ÜN İZİN VERMEDİĞİ PAPA'YA NEDEN İZİN VERİLİYOR?

VAZO ÖNÜNDE SATILAN ÜRÜNLER SAĞLIKLI MI?

DİJİTAL ÇAĞDA TAPU ÇİLESİ, BÜROKRASİDE “BANK NÖBETİ” SÜRÜYOR…

ÜÇ SIFIRIN ADALETİ, BİR İNSANIN VİCDANI: Prof. Dr. Ayten Erdoğan Meselesi

YOK DEVE

Milletin Vekili Olmak Cesaret İster

ADIM ADIM İLERLİYOR KÖTÜLÜK

ENGELSİZ ÖZGÜRLER

DİNDARLIK VE AYDINLIK

EĞİTİMDE SOSYAL ADALET

HAK ARAMAK HAKKIMIZ MI?

İNSANLARIN EN İYİ İLACI

SABAH VE ŞİİR

EVLAD-I FATİHAN ve SELANİKLİ MUSTAFA

Ticareti “Franchise’laştıran AKP

Adamın biri, ilk defa gittiği küçük bir kasabada şaşkın şaşkın gezindikten sonra, yol kenarında duran bir arabanın yanına sokulmuş ve arka koltukta tek başına oturan çocuğa:
“Buraların yabancısıyım. Parkın hemen yanı başındaki fırını arıyorum, çok yakın olduğunu söylediler.” demiş.
Çocuk, arabanın penceresini iyice açtıktan sonra:
“Ben de buraya ilk defa geliyorum. Ama sağ tarafa gitmeniz gerekiyor herhalde.” demiş.
Adam, çocuğun da yabancı olmasına rağmen bunu nasıl anladığını sormuş ister istemez. Çocuk: “Ihlamur çiçeklerinin kokusunu duymuyor musunuz?” diye gülümsemiş. “Kuş cıvıltıları da oradan geliyor zaten.”
“İyi ama…” demiş adam, “Bunların parktan değil de tek bir ağaçtan gelmediği ne malum?”
“Tek bir ağaçtan bu kadar yoğun koku gelmez.” diye atılmış çocuk. “Üstelik manolyalar da katılıyor onlara. Hem biraz derin nefes alırsanız, fırından yeni çıkmış ekmeklerin kokusunu duyacaksınız.”
Adam, gözlerini hafifçe kısarak denileni yaptıktan sonra, cebinden bir kâğıt para çıkartıp teşekkür ederken fark etmiş onun kör olduğunu.
Çocuk ise, konuşurken bir anda sözlerini yarıda kesmesinden, adamın durumunu fark ettiğini anlamış. Işığa hasret gözlerini ondan saklamaya çalışırken:
“Üç yıl önce bir kaza geçirmiştim, görmeyi o kadar çok özledim ki… Sizinkiler sağlam, öyle değil mi?”
Adam, çocuğun tarif ettiği yerde bulunan fırına yönelirken:
“Artık emin değilim.” demiş. “Emin olduğum tek şey, benden iyi gördüğündür.”
Bu tabii ki, belki de empatinin yüksek olduğu bir anekdot. Fakat çoğu zaman toplumdaki “özel insanlara” bakış açısı bundan çok farklı. Özel çocuklu ailelerin okul telaşları, çocuk parkında yaşadıkları, bir mağazaya girdiklerinde yaşadıkları hep farklıdır.
Bazen sanki bir uzaylı görmüşçesine, etraftaki insanların çocuklarına bakışları farklıdır. “Ay yazık, neyi var?” diye sorarlar. Sanki, anne çocuğunun durumundan bihaber gibi. “Acaba, bir doktora mı götürseniz?” derler, sanki anne-babanın götürmedikleri doktor kalmamış gibi.
Gün gelir, çocuğun okul zamanı gelir, diğer veliler “o çocuğu” istemez, sırf engelli olduğu için. Okul yönetimi ile savaşlar başlar, diğer velilerin “o çocuğu” uzaklaştırmak için başlattıkları imza kampanyaları da… Olur mu, olur. “Öteki”ye karşı o kadar çok önyargılı insan var ki…
O anne-baba, çocuğunun başını bir kez dik tutmasına, çatalı eline alıp yemek yemesine tüm dünyayı vermeye hazırken, bir de “sözde sağlıklı” çevre ile uğraşmak zorunda kalırlar. Çevrenin çoğu zaman kimliği fiziksel olarak sağlıklı, tinen perişandır. Öteki olarak görülen hiçbir özne olmamalıdır!
Halbuki insanların fiziksel veya zihinsel yetersizlikleri olabilir. Hiç kimsenin, iki dakika sonra bir araba tarafından çarpılıp ya da bir felç geçirip bu durumla karşı karşıya kalmayacağının bir garantisi yoktur. Bunun bir an meselesi olduğunu akıllarına getirmezler.
Hal böyleyken, insanlar kendilerinin bu derece yakın olduğu bir meseleye biraz empatiyle yaklaşmalıdır. Ailelerin yaşadığı şükür, isyan; bazen tek kalmışlık ruh hallerine biraz daha yaklaşmak gerekiyor belki de.
Bizden olmayana hep oynadığımız “üç maymun” oyunu oynanmamalı. Hatta tam tersi; “Gör! Konuş! Duy!” olmalı bakış açısı. Bunu da onlar gibi bir hayat yaşamaktan korktuğumuz için değil, sadece “insan” olduğumuz için destek olmamız gerektiğini düşünmeliyiz.
Özel bir insan, özel bir çocuk 24 saat boyunca engelliliğini düşünerek yaşamaz. Ona bu durumda olduğunu hatırlatan tek şey, günlük yaşamında karşılaştığı fiziksel ve sosyal olumsuzlukların yanı sıra insanların sergilediği ayrımcı ve önyargılı davranışlardır.
Dolayısıyla yaşanan sorunların önemli bir bölümü, insanın kendisinde var olan bir özürden değil, başkaları tarafından yaratılan engellerden kaynaklanmaktadır.
Bugün, 3 Aralık, kutlanması gereken bir gün değildir!

