Ayşe Bağçıvan

Ayşe Bağçıvan

01 Aralık 2025 Pazartesi

    DİĞER YAZARLARIMIZ

    “Halka Aşkla Hizmetin Adı: Arapgir Modeli” Belediye Başkanı Haluk Cömertoğlu ile Röportaj

    “Halka Aşkla Hizmetin Adı: Arapgir Modeli” Belediye Başkanı Haluk Cömertoğlu ile Röportaj
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Yerel belediyecilikte süreklilik toplumla kurulan samimi ve dürüst bir bağ ile mümkün olur. Dört dönem boyunca ilçesinin idaresini üstlenen Haluk Cömertoğlu, idareciliği yönetsel bir başarıdan ziyade toplumsal sorumluluğun kesintisiz bir şekilde sürdürülmesi olarak yorumluyor. Haluk Cömertoğlu’na göre belediyecilik altyapı yatırımlarının çok ötesinde, kültürel dokunun güçlendirildiği, sanatsal üretimin teşvik edildiği ve halkın yaşam kalitesinin yükseltildiği bir atmosfer. Cömertoğlu’nun bu yaklaşımı da yerel yönetimi teknik bir organizasyon olmaktan çıkarıp, şehir hafızasını canlı tutan, estetik duyarlılığı önceleyen, toplumsal katılımı artıran halk hizmetine dönüştürüyor. Dört dönemdir Arapgir Belediyesinin başkanlığını yapan Haluk Cömertoğlu’nun yıllara yayılan emeği, ilçenin ruhuna sirayet etmiş durumda. Nitekim ilçenin belleğini canlandıran projelerden gençlerin üretken potansiyelini destekleyen programlara, kamusal alanı sanatla bütünleştiren etkinliklerden kültürel mirası görünür kılan çalışmalara kadar her adım gönül belediyeciliği, halka aşkla hizmetin somutlaşmış hâli niteliğinde. Bundan olsa gerek Cömertoğlu’nun görevine bakışı makam sorumluluğundan ziyade ilçesine ve şehrine duyduğu sevginin şekillenen uzun soluklu yolculuğu.

    Bu söyleşimizde Haluk Cömertoğlu’nun görev sürecinin ardındaki motivasyonu, kültür-sanat ekseninde kurduğu yönetim düşüncesini, halkla ilişkilerinde benimsediği ilkeleri ve ilçesine duyduğu bağlılığı konuştuk.

    Keyifli okumalar…


    Sayın başkanım ilk öncelikle söyleşi için teşekkür ederim. Okurlarımız için kendinizi tanıtır mısınız?

    Ben de teşekkür ederim. Öncelikle sizleri Arapgir’de ağırlamaktan, sizlerle tanışma fırsatı bulmaktan ve ilçemizi tanıtma şerefine nail olmaktan büyük mutluluk duyduk. Sonuçta sizler, Ortak Akıl Platformunun birer temsilcisisiniz. Yazar, şair, sanatçı, sinemacı, tiyatrocu, edebiyatçı, tarihçi ya da romancı olmanız fark etmiyor; akademisyen ya da alaylı olabilirsiniz. “Ben bu işin üstadıyım” diyen herkes, bizim için bir değerdir. Davet ettiğimiz ya da kendiliğinden gelen tüm misafirlerimiz, bizim zenginliğimizdir. Bu nedenle sizi burada görmek bizi gerçekten sevindirdi.

    Kendimi tanıtayım: Haluk Cömertoğlu, yüksek işletmeciyim. İki bin dokuzdan bugüne dördüncü dönem halkın iradesiyle, oylarıyla, halkın kendi öz malı olan Arapgir Belediyesinin yöneticiliğini yapıyorum.  Dört çocuk babasıyım. İki kızım, iki oğlum var.  Uzun yıllar ticaretle uğraştım şu anda da milletin hizmetinde olmaktan onur duyuyorum. Arapgirli bir Türkmen ailesinin çocuğuyum. Danişment Gazi ailesiyiz. 1.010 yılında yerleşmiş Oğuz Beylerinin bıraktığı vatanı, Anadolu topraklarının en nadide yukarı Fırat bölgesinin Arapgir coğrafyasında nöbet tutmaya devam ediyorum.


     “Partiler sadece araçtır, amaç halka hizmettir… Yerelde siyaset değil, insan gönlü kazanılır.”

    Dört dönemdir Arapgir Belediyesinin başkanlığını yapıyorsunuz. Dört dönemin iki dönemi fraklı bir partiden olmanıza rağmen üst üste başkanlık seçimlerini kazandınız. Bu da elbette halkın size olan sevgisinin ve güveninin somut bir göstergesidir. Bununla birlikte, halkın size olan sevgisi ve güveni parti gözetmiyor ve burada gözlemlediğim kadarıyla halkla iç içe olan, halkın sorunlarını onların sofrasında dinleyen, esnafını koruyan bir başkansınız. Halkın size olan güven ve sevgisini siz neye bağlıyorsunuz?

    Burası bir ticaret kapısı değil. Hele zenginleşme kapısı hiç değil. Ki zaten maddi durumu oldukça yerinde olan biriyken işimi bir kenara bırakıp geldim. Halk için hizmet etmeye aday oldum.  Aday olmanın ötesinde hep halkın arasında durmayı onlar gibi yaşamayı millete ait bir varlığı, emanet olarak nasıl hizmetlere dönüştürürüz sevdasını güttük. Tabii her dönemde bu da tekrar bizi müracaat etmeden aday sıfatıyla açıklanmamıza vesile oldu. Yani araçlar değişebilir fakat amaç aynıdır. Ben araç değişikliği konusunda iki bin dokuzda Adalet ve Kalkınma Partisi’yle yola başladım. daha öncesinde doksan dört yılında Refah Partisinde adaylığım vardı.  Yine daha önce Fazilet Partisi’ni kurduk. Bir dönem meclis üyeliğim var.  daha sonra da 2 dönem Adalet ve Kalkınma Partisi’yle yollarımızı ayırdık.  Tam tersi olan ve 71 yıl boyunca da kazanmamış bir bölgede, yerel tercihler acaba partiyle mi yoksa partinin üstü de olabilir mi, yani siyaset üstü de olabilir mi tercihler dedik ve Cumhuriyet Halk Partisi’nin davetine icabet ettik. Nitekim halkın tercihi siyaset üstü oldu ve iki dönemdir de burada Cumhuriyet Halk Partisi olarak devam ediyoruz. Burada yine söylüyorum altı çizilmesi gereken konu, partiler demokrasinin yalnızca araçlarıdır amaç halka hizmet etmektir. Amacımı halkın size emanet ettiği kurumu, halkın başına kakmadan, hizmetlerini çoğaltan, adaleti tesis eden ve gece gündüz demeden mesaisinden çalmadan onun imkanlarını kendinize yasak kılıp halka açan bir anlayışa borçluyum. Dolayısıyla bu bize verilmiş bir Türkmen töresidir.  Bu bizim İslam adabına göre ahlakımızın, edebimizin, imanımızın ahiret anlayışımızın da bir tezahürüdür.  Bunun dışında da bir şey görmüyorum zaten.


    “En büyük imzam, Arapgir’i yerinde tutmaktır. Çünkü şehir, sadece bina değil; ruh ve hafızadır.”

    Peki sayın başkanım, dört dönemdir bu belediyenin hizmetindesiniz. Mutlaka çok büyük hizmetleriniz ve katkılarınız olmuştur. Bize bu hizmetleri kısaca özetler misiniz?  Özellikle merak ettiğim kültür ve sanata önem veren bir başkan olarak, Haluk Cömertoğlu’nun Arapgir’deki imzası nedir? 

    Aslında en büyük imza derken bence en büyük imza Arapgir’i yerinde tutmaktır.

    Biraz açabilir misiniz?

    Açacak olursak; Arapgir’i yaşatmak, onu Arapgirli kültürüyle geleceğe taşımak demektir. Bu şehri kendi kökleriyle yeniden buluşturmak, imkânları çoğaltarak burada yaşayan herkes için yaşanabilir bir yurt hâline getirmektir. Kent özentisini bir kenara bırakıp şehir kültürünü güçlendirmek, teknolojiyi ve modern imkânları Arapgir’in dokusuna entegre ederek huzurlu bir yaşamın kapılarını aralamaktır.

    Eğitimde, sağlıkta, geçimde; kadınların ve erkeklerin ihtiyaç duyduğu her türlü hizmete erişebildiği, kendini ait hissedebileceği, varlığını değerli bulabileceği ortamlar oluşturmayı hedefliyoruz. Nitekim biz bu yaklaşımı 2009’da hazırladığımız on başlıklı kırsal kalkınma modelimizde tanımlamıştık. Bana ait olan bu model, özünde bir “havza modeli”dir. Arapgir, beş ilin tam ortasında yer alır; sekiz ilçe ile buluşur. Bu nedenle beş il ve sekiz ilçeyi kapsayan “Yukarı Fırat Destinasyonu”, Türkiye’deki en başarılı kırsal kalkınma modellerinden biri hâline geldi.

    Bu modelin birçok bileşeni var. Örneğin eğitimde sürekli göç veren bir ilçeydik; şimdi ise okullarımız Türkiye’nin en üst seviyesinde. Mehmet Ali Aydınlar gibi yatırımcıların destekleriyle kurulan üniversite niteliğindeki kampüslerimiz, Türkiye ortalamasının oldukça üzerindedir. Türkiye’nin okul birincisi de Kerem Aydınlar Kampüsü’dür.

    Kültür merkezlerine özel bir önem verdik. Çünkü kültür merkezleri, insan hayatının görünmeyen fakat her şeyi etkileyen aydınlanma mekânlarıdır; farklı sebeplerle de olsa insanları aynı çatı altında buluşturan yerlerdir. Bu nedenle Kerem Aydınlar Kampüsü’nün hemen yanında kurulan ve sekiz yıldır hizmet veren Sami Aydınlar Kültür Merkezimizde, her yıl yüz ile yüz elli arasında etkinlik gerçekleştirdik. Pandemiye ve depremlere rağmen etkinlik sayımız hiçbir yıl yüzün altına düşmedi; bu yıl ise yüz elliyi aştı.

    Sanata, kültüre, düşünceye, şiire, edebiyata, sinemaya ve tiyatroya kıymet veren; üretmek isteyen, üretme cesareti taşıyan herkes bizim için değerlidir. Burada ya misafirimiz oluyorlar ya birlikte üretiyoruz ya da beraberce programlar gerçekleştiriyoruz. Çünkü Arapgir’in gelişimini, kültürel ve sanatsal birikimle desteklemenin bu topraklara katılmış en büyük değer olduğuna inanıyoruz.

    “Tek damla atık su bırakmayan sistemden foto-kamplara, şiir atölyelerinden sanat üretim merkezlerine kadar çok boyutlu bir kalkınma modeli.”

    Sayın başkanım, iki bin dokuzda Arapgir halkı için ilk yola çıkış amacınız tam olarak neydi? Bu amaca bağlı olarak gerçekleştirdiğiniz ve gerçekleştirmeyi düşündüğünüz projelerinizden bahseder misiniz?

    İki bin dokuzdaki yola çıkışımız, Arapgir’in tarihî kökleri üzerinde yükselen kültürel varlıklarını gün yüzüne çıkarmak, bu mirası gelecek nesillere aktararak yerinde korumak üzerine kuruluydu. Bu hedef doğrultusunda önemli adımlar attık. Plansız bir yerleşimden, köy ve mezraları da dahil olmak üzere yüzde yüzü imar planına kavuşmuş Türkiye’nin tek ilçesine dönüştük. Yedi farklı bölgede hazırlanan koruma planlarıyla, taş–kerpiç–ahşap bütünlüğünü koruyan altı yüz ellinin üzerinde geleneksel yapıyı ve iki yüz on beş tarihî eseri—köprüleri, hanları, hamamları, camileri, kiliseleri—envanterimize aldık ve bir kısmında restorasyon çalışmalarını başlattık. Bugün bu söyleşiyi yaptığımız Millet Han da ilk ele aldığımız yapılardan biridir.

    Bu süreç, kısa vadede sonuç alınacak bir iş değildi; rölöve, restitüsyon ve restorasyon projeleri nedeniyle uzun soluklu bir çalışma gerektiriyordu. Bu nedenle 2009–2014 yılları arasında akademik camiayla güçlü bir işbirliği yürüttük. İstanbul Teknik Üniversitesi’nin üç farklı bölümüyle çalışarak imar planlarımızı planlama bölümüyle, kültürel miras projelerimizi ise mimarlık fakültesiyle birlikte hazırladık. Yaklaşık üç yüz öğrenci—çoğu yüksek lisans seviyesinde—burada bir aydan altı aya kadar süren inceleme ve uygulama süreçlerine katıldı. Bu çalışmalar, hem ilçemize yeni bir ufuk kazandırdı hem de halkta “bu eski yapıdan ne çıkar?” sorusunun yerini güçlü bir farkındalığa bıraktı.

    Ekolojik yaşamı korumak ve endemik çeşitliliği görünür kılmak amacıyla, doğal varlık statüsünde çalıştığımız ve marka değerine dönüşebilecek on ürün belirledik. Bunlar içerisinde reyhan ön plana çıktı. Akademik dünyanın en çok makale ürettiği, üzerine en fazla çalışma yapılan bitkilerden biri hâline geldi. Bugün Türkiye çapında tanınan Arapgir reyhanı, belediyemizin yürüttüğü çalışmaların doğrudan sonucudur.

    Tüm bunlar, bir zamanlar terk edilmek üzere olan ilçemizin uçurumun kıyısından alınarak merkeze taşınmasının; dört dönemdir sürdürülen kararlı bir vizyonun ürünüdür. Arapgir artık Türkiye ölçeğinde bir marka. Bunun yanında, ilçemiz spor altyapısı açısından da örnek gösterilecek bir noktaya ulaştı. Olimpik yüzme havuzundan kapalı spor salonuna kadar pek çok tesisle, bazı illerde bile bulunmayan imkânları Arapgir’e kazandırdık.

    Bütün bunlar “nasıl oldu?” diye sordurmuyor, çünkü her biri titiz bir gayretin, kamusal kaynakları israf etmeden; önünde durarak, arkasını toplayarak, sorumluluğunu üstlenerek yürütülen bir çalışmanın sonucudur. Bugün bu yatırımların hepsini güncel ihtiyaçlara göre yeniliyor, yaşatıyor ve işlevsellikleriyle hayatın içine katıyoruz.


    Peki tüm bu hizmetlerin arka planında yani halka ve Arapgir’e faydalı olma düşüncesinin temelinde ne yatıyor? Ve büyük bir aşk ile hizmet ettiğiniz Arapgir’i okurlarımız için tanımlar mısınız?

    Bütün bu çalışmalar, geçmişimdeki işletmecilik deneyimlerinden de öte; sosyoloji ve felsefe alanındaki derin okumaların kazandırdığı bir bakış açısına dayanıyor. Üzerimde çok sayıda insanın emeği, düşünceleriyle ufuk açmış pek çok ismin katkısı var. Bu nedenle kim olursa olsun, düşüncesine, meşrebine, ideolojisine bakmadan; “Benim de bir fikrim, bir aklım, bir birikimim var” diyen herkesle iş birliği ve güç birliği içinde olabileceğimiz ortamları oluşturmaya çalışıyoruz. Çünkü insan, düşünen bir varlık olarak dünyada vardır ve imar etme gücüne sahiptir. Bu gücü kullanmasına imkân tanınmazsa ihmal eder; ihmal edilirse zamanla imha eder. Bizim amacımız, bu imhaya fırsat vermeden insanın legalitesini artırmak, onu pozitif işlerle buluşturmak ve toplumsal yapıyı onarmaktır. Bu hem vazifemiz hem de insan olmanın gereğidir.

    “Binlerce yıllık mirasa sadık kalan bir vizyon. Güçlü tarihiyle, inanç turizmiyle, kadim sesiyle geleceğe umut aşılıyor.”

    Arapgir’in varlık sebebi de bu anlayışın tarihî temellerine dayanır. Bin on yılında Danişment Gazi ve ailelerinin yerleşmesiyle başlayan bu tarihî kök, bin elli altıda Bizans’ın güçlü kalelerinden Harput ve Malatya’nın fethine; ardından bin yetmiş bir zaferinde yirmi bir bin öncü askerle Diyojen’i dize getiren iradeye kadar uzanır. Arapgir, Anadolu’yu anayurt yapan iradenin merkezlerinden biridir; Türkmenlerin başkentidir, Türkmen yurdunun en kuvvetli nişanesidir. Tarih boyunca etnik veya mezhepsel ayrım gözetmemiş; gayrimüslimiyle, farklı meşrebiyle birlikte yaşamayı başararak bu birlikteliği edebiyata, sanata, üretime ve gündelik hayata taşıyabilmiştir.

    Arapgir, tarihte bir tekstil kenti olarak anılır. Roma’nın 12. Lejyon merkezidir; Doğu Roma’nın en büyük eyaletlerinden biridir, Hititlerden itibaren büyük bir alt merkez olmuştur. İnsanlık tarihinin neredeyse bütün medeniyetleri bu havzada iz bırakmıştır. Roma kaynaklarında da geçen “Arapgir güvenli yurttur” tanımı, bugün hâlâ geçerliliğini korur. Çünkü ilçemizde uzlaşı kültürü hâkimdir. Yirminci yüzyılın karmaşasında, menfaat ve çıkar ilişkilerinin belirleyici olduğu bir dönemde bile yardımlaşma ve paylaşma kültürü ortalamanın çok üstünde sürmektedir.

    Bizim temel gayemiz ise hep aynı: insanı onarmak, insanı onurlandırmak, insanı merkeze koymak. Bu toprakların tarihi de bunun örnekleriyle doludur. Osmanlı’da yedi sadrazama ulaşmış, yedi başbakan yetiştirmiş; saray içinde otuz altı paşa, toplamda doksanı aşkın paşa çıkarmış bir memleketten söz ediyoruz. Vakıf kültürünün öncülüğünü yapan Kocaragıp’tan Cafer Paşalara, Yusuf Kamil Paşa’dan Hüseyin Avni Efendi’ye; Halvetîliğin güçlü ekollerinden Kara Başı Veli’nin dergâhına kadar yüzyıllara uzanan bir birikimin mirasçılarıyız. Mustafa Kemal Atatürk’ün Çanakkale’de “geçilmez” sözünü tarihe nakşeden Cevat Çobanlı Paşa’nın da içinde bulunduğu büyük bir Arapgirli silsilesi vardır ve bu silsile, Cumhuriyet döneminde de devam etmiştir. Namık Gedik’ten Menderes’e, Turgut Özal’ın yakınındaki Metin Emiroğlu’ndan Adnan Kahveci’ye kadar pek çok isim bu coğrafyanın temsil kudretini taşımıştır.

    Bugün de girişimciliği, iş dünyasındaki varlığı ve mülkiyeci geleneğiyle Arapgir bir kutup gibi parlamaya devam ediyor. Bu nedenle Arapgir, derin bir medeniyetin açığa çıkmış, onarma gücünü ispatlamış; üretme, temsil ve girişimcilik mayasını en yüksek seviyede ortaya koymuş bir yerdir.

    Sanat, kültür, sağlık ve eğitim kenti olma hedefiyle 2009’da yola çıktık. İmkânsızlıklara rağmen kent estetiğini ve sanatı merkeze alan bir anlayış benimsedik. Dışarıda aradığımız karşılığı bulamayınca kendi atölyelerimizi kurduk ve üretime yöneldik. Örneğin Emiroğlu Konağı’nın tarih anlatım müzesi ile Tarih Parkı’ndaki tüm objelerin restorasyonu ve işlevlendirilmesine dair tasarımlar bize aittir; üretimleri ise tamamen kendi atölyelerimizde gerçekleştirilmiştir. Heykelden resme, ebrudan demir işçiliğine kadar beş birimli sanat atölyemiz, yüksek lisanslı eğitmenlerin rehberliğinde özgün üretimler ortaya koymaktadır.

    Tarihî çalışmaları sempozyumlar ve çalıştaylarla derinleştirip belgelere dönüştürdük. Her tasarımın bir misyon taşımasını, taşın da bir dili ve anlatımı olmasını istedik. Bu yaklaşımla Arapgir, birçok alanda ilkleri hayata geçiren bir ilçe hâline geldi. Belediyecilik hizmetlerinde örnek gösterilen, alt ve üstyapısı yüzde yüz tamamlanmış; tek damla atık suyu dışarı bırakmayan, arıtma tesisleriyle tarımsal sulamayı destekleyen ender bölgeler arasında yer alıyoruz. Doğalgazı getirdik, ulaşımı güçlendirdik; özetle insanımızın refahını artırmak ve dışarıya olan özenti arayışını ortadan kaldırmak için çalışıyoruz.

    Turizmde de önemli adımlar attık. Türkiye’nin en büyük fotoğrafçılarının katıldığı organizasyonlar düzenledik; foto-kamplar, sinema etkinlikleri, kültür günleri gerçekleştirdik. 2019 yılında bir hafta içinde 47 etkinlikle 100 binden fazla kişiye ulaştık. Pandemi ve deprem sonrası aksaklıklar olsa da hiçbir şeyden vazgeçmedik. Bu yıl da foto kamp, güreş festivali ve yıl içine dağılan çok sayıda kültürel faaliyeti tamamladık. Dört sempozyum, üç çalıştay ve iki kongreye ev sahipliği yaptık. Kültür kuşağı programlarımız, dolu dolu geçen etkinlik takvimimiz ve her hafta başka bir konuğu ağırlayan kültür merkezimizle üretmeye devam ediyoruz.

    Eğitim konusunda da oldukça iddialıyız. Bölgenin en nitelikli okullarından Fen Lisesi ile Kerem Aydınlar Fen Lisesi ilçemizde. Öğrencilerimizin aile sıcaklığını hissetmeleri için çeşitli bütünleştirici programlar hazırlıyoruz. Üreticimizi önemsiyor, alım garantili sözleşmeli üretim modelini 2014’ten bu yana sürdürüyoruz. Reyhan bu çalışmaların öncüsü konumunda. Coğrafi işaretlerde Türkiye’nin önde gelen ilçelerinden biriyiz; şu an 20’yi geçmiş başvurularımız bulunuyor.

    Gastronomi merkezimizi ve aşçılık akademimizi kurduk. “Otelimiz yok” dediğimiz dönemler geride kaldı; bugün belediyeye ait üç otel ve iki bağımsız konaklama birimiyle yaklaşık 250 yatak kapasitesine ulaştık. 650 tescilli konağımızdan yedisi belediye mülküne kazandırıldı; restorasyonları ve işlevlendirmeleri tamamlandı. Tarihi gün yüzüne çıkarmak bizim için önemli bir görev.

    “Kadın kooperatiflerinden gençlik merkezlerine, kültürle iç içe bir sosyal dönüşüm hikâyesi yazılıyor.”

    Kadın emeğini merkeze alan projelerimiz var. İki kadın kooperatifimiz aktif şekilde çalışıyor. 2009 yılında eşimle birlikte kurduğumuz Arapgir Kadınları Derneği, bugüne kadar 40 kadın aşçı yetiştirdi. Sosyal işletmelerimizin tamamı kadınların eliyle yürütülüyor.

    Bizim anlayışımız, bilenlerle yol yürümek, bilenleri yanımızda tutmak üzerine kurulu. Arapgir; doğa, kültür ve inanç turizmini aynı anda barındıran, ürün çeşitliliği ve gastronomisi ile zengin bir havzadır. Türkiye’nin en yüksek oksijen seviyelerinden birine sahip olması, ürünlerimize ayrı bir aroma ve şifa katıyor. Bu nedenle Arapgir’i “şifa şehri” ve “kültür şehri” olarak görüyoruz.

    Yapmak istediğimiz aslında toplumun geçmişiyle geleceğini birleştiren bir modeli ayakta tutmak ve turizmle buluşturarak sürdürülebilir hâle getirmektir. Pandemi ve depremler sonrası tur programlarının bölgeden uzaklaşmasının dezavantajlarını yaşasak da önümüzdeki yıllarda yeniden toparlanacağımıza inanıyoruz.

    Yaşlı ve engelli bireylere yönelik çalışmalarımız da çok kıymetli. 2014’te kurduğumuz Beyaz Ay Derneği ile birlikte geniş kapsamlı bir rehabilitasyon merkezi kurduk. Şimdi kapanan bir yatılı okulun kampüsünü engelli ve yaşlı bakım kompleksi hâline getirmek için çalışıyoruz. Bir evladın anne-babasını güvenle emanet edebileceği bir kapı olmak istiyoruz. Maneviyatı güçlü, dayanışmayı önceleyen bir anlayışı yaygınlaştırmaya gayret ediyoruz.

    Dördüncü dönemimi yaşıyorum; makamın imkânlarını kişisel amaçlarla kullanma noktasında hassasım. İnsanların arasında, korumasız bir şekilde durmayı önemsiyorum. Yereli savunan, yerelin güçlendirilmesini talep eden bir anlayışa sahibiz. Yerelde doğmayan hiçbir şey genelde yaşayamaz; kültür de böyledir, ilim de böyledir.

    Sayın başkanım son olarak, 21 ve 23 Kasım tarihleri arasında sizin de katkılarınızla Arapgir’de Ortak akıl Platformunun ikinci buluşması gerçekleşti. Bu platform hakkında neler söylemek istersiniz?

    Arapgir, Anadolu irfanının taşıyıcısıdır. Devlet olmanın onurunu, millet olmanın gururunu temsil eder. Eğer Arapgir düşerse, dünya mirası olan bu kültür de yara alır. Bu nedenle bu emaneti yaşatmak herkesin görevidir. Bizim kapımız, “Bu konuda bir modelim var, bir katkı sunmak istiyorum” diyen herkese açıktır. Yeter ki istismar edilmesin, nankörlük edilmesin, yanlış ilişkilere prim verilmesin.

    Bu çalıştay da bu anlayışın bir parçasıydı. Yazar, düşünür ve akademisyenlerden oluşan 20 değerli katılımcıyla oldukça verimli bir gün geçirdik. Belediyeciliğin sadece altyapı değil, aynı zamanda düşünce üretmek ve geleceği planlamak olduğunu bir kez daha gösterdik. Süreyya Hanım’ın moderatörlüğü, Fatih Turhan Hocamızın rehberliği ve tüm katılımcıların katkılarıyla bugün çok önemli bir birikim ortaya çıktı. Bu tür toplantıların halka inmesini, esnafın, muhtarların, “Ben de varım” diyen herkesin bu birikimle buluşmasını çok arzu ediyorum.


    Bugün burada söylediklerinizin yalnızca sözde kalmadığına bizzat şahit oldum. Fikri olan herkesin saygıyla dinlendiğini gördüm. Bu da sosyal belediyecilik açısından çok kıymetli. Döneminizin öncü bir belediyecilik anlayışı olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz.

    Evet, dört dönemdir adım adım geliştirdiğimiz kırsal kalkınma modelimiz bugün Türkiye’ye örnek olabilecek bir noktadadır. Tarım ve kültür havzalarını bütünleştiren bu model, üzerinde düşünülmesi ve araştırılması gereken bir sistemdir. Türkiye’nin büyük potansiyeli var; bu potansiyeli korumak ve yabancılaşmaya karşı ülkenin kaynaklarını savunmak hepimizin görevi. Çünkü bu toprakların hem altı hem üstü kıymetlidir; mirasın rütbesi zaten kendisindedir.

    Yazarlar Birliği’nin, Türk Ocaklarının, Ortak Akıl Platformunun ve bu alanda çalışan tüm kurumların katkılarını önemsiyoruz. Arapgir, yalnızca bir coğrafya değil; köklü bir geleneğin taşıyıcısıdır. Biz de bu emaneti gelecek nesillere en doğru şekilde aktarmak için çalışıyoruz. Maya ancak bilenlerin katkısıyla çoğalır; bugün burada olan herkes bu mayaya bir damla emek kattı.

    Çok güzel bir röportaj oldu. Emekleriniz, nezaketiniz ve desteğiniz için çok teşekkür ederim. İyi ki varsınız.

    Ben teşekkür ederim. Siz de iyi ki varsınız.

    Devamını Oku

    Arapgir’de Ortak Akıl Buluşması: Fikirlerin İncelikle Buluştuğu Ortak Zemin

    Arapgir’de Ortak Akıl Buluşması: Fikirlerin İncelikle Buluştuğu Ortak Zemin
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Malatya Arapgir Belediyesi’nin katkılarıyla düzenlenen ikinci Ortak Akıl Platformu, Arapgir’in tarihî dokusunu yansıtan Millet Han’da gerçekleştirildi. Farklı ideolojilere sahip düşünce insanlarını, akademisyenleri, kanaat önderlerini ve farklı disiplinlerden uzmanları bir araya getiren buluşma, içerik ve atmosfer açısından örnek bir çalışma olarak değerlendirildi.

    Toplantının tüm aşamalarında katılımcıları büyük bir özen, zarafet ve içtenlikle ağırlayan Arapgir Belediye Başkanı Haluk Cömertoğlu, misafirperverliğiyle günün takdir toplayan isimlerinden biri oldu. Katılımcılar, yürütülen programın niteliği yanında, oluşturulan nezih ortamın ortak düşünme kültürüne olan katkısına özel bir vurgu yaptı.

    Platformda, çağın yönelimlerini ve toplumsal dönüşümleri anlamaya yönelik kapsamlı tartışmalar yürütüldü. Felsefeden edebiyata, siyasetten psikolojiye, dinî ve kültürel başlıklara uzanan geniş bir yelpazede sunulan görüşler, katılımcılara zengin değerlendirme alanı sundu. Görüşler dışlanmadan, sözler değersizleştirilmeden fikir ayrılıklarının doğal bir zenginlik olduğu bilinciyle hareket edildi. Ortaya atılan her düşünce, öteki düşünceyi yok saymadan kendine yer açtı. Katılımcıların her yorumu, farklı bir bakış açısına değinerek tartışmanın ufkunu genişletti. Farklı düşünce dünyalarına sahip bireylerin aynı masa etrafında buluşması, tartışmalara çok boyutlu bir bakış kazandırdı. Bu doğrultuda da tartışmalar, teorik bir düzlemde kalmayarak çok sesliliğin doğru rehberlik edildiğinde nasıl kapsayıcı ve üretken bir boyut kazandığını da ortaya koymuş oldu. Bu yapıcı yaklaşım, çeşitliliğin çatışmaya değil güçlü bir entelektüel dayanışmaya dönüştüğü örnek bir atmosfer oluşturdu.

    Gün boyunca yapılan konuşmalarda yüksek saygı kültürünün egemen olduğu da gözlerden kaçmayarak dikkat çekti. Her katılımcı kendi ideolojisinin düşünsel hattından değerlendirmesini sunarken, karşı görüşlere yönelik incitici bir dil kullanılmaması, platformun temel ilkesinin yapıcı iletişim olduğunu ortaya koydu.

    Tartışmaların teorik bir çerçevede kalmayıp, çok sesliliğin doğru yönetildiğinde nasıl üretken bir zemine dönüştüğü Ortak Akıl Platformu katılımcıları tarafından gösterilmiş oldu. Katılımcıların bu özenli yaklaşımı, çeşitliliğin çatışma değil entelektüel dayanışma üretebileceğini kanıtladı. Bu açıdan Ortak Akıl Platformu’nun sunduğu atmosfer, birlikte düşünme kültürünün günümüz toplumları için neden vazgeçilmez olduğunu güçlü bir biçimde ortaya koymuş oldu.

    Etkinlik sonunda, bu kıymetli ortama ev sahipliği yapan Arapgir Belediye Başkanı Haluk Cömertoğlu’na ve çalışmanın hazırlanmasında emeği bulunan tüm isimlere teşekkür edilerek program tamamlandı. Arapgir’de gerçekleşen bu buluşma, bölgesel düzeyde başlatılan ortak akıl geleneğinin daha geniş kitlelere ulaşabileceğinin de işareti oldu.

    Devamını Oku

    AVRUPA TÜRK İSLÂM BİRLİĞİ (II)

    AVRUPA TÜRK İSLÂM BİRLİĞİ (II)
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    “Bir çocuğun gülümsemesi, bir annenin duası…

    İşte ATİB’in en gerçek başarı ölçüsü budur.”

    İmam Cengiz, gençlik, kadın ve kültür projelerini anlatıyor.

    ATİB, sadece cami hizmetleriyle değil; gençlik, kadın, yaşlı, göçmen ve dezavantajlı gruplara yönelik sosyal dayanışma projeleriyle Avrupa’daki Türk toplumunun kalbine dokunuyor.

    Genel Başkan İmam Cengiz, bu bölümde “toplumun ruhuna, gönlüne dokunmak” diye tanımladığı hizmet anlayışını anlatıyor:

    Birlikte yaşamanın, paylaşmanın ve umut olmanın hikayesini…


    Söyleşinin ilk bölümü burada


    Sayın Cengiz, ATİB’in gençlik çalışmaları ve yeni nesillere yönelik projeleri tam olarak nelerdir?

    Gençler bizim hem gururumuz hem geleceğimiz. Avrupa’da doğan, iki kültür arasında büyüyen bir nesilden bahsediyoruz. Bizim en temel gayemiz, bu gençlerin kimliklerini kaybetmeden Avrupa toplumunda güçlü bireyler olarak yer almaları. Bu amaçla kurduğumuz AYÖG – ATİB Üniversiteli Gençler Birliği, gençlerimizin fikir ürettiği, vizyon kazandığı bir okul gibi. Onlarla birlikte bilimden sanata, dijital medyadan gönüllülüğe kadar her alanda faaliyetler yürütüyoruz. Biz gençleri sadece dinleyen değil, onlardan öğrenen bir kuşağız. Çünkü biliyoruz ki geleceği şekillendirecek olan enerjileri, samimiyetleri ve adalet duygularıdır.


    Gençlik kolları, kadın kolları gibi alt birimlerin faaliyetleri nasıl ilerliyor? Kadınların derneklerdeki aktif rolleri nasıl güçlendiriliyor?

     Kadınlarımız ATİB’in sessiz kahramanlarıdır. Her camide, her dernekte, her etkinliğimizde görünür veya görünmez biçimde onların tarifi zor emeği vardır. Biz kadın kollarımızı sadece “yardımcı birim” olarak değil, karar mekanizmasının bir parçası olarak görüyoruz. Eğitim seminerleri, kültür günleri, anneler buluşmaları, toplumsal farkındalık programları yürütüyorlar. Bir annenin duası, bir öğretmenin ilgisi, bir gönüllünün tebessümü… Bazen koca bir rapordan daha büyük bir etki bırakıyor. Biz bunlarla büyüyoruz…


     Yaşlılar, göçmenler ve dezavantajlı gruplar için yürütülen sosyal destek hizmetlerinden bahseder misiniz?

    Bizim için yaşlılarımız “bilgelik hazinesi”dir. Göçün ilk kuşakları; fedakârlığın, sabrın, emeğin sembolü. Onlara saygımızı sadece sözle değil, hizmetle gösteriyoruz. Her bölgede yaşlı ziyaretleri, dayanışma programları yapıyoruz. Yalnız yaşayanlara sıcak yemek, hasta olanlara gönüllü destek, dil bariyerleriyle boğuşanlara rehberlik hizmeti sağlıyoruz. Bunun yanı sıra, göçmenlere ve dezavantajlı gruplara yönelik olarak HİLAL İnsani Yardım Kuruluşumuzun büyük bir özveriyle çalıştığını tekrar ifade etmek isterim.

    HİLAL, sadece Türkiye veya İslam coğrafyasına değil, Avrupa’daki ihtiyaç sahiplerine de ulaşan bir vicdan hareketidir. Biz mazluma “nerelisin” diye sormayız, “nasılsın” diye sorarız.

    Çünkü iyilikte, dil, din, ırk, cinsiyet sınırı olmaz.


    Kültür-sanat etkinlikleri, Türkçe kursları veya milli gün kutlamaları gibi kültürel projelerinizin Avrupa Türklerindeki karşılıklarından bahseder misiniz?

    Kültür, kimliğin nefesidir. Dilini, musikisini, geleneklerini yaşatmayan bir toplum zamanla silikleşir. Biz bu bilinci diri tutmak için her yıl imkanların elverdiği birçok noktada, kültürel faaliyet düzenliyoruz:

    Türkçe kursları, şiir günleri, tiyatro etkinlikleri, çocuk şenlikleri, 23 Nisan ve 29 Ekim kutlamaları…

    Bunların her biri çocuklarımızın kalbine memleket sevgisini işliyor.

    Bir Alman komşu gelip “Sizden çok şey öğreniyoruz” dediğinde, işte o zaman anlıyoruz ki, kültür sadece geçmişi yaşatmak değil, geleceğe dostluk bırakmaktır.


     Avrupa toplumuna Türk-İslam kültürünü tanıtma konusunda mutlaka detaylı çalışmalarınız vardır. Satır başlarıyla neler söyleyebilirsiniz?

     Evet, Avrupa toplumuyla köprü kurmak en stratejik konularımızdan biri. Bizim hedefimiz “yan yana yaşamak” değil, “birlikte anlayıp, barış ve huzur içinde herkesin kendi olduğu birlikte yaşamak.”

    Bu yüzden her yıl cami tanıtım günleri, iftar buluşmaları, kültür festivallerimiz vardır. Komşularımızı, yerel yöneticileri, gençleri davet ediyoruz. Çay ikram ederken sadece çay vermiyoruz; misafirperverliğimizi, insan sevgimizi, değerlerimizi anlatıyoruz lisan-ı hal ile. İslam’ın nezaketini, Türk kültürünün zarafetini gösteriyoruz.

    Biliyor musunuz, bir Avrupalı dostumuzun bir iftardan sonra “Ben İslam’ı böyle bilmiyordum” demesi, bütün yorgunluklarımızı unutturuyor.

    İnancın sıcaklığı, yeni vatanlarda kalplerin ortak dili olur.”


    İmam Cengiz, Avrupa’da din hizmeti yürütmenin zorluklarını ve maneviyatın birleştirici gücünü anlatıyor.

    Avrupa’daki milyonlarca Türk için camiler sadece ibadet mekânı değil, aynı zamanda umut, dayanışma ve kimlik merkezleri. ATİB, bu duygusal bağı diri tutmak için din hizmetlerini yalnızca görev olarak değil, bir gönül seferberliği olarak yürütüyor.

    Genel Başkan İmam Cengiz, “Avrupa’da İslam’ı yaşamak, sabırla, sevgiyle ve temsil bilinciyle olur” diyor.

    Cami ve derneklerde din hizmetlerini yürütürken karşılaştığınız zorluklar var mı, varsa nelerdir?

     Elbette var. Bir kere Avrupa’da din hizmeti yürütmek, sadece vaaz vermek değildir; bir toplumu ayakta tutmaktır. Göçün ilk kuşakları, dil bilmezdi; kimi zaman yalnız, kimi zaman yabancı hissetti. Barakalardan derme çatma camiye dönüştürülmüş derme çatma çatılar, o insanların nefes aldıkları mekanlardı.

    Bugün üçüncü nesil artık Almanca, Fransızca, Flamanca, İngilizce ve diğer birçok dili konuşuyor. Onlara ulaşmak için dilimizi de anlatım tarzımızı da yenilememiz gerekiyor. Zorlukların en büyüğü, dini anlatımı kalpten kalbe taşıyabilmek. Çünkü Avrupa’da din, bazen önyargıların gölgesinde anlatılmak zorunda kalıyor. Önyargıların bazıları da hoşumuza gitmese de toplumumuzun bazı kısımları tarafından üretilip veriliyor. Ama biz biliyoruz ki, samimiyetin dili evrenseldir. Bir tebessüm, bir selam, bazen en güçlü tebliğ olur.


    Avrupa’da doğup büyüyen genç kuşaklara dini kimliği aktarma çalışmaları hiç de kolay olmasa gerek?

     Gerçekten öyle. Gençler artık iki kültürün kesişim noktasında büyüyorlar: biri içine doğdukları toplum, diğeri anne babalarının taşıdığı kimlik. Biz onlara “ikisinden birini seç” demiyoruz; “ikisini de yaşa, ikisini de anlamlandır” diyoruz. Din, yasaklar listesi değil; insanı güzelleştiren bir yaşam rehberi, biçimidir. Bizim hedefimiz, inançla barışık, özgüveni yüksek, sevgiyle yaşayan bir gençlik. Camiye gelen bir genci “dinleyeni olan bir kalp”le karşılıyoruz. Bir sorusuna samimiyetle cevap verdiğinizde, aslında bir ömürlük köprü kuruyorsunuz.


     Türkiye’den oralara giden din görevlileri biraz sıkıntılı konu bildiğim kadar. Oralarda din görevlilerinin yetiştirilmesi ve eğitimi konusunda ATİB’in çalışma ve katkılarını bizimle paylaşır mısınız?

