
01 Aralık 2025 Pazartesi

Tercüman Gazetesi

EVLİLİKTE YALAN: GERÇEĞİ DEĞİL, İLETİŞİMİ KAYBETMENİN SESSİZ ÇIĞLIĞI

ZÜLFÜ YARE DOKUNMAK: YİTİRDİKLERİMİZ

"Halka Aşkla Hizmetin Adı: Arapgir Modeli" Belediye Başkanı Haluk Cömertoğlu ile Röportaj

KUŞLAR YAĞMURDA DA UÇAR

DURUŞ

İNSANLARA RAĞMEN, İNSANLIK İÇİN

YENİDEN MİLLİ MÜCADELE (ÇAĞRI)

Neden İznik?…

BİR DAMLA KAN, BİN BİR ENDİŞE

Bilgi ve Adalet

KADINIM HAKLARIM VAR

AYNADAKİ LEKE

KAN BAĞIŞI: BİR YAŞAMIN KIRILMA NOKTASINDAKİ KÜÇÜK BİR MUCİZEDİR

SALEBE’NİN HİKÂYESİNİ BİLİYOR MUSUNUZ?

Ne Bu Dünyada Ne De Öteki Dünyada

FATİH'İN VE ATATÜRK'ÜN İZİN VERMEDİĞİ PAPA'YA NEDEN İZİN VERİLİYOR?

VAZO ÖNÜNDE SATILAN ÜRÜNLER SAĞLIKLI MI?

BU DÖNER BAŞKA DÖNER… KİME DÖNER?

ÜÇ SIFIRIN ADALETİ, BİR İNSANIN VİCDANI: Prof. Dr. Ayten Erdoğan Meselesi

YOK DEVE

Milletin Vekili Olmak Cesaret İster

ADIM ADIM İLERLİYOR KÖTÜLÜK

ENGELSİZ ÖZGÜRLER

DİNDARLIK VE AYDINLIK

EĞİTİMDE SOSYAL ADALET

HAK ARAMAK HAKKIMIZ MI?

İNSANLARIN EN İYİ İLACI

GÖNÜLLERİN ANAHTARI; EMPATİ

EVLAD-I FATİHAN ve SELANİKLİ MUSTAFA

Ticareti “Franchise’laştıran AKP

Tuba Yavuz, öyküleriyle ve kitap eleştiri yazılarıyla tanıdığımız bir yazarımız. Edebiyat üzerine faaliyetleriyle dikkatleri üzerinde toplayan Tuba Yavuz, kültürel katkılarıyla da Çağdaş Türk Edebiyatına hizmet eden isimlerden. Kitap tanıtım yazılarından söyleşilere, edebiyat atölyelerinden dergi yazılarına kadar geniş bir yelpazede etkinliğini devam ettiriyor. Öykülerinde hüzün gösterişli bir duygu değil insanın kendi iç benliğine bakan bir ayna, belki de kalbin hafiflediği anlardan biridir. Öykülerindeki karakterler ise çoğu zaman hayatın içinden insanlar. Her biri de tanıdık, bize dönük. Öyle ki karakterlerindeki masumiyet ile birlikte onlarla metnin satır aralarında gezinirken dünyayı saf gözlerle anlamaya çalışırsınız. Kimi öykülerdeki karakterlerse, ince bir cam gibi durur kalbinizde, kırılmaz fakat hep titrer içinizde.
Bu söyleşide Tuba Yavuz ile hem öykülerinin duygusal coğrafyasında gezindik hem de yazmak üzerine konuştuk.
Keyifli okumalar…