“Gözlerimi kapatıp, bize ‘Menderes’ kelimesini Ceren kıvrımlı Büyük Menderes Nehri’nin kıyısında oturan Miletli Thales’i düşünüyorum. Onu orada, suyu hayranlık ve saygıyla izlerken, huzursuz hareketini ve yenilemesini gözlemlerken hayal ediyorum. Sonra filozofun eline sıçrayan minik bir damlayı hayal ediyorum. Bu sabah kahvemde veya belki de sizin kahvenizde olabilecek, hepimizi zamanın, coğrafyanın ve kimliğin sınırlarının ötesinde birbirimize bağlayan o damlayı.”
Suyu ne zaman, nerede, nasıl kırdı insanoğlu? Biz suyu ne zaman öldürdük?
İki sevgili vardı uzaktan izlediğim, belki de hep yanlarındaydım onların. İlk buluşmalarında yağmur yağdı; birbirlerine “Seni seviyorum” dedikleri gün yağmur yağdı; yazın ortasında, temmuz ayında iki dakika yağan yağmurun izleri vardı. Su, bu iki sevgili için sevgilerinin sembolü gibiydi. Sevginin bereketi de sudan alır gücünü.
Biz suyu ne zaman öldürdük?
Giydiğimiz pamuktan bir gömlek, bir kıyafetten ötedir. O gömlekte, pamuğun su ile buluşmasını görene ne mutludur. Güzelliği görmeyi seçenle, güzelliği inatla göremeyen arasında büyük farklar vardır. “Güzelliği görebilen insanlar olsun hayatınızda” duasında olanların yürekleri henüz parçalanmamıştır. Huzursuz kalplerin yerine; dingin, uslu ve sakin bir kalp getirir güzelliği görmek.
Suyu öldürür insan bunca güzelliğe rağmen. Su ile tekrar karşılaşmak için bin takla atar sonra. Değerini bilmediğimiz ne varsa — kaybedince anlarız.
Balıkçının arkadaşıdır su, suya derdini anlatan balıkçıya. Suyun sessizliğini kendilerine örnek alırlar. Balıkçılar belki de bu yüzden hatırşinastır. Dinlemeyi en çok sudan öğrenmişlerdir.
Su bize çoktan kırıldı. Kırılmış kalbi onarmak zordur. Bir kez kırılan şey kolay kolay yerine birleşmez. Yine de çatlağından da olsa birleştirmek imkânsız değildir. Bu, özenidir suyun hak ettiği.
“S” sonsuzdur, “U” yuvadır. Bu iki harfin yan yana gelmesi boşuna mıdır?
“Su gibi güzel” deriz. En güzeldir su. Su olmazsa biz yokuz. Su olmazsa biz temiz değiliz. Su olmazsa kötü kokarız. Su olmazsa gözlerimiz körleşir; göremeyiz.
Ve suyu öldürürüz… bile bile.
Kurak yazlar var artık bizim ömrümüzde. Kurak ve susuz. Mavi yazlar geride kaldı. Denizler can çekişiyor maviliğini korumak için. Balıklar birlik olmuş suyun altında. Ellerinde fırçalar, mavi boyalar. Suyu boyuyorlar. Suyun rengi bir insanın elinde mavi değildir. Belki de bundan bilmez değerini. Bir balığın yüzgecinde o mavilik asla silinmez. Biz, yeryüzünde yaşayanlar, itibarsızlaştırırız suyu. Yok sudan sebepler, yok sudan bahaneler. “Su gibi ömrün olsun” diyenle, suyu küçültenin gönlü bir olur mu hiç?
“Çünkü su, insanlardan farklı olarak, sosyal statüye ve kraliyet unvanlarına önem vermez.” Biz bu yüzden mi öldürüyoruz suyu?
Son üç günüm Elif Şafak’ın 2024 yılında yayımlanan There Are Rivers in the Sky (Gökyüzünde Nehirler Var) kitabı ile şenlendi. Kitabı İngilizce yazmış Elif Şafak. Bu yıl Türkçeye çevrilmiş. Farklı zamanlarda biri Dicle Nehri’nin kenarında yaşayan Ezidi kız Narin’in, Thames Nehri’nde doğan Arthur’un ve kendini su bilimine adayan hidrolog Züheyla’nın dünyasını okurken, suyun ne denli ihtişamlı bir şey olduğunu düşündüm. Sözcüklerime ilham oldu su. Sizi temin ederim; üç gündür içtiğim suyun tadı bile başka. Okumak bir şölen! Asla doyulmayan bir şölen.
Sular altında kalan nehirlere, gözyaşlarından doğan Dicle’ye ve Fırat’a, suyu ölümden kurtarmaya çalışan bilim insanlarına; doğanın güzelliğini görmekle kalmayıp hikâyeleştiren zarif kalemlere, su gibi sağlam duran tüm kalplere selâm olsun.
Anımsattığınız her bir su damlası için teşekkürler Elif Şafak. Siz, muhteşem bir hikâye anlatıcısınız. Bu sabah kahvemde, veya hepimizin kahvesinde olabilecek o su damlası… hepimiziz.