     Evet, bu gerçekten hassas ve bir o kadar da hayati bir alan. Avrupa’da görev yapan din gönüllülerinin sadece ilmî donanımı değil, kültürel duyarlılığı da yüksek olmalı. ATİB olarak biz bu konuda yıllardır sistemli bir eğitim modeli uyguluyoruz. Din görevlilerimiz, bulundukları toplumun dilini, yapısını ve psikolojisini anlamalı. Aksi halde iletişimde sıkışmalar yaşanıyor. Ayrıca yerel kurumlarla iş birliği yaparak din görevlilerinin toplumsal uyum süreçlerine katkı veriyoruz. Bizim ölçümüz şu: İmamlık sadece kürsüde değil, gönülde yapılır. İyi bir imam, aynı zamanda iyi bir komşu, iyi bir baba, iyi bir dost olmalıdır. Bizim, namaz memurluğu yapanlarla işimiz olmaz, onların da bizimle işleri olmasını istemeyiz.


     Ramazan, Kurban, kültürel Mevlid gibi özel günlerde mutlaka büyük organizasyonlarınız vardır. Bunları biraz örneklendirebilir misiniz?

    Ramazan ayı bizim için yılın en güzel zamanlarındandır. Camiler dolup taşar, sofralar birleşir, kalpler yumuşar. Gönülden gönüllere köprüler kurulur. Biz sadece Müslümanlara değil, gayrimüslim komşularımıza da iftar sofralarımızı açıyoruz. Birlikte oruç açmanın, birlikte dua etmenin güzelliğini yaşatıyoruz.

    Kurban döneminde ise HİLAL İnsani Yardım Kuruluşu ile birlikte büyük bir dayanışma seferberliği yürütüyoruz. Bağışlar toplanıyor, etler ihtiyaç sahiplerine ulaştırılıyor, yüzlerce aileye umut taşınıyor.

    Mevlid Kandili’nde, çocuklarımıza Peygamber sevgisini anlatıyoruz; camilerde ilahi sesleriyle, dualarla bir huzur atmosferi kuruluyor. Bu organizasyonların en kıymetli yanı, insanlara “Yalnız değilsiniz” hissini yaşatmasıdır. Bizim görevimiz sadece program yapmak değil; gönülleri de ısıtmaktır.


    Avrupa’da İslam’ın doğru anlaşılması ve İslamofobi ile mücadele konusunda ATİB’in çalışmaları nelerdir?

    Bu konu hepimizin yüreğinde bir yara. İslamofobi, bilgisizlikten ve önyargıdan besleniyor. Ve bazı bağnaz grupların kendilerine taban bulmak için iftiralarının sonuclarından. Biz bu yanlış algıları kırmak için, Avrupa toplumuyla yüz yüze, kalpten iletişim kuruyoruz. Okullarda, belediyelerde, medya platformlarında İslam’ı anlatan bilgilendirme etkinliklerine katkı sağlıyoruz.

    Ayrıca cami tanıtım günleriyle komşularımızı ağırlıyoruz; onlara hem dinimizi hem kültürümüzü tanıtıyoruz. Biz kimseye karşı değiliz; biz iyiliği anlatan, barışı yaşatan bir topluluğuz.

    Bir Alman komşunun, “Ben Müslüman komşumdan güven duygusunu öğrendim” demesi, bizim için bütün çabaların meyvesidir.


    Genel Başkan İmam Cengiz, Avrupa’daki Türk çocuklarının kimlik, dil ve eğitim mücadelesine dair güçlü mesajlar veriyor.

    ATİB’in en önemsediği konulardan biri, Avrupa’daki Türk gençlerinin kimliklerini koruyarak güçlü bireyler olarak yetişmesi.

    Bu sadece okul başarısı değil, bir aidiyet, bir bilinç meselesi.

    Genel Başkan İmam Cengiz, gençliğe duyulan güveni şu sözlerle özetliyor:

    “Biz gençlere bilgi veriyoruz, ama asıl onlardan umut alıyoruz.”

     Avrupa’daki Türk çocuklarının anadilini, tarihini ve kültürünü koruması için ne tür çalışmalar yürütüyorsunuz?

    Dil, kimliğin evidir. Bir insan kendi dilinde dua edebiliyorsa, kendi kültürünü hissedebiliyorsa, kökleriyle bağı kopmaz. ATİB olarak bu bilinçle her bölgede Türkçe ve kültür kursları düzenliyoruz. Hafta sonu okullarında sadece dil değil, tarih, coğrafya, değerler eğitimi de veriliyor. ATİB Travel kurumuzla kültür gezileri organizeleri düzenliyoruz. Amacımız, Avrupa’da doğan çocuklarımızın hem bu toplumun vatandaşı hem de Türk kültürünün taşıyıcısı olmaları. Biz gençlerimize şöyle diyoruz: “Köklerini unutma, ama dalların gökyüzüne uzansın.”


     Gençlik kampları, öğrenci bursları veya eğitim seminerleri gibi faaliyetlerinizden söz eder misiniz?

     Evet, bunlar bizim en keyifli ve en verimli çalışmalarımız arasında. Yaz ve kış dönemlerinde gençlik kültür kampları düzenliyoruz. Bu kamplarda sadece sportif ve kültürel etkinlikler değil, değerler eğitimi, kişisel gelişim seminerleri de yapılıyor. Halk Türküleriyle coşan gençler, yöresel folkları oynuyor. Bir araya gelen gençler birbirinden öğreniyor, dostluklar kuruluyor, aidiyet güçleniyor.

    Burs çalışmalarımız da ayrı bir gurur kaynağı. Başarılı ama maddi desteğe ihtiyacı olan üniversitelilere ATİB ve AYÖG (ATİB Üniversiteli Gençler Birliği) aracılığıyla burs imkânı sağlıyoruz.

    Bu sadece bir maddi destek değil, bir “el verme kültürü.” Bir zamanlar destek alan genç, bugün destek veren oluyor. İşte gerçek döngü bu: Paylaştıkça büyüyen iyilik.


    ATİB olarak Avrupa’daki eğitim kurumlarıyla veya yerel yönetimlerle iş birliği yapıyor musunuz?

    Kesinlikle. Biz ilk günümüzden bu yana hiç kapalı bir yapı olmadık, tam tersine açık, katılımcı ve diyalog temelli bir kurumuz. Yerel belediyelerle, okullarla, gençlik merkezleriyle sık sık ortaklıklarımız oluyor.

    Kültür festivallerine katılıyor, okul müfredatına katkı sağlayacak içerikler üretiyoruz.

    Çocuklarımızın ve gençlerimizin toplum içinde özgüvenle var olmaları için “köprü kurum” rolümüzü önemsiyoruz. Avrupa’da iyi temsil, doğru iş birliğiyle mümkündür. Biz bu bilinci sahada uygulayan bir STK’yız.


     Dijital çağda gençlere ulaşmak için yeni medya, sosyal medya gibi alanlarda ne tür stratejileriniz var?

     Bu çağın dili artık dijital. Gençler sosyal medyada, YouTube’da, podcast’lerde yaşıyor. Biz onlara ulaşmak için klasik yöntemleri değil, onların dilini ve platformlarını kullanıyoruz. AYÖG bünyesinde dijital medya ekibi kurduk. Kısa filmler, belgeseller, bilgi videoları, gençlik podcast’leri hazırlıyoruz. Ayrıca çevrim içi seminerler ve mentorluk programlarıyla, öğrencilerle sürekli etkileşimdeyiz. Ama en önemlisi: dijitalde bile samimiyetin sesini korumak. Çünkü gençler gerçeği hisseder. Onlara slogan değil, samimi bir dokunuş gerekiyor. Biz de bunu yapmaya çalışıyoruz.


    İmam Cengiz, temsil, vatandaşlık, İslamofobi ve gelecek hedefleri üzerine konuşuyor.

    “Gurbet artık yadel değil, yeni yurt- yeni vatan haline geldi.”

    Dün “gurbet” dediğimiz Avrupa şehirleri, bugün milyonlarca Türk için yeni bir yurt haline geldi.

    Evler kuruldu, nesiller yetişti, mezarlıklar oluştu yani kökler salındı. Kökler, yeni vatanların topraklarına inerken, dallar kollar da o yeni yurtların semalarına doğru yükseliyor.

    ATİB Genel Başkanı İmam Cengiz, bu değişimi şu sözlerle özetliyor:

    “Artık misafir değiliz, o çok gerilerde kaldı; bu toplumun üretken, inançlı ve faydalı birer parçasıyız.”

     Avrupa’daki Türk toplumunun bugün karşı karşıya olduğu en önemli sosyal veya politik sorun sizce nedir?

    Aslında artık sorunlardan çok, dönüşümden bahsetmek lazım. Birinci nesil “dönmeyi” düşünüyordu, ikinci nesil “alışmayı”, ama üçüncü ve dördüncü nesil artık “ait olmayı” konuşuyor. Bu çok büyük bir kırılma. Bugün Avrupa Türkleri, sosyal, kültürel ve ekonomik hayatta ciddi bir artı katma değer üretiyor. Ama hâlâ zaman zaman önyargıların gölgesiyle karşılaşıyoruz. Kimlik karmaşası, aidiyet bocalaması, temsil eksikliği gibi alanlar hâlâ gelişmeye açık. Bizim görevimiz, gençlerimize “İki dünyayı da sev, ikisine de katkı sun” diyebilmek. Artık mesele “nerelisin?” değil, “neye faydan var?” sorusuna cevap verebilmek.


     ATİB bu sorunların çözümünde nasıl bir rol oynuyor, örnek verebilir misiniz?

     ATİB, Avrupa’daki Türk toplumunun birleştirici sesi olmaya ilk günden beri gayret ediyor. Biz kimseyi ötekileştirmeden, herkesin sesini duyarak bir istişare kültürü oluşturduk. Hem dini hem sosyal hem de sivil alanda çözüm üreten bir yapıyız. Mesela yerel yönetimlerle, eğitim kurumlarıyla, medya kuruluşlarıyla sürekli temas halindeyiz. Gençlerimizin politik hayata katılımını destekliyoruz. Birçok belediyede artık Türk kökenli meclis üyeleri, danışmanlar, girişimciler var. Bu bizim için gurur kaynağı.

    Çünkü yıllar önce “gurbetçi” diye anılan insanlar, bugün Almanya’nın kalkınmasına katkı sunan, değer üreten bir toplum haline geldi.


     Avrupa’daki siyasî temsiliyet, vatandaşlık hakları ve uyum konularında görüş ve tecrübelerinizden hareketle neler söylersiniz?

     Avrupa’daki Türk toplumunun en önemli hedefi artık aktif vatandaşlık olmalıdır. Yani sadece yaşamak değil, karar mekanizmalarında da yer almak. Gençlerimiz siyasete giriyor, STK’larda görev alıyor, fikir üretiyor- bu çok kıymetli bir gelişme.

    Biz ATİB olarak “toplumla kavga eden değil, toplumun içinde çözüm üreten bir anlayışı” savunuyoruz. Uyum kelimesini de çok önemsiyorum ama biz onu “asimilasyon” değil, “karşılıklı saygı ve katkı” olarak tanımlıyoruz.

    Biz kimliğimizden ödün vermeden, bulunduğumuz topluma katkı sunmanın örneğini gösteriyoruz. Çünkü iyi bir Müslüman, iyi bir vatandaş olmanın da en güzel örneğidir.


     Almanya başta olmak üzere Avrupa’daki diğer Müslüman topluluklarla ilişkileriniz nasıl?

     Müslüman topluluklarla sürekli istişare halindeyiz. ATİB, sadece Türklerin değil, Avrupa’daki tüm Müslümanların ortak meselelerine de duyarlı bir yapıdır. Ortak konferanslar, gençlik çalışmaları, yardım kampanyaları yürütüyoruz. HİLAL aracılığıyla uluslararası insani yardım organizasyonlarında birlikte yer alıyoruz.

    Bizim için önemli olan, hangi ülkeden geldiğin değil, hangi iyiliğe omuz verdiğindir. Dayanışmayı sadece etnik kökenle değil, iman ve insanlık ortak paydasında kuruyoruz.


    Avrupa basınında veya siyasî çevrelerinde İslami kurumlara yönelik eleştiriler veya ırkçı gelişmeler karşısında ATİB olarak yapılanlardan bahsedebilir misiniz?

     Ne yazık ki Avrupa’da zaman zaman önyargılar, İslamofobik yaklaşımlar ve ırkçılık yeniden gündeme geliyor. Ama biz hiçbir zaman tepkisel bir dil kullanmadık. Tam tersine, temsil dilini güçlendirdik. Yerel makamlarla, medya temsilcileriyle, akademik çevrelerle doğrudan temas kuruyoruz. Cami tanıtım günleri, açık kapı etkinlikleri, diyalog toplantılarının içindeyiz.

    Biliyor musunuz, bir caminin, bir kültür evinin kapısını açtığınızda, önyargıların da bir kısmı kapanıyor. Bizim yaklaşımımız şu: “Kendimizi savunmak yerine, doğru şekilde anlatmak.” Çünkü doğru anlatılan İslam, korkulan İslam değildir…


    Önümüzdeki 10 yıl için ATİB’in hedefleri nelerdir? 

     ATİB’in önümüzdeki on yılı üç kelimeyle özetleyebilirim: Tam manasıyla, fikren, zikren ve yapısal kurumsallaşma geliştirip ileriye taşıma, dijitalleşme ve layığıyla kuşaklararası köprü.

    Biz artık Avrupa’daki Türk varlığının bireysellikten çıkıp, toplumsal bir temele oturması gerektiğine inanıyoruz. Her şehirde sürdürülebilir eğitim, kültür ve yardım merkezleri kurmak istiyoruz. Maddi ve politik imkanları olan arazidekilerin yaptıklarına bakıldığında, bu tür kurumların şahsi çıkarlar için araçsallaştırıldığını görmek, insanı ciddi üzüyor. Bunu da belirtmeden geçmek istemem.

    Dijital çağda gençlere yeni medya araçlarıyla ulaşmak, doğru içeriklerle beslemek önceliğimiz. Ve en önemlisi: birinci kuşakla dördüncü kuşak arasında gönül köprüsünü sürekli açık tutmak. ATİB, geçmişle geleceği aynı sofra etrafında buluşturan bir yapıdır. Bizim hedefimiz, bu birlik ruhunu kalıcı hale getirmektir.


    Avrupa’daki Türk toplumuna, gençlere ve ailelere bu röportajımız vesilesiyle ne söylemek istersiniz diye sorsaydık, cevap mesajınız n’olurdu?

     Evlatlarımıza, gençlerimize, bütün gönül dostlarımıza mesajım şudur:

    Nerede yaşarsanız yaşayın, kalbinizin yönü doğrudan yana, niyetiniz halis olsun. Bizim ATİB’in ana düsturu; HAK NEREDE İSE BİZ ORADAYIZ! dır. Bulunduğumuz mekân, sosyolojik manada cemaat, kurum kuruluş, parti vs. ne olursa olsun, yerimiz Hak nerede ise orası olmalıdır. Bunu becerebildiğimiz nispette insan oluruz. Unutmayalım ki, iyiliğin dili dinden, ırktan, sınırdan bağımsızdır. Kendinizi, kültürünüzü, inancınızı sevin. Ama aynı zamanda bulunduğunuz topluma da artı değer katın.

    Bir gülümseme, bir emek, bir iyilik, dünyayı değiştirir. Bizim yolumuz, bu küçük ama anlamlı adımlardan oluşuyor. ATİB bu adımları büyüten bir gönül hareketidir.


    SON SÖZ

    ATİB’in hikayesi bir sistemin değil, bir gönül hareketinin hikayesidir. İmam Cengiz’in ifadesiyle; “Bizim davamız taş bina değil, taşın altına el koyan insan davasıdır.”

    Devamını Oku

    AVRUPA TÜRK İSLÂM BİRLİĞİ

    AVRUPA TÜRK İSLÂM BİRLİĞİ
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    ATİB Genel Başkanı İmam Cengiz, Avrupa’daki Türk toplumunun yakından tanıdığı bir isim. Ancak o sadece bir kurumun Genel Başkanı değil inancını, kimliğini ve insan sevgisini hizmete dönüştürmüş bir dava yolcusu. Kendisini “Topluma borcunu ödemeye çalışan bir gönüllü.” olarak tanımlayan Cengiz, hem şahsi hikâyesini hem de ATİB’in ruhunu içtenlikle anlatıyor.

    Keyifli okumalar.


    Sayın Cengiz, sizi tanıyarak başlayalım. İmam Cengiz kimdir? Nasıl bir geçmişten geliyor, hangi değerlerle yetiştiniz?

     Önce selam, sonra kelam düsturundan hareketle tüm okuyucularımıza merhabalar. Onlara merkezi Almanya’nın Köln şehrinde olan ATİBlilerden kucak dolusu selam, sevgi ve muhabbet getirdim. Bu emanetin ağır yükünden kurtulmam lazımdı. Sorunuza gelecek olursa; Ben Anadolu’nun sade bir kasabasında, emeğin, dürüstlüğün ve paylaşmanın kıymetini bilen 5 çocuklu bir aileye 3.ncü evlat olarak doğmuşum. Babam hep derdi ki: “Evladım, insanın büyüklüğü malında değil, yüreğindedir.” O söz benim hayatımın pusulası oldu. Küçük yaşlardan itibaren hem okumayı hem çalışmayı öğrendim. Teknolojiye ilgim vardı; yazılım alanında eğitim aldım. Ancak hiçbir zaman sadece “meslek” gözüyle bakmadım yaptığım işe. Her satır kodun, her fikrin, insana fayda sağlaması gerektiğine inandım. Bugün de o anlayışla, dijital çağın imkânlarını insanı merkeze alan bir bakışla harmanlamaya çalışıyorum.


     Din hizmetlerine ve toplumsal çalışmalara yönelmenizin arkasında nasıl bir hikâye var?

     Aslında bu yönelim, çocukluğumda köyümüzdeki dayanışmayı izlemekle başladı. Komşuluk, yardımlaşma, mahalle kültürü — bunlar benim “ilk okulum” oldu. Zamanla şunu fark ettim: Toplumsal hizmet, sadece din görevlilerinin değil, hepimizin sorumluluğu. İnsanlara faydalı olmak, bir iyiliğin ucundan tutmak; bana göre ibadetin en güzel şekillerinden. Bu düşünceyle genç yaşta gönüllü faaliyetlere katıldım. Hayatına artı bir katma değer sağladığınız bir çocuğun yüzündeki tebessümden daha değerli ne olabilir. O tebessüm bana hayatımın yönünü gösterdi.


     Avrupa’ya gidiş süreciniz nasıl oldu, hangi şartlarda toplumsal hizmete başladınız?

    Avrupa’ya gelişim bir tercih değil, merhum babamın yanına gittim. Yani bir işçi çocuğuyum. Hem eğitim hem çalışma fırsatları açısından kendimi geliştirmek istiyordum. Ancak oraya gidince gördüğüm: Türk toplumu orada bir yandan tutunmaya çalışıyor, bir yandan da kimliğini koruma mücadelesi veriyor.

    Yani, dil, kültür, değerler bunların hepsi parmakla sayılacak kadar insanın Almanca bildiği bir göçle birlikte sınanıyordu. İşte o süreçlerde başladı sorumluluk duygusu. Ben, bugünkü beni, topluma, bana fırsat veren bu ülkelere, köklerime borçluyum. Beni çalışmalarına, gençlik organizasyonlarına ve sosyal projelere gönüllü dahil olmama imkân tanıdılar. Emeği olan herkese ama herkese, sonsuz teşekkürlerimi bu vesileyle de ifade etmek isterim. Bu çalışmalar zamanla bir görev bilincine dönüştü. İşte benim kısa hikayem…


    ATİB, Avrupa Türk İslam Kültür Dernekleri Birliği Genel Başkanlığı’na uzanan süreci bizimle paylaşır mısınız?

     Bizde görev alınmaz, verilir. Bu kişisel bir hedef değildi. ATİB’de yıllarca farklı kademelerde görevler yaptım. Her görevin bana öğrettiği çok şey oldu: insanı dinlemek, sabretmek, empati kurmak… Sonra bir gün, büyüklerimiz “Artık sen bu bayrağı taşımalısın” dediler. O an sorumluluğun, büyüklüğünü hissettim. Benim için bu makam bir unvan değil, bir emanet. Bu emaneti taşımanın tek yolu da istişareyle, samimiyetle, tevazuyla hareket etmek. Her kararımızda “Birlik içinde büyümek, birlikte üretmek” ilkesi şaşmaz şiarım. 


    Bugün geriye baktığınızda, sizi en çok gururlandıran hizmet ya da dönüm noktası nedir?

    En çok gururlandığım şey, yüzlerdeki güven duygusudur. Bir annenin “Çocuğum burada hem Türkçeyi hem saygıyı öğrendi” demesi, bir gencin “Bu dernekte kendimi değerli hissettim” demesi… İşte o anlar benim için bütün makamların üstündedir. Elbette projelerimiz, dijital dönüşüm hamlelerimiz, kültürel etkinliklerimiz çok önemli; ama asıl başarı, gönüllere dokunabilmektir. Bazen bir selam, bir tebessüm, bir dayanışma anı, bin konferanstan daha etkilidir. İşte o yüzden diyorum ki: Hayatım boyunca en büyük projem, insan olma gayretimdir.

    “Birliğin gücü, ortak akıl ve gönülden doğar.”

     ATİB’in kuruluş hikayesini ve Avrupa’daki Türk toplumuna yön veren vizyonunu anlatıyor.

    Avrupa Türk İslam Birliği (ATİB), bugün Avrupa geneline yayılmış taşra dernekleriyle Türk-İslam kimliğinin güçlü bir sesi. Ancak bu başarı sadece kurumsal bir örgütlenmenin değil, gönüllülükle yoğrulmuş bir birlik anlayışının ürünü.

    ATİB Genel Başkanı İmam Cengiz, kuruluş felsefesini, teşkilat yapısını ve Mağdura Uzanan Dost Eli… olan ATİB-HİLAL” ile “AYÖG” gibi üniversiteliler kuruluşlarıyla birlikte geleceğe yön veren vizyonunu anlatıyor.


     Kısa tanımıyla Avrupa Türk İslam Birliği (ATİB) nedir, nasıl kuruldu, kuruluş felsefesi hangi ihtiyaçtan doğdu?

     ATİB, 1987’li yıllarda Avrupa’daki Türklerin “birlikte olma” ihtiyacından doğmuş bir çatı kuruluştur. O dönemde işçi olarak gelen nesil, yabancı bir kültür içinde kimliğini koruma mücadelesi veriyordu. İşte o noktada birkaç öncü insan bir araya geldi ve “Bizim hem manevi hem kültürel bir çatıya ihtiyacımız var” dediler. ATİB, işte o cümleden doğdu. Ne bir siyasi hareketti ne de sadece bir dini oluşum. Tamamen bağımsız ve bağlantısız bu birlik, insanın inancını, dilini, kültürünü ve toplumsal dayanışmasını bir arada yaşatmayı hedefledi. Bugün de o ruhla çalışıyoruz: “Birlikte varız, birlikte güçlüyüz.” Avrupa Türklerinin en temel meselelerinin teşhisi ve çözüm yolları noktasında hep takip edilmiş öncü fikir üretim topluluğudur ATİB. Yani teşkilatımız ve mensupları Avrupa yeni vatan edinmiş insanımızın kara sevdalılarının bir araya geldiği ocaktır, yuvadır ATİB.


    ATİB’in Avrupa’daki Türk toplumu için ne tür bir misyonu ve vizyonu var?

     Biraz önce de belirttiğim gibi, misyonumuzu tek cümleyle özetlersem: İnsanı merkeze alan, milli ve dini kültürüyle barışık, çağın gereklerine açık bir toplum inşa etmek.

    ATİB, Avrupa’daki Türklerin sadece dini ihtiyaçlarını değil, sosyal, kültürel, eğitim ve insani ihtiyaçlarını da gözeten bir yapıdır. Hayatın değişmez gerçek parçalarından olan doğum gibi en acılı anlarımızdan olan ölümlerde de MHW Cenaze İşleri örgütümüzle insanımızın acılarını azaltma gayretinde teşkilatımız. Bizim vizyonumuz “değer üreten yurtdışında Türkler” olmaktır. Yani, burada yaşayan Türk toplumu artık sadece varlığını sürdürmesin; bulunduğu topluma katkı sunsun, çözüm üretsin, artı değer katsın. Gayemiz, bu vizyonda bilinçli bir nesil yetiştirmek, değerleri modern dille anlatmak ve dayanışma kültürünü kurumsallaştırmak. Kısaca her türlü değerimizi yaşadığımız çağın diliyle yeni yerlileri olduğumuz çoğunluk toplumu başta dünya insanlığına anlatmaya çalışmak, tüm koşuşturmalarımız.


     Derneğin faaliyet alanları nasıl sınıflanıyor: dini, kültürel, sosyal, eğitim ve politik alanlarda neler yapıyorsunuz?

    ATİB’in hizmet alanlarını şu temel başlıklarda topluyoruz:

    Dini hizmetler, sosyal dayanışma, kültürel faaliyetler, eğitim çalışmaları ve temsil-sivil toplum ilişkileri diyebiliriz. Her bir alan, kendi içinde profesyonel ama gönüllü bir ekiple yürütülür. Bu yapının iki önemli kurumsal destek ayağı var: HİLAL İnsani Yardım Kuruluşu: “Mazluma ve Mağdura Uzanan Yardım Eli” sloganıyla, sadece Avrupa’daki değil, dünyanın dört bir yanındaki ihtiyaç sahiplerine ulaşan gönüllü bir organizasyonumuz.

    Depremlerden savaş bölgelerine kadar, nerede bir feryat varsa HİLAL orada. Biz, yardımı sadece malzeme değil, umut olarak görüyoruz.

    AYÖG (ATİB Üniversiteli Gençler Birliği): Gençlerimizin akademik, sosyal ve kültürel gelişimine rehberlik eden bir yapı. AYÖG, gençliğin enerjisini bilgiyle birleştiriyor. Seminerler, eğitim kampları, dijital atölyelerle hem kimliğini koruyan hem Avrupa’da söz sahibi bir gençlik yetiştirmek hedefimiz. Sadece bir merkezden nakleden değil, kendi hayatından konuşan, modernitenin sunduğunu sorgusuz sualsiz tüketen değil, kendi değerleriyle barışık olanı üreten ve yaşadığı yer insanına sunan bir gençliktir hedefimiz. Bu iki kurum, ATİB’in gönül haritasındaki iki ana damardır: biri merhamet, diğeri gelecek.

    6 Şubat depreminde ve sonrasında deprem bölgesinde yardım faaliyetleriniz ara vermeden devam etti. Hatta en son 14 Kasım 2025 tarihinde engelli bireyler için Arapgir Belediyesi ile birlikte düzenlediğiniz bir yardım faaliyeti var. 142 tane akülü ve manuel tekerlekli sandalye yardımı yapıldı. Bu anlamlı dayanışma için neler söylersiniz?

    Mutluluklar paylaşınca çoğalır, sıkıntılar paylaşılınca azalır. Biz engelli dediğimiz, aslında gönülleri engin ve ufuksuz olan kardeşlerimizin yarasına derman olmak gayreti içerisinde bulunurken, aslında kendimizi teselli ediyoruz. Onlar bize bu imkânı sunuyorlar.

    Onlara ne kadar teşekkür etsek azdır, imtihanın ne olduğunu bizlere her gün yaşatarak gösteriyorlar. Bu ve bunun gibi organizasyonlarda emeği geçenlerden, organize edenlerden, dağıtanlardan, daha doğrusu bizim hizmetimizi kabul buyuran değerli kardeşlerimize teşekkür ediyoruz. Allah hepsinden razı olsun.

    Biz söz verdik, Arapgir ile olan muhabbetimizden dolayı normal şartlarda her bölgede bir defa dağıtım gerçekleştiriyoruz. Bundan önce Giresun’daydık, bu sefer Arapgir’e nasip oldu. Bundan sonra başka bölgedeyiz. Ama belediye başkanımız Haluk Cömertoğlu’na verdiğimiz söz birinci ayda 25 adet aracı tekrar getireceğiz.


     Avrupa’daki diğer kardeş kuruluşlarla ATİB’in ilişkisi nasıldır? İş birliği ve koordinasyon alanlarında mutlaka birlikte çalışmalarınız oluyor?

     Kesinlikle. Biz hiçbir zaman “tek başına güç” anlayışında olmadık. Avrupa’daki insanımızın değerleriyle kavgalı olmayan diğer Türk sivil toplum kuruluşlarıyla, dini cemaatlerle, eğitim dernekleriyle sürekli istişare halindeyiz. Ortak programlar, kültürel günler, insani yardım kampanyalarımız oluyor. HİLAL bu konuda öncü bir köprü oldu. Ayrıca AYÖG aracılığıyla gençlik alanında farklı kuruluşların öğrenci birlikleriyle ortak projeler geliştiriyoruz. Birlikte üretmek, birlikte iyileşmek, birlikte büyümek… Bizim bütün ilişkilerimizin temeli bu.


     Derneğinizin merkez yapılanması ve taşra (şube) teşkilatları nasıl çalışıyor?

    İmam Cengiz: Evet, merkezimiz Almanya’da ama yapımız sadece Almanya ile sınırlı değil. Her ülke, o ülkenin hukukuna ve toplumsal yapısına uygun olarak özerk ama ATİB ilkelerine bağlı biçimde çalışıyor.

    Taşra teşkilatlarımız yerelde hem din hem kültür hizmetlerini yürütüyor. Biz buna “yerinde liderlik” diyoruz. Her dernek, bulunduğu şehirde bir gönül evi gibidir. ATİB merkez olarak, bölge ve taşra dernekleriyle istişareye dayalı vizyonu belirler, dengeyi kurar, destek verir. Ama asıl kahramanlar, sahadaki gönüllülerdir. Onlar bu yapının kalbidir, lokomotifidir.


    Devam edecek…

    Devamını Oku

    TYB İstanbul’da Ömer Nasuhi Bilmen’in Türkçe Meâl-i Âlisi eseri konuşuldu

    TYB İstanbul’da Ömer Nasuhi Bilmen’in Türkçe Meâl-i Âlisi eseri konuşuldu
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Türkiye Yazarlar Birliği İstanbul Şubesi, düzenli olarak sürdürdüğü “Kitabına Göre Konuşalım” programında Ömer Nasuhi Bilmen’in klasik tefsirini esas alarak günümüze uyarlanan Kur’ân-ı Kerîm’in Türkçe Meâl-i Âlisi eserini ele aldı.

    Programın açılışında konuşan TYB İstanbul Şube Başkanı Mahmut Bıyıklı, eserin hazırlanış sürecine emek veren akademisyenlere teşekkür ederek şu değerlendirmelerde bulundu:

    “Ömer Nasuhi Bilmen, bu toprakların irfan damarını besleyen büyük bir müelliftir. Onun tefsir mirasının günümüze taşınmasına öncülük eden hocalarımıza teşekkür ediyorum. TYB İstanbul Şubesi olarak ilim geleneğimizi günümüz okuyucusuyla buluşturan her çalışmayı desteklemeye devam edeceğiz. Bu tür programlar, ilmihal bilgimizin derinleşmesine ve doğru kaynaklarla beslenmesine önemli katkılar sunuyor.”

    Ardından programın yöneticiliğini, eserin yeni baskısını hazırlayan akademisyenlerden Prof. Dr. Muhammet Altaytaş üstlendi.

    “Bilmen, Cumhuriyet döneminin en mühim tefsir müellifidir”

    İlk konuşmacı Prof. Dr. Muhammet Altaytaş, Bilmen tefsirinin merkeze alınma sebebini şu sözlerle aktardı:

    “Ömer Nasuhi Bilmen’in eseri, Cumhuriyet döneminin en önemli tefsirlerinden biridir. Âyetleri hem fıkıh hem tefsir ilminin anlaşılabileceği bir üslupla sunar. Modernist tefsirlere kıyasla klasik çizgiyi koruyan bir metindir. Biz de Bilmen Efendi’nin hürmetkâr dilini koruyarak eseri günümüz okuyucusuna daha anlaşılır hâle getirmeye çalıştık.”

    Eserlerindeki mutedil üslup ile halkımızın itikâdi ve amelî istikametinin muhafazasında derin tesirleri olan merhum Ömer Nasuhi Bilmen’in, sade ve zarif bir üslupla kaleme aldığı sekiz ciltlik Kur’ân-ı Kerîm’in Türkçe Meâl-i Âlisi ve Tefsiri isimli eserinin, ilim tarihimizden maharetle süzülmüş temel tefsirî bilgileri ihtiva etmesi, dili, üslûbu ve ilmî sıhhati bakımından Cumhuriyet döneminin eşsiz tefsirlerinden biri olduğuna dikkat çeken Prof. Dr. Muhammet Altaytaş, son dönemde, onun bu meâli ve tefsiri gölgede bırakılırken, modernist eğilimli bir takım meal-tefsirlerin yaygınlaşmasının kendilerini bu çalışmaya sevk ettiğini ifade etti.

     İslâm geleneğinde günümüzde olduğu gibi sırf metin tercümesinden ibaret olan meâller vasıtasıyla, Kur’ân-ı Kerîm’den istifade etme yöntemi olmadığını ifade eden Altaytaş konuşmasına şöyle devam etti: “Bu sebeple merhumun adı geçen eserinin muhtasarı sadedinde olan  bahis konusu meal-tefsirde âyet-i kerîmelerin meâline ilaveten nüzûl sebebi, başta Hz. Peygamber’in (sas) risâlet tarihi olmak üzere peygamber kıssaları ve mucizeleri, âyetlerden çıkarılan bazı itikadi esaslar, fıkhî hükümler ve ibretamiz cihanşümul mesajlar, sûrelere dair genel bilgiler, binlerce Kur’ânî kavramın izahı gibi Kur’ân-ı Kerîm’in anlaşılması için gerekli asgari tefsir bilgisi dipnotlara aktarılmıştır. Nihayetinde bu çalışmanın, okuyucunun sahih bir Kur’ân bilgisi ve kültürü edinmesine ilaveten Türkçesine katkı sağlayacağı gibi onu modern dönemdeki tahrife varan birtakım aşırı yorumlara karşı da donanımlı kılacağı umulmaktadır.”

    “Amaç, tefsir mirasını günümüze taşımak”

    Programın konuşmacılarından Prof. Dr. Mustafa Şentürk, çalışmanın yönelimini şöyle değerlendirdi:

    “Bu çalışma, Bilmen’in güçlü tefsir mirasını bugüne taşımayı hedefliyor. Metnin ilmî yapısını korurken okuyucuya daha yakın bir dil oluşturmaya gayret ettik.”

    1250 kavram meale aktarıldı

    Prof. Dr. A. Taha İmamoğlu, Bilmen’in tefsir yöntemini anlatarak şu bilgileri paylaştı:

    “Ömer Nasuhi Bilmen, ayetlerdeki kilit kavramları açıklayarak tefsire başlar. Biz de bu yöntemi izleyerek yaklaşık 1250 Kur’an kavramını tefsirden alıp meale aktardık. Dili korurken metni sadeleştirmeye çalıştık.”

    İmamoğlu, Bilmen tefsirinin zamanla geri planda kalmasının sebeplerini ise şöyle özetledi:

    “Cumhuriyet döneminde fıkıh ve şeriat temelli mealler geri plana itilmiş, felsefe ve akıl merkezli yaklaşımlar öne çıkarılmıştır. Bu nedenle Bilmen’in yaklaşımı dönemin eğilimleriyle örtüşmediği için zamanla gölgede kalmıştır.”

    “Saf bir meal değil; tefsirle birlikte okunmalı”

    Son konuşmacı Dr. Mehmet Fatih Soysal, Bilmen’in ilmî ve manevi mirasına dikkat çekerek şu değerlendirmelerde bulundu:

    “Ömer Nasuhi Efendi, Osmanlı ulema geleneğinin son ve etkili temsilcilerindendir. Beşinci Diyanet İşleri Başkanı olarak önemli bir miras bırakmıştır. Yazdığı metin saf bir meal değildir; tefsirle birlikte okunmalıdır. Onun çabası, Cumhuriyet döneminde din alanındaki kırılmayı hafifletmek ve Müslümanların amel–itikad hassasiyetlerini korumaktır.”

    Program, soru-cevap bölümünün ardından sona erdi.

    Devamını Oku

    “Kalem, yazmak zorundadır”: Sedat Sayın ile Öykü, Hafıza ve Yazma Üzerine

    “Kalem, yazmak zorundadır”: Sedat Sayın ile Öykü, Hafıza ve Yazma Üzerine
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Her ne kadar günümüz hız çağı olarak adlandırılsa da öykü, insanın özüne temas eden anlatı biçimlerinden biri olarak varlığını korumaya devam ediyor. Ve öykü, hayatın sıradan anlarında saklı olan derin anlamları yakalayabilen kalemler ile zenginleşiyor. Sedat Sayın da öykülerinde hayatın sıradan anlarında saklı olan derin anlamları kalemiyle buluşturan edebiyatımızın en seçkin öykü yazarlarından biri. Kelimelerini gündelik hayatın görünmeyen ayrıntılarında ustalıkla gezdiren Sedat Sayın, karakterlerinin suskunluklarında onların ruhunu yansıtarak okuru öykünün paragraflarında gezdirmeyi başaran yazarlarımızdan. Her yazarın kalemini besleyen bir yolculuğu vardır. Kimi yazara göre bu yolculuk bir çocukluk anısının izindedir kimi yazara göre sessiz bir gözlemin yolculuğudur. Sedat Sayın da edebiyatla kurduğu bağı yaşamın yöneldiği hemen her durakta taşıyan yazarlarımızdan.

    Bu söyleşimizde Sedat Sayın’ın öykülerinin ardındaki düşünsel kaynaklara, yazma eyleminin dönüm noktalarına yakından bakıyoruz.

    Keyifli okumalar…
    Ayşe Bağcivan


    “Öykü, onun için yalnızca bir tür değil; dünyayı algılamanın, anlamlandırmanın ve kendini tanımanın yolu.”

    Hocam uzun zamandır edebiyata hizmet etmiş bir yazarımız olarak yazma ve özellikle de öyküyü seçme serüveniniz nasıl başladı?

    Hikâye benim hayatı algılama ve anlatma biçimime uygun. Tabi bunu belirlemek üniversite yıllarına dayanıyor. Erciyes Üniversitesinde iken aslında “Yağmur” öykümde geçen  “Yağmur” şiirini Dergâh dergisine göndermiştim. Hatta bir arzuhalcide yazdırmıştım. Büyük bir ümitle göndermiştim dergiye. Aylarca takip ettim dergiyi fakat çıkmadı. Sonra denemeler yazdım Nuri Pakdil Usta’mın denemelerini otobüslerde okula gidip gelirken okudum. Hele “Bir Yazarın Notları”ndaki üslûp beni adeta çarpmıştı. Bol bol denemeler yazdım. Bunları hocam Prof. Dr. Hülya Argunşah’a göstermiş ve Trakya Üniversitesine geçiş yaptığımda da mektupla göndermiştim. O da bana uzun ve yol gösterici bir mektup yazmıştı. Tarzımı, türümü seçmemi ve bol bol mitoloji okumamı salık vermişti. İşte yazma sürecimi belirlemek için bu metinlerin bir edebiyat dergisinde yayınlanmasının gerekliliğini düşünmüştüm. Bulunduğumuz şehir edebiyat kültür ve dergi atmosferinin yetkin olmadığı bir şehir maalesef…  Bu denemeleri Yedi İklim dergisi sahibi yazar Ali Haydar Haksal’a göndermiştim. Bu metinlerin öyküye yatkın olduğunu dile getirmiş ve Çehov’dan Rasim Özdenören’e geniş bir yelpazeyi önermişti. Trakya Üniversite’sinde bir duvar gazetesi çıkarmaya başlamıştık “Edebiyat Diliyle” idi. Burada Solan Karanfil adlı öykümü yayınladım. Bu öyküyü Yedi İklim dergisine gönderdim. Ve ilk öyküm orada yayımlandı. Hayatımın özünden, gözlemlerimden, muhayyilemden doğan hikâye… İç dünyamın derinliklerinde zaman zaman sızan hikâye… Tabi Ali Haydar Bey’in samimi yaklaşımları… Gönderdiğim öykülerin yayınlanması üzerimde okuma serüvenimi de etkilemesi doğrultusunda yönlendirici oldu. İmkân buldukça onun mekânına gidip edebiyat atmosferini yudumlamak… İstanbul’da sahafları gezip bol bol kitap almak ve okumak, yazmak süreci üniversitemin ilk yıllarında yazma doğrultusunda benim gelişimimde etkili oldu diyebilirim. Okul yıllarımda Yedi İklim, Hece ve Edebiyat dergisi yayınlarını çevremdeki arkadaşlara salık verirdim. Okurken aynı zamanda bizim oralardan olan Ramazan Aydın ustamın köfteci dükkanında da çalışmıştım. Bizim dükkân edebiyat bölümü öğrencilerin ve bazı üniversite hocalarımızın da birer uğrak yeri olmuştu.  Hem okuma hem yazma atmosferini bir nebze de olsa orada yaşadığımıza inanıyorum. Ki mekân olarak da bazı öykülerimde Bedesten çarşısı da geçmektedir. 


