
01 Aralık 2025 Pazartesi

Tercüman Gazetesi

EVLİLİKTE YALAN: GERÇEĞİ DEĞİL, İLETİŞİMİ KAYBETMENİN SESSİZ ÇIĞLIĞI

ZÜLFÜ YARE DOKUNMAK: YİTİRDİKLERİMİZ

"Halka Aşkla Hizmetin Adı: Arapgir Modeli" Belediye Başkanı Haluk Cömertoğlu ile Röportaj

KUŞLAR YAĞMURDA DA UÇAR

DURUŞ

İNSANLARA RAĞMEN, İNSANLIK İÇİN

YENİDEN MİLLİ MÜCADELE (ÇAĞRI)

Neden İznik?…

BİR DAMLA KAN, BİN BİR ENDİŞE

Bilgi ve Adalet

KADINIM HAKLARIM VAR

AYNADAKİ LEKE

KAN BAĞIŞI: BİR YAŞAMIN KIRILMA NOKTASINDAKİ KÜÇÜK BİR MUCİZEDİR

SALEBE’NİN HİKÂYESİNİ BİLİYOR MUSUNUZ?

Ne Bu Dünyada Ne De Öteki Dünyada

FATİH'İN VE ATATÜRK'ÜN İZİN VERMEDİĞİ PAPA'YA NEDEN İZİN VERİLİYOR?

VAZO ÖNÜNDE SATILAN ÜRÜNLER SAĞLIKLI MI?

BU DÖNER BAŞKA DÖNER… KİME DÖNER?

ÜÇ SIFIRIN ADALETİ, BİR İNSANIN VİCDANI: Prof. Dr. Ayten Erdoğan Meselesi

YOK DEVE

Milletin Vekili Olmak Cesaret İster

ADIM ADIM İLERLİYOR KÖTÜLÜK

ENGELSİZ ÖZGÜRLER

DİNDARLIK VE AYDINLIK

EĞİTİMDE SOSYAL ADALET

HAK ARAMAK HAKKIMIZ MI?

İNSANLARIN EN İYİ İLACI

GÖNÜLLERİN ANAHTARI; EMPATİ

EVLAD-I FATİHAN ve SELANİKLİ MUSTAFA

Ticareti “Franchise’laştıran AKP

Edebiyatın büyüsü çoğu zaman kelimelerin içinde gizlidir. Ama bazen de o kelimeleri yazan kişinin benliği, kelimelerin önüne geçer. Vural Kaya ismi de şiirleriyle sadece edebiyat dünyasına değil, okurunun kalbine dokunan, çağımızın önemli şairlerinden biri.
Modern edebiyatımızın özgün seslerinden olan ve şiirleriyle geniş bir okur kitlesine ulaşan değerli şair Vural Kaya ile edebiyatın bugünü üzerine söyleştik. Vural Kaya ismi çoğu kez şiirle anılsa da aslında edebiyatın hemen her türüne hâkim ender aydınlarımızdandır. Çalışmaları ve üretkenliği ile uzun yıllardır Türk edebiyatına emek veren ustalardan biridir.
Kendisi edebiyata sadece yazarak değil, yazar yetiştirerek de katkı sağlayan bir rehberdir aynı zamanda. Bugün yetiştirdiği pek çok yazar, edebiyat dergilerinde kendine özgü bir yer edinmiştir. Hepsinin yazarlık serüvenine önemli izler bırakan Vural Kaya, benim de öykü yazmayı öğrendiğim; hatta sadece yazmayı değil, kalemi tutmayı da öğrendiğim hocamdır.
Bugün de sizler için Vural Kaya ile edebiyat üzerine söyleştik.
Keyifli okumalar.