Kitaplar, bizim farklı dünyalara açıldığımız pencerelerdir. Hayatımız boyunca, gerçekte karşılaşamayacağımız pek çok dünyayı kitaplar sayesinde görürüz.
Galler Bölgesi’nden bir köylünün korsan olma hayaliyle çıktığı yolculuğa şahit olmak! İşte “Altın Kupa”da şahit olduğumuz hikâye.
Altın Kupa, John Steinbeck’in yirmi sekiz yaşında yazdığı ilk romanı. Pek çok kitap eleştirmeni için, yazın hayatında daha sonra yazdığı usta kitapların tohumlarını ektiği bir eser olarak değerlendiriliyor. İnsanı anlayan kaleminin ileride nelere şahit olacağına göz kırpan bir kılavuz adeta. Kimi yorumcular, kitabı eksik ve acemi bir roman olarak tanımlıyor.
Açıkçası, ben kitabı bir solukta okudum.
Kitabın ana karakteri, Henry Morgan, Galli bir köylü. Annesi, babası ve büyükannesi ile birlikte yaşıyor. Bir gün uzaklardan Dafydd isimli bir misafirleri geliyor. Uzaklardaki maceralarını anlatıyor. Henry Morgan, Dafydd’nin anlattıklarından çok etkileniyor ve aynı günün akşamında babasına Antiller’e gitmek istediğini söylüyor.
Babası bir taraftan çok üzülüyor, bir yandan da kendisinin gerçekleştiremediği şeylerin oğlunun hayalinde yer bulmasına mutlu oluyor. Romanın bu kısmında, günümüzde de hâlen çok geçerli olan bir duruma referans veriliyor. Babalar, bir erkek evlat isterler. Onlar için bir oğlan çocuğu adeta bir kurtarıcıdır: Çiftliğin bekçisi, soyun devamı, vs.
Şöyle bir bakalım günümüze. Bir dolu üniversite mezunu erkek çocuğunun dönüp dolaşıp babalarının mesleklerine devam etmesi, Henry Morgan’ın babasının düşüncelerini kanıtlıyor. Bu çocukların çoğu, okudukları şehirlerde kurumsal bir şirkette çalışmak istiyor. Ancak anne-baba baskısı ile doğdukları yere döndürülüyor ve baba mesleklerinde çalışmaya devam ediyorlar. Bizim toplumumuzda ebeveynler, çocuklarının üzerinde hak iddia eder. Çocuk, bu olgunun dışına çıkmaya çalıştığında da anne-babanın serzenişiyle yüz yüze gelir. Mağdur olan o değil, artık anne-babadır. Yıllarca onun okuması için emek veren, para gönderen ebeveyn. Bunu mutsuz evliliklere yönlendirilen çocuklar için de söylememiz hiç yanlış olmaz sanırım.
Henry Morgan, annesini ve babasını mağdur ediyor ve istediği yolculuğa çıkıyor. Annesi, oğlunun gittiğini öğrendiğinde kendini kaybediyor. Annenin ne zaman öldüğü romanda çok net söylenmese de büyük ihtimalle Henry’nin evi terk ettiği günün ertesinde öldüğü düşünülüyor. Çocuğunu kaç yaşında olursa olsun yanından ayırmak istemeyen bir bencillik, ölümüne neden oluyor.
İnsanın bu karanlık ve bencil tarafına, Altın Kupa muazzam bir ışık tutuyor. Yazarın daha sonra okuyacağımız Gazap Üzümleri, Fareler ve İnsanlar, Cennetin Doğuşu, İnci isimli eserlerinde insanın duygularını anlatma ehliyetinin tohumlarını bu kitapta her yere serpiyor John Steinbeck. Bu kesinlikle tek taraflı bir anlatım değil. Henry Morgan’ın yeni ufuklara yelken açıp hayallerini gerçekleştirme isteğini enfes şekilde okurlarına yansıtırken, anne ve babasının acısını da aynı şekilde okura geçiriyor.
Henry Morgan’ın hayali, çok ünlü bir korsan olup şehirleri fethetmek. Yolculuğa çıkıyor, bir gemiye biniyor; fakat gemiden indiğinde artık özgürlüğünü kaybetmiş bir köle oluyor. Köle olarak satıldığı sahibi, Henry Morgan’ı oğlu olarak görüyor ve çiftliğinin yönetimini ona bırakıyor. Bu kitap, bir erkek çocuğunun biyografisinde çabasıyla neleri değiştirebileceğini biz okurlara muazzam bir şekilde yansıtıyor.
Çiftliğin ve Henry Morgan’ın sahibi James Gold, Henry’e bir baba şefkatiyle yaklaşıyor. Ona sayısız kitaptan oluşan kütüphanesini açıyor. Morgan’ın daha sonra fethettiği şehirlerde, bu kütüphanede okuduğu kitaplardan aldığı ilham var. James Flower’ın duruşundan beslendiği yönler var. Hayatın bir insana neler getireceğinin bilinmez olduğu varsayımını kanıtlıyor.
Henry Morgan artık çiftlikten çıkmak istiyor. Kölelikten azlediliyor. O artık özgür bir korsan. Hayalleri ve hırsları uğruna pek çok insanı öldüreceği ve altınlar içinde mutsuzluğuna devam edeceği hayatın başlangıcı…
Evet! Henry Morgan asla istediği mutluluk hissine erişemiyor.
Roman, tarihi bir biyografi olarak bizlere sunuluyor. Henry Morgan’ın Panama’yı yağmalaması anlatılıyor. Henry Morgan, yani Amiral Sir Henry Morgan, 1635 – 1688 yılları arasında yaşamış Galli denizci ve Karayip Adaları’nda varlık gösteren bir korsan. Galler’den çıkan en tanınmış ve en başarılı korsanlardandır. Bölgede İspanyol hâkimiyetini İngiltere lehine zora sokmuştur.
Panama İşgali’nin bir amacı da, tüm korsanların ve pek çok erkek tarafından düşlenen bir kadın yüzünden. Bu kadın, La Santa Roja veya diğer adıyla Kızıl Aziz. Henry Morgan’ın La Santa Roja ile karşılaşması, fakat düşlerinde kurduğu o kadının o olmadığını fark etmesi: muhteşem bir hiciv, bence! Kadın bedeni ve pozitif ayrımcılığın ne denli tehlikeli olabileceğine bir işaret.
Panama İşgali’nden sonra, Henry Morgan, İngiltere Kralı tarafından Sir ilan ediliyor ve vali yardımcısı oluyor. Kuzeni Elizabeth Morgan ile evleniyor. Gençlik yıllarında âşık olduğu, köyün güzel kızının adı da Elizabeth. Steinbeck’in imalı bir göndermesi kesinlikle var!
Ben kitabı, daha önce de ifade ettiğim gibi bir solukta okudum. Okuyacak olanlara keyifli okumalar dilerim. Sizin de duygularınıza dokunsun!

