Ayşe Bağçıvan

Ayşe Bağçıvan

01 Aralık 2025 Pazartesi

    DİĞER YAZARLARIMIZ

    “Kalem, yazmak zorundadır”: Sedat Sayın ile Öykü, Hafıza ve Yazma Üzerine

    “Kalem, yazmak zorundadır”: Sedat Sayın ile Öykü, Hafıza ve Yazma Üzerine
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Her ne kadar günümüz hız çağı olarak adlandırılsa da öykü, insanın özüne temas eden anlatı biçimlerinden biri olarak varlığını korumaya devam ediyor. Ve öykü, hayatın sıradan anlarında saklı olan derin anlamları yakalayabilen kalemler ile zenginleşiyor. Sedat Sayın da öykülerinde hayatın sıradan anlarında saklı olan derin anlamları kalemiyle buluşturan edebiyatımızın en seçkin öykü yazarlarından biri. Kelimelerini gündelik hayatın görünmeyen ayrıntılarında ustalıkla gezdiren Sedat Sayın, karakterlerinin suskunluklarında onların ruhunu yansıtarak okuru öykünün paragraflarında gezdirmeyi başaran yazarlarımızdan. Her yazarın kalemini besleyen bir yolculuğu vardır. Kimi yazara göre bu yolculuk bir çocukluk anısının izindedir kimi yazara göre sessiz bir gözlemin yolculuğudur. Sedat Sayın da edebiyatla kurduğu bağı yaşamın yöneldiği hemen her durakta taşıyan yazarlarımızdan.

    Bu söyleşimizde Sedat Sayın’ın öykülerinin ardındaki düşünsel kaynaklara, yazma eyleminin dönüm noktalarına yakından bakıyoruz.

    Keyifli okumalar…
    Ayşe Bağcivan


    “Öykü, onun için yalnızca bir tür değil; dünyayı algılamanın, anlamlandırmanın ve kendini tanımanın yolu.”

    Hocam uzun zamandır edebiyata hizmet etmiş bir yazarımız olarak yazma ve özellikle de öyküyü seçme serüveniniz nasıl başladı?

    Hikâye benim hayatı algılama ve anlatma biçimime uygun. Tabi bunu belirlemek üniversite yıllarına dayanıyor. Erciyes Üniversitesinde iken aslında “Yağmur” öykümde geçen  “Yağmur” şiirini Dergâh dergisine göndermiştim. Hatta bir arzuhalcide yazdırmıştım. Büyük bir ümitle göndermiştim dergiye. Aylarca takip ettim dergiyi fakat çıkmadı. Sonra denemeler yazdım Nuri Pakdil Usta’mın denemelerini otobüslerde okula gidip gelirken okudum. Hele “Bir Yazarın Notları”ndaki üslûp beni adeta çarpmıştı. Bol bol denemeler yazdım. Bunları hocam Prof. Dr. Hülya Argunşah’a göstermiş ve Trakya Üniversitesine geçiş yaptığımda da mektupla göndermiştim. O da bana uzun ve yol gösterici bir mektup yazmıştı. Tarzımı, türümü seçmemi ve bol bol mitoloji okumamı salık vermişti. İşte yazma sürecimi belirlemek için bu metinlerin bir edebiyat dergisinde yayınlanmasının gerekliliğini düşünmüştüm. Bulunduğumuz şehir edebiyat kültür ve dergi atmosferinin yetkin olmadığı bir şehir maalesef…  Bu denemeleri Yedi İklim dergisi sahibi yazar Ali Haydar Haksal’a göndermiştim. Bu metinlerin öyküye yatkın olduğunu dile getirmiş ve Çehov’dan Rasim Özdenören’e geniş bir yelpazeyi önermişti. Trakya Üniversite’sinde bir duvar gazetesi çıkarmaya başlamıştık “Edebiyat Diliyle” idi. Burada Solan Karanfil adlı öykümü yayınladım. Bu öyküyü Yedi İklim dergisine gönderdim. Ve ilk öyküm orada yayımlandı. Hayatımın özünden, gözlemlerimden, muhayyilemden doğan hikâye… İç dünyamın derinliklerinde zaman zaman sızan hikâye… Tabi Ali Haydar Bey’in samimi yaklaşımları… Gönderdiğim öykülerin yayınlanması üzerimde okuma serüvenimi de etkilemesi doğrultusunda yönlendirici oldu. İmkân buldukça onun mekânına gidip edebiyat atmosferini yudumlamak… İstanbul’da sahafları gezip bol bol kitap almak ve okumak, yazmak süreci üniversitemin ilk yıllarında yazma doğrultusunda benim gelişimimde etkili oldu diyebilirim. Okul yıllarımda Yedi İklim, Hece ve Edebiyat dergisi yayınlarını çevremdeki arkadaşlara salık verirdim. Okurken aynı zamanda bizim oralardan olan Ramazan Aydın ustamın köfteci dükkanında da çalışmıştım. Bizim dükkân edebiyat bölümü öğrencilerin ve bazı üniversite hocalarımızın da birer uğrak yeri olmuştu.  Hem okuma hem yazma atmosferini bir nebze de olsa orada yaşadığımıza inanıyorum. Ki mekân olarak da bazı öykülerimde Bedesten çarşısı da geçmektedir. 