“Okur artık rüzgârın önündeki yaprak gibi”
Kıymetli hocam, öncelikle bizi kırmayıp röportaj yapmayı kabul ettiğiniz için teşekkür ederim.
Edebiyatın hemen türüne ilgisi olan ve katkı sağlayan bir aydınımız olarak bugünün okurunu nasıl görüyorsunuz? Tanzimatçılar, edebiyata giren yeni türü okur ile tanıştırmak için var güçleri ile çabaladılar. Büyük oranda da başarılı oldular. Günümüz edebiyatına baktığımızda ise dijital bir dünya ile karşı karşıyayız. Okumak istemeyen bir okur ve onlara sesli kitap dahi sunan yazarlar. Sosyal medyada dahi ilgisini en fazla on saniye ayıran beğenmediğinde hemen alt videoya yönelen bir okur kitlesi ve ilgilerini kitaplara çekmek için, kitapların çarpıcı cümlelerini ilgi çekici bir şekilde hazırlayan içerik uzmanları. Bu bağlamda Tanzimat dönemi edebiyatçıları ile bugünün yazarları arasında nasıl bir bağ kuruyorsunuz?
Teşekkür ederim, bu güzel soruya cevap vermek benim için de farklı bir güzellik. Edebiyat, her zaman bir çağın aynasıdır; hem yazanın hem de okurun ruhunu, zamanın ruhuyla buluşturur. Tanzimatçılarla bugünün yazarları arasında bir köprü kurmak, aslında edebiyatın değişmez özünü ve değişen biçimlerini anlamakla mümkün.
Bugünün okurunu, bir şairin gözünden, rüzgârın önündeki yaprak gibi görüyorum: Hızlı, uçucu, bir an dalında durup hemen savrulan. Dijital çağ, okurun dikkatini on saniyelik videolara, bir tweet’lik cümlelere hapsetti. Ama bu, okurun ruhsuz ya da edebiyattan kopuk olduğu anlamına gelmez. Sadece, okurun kalbine ulaşmak için yeni yollar bulmak gerekiyor. Okur okudukça zehirlenen, acelecilikten aklını yitiren biri olarak kitaba muhatap olmamalı. Tanzimatçılar da benzer bir mücadele verdi. Onlar, Karagöz-Hacivat gölgelerinden tiyatroya, divan şiirinin ağır dilinden gazetenin yalın üslubuna geçiş yaptı. Şinasi’nin Şair Evlenmesi’nde görücü usulü evliliğin eleştirisini mizahla sunması, Namık Kemal’in Vatan Yahut Silistre’de vatan sevgisini tiyatro sahnesine taşıması, hep o dönemin okurunu yakalamak için atılmış cesur adımlardı. Onlar, okuru dönüştürmek için önce onun diline, ruhuna inmek gerektiğini biliyordu.
Bugün de yazarlar, sesli kitaplarla, sosyal medyada çarpıcı alıntılarla, hatta bazen bir Instagram hikâyesiyle okurun kalbine dokunmaya çalışıyor. Bu, Tanzimatçıların gazete çıkarma, halka hitap eden yeni türler deneme çabasına ne kadar benziyor! Fark şu: Tanzimatçılar, okuryazar bir toplum yaratmak için kalemiyle savaşırken, bugünün yazarları dikkat dağınıklığıyla mücadele ediyor. Dijital dünya, bir yanıyla bir nimet: Edebiyatı her yere taşıyabiliyorsun. Bir şiir, bir öykü, bir cümleniz, bir anda milyonlara ulaşabilir. Ama diğer yanıyla, bu hız çağında okurun sabrını kazanmak zor. Tanzimatçılar, okuru yeni bir edebiyat anlayışına ikna etmek için didiniyordu; bugünün yazarları ise okuru ekranlardan, algoritmalardan çekip kitaba, derin düşünceye yönlendirmek için çabalıyor. Ayrıca bugünün yazarı moda olan neyse ona uymak konusunda da kendisinde bir mahcubiyet bile hissettiği oluyor. Ayak uydurmanın yollarını aramakla gerçek sanattan kopabiliyor ne yazık ki.