    “Ali Haydar Haksal, benim için yalnızca bir usta değil; edebiyata açılan ilk kapıydı.”

    Ali Haydar Haksal, Türk Edebiyatının şekillenmesinde rolü olan ustalarımızdan biri. Onun tarafından öyküye yönlendirilmiş olmanız da şüphesiz müthiş bir deneyimdir. Bize bu süreçten, Ali Haydar Haksal’ın üzerinizdeki etkisinden bahseder misiniz?

    Evet… Ali Haydar hocam gerçekten birçok genç öykücünün yolunu açmış, yazmaya yönlendirmiş bir okuldur. Önceleri ankesörlü telefonlarla bahsettiğim lokantanın yakınından jetonlarla aradığım dakikalarca konuştuğum cana yakın sesiyle adeta edebiyat denizinin derin ırmaklarının seslerini duyduğum zaman dilimlerini yaşatan vefalı bir insandır. Onunla bizzat tanışmak ve tanıştığım anda sanki yıllardır tanışıyormuş duygusunu uyandırması çok kıymetlidir benim için. Kütüphanesindeki kıymetli kitaplardan okumam için vermesi de ayrı bir değer benim için. O zamanlar İstanbul benim için Ali Haydar ve Yedi İklim’dir. Onun öykülerini çokça okudum. Dil ve kurgusu, farklı yapıda cümle kuruluşları… Öykü isimlerinin çekiciliği… Ki lisans tezim de Ali Haydar Haksal’ın Hikâyeleri ve Hikâyeciliği’dir. Yedi İklim’de tanıştığım yazarlar da hayatımda etkili olmuştur. Bir iftar yemeğine davet etmişti. Gitme şansım olmuştu. Orada Ali Göçer, sevgili Orhan Okay hoca, Ahmet Hakan’ı görmüş ve sohbet ortamına tanık olmuştum. Hece dergisinin ilk sayısı çıkmıştı sanırım. Orada Lale Müldür de vardı. Bir sandalyeye oturmuş Ali Haydar hocam da beni onunla tanıştırmıştı. “Benim öykülerimden etkilendi. Yazıyor “ demişti. O ortam benim için çok kıymetliydi. Program bittiğinde Selvigül Kandoğmuş Şahin, Mihriban İnan Karatepe ile aynı takside sahil boyuna vapurların kalktığı sahile gittiğimizi hatırlıyorum. Orada bir de Hasan Aycın ile tanışmam da benim için bir şanstır. İşte edebiyat dünyasına ve bu dünyanın bazı kalemlerine ben Ali Haydar hocamın sayesinde girdim. 


     Ali Haydar Haksal hocamızı edebiyatta kalıcı bir ize dönüştüren en önemli özelliği öykülerinin ve edebiyattaki yerinin yanı sıra genç kalemlere duyduğu inanç ve onları yazıya inandırma çabasıdır bana göre. Ki Yediiklim Dergisi de pek çok yazara yazıyı öğretme anlamında atölye görevi görmüştür. Öykülerinizde kullandığınız dilin duygusal bir iç sesi var. Özellikle de ‘Elimde Patlıyor Çocukluğum’ isimli öykünüzde bu durum kendini hissettiriyor. Cümlelerde bir bilinç hâli ve nabzın atışı hâkim. Ve özellikle de ritim oldukça dikkat çekici bir şekilde bir çocuk nefesini andıran kesik ve kısa cümleler ile ilerliyor. Bazı cümlelerdeki ‘aldı, sıktı, vurdu…’gibi fiiller de sanki duygusal gerilimi yoğunlaştırır gibi. Genel olarak bakıldığında sıradan bir çocuğun öyküsü değil gibi. Bu öykünün oluşum aşaması bir çocuğun dünyasını anlatma isteği mi yoksa yetişkin benliğin çocuklukla hesaplaşması mı?

     Evet…Tabi her hikâyenin yazılma hikâyesi var. Ama bazen bir görüntü… Bir söz…Bir koku öyküyü çağırır muhayyilemden…  Doğrusu kolay yazamıyorum. Uzun süre imgeler hayalimin ufuklarında bir belirip bir kayboluyor. Ve o parçalar, zihnimin oyuklarında dolaşıp duruyor. Onları ilkin zihnimde bir bütünlük halinde düzenlemeye çalışıyorum. Sağa sola – bazen de kaybettiğim – notlar alıyorum. Bir paragraf, bir cümle, bir kelime… Kendimde o “etki”yi (E. Allan Poe) oluşturabileceğime inanınca oturur yazarım. Kanımca her öykü metni okurda çeşitli duygu, imaj dünyalarının kapılarını açan bir renkler uyumudur. Bütün o karmaşık renkler, ayrıntılar güçlü bir duygunun merkezinde toplanıp açılıyor bir uyum içinde. Kitap içerisinde en beğendiğim öykü de aslında Elimde Patlıyor Çocukluğum’dur. Sevgili Ercan Ata da benim kitabım üzerine yazdığı yazısında “Abartmış olmazsam herhalde bugüne kadar binden fazla hikâye okumuşumdur. Okurken alınan zevkten maada birkaçı müstesna bunların tamamına yakınını unuttum, diyebilirim. Aklımda kalanlar arasında kurgusu, olay örgüsü ve içeriğiyle özel bir yere sahip olan ‘Elimde Patlıyor Çocukluğum’ adlı öyküsü var Sedat Sayın’ın.” Bunu İstanbul Bir Nokta dergisinin 252. sayısında dile getirmiştir. Aynı zamanda Mustafa Ruhi Şirin’in de bu öyküyle ilgili beni mutlu eden değerlendirmesi var. Aslında bu hikâyeyi ben kurşun kalemle yazıp Dergâh dergisine göndermiştim. Üniversiteden hocam Ayhan Yaşar öyküyü dergide görmüş beni aradı. Koşa koşa kitabevine gidip dergiyi aldığımı hatırlıyorum. Öyküyü Sevgili Mustafa Kutlu dizmiş. Benim için çok kıvanç vericidir. O da birebir görüşmelerimizde bu öykünün “yaşanmışlık” ve samimiyet dolu olduğunu ifade etmişti. Evet, bu öyküm çocukluğumda yaşadığım bazı olayların kurgusal düzleme aktarılmasıdır. Bu dünyaya doğru uzanma… dünyanın parçalandığı, aşındığı bir yokuşta yazmak ve yazılanlarla var olmak. Her türlü kirlerden arınma… Karşılık beklemeksizin bile bile ısrarla ve kıvançla bu arınışı yazarak sağlamaya çalışmak… Yani “Kalem, yazmak zorundadır.” Ve eşyayı, kendimi, geçmişimi tanımaya çalışıyorum. İşte öyküyle çoğu zaman yaşanırken farkına varılmamış uzak sevgi ve masumiyet ülkesine yolculuk yapmaya çalışıyorum. Yetişkin olan ben’in çocuk olan ben’le yeniden karşılaşması, birbirini tanımaya çalışması bir bakıma…Ben o öyküyü yazarken bir çocuğun hikâyesi gibi değil de büyümüş birinin içindeki çocukla konuşması gibi hissettim. Cümlelerin kesik kesik olması da sanki içindeki o nefesin, o çocukluğun hâlâ orada olduğunu gösteriyor. Bence bu öykü, çocuklukla hesaplaşmaktan çok, o çocuğu susturmamaya çalışmakla ilgili.


    Yani bu durumda yazan, anlatan ve kurgulayan biri olarak, yazma eylemini, dünyayı anlamlandırma çabası ve geçmişle yüzleşme olarak gördüğünüzü söyleyebilir miyiz?

    Evet… İnsan kendisini aslında yazarak tanıyor. Yazarken, kurgularken duygu ve düşünce derinliğinin farkına varıyor. Geçmiş zaman dilimi geçmiştir ama şimdiki zamanımızı da belirlemektedir. Çocukluk veya gençlik çağımızda yaşanılan her şey bizim kurgumuzu belirliyor. O yaşananlar zamanı gelince, yazının zamanı gelince, hatıralardan çıkıp kurgusal zemine yerleşiyor. Rilke’nin de bir şiir dizesini yazmak için türlü tecrübelerden geçtiğini anlatıyor Malte Laurıds Brıgge’nin Notları’nda. Ben de çocukluk ve gözlemlediğim an’ları bazen karmaşık bir biçimde kurgulamaya çalışıyorum.


    “Bir öğretmenin yaptığı hata, bir çocuğun dünyasında yankı bulur: Gerçek bir travmadan doğan öykü.”

    Hocam müsaadeniz olursa ben yine bir öykünüz üzerine konuşmak istiyorum. ‘Beyaz Kurdele’ isimli öykünüzdeki olaylar sanki bir çocuğun belleğinden sızmış gibi. Bulanık bir anının sarsıcı öyküsü gibi. Sıradan olan sınıf, soba, öğretmen gibi nesneler bir anda travmatik bir sahneye dönüşüyor. Öyküye hâkim olan çocuk anlatıcı ile sanki yetişkin bir yazarın bilinci arasında çok hassas ve ince bir denge var. Bu öykünüz gözlem sonucu kurgulanmış bir öykü mü?

    Bu öykü ile ilgili bir okur olarak sevgili öğrencim Minel Dinmez’e de sorunuzu ilettim. O da şu cevabı verdi:Ben bu öyküyü okurken, her şeyin bir çocuğun belleğinden süzülerek anlatıldığını hissettim. Ama o çocuğun arkasında bir yetişkinin gölgesi var sanki. O yüzden hem masum hem de çarpıcı bir tarafı var. Bana göre bu öykü sadece gözlemle yazılmış olamaz; içinde yaşanmışlık ya da en azından güçlü bir tanıklık hissi var. Çünkü o kadar sade nesnelerle bu kadar derin bir etki yaratmak, sadece kurguyla olmaz.”

    “Beyaz Kurdele” de aslında çocukluğumda yaşadığım acı bir ruh travmasının öyküsü. Eğitimci birinin çocuğun ruh dünyasında nasıl büyük bir deprem meydana getirebileceğini anlattım. Bizzat yaşadığım bir olaydır. Bunu 1997 yılında Çanakkale 18 Mart Üniversitesinde pedagojik formasyon hocam, Allah rahmet eylesin, Muhittin Otluca’ya sınıf ortamında anlattığımda nasıl kızdığını ve nasıl böyle bir şey yapılır şeklinde kınadığını hatırlıyorum. Bunu yaparken sadece yaşantıyı gözetmiyorum. Ama kalkış noktam yaşanılan o sıcak imge. O, içime, kurguma oturduktan sonra zihnimde epeyce dolaşıyor. Hem reel dünyanın gerçeklerini (olgular dünyasını) hem de anlamlar dünyasını öykü biçimine dönüştürürken tikel olandan tümel olana doğru bir evrilme içine girmeye, o öz ve biçimi yakalamaya çalışıyorum. Bu dünyaya doğru uzanma… Dünyanın parçalandığı, aşındığı bir yokuşta yazmak ve yazılanlarla var olmak. Her türlü kirlerden arınma… Karşılık beklemeksizin bile bile ısrarla ve kıvançla bu arınışı yazarak sağlamaya çalışmak… Yani Sezai Karakoç’un dediği gibi “Kalem, yazmak zorundadır.” Ve eşyayı, kendimi, geçmişimi tanımaya çalışıyorum. İşte öyküyle çoğu zaman yaşanırken farkına varılmamış uzak sevgi ve masumiyet ülkesine yolculuk yapmaya çalışıyorum. O öyküde geçen kişilerden birisi ile hâlâ görüşürüm. Kendisine öyküyü söylemeden o yaşadığımız anıyı andığımda hâlâ o yaşanmış ânı unutmadığını ve o gün yaşanılanlara serzenişte bulunduğunu biliyorum… Ve bu öyküyü, birkaç yıl yeni atanan öğretmenlere ders vermiştim, ısrarla onlara okudum. Çünkü çocuğun arka planında, ailesinde ne gibi sorunlar olduğunu bilerek davransınlar. Ruhlarında derin iz bırakacak tutum ve tavırlar içine girmesinler. 


    “Her öyküde yazarın izi vardır; bazen gizli bir gölge, bazen doğrudan bir tanıklık.”

    Bir öyküyü yazarken kurguladığınız olaydaki travmatik ya da sarsıcı anları öykü diline dönüştürürken kendi duygusal mesafenizi korur musunuz? Yani öykülerinizi okuyan herhangi bir okur direkt öyküdeki karaktere değil de size ulaşabilir mi?

    Yani bazı öykülerimde otobiyografik özelliklerim var tabi. Sözünü ettiğimiz iki öyküde. Ama büsbütün o anlar, duygular yaşanmış olamayabilir. Yaşanılan o an, duygunun ne olduğunu yıllar sonra düşünüp o çocuk ben ile yeniden buluşup olasılıklar çerçevesinde öyküyü yazmışımdır. Duygusal mesafemi koruyabildiğim yerler çoğunlukta olup bazen de o çocuk bene bürünüp öyküyü akışına bırakmışımdır. Bazen çevremden dinlediğim küçük anılardan da yola çıkarak yazdığım öykü vardır: Tüü Böcek.  Çevremdeki özgün kişileri de öyküye kattım. Komiser lakaplı Salih Menekşe Eşik adlı öykümde geçer ve tümüyle öykü odağına aldığım “Vay Vay” Yani bana ulaşılabilecek öykülerim de var direkt öyküden ulaşılamayacak öykülerim de var.


    “Sınav soruları yazmakla öykü yazmak arasında görünmeyen bir bağ var: Dilin özüne sadakat.”

    Hocam, son zamanlarda öğretmenlik mesleğinizin yanı sıra sınavlara hazırlık kitaplarında paragraf soruları hazırladığınızı biliyoruz. Bunun kaleminize katkısı oldu mu?

    Bir zamanlar öykü yazma sevdası yoğun olduğu dönemlerde her şeye, insana, nesnelere, varlıklara temaşa gözüyle bakardım. Bir yandan onları incelerken diğer yandan geçmişe doğru, yaşadıklarıma doğru da bir seyrüsefer eyledim. Çocukluk dönemlerimden başlayarak kendimi çözmeye, tanımaya çalıştım. Şimdi bir hikâye kitabım var. Yani bu evrene bir armağan ettiğim benden kalacak bir yadigâr. Ben tabi hayat şartları ve çeşitli nedenlerle öykü yazmayı epey yavaşlattım. Belki de öykücü bakışını yitirmeye başladım. Hani Abdülhak Şinasi hayatının son dönemlerinde geceleri uykularından uyanıp “kelimelerime ne oldu?” diye inleyişlerini yaşamıyorum ama çevremde sizin gibi işin niteliğinden haberdar olan veya öykü kitabımı edinip okuduktan sonra “Niye yazmıyorsun, yazsan keşke” diyen dost gönüllerle karşılaşıyorum. Ben öykü kitabım çıktığı yıllarda Limit Yayınları sahibi Mehmet Saylan hocamın isteği üzerine 9. Sınıf Türk Edebiyatı soru bankasını çıkardım. Bu kaynak aslında benim yılların birikimini yansıttığım bir kaynak oldu. Nuri Pakdil’den Mustafa Ruhi Şirin’e, Mustafa Kutlu’dan Haydar Ergülen, Hilmi Yavuz’a kadar çok sevdiğim yazar ve şairlerin metinlerinden altlarında adları olduğu halde yazdım. Yani öğrenciler edebiyatla karşılaştıklarında en azından yavaş yavaş nitelikli yazarlarla karşılaşsın. Sonra bu yayında paragraf, Cumhuriyet Dönemi soruları…. Büyük keyif alarak yaptım bunu. Hâlâ dostluğumuz sürüyor Mehmet Saylan ve Feyzullah Çelikbağ…  Hatta Mehmet Saylan dostum “Üstat, bana kalsa senden hep paragraf sorusu yazmanı isterdim” demişti bir sohbette. Paragraf yazmak bunlar içerisinde en zoru. Bir sürü deneme, inceleme, öykü metni arasından bütünlüklü metinler bulup yazacaksınız ve içeriklerine yönelik yoğunlaşacaksınız. Daha sonra Anka Eğitim yayınlarına da yazdım ki öykü kitabımın 2. baskısı bu yayında oldu. Vayvay adlı öykümü bu baskıda koydum.  Çap yayınlarının Waf serisinde Mehmet Gönüler dostumuzla beraber 9. sınıf Türk Dili ve Edebiyatı konu anlatımlı soru bankası çıkardık. Yani biraz işin bu yönüne girdim. Bu bana geniş bir yayın dünyasıyla tanışma fırsatı doğurdu. Bir yandan belki öykü yazmayı yavaşlatan bir neden gibi durabilir bu. Ama bu şartlarda bu tarz bir deneyimi yaşamak da benim için kıymetli bir durum. Öykünün, sanatın değerinin bilinmediğini düşünüyorum. Kitaptan sonra Kırklareli Kırksader Derneği ve Kültür Müdürlüğü himayelerinde Türkiye çapında açılan bir öykü yarışmasına katıldım. Cemal Süreya, Mimar Sinan ve Kokoreççi adıydı. Türkiye ve Dünyanın birçok yerinden katılan metinler içerisinde Türkiye ikincisi oldum. Bu tabi beni mutlu etti. Belki de bu öykü sonraki öykü kitabının başlangıcı mahiyetinde olacak.


    “Zihninde dolaşan öyküler var… Sedat Sayın ikinci kitabı için zamanı bekliyor.”

    O hâlde ikinci öykü kitabınızın hazırlığından bahsedebilir miyiz? Böyle bir hazırlığınız var mı?

    Buna yönelik yazma çalışmalarım çok olmasa da var. Bunu bana sevgili Fahri Tuna ağabeyim de söyledi. Artık ikinci öykü kitabının çıkması lazım. Ama ben çok yazan biri değilim. Zihnimde dolaşan öyküler var. Az önce sözünü ettiğim öykü iki yıl zihnimde yaşadı. Zaman zaman derslerimde bu tanık olduğum olayı anlattım öğrencilerime. Sonra yarışmaya katılmak nedeniyle o öyküyü yazdım. Diğer öykülerimin hiçbirini bu sebeple yazmadım. Ödül almak, değer verilmek güzel bir duygu.


    “Sanal çağda kaybolan duyarlıklar, unutulan kelimeler… Sayın’a göre ‘çorak ülke’ sadece bir metafor değil, gerçeğimiz.”

    Şu anki Türk Edebiyatını ve okur kitlesini düşündüğümüzde bir kırılmanın yaşandığı ortada. Özellikle de günümüz insanının ilgisini ve kendine bile yetiremediği zamanını düşünürsek roman gibi uzun hacimli eserlere de rağbetin azaldığı sonucunu çıkarabiliriz. Hatta sadece romana değil şu an genel anlamda okumalara rağbetin azaldığını söyleyebiliriz. Bunu sadece dijital çağa bağlamak doğru mu? Sizce bu durumun asıl kaynağı nedir?

    Yani geriye dönüp baktığımda ve bugünü kıyasladığımda gittikçe yalnızlığımızın arttığını söyleyebilirim. Duyarlık ve düşünce yönünden özellikle… Sanal alemde kaybolan duyarlıklar. Sözcüklerin ve kurmaca dünyanın büyüleyici atmosferinden uzaklaşmalar… T.S. Eliot’ın kitabının adıyla “Çorak Ülke”. Bu çorak dünya gittikçe insanı kendinden, özünden koparmaktadır. Yani ben özellikle bu son yıllarda edebiyatın, sanatın, akademik çabanın görmezden gelindiğini ve az değil çok çalışmanın vefasızlığa dönüştüğünü ve cezalandırıldığını gördüm, yaşadım. Sezai Karakoç’un dediği gibi “Kalem yazmak zorundadır” Yaşadıklarımız bir gün kurgusal düzlem üzerinden hayata yeniden yansıyacaktır. Dijital çağa sadece bağlanamaz elbette. İnsanların birinci öncelikleri arasında değil yazmak, okumak. Yani bin bir zahmetle bir yazar şair getiriyorsunuz. Kitaplarının edinilmesinde zorluklarla karşılaşıyorsunuz. Rahmetli Yavuz Bülent Bakiler kütüphanesiz evleri mezara benzetiyor. Çok haklı. Ben de öğrencilerime kendilerine ait bir kütüphane kurmalarını salık veriyorum. Kitaba, kültüre bulunduğunuz yerlerde de kıymet verilmiyor. Ben sosyal medyadan izliyorum bazı illerde olabildiğince yazar- okur buluşmaları düzenleniyor. Ama burada maalesef bu duyarlığı ve vefayı kimseden görmedim. Yani kimsenin ‘durup ince şeyleri anlama’ya niyeti yok. Sonra Edip Cansever’in o güzel sözü geliyor dilime: “Ne çıkar siz beni anlamasanız da/Yani ne çıkar siz beni anlamasanız da/Eh yani ne çıkar siz beni anlamasanız da…


    “Bir şehir, sanata gösterdiği ilgi kadar yaşar. Edebiyat atmosferi bir şehrin vicdanıdır.”

    Şehirlerde edebiyat ve sanat programları oldukça önemli. Ki bu programların yoğunluğu şehrin sanata olan ilgisinin vitrinidir de bir bakıma. Bu programlar okumaya olan ilginin artırılmasını teşvik ettiği gibi yeni yazarların yetişmesinde de yol gösterici bir rol üstleniyor bana göre. Bir okurun, herhangi bir yazarın kitabını okumasıyla o yazarın bulunduğu bir programda karşılıklı olarak sohbeti şüphesiz okur üzerinde daha etkilidir. Fakat önceye kıyasla da bu programlar çoğu yerde rahatlıkla icra edilebiliyorken en büyük sorun artık okurların bu tür programlara ilgi duymaması. Katılımın az olması. Burada ana problem size göre nedir?

    İşte bunun başında şehrin başındaki yöneticilerin sanata edebiyata bakış açıları bence çok önemli. Ben öğretmenlik hayatımda yazmaya ve öğretmene değer verildiğini 2012 yılında Edirne’de valilik yapmış Sayın Hasan Duruer ve Fahri Tuna’dan gördüm. Akademi Edirne, Akademi Rumeli, Meriç Hikâye Günleri gibi altın zaman dilimlerinde birçok yazar, Hüseyin Su, Nurullah Genç, Adnan Özer, Mukadder Gemici, Haydar Ergülen… gibi çok kıymetli kişilerle tanışma, sohbet etme imkanını yaşadım. İşte aslında çok önemli bir şey bu.. Örneğin Ankara’dan gelen ekibi karşılama görevi bana verilmişti. Minibüsten inerlerken kendimi tanıttığımda Hüseyin Su Bey “Evet Sedat seni tanıyorum. Seni yirmi yıldır takip ediyorum. Edirne’de edebiyatın uçbeyi” ifadesini hiç unutamam… Nasıl mutlu olmuştum…Yedi İklim’de yazdığım yazılardan beni takip ediyormuş.  Edebiyat atmosferi kuruluyor bu etkinliklerle. Eğer bu tip atmosferler devam etseydi mutlaka daha fazla yazacaktım. Tabiki az yazmamın sebebi bu değil. Ama bu tip organizasyonlar insanın içindeki değerlerin ortaya çıkmasında etkilidir diye düşünüyorum. Orada Yedi İklim, Dergâh, Varlık, Hece gibi edebiyat dergileri öğrencilere hediye ediliyor ve öğrencilerimiz de okuma ve yazma süreci içine severek dahil oluyorlardı. Şimdi Milli Eğitim olarak Öğretmen Akademileri bu işlevi yerine getirmeye çalışıyor. Öğrencilerin özellikle yazarlarla buluşturulması lazım. Getirilen her şair yazar öğrencinin dimağında unutulmaz izler bırakacaktır. Ben kendi adıma bulunduğum Sosyal Bilimler Lisesinde Mehmet Nuri Yardım. Prof. Dr Rıdvan Canım, Ercan Ata ve hocam Prof. Dr. Süreyya Beyzadeoğlu ile söyleşiler düzenledim. Öğrencilerimde yazmanın, okumanın, dilin olanaklarının geliştiğine şahit oldum. Bu çağda tabi sosyal medya öğrencilerin zihinsel parçalanmasına neden olmakta. Öğrencilerin yeniden kelimelerle, cümlelerle, düşünsel metinlerle karşılaşası lazım. Aslında Bakanlığın da edebiyatımızdan seçilecek öykü, deneme şiir, öykü antolojileri basıp öğrencilerin okutulması üzerine dağıtılması gerektiğine inanıyorum. Ana problem aileden başlamak üzere öğretmenin, şehri yöneten idarecilerin en büyük değerin ana dili olduğu ve bu dille verilmiş yetkin metinlerin ve yazarların okurlarla buluşturulmasının öneminin toplumca idrak edilememesidir. Her şeye verilen maddi değerin yanında toplumu geliştirecek kültürel değerlerin kıymetinin bilinmemesidir.


    “Tren metaforu bile değişti; mektupların yerini WhatsApp aldı. Ama iyi öykü, her çağda kendi yolunu bulur.”

    Hocam son olarak değişen dünya ile birlikte öykünün beslendiği kaynakların da değiştiğini düşünüyor musunuz? Yani gelenek ile birlikte modernizmi birleştiren çoğu öyküde tren bir ayrılık metaforu iken şu an bu metafor değişen dünya ile birlikte kullanılmıyor. Ki zaten artık trenler de günümüzde tercih edilen ulaşım araçları değil. Son dönem öykülerdeki dil ve anlam ilişkisini nasıl yorumluyorsunuz?

    Bu soruyu sorduğunuzda aklıma ilk Oğuz Atay’ın  Demiryolu Hikâyecileri geldi. Trenlerde yazdıkları öyküleri satarak hayata tutunmaya çalışan öğrenciler. İletişimin kurulduğu kaynakların değişmesi, yaşanılan mekanların silikleşmesine, bireylerin yaşadıkları mekâna da içkinleşmesinin önünde büyük engel. Teknolojiden telefonlar mailler sosyal medya araçlarıyla birlikte artık öykülerdeki özlem teması bile  değişmiştir. Gurbet hasret ayrılık temaları artık bir şey ifade etmiyor çünkü bunlar yok…Yeni yeni de olsa artık öyküleri bu teknolojik araç da giriyor bunlar vasıtasıyla tanışanlar ya da bunlar vasıtasıyla iletişim kuranlar da girmeye başladığı öykülere….Tabi tren metaforunda olduğu gibi mektup da artık değişti onun yerini watsap aldı. Sevgili Selim İleri ile yıllar önce yaptığım bir mülakatta söylediği cümlelerle söyleşimizi tamamlamak istiyorum. “ Ayrıca zaten şuna da inanıyorum ki Türkçe roman yazılacaksa -Bu gün Türkçe roman yazıldığını da düşünmüyorum ben- bozuk bir dille yazılan bir şey var. Türkçe roman yazılacaksa bu yazarları okumadan hiç bir şey yapamazsınız. Onların Türkçesine mutlaka geri dönülecek. Buna inanıyorum. O sentaksa geri dönülecek. Çünkü Türkçe çeviri kokuyor. Ama bu yazarlar Türkçeyi çok iyi kullanmış. Refik Halit Karay okunmadan hiç bir şey olmayacaktır. Ve belli bir ulusal bilinçle geri dönülecektir mutlaka.


    Söyleşi için çok teşekkür ederim hocam.

     Rica ederim… Ben de böyle bir söyleşiyi benimle gerçekleştirmeyi seçtiğiniz için size teşekkür ederim.

    Devamını Oku

    “Yazı Seni Çağırırsa Yazıyorsun” — Tuba Yavuz’la Edebiyatın Sessiz Direnişi Üzerine

    “Yazı Seni Çağırırsa Yazıyorsun” — Tuba Yavuz’la Edebiyatın Sessiz Direnişi Üzerine
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Tuba Yavuz, öyküleriyle ve kitap eleştiri yazılarıyla tanıdığımız bir yazarımız. Edebiyat üzerine faaliyetleriyle dikkatleri üzerinde toplayan Tuba Yavuz, kültürel katkılarıyla da Çağdaş Türk Edebiyatına hizmet eden isimlerden. Kitap tanıtım yazılarından söyleşilere, edebiyat atölyelerinden dergi yazılarına kadar geniş bir yelpazede etkinliğini devam ettiriyor. Öykülerinde hüzün gösterişli bir duygu değil insanın kendi iç benliğine bakan bir ayna, belki de kalbin hafiflediği anlardan biridir.  Öykülerindeki karakterler ise çoğu zaman hayatın içinden insanlar. Her biri de tanıdık, bize dönük.  Öyle ki karakterlerindeki masumiyet ile birlikte onlarla metnin satır aralarında gezinirken dünyayı saf gözlerle anlamaya çalışırsınız. Kimi öykülerdeki karakterlerse, ince bir cam gibi durur kalbinizde, kırılmaz fakat hep titrer içinizde.

    Bu söyleşide Tuba Yavuz ile hem öykülerinin duygusal coğrafyasında gezindik hem de yazmak üzerine konuştuk.

    Keyifli okumalar…

    Kadın yazar olmanın görünmez yükleri

    Edebiyatın hemen her alanında çoğunlukla erkekleri görmekteyiz üstelik bu durum çoğu ülkenin edebiyatında da aynı. Kadın yazarlar hem az hem de çoğu zaman daha az üretken. Ben bu durumu kadın öykü yazarlarının yazma sürecinde erkek meslektaşlarına oranla daha fazla sorumluluk taşımasına bağlıyorum. Yani kadın yazarlarımızda ev içi emek, gündelik yükler ve görünmez sorumluluklar çoğu zaman yazma eyleminin önüne geçebiliyor. Siz bu dengeyi nasıl kuruyorsunuz? Ya da biraz daha açacak soruyu yazarlığınız, bu çok yönlü sorumluluklarla çatışıyor mu yoksa bu sorumluluklardan besleniyor mu?

    Aslında bu tespitinize kısmen katılmıyorum, artık kadın yazarların en azından sayı bakımından erkek yazarlara eş olduğunu düşünüyorum; sadece dergilerde yahut başka platformlarda onlar kadar sık yer almıyorlar. Ne kadar hayır dense de hâlâ özellikle yayınevlerinin ve dergilerin mutfağında erkek yazarlar çoğunlukta. Aslında tam da sorduğunuz soru bağlamında şöyle söylemek daha yerinde olur. Yazan, düşünen, okuyan kadınlar var fakat işin diğer tarafı daha çok mesai istediği için kadınlar zorlanıyor olabilir diye düşünüyorum. Yazıp kenara çekiliyoruz galiba.

    Kadın olmanın getirdiği yükümlülüklerin arasından sıyrılıp yazmak, okumak elbette bir denge gerektiriyor. Okuyan, yazan, edebiyatla meşgul olan her kadın doğası gereği bu dengeyi kendiliğinden oluşturuyordur diye düşünüyorum. Aksi halde bir şeyden vazgeçmek gerekecektir. Dengeyi kurarken muhakkak yıprandığımız yerler oluyor. Ben en çok uykumdan fedakârlık yapıyorum mesela. Başka türlü toplumun omuzlarımıza yüklediği sorumlukların arasında yazmak için özel alan açmam mümkün olmuyor. Elbet burada cinsiyetçi bir tutumla da bakmamak gerek. Erkek yahut kadın fark etmiyor. Okumak ve yazmak mesai isteyen, zihinsel bir boşluk isteyen eylemler. Günlük hayatın keşmekeşinde bu boşluğu yakalamak kimse için olası görünmüyor. O nedenle bana kalırsa pek çok yazar bu dengeyi kurabilmek için özveride bulunuyordur.

    Ben hayatın içindeki her zorluğun yazarları beslediği kanaatindeyim. Hatta sadece zorluklar değil hayatın içinde ne varsa edebiyatı beslediğini düşünüyorum. Edebiyat hayatın zorluklarını, acılarını daha estetik bir şekle sokma çabasıdır neticede. Bu nedenle her ne kadar zorlansak da kadın yazar olmanın oluşturduğu güçlükler de kalemimizi besliyor, inkâr edemeyiz.


    Zercan’daki sessizlik: Susmak mı, kırmamak mı?

    Öykülerinizde hüzün ana duygulardan. Karakterleriniz çoğu zaman içlerine işleyen acıyı her ne kadar anlatmak istese de sanki onları tutan yahut anlatırken sesini kısan bir etken de var. Özellikle Zercan isimli öykünüzde bu durum kendini açıkça gösteriyor. Karakter, içini acıtan konuyu karşı tarafındaki insanları kırmamak adına yutkunuyor. Belki ismin ağırlığında belki kabullendiği isim ile kimliğinde yazan isim arasında bir gel git yaşıyor. Ve çoğunlukla da dışsal değil içsel bir çatışmayı yaşıyor. Bu içe dönük yapı, sizin insan tasavvurunuzla öykü karakterleriniz arasında nasıl bir paralellik taşıyor?

    Zercan’ı yirmili yaşlarda yazmıştım. O vakitler insanın toplum baskısını daha çok hissettiği belki de bu baskılara göre şekil almaya çalıştığı yıllar. Şimdi düşününce eli kalem tutan insanlardaki değişimin eserlerine yansıması da kaçınılmaz. Şuan kırklı yaşlarımdayım. Artık doğru bildiklerimi söylemek Zercan’daki kadar korkutmuyor beni. Yaş aldıkça daha cesur ve emin oluyoruz galiba. Zercan’daki o tutuk hâl de son yıllarda yazdığım öykülerde yok. Fakat insanın da temel özellikleri değişmiyor. Yine de benim kalemimden kırıp döken bir kahraman çıkması zorlar beni. Bunca kabalık ve kırgınlık arasında birine de ben vesile olmaktan imtina ederim.


    Tutuk hâl değil de daha çok kişinin kendinden ödün vermesi gibi. Hani bazen insan, kendine ağır gelen duyguları artık karşı tarafa aktarmak ister. Ama sırf karşısındaki ya da karşısındakiler üzülecek diye susmayı ya da yarım konuşmayı belki de geçiştirmeyi ister ya. Hatta bunu yaptıktan hemen sonra da kendine olan kızgınlığı artar. Kızamadığı için değil içinde bir kızgınlık barındırıp da buna rağmen sustuğu için. İki zıt duyguyu aynı anda ve birbirine karıştırmadan yaşar. Sanki Zercan’daki daha çok bu duyguların karışımıydı. Ya da öyle miydi diye sorsak.

    Bu güzel tespitiniz ve detayları yakalayan okuma şekliniz için teşekkür ederim. Evet, bu anlamda dediğiniz çok yerinde. Bazen sevdiklerimizi üzmemek için gerçek duygularımızı saklamayı yeğleriz. Zercan’da da diğer öykülerde de duygularını açıkça ifade edemeyen kişilerin susmak ve kırmak arasında susmayı tercih ettikleri doğrudur. Susmanın ağırlığı da bazen yorucudur. Bu yorgunluk esasen Zercan’daki.


    Yazı seni çağırıyor mu?

    Yazarken çoğu zaman yazdığımız karakterin kimliğine bürünüyoruz. Herhangi bir karakterin yaşadıklarını, ağrılarını, sancılarını ya da sevinçlerini kaleme alırken önce biz yoğruluyoruz o duygularla. Öyle ki sözler kalbe düşmeden kâğıda da bürünemiyor. Fakat kabul edelim ki bu çok sancılı bir süreç. Yaralayıcı. Buruk. Labirent. Tünel… Hiç yazdığınız bir karakterin dünyasından çıkmak istemediğiniz oldu mu?

    Evet. Üç yıldır elimde yazmaya devam ettiğim bir novellam var. Oradaki kahramanla fazla özdeşim kurduğumdan bitsin istemiyorum. Hiçbir bitişi ona yakıştıramıyorum. Belki de hiç bitmeden öyle kalacak. Oyalıyor belki de beni. Bilemiyorum


    Bu durumda karakter ile ilgili ortak bir varoluş alanı oluşturduğunuz söylenebilir mi? Yani bu özdeşimi yazarlığın doğasında var olan bir tamamlanmama duygusu olarak mı yorumlamalıyız yoksa karakterin sizdeki karşılığı tamamlanmadıkça metnin de kendi hüviyetine ulaşamayacağını mı düşünüyorsunuz?

    Ben yine bu sorunuza da her ikisi de olabilir diye cevap vereceğim. Çünkü yazdığımız karakterin söyleyecek sözü bitmemişse bu içimizde kalacaktır. Yazar bu içinde kalma duygusunu çok yaşar. Bana kalırsa sırf bunu yaşamamak için söylenecek her şeyi söylettiğinden, yaşanacak her şeyi yaşattığından emin olmak ister.

    İster öykü olsun ister roman, yazarın kurduğu dünyanın ipleri kendi elindedir. Fakat öyle bir hal alır ki artık o dünyada olacakları sadece o dünyadakiler bilir. İşte bu noktada yazarın sözü biter ve kalemi bırakır. Dediğiniz ortak varoluş alanı tam da burasıdır. O dünya artık hem sizin hem de onundur.


    Hocam, öykülerinden ve sanatçı kimliğinden etkilendiğim ender yazarlardansınız. Öykülerinizdeki karakterlerle birlikte yaşamak onların ağırlığında dolaşmak nabzımı hep artırdı. Karakterlerinizin naif ve kırılgan yapısı mahzun olmanın onurunu da artırdığı kanaatindeyim. Ve buradan hareketle çok merak ettiğim bir soru var sizce yazmak mahzunluğu dönüştürmenin bir yolu olabilir mi? Ya da tamamen sorudan bağımsız olarak yazmak size ne hissettiriyor?

    Bazen yazmaya romantik anlamlar yükleniyor bazen de yazmak sadece yazmaktır deniyor. Ben bu iki cevap arasında görüyorum yazmayı. Kimi zaman daha teknik hatta mekanik bakıyorum. Tamamlanacak bir metin, yetişecek bir yazı olarak görüyorum. Özellikle kurgu yoksa yazımda; bir değerlendirme, inceleme yahut bir dosya konusu için yazıyorsam yazmak sadece yazmak oluyor. Fakat iş kurgusal bir metin yazmak, öykü kahramanı, mekânı, o dünyayı inşa etmek olunca o vakit ben de yazmaya başka anlamlar yüklüyorum. Kahraman benden çıkıp ona dışarıdan baktığımda, onun konuşmasını işitir gibi olduğumda, onunla benzer hisleri duyduğumda bana iyi geliyor. Gerçekten o kişi benim ahbabımmış gibi hissettiriyor. Ve dünyasını benim inşa ettiğim bir ahbap da takdir edersiniz ki pek sevilir. Pek mutlu eder.Hasılı öykü yazmak üstümdeki hayat yükünü hafifletiyor. Nefes aldırıyor, en yalın manada mutlu ediyor. Bazen ürkütüyor ki bana kalırsa pek çok yazar yaşıyordur bu hissi. Bunu ben mi yazdım dediğiniz anlar oluyordur. Acaba ne düşündüm dediğimiz anlar. Kahramanın zihninde dolaşırken kendi zihnimizde dolaştığımızı da bildiğimiz anlar. Tam da bu anlar ürkütücü olabiliyor.


    Şiir cesaret ister mi?

    Şiir için genellikle cesareti fazla olanların işi deniyor. Yani bir şairin dizesini okurken, okur kesin olarak bilir ki bu şairin bizzat katıksız kendi duygusudur. Mesela Özel şiirinden bir dizeyi örnek verecek olursam “Vay ki gençtim, ölümle paslanmış buldum sesimi.” dizesinde okur kesin olarak bilir ki bu şairin yani Özel’in kendi katıksız sesi. Ancak öyküde durum böyle değil. Öykü yazarı kendini pekâlâ maskeleyebilir. Her şeyi öyküye gizleyebilir. Ve kendinden başka kimse bilmez hangi paragrafta hangi ağrı hangi kalp atışı barınıyor. sizin de şiir yazmaya cesaret edemeyen öykü yazarlarından olduğunuzu biliyoruz. Bu durumu öykünün özgür ve yazarını gizleyen yapısına bağlayabilir miyiz?

    Bunu birkaç şeye bağlayabilirim. Bana kalırsa şiir sadece cesaret işi değil; cesaret ve teknik. Şiiri duygudan çok teknik olarak görüyorum. Belki mesleğim gereği edebiyat eğitimi almanın böyle defoları vardır ama üslup ve teknik açıdan şiiri zor buluyorum. Zaten şiir mevzu olunca müşkülpesent bir okura dönüşüveririm. Az şairi çok okuyorum. Ki bunların başında İsmet Özel gelir. Bir okur olarak beni sarsan çok az şair varken kalemi eline almak hem dediğiniz gibi duyguları aşikâr etmek hem o çarpıcı üslubu yakalamak güç geliyor bana. Bu nedenle kendimde o cesareti hiç görmedim.