Ölene kadar sorumlusun gönül bağı kurduğun her şeyden, der tilki Küçük Prens’te. Baktığımız, gördüğümüz, yakınımızda veya uzağımızda olan her şeyden.
Bir cennette yaşıyoruz. Onca olan bitene rağmen, güzelliğini yitirmeyen bir cennet burası. Bu ülke. Mavisi, yeşili, çayı, kahvesi, sohbeti, gülen yüzü… Ne olursa olsun, her ne kadar bozmaya çalışsalar da, yıllara meydan okuyan taşlar misali dimdik duruyor.
Taşlar, antik kentlerin süsüdür. Kimine göre sadece taş, kimine göre ötedir.
Antik kentleri kitaplara benzetirim. Kapısından içeri girer girmez hayal gücümü tetikler o antik kentler. Bir kitabı okurken şehir şehir dolaşmak; savaşın içindeki acıyı hissetmek; bir annenin mücadelesine ağlamak; herhangi bir duyguyu hisseden dünyada tek kişi olmadığını görmek… Kitaplar, belki de bu yüzden yalnızlığımıza ortaktır.
Nysa Antik Kenti
Her gittiğimde beni büyüleyen bir kenttir burası. Gel buraya bir sıfat koy deseler; “Görkemli” derim. Kocaman sahnesinde yıllar önce sahnelenen oyunları, söylenen şarkıları düşünürüm. Öyle bir an olur, şarkıyı da duyarım. Geçmişten gelen. İsteyince duyarsınız. Çarşısındaki zeytin ağaçlarının bolluğu büyüler. Zeytin bağırır: “Ben asırım, gel sana o günleri anlatayım.” İncir, zeytinin yanı başında. Korur ve kollar zeytini. Kent meclisine sırtınızı verdiğinizde o görkemli arkadaşlığı orada görürsünüz. Yaşlı bir incir ağacı, bir zeytin ağacına kol kanat gerer. Söğüdün gölgesinin, dut yaprağının, çamın kozalağının yazdığı efsaneyi yazar.
Peki, bu antik kent neden bu kadar tenhadır? Bu antik kentin içinde neden bir kahve içemiyoruz? Çocuklar arkadaşlarıyla gelip hayal güçlerini neden burada kullanamıyorlar?
Sponsorluk adı altında yapılan kazıların bir kenarına şirket ismini kondurmaktan ötedir özen. Bu güzel antik kent çok daha fazlasını hak ediyor.
Miletus
Düşünmenin temellerinin atıldığı bir şehir. Thales’in memleketi. Kutsal Yol’un diyarı. Tiyatronun güzelliği…
En yetim antik kentlerden biridir. Yolların kirliliği, bakımsızlığı…
“Bana yardım edin, biraz güzelleştirin!” diye bağırır her gittiğimde.
Yardım eden kimse yok. Şahidim!
Lagina
Osman Hamdi Bey’in yerini, yurdunu uğruna değiştirdiği antik kent.
Konağının girişinde şöyle yazar:
“Osman Hamdi Bey’in eşi, onu çok iyi anlayan ve onu devamlı destekleyen, kocasının işlerinin önemini çok iyi kavrayan bir kadındı.”
Peki biz bu az bilinen antik kentin değerini ne kadar biliyoruz? Turgut’ta yaşayan, hayatında hiç oradan çıkmamış insanların hâlâ o antik kenti görmemesine ne diyebiliriz ki?
Cincin Kalesi
Yol boyu en az on mezarlık var. Duvarlar mezarlardaki isimleri görecek şekilde ayarlanmış sanki. Doğum ve ölüm tarihleri gözükmüyor. “Yaşın, ölümün karşısında hiçbir hükmü yoktur.” diyor duvarlar.
Bir köy kahvesi… Mavi örtüleri, aynı sakinler. Bir anne ve oğul işletmeci. Üç çay, bir soda, bir Türk kahvesi sadece altmış lira.
Her sabah işe giderken mezarlıkların yanından geçmek insana bir şey öğretiyor sanki.
Cincin’e hoş geldiniz!
Köylere ne zaman mahalle denmeye başlandı hatırlamıyorum. İçimden de hiç mahalle demek gelmez. Mahallenin ruhu, köyün ruhundan farklıdır. Köy, köydür! Müsaadenizle Cincin’e de “Cincin Köyü” diyeceğim.
Kanuni Sultan Süleyman Rodos Seferi’nden dönerken bu köyden geçiyor. Buranın sakinleri Kanuni’yi iyi ağırlıyorlar ve bu misafirperverlikten çok memnun kalıyor. Hemen adamlarına emrediyor: “Buraya bir kale yapın!” İhtişamlı bir kale yapılıyor. Kalenin yanındaki topraklar veriliyor.
Bugün ise kale artık var da yok. Yıllarca ahır ve kümes olarak kullanılmış. Kalenin ortasına bir ev dikilmiş. Köyde onca ev olmasına rağmen burası da Ödemiş’in hayalet köyü Lübbey’i hatırlattı. Bakımsızlığı da Nazilli’nin Arpaz’ını.
Gece müzeciliğinin altını çize çize reklamlaştırın; sözüm yok! Ama buralara da biraz özen gösteriniz, hiç fena olmaz sanki.
Koskoca Kanuni bu dünyadan gitti ise siz de gideceksiniz. Bu topraklara azıcık imtina, gelecek nesillere verilecek en güzel hediye.
Stratonikeia Antik Kenti
Ölmemiş bir antik kent.
Sokağın başından bir gladyatör çıkacak gibi hissediyorsunuz. Yıllarca burada eğitilmişler, sonra da emeklilik şehirleri olmuş bu şehir.
Bir köy ağası upuzun bir masada yemek veriyor. Masa donatılmış. Oğlaklar taş fırından servis ediliyor.
Şaban Ağa Camisi’nden bir cenaze kalkıyor. Osmanlı’ya yakışır bir cenaze töreniyle uğurlanıyor giden.
Köyün kahvesinde buluşuyor gladyatör, ağa ve köylüler.
Bir kahvenin hatırı kırk değil, yüzlerce yıl bu şehirde.
Bakırcı o sırada bir cezvesini daha bitiriyor. Altına cezvenin kaç kişilik olduğunu yazacak. Düşünüyor bakırcı: Bunca döneme şahitlik eden bir şehirde doğan cezvenin altına hangi sayı yazılır ki? Haklı.
Bir duvarda şöyle yazıyor:
“Bu arenada bir köle özgürlüğünü kazandı.”
Bu antik kentler bizim topraklarımızda.
Sorumluluk gömleğini bazılarında giymişiz, bazılarında giyememişiz. Gelecek nesillerin görsel hafızalarını güçlendirecek daha kıymetli ne olabilir ki?
Giyelim artık şu gömlekleri.
Vakit geç de olsa.