Kadın yazar olmanın görünmez yükleri
Edebiyatın hemen her alanında çoğunlukla erkekleri görmekteyiz üstelik bu durum çoğu ülkenin edebiyatında da aynı. Kadın yazarlar hem az hem de çoğu zaman daha az üretken. Ben bu durumu kadın öykü yazarlarının yazma sürecinde erkek meslektaşlarına oranla daha fazla sorumluluk taşımasına bağlıyorum. Yani kadın yazarlarımızda ev içi emek, gündelik yükler ve görünmez sorumluluklar çoğu zaman yazma eyleminin önüne geçebiliyor. Siz bu dengeyi nasıl kuruyorsunuz? Ya da biraz daha açacak soruyu yazarlığınız, bu çok yönlü sorumluluklarla çatışıyor mu yoksa bu sorumluluklardan besleniyor mu?
Aslında bu tespitinize kısmen katılmıyorum, artık kadın yazarların en azından sayı bakımından erkek yazarlara eş olduğunu düşünüyorum; sadece dergilerde yahut başka platformlarda onlar kadar sık yer almıyorlar. Ne kadar hayır dense de hâlâ özellikle yayınevlerinin ve dergilerin mutfağında erkek yazarlar çoğunlukta. Aslında tam da sorduğunuz soru bağlamında şöyle söylemek daha yerinde olur. Yazan, düşünen, okuyan kadınlar var fakat işin diğer tarafı daha çok mesai istediği için kadınlar zorlanıyor olabilir diye düşünüyorum. Yazıp kenara çekiliyoruz galiba.
Kadın olmanın getirdiği yükümlülüklerin arasından sıyrılıp yazmak, okumak elbette bir denge gerektiriyor. Okuyan, yazan, edebiyatla meşgul olan her kadın doğası gereği bu dengeyi kendiliğinden oluşturuyordur diye düşünüyorum. Aksi halde bir şeyden vazgeçmek gerekecektir. Dengeyi kurarken muhakkak yıprandığımız yerler oluyor. Ben en çok uykumdan fedakârlık yapıyorum mesela. Başka türlü toplumun omuzlarımıza yüklediği sorumlukların arasında yazmak için özel alan açmam mümkün olmuyor. Elbet burada cinsiyetçi bir tutumla da bakmamak gerek. Erkek yahut kadın fark etmiyor. Okumak ve yazmak mesai isteyen, zihinsel bir boşluk isteyen eylemler. Günlük hayatın keşmekeşinde bu boşluğu yakalamak kimse için olası görünmüyor. O nedenle bana kalırsa pek çok yazar bu dengeyi kurabilmek için özveride bulunuyordur.
Ben hayatın içindeki her zorluğun yazarları beslediği kanaatindeyim. Hatta sadece zorluklar değil hayatın içinde ne varsa edebiyatı beslediğini düşünüyorum. Edebiyat hayatın zorluklarını, acılarını daha estetik bir şekle sokma çabasıdır neticede. Bu nedenle her ne kadar zorlansak da kadın yazar olmanın oluşturduğu güçlükler de kalemimizi besliyor, inkâr edemeyiz.
Zercan’daki sessizlik: Susmak mı, kırmamak mı?
Öykülerinizde hüzün ana duygulardan. Karakterleriniz çoğu zaman içlerine işleyen acıyı her ne kadar anlatmak istese de sanki onları tutan yahut anlatırken sesini kısan bir etken de var. Özellikle Zercan isimli öykünüzde bu durum kendini açıkça gösteriyor. Karakter, içini acıtan konuyu karşı tarafındaki insanları kırmamak adına yutkunuyor. Belki ismin ağırlığında belki kabullendiği isim ile kimliğinde yazan isim arasında bir gel git yaşıyor. Ve çoğunlukla da dışsal değil içsel bir çatışmayı yaşıyor. Bu içe dönük yapı, sizin insan tasavvurunuzla öykü karakterleriniz arasında nasıl bir paralellik taşıyor?