    Bana sorsanız en çok hangi anlatı biçimine kendimi yakın görüyorum diye roman derim. Öyküde sınırlar bazen beni zorluyor. Daha girift bir yapı kurmak ve bu yapıda imgeler arasında gizlenmek açısından roman daha elverişli. Öykü yazmanın da beni cezbeden şöyle bir yanı var, kısa olması. Sabırsız bir mizaca sahibim, bir öyküyü oluştururken çıtasını tek seferde kurmam gerekiyor. Bir romanda bunu yapmak imkânsız. Bu bakımdan öykünün başını ve sonunu elimde tutabilme hakimiyetini de seviyorum. Sorunuza dönecek olursam hislerimizi, fikirlerimizi yazar olarak öyküye de romana da koysak; masa altına da saklasak gören gözlerden kaçmayacağı kanaatindeyim. Elbette şiir kadar açık olmasa da iyi bir okurun yakalayacağını düşünüyorum, velev ki yakalanmasa da ben yazdım ya gerisi okura kalmış derim.


    Dilin yoğunluğu duyguyu taşır mı?

    Öykünün bu kısa hacmi çoğu zaman duyguların sade ve etkili bir tonda anlatılmasını da zorunlu kılıyor. Ama ne var ki bazı duygular da sade bir şekilde anlatılmıyor. Öyküdeki bu duygu yoğunluğu dilin de yoğunlaşmasını zorunlu kılar mı?

    Dil yoğunluğu ile duygu yoğunluğunun birbiriyle bağlantılı olduğunu düşünmüyorum. Bazen bir satırda dünyanın tüm yalnızlıklarını alır göğsünüze koyarsınız. Hem de bu bir satır dupduru bir satırdır. Bazen de sayfalarca yazılmış onca kelime oyununa yer verilmiş cümleleri okursunuz ama gönlünüze tek kelime çarpmamıştır. Bu nedenle öykünün kısa hacmi duyguları vermekte yetersiz kalıyor demek haksızlık olur. Fakat daha girift bir kurgu için roman ya da uzun öykü yeğlenebilir.


    Mekânın ruhu

    Hocam genellikle öyküde mekân karakterin iç yapısına uygun olarak iç dünyasının bir uzantısı olarak kullanılıyor. Oysa gerçek yaşamda herhangi bir insan mekânla hiç ilgisi olmadan hüzünlenebiliyor. Ya da var olan acısını bir anda bulunduğu yerde aktarabiliyor. Yani ağrısını hatırlamak için geceyi ya da ıssız bir parkta oturmayı beklemeden de hatırlayabiliyor. Sizce karakter ile mekân arasındaki denge nasıl olmalı?

    Mekânın edebi anlatılarda özellikle roman ve öyküde çok önemli bir unsur olduğunu düşünüyorum. Sizin sorduğunuz gibi gerçek hayatta farklı yaşanıyor olabilse de kurduğumuz öykü atmosferinde kişilerin hangi mekânda konumlandığı, mekânın tarihi, kahramanların mekânla olan bağı oldukça önemli. Öykü ve romanda yazarın anlattığı her şey bir mekânda geçiyor neticede. İç mekân yahut dış mekân fark etmez hatta fantastik, hayali, ütopik bir mekân da olsa neticede kahramanımıza ve olayların seyrine mekânın etkisi büyük. Peyami Safa Dokuzuncu Hariciye Koğuşu’nda hastaneden çıktığı vakit evine dönerken mahallesinden geçer ve o virane, gecekondu yapıların duruşunu kendi ruhuyla özdeşleştirir. Ben ortaokul çağında okumuştum o kitabı ve o eserden sonra evlere, çatılara, bir evin sofasına başka gözle bakmaya başladım. Evlerin de hüzünlendiğini, mahalledeki sokakların da ruhunun olduğunu, onların da zenginlik ve fakirlik yaşadığını fark etmiştim. Bana kalırsa usta bir kalemin mahirliği, mekâna kattığı ruhla kitabın en tesirli yanını olaydan ya da kişiden ziyade mekân haline getirebilir.


    Okurlarınızla kurduğunuz iletişimi nasıl tanımlarsınız? Herhangi bir okurunuzun, eserlerinizdeki kimliğinizi sezdiğine ya da keşfettiğine şahit oldunuz mu?

    Böyle dönüşler mutlaka oluyor fakat asıl sarsıcı olan gerçek hayatta tanıdıklarımızın bizi öykülerimizle yeniden tanıması. Ben en çok bunda zorlanıyorum. Çünkü gerçek hayatta kurduğumuz kimliğimiz, üzerimizdeki sıfatları arıyor bizi tanıyanlar yazılarımızda. Sonra şaşırıyor. Öğretmen, anne, eş, evlat, komşu, dost …  birçok kimlikle tanıdıkları kişiyi öykülerde farklı görünce daha büyük bir şaşkınlık oluşturuyor galiba. Çünkü okur sizi gerçek hayatta bilmiyor o yazdıklarınızı siz olarak görüyor.


    Yazının çağrısı ve anlam arayışı

    Yine merak ettiğim başka bir soru sormak istiyorum. Yazmaktan yorulduğunuz ya da kalbinizin artık yazma ağrısını taşımakta zorlandığı oldu mu hiç?

    Yazmaktan yorulduğum hiç olmuyor. Ya da yaşadığım his yorgunluk değil de anlamsızlık. Bazen kendi kendime “neden yazıyorum” diyorum ve buna kendimi ikna edecek sebep bulmakta zorlanıyorum. Yazı seni çağırıyor derler bilir misiniz? Ben ona çok inanıyorum. Beni çağırırsa yazıyorum. Yoksa bunu bir zorunluluk gibi düşünüp yazmadığımdan yorulmuyorum. Netice de yazmak iyi geliyor bunu bildiğimden yazmaya devam ediyorum diyebilirim.


    Edebiyat dergilerinde çeteleşme mi var?

    Hocam son olarak günümüz edebiyat dergileri üzerine konuşmak istiyorum. Sizce edebiyat dergilerimiz, genç yazarlarımıza yeterince alan açıyor mu?

    Edebiyat dergileri ile alakalı hep benzer sorunları her yerde söylüyorum burada da vesile olduğunuz için teşekkür ederim. Ben hala dergilerde çeteleşmelerin kırılmadığını düşünüyorum. Yalandan üç beş genç kaleme yer verip iç ferahlatmanın ötesine geçmediğini görüyorum. Eş, dost, arkadaş çevreleriyle dönüyor bizde edebiyat dergileri maalesef. Herkes bundan rahatsızlık duyuyor fakat herkes arkasına bir grubu almanın gücünü de istiyor. Ciddi manada aynı isimlerin ne yazarsa yazsın aynı dergilerde dolanmasının rahatsız edici olduğu fikrindeyim.


    Teşekkür ederim.

    Ben de çok teşekkür ederim.


    Tuba Yavuz’un öykülerinde hüzün, bir süs değil; insanın iç dünyasına bakan bir ayna.
    Kadın yazar olmanın ağırlığı, yazının çağrısı ve suskunluğun estetiği onun kaleminde birleşiyor.
    Belki de en sade haliyle şunu söylüyor bize:

    “Yazı seni çağırırsa yazıyorsun.”

    Devamını Oku

    Şair ve Editör Süreyya Şahin: “Edebiyat, Konforu Değil, Rahatsızlığı ve Riski Tercih Etmeli”

    Şair ve Editör Süreyya Şahin: “Edebiyat, Konforu Değil, Rahatsızlığı ve Riski Tercih Etmeli”
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Kelimelerin ağırlığını bilen ve sessizliğin içinde şiir kuran bir kalem Süreyya Şahin. Dizelerinde kırılganlık, öfke, hüzün estetik birer öğeye dönüşerek yazının insana temas eden yanını hiç kaybetmeden devam ettirir. Kelimelerin çok ötesinden ve aynı dizeden bakar okura. Şiiri fazlalıklardan arınmıştır fakat duygudan asla yoksun değildir. Bazen bir sorgu bazen varlık bazen de ölümdür. Kimi zaman bir duâ kadar içe dönüktür şiiri kimi zaman da bir isyan kadar dışa dönüktür.  Yazının biçiminden çok var oluşuyla ilgilenen Süreyya Şahin, şiirin yanı sıra editör olarak yön verdiği eserlerde de derin bir sezgiyle konuşarak paragrafların/dizelerin arasında dolanır. Editör kimliği ile kelimenin ağırlığını şair kimliği ile kelimelerin yankısını bilir. Çoğu zaman kelimelerin doğuşuna ve yeniden yazılışına tanıklık eder. Süreyya Şahin ile kalemi, yazıyı, yazıyı besleyen duyguları uzun uzadıya konuştuk.

    Biz konuşurken çok keyif aldık. Keyifli okumalar.


    İlk öncelikle bu kıymetli söyleşi için teşekkür ederim.

    Editör ve aynı zamanda bir şair olarak edebiyatımızda etkin bir rolünüz var.  Bir editör olarak son yıllardaki edebi gelişmeleri nasıl yorumluyorsunuz?

    Açıkçası edebiyatın son yıllardaki gelişimini, bir yükselişten çok bir dağılma biçimi olarak görüyorum. Bu dağılma kötü anlamda değil; aksine, merkezleşmenin yarattığı verimli bir karmaşa söz konusu. Artık “edebi otoriteler”in belirlediği yönler yok; herkes kendi ekseninde dönüyor. Bu da dilin ve biçimin sınırlarını sürekli zorluyor.

    Ama bir yandan da bu özgürlük hâli, içeriksiz çoğalmayı da beraberinde getiriyor. Şiir ya da öykü, bir tür sosyal medya refleksine dönüşüyor bazen; hızlı, duygusal, ama derinliksiz. Yazmak, giderek “görünmek”le karıştırılıyor. Oysa görünürlük, iyi yazının doğal sonucu olmalı; amacı değil.

    Edebiyatın klişe metinlerden kurtuluşu ancak radikal dil cesaretiyle mümkün. Kalıpları yıkabilen, duygusunu pazarlamadan dile getiren, biçimle içeriği organik bir bütünlükte tutabilen metinler az ama var ve ben -okur olarak- edebiyatın geleceğini o nadir metinlerde görüyorum.

    Şunu da söylemeden geçmek istemiyorum; son yıllarda edebiyatımız bir eşikte duruyor. Kimileri bu eşiği geçip yeni bir çağın diliyle konuşacak, kimileri de orada kalacak. Editör olarak değil belki ama okur olarak görevim, o eşiği geçenleri fark etmek; şair olarak görevim, o eşiği bizzat aşmak…

    Edebiyatın son yıllardaki yönünü bir ilerleme çizgisiyle değil, bir çözülme haritası olarak okumak gerekir. Çünkü artık hiçbir şey merkezden hareket etmiyor; dil bile kendi otoritesine inanmıyor. Bu yüzden bugün edebiyat dediğimiz şey, biraz da dilin kendi yorgunluğuyla hesaplaşma biçimi diyebiliriz. Herkesin yazdığı ama çok az kişinin gerçekten “düşündüğü” ve çok az kişinin gerçekten okuduğu tuhaf bir dönemden geçiyoruz. Bir ülke düşünün yazanı okuyandan daha fazla… Bu da demek oluyor ki, yazanlar da okumuyor.

    Özellikle yazar demiyorum çünkü herkes yazar olamaz.

    Yazmak, artık bir iç zorunluluk değil; çoğu zaman kimlik bildirimi, varlık iddiası gibi. Metin, anlamını kendi sessizliğinden/iç sesinden değil, aldığı “tepki”den türetiyor. Ben buna edebiyatın en görünmez krizlerinden biri diyorum; dilin derinliğini hızla, sessizliği görünürlükle karıştırmak. Özellikle sosyal medyada sıkça maruz kaldığımız bu durum edebiyatın geleceği için endişe verici.


    Kesinlikle size katılıyorum. Sosyal medya sadece edebiyatı değil şu an pek çok olguyu değiştirebilecek güce sahip. Hatta yakın zamanlarda bir TV kanalındaki dizinin senaryosunu dahi sosyal medyadaki tepki nedeniyle değiştirildiği konuşuluyor. TV dizileri izlemediğim için içeriğe çok hâkim değilim fakat bu durum şüphesiz yazarların da kalemini etkiliyordur. Yazarın yazmak istediği sıradan bir insanın omuz yükü iken bir anda gündemdeki en çok rağbet gören insan tipine göre şekil alabilir. Ve her şeyin yüzeysel olduğu bir çağda yaşadığımız da doğru. Kitaplardan sinemaya, müzikten heykele kadar sanatın her dalında durum bu. Herkes yazar olamaz derken hem yerinde hem de çok iddialı bir cümle bu. Size göre kimler yazar olabilir? Ya da yazar olmayı belirleyen şartlar var mıdır? Ya da yazarlık iddiasında bulunan insanlarda gördüğünüz eksiklik nedir?

    Yazarlığın belirli bir kriteri var mı, bilmiyorum; buna cevap verecek yetkinlikte değilim. Ama bir okur olarak kendi tanımımı söyleyebilirim. Yazar, kendine ve dünyaya ihanet etmeyen, kendi sesini cesurca ortaya koyandır. Yazarlık, bir formu öğrenmek ya da belli kalıplara uymak da değildir; kendi içsel kaosunu, hatalarını ve arayışını dile dökme becerisidir.

    Şu an yazarlık iddiasında bulunanlarda gördüğüm eksiklik, tam da bu cesaretin yokluğu. Çoğu zaman yazı, güvenli bölgelere, kabul gören normlara ve hazır reçetelere sığınıyor. Kendilerini değil, başkalarının gölgesini yazıyorlar. Okur olarak bunu görmek kolay; ama yazar olarak yaşamak, bu gölgelerden çıkıp kendi ritmini kurmak çok daha zor. Yazarlık, riskin ve isyanın adıdır; geri kalanı sadece sahte bir emniyettir.


    Sahte emniyet de her zaman sarsılır diyerek sözü edebiyat dergilerine getirmek istiyorum. Hocam siz de mutlaka fark etmişsinizdir edebiyat dergilerinde genellikle sayılar değişse de aynı isimler bulunmakta. Her ne kadar edebi dergiler genç yazarlarımıza alan açtığını söylese de maalesef çoğu zaman farklı isimlere pek rastlamıyoruz.  Özellikle son yıllarda genç kalemler üzerine farklı projeler geliştirilip uygulansa da pek bir şey değişmedi gibi. Sizce artık gençlerimizin edebiyata olan ilgisi mi azaldı?

    Bu soru için öncelikle teşekkür etmek istiyorum. Gençlerin sürekli olarak her konuda canına okunduğu son yıllarda, edebiyat alanında da maalesef parmak sallanıyor.

    Şunu net olarak söyleyebilirim ki, gençlerin edebiyata ilgisi azalmadı; yalnızca ilgilerini yönlendirecek anlamlı zeminler daraldı. Bugün genç bir yazar için mesele sadece yazmak değil, sesini duyurabilecek sahici bir alan bulmak. Dergiler bu alanı temsil ettiklerini söylese de çoğu kendi çevresel döngüsünde sıkışmış durumda. Bu yüzden yeni bir ses, o döngünün içinde karşılık bulmadan kaybolup gidiyor.

    Sorun sadece ilgide de değil; sistemde. Çünkü edebiyatın beslendiği damar, keşifle ve riskle ilgilidir. Oysa bugünün edebi ortamı, güvenli alanlar kurmayı tercih ediyor. Tanıdık isimlerin aynı dergilerde sürekli yer alması tesadüf değil; konforun görünmez ağı. Oysa edebiyat, konforu değil, rahatsızlığı ve riski tercih etmeli. Ve ben -genç şair ve yazarları takip eden bir okur olarak- bunu en iyi gençlerin yapabileceğini düşünüyorum.  

    Ayrıca gençler bahsini ettiğiniz duruma karşı ciddi bir rahatsızlık hissediyorlar. Bu rahatsızlığı, dilsel ve düşünsel arayışı hâlâ görmek mümkün. Fakat onların enerjisini tutabilecek, biçimlendirebilecek dürüst mecralar azaldı. Çünkü gerçek edebiyat, bir vitrin ya da mentorluk işi değil…

    Edebiyat gençlere değil, gençliğe; yani sorgulayıcı, yıkıcı, cesur bir enerjiye yaklaşmayı unuttu. Gençler yazıyor, düşünüyor, üretiyor; sadece bizim bildiğimiz kapılardan girmiyorlar. Biz ise biçimi kutsallaştırıp ruhu unuttuk, şiiri “dergiye uygunluk”la ölçer olduk. Böylece edebiyatı bir tür bürokrasiye dönüştürdük.

    Bugün sorun gençlerde değil bizde. Biz, bir kuşağın dilini tanımayı değil, onu terbiye etmeyi seçtik. Oysa edebiyat, hamlıktan doğar; olgunluk çoğu zaman ölümdür. Gençlerin hatalarında, öfkelerinde, dağınıklıklarında bir doğum sancısı var. O sancıyı bastırmaya çalışan her kurum, kendi mezarını kazıyor. Ve bunun için gençleri suçlamayı haksızlık olarak görüyorum.


    Belki de dediğiniz gibi bugüne kadar yapılan sadece değiştirme, terbiye etme çabasıydı. Anlamaya ya da o kapıları aralamaya yeltenilmedi.  Edebiyatı belirli kalıplar altında sunup: burada özgürce, dilediğiniz bir dünyayı oluşturun ve o dünyaları kaleme geçirin, dendi fakat bunun da belirli kalıplar eşliğinde yapılması istendi. Peki sizce kalıplar olmadan nasıl bir anlatım türü ortaya çıkar?

    Edebiyat, doğası gereği bir düzen arayışıdır ama bu düzenin kim tarafından kurulduğu belirleyici oluyor maalesef. Bugün çoğu zaman o düzeni kuran, yazının kendi iç ritmi değil; otoriteler, geleneksel zevk kalıpları ve editoryal beklentiler oluyor. Bu da anlatının doğallığını bozuyor, hatta nefesini kesiyor.

    Kalıplar ortadan kalktığında ortaya çıkacak şey bence “ham bir dil” olur. Henüz törpülenmemiş, parlatılmamış, ama bütün çıplaklığıyla yaşayan bir dil. Bu tür bir anlatımda anlam, biçimden değil sezgiden doğar. Cümleler bazen eksik, bazen fazla olur ama o eksiklik, yazının ruhunu taşır. Çünkü kalıpsız anlatım, yazarı gramerin, estetiğin ya da kabul gören anlatım biçimlerinin gölgesinden çıkarır; onu kendi iç sesinin merkezine yerleştirir.

    Kalıpsızlık başıboşluk demek değildir, böyle anlaşılsın istemem. Söylemek istediğim kalıpsız bir metin de kendi iç yasasını, kendi nabzını taşır. Bu yasayı kuran şey ise yazanın iç dürtüsüdür/sesidir; korkmadan, utanmadan, boyun eğmeden yazabilme cesaretidir yani.

    Böyle bir anlatım türü, yalnızca edebi bir devrim değil; aynı zamanda varoluşsal bir eylemdir. Çünkü o an, yazar dilin efendisi değil; onunla birlikte devinen, dönüşen biridir artık.

    Kısacası, kalıplar olmadan yazılan metinler, biçimle değil, ruhun ve dilin çıplaklığıyla konuşur. Ve bence -çok taraftarı olmasa da- edebiyatın geleceği, tam da o çıplaklıkta saklı.


    Hocam, yazmak her yazarda farklı bir anlam taşıyor. Çoğu yazar için yazmak, anlamın sığ sularında sancılı bir gezinme olsa da hiçbir yazar bu sancıyı yaşamaktan şikayetçi değil. Hatta yazdığında değil yazmadığında daha çok sancı çektiğini söyleyenler de var. Sizin için yazmak nasıl bir süreç?

    Yazmak benim için bir şeyleri anlatmak değil; bir şeylerin neden anlatılamadığını anlamaya çalışmak diyebilirim. Bir eylem de değil, bir varoluş biçimi. Ben konuşarak değil, yazarak içime dönüyorum. O içe dönüşte, bilincin karanlık bölgelerinde dolaşıyorum. Yazı, o karanlıkta tutulan bir ışık değil; karanlığın kendisini anlamlandırma çabası aslında.

    Yazarken bir anlam üretmiyorum; hatta anlam üretmeye çalışmak anlamsız geliyor. Ben anlamın nasıl dağıldığını, nasıl eridiğini izliyorum. Her kelime aslında bir eksiklik itirafıdır. Dil, ne kadar ustalaşırsa ustalaşsın, o eksikliği örtemez. Bu yüzden yazmak, benim için bir tür bilinç kazası; insanın kendine çarpıp durduğu, her defasında biraz daha kırıldığı bir alan.

    -Uzattım mı bilmiyorum ama birkaç şey daha söylemek istiyorum-

    Yazı, varlığın ağırlığını hafifletmiyor, aksine o ağırlığı görünür kılıyor. Yazmak, dünyayı anlatmanın değil, dünyaya katlanmanın bir biçimi diyebilirim. Bir tür iç sürgün ama aynı zamanda o sürgünün içinde bulunmuş bir özgürlük. En azından benim için böyle.

    -Ama öyle her gün yazıyorum diye düşünülmesin. Her gün okuyorum, film izliyorum, geziyorum ama her gün yazmıyorum-

    Ve şunu da son olarak eklemek istiyorum; ben yazarken sessizliği de düzenlemeye çalışıyorum; yazı, aslında sessizliğin biçim değiştirmiş hâli. Her cümle biraz da suskunluğun kılığına girmiş çığlık aslında ve belki de bu yüzden yazmak, insanın kendini susturmanın en zarif yolu.


    Hayır, hatta rahatlıkla uzatabilirsiniz. Bazen de yazmak can yakıcı olmuyor mu? Evet, belirttiğiniz gibi insan sürekli kendine çarpıyor bazen de dağılıyor ama kimi zaman da öyle bir çarpışmaya denk geliyor ki kendinden uzaklaşıyor. Bu durumda yazmak kişinin kendi canını yakmasından başka nedir ki?

    Evet, yazmak insanın kendi canını yakmasıdır, diyebilirim. Çünkü yazmak, insanın kendine dokunduğu en derin, en mahrem noktadır; kimsenin ulaşamadığı, hatta çoğu zaman kendinin bile görmekten kaçındığı o yer. İşte yazmak, oraya dokunma cesaretidir.

    Şiir için konuşacak olursam; bazen kelimeler gelir ve yaranın yerini bulur, bazen de yara gelir kelimeyi bulur. Aslında ikisi de aynı şeydir; insanın kendini yeniden doğurma sancısı. Her dize, içimde bir şeyi yakar, bir şeyi de serbest bırakır. Şiir benim için eylem değil tanıklıktır; kendime, acıma, varlığıma.

    Yazarken kendimi keşfediyorum. Bunu derken kastettiğim, yüzeye çıkan bir benlik değil; daha çok, derinde sessizce var olan o eski, unutulmuş halim. Her şiir, zihnimde, ruhumda, kalbimde yeni bir odanın kapısını aralıyor. Bazen orada bir çocuk sessizce oturuyor, bazen bir yabancı beni izliyor. Yazmak, kendini hatırlama, kendini kendine hatırlatma biçimi, diyebilirim.


    Şiirlerinizden de konuşmak istiyorum müsaadeniz olursa. Şiirlerinizdeki dizelerde geçmiş tekrar yazılıyor gibi. Geçmişi yazmak onu iyileştirir mi derinleştirir mi? Özellikle de şiirlerinizde çocuk imgesi masumiyetle birlikte keşke’lerle örülü bir örüntü. Nitekim “Çocukluğumuzu tersten oynadık.”, “Biz göğün kuduz çocuklarıyız.” dizeleriniz de bunu göstermekte. Bu imgelerde çocukluğu bir başlangıç olarak okuyabilir miyiz?

    Geçmişi yazmak, onu iyileştirmek için değil; onun içinden geçebilmek için. Çünkü geçmiş iyileşmez, sadece -o da belki- biçim değiştirir. Yazı da o biçim değişikliğinin en derin hali. Ben geçmişi bir yara gibi taşımıyorum; daha çok benimle yaşayan bir organ gibi -ondan kurtulamam, ama onunla yaşamayı öğrenebilirim. Şiir, bu öğrenmenin dili benim için.

    Çocukluğa gelecek olursak, çocukluk benim için bir başlangıç değil; bir süreklilik hâli. İnsan çocukluğundan çıkmaz, sadece onun gölgesinde büyümeye devam eder. Ben o gölgenin içinde kalmayı, onu yeniden kurmayı seçtim. Şiirlerimde sıklıkla çocukluktan bahsediyor olmam bundan olabilir. Çocukluk, her şeyin henüz adlandırılmadığı o ilk bilinç anıdır. orada dil yoktur, ama anlamın en saf hâli vardır. Benim şiirlerim de tam oradan, o dilsiz anlamdan besleniyor diyebilirim.

    “Biz göğün kuduz çocuklarıyız” dediğimde, aslında o masumiyetin içinde taşıdığı deliliğe, o arı bilincin içindeki taşkınlığa işaret ediyorum. Çünkü çocuk, dünyayı olduğu gibi değil, olabileceği gibi görür. Şiir de benim için böyle bir bakış aslında; dünyanın aklıyla değil, kendi içinin çocuk aklıyla gören bir bakış.

    Geçmişi yazmak onu ne iyileştirir ne derinleştirir,  sadece onu yeniden kurar. O yeniden kurmaya, bir tür varoluş pratiği diyebilirim. Her şair, kendi çocukluğunu, kendi geçmişini, kendi yarasını yeniden icat ederek yazar. Ben geçmişi hatırlamıyorum; onunla konuşuyorum. O da bazen cevap veriyor, bazen susuyor. Şiirlerim de işte o sessizlikte başlıyor zaten…


    Şiirlerinizdeki ritim çoğu zaman kalp atışıyla ölüm arasında gidip geliyor. Bu ritim, sezgiyle mi bilinçle mi kurulmuş bir ilişkinin sonucu?

    Kalp atışıyla ölüm arasındaki o salınım, aslında yaşamın ta kendisidir. Şiir, tam da bu aralıkta, o ince seste yaşar. Ben sadece o sesi duymaya çalışıyorum.

    Ritim sezgiden doğar ama bilinçle biçimlenir. Sezgi o ilk çarpma anıdır -yani kalbin ansızın hızlanması- Bilinç ise o hızın içinde bir anlam bulmaya çalışır. Şiir, bu iki uç arasındaki tansiyondur diyebilirim.

    Bir yanda taşkınlık, diğer yanda disiplin. Bir yanda içgüdü, diğer yanda yapı. Şiir, bu gerilimin tam ortasında nefes almaya çalışır.

    Ben yazarken ritmi kurmuyorum aslında; kelimeler kendi kalp atışlarını bulduklarında şiir tamamlanıyor. O yüzden ritim, bir teknik değil de sezgisel yankı diyebilirim. Bazen ölümün soğuk sessizliğiyle, bazen yaşamın telaşlı soluğuyla çarpışıp duran…

    Şiirde ritim dediğimiz zamanla yapılan bir pazarlık gibi bence. Çünkü her dize, ölüme biraz daha yaklaşır ama aynı anda hayatta kalır. Ben o sınırda yazıyorum -kalbin atmayı unuttuğu, ama kelimelerin hâlâ nefes aldığı o yerde-


    Kelimeler çoğu zaman yazıya geçirilip bir suret kazanmadan önce yazarının zihninde surete bürünür. Sizin de şiirlerinizdeki dize aralarındaki tireler, boşluklar ve sessizlikler şiirinizin asıl sesi, asıl sureti belki de. Sizce şiiri taşıyan kelimeler mi yoksa bu suretin; tireler, boşluklar ve sessizlikler arasına sıkıştırdığınız duygular mı?

    Kelimeler şiirin yalnız görünen yüzüdür; asıl şiir, onların arasından sızan sessizlikte nefes alır. Yazarken kelimeleri değil, kelimelerin bıraktığı boşluğu arıyorum. Anlam, söylenenle değil söylenmeyenin geriliminde belirir. Tireler, boşluklar, sessizlikler… Bunlar sadece biçimsel duraklar değil; şiirin iç sesiyle dış sesi arasında kurduğum gerilim hattı aslında. Ve bazen küçücük bir boşluk, binlerce kelimenin taşıyamayacağı ağırlığı taşır.

    Benim için şiir; kelimelerin susarak çoğalmasıdır. Sustuğu yerde büyür, anlamı kendi yankısında çoğaltır. Bu yüzden yazarken neyi söylediğimden çok, nerede sustuğumla ilgileniyorum. Çünkü şiir dediğimiz şey, tam da orada -sessizliğin kalbinde- kendi suretine kavuşur.


    Fakat bu da aslında yönlendirilmiş bir suskunluk değil mi? Sonuçta eseri oluşturan kişi olarak, okura burada sadece düşünmelisin algısı oluşturup bir yerde bu sessizlik senin kendini bulabileceğin bir alan, bir devinim, demek değil midir?

    Elbette bazı okur bunu yönlendirilmiş bir suskunluk olarak görebilir; ama benim için sessizlik, okura talimat vermek değil, dizelerin kendi ritmini ve gerilimini yaratmasına fırsat tanımak aslında. Kelimeleri susturduğumda, aslında onlara bir alan açmıyorum; şiirin kendi nefesini bulmasına, kalbinin atmasına izin veriyorum. O boşlukta hem ben hem şiir devinim içinde; okur belki kendi düşüncesini inşa eder, belki etmez, ama suskunluk bir zorunluluk değil, bir özgürlük alanı. Sessizlik, dizelerin ağırlığını, nefesini, gerilimini taşıdığı bir mekân; şiir orada doğar, büyür ve kendi suretine kavuşur.

    Okur ise, pasif değil, sessizliğin ve kelimelerin arasında aktif bir katılımcıdır; şiir ve okur birbirini yaratır, birbirini sınar, birbirini serbest bırakır. Şair, şiiri yazar okur da kendi zihninde yarattığı şiiri bulur.

    Şiirin görünür olmaya ihtiyacı yoktur asıl bizim şiiri görmeye ihtiyacımız var.


    Hocam son olarak editörlük üzerine konuşmak istiyorum. Uzun süredir editörsünüz. Editörlük kendi şiirinizde de yankı buldu mu? Şiirlerinizin iç sesini dönüştürdüğü oldu mu hiç?

    Editörlük uzun süredir hayatımda, ama şiirlerime dokunmadı; başkalarının metinlerini biçimlendirmek, onları anlamaya çalışmak kendi dizelerime sızmadı. Şiirlerim hâlâ kendi yolunu kendisi seçiyor, kendi kaotik ritmini takip ediyor. Editörlük başkalarının sesini daha iyi duyma yetisi kazandırdı, ama kendi sesimi hiçbir zaman şekillendirmedi; dizelerim hâlâ dış etkisiz, hâlâ özgür, hâlâ kendi başına buyruk. Ve benim şiir anlayışım da bu zaten; müdahale edilmeyen, kendi yasalarını kendi belirleyen iç sesle yazılan. İşte bu yüzden şiir/im/de hiçbir otoriteyi kabul etmiyorum.


    O hâlde şiirinize sizden başka hiçbir sesin dokunamadığını söyleyebilir miyiz?

    Ustam dediğim şairler var elbette; fikirlerinden ve deneyimlerinden beslendim ama hiçbirinin şiir tarzını üzerime giyinmedim, çünkü şiir bir başkasının gölgesinde büyüyemez. Onlardan aldığım şey biçim değil, düşünme cesaretiydi -balık tutmayı öğrettiler bana, üstelik kıyıda değil, en derinine dalarak, denizin- Şiirimin sesi içerden çoğalmış bir ses; her türlü şiiri okudum, kendi tarzımı bulmak kolay olmadı ve hâlâ da bulmaya çabalıyorum.

    Ve şiir yazabileceğime kendim dahi inanmazken bana inanan şair arkadaşlarım oldu; onların emeği çok, ama bana öğrettikleri bir şey varsa, o da kolaycılığa kapılmadan derine dalmanın gücüydü. Ve çok çalışarak.


    Farkındayım uzadıkça uzuyor ama bu gerçekten son soru. Şiirinizi besleyen damar daha çok hangi duyguların sokaklarında dolanır?

    Konu şiir ve edebiyat olunca kısa tutamayız; lütfen rahat olun. Uzadıkça kısalan bir şey var mı, bilmiyorum. Konu şiir olunca saatlerce konuşabilirim.

    Şiirimi besleyen damar, çoğunlukla aşkın, yokluğun, özlemin, öfkenin ve kaybolmuşluk duygularının sokaklarında dolanır. Ama sadece karanlık değil; o sokaklarda zaman zaman şaşkın bir merak, kırılgan bir heyecan da vardır. Şiir, benim için bu sokaklarda yürümek, neyin yasak, neyin mümkün olduğunu hissetmek gibi; her adımda hem kendimi buluyorum hem de kaybediyorum.

    Ve son olarak; şiir benim ikinci kalbim; biyolojik kalbim onunla atıyor, onunla hissediyor, onunla var oluyor. Şiir olmasa yaşamım yalnızca bir ritimden ibaret olurdu…


    Öfke çoğu zaman hem yazma isteğinin hem yazının nabzını tutan çoğu zamanda yazarı yazmaya iten ana duygulardan. Belki de bilemiyorum çoğu yazar öfkesini yitirince yazmayı bırakıyor.  Sizde durum nasıl?

    Harika bir soru. Öfke, benim için yazının yalnızca başlangıcı değil; damarlarında dolaşan kan gibi, dizeleri diri tutan, ritmi belirleyen enerji, diyebilirim. Sadece bir his değil, yazıya direniş kazandıran bir güç aynı zamanda. Öfke yitirilmiş olsa bile, bende çoğu zaman sessiz bir yankı, içeriden taşan bir gerilim olarak kalıyor ve tam da o gerilim, yazmayı sürdüren, beni yazıya iten esas dürtüye dönüşüyor. Yazmak, öfke kaybolduğunda bitmez; ama o öfke olmadan yazının nabzı at/a/maz.


    Hocam bir de hiç yazmaya küstüğünüz oldu mu? Meselâ ben, beni çok yoran ve yüzleşmek istemediğim belki de kaçmayı seçtiğim bir öykümü tamamlayıp bitirdikten sonra kısa süreliğine de olsa yazmaya küsmüştüm. Tavşan ile dağ misali. Fakat dinip de kalemi tekrar elime aldığımda yüzleşebildiğim o duygunun şekil değiştirmiş hali ile karşılaştım ve evet gerçekten dinmiş ve gerçekten daha özgür bir şekilde dolanabildim o öyküde.

    Yazıya/şiire değil, ama kendime küstüğüm bir sekiz sene oldu. O süre boyunca elime -şiir yazmak için- kalem almadım; tek bir satır dahi yazmadım, ama okudum, düşündüm, sorguladım; kelimeler içimde/zihnimde birikti, birikirken sessizlikle bütünleşti. O yıllar, bir yandan yokluğumla yüzleşmek, diğer yandan kendi içimdeki şairi bekletmekti. Sonunda fark ettim ki yazmak; kendinle barışmak, varlığını kabul etmek demek. İçimdeki şairle barıştığımda, o sekiz yıl boyunca biriktirdiğim sessizlik, deneyim ve öfke, artık özgürce kelimelere dönüştü; yazı/şiir, o zaman gerçek anlamda nefes almaya başladı, diyebilirim.


    Bu keyifli söyleşi için çok teşekkür ederim.

    Ben de size teşekkür ederim. Özellikle şiirin görünür kılınmasına sunduğunuz katkı, benim için çok kıymetli.

    Devamını Oku

    Hikmet Kızıl:”Yazmak bende bir açığı kapatmıyor; tam tersine, zaten o açığın kendisinden doğuyor”

    Hikmet Kızıl:”Yazmak bende bir açığı kapatmıyor; tam tersine, zaten o açığın kendisinden doğuyor”
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Bazı yazarlar sadece edebiyatın sınırında kalmaz. İnsanın varoluşuna, sessizliğine ve direnişine doğru açılır. Hikmet Kızıl da tam olarak böyle bir derinlikte yankı bulan edebiyatımızın en güçlü seslerinden biri. Hikmet Kızıl için yazmak salt bir huzur arayışından ibaret değil bir bakıma hakikatin sert yüzüne yaklaşma çabası. Kalemi, sığınılacak yerden çok hakikatin etrafında dönen bir bilinç taşıyor. Öyle ki yazdıklarında her cümle, insanın sustuklarının ağırlığını hatırlatır, insanın ağrılarını değil o ağrıların çeperlerinde dolanır ve kelimeler Hikmet Kızıl’ın kaleminde susma ile konuşma arasında ince bir yerde durur. Söz, bir teselliden çok gerçeğin dikenli yollarını arar. Ve elbette, denemden mizaha kadar yazdkları düşünsel bir sorgulama alanıdır. Ve kelimeler sessizliğin damarlarında dolaşan bir kan gibi okurun yüreğine akar.

     Hikmet Kızıl ile gerçekleştirdiğimiz bu söyleşimiz de kelimeler ile suskunluğun yazı ile hesaplaştığı bir kapıya aralanıyor.

    Keyifli okumalar.


    İlk öncelikle bu kıymetli röportaj için teşekkür ederim.

    Yanlış hatırlamıyorsam yüksek lisansınızı Yeni Türk Edebiyatı alanında yapmıştınız ve Çağdaş Türk Edebiyatına hâkimsiniz. Şiir ve deneme türünde eserler veren bir yazarımız olarak Çağdaş Türk şiirinin şu an estetik bir bunalım yaşadığını düşünüyor musunuz?  Ve şu anki okur kitlesini ve çağımız insanını düşündüğümüzde aynı dili konuşmadığımız ortada. Hatta, çoğu yazarımızın var olan dili, günümüz insanının diline indirgediğini de görmekteyiz. Siz eserlerinizle, söyleşilerinizle günümüz insanının diline belki daha da ötesinde ruhuna dokunuyor gibisiniz. Üstelik bunu dilde bir indirgemeye gitmeden yapıyorsunuz. Vermek istediğiniz asıl mesajı bazen mizah ile bazen şiirlerinizle okurlarınıza ulaştırdığınız kanaatindeyim. Bir yerde ortak bir paydada her kesimden okuru yakaladığınızı düşünüyorum. Bu bilinçli bir yöntem mi yoksa kendiliğinden gelişigüzel gelişen bir durum mu?

    Şiir, bu çağda artık bir tür “dil sürgünü” yaşıyor. Estetik bir bunalım değil de, daha çok ruhsal bir yoksunluk içindeyiz. İnsan dili değil, dilden kaçışı seviyor artık. Cümle kurmayı değil, kısa tepkiler vermeyi tercih ediyor. Hâlbuki şiir, insanın kendine verdiği en uzun cevaptır. Bugünün şiiri kısaldı çünkü insanın sabrı azaldı. Şiirin anlamını değil, etkisini ölçer olduk. Oysa estetik, bir sonuç değil bir çiledir; sabırla demlenen bir farkındalıktır. Bu çağ çileye değil, çabuk tüketime inanıyor.

    Benim için yazmak bir “tebliğ” değil, bir “itiraz” biçimidir. Mizah da, şiir de, deneme de aynı damar üzerindedir. Dilde indirgeme yapmadan bugüne ulaşmaya çalışıyorum çünkü insanın ruhunu yakalamak, kelimenin özüne sadık kalmakla mümkündür. Dil basitleştiğinde insan da basitleşiyor. Bu yüzden ben, “kolay okunan” olmayı değil, “okununca bir şeyleri yerinden oynatan” olmayı tercih ederim.

    Her kesimden okura ulaşmak bilinçli bir yöntem değil; çünkü ben hiçbir zaman “herkes için” yazmadım. Hakikate kulak vermeye niyetli olan herkesle aynı dili konuşurum. Dilim bazen gülümser, bazen öfkeyle parlar; ama özü değişmez: kelimenin namusuna sadık kalırım. Yazdıklarımın mizahı da, şiiri de, o sadakatin yankısıdır.

    İnsan, ruhuna dokunulunca susar, ben o suskunluğu arıyorum.


    Yani ruhunuzu sakinleştirmek için şiir yazdığınızı söyleyebilir miyiz?

    Şiir için durum farklı biraz. Şiir, beni sakinleştiren bir liman değil; tam tersine, içimdeki fırtınayı büyüten bir denizdir şiir. Yazarken huzura değil, gerçeğe yaklaşırım. Çünkü hakikat hiçbir zaman huzurlu değildir aslında.
    Şiir, insanın kendini avutmak için sığındığı bir alan değil, kendine hesap sorduğu yerdir.
    Beni rahatlatmaz, beni rahatsız eder. Ruhumun sükûnetini değil, direnişini besler.
    Bazen bir dize, bütün sessizliğimi bozar; bazen bir kelime, bana kim olduğumu hatırlatır.
    Ben şiiri bir terapi değil, bir tebliğ gibi yaşarım, kendime, insana, çağın kirine karşı bir uyarı olarak.
    Şiir, içimdeki gürültünün sessizliğe dönüşme biçimidir; o yüzden ne zaman yazsam, aslında daha çok susarım.


    Peki hocam dijital çağda hemen her şey değişti gibi. Maalesef geleneğin sarsılmaz olarak nitelendirilen duvarları bile bu çağdan nasibini kısmen aldı. Sizce dijital çağ, edebiyatın da işlevini değiştirdi mi? Edebiyat hâlâ aynı mı ya da aynı mı kalmalı yoksa değişen dünyada kendine daha da alan açarak insanı duygularıyla yüzleştirmeye devam etmeli mi? Ya da edebiyat gerçekten bu dijital çağda hâlâ insana duygularını tanıtabiliyor mu?