Bağ şu: Her iki dönemde de yazar, okurun ruhuna bir tohum ekmek istiyor. Tanzimatçılar, hürriyet, adalet, vatan gibi kavramlarla okuru uyandırdı; bugünün yazarları ise bireyin iç dünyasına, yalnızlığına, kaotik dünyadaki anlam arayışına sesleniyor. Mesela, benim şiirlerimde çocukluk, masumiyet, doğayla bağ kurma temaları var; çünkü dijital çağın hızına karşı, insanın özüne dönmesi gerektiğini düşünüyorum. Tanzimatçılar gibi, biz de yeni araçlar kullanıyoruz: Onlar gazete ve tiyatroyla, biz podcast’ler, e-kitaplar ve sosyal medya ile. Ama öz aynı: Okuru, bir an için bile olsa, durdurup düşündürmek, hissettirmek.
Tanzimatçıların kaleminde bir dava vardı; bugünün yazarlarında da bir arayış var. Onlar, toplumu değiştirmek için yazdı; biz, bireye yeniden kendini hatırlatmak için yazıyoruz. Dijital dünyanın okuru tembel ya da ilgisiz değil, sadece başka bir dil konuşuyor. Yazar olarak bizim işimiz, o dili öğrenip, o dille kalbe hitap etmek. Belki bir gün, bir çocuğun elinde meşaleyle sokağımdan geçtiğini düşlediğim gibi, bir okurun da bir kitabın satırlarında kendini bulduğunu görmek, en büyük hayalim.
Şair, çağının tanığıdır; sesi kaybolduğunda şiir de kaybolur.
Şair artık yalnızca şiir yazan değil aynı zamanda bir edebiyat eleştirmeni, çoğu zaman yaşananlara bir tanık bazen de dijital dünyanın içinde bir ‘duruş biçimi’ne sahip kişilik olarak karşımızda. Bugünün şairinden beklenti tam olarak nedir ve şairin kendisinden beklentisi nedir?
Bugünün dünyası, hızın ve yüzeyselliğin egemen olduğu bir arena. Dijital platformlar, sosyal medya, X gibi mecralar, sözün hem yayıldığı hem de kaybolduğu birer labirent. Toplum, şairden bu kaotik ortamda şiir üretmesini bekliyor mu? Şairin şiirden muradı ne? Farklı sorular da ilave edebiliriz buraya. Yani ki şiir modern dönemde nasıl bir yerde konumlandırmalı kendisini, bunun açıklamasını yapmak güç. Dijital dünyada şiirin yaygınlığı bağlamında bu ortamın şiire katkısı da zararı da olmuş olabilir. Uzun uzadıya tartışmak gerek bunu. Bütün olumsuz gelişmelere rağmen gündelik hayatın karmaşasını, savaşların gölgesini, iklim krizinin çığlığını, aşkın hala bir yerlerde nefes aldığını yansıtmasını isteme hakkına sahibiz şairden. Yok edilen insanlığa derinlikli itirazın yine şiirden, şairin ürettiği metinlerden gelmesini beklemeye de hakkımız var. Ama yetmez; şairden bir fener olması da isteniyor. O, karanlıkta yol gösterecek, umudu veya öfkeyi dizelere gömecek, insanı kendine hatırlatacak bir ses olmalı.
Şairin kendisinden beklentisi, bu ikiliği aşmak. Hem çağın tanığı olmak hem kendi içindeki o eski, o yalnız, o kırılgan sesi korumak. Dijital dünyada bir duruş, belki de budur: Hem kalabalıkta konuşmak hem yalnızken susmak.
Şiir, gelenekten beslenip yenilikle filizlenmeli
Gelenek ile yenilik arasında şiir nasıl bir geçiş hattı kurmalı sizce? Yani klasik biçimler ve modern deneyler arasında şiirin kaybettiği ya da kazandığı şeyler nelerdir?
Gelenek ile yenilik arasında şiir, bir köprü değil de sanki bir nehir gibi akmalı bence. Nehrin yatağı gelenek; yüzyılların birikimi, divanların, destanların, halk türkülerinin o köklü, sağlam zemini. Ama su, yani şiirin ruhu daima yenilikle filizlenir ve kendi varlığını muhkemleştirir. Çağın sesini, kokusunu, acısını taşır. Bu akışta şiir, ne sadece geçmişin sesini birebir bugüne taşımalı ne de tamamen bugünün deneysel bir oyuncağı halinde ilerlemeli. İkisini de kucaklamalı ama kendine has bir tınıyla. Yenileşirken geleneğin imbiğinden damıtılan bir modernlik ortaya konulmalı, diye düşünüyorum.