Onca fotoğrafın, onca acının, onca insanın içinde tek bir umut, tek bir umut ışığı…
Steinbeck’in “Gazap Üzümleri” kitabından kalp parçalayıcı şu satırları hatırlayarak:
“Gece karanlıkta ortalıklarda olacağım, anne. Bakabileceğin her yerde olacağım. Aç insanların karnını sayesinde doyuracağı bir kavga varsa, ben orada olacağım. İnsanların çaresizlikten çılgına dönüp haykırışında ben olacağım. Bebeklerin açken akşam yemeğinin hazır olduğunu bilip gülüşlerinde ben olacağım. Ve insanlar kendi yetiştirdiklerini yiyip kendi yaptıkları evlerde yaşadıkları zaman ben orada olacağım.”
Her alevin içinde tek bir hayvanın hayata dönüşünü izleyebilmek; sulara kapılmış bir bebeğin günler sonra nefes alışını görebilmek; küle dönmüş bir ormanda yeniden filizlenmeye çalışan bir papatyayla karşılaşmak; günlerdir yaşanan onca şeye rağmen bir Yörük çadırında yemek yapan bir kadını görebilmek…
Bir nevi umut avı!
Klavyede en doğru harfleri bulmaya çalışırken arkadan gelen bir klasik müzik sesi. Fonda “Schindler’in Listesi”. Kemanın teline her vurulduğunda filmdeki sahnelerin, yaşanan onca şeyin yanında az bile kaldığı gerçeği. “Dünya, güzel bir yerdi. İnsanlar, bir arada mutlu yaşarlardı.” girişi ile başlayıp gelişme bölümünde birden her şeyi yerle bir eden şeyler. Savaşlar, diktatörler, hırs taşıyıcıları, önlerine hangi kötü sıfat gelirse gelsin uyumsuzluğa asla düşmeyen sıfat sahipleri. Kemanın telleri ile yüzleşmesi. O ilk giriş kısmındaki gibi tellere dost olmaması. Keman, bir fotoğraf makinesi sanki… “Bak, böyleydik. Şimdi böyleyiz. Al, gör.” cümlesini kuruyor telleri.
Umut, yolculuk için davetiyeleri adreslere göndermeye devam etmekte…
Savaşın, kargaşanın, huzursuzluğun olduğu yerlerde daha çok konuşuluyor umut. Geçen senelerde, Afganistan’da tahliye uçaklarına canını pahasına binmeye çalışan insanlarda. Uçağın herhangi bir yerine, gerekirse kanatlarına. Gerekirse ölüm pahasına… Bu senelerde yine savaşın olduğu ülkelerde.
Umut, bazıları için sadece para!
Evleri zarar görenlere yardım götüreceği yerde, selde zarar görmüş arabaları ucuza satın almak peşinde koşan sözde umut avcılarında. Umut avcıları, afetleri bile çıkarlarına döndürmekte usta.
Anlamını günden güne yitirse de, umut hep bir çocuğun her şeye rağmen gülen gözlerinde. Hem de her şeye…
Özlem ÇALLI