    Dijital çağ, insanın parmak ucuna bir evren sundu ama ruhunun kapısını kapattı. Her şey hızla erişilebilir hâle geldi; ama hiçbir şey derinlemesine yaşanmaz oldu. Bu yüzden dijital çağ, edebiyatın işlevini değil, okurun derinlik kapasitesini değiştirdi. Artık insanlar bir metni bitirmiyor, kaydırıyor. Kaydırmak, okumaktan daha güncel bir eylem. Edebiyat ise kaydırılmaya değil, durulmaya davet eder.

    Edebiyatın değişmesi gerektiğini söyleyenler, onun özünü yanlış anlıyor. Edebiyatın görevi çağın hızına yetişmek değil, o hızı sorgulamaktır. Eğer edebiyat da dijitalleşirse, insanın en son sığınağını da kaybederiz. Çünkü edebiyat, makinenin hesaplayamadığı şeyi söyler: acıyı, merhameti, utancı, inancı. Bu çağda bunların hepsi “duygusal zafiyet” sayılıyor. Oysa ben inanıyorum ki insanı hâlâ insan yapan tek alan, kelimenin içinde sızlayan o duygudur.

    Edebiyat, insanın kendine tuttuğu aynadır. Fakat artık kimse yüzüne bakmak istemiyor. Filtreli fotoğraflar çağında, çıplak duygulara tahammül azaldı. Benim için edebiyat hâlâ bir tanıklık biçimidir. Yazmak, çağın dayattığı hızdan kaçmanın değil, o hızı ifşa etmenin yoludur.

    Edebiyat değişmemeli; çünkü zaten her şey yeterince değişti. Biri sabit kalmalı.


    O halde bu durumda edebiyatın takipçisi artık toplum değil yine edebiyatçılardır diyebilir miyiz? Bir de çağımız insanına ulaşmayı başaramazsak onların duygularını nasıl anlatabiliriz? Burada yazarlarımız nasıl bir yol izlemeli?

    Toplum, artık edebiyatı takip etmiyor; çünkü kendi iç sesini duymaktan korkuyor.
    Edebiyatın okuyucusu azaldı ama tanığı çoğaldı. Bugün herkes bir şey söylüyor ama kimse bir şey duymuyor. İşte edebiyat, bu sağır kalabalığın ortasında hâlâ bir fısıltı arayışıdır. Ben edebiyatın, toplumun nabzını tutmak gibi bir görevi olduğuna inanmıyorum. Edebiyat, kalabalığın ritmine değil, insanın kalbine kulak verir. Çünkü kalabalık değişkendir; insanın özü değil.
    Eğer çağın insanına ulaşamıyorsak, bu onların dilsizliğindendir. Biz yine de yazmak zorundayız. Çünkü yazmak, ulaşmak için değil, hatırlatmak içindir. Yazar, çağın onayını beklememeli; çağla arasına mesafe koyabilmeli.
    Edebiyat, rehberliğini popülerlikten değil, yalnızlıktan alır.
    Ben inanıyorum ki hakikati dile getiren her metin, geç de olsa yolunu bulur.
    Bir gün bir insan, bir cümlenin içine rastlar ve kendi kalbini orada tanır. İşte o an, bütün çağlar birbirine dokunur.


    Katıldığım bir söyleşinizde “İzahını yapamadığımız her şeyin mizahını yapıyoruz.”    demiştiniz. Bugün sosyal medyaya da baktığımızda hemen her şeyin alaya alınması, ciddiyetin yerini ironinin alması bir yerde sözünüzü doğrular gibi. Bu çağ, artık duygularını ancak mizah yoluyla mı gösterebiliyor? Eğer durum böyle işse edebiyat bu ironik çağda hâlâ ciddi bir yerden konuşabilir mi?

    Evet, demiştim: “İzahını yapamadığımız her şeyin mizahını yapıyoruz.” Çünkü çağ, anlamın yükünü taşıyamıyor artık. Mizah, modern insanın utangaç savunması oldu. İnsan ağlamamak için gülüyor, yanmamak için şaka yapıyor. Mizah, bir tür zırh hâline geldi; ama o zırhın altında hâlâ yanık bir insan kalbi var.

    Bugün sosyal medya, trajediyi bile “içerik”e dönüştürüyor. İnsanlar kendi yıkımlarını bile espriye çeviriyor çünkü acısını ciddiye alırsa dağılacak. Mizah, bir tür hayatta kalma refleksi. Fakat bu refleksin tehlikeli yanı şu: Ciddiyetini kaybeden bir toplum, önce duygusunu, sonra ahlakını kaybeder.

    Edebiyat tam da bu yüzden var. Edebiyat, ironinin sınırına gelip “şimdi sus, artık gülünmez” diyebilen tek alandır. Ben mizahı kullanıyorum ama onunla sığınmıyorum. Mizahı, hakikatin elbisesi değil, çıplaklığını daha görünür kılmanın bir yolu olarak görüyorum. Çünkü bazen bir kahkaha, bir ağıttan daha serttir.

    Edebiyat hâlâ ciddi bir yerden konuşabilir, hatta konuşmalıdır. Çünkü bu çağda ciddiyet devrimdir. Her şeyin tiye alındığı bir dünyada, hakikati ciddiye almak başlı başına bir başkaldırıdır.

    Ben mizahı kalemimin kalkanı olarak değil, kılıcı olarak tutuyorum.

    Vurduğum yerden gülmek değil, düşünmek sızmalı.


    O zırhın altındaki insan tanımını biraz açabilir misiniz hocam?

    O zırhın altındaki insan, kırılganlığını saklamaktan yorgun düşmüş insandır. Gülümseyerek ayakta duran ama içten içe tükenen…
    Bir bakıma modern çağın trajedisi de bu: İnsan artık güçlü görünmek için kendi acısından utanıyor. Mizah, onun son savunma hattı. Çünkü gözyaşını saklayan bir çağda, kahkaha daha güvenli bir maske. Oysa insan, ancak kırıldığında insandır.
    Ben o zırhın altındaki çatlakları arıyorum; çünkü hakikat, hep o çatlaklardan sızar.
    Mizahı da bu yüzden seviyorum; ciddiyetin dokunamadığı yere bazen bir ironi dokunur.
    Ama şunu unutmamak gerekir: mizah, insanı koruyabilir ama kurtaramaz.
    Bir yerden sonra o zırh ağırlaşır; insan kendini taşımakta zorlanır.
    Benim derdim o zırhı çıkarmak değil, insanın içindeki sesi o zırhın altından duyurabilmek.
    O ses, hâlâ yanık, hâlâ diri, hâlâ umutlu bir sestir.


    Kelimeler de bazen insanın ağırlığını belki de ağrılarını taşıyamıyor. Yazmak istediği eserdeki kurguda kelimeler hafif kalıyor. Mesela bir öykü karakteri düşünelim: çayının son yudumunda kaçtığı her şey geliyor boğazına dayanıyor. Titreyen elleri ile önce bardağı usulca bırakıp ardından sigarasını söndürüp var gücüyle koşmaya başlıyor. Koştukça, adımlarında eziliyor tüm sancıları. Böylesi ağır bir buhran geçiren bir karakterin öyküsünü ya da şiirini yazarken takdir edersiniz ki çoğu zaman kelimeler tam yansıtamıyor bu buhranı. Yani yazarın eserinde yazdığı karakterin sancısı, zihnindeki karakterin sancısına oranla hafif kalıyor. Bir öykü yazarı bu durumu belki dekorla birleştirip durumu toparlayabilir. Ya da uzun uzun tarif edebilir. Ya da yine dekordan beslenerek herhangi bir duvarın herhangi bir köşesine bir tablo yerleştirerek o tablodaki görüntü ile pekiştirebilir bir yerde. Siz şiirde ya da denemede kelimenin yetersiz kaldığı yerde neye sığınırsınız?

    Kelimeler bazen yetmez, evet. Çünkü kelime, kan tutmaz. Kanı, teri, nefesi anlatır ama akıtanı değil. İnsan acısını yazamaz, sadece etrafında dolanır. Ben de o dolanmanın içinde kalmayı göze alırım. Bir duvarın önünde saatlerce susmak bazen bir roman yazmaktan daha sahicidir.

    Şair için kelimenin yetersiz kaldığı yer, insanın başladığı yerdir. Ben orada sessizliğe sığınırım. Çünkü sessizlik kelimenin en olgun hâlidir. Her yazının bir eşiği vardır; o eşiği geçince artık anlatmak değil, katlanmak başlar. Yazmak bazen anlatmak değildir, sadece dayanma biçimidir.

    Bir karakterin çayının son yudumunda boğazına gelen geçmişiyle aynı tıkanmayı ben de kelimede yaşarım. Orada cümleyi tamamlamam; boşluğu tamamlarım. Boşluk, kelimeden daha çok şey söyler bazen. Denemede bir susuş, şiirde bir vezin kırılması, bir hecenin eksilmesi… İşte ben orada duygunun çıplak hâline izin veririm. Bir fotoğraf koymam, bir tabloya sığınmam; çünkü ben kelimenin içine tablo yaparım. Yetersiz kaldığında kelimeyi değil, insanı dinlerim. Zira bazen en güçlü satır, hiç yazılmamış olandır.


    Hocam çok güzel anlattınız ve söyleşiyi okuyan herkesin zihninde canlanacak o soruyu sormak istiyorum. Yazmak sizde tam olarak hangi açığı kapatıyor ve yazmaya nasıl başladınız?

    Yazmak bende bir açığı kapatmıyor; tam tersine, zaten o açığın kendisinden doğuyor.
    İnsanın içindeki eksiklik, tamamlanmak istemez; sadece görülmek ister. Yazmak, o eksikliğe ayna tutma biçimidir. Benim için yazmak, bir tamir değil, bir tanıklıktır. Kırılanı onarmam, sadece kırığın yerini gösteririm. Çünkü bazen bir yarayı iyileştirmek değil, onu dürüstçe anlatmak gerekir.

    Nasıl başladığımı hatırlamıyorum. Yazmak, farkında olmadan içine düştüğüm bir çağrı gibiydi. Bir gün kelimeler beni susturdu, bir gün de sustuklarım kelimeye dönüştü.
    Belki de yazmaya başlamadım; sadece içimdeki sessizlik bir cümle kurmaya karar verdi.
    O günden sonra kelimelerle yaşamaya değil, kelimelere katlanmaya başladım.
    Çünkü yazmak, insanın kendiyle konuşması değil, kendine dayanmasıdır.


    Bazen, şiir şairi yazar, derler. Çoğu zaman hocalarımızın da bizzat kendi ağzından bu tarz cümleleri duyduk. “Bir anda kalktım ve yazmaya başladım. Sonra baktım ki kalem beni yazmış. Meğer ben şiiri değil şiir beni yazmış.”  tarzı cümleleri çok defa duyduk. Siz de bir şiirin sizi yazdığını hissettiğiniz anlar oldu mu?

    Olmaz mı… Bazen kalemi tutan ben olmuyorum. Yazı başlıyor, ben sonradan yetişiyorum. Şiir, bir çağrı gibidir; seninle konuşmak ister ama sen o dili unutmuşsundur. O zaman yazmak, hatırlamaya dönüşür. Benim yazdıklarımın bir kısmı bana ait değildir; ben sadece kelimelerin geçtiği bir koridorum. Şiir geçer, ben sessizce kenara çekilirim.

    Şiir, yazanı seçer. Her şair kendi şiirinin yazarı değildir; bazen sadece aracıdır. Kelimeler bir anda dizilir, anlam bir yerden sızar. O anlarda insan, ilham değil iltica hâlindedir. Sığındığın yer kelime değildir; seni çağıran bir hakikat vardır. Ben ona teslim olurum. Çünkü bazı şiirler yazılmaz, gelir.

    Beni yazan şiirler hep sancılıdır. Sanki bir yerimden eksiltir, bir başka yanımı tamlar. Yazarken değil, bitince fark ederim: o şiir benden çıkmadı, bana dokundu.

    Bazen bir kelime, bir dua gibi iner. Bazen bir harf, bir secde kadar derindir.

    O yüzden ben şiiri yazarken değil, şiir beni yazarken insan olurum.


    Peki şiir bizzat şairin kendi katıksız duyguları değil midir?

    Şiir, şairin duygusudur ama süzülmüş, arınmış, dönüştürülmüş hâlidir.
    Ham duygudan doğar ama ham duyguyla kalmaz. Çünkü duygular, yazılmadan önce sahibine aittir; yazıldıktan sonra artık kelimenindir. Ben bir duyguyu değil, o duygunun insanda bıraktığı izi yazarım.
    Şiir, bir anın değil, o anın yankısının sanatıdır. O yüzden “katıksız duygu” diye bir şey yoktur şiirde; çünkü her kelime, duygunun acısını taşırken aynı zamanda onu dizginler. Şair, hissettiğini değil, hissettiğinin gölgesini anlatır.
    Yazarken kalpten geçeni değil, kalpte kalanı bulmaya çalışır.
    Bazen bir dizeye yalnızca gözyaşı değil, sabır da karışır; o zaman şiir duygudan değil, imtihandan doğar. Şiir, içtenliğin çıplak hâli değildir; hakikatin estetikle giydirilmiş hâlidir.
    Yani şiir, duygunun şekil almış hâli değil, duygunun kendine şekil vermesidir.


    Herhangi bir şiirinizde ya da denemenizde metnin doğası gereği değil de o anın duygusuna daha fazla tutunabilmek adına metni bilinçli olarak uzattığınız yani aslında sözü biraz daha kalabilmek için sürdürdüğünüz oldu mu? Hani yazmak bazen bir anlatma biçimi değil de “gitmemek” için seçilen bir yol hâline gelir ya bu durumu yaşadınız mı hiç?

    Evet, elbette. Bazı metinler bitmesin diye uzar, bazı cümleler kalabilmek için nefes arar. Bazen yazı, anlatmaktan çok oyalanmaktır. Çünkü insan, yazarken bir şeyi değil, birini ya da bir hâli kaybetmemeye çalışır. Kalemin ucunda sadece kelime değil, vedalaşmanın sancısı vardır. Bir dizeyi uzatırken çoğu zaman farkında olmam; sonra dönüp baktığımda görürüm: aslında orada birini tutuyorum, bir duyguyu biraz daha yaşatmaya çalışıyorum. Yazmak bazen gitmemek içindir, evet. Kelimeler, insanın kendini oyaladığı en zarif bahanedir. Bir paragrafı bitirmemek, bir kapıyı kapatmamaktır. Ama sonunda kelime bile bırakıp gider seni. Yazar kalemini bırakır, ama kelime onu bırakmaz. Ben de o anda susarım; çünkü bilirim, her metin biraz eksik kalmalı ki insan eksikliğini unutmasın.


    Hocam, denemeleriniz çoğu zaman gülümsemenin eşiğinde duran bir sessizliği taşıyor. Suskunluk, kelimelerden daha mı dürüst bir ifade sizce?

    Evet, bazen suskunluk kelimelerden daha dürüsttür. Çünkü kelime, her ne kadar içten gelse de bir seçimin ürünüdür; suskunluk ise çıplak hâlidir insanın. Konuşmak çoğu zaman bir şeyi anlatmak içindir, ama susmak bir şeyi saklamak değil, onu korumaktır. Ben suskunluğu bir eksiklik olarak değil, bir erdem olarak görürüm. Çünkü sessizlik, kelimenin ulaştığı son mertebedir.

    Denemelerimdeki o gülümsemenin eşiğinde duran sessizlik, aslında kelimenin yorulduğu yerdir. Bazen bir düşünceyi en iyi cümle değil, cümlenin bittiği o durak anlatır. Suskunluk, bir anlamı tamamlamaz; sadece onun etrafında dönerek derinleştirir.

    Kelimeler, insanın dışa bakan yüzüdür; suskunluksa içe dönük aynası. Benim için ikisi birbirini tamamlar. Çünkü bazen bir kelime gerçeği söyler, ama sessizlik onu doğrular.


    Son olarak herhangi bir eseri bitirdiğinizde bilgisayarı kapamadan önce dosyaya bakıp gerçekten “bitti” diyebiliyor musunuz yoksa biten dosya sizde bir eksiklik hissi mi bırakıyor? Yani hissettiğiniz duygu daha çok bir vedalaşma mı teslimiyet mi?

    Hiçbir metin gerçekten bitmez, sadece yazarından vazgeçer. Ben dosyayı kapattığımda bir metni değil, bir hâli geride bırakırım. “Bitti” demek, bir şeyin tamamlandığını değil, artık seni taşımadığını kabul etmektir. Yazmak benim için bir tür içsel göçtür; her cümle bir yere varır ama ben orada kalamam. Bir metin bittiğinde hissettiğim şey ne tam bir vedalaşma ne de tam bir teslimiyettir, ikisinin arasında asılı bir sessizliktir. Çünkü yazmak, insanın kendiyle yaptığı en uzun konuşmadır; ama her bitişte o konuşmanın içinde eksik kalan bir ses kalır. Ben her dosyayı kapattığımda bilirim ki orada bir cümle değil, bir parçam açıkta kaldı. Belki de o yüzden hiçbir şey tam bitmez, sadece susar.


    Teşekkür ederim.

    Bu keyifli röportaj için ben çok teşekkür ederim. İyi bir röportajın sırrı iyi cevaplarda değil, iyi sorulardadır; çünkü doğru soru insana kendini yeniden düşündürür. Bu anlamda sorduğunuz her soru bir aynaydı, hem kelimelerime hem de niyetime. O aynada kendimi görmek, yazının sessiz tarafına yeniden dokunmak gibiydi. Emeğiniz, dikkatiniz ve zarafetiniz için içtenlikle teşekkür ederim.

    Devamını Oku

    Şair Hamza Soysal’la Şiirin Derin Sularında: “Şiir, kalbine daha fazla yaslananların dilidir.”

    Şair Hamza Soysal’la Şiirin Derin Sularında: “Şiir, kalbine daha fazla yaslananların dilidir.”
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Hamza Soysal, şiirleriyle ve gözlem gücüyle Tür Edebiyatında yer edinen önemli şairlerimizden. Şiirleri sadece duygusal yoğunluktan ibaret olmayan kişinin kendisini ve yaşadığı evreni de sorgulatan Hamza Soysal çağımızın en derinlikli şairlerinden biri. Şiirlerinin en belirgin özellikleri arasında sözcüklerin kalbinde yankılanan duyguların izini sürmesini ve her dizesiyle de okurunu yeni bir sessizliğe davet etmesini sıralamak sanırım yanlış olmaz. Öyle ki şiirlerindeki her bir kelime özenle seçilerek dizelerdeki yerini alır ve dizelere, sözün hem inceliği hem de ağırlığı taşınır.  Hamza Soysal ile gerçekleştirdiğimiz bu söyleşimizde iyi şiirin izini sürüyoruz.

    Keyifli okumalar.

    Hocam ilk öncelikle fazla görünür olmayı sevmeyen ve hiçbir yere de röportaj vermeyen bir şairimiz olarak bizimle bu söyleşiyi gerçekleştirdiğiniz için teşekkür ederim.

    Sivas, halk ozanları ile ünlü şehirlerimizden. Sivaslı bir şair olarak doğduğunuz coğrafyanın şiirleriniz üzerine etkisi oldu mu?

    Kesinlikle. Bir Sivaslı olarak yörenin halk ozanlığı noktasında münbit bir havza olduğunu siz de bilirsiniz. Şarkışla, Sivas’ın bu bakımdan en verimli ilçelerinin başında gelir. Aşık Veysel, Sefil Selimi, Aşık Serdarî, Aşık Feryadî, Âşık Hüseyin, Âşık Agâhi, Âşık Kamber, Âşık Kunter, Âşık Kul Veli, Âşık Şevki, Âşık Bekir, Âşık Ali İzzet Özkan, Âşık Ali İzzet Savaş, Âşık Merdanoğlu, Âşık Mehmet Ali ve Âşık Fazlı gibi bir çoğu tanınmış çok sayıda halk ozanı çıkarmış velud bir bölge. Tabii kişinin şairliğinde bunun yanında kendi aile damarından da bir kanal bulması da etki ediyor. Benim baba tarafından güçlü şairlik yönü olan akrabalarım vardır ki rahmetli babam da şiir yazardı. Yakınlarda onun şiirlerini de kitaplaştırdım. Babaannemin ablası Esme Hala misal çok iyi bir şairdi, gözleri az gören okuma yazması olmayan bir kadındı, demeleri ağıtları çoktur, onun üç çocuğu da hakeza iyi şairlerdir. Aileden gelen bu halk şairliği geni, hece şiirlerimi besleyen yan bir kol diyebilirim. Annemin de demeleri vardır. Annemin okuma yazması yoktur ama bizim oralarda genellikle acılı ölümlü trajik insanlık halleri karşısında çoğu doğaçlama söylenmiş ağıt türü şiirlerin yanısıra aşk, hasret, gurbet duygularını işleyen lirik şiirler de çok sayıda mevcut. Bunların bir kısmı derlenmiş ama öyle zannediyorum ki çoğunluğu ya unutulmuş ya kaybolup gitmiş ya da bir yerlerde kaleme alınıp bir kenarda keşfedilmeyi bekliyorlardır. Bu noktada üniversitelerin halk bilimi bölümü hoca ve öğrencileri ile bağımsız sair derlemecilere büyük bir görev düştüğünü söylemeliyim.


    Çocukluğunuz şiir sohbetleri arasında geçmiş olmalı. Anne ve babanızın şiire olan ilgisi bir yerde sizin de edebi anlayışınızı etkilemiş olmalı. Bu şiirlerden birini bizimle paylaşmanızı rica etsek hocam?

    Çocukluğum masal tadında geçti. Eski hayatı şekillendiren geleneklerin hâkim olduğu, çocukluğun bir masal tadında yaşandığı ve modernizmin uğursuz elinin henüz bu büyüyü bozmadı yetmişli yılların sonu seksenli yılların başında hayatımın en güzel yıllarını yaşadım diyebilirim. Doğrusu çocukluğum şiir tadında geçse de şiirle doğrudan temasım olmadı bu dönemde evet annemin, aile yakınlarımın yer yer çoğu ağıt türü, deme tarzı manzum sözleri kulağıma çalındı ama şiir beni bu evrede doğrudan etkilemedi. Sanırım bu dönem bir koza evresiydi benim için belki dolaylı yoldan coğrafyanın bizzat kendisinde uzun bir süre mayalandım. İlk şiirimi 1987 yılında ailecek Antalya’ya göçtükten sonra memleketime duyduğum o büyük özlem saikiyle kaleme aldım. Beni şair yapan Antalya’da üzerime çöken ağır gurbet duygusu ile memleketim Sivas’ta bıraktığım o masalsı çocukluk ve ilk gençlik hayatıma duyduğum büyük özlem duygusudur diyebilirim. Sizinle ilk şiirim olan ve ikinci şiir kitabım Kışım Uzar Çıkmaz Yaza’da yayınlana şiiri paylaşayım müsaadenizle.

    ÖZLEDİM SİNENE VARAYIM KÖYÜM

    Taşınla toprağın tozun ne güzel

    Eser bahar yeli yazın ne güzel

    Mızrapla oynaşır sazın ne güzel

    Özledim sinene varayım köyüm

    Bilmez kıymetini gurbet görmeyen

    Bağı bozulmayan yüzü gülmeyen

    Kışı uzamayan yazı gelmeyen

    Özledim sinene varayım köyüm

    Sivas ilinin Şarkışla elleri

    Dikensiz bağında açar gülleri

    Koymaz ki geleyim gurbet yolları.

    Özledim sinene varayım köyüm

    Merkez Hüyük derler benim köyüme

    Hasret kaldım toprağıma evime

    Cennet olsa gurbet durmam neyime

    Özledim sinene varayım köyüm


    Derin bir özlem. Teşekkür ederiz. Hocam peki, günümüz Türk şiirinde heyecan duyduğunuz ya da kaygılandığınız gelişmeler nelerdir?

    Doğrusunu söylemek gerekirse bu soruya tatmin edici ve isabetli bir cevap verebilmekten acizim. Günümüz şiirini ve şairlerini çok etraflı takip ettiğimi söyleyemem. İyi bir okuyucu değilim ama iyi bir gözlemci olduğumu söyleyebilirim.  Az şeyden çok şey çıkarma ve cüzden külle çabucak erişme ve ne olup bittiğini üç aşağı beş yukarı isabetli derecede anlama becerim vardır. Hani derler ya ‘bir yemeğin lezzetli olup olmadığını anlamak için illa bir kazan dolusu yemeğin hepsini bitirmeye gerek yoktur, bir kaşık kafidir’. Bu söz işte benim edebiyat dünyasında durduğum bağımsız kenar noktanın koordinatını vermekte. Okulda da hep geri sıralarda otururdum. Bu pozisyon insana geneli bütün çerçeve içerisine alacak ve ne olup bittiğini etraflıca gözlemleyebilecek bir seyir imkânı tanıyor. Ben halihazırdaki edebiyat çevrelerinin ve şiir anlayışlarının hiçbirine dahil değilim bu noktada hâriç ez-defter bir şairim sadece gelenekten kopmadan ondan beslenerek yolumu yürüyorum ve yeniye ait bir şey ortaya koyarken kompozit ya da mürekkep iç içe geçmiş ve kaynaşmış bir şiir yapısı ve kurgusu uygulamaya çalışıyorum. Günümüz şiiri konusuna dönersek, okuduklarım kadarıyla ki bunu ya bir edebi dergide ya bir şiir kitabında ya sosyal medyada yahut internette bir sayfada karşılaştığım şiirler üzerinden şunu söyleyebilirim: Günümüz şairleri ve şiirleri çoğunlukla bana zevk vermiyor. Muhakkak okumadığım ya da tarzını beğenmediğim belki takdir edemediğim iyi şiirler de muhakkak vardır ama beni tatmin ettiklerini çok söyleyemem. Bizim modern şiirimizde genelde bir tamamlanmamışlık havası ve yarım yamalaklık içinde bir arayış hali görmekteyim. Sanki en yeniyi bulma aceleciliği, imge bocalamaları ve devrik cümle saçmalamaları ile söz bükücülüklerine soyunulmakta. Bu da ortaya iyi bir şiir çıkmasını engelliyor maalesef. Sıradışı olmak, kimsenin kullanmadığı söz dizimi ve imgelemlerle mugalatadan öte gitmeyen dizeleri alt alta sıralamak iyi şiirin ölçüsü sanılıyor. Oysa iyi şiirin ölçüsü, nesir ile şiiri ayıran şiirin söz dizimi ve bunun bestesi olan deruni ahengidir.  Deruni ahengi kaba şekliyle mekanik düzende tıkır tıkır işleyen bir kafiyeperestlik düzeneği olarak anlamamak lazım. Her sözcüğe şiir misyonu yükleyecek bir beste yapmaktır deruni ahenk. İlle de dize sonlarındaki kafiyelerle olmaz bu iç kafiye sözdiziminin unsurlarını bağlayacak en uygun değil- sadelik içindeki kemaldir. Bir şiiri şiir yapan temel kurucu unsurlar vardır:
     iç ve dış dinamikler, Yahya Kemal’in ifadesiyle deruni ahenk ya da ritim veya musiki… Dış dinamikler nesirle şiiri birbirinden ayıran biçimdir. İster serbest ölçüde ister hece ile yazılsın bir şiiri işte bu şiir dedirtecek alâmet-i fârikadır, biçimdir. Bir satırın cümle mi dize mi yani nesir mi şiir mi olduğunu bize sözdiziminden kaynaklı beste yani derûnî ahenk telkin eder. Bize bu telkini şiir lehine veren şeyse okuduğumuzda ruhumuzda hasıl edeceği büyülenmişlik halidir. Bir nevi şiir sihrinin insan ruhunu kuşatıp onu yarı sarhoşluk hali verircesine esritip tesiri altına almasıdır. İyi şiirin kalite ölçütünün bu olduğunu düşünüyorum. Mükemmel şiire ise inanmıyorum. Hiçbir şeyin mükemmelinin insanoğluna bahşedilmediği kanaatindeyim ki mükemmelin patentinin, sadece ve sadece Allah’ın ya da Tanrı dediğimiz Yüce Yaratıcının yed-i kudretinde olduğunu düşünüyorum. Zira sanat dediğimiz şey mükemmelin arayışından ibaret bir arayış, daha iyiye mükemmele doğru bitimsiz bir yöneliştir. Sanat alanında aşılan engel, varılan her hedef, ulaşılan her gaye ve kırılan her rekor beşeriyetin sınırları dahilinde olup mükemmelin sahası olan uluhiyetin sonsuzluğunu asla ihata edemez. Zaten kadim çağlardan beri sanatkâr, Tanrı’nın ortaya koyduğu mükemmeli taklit (mimesis) etmek ve bu taklitte belki mükemmeli bulmak için uğraş vermektedir. Hiç unutmam üniversitede okurken (Ankara Üniversitesi DTCF Tarih Bölümü 1990-1994) Son sınıfta ANFAD’da (Ankara Amatör Fotoğraf Sanatçıları Derneği) siyah beyaz fotoğraf kursuna gitmiştim. Hoca ilk derste idi sanırım herkese bir çiçek fotoğrafı gösterdi ve sordu: Bu nedir? İstisnasız hepimiz doğal olarak “çiçek” dedik. Hoca: “Hayır arkadaşlar, bu çiçek değil bu çiçeğin fotoğrafı” demişti. Bu söz benim için devrim niteliğinde idi. Kâinat ve içinde olup biten şeylere bakış açımı değiştirdi. İşte bu bilinç sıçrayışı ve bakış açısını kazandıktan sonra sanatın kaynağı ve dayanağını daha doğru algılama ve anlama haliyle olaylara o zaviyeden bakma olanağı buldum. Elbette ki şiire ve şiirin evrenine olan bakış açıma da bu bilincin ve bakış açısının büyük etkisi oldu.

    Şimdi sorduğunuz soruya bu dolayımdan tekrar dönecek ve cevap verecek olursam yeni şiir beni heyecanlandırmıyor pek. Dile rağmen bir takım çıkış yolları aranıyor ama dil şiirin ana malzemesi. Esnetebiliriz, bükebiliriz ama kırıp dökemeyiz.  O zaman deli saçması bir şey çıkar ortaya bu da az sayıda insanın iletişim aracına dönüşür. Oysa dil toplumun müşterek iletişim aracı, şiir ise bu iletişim biçiminin sanat potasında erimiş, incelip kristalize olmuş, fazlalıklarından kurtulmuş, arınıp saflaşmış en rafine en seçkin hali. Toparlayacak olursam şiir adına en büyük kaygım şudur; Günümüz şairleri ki bir çoğu tanınmış kerli ferli şair ve onların yeni ve modern görüneceğim iddiasıyla geleneği görmezden gelerek yeni şiir arayışlarına girişmeleri.  Maalesef geçmişi olmayan ve ondan güç almayan hiçbir şair büyük eserler veremez. Geleneğe rağmen tutulan bütün bu yol ve arayışların kalıcı eserler verebileceğine inanmıyorum. Belki bu yolda ilerleyen şairler kendi zamanlarında hitap ettikleri toplum kesimleri ve edebi çevrelerinden çokça alkış ve teveccüh görebilirler ama bunun uzun vadede şiir adına istikbal vaad edeceğine ve güçlü esreler ortaya koyabileceğine inanmıyorum.


    Evet, çiçek değil çiçeğin fotoğrafı, devrim niteliğinde etkileyici bir cümle. Kaygılardan bahsetmişken özellikle dijital çağın, şiir üzerinde ne gibi olumsuz etkileri olduğunu düşünüyorsunuz?

    Zaman değişiyor ve çağ yeni zamanın ruhuna göre içinden geçen her şeyi yeni zamanın ruhuna uygun olarak dönüştürüyor. Bundan şiirin etkilenmesi haliyle kaçınılmaz. Ben hep iyi şiire inanırım türü ne olursa olsun, çağı ne olursa olsun neyi nasıl anlatmayı seçerse seçsin şiirin kurucu unsurlarıyla inşa edilmiş ve bize her halükârda, ben şiirim diyen, etimizle ruhumuzla bu izlenimi hissettiren iyi şiire. Öyle düşünüyorum ki her devirde şiir için benzer endişeler içinde bulunulan çağın yeni gelişmeleri çerçevesinde düşünülmüştür. Dijital çağın bana göre endişeye yer bırakacak zahiren belki menfi ama özelde iyi şiirleri daha değerli (zira kıymetli olan şeyler her devirde hep az olur) ve belirgin kılan yönü çok hızlı bir karbon kâğıdı etkisi oluşturmasıdır.  Yani iyiyi kötüyü çok kısa sürede gözler önüne serebilmesidir. Bunun ayırdına elbette herkesin varmasını bekleyemeyiz, iyi şiirden anlayanlar bu farkı görecektir. Toplumun ekser kesimi tüketim psikolojisiyle manipüle edildiği için onlar neyin iyi neyin kötü ya da neyin değerli neyin değersiz veya neyin özgün neyin çakma olduğunun kendi uyanık bilinciyle ayırdına varamaz. Dijital çağ, her şeye erişimi ve her şeyden çok çabuk vazgeçiş ve eskitişi hızlandırdı. Daha cafcaflı, daha albenili, daha sıradışı (özgün değil) daha ilgi çekici şeyleri öne çıkarıp flaşladı. Şiir de bundan nasibini aldı artık şiir yan sanayi ürünü yahut bir meze gibi kendi özgül ağırlığı olmayan yerlerde ikinci üçüncü rollerde temsil edilir duruma geldi. Oysa bir zamanlar Hilmi Yavuz Hoca’nın deyimi ile söylersek ‘bizim medeniyetimizin söylem dili’ idi ve altın çağını yaşadığı devirlerde toplumun en tepesinden en alt kesimine kadar herkesin kalbine dokunan büyük bir örgün ağ teşkil ediyordu. Bu bağ günümüzde koptu. Modern şiirin bu bağı yeniden kurması zor çünkü çağ değişti, toplum değişti ve çok katmanlı, farklı ve tercihleri olan siyasi ve ideolojik   çok sayıda toplumsal sınıfa ayrıldı ve şimdi şiir dediğimiz şey bu parçalanmışlık atmosferinde bir çok anlama gelen bir tanım çeşitliliği ile temsil edilmekte.

    Bir de yapay zekâ çıktı malum, tabii bundan sonra yapay zekâ ürünü çok sayıda çakma şiir göreceğiz, bir çok şair bunların altına kendi imzalarını koyarak eserlerinde yer de verecek. Bunları normal karşılıyorum zira her çağ kendi ruhuna uygun eğilimleri yansıtır. Emin olduğum tek şey iyi şiirin her çağ ve halükârda kendini koruyacağı ve değerini belli edeceğidir. Yukarıda dediğim gibi iyi olan değerli olan şey az olmak zorundadır ki onu değerli kılan bu şey nadide oluşudur ve bu her çağ için geçerli şaşmaz daimî bir kuraldır.


    Hocam şiirlerinizde varoluşsal bir arayışa sıklıkla rastlamaktayız. Sizce şiir, bir bakıma ontolojiyi sorgulamanın bir aracı mı yoksa başlı başına bir varlık hâli mi?

    Var olan her şeyin kaynağının dünya dışı yani ilahi yani varoluşsal (ontolojik) olduğunu düşünüyorum. Müziğin sanatın, edebiyatın … kısaca her şeyin. O nedenle bir şeyin kaynağı ne kadar uzağa giderse gitsin kök bağını bir şekilde içinde barındırır. Biz istediğimiz kadar onu inkâr ve reddedelim, hakikatin üzerini ne kadar örtersek örtelim esasında bu hakikat değişmez. Kadim dinlerin, arkaik inançların, mitlerin, efsanelerin varıp dayandığı kaynak aynı kaynak ve bu kaynağın dili sembol ve istiareler yani eğretilemeler. Tıpkı şiirdeki mazmun ve imgeler gibi. Tabii en geride tam olarak ne var buna ulaşabilmek gerekiyor, bunun için de kesreti vahdete getirmek, benzerlikleri bütünlemek, prizmanın arkasına geçmek zorundayız. Âlem bir nevi tecelli ve televvün sahası; aradığımız hakikatin farklı keyfiyet ve kemiyette yansıma ve görünümünden ibaret. Bu açıdan şirin varoluşsal kaynağa doğru yükselen; tınısını (derûnî ahengini) ve tılsımını bulmuş sözcükler yoluyla bir erginlenme yolu, şairin de bu yolun bir sâliki, iyi kamil şairlerinse ermişi olduğunu düşünüyorum.  Çok sevdiğim bir Afrika atasözü vardır. Şöyle deniliyordu bu atasözünde: “Irmak ne kadar uzağa giderse gitsin kaynağını unutmaz.” İşte iyi şiir yüzeyde zahiren her neden bahsederse bahsetsin muhakkak derinlerinde ontolojik meselelere atıflar barındırır ve alt metinde varoluşsal bir izleği takip eder. Benim şiirlerim de -hepsi olmasa bile- bu açıdan katmanlıdır. Buna ilk şiir kitabım Kar ve Çocuklar’ın arka kapağına koyduğum bir yazıda özetle değindim. Müsaadeniz olursa onu sorunuzun efrâdını câmi ağyârını mani cevabı olacağı için buraya ayniyle alıntılamak istiyorum:

    Şiirlerim, çoklukla iki veya üç katmanlı (kimileri dört katmanlı) anlam dizimsel yapıya sahiptir. Kaç katmanlı olursa olsun (bazı birinci katmanı devre dışı bırakan istisnâî şiirler hâriç) ilk katmanda günlük dilin yaşam döngüsü içinde yer alan ve şiire mâl olmuş herkesin şüphe duymadan ‘işte o’ diyerek kolaylıkla tespit ve teşhis edeceği sözcükler birincil anlamlarıyla yer alır.  İkinci katman kendi şahsi mâcerâ ve trajedimin sevinç ve kederleri, şevk ve ye’isleri, coşku ve sekteleri, acı ve ızdırapları, hayâl ve tasavvurları, gurbet ve vuslat levhalarıyla örülüdür, üçüncü katmanda ise kollektif rûhun (büyük ben’in) yani “insan” rûhunun evrensel trajedisini yansıtan arketipik duygular, varoluşun mitik ve mistik yönünün karmaşık ve çapraşık dip imge ve imajları, manevî ve bâtınî boyutun arzu ve iştiyâkları, ezelî kopuşun acı ve elemlerine dâir göndermeler yer alır. Okur hangi katmanın anlam tabakasına nüfuz ederse etsin her şeyden önce şiirin kurucu ögeleri (anâsır-ı erbaʻası) olan şematik, ritmik-melodik, lirik ve trajik unsurların orkestral uyum zevkini alacaktır. Ve bir de şunu söylemeliyim ki; şiirlerimin genelinde ve temelinde câmi, kuşatıcı bir kavram olarak “Aşk” uzak yakın anlam ve çağrışımlarıyla yer almaktadır ki “Aşk” duygusu, gerek hayâtımın ve gerekse şiirimin merkezindedir. Şiir dünyama her zaman bu cümle kapısından girilir.


    Peki mistik titreşim hakkındaki düşünceleriniz nedir? Biraz daha açmak gerekirse mistik titreşim modern bireyin ruhsal boşluğuna bir cevap mı yoksa şairin kendi içsel tecrübelerinin dışavurumu mu?

    Mistik titreşim hepimizin ister modern olalım ister gelenek içinde bir yer(ler)de sabit kadem kalmış, ister bir ileri bir geri gidelim hepimizin kainattaki varlık nedenimiz. Bu tecelli sayesinde varız. Burada şuur devreye giriyor farkındalık yani ki şiirin şuurla kök ilgisi olduğu ileri sürülüyor ki ben bu sava inananlardanım. Bilinç sıçraya sıçraya yani boyut atlaya atlaya hakikatin sonsuz evreninde yol alıyor. Bu da kaçınılmaz olarak sadece tecrübe ve keşif ile gidilecek bir yolu bize işaret ediyor. Bu yolda giderken her bireyin veya şairin biri içsel (enfüsî) diğeri dışsal (âfâkî) yaşam deneyimi ve tecrübe ekseni bulunduğunu düşünüyorum ve şair noktasından bakarsak şiirler bu iki eksenin yaşam (hâl) tecrübelerinin şiir diliyle birer imgesel bileşkesi. Ayrıca artık modernizm dediğimiz şeyin eskidiğini çağın hızının ve baş döndürücü gelişiminin önüne çıkan her şeyin çarçabuk eskiyip pörsüdüğü bir zaman seli içinde yol alıyoruz. Şiir de ister istemez bundan etkilenecektir. Ucu nereye gider bilemiyorum ama değişimin önüne geçmek imkânsız. Ama her ne olursa olsun bir şeyin esasen kaybolmayacağını bir yerde veya yerlerde şekil mahiyet değiştirse de hep var olacağına inananlardanım. Onun için şiirin hep var olacağına inananlardanım.