Klasik biçimler, mesela bir gazel ya da rubai, şiire bir disiplin, bir ritim, bir ahenk kazandırır. Aruzun o matematiksel musikisi ya da hecenin halkın nabzındaki yankısı, şaire bir zemin sunar. Bu zemin, bazen bir sığınak, bazen bir meydan okuma. Ama modern deneyler, o zemini kırıp yeniden inşa eder. Modern şiir, imge oyunları, hatta görsel şiirler, şairin sınırlarını zorlar; ona, çağın kaosunu, karmaşasını, ya da sessizliğini söyleme özgürlüğü verir.
Klasik biçimlerde şiir, bazen fazla cilalı, fazla “mükemmel” olabilir; bu, samimiyetten bir şey çalabilir. Ama o biçimlerin kazandırdığı bir şey var: Zamanı aşan bir zarafet, bir kalıcılık. Modern deneyler ise risk alır; bazen dağınık, bazen anlaşılmaz bulunabilir, ama bu risk, şiiri bugüne bağlar, onu canlı tutar. Mesela, Cemal Süreya’nın “Üvercinka”sı, hem geleneksel aşk şiirinin izlerini taşır hem de modern bir cesaretle o izleri kırar. Şiiri yeniden ve yenileştirerek söylemenin kurallarını tekrar oluşturur. İşte bu, şiirin kaybetmeden kazanması. Yok etmeden, eskinin varlığından varlığı tekrar yenileştirerek söylenmesi anlamına gelmez mi?
Bence şiir, gelenekle yenilik arasında bir geçiş hattı kurarken ne sadece maziye yaslanmalı ne de sadece bugünün peşine düşmeli. Gelenekten aldığı o köklü sesi, yeniliğin cesaretiyle harmanlamalı. Ancak böyle bir şiir hem çağın nabzını tutar hem de çağları aşar. Şiir dediğin hem dedelerimizin türküsünü söylemeli hem de bizim çocuklarımızın düşlerini.
Şiir, hız çağında da yoğunluk sanatıdır
Günümüz şiiri, hız ve gösteri çağında nasıl bir alan açabilir kendine? Hocam, şiir hâlâ bir ‘yoğunluk sanatı’ olabilir mi yoksa artık fragmanlar ve anlık parlamalar üzerinden mi varlık buluyor?
Günümüzün hız ve gösteri çağında şiir, sanki bir fırtınanın ortasında sakin bir nefes almaya çalışan bir yolcu gibi. Etrafında sosyal medyanın anlık parıltıları, görsel şölenler, biteviye akan bildirimler var. Ama şiir, bu curcunada kendine bir alan açabilir; çünkü şiir, özünde bir direniş sanatı. Hız çağında her şey anlık tüketim peşindeyken, şiir hâlâ durup düşünmeye, hissetmeye, derinleşmeye çağırıyor.
Şiir, evet, hâlâ bir yoğunluk sanatı olabilir. Bir dize, bir imge, bir kelime bile koca bir dünyayı barındırabilir. Mesela, bir Attilâ İlhan dizesi, “ben sana mecburum,” hâlâ bir anlık parlama değil, bir ömürlük yoğunluk taşır. Ama bu çağ, şiiri de etkiliyor. Sosyal medyada paylaşılan kısa, çarpıcı dizeler, fragmanlar gibi. Bu fragmanlar, bazen bir anlık dikkat çekiyor, bazen de kaybolup gidiyor. İşte burada şiirin sınavı başlıyor: O anlık parlamalar, derin bir tınıya dönüşebilecek mi? Yoksa sadece bir “like” alıp unutulacak mı?
Genç yazar için sabır, eleştiriden daha öğreticidir.