Zercan’ı yirmili yaşlarda yazmıştım. O vakitler insanın toplum baskısını daha çok hissettiği belki de bu baskılara göre şekil almaya çalıştığı yıllar. Şimdi düşününce eli kalem tutan insanlardaki değişimin eserlerine yansıması da kaçınılmaz. Şuan kırklı yaşlarımdayım. Artık doğru bildiklerimi söylemek Zercan’daki kadar korkutmuyor beni. Yaş aldıkça daha cesur ve emin oluyoruz galiba. Zercan’daki o tutuk hâl de son yıllarda yazdığım öykülerde yok. Fakat insanın da temel özellikleri değişmiyor. Yine de benim kalemimden kırıp döken bir kahraman çıkması zorlar beni. Bunca kabalık ve kırgınlık arasında birine de ben vesile olmaktan imtina ederim.
Tutuk hâl değil de daha çok kişinin kendinden ödün vermesi gibi. Hani bazen insan, kendine ağır gelen duyguları artık karşı tarafa aktarmak ister. Ama sırf karşısındaki ya da karşısındakiler üzülecek diye susmayı ya da yarım konuşmayı belki de geçiştirmeyi ister ya. Hatta bunu yaptıktan hemen sonra da kendine olan kızgınlığı artar. Kızamadığı için değil içinde bir kızgınlık barındırıp da buna rağmen sustuğu için. İki zıt duyguyu aynı anda ve birbirine karıştırmadan yaşar. Sanki Zercan’daki daha çok bu duyguların karışımıydı. Ya da öyle miydi diye sorsak.
Bu güzel tespitiniz ve detayları yakalayan okuma şekliniz için teşekkür ederim. Evet, bu anlamda dediğiniz çok yerinde. Bazen sevdiklerimizi üzmemek için gerçek duygularımızı saklamayı yeğleriz. Zercan’da da diğer öykülerde de duygularını açıkça ifade edemeyen kişilerin susmak ve kırmak arasında susmayı tercih ettikleri doğrudur. Susmanın ağırlığı da bazen yorucudur. Bu yorgunluk esasen Zercan’daki.
Yazı seni çağırıyor mu?
Yazarken çoğu zaman yazdığımız karakterin kimliğine bürünüyoruz. Herhangi bir karakterin yaşadıklarını, ağrılarını, sancılarını ya da sevinçlerini kaleme alırken önce biz yoğruluyoruz o duygularla. Öyle ki sözler kalbe düşmeden kâğıda da bürünemiyor. Fakat kabul edelim ki bu çok sancılı bir süreç. Yaralayıcı. Buruk. Labirent. Tünel… Hiç yazdığınız bir karakterin dünyasından çıkmak istemediğiniz oldu mu?
Evet. Üç yıldır elimde yazmaya devam ettiğim bir novellam var. Oradaki kahramanla fazla özdeşim kurduğumdan bitsin istemiyorum. Hiçbir bitişi ona yakıştıramıyorum. Belki de hiç bitmeden öyle kalacak. Oyalıyor belki de beni. Bilemiyorum
Bu durumda karakter ile ilgili ortak bir varoluş alanı oluşturduğunuz söylenebilir mi? Yani bu özdeşimi yazarlığın doğasında var olan bir tamamlanmama duygusu olarak mı yorumlamalıyız yoksa karakterin sizdeki karşılığı tamamlanmadıkça metnin de kendi hüviyetine ulaşamayacağını mı düşünüyorsunuz?
Ben yine bu sorunuza da her ikisi de olabilir diye cevap vereceğim. Çünkü yazdığımız karakterin söyleyecek sözü bitmemişse bu içimizde kalacaktır. Yazar bu içinde kalma duygusunu çok yaşar. Bana kalırsa sırf bunu yaşamamak için söylenecek her şeyi söylettiğinden, yaşanacak her şeyi yaşattığından emin olmak ister.
İster öykü olsun ister roman, yazarın kurduğu dünyanın ipleri kendi elindedir. Fakat öyle bir hal alır ki artık o dünyada olacakları sadece o dünyadakiler bilir. İşte bu noktada yazarın sözü biter ve kalemi bırakır. Dediğiniz ortak varoluş alanı tam da burasıdır. O dünya artık hem sizin hem de onundur.