    Kesinlikle şiir daima var olmalı. Estetikten ve dilden ödün vermeden her çağda var olabilmeli. Fakat maalesef günümüzde popülerleşme baskısı ciddi oranda arttı. Sosyal platformlarda bu baskının en görünen hâline şahit olmaktayız. Şiirde de durum maalesef aynı şekilde. Şiirdeki bu popülerlik baskısı ile derinlik arayışı arasındaki gerilimi nasıl yorumluyorsunuz?

    Eskilerin çok sevdiğim bir sözü vardır: “Cevâhirin kadrini cevher-fürûşân olan bilir” diye, yani mücevherin kıymetini onu alıp satan yani sarraf olan bilir mealinde. Popülerliği bu noktai nazardan bakarak tenekenin altın suyuna batırılıp çokça alınıp satılması, âdiyâtın nâdirâttan çokça revaç bulup iltifat görmesi olarak tarif edebiliriz. Bu sadece günümüze özgü bir durum da değil. İlk insan bu dünyaya ilk adımını attığı andan itibaren başlayan bir süreç. Hani bir söz vardır; “Mükemmel iyinin düşmanıdır” diye. Sanatı mükemmelin peşinde olma mesleği olarak ele alırsak onun iyi yani vasatla, ondan daha dûn (aşağı) olanla yetinmesi beklenemez. Bu manada popülerlik mükemmelin yani sanatın düşmanıdır diyebiliriz. Büyük şairler bilâ-istisnâ (çok sayıda mükemmel eserler ortaya koyamamış olsalar dahi) mükemmeliyetçilik illeti ile maʻlûldürler. Popülarite onları da kendine bir bakıma mâl edecek piyasa tekniklerini çok iyi bildiği için çok kaliteli şair ve eserlerin bir noktada bu karadeliğe düşmesi de kaçınılmaz olabiliyor. Ben şahsen tanınmamış kaliteli şairlere bayılıyor ve kendime onlar arasında bir yer edinebilmek, gözden uzak beğeni düşkünlüğünden, teveccüh dilenciliğinden âzâde tenha bir yerde oğul veren bir arı gibi mümkün mertebe organik, doğal, katıksız balımı (eserlerimi) yapıp (yazıp) bırakmayı yeğliyorum. Onu tatmak birine nasip olursa bu onun bahtı olmazsa arı buna üzülecek ve gücenecek değildir herhalde.


    Şiir ile tanışmayan birey yok denecek kadar azdır. Yani en azından insan ömründe bir şiir olsa bile okumuştur diye düşünüyorum. Şiir, bireyin hemen her döneminde belki duygularını anlamlandırmak belki duygularına ses bulabilmek ümidi ile sarıldığı bir tür. Sizce iyi bir şiir okurda hangi duyguyu bırakmalı? Sarmalı mı teselli mi etmeli düşünceye mi davet etmeli? 

     Şiir bir bakıma kalbine daha fazla yaslananların iletişim dili. Çoğunlukla da ruh eksenimizde kırılmalar meydana geldiğinde ve duygusal bir iklim hükümferma olduğunda iç sesimiz bu dili konuşmak ister ama herkes bu dili mükemmel konuşamaz. Konuşanlara da şair diyoruz zaten. İyi şiiri kısaca tanımlamak gerekirse gönle dokunan şiirdir. Gönül kelimesi Sakha Türkçesinde özgürlük, bağımsızlık, hürriyet anlamına gelmekte. Bu açıdan bakarsak iyi şiir ruhun, gönlün hürriyetine açılan bir pencere, dumanlı bir odanın içinde bunalmış ruhumuzun gökyüzüyle buluştuğu bir ferahlık kapısı. Bana göre iyi şiirin iki temel ölçütü vardır: biri yazanın kifayet miktarı yerli yerinde kullandığı imgelerle işlediği sözdizimsel bestenin terkip gücü ki bu şiire bir bütün tesiri katar, diğeri ise okuyanın onu, bestesine ve ruhuna uygun olarak dile getirmesi ki buna da şiirin mükemmeli diyebiliriz. Bir iki misal verecek olursam “Kimseye etmem şikâyet” şarkısı yürek yakan, içli, güzel bir şiirdir onu Müzeyyen Senar okuduğunda biz başkalarına göre ondan daha fazla etkileniriz. İşte iyi şiirin iyi bir ağızda vücut bulması da böyledir. Her şair iyi şiir okuyamayabilir. Bu aynı zamanda her iyi şiir okuyanın iyi bir şair olduğuna delâlet etmez. Diğer bir örnek yakınlarda kaybettiğimiz değerli şairimiz Yavuz Bülent Bakiler‘in “Cebeci İstasyonu” adlı şiiridir. Bu şiiri çok severim ama bunu Yavuz Bülent Bakiler’den değil onu en güzel okuyan Bedirhan Gökçe’den dinlemek isterim. Sesi şiire giden biri, en sıradan bir şiiri, sesinin güzelliği ve tekniği ile bize çok güçlü bir şiir gibi yansıtabilir ki günümüzde (her dönemde) bir çok vasat şiir bu makyaj sayesinde sahne almakta ve teveccüh toplamaktadır.


    Peki iyi bir şiirin sizde bıraktığı duygu nedir?

    Hiç içki içmedim ve sarhoş olmadım ama iyi bir şiirin bıraktığı tesir sanırım buna benzer bir şey olmalı diye düşünüyorum. İyi bir şiir; sizi esriten, güncelin bağlamından bir nebze olsun koparıp ayağınızı yerden kesen, gözlerinizi uzaklara, kâh hülyalara daldıran kâh gayyalara düşüren kâh ümit veren kâh yeis ama bir şekilde bulunduğunuz yapay halin dışına çıkaran dengeleri bozan, aleladeliği bozan aşkın bir etki oluşturmalı.


    Kimi şiirler anlam çoğulluğu ile dikkat çekiyor. Şiirin çok katmanlılığı okurla bağı, ortak bir anlam zemini kurmayı zorlaştırıyor mu?

    Burada eğer çok katmanlı bir şiir yazılacaksa şiirin aerodinamiğini çok iyi kurmak gerekiyor. Neticede şiirin soyut da olsa manevi bir kütlesi var. Bu kütlenin eğer matematiği sadece bize özgü bir dünya kurmuyorsa ki şiir dışa dönüktür çoğunlukla o halde bunu okuyacak olanlarda onların bilinç ve kavrayış düzeylerine hitap edecek bir sezin ve anlam katmanı ile kurgulanmalı. Bazı şairler fazlasıyla kapalı bir dil ve öznel imge yoğunluğu ile yazıyorlar. Bu da şüphesiz bir tercih ama eğer kapalı bir şiir yazılacaksa şiirin üçte ikisinin açık üçte birinin örtük olması taraftarıyım. Okuyan örtük tarafı sezmese bile şiirden anladıkları ve hissettikleri ile yine de zevk almalı.


    Kesinlikle, okurun da şiir ile bağ kurabilmesi adına alan oluşturabilmeli. Günümüzde maalesef sosyal platformlarda anlık etki oluşturan dizeler hızla yayılıyor. Sizce bu eğilim şiiri popülerleştiriyor mu -ki şiirin popülerleşmeye ihtiyacı var mı bu da ayrı bir tartışma konusu- yoksa derin şiirle okur arasına yüzeysel bir perde mi çekiyor?

    Toplum demek daha çok tüketim demek. Bu sosyal bir gerçek. Şiir ise bir üretim süreci. Sorun şunda; kapitalist anlayışta. Bu bütün asır ve devirlerin sosyolojik vebası. En kutsal şeyi bile sıradanlaştırıp metalaştıran bir veba. Şiir de tıpkı her şeyde olduğu gibi bundan nasibini alıyor kaçınılmaz olarak. Popülizm önüne ne çıkarsa ondan azami derecede yaralanmayı esas alır. Meta nazarıyla bakar ister kıymeti haiz olsun ister sıradan, alelade bir şey olsun toplum nezdinde talep ve ihtiyaç açlığı yaratacağı bir alan bulmuşsa onu satmak için piyasa tekniklerini kullanarak cilalayıp parlatır ve çoğaltır. Kaliteli şeyin elbette ki tanıtıma, popüler olmaya ihtiyacı yoktur.  Bir gün Kadıköy’de dolaşırken bir şarküteri önünde ahşap bir kap içinde tepeleme doldurulmuş tereyağı gördüm. Üzerinde de bir etiket saplı idi ve etikette şu yazıyordu: “Beni bilen bilir”. Bu aynı zamanda benim yaşam felsefemdir ki şairliğimde durduğum yerin de koordinatlarını verir.


    Teşekkür ederim…

    Rica ederim. Teveccühünüz için ben teşekkür ederim. Dilerim ilk ve son söyleşim olmuş olur bu. Sizin için bir yemini bozdum. Şiir namına diyeceklerim özetle bundan ibaret, bunu çoğaltmanın manası yok zira.

    Devamını Oku

    Mustafa Uçurum: “Yazmak, varoluşumun ritmi; vazgeçemeyeceğim bir dua.”

    Mustafa Uçurum: “Yazmak, varoluşumun ritmi; vazgeçemeyeceğim bir dua.”
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Edebiyatın en çok sevdiğim yanlarından biri çoğu zaman yaşamın en küçük ayrıntılarını kelimelerle büyüten bir mercek ile sessizliğin içinde yankılanan bir ses olması. Mustafa Uçurum da şiirden öyküye denemeden edebi düşünceye uzanan üretimiyle bu sesin izini süren kıymetli yazarlarımızdan biri. Kaleminde, doğduğu şehir, gündelik yaşamın ince detayları, bazen bir öyküsünde karakterinin bakışlarında bazen de bir şiirinin dizelerindeki derinlikte karşımıza çıkar. Eserlerinde gözlem gücü, düşünce derinliği, dildeki yoğunluk iç içe geçerek edebi bir bütünlük oluşturur. Biz de bu söyleşimizde Mustafa Uçurum’un edebiyat serüvenini, edebiyata dair düşüncelerini ve güncel meselelerle kurduğu bağı konuştuk.   

    Keyifli okumalar…

    Yazmak çoğu zaman sancılı bir süreç. Gerek şiirde gerek öyküde, yazarı belki duyduğu ince bir ses belki de izlediği bir filmdeki tek bir kare yazmaya itebiliyor. Yazacağı metin hangi türde olursa olsun, yazar yazacağı konudan önce kendisi etkileniyor. Ki bence yazarı yazmaya iten ana sebeplerden biri de bu. Sizin de yazın hayatınıza baktığımızda edebiyat yolculuğunuzun şiirle başlayıp öyküye taşındığını görmekteyiz. Bu doğrultuda şiir ile başlayan edebiyat yolculuğunuzu öyküye taşıyan süreç nasıl gelişti?

    “Şiir, bana göre en saf haliyle duygunun ritmi. Öykü ise hayatın genişliğini, karakterlerin iç dünyasını keşfetme fırsatı verdi.”

    Evet, yazmak gerçekten de çoğu zaman sancılı bir süreç; tıpkı bir doğum gibi, içten gelen bir feryatla başlıyor ve bazen saatlerce, günlerce uğraştırıyor. Benim için de bu böyle. Şiire ilk adım attığımda, lise yıllarında Adapazarı’ndaki o küçük evimizde, bir öğretmenimin teşvikiyle yazdığım ilk dizeler, sanki yıllardır içimde bekleyen bir sesin özgürleşmesi gibiydi. Tenhalayın Kalbimi adlı ilk şiir kitabım, o gençlik coşkusunun, memleket özleminin ve yalnızlığın izlerini taşıyor. Şiir, bana göre, en saf haliyle duygunun ritmi; kelimeleri dizmek, bir nehir gibi akıtmak, fazla düşünmeden içindekini dökmek ama öyküye geçiş, biraz daha olgun bir arayışın meyvesi oldu. Üniversite yıllarında Sivas’ta, Cumhuriyet Üniversitesi’nde okurken, öykülere ve öykücülere daha da yoğunlaştım. Kitaplarını okuyup isimlerine aşina olduğum Ömer Seyfettin, Refik Halit, Muzaffer İzgü, Kemalettin Tuğcu gibi yazalar sayesinde içimde öykü yazma isteği tazeliğini hep koruyordu. Özellikle Sait Faik okudukça hayatın içindeki öyküyü ve sadeliği keşfettim. Onun o sade, insani dili, günlük hayatın içinden fırlayan acıları ve sevinçleri, bana “Ben de böyle yazabilirim.” dedirtti. Sadece şiirde kalamazdım çünkü şiir bana yetmiyordu artık. Hayatın karmaşasını, Tokat’ın o verimli topraklarında, Adapazarı’nın sanayi gürültüsünde biriken anıları, tek bir dizede değil, bir hikâyenin katmanlarında anlatmak istiyordum. Esmerliğime Bakma adlı öykü kitabım, bu geçişin ilk somut adımıydı. Şiirden öyküye taşındığım süreç, bir tür genişleme gibiydi: Şiirdeki imgeleri, metaforları öyküye yaydım. Bir film karesi, bir tren garı bankı ya da bir dere kenarı sohbeti, beni öyküye itti. Örneğin, bir öğrencimle yaptığım yürüyüş sırasında gördüğüm eski bir köprü, bir öyküye dönüştü; şiirdeki o ince ses, öyküde bir karakterin fısıltısına evrildi. Bu geçiş, beni daha özgür kıldı çünkü öykü, şiirin yoğunluğunu taşırken, denemenin düşünsel derinliğini de barındırabiliyor. Hâlâ şiirler yazıyorum ama öykü bana hayatın genişliğini, karakterlerin iç dünyasını keşfetme fırsatı verdi. Yazmaya iten ana sebep, dediğiniz gibi, önce kendimin etkilenmesi: O ince ses, o kare, içimde bir yara açıyor ve yazmazsam kapanmıyor.


     Kapalı anlatım çoğu yazarın metin ile arasındaki en güçlü bağlardan biri. Belki de yazara “bu sadece benim anlayabileceğim bir olgu” hissini veren ya da daha açık bir dille okurla yazdığı metin arasında görünmez bir sınır koyan fakat bununla birlikte okura da kendi yaşamı ile ilgili yalnızca kendinin anlayabileceği bir dille metin arasında bağ oluşturabilecek anlatım şekli. Bu doğrultuda aslında kapalı anlatım okur için de metnin pasif bir okuru olmaktan çıkarıp aktif bir yorumcuya da dönüştürebiliyor. Sizce kapalı anlatımın bu durumu okurun öykü ile kurduğu ilişkide nasıl bir yoğunluk oluşturuyor?

    “Kapalı anlatım, yazarın mahremiyetini korurken okuru dedektife dönüştürüyor. Okur, pasif tüketici olmaktan çıkıp metnin ortağı oluyor.”

    Kapalı anlatım, evet, yazarla metin arasındaki o gizli bağın en güçlü halkası. Benim öykülerimde de bu, sıkça kullandığım bir metod çünkü yazdıklarım, doğrudan bir itiraf değil, bir tür şifreli mektup gibi. Okura “Bu benim, ama sen de bir parça bul” deme hali. Kapalı anlatım, bana göre, yazarın mahremiyetini korurken, okuru bir dedektife dönüştürüyor. Öyküde, bir tren garı bankı, bir esmer tenin gölgesi ya da bir dere kenarındaki taşlar, sadece dekor değil; yazarın gizli yaralarının izleri. Okur, bu imgeleri yorumlarken, kendi hayatını öyküye katıyor; pasif bir tüketici olmaktan çıkıp, metnin ortağı oluyor. Bu, öykü-okur ilişkisinde bir yoğunluk oluşturuyor. Yoğunluk derken, duygusal bir derinlikten bahsediyorum. Okur, metni okurken sadece hikâyeyi değil, kendi belleğini de tarıyor; bir cümlede kendi çocukluğunu, bir metaforda kendi acısını buluyor. Benim Esmerliğime Bakma öykülerinde, örneğin, bir karakterin suskunluğu, okura kendi suskunluklarını hatırlatıyor. Bu kapalı katmanlar, öyküyü tek seferlik bir okuma olmaktan çıkarıp, tekrar tekrar dönülecek bir labirente dönüştürüyor. İkinci öykü kitabım Uçurumda Bir Gömü’de hayatın fotoğrafını daha sık kullanırken aralara gizlediğim şifreler okuyucuyu da öykünün içine davet eden bir açık mektup görevini de üstlenmiş oldu. Okur, yorumladıkça öykü büyüyor; yazarın koyduğu o görünmez sınır, aslında tam anlamıyla bir davetiyeye dönüşüyor. Bence bu, öykünün gücünü artırıyor: Günümüzün hızlı tüketiminde, kapalı anlatım okuru yavaşlatıyor, düşündürüyor, hatta rahatsız ediyor. Rahatsızlık güzel bir şey çünkü değişimin tohumu oradan filizleniyor. Kapalı anlatım, okuru sadece eğlendirmiyor, dönüştürüyor; öyküyle kurulan bağ, bir sohbetten öte, bir sır paylaşımı haline geliyor.


    Her ne kadar öykü yazarı, kendini öykülerinde açıkça dışa vurmasa da bazen yazdığı öyküdeki bir tren garının bankına gizleyebilir. Asıl hissettiklerini, ya da tüm duygu ve düşüncelerini o banka aktararak okurun fark etmeyeceği yalnızca kendisinin anlayabileceği bir dille bir şekilde kendini ya da belki de kurtulmak istediği tüm düşünceleri aktarabilir. Yani öyküdeki dekoru kullanarak belki de en onulmaz sancılarını aktarabilir. Ya da tam tersi oluşturduğu karakter ile sıkı bir bağ kurarak karakterin ağzından bizzat kendi iç dünyasını konuşturabilir. Siz, öykülerinizin tam olarak neresinde duruyorsunuz? Açıkça öykülerinizde Mustafa Uçurum olarak gezinebiliyor musunuz yoksa oluşturduğunuz dekorlara kendinizden suretler mi giydiriyorsunuz? Ya da biraz daha hafifletirsek soruyu öykü yazarı, öykülerinin içinde nefes alabilmeli mi yoksa öyküye sadece nefesini verip kenara mı çekilmeli?

    “Öykülerimin dekorlarında, karakterlerimin gölgelerinde saklanmayı tercih ediyorum. Benim öykülerimde, yazar hem görünür hem görünmez.”

    Öykülerde yazarın yeri, her zaman tartışmalı bir konu; ben de kendimi bu tartışmanın tam ortasında buluyorum sıkça. Açıkça “Ben buradayım” diye gezinmektense, öykülerimin dekorlarında, karakterlerimin gölgelerinde saklanmayı tercih ediyorum. Mustafa Uçurum olarak öyküde dolaşmıyorum ama izlerim her yerde. Örneğin, Tokat’ın o eski taş evleri, bir öyküde sadece fon değil; çocukluğumun korkularını, öğretmenlik yıllarımın yorgunluğunu taşıyor. Bir banka, bir köprüye kendimden suretler giydiriyorum: O bankta oturan adam, belki benim suskunluğum, belki de kurtulmak istediğim bir düşünce. Karakterlerle bağ kurmak ise bambaşka; onlardan birinin ağzından kendi iç dünyamı konuşturuyorum bazen. Fedakâr Dost gibi hikâyelerimde, karakterler benim sesim oluyor; onların acıları, benim onulmaz sancılarım. Ama tam tersi de oluyor: Kendimi geri çekip, öyküye sadece nefesimi veriyorum. Burada baskın bir şekilde çocukluk devreye giriyor. Ben, çocukluk anılarımdan öyküler kurmayı seviyorum. Gerçekle kurguyu iç içe kullanmak için bunu sıkça yapıyorum. Anarşist Domates öykümün bir bölümü gerçek hayatın bir kesiti. 12 Eylül’ün soğuk yüzünü vermek için yaşadıklarımı şahit tutuyorum tarihi gerçeklikler eşliğinde. Geriye kurgunun o gizemli kapısı kalıyor. Bu da zaten kişiyi öykücü yapan bütünün önemli bir parçası olarak bir köşede hep sırasını bekliyor.  

    Öykü yazarı, bence, öykünün içinde nefes almalı ama boğulmamalı. Kenara çekilmek, öyküyü özgür bırakmak demek; yazarın gölgesi fazla olursa, okur hikâyeyi göremez. Ben, dengede kalmaya çalışıyorum: Dekorlara kendimi gizliyorum, karakterlere içimi üflüyorum ama öykü sonunda beni aşmalı. Hafifletirsek soruyu: Evet, öykü yazarı öyküde nefes almalı; çünkü yazmak, bir tür varoluş. Ama nefesini verip kenara çekilmek de erdem; öykü, yazarın değil, okurun olmalı. Benim öykülerimde, bu ikisi arasında bir uyum var: Bazen görünürüm, bazen kaybolurum. Sonuçta, öykü benim kurtuluşum; o bankta, o karakterde, ben varım ama öykü benden büyük.


    İlk dönemlerden günümüze kadar sürekli gelişerek devam eden Türk öykücülüğünün özellikle günümüzdeki gidişatını nasıl değerlendiriyorsunuz? Dijital platformlar her ne kadar yazılan eserleri okur ile buluşturmada aktif olsa da maalesef bugünün okurunun dikkatini çekemiyor. Ki maalesef günümüzün en büyük sorunlarından biri de bu: Aktif bir okur kitlesinin yok denecek kadar az olması. Ya da günümüz insanının dikkatini okumaktan izlemeye ve dinlemeye yönlendiren mecralar. Sizce bu durum aşılabilir mi? Günümüz edebiyatçıları bugünün okuru ile nasıl bir düzlemde buluşabilir?

    “Türk öykücülüğü hâlâ canlı. Fakat dijital çağ, dikkat dağınıklığını artırıyor. Yazarların, okura ulaşmak için yeni yollar bulması gerekiyor.”

    Türk öykücülüğünün günümüzdeki gidişatını, hem umutla hem endişeyle değerlendiriyorum. İlk dönemlerden, Memduh Şevket Esendal’ın o incecik öykülerinden, Orhan Kemal’in toplumsal derinliğine, Sait Faik’in hümanizmine uzanan bir gelenek var; bu gelenek hâlâ canlı. Günümüzde, Hece Öykü, Karabatak, Post Öykü, Mahalle Mektebi gibi dergilerde yayınlanan öyküler, çeşitliliği koruyor: Bazıları postmodern katmanlarla oynuyor bazıları kırsal Anadolu’yu anlatıyor bazıları ise bireysel krizleri. Ama evet, dijital platformlar bir ikilem oluşturuyor. Eserleri okurla buluşturmada harikalar ama dikkat dağınıklığı büyük sorun. Günümüz okuru, Instagram hikâyelerine, TikTok videolarına alışmış; uzun bir öyküyü okumak, bir lüks haline gelmiş. Aktif okur kitlesi azalmış, doğru; izleme ve dinleme mecraları hâkim. Bu durum aşılabilir mi? Kesinlikle evet ama sabır ve yaratıcılıkla. Edebiyatçılar, bugünün okuruyla buluşmak için hibrit yollar denemeli: Sesli kitaplar, podcast’ler, kısa öykü serileri sosyal medyada değerlendirilebilir. Bir öyküyü Twitter thread’ine dönüştürmek, ya da Instagram Reels’te görselleştirmek. Dergilerimiz, dijital arşivlerini güçlendirmeli; genç yazarlar, blog’larda başlayıp kitaplara uzanmalı. Ben, öğretmenlik yaparken öğrencilerime öykü okutuyorum; bu, geleceğin okurunu yetiştirmek için bir adım. Tüm bunlar aşılabilir mi? Aşılabilir, çünkü edebiyat vazgeçilmez. İnsan, hâlâ hikâyeye ihtiyaç duyuyor. Yeter ki yazarlar, okuru suçlamak yerine, ona ulaşmanın yollarını arasın. Buluşma düzlemi, empati ve yenilikte: Kısa, vurucu, ama derin öykülerle.

    Ben 90’lı yıllardan bu yana küçük öyküler yazardım. O zamanlar çok bilinmezdi bu tür öyküler. Dergiler bile çok yer vermek istemezdi küçük öykülere. Son yıllarda dergilerde sıkça rastlıyoruz bu tür öykülere. Ders kitaplarına müfredat olarak bile girdi küçürek öykü. Son öykü kitabım Koca Dünyaya Küçük Öyküler, büyük bir ilgi gördü. Okurla kurduğum temasta aldığım izlenim çok net; uzun öyküleri, yazıları okumaktan kaçınan, işleri başından aşkın çok yoğun (!) bir kitle var artık. Küçük öyküyü bir nefeste okuyor ve içini ferahlatıyor.


     Öykü dışında deneme ve şiir türlerinde de eserler veren bir yazar olarak, öykü yazarken şiirin yoğunluğu ve denemenin düşünsel derinliği öykülerinize nasıl yansıyor? Yani şiirin yoğunluğunu öykülerinize taşıyor musunuz?

    “Şiir hız veriyor, deneme derinlik katıyor. Öykü, ikisinin çocuğu gibi.”

    Öykü yazarken, şiirin yoğunluğu ve denemenin düşünsel derinliği, sanki iki kanat gibi beni taşıyor; onlarsız öykü yarım kalır bende. Şiir, bana imgelerin gücünü öğretti. Bir dizedeki ritim, öyküde bir sahnenin nabzını tutuyor. Dünya Telaşı şiirlerimdeki o telaşlı tempo, öykülerime sızıyor; bir karakterin iç monoloğu, şiirsel bir akışa bürünüyor. Yoğunluk derken, kelimelerin ekonomisini kastediyorum. Şiirde her kelime bir mücevher; öyküde de gereksiz betimlemeleri atıyorum, doğrudan kalbe iniyorum. Deneme ise düşünsel derinliği getiriyor. Deneme Çekimi, Şehirde Yeni Bir Rüzgâr gibi denemelerimde, edebiyatı sorgularken edindiğim katmanlar, öyküye felsefi bir boyut katıyor. Bir öyküde, sadece olay anlatmıyorum; altında bir soru var: “Bu insan neden böyle?” Denemenin serbestliği, öyküde karakterlerin özgürlüğüne yansıyor. Örneğin, Esmerliğime Bakma’da, şiirsel imgelerle deneysel sorgulamalar iç içe: Bir esmer tenin ardındaki toplumsal eleştiri. Bu yansımalar, öykümü zenginleştiriyor; şiir hız veriyor, deneme derinlik katıyor. Türler arasında bir köprü kuruyorum: Öykü, ikisinin çocuğu gibi.


     Yazarın yetiştiği coğrafya, şüphesiz yazdıkları üzerinde etkilidir. Bulunduğu coğrafyanın etnik desenleri ruhundan eserlerine yansır mutlaka. Coğrafya ile birlikte yazarın yaptığı işin, uğraşının da bir yerden sonra yazdıkları üzerinde etkili olduğunu düşünüyorum. Uzun yıllardır öğretmenlik yapıyorsunuz. Mesleğinizin yazarlık yaşamınıza etkileri nelerdir ve bu etkileri nasıl değerlendiriyorsunuz?

    Doğduğum coğrafya, Tokat’ın o bereketli toprakları, yazdıklarımın damarlarında akıyor. Erkilet köyünden Adapazarı’na, oradan Sivas’a uzanan yol, bana Anadolu’nun etnik desenlerini, kırsal sessizliğini aşıladı. Öykülerimde bir dere kenarı, bir taş ev, o coğrafyanın ruhu. Etnik çeşitlilik, memleket sevgisi olarak yansıyor; şiirlerimde “memleket denen cennet vatan” diye sesleniyorum. Öğretmenlik ise bambaşka bir etki: Yıllardır Tokat’ta, genç ruhlarla haşır neşirim; onların hayalleri, acıları, öykülerime ilham. Bir öğrencimin gözlerindeki merak, bir karakter doğuruyor; sınıf tartışmaları, denemelerime düşünce katıyor. Etkileri olumlu değerlendiriyorum. Öğretmenlik, empatiyi öğretiyor; yazarken daha insani oluyorum ama yorucu; sabah ders, akşam yazma arasında denge kurmak zor. Yine de mesleğim yazarlığımı besliyor. Çocuklar için yazdığım Çocuklar Çocukluğunu Bilsin şiirleri, onlardan doğdu. Coğrafya ve meslek, yazdıklarımı kök salmış kılıyor; kaçış değil, köklenme.


    Peki yazarken hiç hayatı kaçırdığınızı düşündünüz mü? Evet, yazmak soylu bir eylem fakat bir o kadar da yeni bir şeyler üretmek ciddi vakit ve zaman isteyen eylemlerden. Bu doğrultuda yazıya ayırdığınız vakti sorguladığınız oldu mu?

    Bunu hiçbir zaman sorgulamadım çünkü benim için yazmak hayatımın bir parçası. Ertelenecek, araya başka işler sıkıştırılacak bir zaman dilimi değil. Günlük rutinlerimin içinde yazmayı da kattığım için ben aslında yürürken, okula gittiğimde, derse girdiğimde, evde çocuklarla meşgulken de kafamda kuruyorum yazdıklarımı. Yaşadığım her şeye bir şiirin ya da öykünün parçası gibi bakıyorum. Aslında hepsinin merkezinde planlı yaşamak var. Hani son yılların moda bir tabiri var; kime sorsanız “: Çok yoğunum.” diyor. Bu kadar yoğunluğun sonunda ortaya ne çıktığına bakıyorsunuz, kocaman bir “hiç!” Ben kendimi, ailemi, işimi, Galatasaray’ı ihmal etmeden okumaya ve yazmaya devam ediyorum. Baharda gelen leylekleri selamlıyorum, yaz sıcağında serinlemek için mutlaka yaylalarda soluğu alıyorum, maçları takip ediyorum, bir güle selam veriyorum. Gazze için direnişini biliyorum. Tam tamıyla yaşamaya çalışıyorum.


    Gazze demişken aslında biraz da bu konu ile ilgili konuşmak isterim. Her ne kadar bu konuda sözlerin eylemler kadar değerli olmadığını bilsem de… Gazze’de yaşanan soykırımı nasıl değerlendiriyorsunuz?

    “Gazze’de yaşanan tam anlamıyla bir soykırım. Sözler yetmez ama susmak da ihanettir. Karınca misali, tarafımızı belli etmeliyiz.”

    Tam anlamıyla isabet buyurdunuz. Savaş falan gibi kelimelerle eğip bükmeye gerek yok, orada Gazze’de tam anlamıyla bir soykırım yaşanıyor. Hem de dünyanın gözü önünde. Bu 7 Ekim meselesi falan değil, yani yüzlerce yıllık bir mesele. Dünyanın sınır tanımayan soykırımcı zihniyeti gözünü şimdi Gazze’ye dikti tam anlamıyla, zaten orada hiçbir zaman huzur yoktu, şu anda orayı yok etmek için uğraşıyorlar. Üzülerek söylemeliyim ki tüm İslam ülkeleri de sınıfta kaldı. Kalmaya devam ediyor. Gönlümüz orada mı orada, oradakileri düşünüyor muyuz düşünüyoruz. Bu kadar. Bakın Birleşmiş Milletler yeni toplandı Amerika’da. Herkes bir şeyler söylüyor, sadece söylüyor, tam anlamıyla bir irade ortaya koyup da durdurun artık bu soykırımı diyemiyor kimse. Çünkü kanlı ellerin sahibi olanlar Zaten orada işin başında.

    Bize düşen nedir? Ben her zaman söylüyorum, karınca misali bizim yapabileceklerimiz. Yazarak, söyleyerek, imkanlarımız halinde destek olarak hiç olmazsa tarafımızı tam anlamıyla belli etmemiz gerekiyor. Bunu yapabilirsek ne mutlu bize. Bu yeterli mi, yeterli değil ama hiç olmazsa Rabbimiz ne yaptın dediği zaman belki bunları şahit olarak gösterebiliriz.


     Kesinlikle bu konuda herkes elini korkmadan taşın altına uzatabilmeli. Biraz da dergilerden konuşmak istiyorum müsaadeniz olursa. Edebiyat dergileri yazmaya yeni başlayanlar için bir atölye niteliğinde. Sizce günümüz edebiyat dergileri, genç yazarlar üzerinde etkili olabiliyorlar mı ve edebiyat dergilerinin genç yazarlar için işlevini nasıl değerlendiriyorsunuz?

    Edebiyat dergileri, yeni başlayanlar için gerçek bir atölye; ben de öyle gördüm kendimi. Lise yıllarında Bizim Dergâh’ta şiirlerim çıkınca, edebiyatın kapısını araladım. Günümüzde de etkili olabiliyorlar; Hece, Karabatak, Yediiklim gibi dergiler, genç yazarlara yol gösteriyor. İşlevleri hâlâ canlı: Eleştiri, dosya konuları, atölye tadında yazılarla gelişim sağlıyor ama dijital çağda, erişim sorunu var; gençler, dergileri bulmalı, takip etmeli. Ben, her yeni dergiyi umut ışığı görüyorum; onlar, edebiyatı diri tutuyor. Etkili, yeter ki gençler okusun ve yazsın.


     Edebiyat dergilerinin yanı sıra yerel edebiyat dergileri de bulunduğumuz dijital çağa rağmen hız kesmeden devam ediyor. Sizce yerel dergiler, edebiyat dünyasında nasıl bir boşluğu dolduruyor? Bu işi profesyonel olarak yaptığını düşündüğünüz dergiler var mı?

    Yerel edebiyat dergileri, dijital çağda bile vazgeçilmez çünkü boşluğu, o yerel sesi, mahalle edebiyatını dolduruyor. Ulusal dergiler geniş bakarken, yerel olanlar kökleri suluyor: Tokat’ta Polemik’i çıkarmıştım, Sivas’ta Martı’yla başladık; daha sonra yeni dergiler takip etti bunları.  Dergiler her zaman dijitalin hızına rağmen, basılı halleriyle samimiyet taşıyorlar.

    Aslında günümüzde bir yerellikten bahsetmek de çok mümkün değil. Türkiye’nin hangi noktası olursa olsun herkes kendini merkez gibi görüyor. Dijital çağ tüm sınırları aradan kaldırdı. Hatta şuna da çok şahit olmuşluğum vardır, Anadolu’nun bir ilçesinde, kasabasında çıkan dergiler dahi yerel demiyorlar kendilerine, denmesini de istemiyorlar. Yazar kadrosuna bakıyorsunuz, merkez dergideki birçok isim o dergilerde de yazıyor. Yani günümüz şartları düşünüldüğünde derginin çıktığı yer o dergiyi yerel yapmıyor artık. Dünya avcumuzun içinde.


     Son olarak, biraz klişe farkındayım ama gerçekten merak ettiğim için soruyorum. Yazmak, aslında kaçış mı yoksa kaçtıklarımızdan bir sığınak mı ya da hiç biri uzandığınız hayali tutma isteği mi? Yani yazmak sizin için tam olarak neyi ifade ediyor? Farkındayım sorunun kesinlikle tek bir cevabı yok ama sizi yazmaya çeken asıl sebebi biraz özetler misiniz?

    Klişe değil, tam tersine, her yazarın dönüp dolaşıp sorduğu soru bu. Yazmak, benim için hepsinden biraz: Kaçış, sığınak ve hayali tutma isteği. Ama asıl, bir ses bırakma, mazlumlara kulak olma hali. İçimi dökmek, ruhumu yenilemek; yazmasam, aylak bir gezgin olurum. Tokat’ta bir ırmak kenarında, sabahın duru vaktinde kalemi elime aldığımda, o anın huzuru yanı başıma geliyor. Beni çeken, içindeki karmaşayı dışa vurmak; bir kalbe ses olmak. Tek cevap yok, ama özetle: Yazmak, varoluşumun ritmi; vazgeçemeyeceğim bir dua.


    Bu çok kıymetli söyleşi için teşekkür ederim.

    Ben de teşekkür ederim.

    Devamını Oku

    Vural Kaya: “Şair, hız çağında da derinliğin izini sürmeli”

    Vural Kaya: “Şair, hız çağında da derinliğin izini sürmeli”
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Edebiyatın büyüsü çoğu zaman kelimelerin içinde gizlidir. Ama bazen de o kelimeleri yazan kişinin benliği, kelimelerin önüne geçer. Vural Kaya ismi de şiirleriyle sadece edebiyat dünyasına değil, okurunun kalbine dokunan, çağımızın önemli şairlerinden biri.

    Modern edebiyatımızın özgün seslerinden olan ve şiirleriyle geniş bir okur kitlesine ulaşan değerli şair Vural Kaya ile edebiyatın bugünü üzerine söyleştik. Vural Kaya ismi çoğu kez şiirle anılsa da aslında edebiyatın hemen her türüne hâkim ender aydınlarımızdandır. Çalışmaları ve üretkenliği ile uzun yıllardır Türk edebiyatına emek veren ustalardan biridir.

    Kendisi edebiyata sadece yazarak değil, yazar yetiştirerek de katkı sağlayan bir rehberdir aynı zamanda. Bugün yetiştirdiği pek çok yazar, edebiyat dergilerinde kendine özgü bir yer edinmiştir. Hepsinin yazarlık serüvenine önemli izler bırakan Vural Kaya, benim de öykü yazmayı öğrendiğim; hatta sadece yazmayı değil, kalemi tutmayı da öğrendiğim hocamdır.

    Bugün de sizler için Vural Kaya ile edebiyat üzerine söyleştik.

    Keyifli okumalar.


    “Okur artık rüzgârın önündeki yaprak gibi”

    Kıymetli hocam, öncelikle bizi kırmayıp röportaj yapmayı kabul ettiğiniz için teşekkür ederim.

    Edebiyatın hemen türüne ilgisi olan ve katkı sağlayan bir aydınımız olarak bugünün okurunu nasıl görüyorsunuz? Tanzimatçılar, edebiyata giren yeni türü okur ile tanıştırmak için var güçleri ile çabaladılar. Büyük oranda da başarılı oldular. Günümüz edebiyatına baktığımızda ise dijital bir dünya ile karşı karşıyayız. Okumak istemeyen bir okur ve onlara sesli kitap dahi sunan yazarlar. Sosyal medyada dahi ilgisini en fazla on saniye ayıran beğenmediğinde hemen alt videoya yönelen bir okur kitlesi ve ilgilerini kitaplara çekmek için, kitapların çarpıcı cümlelerini ilgi çekici bir şekilde hazırlayan içerik uzmanları. Bu bağlamda Tanzimat dönemi edebiyatçıları ile bugünün yazarları arasında nasıl bir bağ kuruyorsunuz?

    Teşekkür ederim, bu güzel soruya cevap vermek benim için de farklı bir güzellik. Edebiyat, her zaman bir çağın aynasıdır; hem yazanın hem de okurun ruhunu, zamanın ruhuyla buluşturur. Tanzimatçılarla bugünün yazarları arasında bir köprü kurmak, aslında edebiyatın değişmez özünü ve değişen biçimlerini anlamakla mümkün.
    Bugünün okurunu, bir şairin gözünden, rüzgârın önündeki yaprak gibi görüyorum: Hızlı, uçucu, bir an dalında durup hemen savrulan. Dijital çağ, okurun dikkatini on saniyelik videolara, bir tweet’lik cümlelere hapsetti. Ama bu, okurun ruhsuz ya da edebiyattan kopuk olduğu anlamına gelmez. Sadece, okurun kalbine ulaşmak için yeni yollar bulmak gerekiyor. Okur okudukça zehirlenen, acelecilikten aklını yitiren biri olarak kitaba muhatap olmamalı. Tanzimatçılar da benzer bir mücadele verdi. Onlar, Karagöz-Hacivat gölgelerinden tiyatroya, divan şiirinin ağır dilinden gazetenin yalın üslubuna geçiş yaptı. Şinasi’nin Şair Evlenmesi’nde görücü usulü evliliğin eleştirisini mizahla sunması, Namık Kemal’in Vatan Yahut Silistre’de vatan sevgisini tiyatro sahnesine taşıması, hep o dönemin okurunu yakalamak için atılmış cesur adımlardı. Onlar, okuru dönüştürmek için önce onun diline, ruhuna inmek gerektiğini biliyordu.
    Bugün de yazarlar, sesli kitaplarla, sosyal medyada çarpıcı alıntılarla, hatta bazen bir Instagram hikâyesiyle okurun kalbine dokunmaya çalışıyor. Bu, Tanzimatçıların gazete çıkarma, halka hitap eden yeni türler deneme çabasına ne kadar benziyor! Fark şu: Tanzimatçılar, okuryazar bir toplum yaratmak için kalemiyle savaşırken, bugünün yazarları dikkat dağınıklığıyla mücadele ediyor. Dijital dünya, bir yanıyla bir nimet: Edebiyatı her yere taşıyabiliyorsun. Bir şiir, bir öykü, bir cümleniz, bir anda milyonlara ulaşabilir. Ama diğer yanıyla, bu hız çağında okurun sabrını kazanmak zor. Tanzimatçılar, okuru yeni bir edebiyat anlayışına ikna etmek için didiniyordu; bugünün yazarları ise okuru ekranlardan, algoritmalardan çekip kitaba, derin düşünceye yönlendirmek için çabalıyor. Ayrıca bugünün yazarı moda olan neyse ona uymak konusunda da kendisinde bir mahcubiyet bile hissettiği oluyor. Ayak uydurmanın yollarını aramakla gerçek sanattan kopabiliyor ne yazık ki.
    Bağ şu: Her iki dönemde de yazar, okurun ruhuna bir tohum ekmek istiyor. Tanzimatçılar, hürriyet, adalet, vatan gibi kavramlarla okuru uyandırdı; bugünün yazarları ise bireyin iç dünyasına, yalnızlığına, kaotik dünyadaki anlam arayışına sesleniyor. Mesela, benim şiirlerimde çocukluk, masumiyet, doğayla bağ kurma temaları var; çünkü dijital çağın hızına karşı, insanın özüne dönmesi gerektiğini düşünüyorum. Tanzimatçılar gibi, biz de yeni araçlar kullanıyoruz: Onlar gazete ve tiyatroyla, biz podcast’ler, e-kitaplar ve sosyal medya ile. Ama öz aynı: Okuru, bir an için bile olsa, durdurup düşündürmek, hissettirmek.
    Tanzimatçıların kaleminde bir dava vardı; bugünün yazarlarında da bir arayış var. Onlar, toplumu değiştirmek için yazdı; biz, bireye yeniden kendini hatırlatmak için yazıyoruz. Dijital dünyanın okuru tembel ya da ilgisiz değil, sadece başka bir dil konuşuyor. Yazar olarak bizim işimiz, o dili öğrenip, o dille kalbe hitap etmek. Belki bir gün, bir çocuğun elinde meşaleyle sokağımdan geçtiğini düşlediğim gibi, bir okurun da bir kitabın satırlarında kendini bulduğunu görmek, en büyük hayalim.