Kıymetli hocam biraz da üzerine ciddi emekler vererek yetiştirip Türk Edebiyatına kazandırdığınız yazarlardan bahsetmek istiyorum müsaadeniz olursa. Ki bunlardan biri de benim. Türü ne olursa olsun yazının her türüne verdiğiniz öneme, yazım sürecinden yayınlanmasına kadar ki tüm aşamalardaki titizliğinize bizzat şahit olarak affınıza sığınarak sizden yazmayı, kalemi tutmayı ve kalemi yönlendirmeyi öğrenenlerdenim. Bundan dolayı rahatlıkla ifade edebilirim ki en azından benim için öyle yazının -türü ne olursa olsun- konusundan ziyade anlatım biçimine önem verdiniz. Hatta çoğu zaman “Sadece yaz, edebiyat kaygısını hatta kendini bile bir kenara bırak ve yaz. Sen burada sadece olayı anlatan bir anlatıcısın ve yapman gereken en önemli şey karakterin ruhuna bürünerek onun gibi düşünmek, onun gibi hareket etmek. Önemli olan olaylara senin nasıl tepki verdiğin değil oluşturduğun karakterin verdiği tepkidir. Eğer bunu yakalarsan öyküyü de yazmış olursun”. derdiniz. Bu yaklaşımınız her zaman öykü yazımındaki temel ilkem oldu. Bu bakış açısıyla sizce anlatıcıyla karakter arasındaki bu mesafe yazının başarısını nasıl etkiler?
Evet, senin de dediğin gibi, yazının türü ne olursa olsun, ben hep anlatım biçimine vurgu yaptım. Çünkü yazmak, sadece bir hikâyeyi kâğıda dökmek değil; bir ruhu, bir dünyayı, bir karakteri ete kemiğe büründürmek. Ve işte tam da bu noktada, anlatıcı ile karakter arasındaki mesafe devreye giriyor. Bu mesafe, yazının başarısını belirleyen en kritik unsurlardan biri.
Bana kalırsa, anlatıcı ile karakter arasındaki mesafe, bir nevi yazarın kendi gölgesini hikâyeden çekip alması demek. Yazar, kendini merkeze koyarsa, hikâye onun kişisel tepkileriyle, önyargılarıyla, duygularıyla gölgelenir. Ama “Sadece yaz, kendini bir kenara bırak,” derken kastettiğim, yazarın bir ayna gibi olması: Karakterin ruhunu, düşüncelerini, tepkilerini yansıtmalı, ama kendi benliğini araya katmamalı. Mesela, senin öykülerinde bunu nasıl başardığını hatırlıyorum; bir karakter yaratırken onun ruhuna bürünüyordun, sanki sen değil, o konuşuyordu. Bu, okuyucunun hikâyeye inanmasını, onunla bağ kurmasını sağlıyor.
Peki, bu mesafe nasıl etkiler yazının başarısını?
Eğer anlatıcı, karaktere fazla yakınsa, hikâye yazarın kendi sesine boğulabilir; kişisel bir günlük gibi olur, evrenselliğini yitirir. Ama fazla uzaksa, bu kez hikâye soğuk, ruhsuz kalabilir. İdeal mesafe, yazarın karakterin iç dünyasına girebildiği, ama aynı zamanda bir adım geride durup onun hikâyesini nesnel bir gözle aktarabildiği bir denge. Bu dengeyi yakaladığında, öykü sadece bir olaylar zinciri olmaktan çıkar; bir ruhun, bir hayatın yansıması olur. Okuyucu, karakterin tepkilerini, onun gözünden dünyayı görür ve bu, hikâyeyi unutulmaz kılar.
Öğretmek, kalemin de dönüşümüdür
Bir metnin yazım sürecinden yayımlanmasına kadar her aşamasında gösterdiğiniz titizlik, genç yazarlarımız için bir okul niteliğinde. Bugünün edebiyat ortamında sizce genç bir yazar en çok neye ihtiyaç duyuyor: Bir ses bulmaya mı, bir eleştiri duymaya mı yoksa sadece yazarlık serüveni boyunca ona eşlik edecek sabırlı birine mi?
Genç bir yazarın edebiyat yolculuğunda neye ihtiyaç duyduğu sorusu, sanki bir bahçeye tohum ekerken hangi toprağın, hangi suyun, hangi güneşin gerektiğini sormak gibi. Bugünün edebiyat ortamında, hızın ve gösterinin gölgesinde, genç yazarlar için her şeyden önce bir ses bulmak hayati bir şey. Ama bu ses, sadece kendi içlerinden yükselen, özgün ve sahici bir tını olmalı. Yazarlık, önce o tınıyı keşfetmekle başlar; çünkü bir yazar, kendi sesini bulmadan ne yazarsa yazsın, bir yankıdan ibaret kalır. Mesela, senin öykülerinde o sesi nasıl bulduğunu hatırlıyorum: Sabırla, emekle, kendi ruhunun derinliklerine inerek.