    “Ali Haydar Haksal, benim için yalnızca bir usta değil; edebiyata açılan ilk kapıydı.”

    Ali Haydar Haksal, Türk Edebiyatının şekillenmesinde rolü olan ustalarımızdan biri. Onun tarafından öyküye yönlendirilmiş olmanız da şüphesiz müthiş bir deneyimdir. Bize bu süreçten, Ali Haydar Haksal’ın üzerinizdeki etkisinden bahseder misiniz?

    Evet… Ali Haydar hocam gerçekten birçok genç öykücünün yolunu açmış, yazmaya yönlendirmiş bir okuldur. Önceleri ankesörlü telefonlarla bahsettiğim lokantanın yakınından jetonlarla aradığım dakikalarca konuştuğum cana yakın sesiyle adeta edebiyat denizinin derin ırmaklarının seslerini duyduğum zaman dilimlerini yaşatan vefalı bir insandır. Onunla bizzat tanışmak ve tanıştığım anda sanki yıllardır tanışıyormuş duygusunu uyandırması çok kıymetlidir benim için. Kütüphanesindeki kıymetli kitaplardan okumam için vermesi de ayrı bir değer benim için. O zamanlar İstanbul benim için Ali Haydar ve Yedi İklim’dir. Onun öykülerini çokça okudum. Dil ve kurgusu, farklı yapıda cümle kuruluşları… Öykü isimlerinin çekiciliği… Ki lisans tezim de Ali Haydar Haksal’ın Hikâyeleri ve Hikâyeciliği’dir. Yedi İklim’de tanıştığım yazarlar da hayatımda etkili olmuştur. Bir iftar yemeğine davet etmişti. Gitme şansım olmuştu. Orada Ali Göçer, sevgili Orhan Okay hoca, Ahmet Hakan’ı görmüş ve sohbet ortamına tanık olmuştum. Hece dergisinin ilk sayısı çıkmıştı sanırım. Orada Lale Müldür de vardı. Bir sandalyeye oturmuş Ali Haydar hocam da beni onunla tanıştırmıştı. “Benim öykülerimden etkilendi. Yazıyor “ demişti. O ortam benim için çok kıymetliydi. Program bittiğinde Selvigül Kandoğmuş Şahin, Mihriban İnan Karatepe ile aynı takside sahil boyuna vapurların kalktığı sahile gittiğimizi hatırlıyorum. Orada bir de Hasan Aycın ile tanışmam da benim için bir şanstır. İşte edebiyat dünyasına ve bu dünyanın bazı kalemlerine ben Ali Haydar hocamın sayesinde girdim. 


     Ali Haydar Haksal hocamızı edebiyatta kalıcı bir ize dönüştüren en önemli özelliği öykülerinin ve edebiyattaki yerinin yanı sıra genç kalemlere duyduğu inanç ve onları yazıya inandırma çabasıdır bana göre. Ki Yediiklim Dergisi de pek çok yazara yazıyı öğretme anlamında atölye görevi görmüştür. Öykülerinizde kullandığınız dilin duygusal bir iç sesi var. Özellikle de ‘Elimde Patlıyor Çocukluğum’ isimli öykünüzde bu durum kendini hissettiriyor. Cümlelerde bir bilinç hâli ve nabzın atışı hâkim. Ve özellikle de ritim oldukça dikkat çekici bir şekilde bir çocuk nefesini andıran kesik ve kısa cümleler ile ilerliyor. Bazı cümlelerdeki ‘aldı, sıktı, vurdu…’gibi fiiller de sanki duygusal gerilimi yoğunlaştırır gibi. Genel olarak bakıldığında sıradan bir çocuğun öyküsü değil gibi. Bu öykünün oluşum aşaması bir çocuğun dünyasını anlatma isteği mi yoksa yetişkin benliğin çocuklukla hesaplaşması mı?