Hocam, öykülerinden ve sanatçı kimliğinden etkilendiğim ender yazarlardansınız. Öykülerinizdeki karakterlerle birlikte yaşamak onların ağırlığında dolaşmak nabzımı hep artırdı. Karakterlerinizin naif ve kırılgan yapısı mahzun olmanın onurunu da artırdığı kanaatindeyim. Ve buradan hareketle çok merak ettiğim bir soru var sizce yazmak mahzunluğu dönüştürmenin bir yolu olabilir mi? Ya da tamamen sorudan bağımsız olarak yazmak size ne hissettiriyor?
Bazen yazmaya romantik anlamlar yükleniyor bazen de yazmak sadece yazmaktır deniyor. Ben bu iki cevap arasında görüyorum yazmayı. Kimi zaman daha teknik hatta mekanik bakıyorum. Tamamlanacak bir metin, yetişecek bir yazı olarak görüyorum. Özellikle kurgu yoksa yazımda; bir değerlendirme, inceleme yahut bir dosya konusu için yazıyorsam yazmak sadece yazmak oluyor. Fakat iş kurgusal bir metin yazmak, öykü kahramanı, mekânı, o dünyayı inşa etmek olunca o vakit ben de yazmaya başka anlamlar yüklüyorum. Kahraman benden çıkıp ona dışarıdan baktığımda, onun konuşmasını işitir gibi olduğumda, onunla benzer hisleri duyduğumda bana iyi geliyor. Gerçekten o kişi benim ahbabımmış gibi hissettiriyor. Ve dünyasını benim inşa ettiğim bir ahbap da takdir edersiniz ki pek sevilir. Pek mutlu eder.Hasılı öykü yazmak üstümdeki hayat yükünü hafifletiyor. Nefes aldırıyor, en yalın manada mutlu ediyor. Bazen ürkütüyor ki bana kalırsa pek çok yazar yaşıyordur bu hissi. Bunu ben mi yazdım dediğiniz anlar oluyordur. Acaba ne düşündüm dediğimiz anlar. Kahramanın zihninde dolaşırken kendi zihnimizde dolaştığımızı da bildiğimiz anlar. Tam da bu anlar ürkütücü olabiliyor.
Şiir cesaret ister mi?
Şiir için genellikle cesareti fazla olanların işi deniyor. Yani bir şairin dizesini okurken, okur kesin olarak bilir ki bu şairin bizzat katıksız kendi duygusudur. Mesela Özel şiirinden bir dizeyi örnek verecek olursam “Vay ki gençtim, ölümle paslanmış buldum sesimi.” dizesinde okur kesin olarak bilir ki bu şairin yani Özel’in kendi katıksız sesi. Ancak öyküde durum böyle değil. Öykü yazarı kendini pekâlâ maskeleyebilir. Her şeyi öyküye gizleyebilir. Ve kendinden başka kimse bilmez hangi paragrafta hangi ağrı hangi kalp atışı barınıyor. sizin de şiir yazmaya cesaret edemeyen öykü yazarlarından olduğunuzu biliyoruz. Bu durumu öykünün özgür ve yazarını gizleyen yapısına bağlayabilir miyiz?
Bunu birkaç şeye bağlayabilirim. Bana kalırsa şiir sadece cesaret işi değil; cesaret ve teknik. Şiiri duygudan çok teknik olarak görüyorum. Belki mesleğim gereği edebiyat eğitimi almanın böyle defoları vardır ama üslup ve teknik açıdan şiiri zor buluyorum. Zaten şiir mevzu olunca müşkülpesent bir okura dönüşüveririm. Az şairi çok okuyorum. Ki bunların başında İsmet Özel gelir. Bir okur olarak beni sarsan çok az şair varken kalemi eline almak hem dediğiniz gibi duyguları aşikâr etmek hem o çarpıcı üslubu yakalamak güç geliyor bana. Bu nedenle kendimde o cesareti hiç görmedim.
Bana sorsanız en çok hangi anlatı biçimine kendimi yakın görüyorum diye roman derim. Öyküde sınırlar bazen beni zorluyor. Daha girift bir yapı kurmak ve bu yapıda imgeler arasında gizlenmek açısından roman daha elverişli. Öykü yazmanın da beni cezbeden şöyle bir yanı var, kısa olması. Sabırsız bir mizaca sahibim, bir öyküyü oluştururken çıtasını tek seferde kurmam gerekiyor. Bir romanda bunu yapmak imkânsız. Bu bakımdan öykünün başını ve sonunu elimde tutabilme hakimiyetini de seviyorum. Sorunuza dönecek olursam hislerimizi, fikirlerimizi yazar olarak öyküye de romana da koysak; masa altına da saklasak gören gözlerden kaçmayacağı kanaatindeyim. Elbette şiir kadar açık olmasa da iyi bir okurun yakalayacağını düşünüyorum, velev ki yakalanmasa da ben yazdım ya gerisi okura kalmış derim.
Dilin yoğunluğu duyguyu taşır mı?
Öykünün bu kısa hacmi çoğu zaman duyguların sade ve etkili bir tonda anlatılmasını da zorunlu kılıyor. Ama ne var ki bazı duygular da sade bir şekilde anlatılmıyor. Öyküdeki bu duygu yoğunluğu dilin de yoğunlaşmasını zorunlu kılar mı?