    Şair, çağının tanığıdır; sesi kaybolduğunda şiir de kaybolur.

    Şair artık yalnızca şiir yazan değil aynı zamanda bir edebiyat eleştirmeni, çoğu zaman yaşananlara bir tanık bazen de dijital dünyanın içinde bir ‘duruş biçimi’ne sahip kişilik olarak karşımızda. Bugünün şairinden beklenti tam olarak nedir ve şairin kendisinden beklentisi nedir?

    Bugünün dünyası, hızın ve yüzeyselliğin egemen olduğu bir arena. Dijital platformlar, sosyal medya, X gibi mecralar, sözün hem yayıldığı hem de kaybolduğu birer labirent. Toplum, şairden bu kaotik ortamda şiir üretmesini bekliyor mu? Şairin şiirden muradı ne? Farklı sorular da ilave edebiliriz buraya. Yani ki şiir modern dönemde nasıl bir yerde konumlandırmalı kendisini, bunun açıklamasını yapmak güç. Dijital dünyada şiirin yaygınlığı bağlamında bu ortamın şiire katkısı da zararı da olmuş olabilir. Uzun uzadıya tartışmak gerek bunu. Bütün olumsuz gelişmelere rağmen gündelik hayatın karmaşasını, savaşların gölgesini, iklim krizinin çığlığını, aşkın hala bir yerlerde nefes aldığını yansıtmasını isteme hakkına sahibiz şairden. Yok edilen insanlığa derinlikli itirazın yine şiirden, şairin ürettiği metinlerden gelmesini beklemeye de hakkımız var. Ama yetmez; şairden bir fener olması da isteniyor. O, karanlıkta yol gösterecek, umudu veya öfkeyi dizelere gömecek, insanı kendine hatırlatacak bir ses olmalı.
    Şairin kendisinden beklentisi, bu ikiliği aşmak. Hem çağın tanığı olmak hem kendi içindeki o eski, o yalnız, o kırılgan sesi korumak. Dijital dünyada bir duruş, belki de budur: Hem kalabalıkta konuşmak hem yalnızken susmak.


    Şiir, gelenekten beslenip yenilikle filizlenmeli

    Gelenek ile yenilik arasında şiir nasıl bir geçiş hattı kurmalı sizce? Yani klasik biçimler ve modern deneyler arasında şiirin kaybettiği ya da kazandığı şeyler nelerdir?

    Gelenek ile yenilik arasında şiir, bir köprü değil de sanki bir nehir gibi akmalı bence. Nehrin yatağı gelenek; yüzyılların birikimi, divanların, destanların, halk türkülerinin o köklü, sağlam zemini. Ama su, yani şiirin ruhu daima yenilikle filizlenir ve kendi varlığını muhkemleştirir. Çağın sesini, kokusunu, acısını taşır. Bu akışta şiir, ne sadece geçmişin sesini birebir bugüne taşımalı ne de tamamen bugünün deneysel bir oyuncağı halinde ilerlemeli. İkisini de kucaklamalı ama kendine has bir tınıyla. Yenileşirken geleneğin imbiğinden damıtılan bir modernlik ortaya konulmalı, diye düşünüyorum.

    Klasik biçimler, mesela bir gazel ya da rubai, şiire bir disiplin, bir ritim, bir ahenk kazandırır. Aruzun o matematiksel musikisi ya da hecenin halkın nabzındaki yankısı, şaire bir zemin sunar. Bu zemin, bazen bir sığınak, bazen bir meydan okuma. Ama modern deneyler, o zemini kırıp yeniden inşa eder. Modern şiir, imge oyunları, hatta görsel şiirler, şairin sınırlarını zorlar; ona, çağın kaosunu, karmaşasını, ya da sessizliğini söyleme özgürlüğü verir.

    Klasik biçimlerde şiir, bazen fazla cilalı, fazla “mükemmel” olabilir; bu, samimiyetten bir şey çalabilir. Ama o biçimlerin kazandırdığı bir şey var: Zamanı aşan bir zarafet, bir kalıcılık. Modern deneyler ise risk alır; bazen dağınık, bazen anlaşılmaz bulunabilir, ama bu risk, şiiri bugüne bağlar, onu canlı tutar. Mesela, Cemal Süreya’nın “Üvercinka”sı, hem geleneksel aşk şiirinin izlerini taşır hem de modern bir cesaretle o izleri kırar. Şiiri yeniden ve yenileştirerek söylemenin kurallarını tekrar oluşturur. İşte bu, şiirin kaybetmeden kazanması. Yok etmeden, eskinin varlığından varlığı tekrar yenileştirerek söylenmesi anlamına gelmez mi?

    Bence şiir, gelenekle yenilik arasında bir geçiş hattı kurarken ne sadece maziye yaslanmalı ne de sadece bugünün peşine düşmeli. Gelenekten aldığı o köklü sesi, yeniliğin cesaretiyle harmanlamalı. Ancak böyle bir şiir hem çağın nabzını tutar hem de çağları aşar. Şiir dediğin hem dedelerimizin türküsünü söylemeli hem de bizim çocuklarımızın düşlerini.


    Şiir, hız çağında da yoğunluk sanatıdır

    Günümüz şiiri, hız ve gösteri çağında nasıl bir alan açabilir kendine? Hocam, şiir hâlâ bir ‘yoğunluk sanatı’ olabilir mi yoksa artık fragmanlar ve anlık parlamalar üzerinden mi varlık buluyor?

    Günümüzün hız ve gösteri çağında şiir, sanki bir fırtınanın ortasında sakin bir nefes almaya çalışan bir yolcu gibi. Etrafında sosyal medyanın anlık parıltıları, görsel şölenler, biteviye akan bildirimler var. Ama şiir, bu curcunada kendine bir alan açabilir; çünkü şiir, özünde bir direniş sanatı. Hız çağında her şey anlık tüketim peşindeyken, şiir hâlâ durup düşünmeye, hissetmeye, derinleşmeye çağırıyor.
    Şiir, evet, hâlâ bir yoğunluk sanatı olabilir. Bir dize, bir imge, bir kelime bile koca bir dünyayı barındırabilir. Mesela, bir Attilâ İlhan dizesi, “ben sana mecburum,” hâlâ bir anlık parlama değil, bir ömürlük yoğunluk taşır. Ama bu çağ, şiiri de etkiliyor. Sosyal medyada paylaşılan kısa, çarpıcı dizeler, fragmanlar gibi. Bu fragmanlar, bazen bir anlık dikkat çekiyor, bazen de kaybolup gidiyor. İşte burada şiirin sınavı başlıyor: O anlık parlamalar, derin bir tınıya dönüşebilecek mi? Yoksa sadece bir “like” alıp unutulacak mı?


    Genç yazar için sabır, eleştiriden daha öğreticidir.

    Kıymetli hocam biraz da üzerine ciddi emekler vererek yetiştirip Türk Edebiyatına kazandırdığınız yazarlardan bahsetmek istiyorum müsaadeniz olursa. Ki bunlardan biri de benim. Türü ne olursa olsun yazının her türüne verdiğiniz öneme, yazım sürecinden yayınlanmasına kadar ki tüm aşamalardaki titizliğinize bizzat şahit olarak affınıza sığınarak sizden yazmayı, kalemi tutmayı ve kalemi yönlendirmeyi öğrenenlerdenim. Bundan dolayı rahatlıkla ifade edebilirim ki en azından benim için öyle yazının -türü ne olursa olsun- konusundan ziyade anlatım biçimine önem verdiniz. Hatta çoğu zaman “Sadece yaz, edebiyat kaygısını hatta kendini bile bir kenara bırak ve yaz. Sen burada sadece olayı anlatan bir anlatıcısın ve yapman gereken en önemli şey karakterin ruhuna bürünerek onun gibi düşünmek, onun gibi hareket etmek. Önemli olan olaylara senin nasıl tepki verdiğin değil oluşturduğun karakterin verdiği tepkidir. Eğer bunu yakalarsan öyküyü de yazmış olursun”. derdiniz. Bu yaklaşımınız her zaman öykü yazımındaki temel ilkem oldu. Bu bakış açısıyla sizce anlatıcıyla karakter arasındaki bu mesafe yazının başarısını nasıl etkiler?

    Evet, senin de dediğin gibi, yazının türü ne olursa olsun, ben hep anlatım biçimine vurgu yaptım. Çünkü yazmak, sadece bir hikâyeyi kâğıda dökmek değil; bir ruhu, bir dünyayı, bir karakteri ete kemiğe büründürmek. Ve işte tam da bu noktada, anlatıcı ile karakter arasındaki mesafe devreye giriyor. Bu mesafe, yazının başarısını belirleyen en kritik unsurlardan biri.

    Bana kalırsa, anlatıcı ile karakter arasındaki mesafe, bir nevi yazarın kendi gölgesini hikâyeden çekip alması demek. Yazar, kendini merkeze koyarsa, hikâye onun kişisel tepkileriyle, önyargılarıyla, duygularıyla gölgelenir. Ama “Sadece yaz, kendini bir kenara bırak,” derken kastettiğim, yazarın bir ayna gibi olması: Karakterin ruhunu, düşüncelerini, tepkilerini yansıtmalı, ama kendi benliğini araya katmamalı. Mesela, senin öykülerinde bunu nasıl başardığını hatırlıyorum; bir karakter yaratırken onun ruhuna bürünüyordun, sanki sen değil, o konuşuyordu. Bu, okuyucunun hikâyeye inanmasını, onunla bağ kurmasını sağlıyor.

    Peki, bu mesafe nasıl etkiler yazının başarısını?

    Eğer anlatıcı, karaktere fazla yakınsa, hikâye yazarın kendi sesine boğulabilir; kişisel bir günlük gibi olur, evrenselliğini yitirir. Ama fazla uzaksa, bu kez hikâye soğuk, ruhsuz kalabilir. İdeal mesafe, yazarın karakterin iç dünyasına girebildiği, ama aynı zamanda bir adım geride durup onun hikâyesini nesnel bir gözle aktarabildiği bir denge. Bu dengeyi yakaladığında, öykü sadece bir olaylar zinciri olmaktan çıkar; bir ruhun, bir hayatın yansıması olur. Okuyucu, karakterin tepkilerini, onun gözünden dünyayı görür ve bu, hikâyeyi unutulmaz kılar.


    Öğretmek, kalemin de dönüşümüdür

    Bir metnin yazım sürecinden yayımlanmasına kadar her aşamasında gösterdiğiniz titizlik, genç yazarlarımız için bir okul niteliğinde. Bugünün edebiyat ortamında sizce genç bir yazar en çok neye ihtiyaç duyuyor: Bir ses bulmaya mı, bir eleştiri duymaya mı yoksa sadece yazarlık serüveni boyunca ona eşlik edecek sabırlı birine mi?

    Genç bir yazarın edebiyat yolculuğunda neye ihtiyaç duyduğu sorusu, sanki bir bahçeye tohum ekerken hangi toprağın, hangi suyun, hangi güneşin gerektiğini sormak gibi. Bugünün edebiyat ortamında, hızın ve gösterinin gölgesinde, genç yazarlar için her şeyden önce bir ses bulmak hayati bir şey. Ama bu ses, sadece kendi içlerinden yükselen, özgün ve sahici bir tını olmalı. Yazarlık, önce o tınıyı keşfetmekle başlar; çünkü bir yazar, kendi sesini bulmadan ne yazarsa yazsın, bir yankıdan ibaret kalır. Mesela, senin öykülerinde o sesi nasıl bulduğunu hatırlıyorum: Sabırla, emekle, kendi ruhunun derinliklerine inerek.

    Peki, sadece ses bulmak yeter mi?

    Hayır. Genç yazar, yazdıklarını bir aynaya tutacak eleştiriye de muhtaç. Ama bu eleştiri, yıkıcı değil, yol gösterici olmalı. Bir metnin nerede tökezlediğini, nerede parladığını gösteren bir eleştiri, yazarı hem cesaretlendirir hem de geliştirir. Ben öğrencilerime metinlerini okurken hep şunu söyledim: “Bu dize, bu cümle, senin ruhundan bir parça; ama şimdi onu cilalamak, keskinleştirmek gerek.” Eleştiri, yazarın kendi sesini daha berrak hale getirmesine yardım eder. Senin de bildiğin gibi , bir metni didik didik ederken bile o yazarın hayalini kırmamaya özen gösterdim.

    Ama belki de hepsinden önemlisi, genç yazarın yanında sabırlı bir yol arkadaşı olması. Yazmak, yalnız bir yolculuk; bazen bir cümle için saatler, bir hikâye için aylar harcanır. İşte bu yolda, yazarı dinleyen, ona inanan, düştüğünde el uzatan biri varsa, o yazar pes etmez. Sabırlı bir yol arkadaşı, bazen bir hoca, bazen bir dost, bazen bir editör olur. Benim öğrencilerimle, mesela seninle geçirdiğimiz o uzun yazım süreçlerinde, en çok yapmaya çalıştığım şey buydu: Sana inanmak, seni dinlemek, yazarken omzunda bir el gibi olmak. Bugünün edebiyat ortamında, genç yazarlar bu üçüne de ihtiyaç duyuyor: Kendi seslerini bulmaya, yapıcı bir eleştiriyle bilenmeye ve sabırlı bir yol arkadaşıyla güçlenmeye. Ama eğer birini seçmek zorundaysam, ben sabırlı bir yol arkadaşını seçerim. Çünkü o sabır, hem sesi bulmayı hem eleştiriyi hazmetmeyi mümkün kılar. Bir yazar, yazdıkça büyür; ama yanında ona “Yaz, devam et, bu yolda yalnız değilsin,” diyen biri varsa, o büyüme bir ömre yayılır. Senin gibi yazarlarla bu yolculuk, benim için de bir okul oldu; öğretirken öğrendim, yazarken büyüdüm.


    Açık bir dille ifade edebilirim ki siz olmasaydınız o dili ve sesi bulamazdım. Belki yine yazardım fakat yazdıklarım kendime bile uzak olurdu. Ve her şeyden önemlisi biraz önce bahsettiğiniz gibi yazmayı öğreten hocanın sabrı ve yazarın heyecanını kırmadan motive ederek ona dokunması. Bize yaptığınız en kıymetli dokunuşlardan biri de buydu hocam. Kırmadan ve incitmeden öğretmeniz. Yazdığımız her kelimenin en küçük bir hecenin dahi ruhumuzdan süzülerek bir anlama büründüğünü ve benliğimizin bir parçası olduğunu göstermeniz. Hocam, çoğu yazar adayının bireysel seslerini bulmalarına alan açan bir yazı rehberisiniz. En çok merak ettiğim sorulardan biri de bu süreçte, yazmayı ve yazıyı -öykü ve şiir ayırt etmeksizin- öğreten bir rehber olarak hiç kendi poetikanızın da dönüştüğüne tanık oldunuz mu? Yani öğretmek sizin kaleminizi nasıl şekillendirdi?

    Ben iddialı bir yol gösterici değilim. Hatta yolumu kaybettiğimde kendime de bazen yol gösterici, rehber arayan bir yanım var hâlâ. Elimden geldiği kadar ilgilenmeye çalıştığım gençler oldu elbette. Öğretirken, yazar adayının –senin gibi– o ilk cümlelerini, o tökezleyen dizelerini gördükçe, kendi yazım sürecimi sorgulamaya başladım. Mesela, bir öyküde karakterin ruhuna bürünmeyi öğretirken, kendi hikâyelerimde daha fazla empati aradım. “Kendini bir kenara bırak,” derken, kendi metinlerimde de o mesafeyi test ettim. Şiirde ise, gençlerin özgür imgelerine tanık oldukça, onların konuşan özne olarak şiirde seslerini bulmaya başlamaları beni gönendirdi her zaman.


    Şiir, duyarlığın ötesinde bir düşünme biçimidir.

    Hocam sohbetimizi tekrar şiire çevirirsek, şiir sizce artık bir estetik biçim olmaktan ziyade, düşünsel bir organizmaya mı dönüşüyor? Yani günümüz şiiri artık duyarlık aktarmaktan çok bir düşünme biçimi ile birlikte sorgulama dili mi öneriyor?

    Şiir, evet, hâlâ bir estetik biçim; o imgelerin dansı, kelimelerin musikisi, bir tablonun renkleri gibi. Ama günümüzde, şiir estetik olmaktan öte, bir düşünsel organizmaya dönüşüyor bence. Artık sadece duygu aktaran bir araç değil; bir sorgulama dili, bir düşünme biçimi öneriyor. Çağın karmaşasında, şiir bize “Neden?” diye sorduruyor, “Nasıl?” diye düşündürüyor.

    Eskiden şiir, daha çok bir duyarlık aktarırdı; bir aşkın titreyişi, bir doğanın fısıltısı, bireysel bir iç döküş. Ama bugünün şiiri, toplumsal yaraları, varoluşsal krizleri, hatta dilin sınırlarını sorguluyor.

    Bu dönüşüm, şiiri zenginleştiriyor; onu daha dinamik, daha katılımcı kılıyor. Okuyucu, şiiri sadece hissetmiyor, onunla tartışıyor, sorguluyor. Ama estetik biçimden vazgeçmiyor; aksine, o estetik, düşünsel organizmayı besliyor. Bir dize, hem güzel olmalı hem düşündürmeli. Günümüz şiiri, duyarlıktan düşünmeye evriliyor; bir ayna değil, bir teleskop gibi: Bizi kendimize ve dünyaya yaklaştırıyor. Bu sorgulama dili, şiiri kurtarıyor; onu hız çağında bile kalıcı kılıyor.


    Şiir, anlamın sınırlarını zorlayan bir gerilimdir

    Son olarak şiir yazmak sizce bir anlam üretme pratiği mi anlamın sınırlarını zorlayan bir gerilim mi?

    Şiir hem aklın hem kalbin iplerini elinde tutar kanımca. Şiir, insanlığın en kadim ifade biçimlerinden biri; ne sadece bir anlam üretme pratiği ne de yalnızca anlamın sınırlarını zorlayan bir gerilim. Aslında, bu ikisinin dans ettiği, bazen uyumlu bazen de kaotik bir sahnedir şiir. Bu sahneyi biraz açalım.

    Şiir, en temelde bir dil sanatı. Kelimeleri, imgeleri, ritimleri ve sesleri bir araya getirerek yeni anlamlar inşa eder. Şair, dünyayı, duyguları, düşünceleri ya da bir anı yakalayıp, bunları dilin sihirli bir filtresinden geçirir. Bu süreç, bir bakıma anlam üretmektir çünkü şair, kaotik ya da dağınık olanı (bir duygu, bir manzara, bir fikir) alır ve onu damıtarak, yeniden şekillendirerek bir forma sokar. Mesela, bir ağacın rüzgârda sallanışını anlatırken, o sallanışta yalnızlığı, umudu ya da geçiciliği bulur ve bunu okuyucuya sunar. Bu, bir tür yaratıcı simyadır; şair, ham duygu ve düşünceleri işleyerek onlara evrensel ya da kişisel bir anlam katar.

    Örneğin, Yahya Kemal’in “Sessiz Gemi”sinde ölüm, bir geminin sakin sakin limandan ayrılışıyla anlatılır. Bu imge, hem ölümün kaçınılmazlığını hem de onun dingin bir kabullenişini taşır. Şair burada, soyut bir kavramı (ölüm) somut bir imgeyle (gemi) anlamlandırır. İşte bu, şiirin anlam üretme pratiği olarak işlevidir: Var olanı yeniden yorumlayarak, okuyucunun zihninde yeni kapılar açar.

    Bu anlamda, şiir yazmak bir inşa sürecidir. Şair, dilin malzemelerini kullanarak bir yapı kurar. Bu yapı bazen bir hikâye anlatır, bazen bir duyguyu kristalleştirir, bazen de bir fikri aydınlatır. Ama her zaman, okuyucunun ya da dinleyicinin dünyasında bir anlam kıvılcımı çakar. Bu, şiirin düzenleyici, toparlayıcı tarafıdır; kaosu anlamlı bir forma dönüştürür.

    Ama iş burada bitmez. Şiir, sadece anlam üretmekle yetinseydi, belki de bir deneme ya da felsefi bir metinle aynı kefeye konurdu. Oysa şiir, aynı zamanda anlamın sınırlarını zorlayan, hatta bazen o sınırları paramparça eden bir gerilimdir. Dil, ne kadar güçlü olursa olsun, insan deneyiminin tamamını kuşatamaz. Aşkın, acının, varoluşun ya da bir sonbahar yaprağının düşüşünün tam anlamını ifade etmek mümkün mü? İşte şiir, bu imkânsızlığın farkında olarak, dilin sınırlarını esnetmeye çalışır.

    Şair, kelimelerin ötesine ulaşmak için metaforlar, imgeler, ritimler ve sessizlikler kullanır. Bazen bir kelimeyi alışılmadık bir bağlamda yerleştirir, bazen de dilin kurallarını büker. Mesela, Turgut Uyar’ın “Göğe Bakma Durağı”nda, “İkimiz birden sevinebiliriz göğe bakalım” dizesi, basit gibi görünür ama içinde hem bir paylaşım hem bir yalnızlık hem de varoluşsal bir çağrı barındırır. Bu, anlamın net bir çerçevede sunulmasından çok, okuyucuyu o anlamın sınırlarında dolaştırmaktır. Şair, “anlam”ı sabitlemek yerine, onu çoğaltır, muğlaklaştırır, hatta bazen kasten yarım bırakır. Bu, şiirin gerilimidir: ne tam olarak söylenir ne de tamamen susulur.

    Bu gerilim, şiirin avangard ya da deneysel biçimlerinde daha da belirginleşir. Dadacılık, sürrealizm ya da İkinci Yeni gibi akımlar, anlamı kırmayı, parçalamayı ve yeniden inşa etmeyi dener. Örneğin, İsmet Özel her dönemin gençlerini etkileyen şiirlerini düşünelim: Şiirlerinde bazen anlam, kelimelerin sesinde ya da dizelerin ritminde saklanır; okuyucu, bir anlam avcısına dönüşür. Onun şiirlerini döne döne okur ve yeniden okuma ihtiyacı hisseder. Anlamla, imgeyle, seslenişle, imajla yeniden karşılaşmak ister. Çünkü okur çarpılmıştır. Bu, şiirin anlamın sınırlarını zorlayan yönüdür. Dilin alışıldık yollarını terk ederek, bilinmeyene, söylenemeyene doğru bir yolculuk başlatır.

    Peki, şiir hangisi? Anlam üreten bir pratik mi, yoksa anlamın sınırlarını zorlayan bir gerilim mi? Bence, şiir bu ikisinin dansı. Biri olmadan diğeri eksik kalır. Anlam üretme pratiği, şiire bir zemin, bir yön verir; şairin söylemek istediği bir şey vardır, bir duyguyu, bir fikri ya da bir manzarayı paylaşmak ister. Ama bu anlamı üretirken, dilin sınırlarıyla karşılaşır ve işte o zaman gerilim devreye girer. Bu gerilim, şiiri sıradan bir anlatıdan ayırır; onu bir deneyime, bir gizeme dönüştürür.

    Mesela, Sezai Karakoç’un “Monna Rosa”sında hem bir aşk hikâyesi anlatılır (anlam üretimi) hem de o aşk, mitolojik, dinsel ve sembolik imgelerle öyle bir boyuta taşınır ki, okuyucu artık sadece bir aşk hikâyesi değil, insan ruhunun derinliklerinde bir arayış okur (anlamın sınırlarının zorlanması). Şiir, bu ikisini aynı anda yapar: bir yandan anlamı inşa eder, bir yandan da o anlamı sürekli sorgular, genişletir, bazen de dağıtır.

    Şiir, hem bir inşa hem bir isyan. Şair, hem bir mimar hem bir asi. Bu yüzden şiir, ne sadece anlam üretir ne de sadece sınırları zorlar; o, bu ikisini bir araya getirerek, insan ruhunun en derin odağında yankılanır. Büyüleyicidir neticede şiir. Büyüleyici olmasa biz ona neden şiir diyelim?


    Bu çok kıymetli röportaj için teşekkür ederim.
    Ben de teşekkür ederim.

    Devamını Oku

    Modern Çağda Şiir Ölüyor Mu? Kenan Kara’dan Çarpıcı İtiraflar

    Modern Çağda Şiir Ölüyor Mu? Kenan Kara’dan Çarpıcı İtiraflar
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Şiir, belki de insanın kalbine dokunan en eski dillerden biri. Duygunun en saf hâli. Bazen sadece bir kelime, bazen sadece bir mısra insana yarasını hatırlatır. Ya da farklı bir dokunuşla yarasına merhem olur. Nasıl oluyor da tek bir kelime ya da tek bir mısra insanın ruhunu allak bullak edebiliyor, hâlâ çözülememiş olsa da bilinen ve kesin olan bir şey var ki şiir her çağda ruha süzülmeyi bilen tılsımlı kelimeler kümesi. Suskunluğun kelimelere dökülmüş o ince hâli. Günümüzde de hızla değişen yaşamın içinde şiir, bence hâlâ bir sığınak… Bir nefes ve anlam arayışı olarak karşımızda duruyor. Bu röportajda da şiirin insan ruhuyla kurduğu bu derin bağın izini sürdük. Şiirleriyle tanınan şair Kenan Kara ile şiir üzerine oldukça keyifli bir röportaj gerçekleştirdik.

    Keyifli okumalar.

    Biraz klişe olacak ama şiirle ilk kurduğunuz temas nasıldı? Bize şairlik yolculuğunuzun nasıl başladığını, size o ilk dizeyi yazdıran sebebi anlatır mısınız?

    Öncelikle bu söyleşi için zaman ayırdığınız için teşekkür ediyorum.

    Şiirle tanışma hikâyem lise yıllarımın başlangıcına kadar dayanıyor. Mahalleden çocukluk arkadaşım Recep Bilgehan şiirle ilgilenirdi. Bir gün bizi okulunda icra edilecek olan ve kendisinin de görev aldığı bir şiir dinletisine davet etti. O kadar kişinin önüne çıkıp bir şiir okumak kolay değildi. Arkadaşımı cesaretinden dolayı kıskanmıştım. Recep çıktı ve hâlâ bazı dizeleri aklımda kalan bir Cahit Külebi şiiri okudu:

    Senin dudakların pembe,
    Ellerin beyaz,
    Al tut ellerimi bebek,
    Tut biraz!

    Benim doğduğum köyleri
    Akşamları eşkıyalar basardı.
    Ben bu yüzden yalnızlığı hiç sevmem
    Konuş biraz!

    Sen Türkiye gibi aydınlık ve güzelsin!
    Benim doğduğum köyler de güzeldi…
    Cahit Külebi

    O zamanlar fark etmesem de bu dizeler üniversite yıllarıma kadar (2001-2006) beni içten içe takip etmiş ve ara ara kendini hatırlatmıştı. Hani bazen dilimize bir şarkı dolanır, söylemek istemesek de sık sık aklımıza gelir ve kurtulamayız ya, öyle bir şeydi sanırım. Üniversite yıllarımda da vakit buldukça çeşitli kitaplar okumaya başlamıştım, bazı kitaplar elbette şiire açılıyordu. Çeşitli yazarları tanıdıkça edebiyata ilgim de artmıştı. Zaten okuduğum bölüm de İngiliz Dili ve Edebiyatı’ydı. Üniversite yıllarımda aynı sınıfta birlikte okuduğumuz müstakbel eşime ithafen ilk şiir denemelerimi kaleme almıştım.


    Bugünün şiir okuru, çoğu zaman şiire değil onun çevresinde kurulan söyleme temas ediyor gibi. Yani şiirin kendisinden çok şiir hakkında konuşulanlara, şairin gerek sosyal medyada gerek kendi yaşantısındaki duruşuna odaklanıyor. Böyle bir atmosferde sizce şiir hâlâ içsel bir alan olarak varlığını devam ettirebiliyor mu? Ve bu durum şairin yazma biçimini etkiliyor mu?

    Bir edebi eserin kıymetini belirleyen esas nitelik ne olmalı diye düşünmek lazım burada. Yüzyılların birikimi olarak günümüze kadar ulaşmış olan klasik eserlerin edebi niteliklerini düşündüğümüz zaman bu eserleri değerlendirirken yazarlarının sosyal statülerinden, varlık veya yoksunluk durumlarından, sahip oldukları şöhretten, seslerini duyurabilmek için o dönemlerde sahip oldukları veya olmadıkları olanaklardan bağımsız olarak değerlendiririz. Bu hikâye bize ne anlatıyor? Neden uzun yıllar geçmesine rağmen her dönemin okuyucusunda bir karşılık buluyor? Bu tamamen edebi eserin bize aktardığı eşsiz üslubu, anlatış tarzı ve orijinal hikâye ve karakterlerden kaynaklanıyordu. Fotoğraf ve videonun yer almadığı bir dünyada Notre Dame Kilisesi’nin nasıl göründüğünü en ince detaylarına kadar tıpkı bir portreye, resme bakar gibi gözümüzün önünde canlandıran Victor Hugo, tarihe bir yazılı kayıt düşmüştü.

    Günümüzün görsel ve hızlı iletişim çağında ise olanlara şöyle bir göz atalım. İstatistikler bize insanların bir videoyu izleme sürelerinin ortalama 17 saniyeye kadar düştüğünü bildiriyor. Ve bir görseli izleyip izleyemeyeceğimize sadece ilk 3 saniyede karar veriyormuşuz. Önceleri uzun uzun yemek tarifleri videoları izlerken şimdi yemek tariflerini yaklaşık 30 saniyede alabiliyoruz. Her şeyin bu kadar hızlı aktığı bir zaman diliminde, yanımızdan yöremizden akıp gitmekte olan bazı kıymetli şeyleri fark edip üzerinde odaklanabilmek için oldukça fazla gayret sarf etmemiz gerekiyor. Hâl böyle iken, şiirden çok şairin görüntüsüne, yemeğin lezzetinden çok yemeğin sunumuna, anlatılan hakikatten çok anlatan kişinin düşüncesine ya da yaşantısına, dizelerden çok arka planda çalan müziğin ritmine kapılabiliyoruz. Çoğu kimse daha çok beğeni, izlenme veya görüntülenme telaşı ile farklı yollara girmeye başladı. Bu yarışta teknik olarak şiirini, eserini absürt enstantanelerle süsleyen ve sosyal medya tekniklerini iyi bilenler öne çıkmaya başladı. Az sayıda yazar bu popüler akımların istilasından kendini sakınabiliyor bence. İhsan Oktay Anar’ı hiçbir gündelik olayın, akımların, haberlerin arasında göremiyoruz. Yok gibi yaşıyor sanki. Vakti zamanı geldiğinde yeni kitabını baskıya gönderiyor. İşte hepsi bu kadar. Neyi sever, nasıl yaşar, nerede tatil yapar, ne okur ne izler, hiç bilmiyoruz.

    Şiir en başta içsel bir yolculuktur. Bu yolculukta alınan yaralar bellidir ve çoğu zaman ortaktır. Şair bunu kendine özgü üslup, kelime ve imgelerle anlatmakla yükümlüdür. Aslında yaşadığı, tecrübe ettiği mahrem duyguların dışa vurulmasıdır bir yerde. Bazen 100 yıl geçse bile hiç kimseye anlatamayacağı şeylerin dile dökülmesidir. Sevdiği kadını aşikâr etmemek, sakınmak için ona özgü bir ünvan ile gizli anlatabilmektir. Şiirin özünü bu noktadan alıp kopardığımız zaman geriye estetik kaygılar, beğenilme arzusu, takipçi sayısı, reklam, satış, daha şan ve şöhret gibi harici unsurlara kaydığını görmekteyiz.


    Peki sizin şiirlerinizde biçim mi sözcüğü sürükler yoksa içerik mi biçimi zorlar? Daha açık bir ifadeyle şiirin iskeletini kurarken önceliğiniz nedir?

    Öncelikle şunu itiraf etmek istiyorum ki günümüzde yaygın hale gelen modern şiirin özellikleri kalıplara pek girmek istemiyor, belirli kalıp, ölçü, kafiye ve uyaklarla yazabilmek çok çok daha fazla beceri ve emek gerektiriyor. Ben bir şiire başlarken herhangi bir ölçü, biçim, şekil kaygısı taşımak istemeyenlerdenim. Aklıma düşen bir imgeden genellikle yola çıkarak bir şiire başlıyorum ama ne zaman biteceğini çoğunlukla kestiremiyorum. Ben bir şiire başlarken hissettiğim duyguyu, hayal kırıklığını, acıyı ya da mutluluğu anlatmak istiyorum, derdim bu. Bunu yapmaya çalışırken kullandığım imgeler orijinal olsun, görebildiğim farklı bir açıdan düşünceler dile gelsin kâfi. Böyle bakıyorum şiirlerimin kuruluş aşamasına.


    Bir şiiri kaleme alış süreciniz nasıl gerçekleşir? Yeni bir şiirin doğduğunu ne zaman fark edersiniz? Bu an, sizde bir düşünceyle mi gelir yoksa bir duygu patlamasıyla mı gelir? Yoksa hiçbiri, daha planlı bir şekilde “bugün şiir yazmalıyım” diyerek mi başlarsınız şiir yazmaya?

    Her şeyden önce şunu belirtmek isterim ki bugüne kadar hiçbir zaman bir sipariş üzerine ya da kafamda bir plan, program yaparak bir şiire başlayamadım. Bazen şairlerin sipariş üzerine ücret karşılığında şiir yazdıklarını duymuştum ama bana bu çok hayalî geliyor. Öncelikle bir şiirin benim dünyamdan doğabilmesi için dolup taşmam gerekiyor. Bazen okuduğum şeylerin tesirinde kalarak, bazen şahit olduğum olayların sonucu olarak, bazen yaşadığım hayal kırıklıklarının yansıması olarak ya da içimde yaşadığım derin duyguların bir tezahürü olarak genellikle şiirlerime başlıyorum. Bazen tek bir “kelime” rehberlik ediyor şiirin geri kalanına, bazen tek bir cümle, bazen kocaman bir olay ya da ansızın aklıma düşen bir imge zaman içerisinde bir şiire evriliyor. Fakat malumdur ki; çoğunluğun ittifak ettiği üzere acının şiirini yazmak daha kolay olduğu için, mutlu olduğum zamanlarda daha az yazabildiğimi itiraf ederim.


    Türkçenin geçirdiği dönüşümler, sizce şiiri hangi katmanlarda etkiliyor? Güncel dile yaslanmak şiiri gençleştirir mi ya da tam aksi derinliğini mi örter?

    Türkçe sürekli dalgalanan bir deniz gibi… Kıyıları değişiyor, kelimelerin içi boşalıyor, bazılarıysa yeniden doluyor. Şiir bu dalgalardan kaçamaz, tam tersine onların içinde yaşar.

    Güncel dile yaslanmak şiiri gençleştirir, evet; çünkü sokaktan, günlük hayattan beslenen bir şiir damarında tazelik taşır. Ama bu gençleşme bazen derinliğin üstünü de örtebilir. Çünkü güncel olan, hızla eskir. O yüzden şairin işi, bugünün sesini yakalarken kelimelerin özüne dokunmak. Dilin kabuğunu değil, öz suyunu çıkarmak.

    Bence Türkçedeki dönüşümler şiire hem yük hem de özgürlük veriyor. Yük, çünkü geçmişin ağır mirası var: Divan şiirinden halk şiirine uzanan dev bir dil tarihi. Özgürlük, çünkü şair bugünün Türkçesiyle kendi sesini kurabilir, geçmişin zincirlerini kırabilir.


    Bir öykü yazarı olarak şiirle ilgili en çok merak ettiğim soru, şairin şiirin içinde en çok nerede susması gerektiği. Yani şairin, şiirin içinde nerde susması gerekir? Şiirde her şey söylenmeli mi, eksik mi bırakılmalı? Şair nerde duracağını nasıl bilir?

    Şair şiirin içinde en çok, kelimenin artık kifayetsiz kalacağına inandığı yerde susmalı. Çünkü çok konuşmak yazmakta değildir esas maharet, fazla tekrar ve yersiz anlatı, hissi öldürür. Kendi ağırlığını taşıyacak kadar ışık verilmelidir kelimeler şiire.

    Her şey söylenmez şiirde. Söylenirse şiir olmaktan çıkar, açıklamaya dönüşür. Şiir biraz da okuyucunun zihninde aydınlanması beklenen farklı yorum ve bakış açılarına gebedir. Okur, o eksikliğe kendi kalbini koyar, kendi sesini ekler. Şairin susmasıyla okurun sesi birleşir.

    Durması gereken yeri şair çoğu kez “sezgiden” bilir. Bir kelime fazlası şiirin ritmini bozar, bir dize fazlası şiiri yorup yaşlandırır. Şair, o fazlalığın yükünü hissettiği anda susmalıdır. Bazen bir dizeyi silmek, bir şiiri eşsiz hale getirebilir. Bu yüzden geri dönüp sildiğim çok kelime, dizeler olmuştur.

    Bir de meselenin şu yönü var ki, bazı şiirlerin muhatapları vardır. Bazen anlatılan hikâyenin mahremiyeti adına, bazen yaşanılan duyguların özgün kalabilmesi adına, anlatırsın ama her şeyi değil, söylersin ama her sözü değil, ya da bazen Fuzuli’nin dediği gibi “Söylesem tesiri yok, sussam gönül razı değil.” der ve susmayı tercih edersin.


    Yeni şiirlerde sıkça rastladığımız parçalı anlatım ya da anlam bulanıklığı sizce bilinçli bir estetik arayış mı? Bu konu hakkında ne düşünüyorsunuz?

    Bence günümüz şiirindeki parçalı anlatım ya da bulanıklık çoğu kez bilinçli bir seçim olarak karşımıza çıkıyor. Çünkü modern zamanın kendisi parçalı, bulutlu. İnsan belleği, şehirlerin gürültüsü, ekranlardan akan görüntüler, filmler, okumalar… Her şey kesik kesik, kopuk kopuk. Şair de bu dağınıktan nasibini alıyor bence.

    Parçalı anlatım, şiirde bir giz bırakıyor. Okura açık kapı lazım. Şair her şeyi dümdüz söylese, şiir yazdığı kelimelerden ibaret kalır; oysa bulanıklık, okurun kendi hayalini, kendi gölgesini oraya bırakmasına izin veriyor. Ve şiiri tekdüzelikten kurtarıyor. Elbette bu aynı zamanda ince bir çizgi. Çünkü bazen bulanıklık, şiiri tamamen anlaşılmaktan uzak kılabiliyor.

    Benim için şiir, anlaşılabilirlik ile belirsizlik arasında bir dengeye oturmalı. Ne tamamen şeffaf ne tamamen karanlık olmalı. Sis perdesi aralanmalı, ama ardında da okuyucu hayrette bırakacak bir tablo gibi manzara sunmalı.


    Sizce bir dizeyi “iyi yapan” nedir? İmgenin gücü sesi etkiler mi?

    Bir dizeyi değerli kılan, tek bir özelliği değil, birçok unsurun uyumudur. Kimi zaman güçlü bir imgeyle parlar, kimi zaman ise kelimelerin kendi iç ahengiyle okuru yakalar. İmge tek başına yetmez. Onu canlı kılan, dilin müziğidir. Sözcüklerin ağızda bıraktığı titreşim, nefesle uyumu, dizenin kulağa düşüşü… İşte bunlar imgeye derinlik katar.

    İyi bir dize hem işitilir hem de hayal edilir olmalı. Sadece bir düşünceyi dile getirmek değil, aynı zamanda okurun içinde yankı yaratmaktır asıl olan. Şiir içinde belirli aralıklarla tekrarlanan sesler ya da kelimeler bazen düşüncelere inen çekiç darbeleri gibi tesirli olabilir.