Köylere gittiğimde yaşlı teyzelerle sohbet ediyoruz. Bir kahve ve bir çayın yanında bir dolu sızı çıkıyor yüreklerinden.
Beyaz tülbentli teyzelerin çoğunun ağırından da aynı sözcükler çıkıyor: “Şimdi çok pişman!”
Gençliğinde bir gün bile duymamış eşlerinden bazıları: “Çok güzelsin,” dediklerini. “Yıllarca kendimi çirkin bildim be kızım,” diyor biri, “meğersem çirkin değilmişim ben. Yıllar sonra itiraf ediyor eşi: “Şımarma diye öyle söyledim.”
Kolunda ciddi ağrılar Ayşe teyzenin. Gitmediği doktor kalmamış tedavi için. En iyi doktoru bulmaya çalışan da kocası. Karısına vurduğu her tokatın pişmanlığı ile yaşlılığında telafi etmeye çalışıyor hatasını. Anlatıyor Ayşe teyze kocasını: “Ameliyattan çıktım, ne kadar süre geçti bilmiyorum. Hala uyuyor sanıyor beni.” Gözyaşları sel gibi akıyor. Koluma bakıyor.”
Hepsi de aynı değildir. Yaşını başını almış pek çok kadının hikâyesi de birbirine çok benziyor. Benim gittiğim köylerde ve eminim Türkiye’nin pek çok köyünde daha. Ve pek çok ilçesinde ve şehrinde. Acısı sızlayan belki kadınlar. Sızısını da asla dindiremeyecek eşler. Değiyor mu güzel ailelere ve ömürlere ve yakışıyor mu hiç üç günlük dünyaya?
Özlem Çallı

“Bu da geçer” ve “Bu da geçmez” arasında geziniyor nezaket.
İdareli kullanayım derken bozulan parfüm şişelerindeki kokular gibi bazı insanların tepkileri. Zamanla ve kullanmaya devam ettikçe unutuluyor. Rayihası uçup gidiyor.
İster istemez de verilmesi gereken tepki zıttı ile mayalanıyor. Ortaya karışık, akıl almaz, tuhaf diyaloglar yaşanıyor. Tanıdık, çok bizden…
“Başım bugün çok ağrıyor” diyor biri. Diğeri, “Evet, benim de! Hem de çok” diye yanıt veriyor.
“Saçımı kestirdim, nasıl olmuş?” sorusuna “Kökü sende değil mi, uzar gider” diye cevaplıyor bir başkası.
Sevinçle istediği bölümü kazandığını söyleyen öğrencinin sevincine ortak oluyor bir büyüğü(?), “O bölümü bitirince iş bulamazsın. Bizim falancanın falancasının falanca oğlu yıllardır iş arıyor” diye ekliyor ve ekliyor.
Ortak tepkilerde buluşmalar bireysel devinimlerde son buluyor. Hayretle, şaşkınlıkla geçip gidiyor günler.
Bir taraftan bunlar yaşanırken diğer taraftan da güzel şeyler oluyor.
Hiç tanımadığınız insanların sunduğu nezaket. Nezaket sunulur mu demeyin, sunuluyor.
Bazen yolda yürürken hiç tanımadığınız birinin içten bir selam vermesi, üstüne bir “Merhaba” demesi.
Bazen de sırada beklediğiniz kahvecide telaşlı halinizden zamanınızın olmadığını anlayan birinin, “Buyurun, siz geçin öne” demesi.
Elinizde ağır yükünüzü gören, sadece merhabalaştığınız komşunuzun market poşetlerini asansör olmayan apartmanınızda beş kat çıkarak taşıması. Nezaket değil de, ne?
Yazarlar sesleniyor nezakete. Altlarını çize çize sözcüklerin.
Jack London’un Martin Eden’i başlıyor:
“Terbiye ve nezaket denilen bir şey vardır ve senin de kimsenin onurunu kırmak gibi bir hakkın yok.”
Ahmet Ümit bayrağı devralıyor ve “Ama insanın söz geçiremediği duyguları vardır, engelleyemediğimiz düşünceleri. Nezaket başkadır, insanın içinden geçenler başka…” diyor.
Şimdi de Anooshirvan Miandji’ye kulak verelim, şu büyülü cümlesine:
“Size tüm kapıları açabilecek bir anahtar vereceğim; üzerinde şu yazar: Sabırla nezaket.”
Anekdotlardan çıkarımlar var, bir dolu!
Belki de asıl sorun, carisinde tek tip imgelerin dışında farklılık.
Bir kısır döngüde sürekli aynı şeylerin peşinden koşanlar!
“Selam versek ne olur, vermesek ne olur?” deyip geldikleri hiç belli olmayanlar.
Karşısındaki insanın bir “Merhaba”sını bile farklı algılayıp üzerinde mülkiyeti olduğunu zannedenler.
Akrep ile yelkovanın da bir nezaketi olduğunu, doğru zamanı gösterdiğini inkâr edenler.
Carisinde bir ad, bir soy ad dışında başka odaları olmayanlar. Bir ad, bir soy ad!
“Gelecek yoksa imgeler gereksizdir” sözünü sayfalara, duvarlara kazıyanlar. Geleceksizlikten öylesine yaşayanlar… Yaşadılar, yaşıyorlar, yaşayacaklar.
Son insana kadar nezaketin de hep kıymetli olacağı gibi.
Özlem ÇALLI