Dil yoğunluğu ile duygu yoğunluğunun birbiriyle bağlantılı olduğunu düşünmüyorum. Bazen bir satırda dünyanın tüm yalnızlıklarını alır göğsünüze koyarsınız. Hem de bu bir satır dupduru bir satırdır. Bazen de sayfalarca yazılmış onca kelime oyununa yer verilmiş cümleleri okursunuz ama gönlünüze tek kelime çarpmamıştır. Bu nedenle öykünün kısa hacmi duyguları vermekte yetersiz kalıyor demek haksızlık olur. Fakat daha girift bir kurgu için roman ya da uzun öykü yeğlenebilir.
Mekânın ruhu
Hocam genellikle öyküde mekân karakterin iç yapısına uygun olarak iç dünyasının bir uzantısı olarak kullanılıyor. Oysa gerçek yaşamda herhangi bir insan mekânla hiç ilgisi olmadan hüzünlenebiliyor. Ya da var olan acısını bir anda bulunduğu yerde aktarabiliyor. Yani ağrısını hatırlamak için geceyi ya da ıssız bir parkta oturmayı beklemeden de hatırlayabiliyor. Sizce karakter ile mekân arasındaki denge nasıl olmalı?
Mekânın edebi anlatılarda özellikle roman ve öyküde çok önemli bir unsur olduğunu düşünüyorum. Sizin sorduğunuz gibi gerçek hayatta farklı yaşanıyor olabilse de kurduğumuz öykü atmosferinde kişilerin hangi mekânda konumlandığı, mekânın tarihi, kahramanların mekânla olan bağı oldukça önemli. Öykü ve romanda yazarın anlattığı her şey bir mekânda geçiyor neticede. İç mekân yahut dış mekân fark etmez hatta fantastik, hayali, ütopik bir mekân da olsa neticede kahramanımıza ve olayların seyrine mekânın etkisi büyük. Peyami Safa Dokuzuncu Hariciye Koğuşu’nda hastaneden çıktığı vakit evine dönerken mahallesinden geçer ve o virane, gecekondu yapıların duruşunu kendi ruhuyla özdeşleştirir. Ben ortaokul çağında okumuştum o kitabı ve o eserden sonra evlere, çatılara, bir evin sofasına başka gözle bakmaya başladım. Evlerin de hüzünlendiğini, mahalledeki sokakların da ruhunun olduğunu, onların da zenginlik ve fakirlik yaşadığını fark etmiştim. Bana kalırsa usta bir kalemin mahirliği, mekâna kattığı ruhla kitabın en tesirli yanını olaydan ya da kişiden ziyade mekân haline getirebilir.
Okurlarınızla kurduğunuz iletişimi nasıl tanımlarsınız? Herhangi bir okurunuzun, eserlerinizdeki kimliğinizi sezdiğine ya da keşfettiğine şahit oldunuz mu?
Böyle dönüşler mutlaka oluyor fakat asıl sarsıcı olan gerçek hayatta tanıdıklarımızın bizi öykülerimizle yeniden tanıması. Ben en çok bunda zorlanıyorum. Çünkü gerçek hayatta kurduğumuz kimliğimiz, üzerimizdeki sıfatları arıyor bizi tanıyanlar yazılarımızda. Sonra şaşırıyor. Öğretmen, anne, eş, evlat, komşu, dost … birçok kimlikle tanıdıkları kişiyi öykülerde farklı görünce daha büyük bir şaşkınlık oluşturuyor galiba. Çünkü okur sizi gerçek hayatta bilmiyor o yazdıklarınızı siz olarak görüyor.
Yazının çağrısı ve anlam arayışı
Yine merak ettiğim başka bir soru sormak istiyorum. Yazmaktan yorulduğunuz ya da kalbinizin artık yazma ağrısını taşımakta zorlandığı oldu mu hiç?
Yazmaktan yorulduğum hiç olmuyor. Ya da yaşadığım his yorgunluk değil de anlamsızlık. Bazen kendi kendime “neden yazıyorum” diyorum ve buna kendimi ikna edecek sebep bulmakta zorlanıyorum. Yazı seni çağırıyor derler bilir misiniz? Ben ona çok inanıyorum. Beni çağırırsa yazıyorum. Yoksa bunu bir zorunluluk gibi düşünüp yazmadığımdan yorulmuyorum. Netice de yazmak iyi geliyor bunu bildiğimden yazmaya devam ediyorum diyebilirim.
Edebiyat dergilerinde çeteleşme mi var?
Hocam son olarak günümüz edebiyat dergileri üzerine konuşmak istiyorum. Sizce edebiyat dergilerimiz, genç yazarlarımıza yeterince alan açıyor mu?
Edebiyat dergileri ile alakalı hep benzer sorunları her yerde söylüyorum burada da vesile olduğunuz için teşekkür ederim. Ben hala dergilerde çeteleşmelerin kırılmadığını düşünüyorum. Yalandan üç beş genç kaleme yer verip iç ferahlatmanın ötesine geçmediğini görüyorum. Eş, dost, arkadaş çevreleriyle dönüyor bizde edebiyat dergileri maalesef. Herkes bundan rahatsızlık duyuyor fakat herkes arkasına bir grubu almanın gücünü de istiyor. Ciddi manada aynı isimlerin ne yazarsa yazsın aynı dergilerde dolanmasının rahatsız edici olduğu fikrindeyim.
Teşekkür ederim.
Ben de çok teşekkür ederim.
Tuba Yavuz’un öykülerinde hüzün, bir süs değil; insanın iç dünyasına bakan bir ayna.
Kadın yazar olmanın ağırlığı, yazının çağrısı ve suskunluğun estetiği onun kaleminde birleşiyor.
Belki de en sade haliyle şunu söylüyor bize:
“Yazı seni çağırırsa yazıyorsun.”