     Evet…Tabi her hikâyenin yazılma hikâyesi var. Ama bazen bir görüntü… Bir söz…Bir koku öyküyü çağırır muhayyilemden…  Doğrusu kolay yazamıyorum. Uzun süre imgeler hayalimin ufuklarında bir belirip bir kayboluyor. Ve o parçalar, zihnimin oyuklarında dolaşıp duruyor. Onları ilkin zihnimde bir bütünlük halinde düzenlemeye çalışıyorum. Sağa sola – bazen de kaybettiğim – notlar alıyorum. Bir paragraf, bir cümle, bir kelime… Kendimde o “etki”yi (E. Allan Poe) oluşturabileceğime inanınca oturur yazarım. Kanımca her öykü metni okurda çeşitli duygu, imaj dünyalarının kapılarını açan bir renkler uyumudur. Bütün o karmaşık renkler, ayrıntılar güçlü bir duygunun merkezinde toplanıp açılıyor bir uyum içinde. Kitap içerisinde en beğendiğim öykü de aslında Elimde Patlıyor Çocukluğum’dur. Sevgili Ercan Ata da benim kitabım üzerine yazdığı yazısında “Abartmış olmazsam herhalde bugüne kadar binden fazla hikâye okumuşumdur. Okurken alınan zevkten maada birkaçı müstesna bunların tamamına yakınını unuttum, diyebilirim. Aklımda kalanlar arasında kurgusu, olay örgüsü ve içeriğiyle özel bir yere sahip olan ‘Elimde Patlıyor Çocukluğum’ adlı öyküsü var Sedat Sayın’ın.” Bunu İstanbul Bir Nokta dergisinin 252. sayısında dile getirmiştir. Aynı zamanda Mustafa Ruhi Şirin’in de bu öyküyle ilgili beni mutlu eden değerlendirmesi var. Aslında bu hikâyeyi ben kurşun kalemle yazıp Dergâh dergisine göndermiştim. Üniversiteden hocam Ayhan Yaşar öyküyü dergide görmüş beni aradı. Koşa koşa kitabevine gidip dergiyi aldığımı hatırlıyorum. Öyküyü Sevgili Mustafa Kutlu dizmiş. Benim için çok kıvanç vericidir. O da birebir görüşmelerimizde bu öykünün “yaşanmışlık” ve samimiyet dolu olduğunu ifade etmişti. Evet, bu öyküm çocukluğumda yaşadığım bazı olayların kurgusal düzleme aktarılmasıdır. Bu dünyaya doğru uzanma… dünyanın parçalandığı, aşındığı bir yokuşta yazmak ve yazılanlarla var olmak. Her türlü kirlerden arınma… Karşılık beklemeksizin bile bile ısrarla ve kıvançla bu arınışı yazarak sağlamaya çalışmak… Yani “Kalem, yazmak zorundadır.” Ve eşyayı, kendimi, geçmişimi tanımaya çalışıyorum. İşte öyküyle çoğu zaman yaşanırken farkına varılmamış uzak sevgi ve masumiyet ülkesine yolculuk yapmaya çalışıyorum. Yetişkin olan ben’in çocuk olan ben’le yeniden karşılaşması, birbirini tanımaya çalışması bir bakıma…Ben o öyküyü yazarken bir çocuğun hikâyesi gibi değil de büyümüş birinin içindeki çocukla konuşması gibi hissettim. Cümlelerin kesik kesik olması da sanki içindeki o nefesin, o çocukluğun hâlâ orada olduğunu gösteriyor. Bence bu öykü, çocuklukla hesaplaşmaktan çok, o çocuğu susturmamaya çalışmakla ilgili.


    Yani bu durumda yazan, anlatan ve kurgulayan biri olarak, yazma eylemini, dünyayı anlamlandırma çabası ve geçmişle yüzleşme olarak gördüğünüzü söyleyebilir miyiz?

    Evet… İnsan kendisini aslında yazarak tanıyor. Yazarken, kurgularken duygu ve düşünce derinliğinin farkına varıyor. Geçmiş zaman dilimi geçmiştir ama şimdiki zamanımızı da belirlemektedir. Çocukluk veya gençlik çağımızda yaşanılan her şey bizim kurgumuzu belirliyor. O yaşananlar zamanı gelince, yazının zamanı gelince, hatıralardan çıkıp kurgusal zemine yerleşiyor. Rilke’nin de bir şiir dizesini yazmak için türlü tecrübelerden geçtiğini anlatıyor Malte Laurıds Brıgge’nin Notları’nda. Ben de çocukluk ve gözlemlediğim an’ları bazen karmaşık bir biçimde kurgulamaya çalışıyorum.