Sayfalar açılıyor, sayfalar kapanıyor. Kadınlar kendi dillerinde konuşuyor, erkekler kendi dillerinde. İyilik anlaşmaları, güzellikler, düzgün kitaplar ve özenle seçilmiş kelimelerin yanında dile döküldüğünde anlamını kaybedenler, sadece bir tercüman vasıtasıyla anlaşılabilecek hikâyeler ve kesip atılan harfler paylaşılıyor. Kelimelerin kemikleri kırılıyor. Kimi alçıda bekliyor aylarca. Bazen de alçıdan hiç kurtulamıyor ve kireçleniyor.
Şimdilerde bunlar yaşanırken de bazıları hiç unutulmuyor. Çünkü onlar kuyuya kelimeler ve dizeler atarken suyun tadını güzelleştirenler; bazen de dünyayı yerinden oynatanlar; ölseler dahi kovayı dolduranı eksik olmayanlar… Şimdi bu satırları okuduktan sonra aklınıza pek çok yazar, pek çok şair gelebilir. Benim aklıma, birkaç sene önce İstanbul Aşiyan Mezarlığı’nda tesadüfen denk geldiğim Ahmet Hamdi Tanpınar’ın mezarı geliyor. Mezar taşında şu dizeleri var: “Ne içindeyim zamanın/ ne de büsbütün dışında”… Mezarının yanı başında bir su testisi ve suyunu dolduranı hiç eksik olmuyor.
Suyun tadını her daim güzelleştiren ya da dünyayı yerinden oynatan kelimelerin sahiplerine saygımızı nasıl gösteriyoruz? Yeterince saygılı mıyız acaba? Tanpınar ve değerli diğer tüm yazarlar bir gün öleceklerini ve yazılarının asıl sahiplerinin, ölümsüz olan tarafın aslında okuyucuları olduğunu tabii ki biliyorlardı, ama gelecekte okuyucularının kör gözlerine bile hürmet etmeyeceklerini düşünürler miydi? Ahmet Hamdi Tanpınar, Cemil Meriç, Âşık Veysel gibi gözlerini kör edercesine bize armağan ettikleri kelimeleri birileri alsın, altına da kendi isimlerini eklesin diye yıllarca edebiyatın büyüsünü korumaya çalıştılar mı?
Artık, zaman akışı eskiden olduğundan çok farklı olduğundan mı yaşanıyor yoksa tüm bunlar? Güneşin doğuşu ile batışı hiç değişmemiş. Gelin görün ki emek emek yazılan el yazmalarının yeri zaman tünelinde önce daktiloya, sonra bilgisayarın klavyesindeki kolayca yerinden oynatılan harflere evrimleşmiş. Değişen veya farklılaşan her bir mefhumda suç hep teknolojide mi, dijital çağda mı? İnsanda, insanın genişleyen ama bir o kadar iğdişleştirilen zamanında veya karakterinde hiç mi kusur yok?
Kelimeler, öyküler, insanlar, şiirler, tebessümler, mizahlar, kahkahalar, sahte profiller, iyi niyetliler, kötü niyetliler, tacizciler, tarih sevenler, dostlar, hüzünler, fotoğraflar, anılar, bilgi sahipleri, her şeyi bilenler yani cahiller… Sosyal mecralarda toplanıyorlar. Her gün, her saat, her dakika… Ciddi sayıda bir kalabalık! Herkes adeta yerdeki bir şeye bakıyor. Merak ediyor diğerleri. Gidiyorlar. Karışıyorlar kalabalığa. Ne görsünler! Yere düşen bir cümle! Oldukça garip bir cümle! Virgüller sanki özellikle kontrolden çıkmak için serpiştirilmiş. Bir sürü virgül, bir o kadar da ünlem var içinde. Her kelimenin sonunda bir ünlem gerekli görülmüş. Özne olmuş yüklem, nesne olmuş zarf, hatta dolaylı tümlece bile utanmadan ne kadar diye soruluyor. “Harfler de bir garip”. Eğri büğrü, düzgün değil. Sanki dürüstlüklerini kaybetmişler! Nedeni basit. Bundan tam otuz dakika önce bir intihal suçu işlenmiş!
Tanpınar yaşasaydı bugün, o güzel ‘Hakikat’ şiiriyle şöyle seslenirdi hepimize: “Hakikat çok uzak, karanlık, derin/ bir dille konuşur, büyük köklerin/ toprakla ezelden karışmış dili/ geceyle ölümdür asıl sevgili/ bu ikiz aynada toplanır yollar/ karanlık yaratır/ ölüm tamamlar.”
Evet, karanlık. Hem de çok karanlık. Bir lupun, bir büyütecin hatta bir uzmanın bile işin sırrını çözemeyeceği kadar karanlık bazen hakikat.
Karanlığa bazen de bir kova dolusu güneş ışığı dökerek karanlıkları tecrit edenler var. Olmaz olur mu hiç? Umudu yaşatanlar onlar, güzel insanlar. İnatçı zarafeti olan, ahlaki seçim sahibi insanlar. İyilik anlaşmalarını doğuştan imzalayan bu gruptakiler de sessiz sedasız bu mecralarda sorumluluklarını yerine getiriyorlar. Belki çok görülmüyor yaptıkları ama her coğrafyada olduğu gibi hep de kutlanmaya devam ediyor. Kimliklerine veya profillerine iyi damgası vurulmuyor belki ama pek çok kişi biliyor ve tanıyor onları. Turgut Uyar’ın “Hepinize iyi niyetle gülümsüyorum/ hiçbirinizle dövüşemem/ siz ne derseniz deyiniz/ benim gizli bildiğim var” mısralarını kanıtlarcasına… Herkese iyi niyetle gülümseyecek kadar uçsuz bucaksız, hiç kimse ile dövüşmeyecek kadar kararlı olanlar için yazdığı mısraları kanıtlarcasına…
Kiminin sözünden sayfasına güzel bir kalıntı gelir böyle. Yıllar sonra bile kimsenin unutmadığı, hep yer edinen… Kiminin sayfasında bir alıntı, bazen sahibinden satılık, bazen de icra yoluyla değeri yerle bir edilir. K/alıntılar yazarla doğar. Yazan ölür. İnsanla hep yaşar gibi yapar!
Özlem ÇALLI