Peki, sadece ses bulmak yeter mi?
Hayır. Genç yazar, yazdıklarını bir aynaya tutacak eleştiriye de muhtaç. Ama bu eleştiri, yıkıcı değil, yol gösterici olmalı. Bir metnin nerede tökezlediğini, nerede parladığını gösteren bir eleştiri, yazarı hem cesaretlendirir hem de geliştirir. Ben öğrencilerime metinlerini okurken hep şunu söyledim: “Bu dize, bu cümle, senin ruhundan bir parça; ama şimdi onu cilalamak, keskinleştirmek gerek.” Eleştiri, yazarın kendi sesini daha berrak hale getirmesine yardım eder. Senin de bildiğin gibi , bir metni didik didik ederken bile o yazarın hayalini kırmamaya özen gösterdim.
Ama belki de hepsinden önemlisi, genç yazarın yanında sabırlı bir yol arkadaşı olması. Yazmak, yalnız bir yolculuk; bazen bir cümle için saatler, bir hikâye için aylar harcanır. İşte bu yolda, yazarı dinleyen, ona inanan, düştüğünde el uzatan biri varsa, o yazar pes etmez. Sabırlı bir yol arkadaşı, bazen bir hoca, bazen bir dost, bazen bir editör olur. Benim öğrencilerimle, mesela seninle geçirdiğimiz o uzun yazım süreçlerinde, en çok yapmaya çalıştığım şey buydu: Sana inanmak, seni dinlemek, yazarken omzunda bir el gibi olmak. Bugünün edebiyat ortamında, genç yazarlar bu üçüne de ihtiyaç duyuyor: Kendi seslerini bulmaya, yapıcı bir eleştiriyle bilenmeye ve sabırlı bir yol arkadaşıyla güçlenmeye. Ama eğer birini seçmek zorundaysam, ben sabırlı bir yol arkadaşını seçerim. Çünkü o sabır, hem sesi bulmayı hem eleştiriyi hazmetmeyi mümkün kılar. Bir yazar, yazdıkça büyür; ama yanında ona “Yaz, devam et, bu yolda yalnız değilsin,” diyen biri varsa, o büyüme bir ömre yayılır. Senin gibi yazarlarla bu yolculuk, benim için de bir okul oldu; öğretirken öğrendim, yazarken büyüdüm.
Açık bir dille ifade edebilirim ki siz olmasaydınız o dili ve sesi bulamazdım. Belki yine yazardım fakat yazdıklarım kendime bile uzak olurdu. Ve her şeyden önemlisi biraz önce bahsettiğiniz gibi yazmayı öğreten hocanın sabrı ve yazarın heyecanını kırmadan motive ederek ona dokunması. Bize yaptığınız en kıymetli dokunuşlardan biri de buydu hocam. Kırmadan ve incitmeden öğretmeniz. Yazdığımız her kelimenin en küçük bir hecenin dahi ruhumuzdan süzülerek bir anlama büründüğünü ve benliğimizin bir parçası olduğunu göstermeniz. Hocam, çoğu yazar adayının bireysel seslerini bulmalarına alan açan bir yazı rehberisiniz. En çok merak ettiğim sorulardan biri de bu süreçte, yazmayı ve yazıyı -öykü ve şiir ayırt etmeksizin- öğreten bir rehber olarak hiç kendi poetikanızın da dönüştüğüne tanık oldunuz mu? Yani öğretmek sizin kaleminizi nasıl şekillendirdi?
Ben iddialı bir yol gösterici değilim. Hatta yolumu kaybettiğimde kendime de bazen yol gösterici, rehber arayan bir yanım var hâlâ. Elimden geldiği kadar ilgilenmeye çalıştığım gençler oldu elbette. Öğretirken, yazar adayının –senin gibi– o ilk cümlelerini, o tökezleyen dizelerini gördükçe, kendi yazım sürecimi sorgulamaya başladım. Mesela, bir öyküde karakterin ruhuna bürünmeyi öğretirken, kendi hikâyelerimde daha fazla empati aradım. “Kendini bir kenara bırak,” derken, kendi metinlerimde de o mesafeyi test ettim. Şiirde ise, gençlerin özgür imgelerine tanık oldukça, onların konuşan özne olarak şiirde seslerini bulmaya başlamaları beni gönendirdi her zaman.