    İmge ile ses birbirinden kopmaz; biri ötekini besler. Resim ve melodi gibi: biri gözle görülür, diğeri kulakla duyulur; ama ikisi birleştiğinde asıl bütünlük ortaya çıkar.


    Şairlik yolculuğunuzda bugün dönüp baktığınızda ilk yazdığınız şiirlerle şimdi yazdığınız şiirler arasında en keskin fark nedir?

    Zaman içerisinde en çok fark ettiğim değişim; şiirlerimin daha fazla usta elinden çıkmış gibi görünmeleri. Anlatış üslubumun daha fazla orijinalleşmesi diyebilirim. Birçok alanda olduğu gibi şiir yazma konusunda da bir uç nokta, sınır bulunmuyor. Eskiden daha kısa sürelerde şiirler yazar ve noktayı koyup başlığına atardım ama şimdi bu süreler çok daha fazla uzamaya başladı. Şiir ve edebiyat üzerinde harcadığım vakit yekûn olarak arttıkça, hayal dünyama kazandırdığı değerler de aynı doğrultuda artıyor. Her yazarın veya şairin ayrı bir dünyası, alemi var. Her insan bir kâinat kadar karmaşık hisler barındırıyor ruhunda. İnsan ne ile en çok hemhal olursa en çok ona benzer, ona meyil eder. Bu sebeple ne kadar çok usta yazarlar ve şairlerle eserlerini okumak yoluyla sohbet edebilirsek o derecede yol kat edeceğimize inanıyorum.

    Eskiden şiir benim için bir tür “ispat”tı: Duygumu, düşüncemi kanıtlama çabası. Şimdi daha çok bir “tanıklık” gibi. Hayata, içimdeki yankıya, başkasının sessizliğine tanıklık etme hali. Ya da başkalarının sessizliğini onlara gösterme, hatırlatma makamı.


    Son olarak Kenan Kara, şiirinizin içinde en çok kiminle konuşuyorsunuz?

    Sanırım şiirimin içinde en çok kendimin bilmediğim tarafıyla konuşuyorum. Bir nevi gölgemle… Çünkü şiir yazarken çoğu kez bana ait sandığım duyguların, aslında benden daha eski bir yerden geldiğini hissediyorum. Bazen yeni tanıştığımız birisiyle çok uzun zamandan beri dost olduğumuz hissine kapılarız ya, aynen bunun gibi.

    Bazen evinden kovulmuş, gidecek bir yeri, sığınacak kimsesi olmayan çocukluğumla konuşuyorum. Bazen hesapsız kitapsız, özgürce yaşadığım çocukluk yıllarımla. Bazen de hiç görmediğim ama yüzünü bildiğim bir insanla, bir ideali bulma arzusuyla. Bazen de beni yakıp yıkan ve bir daha asla geri dönmeyecek olan bir nazarla konuşurken kendimi buluyorum.

    Ve elbette ki zamanın hızlı akışında durup dinlenip soluklanabilen şiir seven okuyucularımla konuşuyorum. Onların kulağında, gözünde, iç sesinde yankılanacak bir kelimeye, pişmanlığa, özleme bırakıyorum kelimelerin çaresiz çırpınışlarını. Şiir biraz da bir “çağrı”dır; şair tek başına söyler ama karşıda biri olduğuna inanır. Bu kişi var mıdır hâlâ yok mudur? Bunu yalnız Allah bilir.

    Devamını Oku

    Müzeyyen Çelik Kesmegülü: “İç Sesim Yazarken En İyi Dostum ve Yoldaşım”

    Müzeyyen Çelik Kesmegülü: “İç Sesim Yazarken En İyi Dostum ve Yoldaşım”
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Öykü, çoğu zaman hayatın kıyısında duran cümlelerden oluşur. Müzeyyen Çelik Kesmegülü de bu kıyıyı mesken edinmiş önemli öykü yazarlarımızdan biri. Öykülerinde gündelik olanın görünmeyen yüzünü, suskunluğun içinden haykıran sesleri anlatır çoğu zaman. İsmini sıklıkla çeşitli edebiyat dergilerinde görmeye alışık olduğumuz ve “Dünya Artık Büyülü Değil İhsan”, “Bütün Ağırlıklarım”, “Omzumda Biri” gibi öykü kitapları bulunan Müzeyyen Çelik Kesmegülü ile edebiyat ve öykü üzerine keyifli bir söyleşi gerçekleştirdik.

    Ayşe Bağcivan: Öykülerinizde içsel bir yankının izini sürer gibisiniz; anlatıcılar çoğu kez hem dış dünyayla hem de kendi iç sesiyle bir yüzleşme yaşıyor. Peki, bu “iç ses” sizin yazıyla olan ilişkinizde nasıl bir rol oynuyor?

    Müzeyyen Çelik Kesmegülü: O iç ses, benim yazarken ve yaşarken en iyi dostum ve yoldaşım. Onunla yaşıyorum ve ne yazabiliyorsam onunla yazıyorum. Çünkü o iç ses bana bir hikâye işaret ediyor ve çoğu zaman bana yol gösteriyor, beni denetliyor. Hayatımda önemli bir aparat diyebilirim. Onunla konuşmadan kararlar vermiyorum. Şizofrenik bir tutum gibi de düşünmüyorum bu iç sesi. Bazen akıl ve ruh, bazen de melek ve şeytan gibi zıtlıklarla hayatıma dahil olabiliyor. “Birini seç diyor bana. Seçiminde özgürsün!” Bazen iyi geçiniyoruz bazen kavga ediyoruz ama birlikte mutluyuz bence.


    Ayşe Bağcivan: Bedensel deneyimler, suskunluklar ve görmezden gelinen duygular, öykülerinizde elle tutulur bir ağırlıkta. Bu anlatım tercihleri sizin için estetik bir seçim mi yoksa etik bir sorumluluk mu?

    Müzeyyen Çelik Kesmegülü: Açıkçası ikisi de değil. Öykü bazen öylece geliyor. Hem estetik bir kaygıya hem de etik sorumluluğa evrilebilen bir yapıya dönüşüyor öykü. Kendiliğinden gelen ve bir anlama, bir amaca kapı açan öyküleri daha çok seviyorum. Ben eğer kasıtlı bir öykü evreni kurgulasaydım aynı güzel, içten sonuçları alamazdım sanki. O doğal içtenlik benim için çok önemli. Üçüncü öykü kitabım esasında tematik gibi görünse de onda da bir doğallık var. Sadece o zamanlarda öyküm o konulara kaydı. O konularda kendimi daha hassas hissettim. Öyle konular geldi ayağıma ve onlar birleşince de tematik bir bütünlük oluştu.


    Ayşe Bağcivan: Bir öyküyü “tam” kılan şey nedir? Anlatılan mı kalıcıdır yoksa sezdirdiği boşluk mu? Ve en önemlisi siz bir öyküyü tamamladığınızda sizde kalan duygu nedir: eksilme mi, arınma mı yoksa yeni bir sessizliğe açılan kapı mı?

    Müzeyyen Çelik Kesmegülü: Öykü hiçbir zaman tam olmaz. Uzattıkça, üzerine düşündükçe yeni kurmacalar eklenir. Bu uzatmanın da sonu olmayacağı için bir yerde kesiyorum. Daha da uzatsam romana gidecek bir metin çünkü. Kimisine göre anlatılan, kimisine göre de sezdirdiği boşluk kalıcıdır. Bunlar okuyucuya göre değişir. Yazar olarak ben ikisini de önemsemek zorundayım. Ben bir öyküyü bitirince sadece bitirmiş hissediyorum. O öykü şimdilik ete kemiğe büründü ve bitti. Eksildiğimi hissetmem. Yeni öyküler için biriktiğimi hissederim. Arınma iddialı olur ama çoğu zaman rahatlamış hissediyorum.


    Ayşe Bağcivan: Edebiyat sizin için bir “kurtuluş”, bir “açılma” mı yoksa “tanıklık” biçimi mi? Daha açık bir dille ifade edecek olursam öykü sizi nerede özgürleştiriyor?

    Müzeyyen Çelik Kesmegülü: Bence tanıklık biçimi. Kendimi ve yaptığım şeyi çok fazla yüceltmeyi doğru bulmuyorum. Çevremde bir şeyler oluyor, ben de bazen bunların içindeyim. Bazen de bunların tanığıyım. Allah da bana yazmayla ilgili bir aşk vermiş. Yetenek demek isterdim ama ben çok çalıştım. Sırf yeteneğe bağlamam emeğime haksızlık olur. Bu bakımdan ben çağımın bir tanığıyım. Bu tanıklığı edebi ve estetik kaygılarla aktarmaya çalışıyorum. Öykü beni yazarken özgürleştiriyor. Ama illa yazmam gerektiği duygusuyla da beni kısıtlıyor. Bu da bir gerçek.


    Ayşe Bağcivan: Biraz da günümüz edebiyatına değinmek istiyorum. Özellikle de her geçen gün dijitalleşen dünyada yazarlık nasıl bir direnç alanı hâline geliyor? Dijital dünyanın etkisi ile birlikte okurun değişen beklentileri öykü yazarının omzundaki yüke etkisi nasıl oluyor?

    Müzeyyen Çelik Kesmegülü: Ben öykü yazmayı yük olarak görmüyorum. Yük olarak düşünen varsa omzundan atabilir. Bu, güzel bir meşgale bence. Dijital dünya elbette bütün hayatımızı etkilediği ve dönüştürdüğü gibi edebiyatı da etkiliyor. Bu kaçınılmaz. Bana şimdilik bir zararı olmadı. Hatta ben yazınla ilgili beni geliştirdiğini bile düşünüyorum. Okurlar çeşit çeşittir. Dün nasılsa bugün de öyle. İleride de kimisi yapay zekâ öykülerini tercih edecekken kimisi doğal zekaya sahip insanların öykülerini tercih edecek. İnsani bir üslup her zaman değerlidir. Dijital çağ bunu değiştiremez.


    Ayşe Bağcivan: Günümüz öyküsü, anlatı sınırlarını zorlayan yeni biçimsel arayışlara mı yöneliyor yoksa sessizce özüne mi dönüyor? Günümüz Türk öykücülüğünün damarlarını hangi unsurlar oluşturuyor?

    Müzeyyen Çelik Kesmegülü: Her dönemde marjinal eğilimler olmuştur. Bu denemeleri ve yapılanı değerli buluyorum. Yazarlar arayış içinde de olmalı. Kendi devrimizi de iyi okumalı, geçmişimizi de iyi bilmeliyiz ama öyküden kopup denemeye yaklaşma, tamamen şiirsel metinlerin varlığı beni bazen boğuyor. Şiir okumak istesem şiir okurum, deneme okumak istesem deneme okurum. Öykü benim için kurgu demek. Beni kurmaca bir dünyaya değil de genel kültüre, bilgiye boğan bir metinden keyif alamıyorum. Farklı olacağım derken dilin içinden geçenleri de anlamıyorum. Anlamsızlığa bir kapı açmak istiyorlar. Ben anlam da arıyorum, duygu da arıyorum. Bazen bir ders de arıyorum. Ben insanım. Bunlar doğal şeyler. E okuduk, anlam yok, duygu yok. Ne var? Ben de yeni tarzlar denedim ama ilk kitabımdaki öykülerden aldığım acemi keyfi yeni arayışımda bulamadım. O yüzden benim öyküm özüne döndü.

    Türk öykücülüğünün damarlarını öykü klikleri oluşturuyor. Yazar dostlukları oluşturuyor. Bu yadsınamaz bir gerçek. Bu yüzden taşrada yaşayıp var olabilmek büyük zorluklar da barındırıyor. Tarih, birikim vs. demek isterdim ama ne yazık ki diyemiyorum.


    Ayşe Bağcivan: Edebiyat dergilerinin, atölyelerin ve sosyal medya platformlarının öykü üzerindeki etkilerini nasıl görüyorsunuz? Öykünün üretim ve dolaşım koşulları değişti mi?

    Müzeyyen Çelik Kesmegülü: Edebiyat dergileri bence olmazsa olmazdır. Atölyelerin bazıları insanlara umut satıyor, bazıları da sadece kendi atölyesine katılanların kitaplarını basıyor. Hiçbir dergide görmediğimiz isimler pat diye kitap sahibi oluyor. Elbette atölye sonunda çıkan kitap da bir tornadan çıkmış gibi oluyor. Bu klikler de neredeyse şeyh-mürit ilişkisi içinde hareket ediyor. Bunları görmemizi de sosyal medya sağlıyor. Sosyal medya iyi bir reklam aracı. Görünür oluyorsunuz. Bu da günümüz şartlarında gerekli. Her güzel şeyde olduğu gibi sosyal medya psikolojik bir yük, bir stres kaynağı aynı zamanda. Öykü matbu dergilerde de dijital dergilerde de sevilen bir tür. Dijital dergileri değerli buluyorum. Şu ekonomik şartlarda dergi basmak her babayiğidin harcı değil. Dijital dergilerle insanlar daha ekonomik şekilde edebi ürünlere ulaşabiliyor. Bu durum da bence gayet iyi. Dijitalleşmeyi ve sosyal medyayı bu anlamda zararlı bulmuyorum.


    Ayşe Bağcivan: Son olarak tüm bu değişen günümüz dünyasında sizce öykü hâlâ söylenemeyeni taşıyabilecek bir tür mü?

    Müzeyyen Çelik Kesmegülü: Evet, öykü önemli bir tür. Çok seviliyor. Öykü okumayı çoğu kişi sever. Bu yüzden iyi bir aktarım aracı. Söyleneni de söylenmeyeni de aktarabilecek türlü üsluplar var. Bu yüzden insan var oldukça öykü var olacak.

    Ayşe Bağcivan: Teşekkür ederim…

    Müzeyyen Çelik Kesmegülü: Ben de teşekkür ederim.

    Devamını Oku

    DİL, MÂNÂ ve TEFEKKÜR: KUR’ÂN-I KERÎM’İN TÜRKÇE MEÂL-İ ÂLİSİ ÜZERİNE

    DİL, MÂNÂ ve TEFEKKÜR: KUR’ÂN-I KERÎM’İN TÜRKÇE MEÂL-İ ÂLİSİ ÜZERİNE
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Geçtiğimiz mayıs ayında Kur’an-ı Kerîm’in anlam dünyasına klasik perspektiften yaklaşan önemli bir çalışma ilim ve düşünce dünyasına sunuldu. Ömer Nasuhi Bilmen’in tefsiri esas alınarak hazırlanan, Ketebe yayınları tarafından yayımlanan “Kur’ân-ı Kerîm’in Türkçe Meâl-i Âlisi” isimli çalışma meâl-tefsir literatürüne özgün bir katkı sağlıyor.

    Alanlarındaki birikimleri ile tanınan, Prof. Dr. Muhammet Altaytaş, Prof. Dr. A. Taha İmamoğlu, Prof. Dr. Mustafa Şentürk ve Dr. M. Fatih Soysal’ın ortak çalışmasıyla hazırlanan bu eser, Kur’an’ın yalnızca zahiri anlamlarını değil, ayetlerin tarihsel bağlamlarını, dilsel inceliklerini ve tefsirî yorumlarını da derinlemesine ele alıyor. Bu yönüyle, salt bir “meal” değil Kur’an’ın anlam katmanlarına açılan çok boyutlu bir okuma rehberi niteliği de taşıyor.

    Kitabın en dikkat çekici yönlerinden biri, klasik kaynaklarla kurduğu dengeli ilişki. Müfessirlerin asırlardır süregelen yorum mirasını göz ardı etmeden, bugünün okuyucusuna hitap eden sade ama yüzeysel olmayan bir dil tercih ediliyor. Böylece Kur’ân’la bağ kurmak isteyen günümüz insanı için hem ilmi bir zemin hem de manevi bir derinlik sunuluyor.

    Kur’ân-ı Kerîm’in Türkçe Meâl-i Âlîsi, özellikle Kur’ân’ı anlamaya çalışan ve onun içsel çağrısına kulak vermek isteyenler için yepyeni pencereler aralıyor. Eserde kullanılan metodoloji, klasik tefsir literatüründen beslenen fakat günümüzün anlam arayışına cevap verecek biçimde şekillenen bir yaklaşıma dayanıyor. Ayetlerin bağlamları, iniş sebepleri (esbâb-ı nüzûl), kelime köken analizleri ve anlam katmanları titizlikle işlenmiş.

    Bu yönüyle eser, akademisyenlerden öğrencilere, dinî düşünceyle ilgilenen geniş bir kesime hitap ederken, anlam odaklı Kur’ân okumalarına da güçlü bir zemin hazırlıyor. Biz de bu vesile ile bu önemli eserin metodolojik yaklaşımlarından klasik kaynaklarla kurduğu ilişkiye ve günümüz insanına yönelik mesajlarına kadar pek çok yönü konuştuk.

    Bereketli okumalar.

    Ayşe  Bağcivan : Hocam yakın zamanda sizlerin de arasında bulunduğu hocalarımızla birlikte bir meal tefsir hazırladınız. Niçin Ömer Nasuhi Bilmen’in tefsirini seçtiniz?

    Mustafa Şentürk: “Neden Ömer Nasuhi Bilmen meâli?” sorusunu -biraz da espri ile- aynı ifadeyle ama bu sefer soru işaretsiz şekilde cevaplamak mümkün: “Neden, Ömer Nasuhi Bilmen meâli”, yani merhûm Ömer Nasuhi Efendi’nin ahlâk-ı hamîdeye ve salâbet-i dîniyyeye dayanan kişiliği ve bir taraftan İlmiye’ye kazandırdığı Hukûk-ı İslâmiyye ve Istılâhât-ı Fıkhiyye Kâmûsu gibi bir şâheseri diğer taraftan “Kur’ân’dan sonra en çok basılan kitap” unvanına sahip Büyük İslâm İlmihâli ile halkımızın dînini doğru ve özet bir şekilde öğrenebileceği sahîh bir kitabı vücuda getirebilen ilmî müktesebâtı. Ayrıca merhûmun Kur’ân-ı Kerîm’in Türkçe Meâl-i Âlîsi ve Tefsiri’nin sahîh kaynaklara dayanan bir eser olup Kur’ân’ın özünü ve kültürünü halkımızın idrâkinde karşılık bulacak bir dil ile yazılması.

    Abdullah Taha İmamoğlu: Günümüz insanının hayatı çok yoğun bir şekilde yaşaması ve eskiye nazaran sosyal medyanın bizi çok daha fazla meşgul ederek günlük okuma miktarımızı azaltması bizi daha özlü bir meal-tefsir hazırlamaya sevk etti. Osmanlı ilim geleneğinin son halkalarından birisi olan ve Cumhuriyet döneminde hocamızın da ifade ettiği gibi bazı eserleri öne çıkan ancak tefsiri hak ettiği ilgiyi görmediğini düşündüğümüz Ömer Nasuhi Bilmen’in sekiz ciltlik tefsirini esas alarak kısa bir meal-tefsir hazırlamanın uygun olacağını düşündük. Tabi tefsir okuma alışkanlığı olmayan insanları da bu meal-tefsir vesilesiyle tefsir kitaplarına yönlendirmek de bir diğer amacımız.

    Muhammet Altaytaş: Elbette bu konuda çok şey söylenebilir. Şu kadar var ki Ömer Nasuhi Bilmen, İslâm ilim geleneğine ve şiir yazacak derecede Arapça, Farsça ve Türkçe dillerine hâkim âlim ve edip bir şahsiyettir. Onun diğer eserleri yanında, sade ve zarif bir üslupla kaleme aldığı sekiz ciltlik Kur’ân-ı Kerîm’in Türkçe Meâl-i Âlisi ve Tefsiri (1964-1966) isimli eseri, ilim tarihimizden maharetle süzülmüş temel tefsirî bilgileri ihtiva etmesi, dili, üslûbu ve ilmî sıhhati bakımından Cumhuriyet döneminin eşsiz tefsirlerinden biridir. Son dönemde, eserlerindeki mutedil üslup ile halkımızın itikâdi ve amelî istikametinin muhafazasında derin tesirleri olan merhumun meâl ve tefsirinin kanaatimce biraz da kasıtlı şekilde gölgede bırakılması bizi bu çalışmaya sevk etmiştir.

    Ayşe  Bağcivan : Ömer Nasuhi Bilmen’in tefsirini esas aldınız. Siz tam olarak bu tefsirde ne yaptınız?

    Mustafa Şentürk: Çağımız insanının imkân ve ihtiyaçları doğrultusunda, zorunlu hallerde dilini kısmen sadeleştirip “muhtasar bir tefsir” ya da -günümüzde daha çok kullanıldığı şekliyle ifade edecek olursak- bir “meâl-tefsir” formunda hazırlamaya çalıştık. Eserin meâlin metnine mümkün mertebe müdahale etmemeye çalışmakla birlikte, geniş kitlelerin istifade edebilmesi için bazı -eski (?)- kelime ve terkipler ile bugün anlam değişikliğine uğramış bazı kavram ve ifadeleri yeniden düzenledik. Bunu yaparken merhûmun eserinde aktardığı bilgileri ve İslâm’ın kudsiyetini yansıtan hürmetkâr dilini muhafaza etmeye çalıştık. Klasik ve gerekli tefsir bilgilerini yani, sûrelerin Mekkî-Medenî durumları ile muhtevâları, birbirleriyle münâsebetleri, nüzûl sebepleri, peygamber kıssaları ve mucizeleri, âyetlerden çıkarılan bazı itikadi, amelî ve ahlâkî hüküm, ilke ve mesajları dipnotlarda aktarmaya çalıştık. Yine Ömer Nasuhi Efendi’nin konu bütünlüğüne sahip âyet kümelerinin sonunda genellikle “Bu mübarek âyetlerde” ifadesiyle başlayarak yaptığı özetleri dipnotlara taşımaya çalıştık. Ayrıca Kur’ân ve Sünnet bütünlüğü çerçevesinde meâlde zikredilen hadîs-i şerîflerin tahrîcini yaptık. Öte yandan kavram değeri bulunan kelime ve ifadelere dâir merhumun verdiği bilgileri dipnotlara aktardık.

    Muhammet Altaytaş: Aslında geleneğimizde günümüzde olduğu gibi sırf metin tercümesinden ibaret olan meâller vasıtasıyla, Kur’ân-ı Kerîm’den istifade etme yöntemi yoktur. Zira isterseniz mükemmel Arapçanız olsun yine de İslâm sırf Kur’an-ı Kerim’in metniyle sahih olarak anlaşılamaz. Bu sebeple merhumun adı geçen eserinin muhtasarı sadedinde olan elinizdeki meal-tefsirde, âyet-i kerîmelerin meâline ilaveten nüzûl sebebi, başta Hz. Peygamber’in (sas) risâlet tarihi olmak üzere peygamber kıssaları ve mucizeleri, âyetlerden çıkarılan bazı itikadi esaslar, fıkhî hükümler ve ibretamiz cihanşümul mesajlar, sûrelere dair genel bilgiler, binlerce Kur’ânî kavramın izahı gibi Kur’ân-ı Kerîm’in anlaşılması için gerekli asgari tefsir bilgisi dipnotlara aktarılmış olması önemlidir.

    Abdullah Taha İmamoğlu: Hocamız efradını cami bir şekilde bu meal tefsirde ne yaptığımızı izah etti. Ancak Türkçe’nin ve Kur’an dilinin muhafazası da bizim için çok önemli. Malumunuz Diyanet İşleri Başkanlığı’nın son dönemde meal çalışmalarına yönelik bir kararı oldu ve çok tartışıldı. Din dilinin tahrifini ve Yüce Kitabımızın keyfe keder meal veren çalışmalarla suistimalini kimse savunamaz diye düşünüyorum.

    Ayşe  Bağcivan : Günümüzde İslâm’ı tanımak için mealler nasıl bir katkı sağlıyor? Bu noktada gördüğünüz problemler var mıdır?

    Mustafa Şentürk: Bir bahs-i diğer olmakla birlikte bir problematik olarak evvelen şu noktaya dikkat çekmek gerekir: Modern dönemde Batı’da Martin Luther ve Protestan düşüncesi ile başlayan “Kutsal Kitabı kendi dilinde okumak” düşüncesi, İslâm Dünyasında “İslâm’ı asrın idrâkine doğrudan Kur’ân’ ile sunma” paradigması olarak yansımış, o da zaman içerisinde âdetâ “İlmihâli bırak Meâli oku!” mottosu ile ifade edilir olmuştur. Neticede bugün 250 civarında Türkçe meâl ile karşı karşıyayız. Tabiri câizse “meâl enflasyonu” yaşanmaktadır. Bu noktada “İslâm’ı asrın idrâkine sunma” uğrunda “bu kadar meâl sadra şifâ oldu mu?” sorusundan daha önce sorulması gereken soru “(Tek başına) meâl sadra şifâ mıdır?” sorusudur. Bu sorunun cevabı ayrıca bir tartışma konusu olup belirttiğimiz gibi bu başka ve uzun bir bahistir.

    Öte yandan günümüzün görsel dünyasında insanın uzun metinler ve o arada tefsirler ile meşgul olmasının zorluğu bir tarafa insanımızın bir uzman olarak değilse de bir Müslüman olarak Kur’ân ile hemhâl olma ihtiyacı göz önüne alındığı takdirde meâl(ler)e bir talebin oluştuğu ve hadd-i zâtında meâl(ler)e -en azından ve kısmen- bir ihtiyacı karşıladığı ve bu meyânda bir işlev gördüğü yadsınamaz. Artık ihtiyaç duyulan âyetlerin tefsirlerine çevrimiçi de ulaşılabileceği düşünülünce, meâl(ler) tercih edilir olmuştur. O bakımdan insanımızın Kur’ân’la buluşmasında da olumlu etkilerinden söz etmek mümkündür. Beri taraftan bu konudaki sakıncaya bir benzetme ile dikkat çekecek olursak, sokaktaki insan nasıl eline anayasayı alınca hâkim ve/ya savcı olmuyorsa, meâl okuyan da Kur’ân ve/ya din uzmanı olmaz. Bu nokta çok önemli. Bu anlamda modern dönemin en önemli problemlerinden biri de “Kur’ân İslam’ı” gibi görünürde iyi niyetli ve câzip söylemlerle, “Kur’an ile İslâm’ı, İslâm ile Kur’ân’ı özdeşleştirmek” ve “Kur’ân’da yok!” söylemiyle pek çok önemli konu ve meseleyi kestirip atmak. Dikkat ederseniz, günümüz Müslüman âlim ve/ya aydınlarının (?) düştükleri en bâriz hatalardan biri, bir konuyu anlatırken, “Bu konu, Kur’ân’da yok (o halde İslâm’da da yok)!” söylemleridir. Halbuki kendilerinden beklenen “Kur’ân’da yokları değil varları” anlatmalarıdır.

    Abdullah Taha İmamoğlu: Bir problem olarak Hocamızın söylediklerine ilaveten Kur’an’ın sünnet ile olan irtibatı da maalesef meallerde çok gözetilmiyor. Hz. Peygamberimize (s.a.v.) yönelik hitaplar daha kuşatıcı olsun diye evrenselleştirilmeye çalışılıyor. Haliyle Yüce Kur’an’ın ilk muhatabı olan Resul-i Ekrem çoğu mealde neredeyse zikredilmiyor bile.

    Ayşe  Bağcivan :  Çalışmanızı günümüzdeki mealler ve tefsirler arasında nereye yerleştiriyorsunuz? Hususiyetlerinden bahseder misiniz?

    Mustafa Şentürk: Bu çalışma, belirttiğimiz gibi “meâl enflasyonu” vasatında, “bu ‘meâl piyasasında’ biz de bir şekilde yerimizi alalım” düşüncesiyle ortaya çıkmadı. Bilakis temel motivasyonumuz, “bu kadar meâl sadra şifâ oldu mu?” ya da “(tek başına) meâl sadra şifâ mı dır?” sorusunun cevabı bağlamında, ‘öyle bir şey yapalım ki, çağımızın sorunlarına vâkıf olup istikametini tarihin onadığı bir âlimin, Kur’ân’ın özünü ve rûhunu anlatan, kaynakları sahih, bilgileri doğru, dili anlaşılır bir çalışmasını insanımıza sunalım’ düşüncesi idi. Konu ve meseleleri; kısa aktarıldığı takdirde anlaşılmama ve/ya yanlış anlaşılma, uzun olduğu takdirde ise usandırıcı ve bıktırıcı daha kötüsü konudan ve/ya mesajdan uzaklaştırma zafiyetinden kurtaracak bir çalışma olsun diye düşündük.

    Abdullah Taha İmamoğlu: Biraz önce de ifade ettiğim gibi çoğu mealde ihmal edilen sünnet ve hadis bilgisinin Ömer Nasuhi Efendi’nin meal-tefsiri açısından zengin bir müktesebat sunduğunu düşünüyorum. Hatta yoğun bir siyer ve İslam tarihi bilgisi ile okuyucuyu da besliyor.

    Muhammet Altaytaş: Günümüzde meal tefsir deyince daha ziyade modernist eğilimli veya yazarın daha ziyade indi görüşlerini yansıttığı bir takım çalışmalar akla geliyor. Bizim hazırladığımız meal tefsir ise ilim geleneğimizin Kur’an anlayışını yansıtan klasik bir meal tefsir olmasıyla öne çıkıyor.

    Ayşe  Bağcivan :  Ömer Nasuhi Bilmen’in tefsiriyle yeniden çalışırken, klasik tefsir geleneği ile modern okuma biçimleri arasında nasıl bir denge kurdunuz? Metne sadakati korurken çağdaş okurun zihinsel dünyasına nasıl hitap etmeyi hedeflediniz?

    Mustafa Şentürk: Merhûm Ömer Nasuhi Efendi, zaten klasik ekolün / okulun yaşadığı dönemde en önemli temsilcilerinden biridir. Aynı zamanda “çağının âlimi” olup çağın problemlerine vâkıftır. Klasik ilimlerdeki müktesebâtı tartışılmaz ve geleneği iyi bilen, çağı da iyi okuyabilen bir âlim olduğu için zaten çok zorlanmadık. Bize düşen bu çerçevede hazırladığı tefsirini belirttiğiniz gibi metne olabildiğince sâdık kalarak özetlemek ve kısmen sadeleştirmekten ibaret oldu.

    Abdullah Taha İmamoğlu: Bu eserle biz aslında çağdaş okuyucuyu ilahi dilin sıcaklığına yaklaştırmaya çalıştık. Zira modern meselelerin merkeze alındığı bir meal aslında insanı dönüştürme gücünü de kaybeder diye düşünüyorum. Hatta anakronik bir okumaya dahi sebep olabilir.

    Ayşe  Bağcivan :  Bu projede sadece bir metni sadeleştirmekle kalmadınız bir anlam yolculuğuna da rehberlik ettiniz. Peki bu süreçte sizi en çok zorlayan ya da daha açık bir ifade ile sizi duygusal olarak etkileyen bölüm hangisiydi? Bizimle paylaşır mısınız?

    Mustafa Şentürk: Bir anlam yolculuğuna rehberlikten evvel anlamı keşif yolculuğuna çıkmış olduk. Anlama rehberliği de müellifin emânetini okuyucuya kazasız belâsız aktarma çabası diyelim. Spesifik bir bölüm ve/ya örnekten ziyâde genel bir değerlendirme yapmak isterim. Evvelâ Kelâmullah’ı doğru anla(t)ma çabası ya da tersinden ifade etmek gerekirse yanlış anla(t)ma endişesi insanı ürperten bir sorumluluk. Yani önce Rabbimize karşı sorumluyduk ve O’nun emânetini (Ahzâb 33/72) anla/t/ma görevini üstlenmiş olduk. Öte yandan merhûm müellif Ömer Nasuhi Efendi’yi doğru anla/t/ma sorumluluğunu üstelenmiştik. Malûm, çevirinin zorluğunu anlatmak için “tercüme tenasühtür, mütercim de mütenâsihtir” denir. Her iki durumda da “kasd-ı mütekellimi” doğru aktarma sorumluluğu titiz bir çalışmayı gerekli kıldı. O bakımdan bu vesile ile çalışmamızın kusurlarının Rabbimizin affı, müellifin ve okuyucuların toleransı hudûdunu aşmamış olduğunu niyâz ederiz.

    Abdullah Taha İmamoğlu: Ömer Nasuhi Efendi şiir yönüyle ve edebi açıdan da çok kuvvetli bir zat. Ayetlerin tefsirini yaparken çoğu yerde klasik şiir geleneğimizden hatta kendi şiirlerinden de örnekler veriyor. Bu üslubun şahsım adına beni etkilediğini söyleyebilirim. Zira şiirselliği ve edebi yönü en zirvede olan Yüce Kur’an’ı şairlerin penceresinden okumaya da imkân tanıması bence mühim bir husus.

    Ayşe Bağcivan : Günümüzde birçok insan Kur’an’la bireysel olarak temas kurmak ve Kur’an’ın anlam dünyasında gezinmek istiyor ancak Kur’an’ın anlam dünyasına nüfuz etmekte zorlanıyor. Bu çalışmanızda okuyucunun o anlam kapılarını aralayabilmesi için nasıl bir yaklaşım benimsediniz? Hangi bölümlerde durup ‘Buraya dikkat edilmeli?’ dediniz?

    Mustafa Şentürk: Kur’ân bütün insanlar (Bakara 2/185), mü’minler (Neml 27/2) ve müttakîler (Bakara 2/2), için hidâyet rehberidir ve Kur’ân’ın rehberliği en sağlam rehberliktir (İsrâ 17/9). Kur’ân öğüt almak isteyenler için kolaylaştırılmıştır (Kamer 54/17). Bize düşen sadece şeytandan Allah’a sığınarak (Nahl 16/98) ve Rab adına (Alâk 96/1) hâlis bir niyetle Kur’ân’ı okumak, dinlemek (A’râf 7/204), ayrıca tefekkür (Haşr 57/21), tezekkür (Nûr 24/1) ve tedebbür etmektir (Sâd 38/29; Muhammed 44/24). O bakımdan “Kur’ân’a nüfûzdan” önce “Kur’ân’ın nüfûzunu” sağlayacak arı-duru, samîmî ve hâlis bir zihin ve gönül ile hazır bulunmak gerekir.

    Öncelikle ve özellikle belirtmek gerekir ki, “(salt) meâl okuma” ve/ya “meâl ile yetinme” ameliyesine karşın, bu mastar cümlelerin ünlemli hâli yani nehyi ile cevap vermek gerekir:  “(Salt) Meâl okuma!” ve/ya “meâl ile yetinme!”. O bakımdan biz merhûmun meâlini değil “muhtasar bir tefsirini” ya da -illâ “meâl” tabiri gerekliyse- bir “meâl-tefsir” formunu hazırlamaya çalıştık.

    Sorunuzun son kısmına ise şu şekilde cevap vermek isteriz: Kur’ân çağlar üstü bir rehber olarak her çağ(d)a (yeniden) “iner”. Bilindik bir ifade ile söylemek gerekirse, bir kimse “Kur’ân’ın doğru anlamıyla” veya “Kur’ân’ın anlamıyla doğru şekilde” buluştuğu ve Rabbinin murâdını doğru anlayıp tatbîk ettiği zaman Kur’ân ona nâzil olmuştur. Dikkat edilmesi gereken en önemli mesele de burası olmalıdır.

    Abdullah Taha İmamoğlu: Ömer Nasuhi Efendi’nin tefsirini yıllar önce tetkik ederken Kur’an kavramlarını özellikle Türkçe hassasiyetini de gözeterek karşılamaya çalışması çok dikkatimi çekmişti. Biz de aslında bu meal-tefsirde Kur’an kavramlarının dipnotlarda kolaylıkla seçilebilmesi için koyu karakterle belirttik ve okuyucunun Kur’an’ın kendi diline yaklaşmasını arzu ettik. Bu açıdan dipnotlarda yaklaşık bin kadar Kurânî kavramın açıklaması var. Okuyucular bu kavramların izahına dikkat kesilirlerse eserden çokça istifade ederler diyebilirim.

    Ayşe  Bağcivan : Günlük okuma düzeyinde bu fark nasıl hissedilir sizce? Aynı ayeti klasik bir mealden ve sizin çalışmanızdan okuyan bir okuyucu hangi noktalarda ‘Burada başka bir derinlik var.’ diyebilir? Yani tefsir temelli meal ifadesi kulağa teknik gelebiliyor ama siz bu çalışmada bunun altını gerçekten doldurmuşsunuz. Okuyucu bu farkı en çok nerede hisseder sizce? Sadece kelime değil bağlamla da buluştuğunu hissettiren örnekler üzerinden anlatabilir misiniz?

    Mustafa Şentürk: Teknik tabirleriyle söylemek gerekirse âyetler, anlaşılmaları bakımından muhkem, müteşâbih, mübhem, mücmel, mutlak, umûmî… nitelikler arz eder. Zamirler ile âyetler arası münâsebetleri de göz önüne alınca, bunları meâlde takdîrlerde bulunmadan aktarmak hem zordur hem de sakıncalı durumlar doğurabilir. İşte bu noktalarda tefsire ihtiyaç ve müracaat kaçınılmazdır. Müellif merhûm bu husûsları gayet yetkin bir şekilde açıklamıştır. Ancak nadiren de olsa bazen tefsir kısmında açıkladığı ve fakat bunları meâl kısmına yansıtmadığı durumlar olmuştur. İşte bu durumlarda meâli daha anlaşılır kılmak maksadıyla, müellifin kendi açıklamalarından hareketle meâl kısmında takdirlerde bulunduk. -İddialı bir ifade olarak görülmesin lütfen ama- Bize göre okuyucu bu meâli okuduğu zaman, Ömer Nasuhi Bilmen’in Kur’ân-ı Kerîm’in Türkçe Meâl-i Âlisi ve Tefsiri isimli 8 ciltlik tefsirini okumuş gibi olacaktır.

    Abdullah Taha İmamoğlu: Ehl-i kitabın özellikle de Yahudilerin hangi noktalardan tenkit edildiği birçok dipnotta genişçe izah ediliyor. Mesela ilk sure olan Bakara’da malumunuz 67 ila 73. ayetler arasında inek kıssasından bahsedilir. Ömer Nasuhi Efendi, bu kıssa vesilesiyle özellikle Yahudilerle ilgili ayetleri kendi ifadesiyle “İsrailoğulları’nın taştan daha katı olan ruhlarını” çok güzel bir şekilde tasvir eder.

    Muhammet Altaytaş: Taha Hocamız önemli bir hususa işaret ettiler. Modern dönemde bilhassa diyalog söylemleri ile birlikte metinci/mealci bir anlayışla manası en çok tahrif edilen ayetler Ehl-i kitapla yani Yahudi ve Hıristiyanlarla ilgili ayetlerdir. Başta Bakara sûresinin 62. âyet-i kerimesi olmak üzere bilhassa Ehl-i kitapla ilgili ayet-i kerimeler hazırladığımız çalışmadan dipnotlarıyla birlikte özellikle yeni mealler veya tefsirlerle karşılaştırmalı olarak okunduğunda bu fark bariz olarak görülecektir.

    Ayşe  Bağcivan : Bu yolculuk boyunca sizin için beklenmedik şekilde anlam derinliği kazanan ya da ilk kez farklı bir yönüyle karşılaştığınız bir ayet oldu mu? Bizi o ayetin çevresinde biraz gezdirir misiniz?

    Mustafa Şentürk: Az evvel belirttiğimiz gibi, Kur’ân her okuyana ve her okuyuşta ayrı bir şekilde “tenezzül” ve tecellî eder. Kur’ân her seferinde sizi derinden sarsar ve sanki ilk defa duyuyormuş gibi olduğunuz âyetler olur. Her seferinde başka başka âyetler zihin ve gönül hânenize misafir olur. Rabbinizin iltifatına mazhar olmuş gibi hissettiğiniz yerler ve ânlar olur. O da varoluşsal bir tatmin olur ya da Kur’ân diliyle söylersek, “Kalpler ancak Allah’ın zikri (Kur’ân) ile mutmain olur” (Ra’d 13/28).

    Abdullah Taha İmamoğlu: Sahabe-i kiramın Kur’an’a ve Resul-i Ekrem’e olan bağlılığını gayet güzel bir şekilde anlatan Lokman Suresi’ndeki 32. ayet-i kerimede Ebu Cehil ve oğlu İkrime (ra) arasındaki fark çok güzel tasvir ediliyor. Mekke’nin fethiyle beraber deniz yoluyla Yemen’e kaçmak isteyen İkrime’nin bindiği geminin fırtınaya yakalanması ve “eğer Allah Teala beni bu fırtınadan kurtarırsa Hz. Muhammed’e geri döner ve onun mübarek ellerine sarılarak İslamiyet’i kabul ederim” diye dua etmesine binaen kurtulmasıyla Müslüman oluşu ve babası Ebu Cehil’in ayette gaddar ve nankör olarak anılması bana manidar geldi.

    Teşekkür ederiz…

    Biz teşekkür ederiz…

    Devamını Oku