Dolabındaki asılı 25 gömleğin sadece üçünü giydiğini, ama arka sokaktaki komşunun o beğenilmeyen gömleklere muhtaç olduğunu hiç duyabildin mi? O muhtaç olduğunu demeden, ihtiyacı olduğunu söylemeden, sen o komşunun üstündeki yırtık kıyafetlerin sesini, artık yok olmak istediklerini bir kez olsun duyabildin mi? Gözlerinle dinlemeyi dene bir kez de, kulaklarınla gör.
Peki, her sabah işe giderken, arabanın ön kaportasında oturan ve gözlerinin içine bakan kedinin aslında senden beklediği bir şeyi olduğunu duyabildin mi hiç? Gözleriyle konuştuğunu, sana “açım, susuzum” diye yalvardığını hiç fark ettin mi? Arabanın sesinden korkarlar. Buna rağmen, sen kontağı çevirip arabayı çalıştırsan da inatla kaçıp gitmemesinin nedenini hiç düşündün mü?
2 gün önce Beyrut’taki gelinin fotoğrafçıya poz verirken nasıl mutlu olduğunu dinledin mi peki? Gözlerinin içinin güldüğünü, salına salına gelinliğiyle göz kamaştırdığını… Ta ki, patlama sesini duyuncaya kadar. Hayatın bu kadar kısa, sadece bir pamuk ipliğine bağlı olabilecek kadar zayıf olduğuna hiç tanıklık ettin mi? Kulaklarınla da gördün mü?
Tolstoy’un bu satırlarını okuduğunda peki ne duydun, ne gördün?
“Güneş bugün de doğdu. Ama biz farkına varmadık. Belki güneşten sonra uyandık, güneşten bile geri kaldık. Gökyüzünün alabildiğine sınırsızlığına aldırmadan başımız eğik yaşadık. Yani başımızda açan çiçeğe hayret bile etmedik. Yaz ayları bize sadece tatili hatırlattı. Kuru topraktan milyonlarca çeşit bitki yaratıldı. Bizse bu yaratılış karşısında hiçbir şey hissetmedik. Gözlerimiz, duygularımız, aklımız kapalı; uykudaydık.”
Belki de gördüklerimizi ve duyduklarımızı da zorlamak lazım. Fark etmek için, ileriye gitmek için ve hiç unutmamak için;
Henüz bebekken ‘Dünya benim!’ dercesine avuçlarının sımsıkı kapalı olduğunu, ölürken de aynı avuçların ‘her şeyi bırakıp gidiyorum işte!’ dercesine apaçık kaldığını fark etmeli…