Şiir, duyarlığın ötesinde bir düşünme biçimidir.
Hocam sohbetimizi tekrar şiire çevirirsek, şiir sizce artık bir estetik biçim olmaktan ziyade, düşünsel bir organizmaya mı dönüşüyor? Yani günümüz şiiri artık duyarlık aktarmaktan çok bir düşünme biçimi ile birlikte sorgulama dili mi öneriyor?
Şiir, evet, hâlâ bir estetik biçim; o imgelerin dansı, kelimelerin musikisi, bir tablonun renkleri gibi. Ama günümüzde, şiir estetik olmaktan öte, bir düşünsel organizmaya dönüşüyor bence. Artık sadece duygu aktaran bir araç değil; bir sorgulama dili, bir düşünme biçimi öneriyor. Çağın karmaşasında, şiir bize “Neden?” diye sorduruyor, “Nasıl?” diye düşündürüyor.
Eskiden şiir, daha çok bir duyarlık aktarırdı; bir aşkın titreyişi, bir doğanın fısıltısı, bireysel bir iç döküş. Ama bugünün şiiri, toplumsal yaraları, varoluşsal krizleri, hatta dilin sınırlarını sorguluyor.
Bu dönüşüm, şiiri zenginleştiriyor; onu daha dinamik, daha katılımcı kılıyor. Okuyucu, şiiri sadece hissetmiyor, onunla tartışıyor, sorguluyor. Ama estetik biçimden vazgeçmiyor; aksine, o estetik, düşünsel organizmayı besliyor. Bir dize, hem güzel olmalı hem düşündürmeli. Günümüz şiiri, duyarlıktan düşünmeye evriliyor; bir ayna değil, bir teleskop gibi: Bizi kendimize ve dünyaya yaklaştırıyor. Bu sorgulama dili, şiiri kurtarıyor; onu hız çağında bile kalıcı kılıyor.
Şiir, anlamın sınırlarını zorlayan bir gerilimdir
Son olarak şiir yazmak sizce bir anlam üretme pratiği mi anlamın sınırlarını zorlayan bir gerilim mi?
Şiir hem aklın hem kalbin iplerini elinde tutar kanımca. Şiir, insanlığın en kadim ifade biçimlerinden biri; ne sadece bir anlam üretme pratiği ne de yalnızca anlamın sınırlarını zorlayan bir gerilim. Aslında, bu ikisinin dans ettiği, bazen uyumlu bazen de kaotik bir sahnedir şiir. Bu sahneyi biraz açalım.
Şiir, en temelde bir dil sanatı. Kelimeleri, imgeleri, ritimleri ve sesleri bir araya getirerek yeni anlamlar inşa eder. Şair, dünyayı, duyguları, düşünceleri ya da bir anı yakalayıp, bunları dilin sihirli bir filtresinden geçirir. Bu süreç, bir bakıma anlam üretmektir çünkü şair, kaotik ya da dağınık olanı (bir duygu, bir manzara, bir fikir) alır ve onu damıtarak, yeniden şekillendirerek bir forma sokar. Mesela, bir ağacın rüzgârda sallanışını anlatırken, o sallanışta yalnızlığı, umudu ya da geçiciliği bulur ve bunu okuyucuya sunar. Bu, bir tür yaratıcı simyadır; şair, ham duygu ve düşünceleri işleyerek onlara evrensel ya da kişisel bir anlam katar.
Örneğin, Yahya Kemal’in “Sessiz Gemi”sinde ölüm, bir geminin sakin sakin limandan ayrılışıyla anlatılır. Bu imge, hem ölümün kaçınılmazlığını hem de onun dingin bir kabullenişini taşır. Şair burada, soyut bir kavramı (ölüm) somut bir imgeyle (gemi) anlamlandırır. İşte bu, şiirin anlam üretme pratiği olarak işlevidir: Var olanı yeniden yorumlayarak, okuyucunun zihninde yeni kapılar açar.
Bu anlamda, şiir yazmak bir inşa sürecidir. Şair, dilin malzemelerini kullanarak bir yapı kurar. Bu yapı bazen bir hikâye anlatır, bazen bir duyguyu kristalleştirir, bazen de bir fikri aydınlatır. Ama her zaman, okuyucunun ya da dinleyicinin dünyasında bir anlam kıvılcımı çakar. Bu, şiirin düzenleyici, toparlayıcı tarafıdır; kaosu anlamlı bir forma dönüştürür.
Ama iş burada bitmez. Şiir, sadece anlam üretmekle yetinseydi, belki de bir deneme ya da felsefi bir metinle aynı kefeye konurdu. Oysa şiir, aynı zamanda anlamın sınırlarını zorlayan, hatta bazen o sınırları paramparça eden bir gerilimdir. Dil, ne kadar güçlü olursa olsun, insan deneyiminin tamamını kuşatamaz. Aşkın, acının, varoluşun ya da bir sonbahar yaprağının düşüşünün tam anlamını ifade etmek mümkün mü? İşte şiir, bu imkânsızlığın farkında olarak, dilin sınırlarını esnetmeye çalışır.
Şair, kelimelerin ötesine ulaşmak için metaforlar, imgeler, ritimler ve sessizlikler kullanır. Bazen bir kelimeyi alışılmadık bir bağlamda yerleştirir, bazen de dilin kurallarını büker. Mesela, Turgut Uyar’ın “Göğe Bakma Durağı”nda, “İkimiz birden sevinebiliriz göğe bakalım” dizesi, basit gibi görünür ama içinde hem bir paylaşım hem bir yalnızlık hem de varoluşsal bir çağrı barındırır. Bu, anlamın net bir çerçevede sunulmasından çok, okuyucuyu o anlamın sınırlarında dolaştırmaktır. Şair, “anlam”ı sabitlemek yerine, onu çoğaltır, muğlaklaştırır, hatta bazen kasten yarım bırakır. Bu, şiirin gerilimidir: ne tam olarak söylenir ne de tamamen susulur.
Bu gerilim, şiirin avangard ya da deneysel biçimlerinde daha da belirginleşir. Dadacılık, sürrealizm ya da İkinci Yeni gibi akımlar, anlamı kırmayı, parçalamayı ve yeniden inşa etmeyi dener. Örneğin, İsmet Özel her dönemin gençlerini etkileyen şiirlerini düşünelim: Şiirlerinde bazen anlam, kelimelerin sesinde ya da dizelerin ritminde saklanır; okuyucu, bir anlam avcısına dönüşür. Onun şiirlerini döne döne okur ve yeniden okuma ihtiyacı hisseder. Anlamla, imgeyle, seslenişle, imajla yeniden karşılaşmak ister. Çünkü okur çarpılmıştır. Bu, şiirin anlamın sınırlarını zorlayan yönüdür. Dilin alışıldık yollarını terk ederek, bilinmeyene, söylenemeyene doğru bir yolculuk başlatır.
Peki, şiir hangisi? Anlam üreten bir pratik mi, yoksa anlamın sınırlarını zorlayan bir gerilim mi? Bence, şiir bu ikisinin dansı. Biri olmadan diğeri eksik kalır. Anlam üretme pratiği, şiire bir zemin, bir yön verir; şairin söylemek istediği bir şey vardır, bir duyguyu, bir fikri ya da bir manzarayı paylaşmak ister. Ama bu anlamı üretirken, dilin sınırlarıyla karşılaşır ve işte o zaman gerilim devreye girer. Bu gerilim, şiiri sıradan bir anlatıdan ayırır; onu bir deneyime, bir gizeme dönüştürür.
Mesela, Sezai Karakoç’un “Monna Rosa”sında hem bir aşk hikâyesi anlatılır (anlam üretimi) hem de o aşk, mitolojik, dinsel ve sembolik imgelerle öyle bir boyuta taşınır ki, okuyucu artık sadece bir aşk hikâyesi değil, insan ruhunun derinliklerinde bir arayış okur (anlamın sınırlarının zorlanması). Şiir, bu ikisini aynı anda yapar: bir yandan anlamı inşa eder, bir yandan da o anlamı sürekli sorgular, genişletir, bazen de dağıtır.
Şiir, hem bir inşa hem bir isyan. Şair, hem bir mimar hem bir asi. Bu yüzden şiir, ne sadece anlam üretir ne de sadece sınırları zorlar; o, bu ikisini bir araya getirerek, insan ruhunun en derin odağında yankılanır. Büyüleyicidir neticede şiir. Büyüleyici olmasa biz ona neden şiir diyelim?
Bu çok kıymetli röportaj için teşekkür ederim.
Ben de teşekkür ederim.