    “Bir öğretmenin yaptığı hata, bir çocuğun dünyasında yankı bulur: Gerçek bir travmadan doğan öykü.”

    Hocam müsaadeniz olursa ben yine bir öykünüz üzerine konuşmak istiyorum. ‘Beyaz Kurdele’ isimli öykünüzdeki olaylar sanki bir çocuğun belleğinden sızmış gibi. Bulanık bir anının sarsıcı öyküsü gibi. Sıradan olan sınıf, soba, öğretmen gibi nesneler bir anda travmatik bir sahneye dönüşüyor. Öyküye hâkim olan çocuk anlatıcı ile sanki yetişkin bir yazarın bilinci arasında çok hassas ve ince bir denge var. Bu öykünüz gözlem sonucu kurgulanmış bir öykü mü?

    Bu öykü ile ilgili bir okur olarak sevgili öğrencim Minel Dinmez’e de sorunuzu ilettim. O da şu cevabı verdi:Ben bu öyküyü okurken, her şeyin bir çocuğun belleğinden süzülerek anlatıldığını hissettim. Ama o çocuğun arkasında bir yetişkinin gölgesi var sanki. O yüzden hem masum hem de çarpıcı bir tarafı var. Bana göre bu öykü sadece gözlemle yazılmış olamaz; içinde yaşanmışlık ya da en azından güçlü bir tanıklık hissi var. Çünkü o kadar sade nesnelerle bu kadar derin bir etki yaratmak, sadece kurguyla olmaz.”

    “Beyaz Kurdele” de aslında çocukluğumda yaşadığım acı bir ruh travmasının öyküsü. Eğitimci birinin çocuğun ruh dünyasında nasıl büyük bir deprem meydana getirebileceğini anlattım. Bizzat yaşadığım bir olaydır. Bunu 1997 yılında Çanakkale 18 Mart Üniversitesinde pedagojik formasyon hocam, Allah rahmet eylesin, Muhittin Otluca’ya sınıf ortamında anlattığımda nasıl kızdığını ve nasıl böyle bir şey yapılır şeklinde kınadığını hatırlıyorum. Bunu yaparken sadece yaşantıyı gözetmiyorum. Ama kalkış noktam yaşanılan o sıcak imge. O, içime, kurguma oturduktan sonra zihnimde epeyce dolaşıyor. Hem reel dünyanın gerçeklerini (olgular dünyasını) hem de anlamlar dünyasını öykü biçimine dönüştürürken tikel olandan tümel olana doğru bir evrilme içine girmeye, o öz ve biçimi yakalamaya çalışıyorum. Bu dünyaya doğru uzanma… Dünyanın parçalandığı, aşındığı bir yokuşta yazmak ve yazılanlarla var olmak. Her türlü kirlerden arınma… Karşılık beklemeksizin bile bile ısrarla ve kıvançla bu arınışı yazarak sağlamaya çalışmak… Yani Sezai Karakoç’un dediği gibi “Kalem, yazmak zorundadır.” Ve eşyayı, kendimi, geçmişimi tanımaya çalışıyorum. İşte öyküyle çoğu zaman yaşanırken farkına varılmamış uzak sevgi ve masumiyet ülkesine yolculuk yapmaya çalışıyorum. O öyküde geçen kişilerden birisi ile hâlâ görüşürüm. Kendisine öyküyü söylemeden o yaşadığımız anıyı andığımda hâlâ o yaşanmış ânı unutmadığını ve o gün yaşanılanlara serzenişte bulunduğunu biliyorum… Ve bu öyküyü, birkaç yıl yeni atanan öğretmenlere ders vermiştim, ısrarla onlara okudum. Çünkü çocuğun arka planında, ailesinde ne gibi sorunlar olduğunu bilerek davransınlar. Ruhlarında derin iz bırakacak tutum ve tavırlar içine girmesinler. 


    “Her öyküde yazarın izi vardır; bazen gizli bir gölge, bazen doğrudan bir tanıklık.”

    Bir öyküyü yazarken kurguladığınız olaydaki travmatik ya da sarsıcı anları öykü diline dönüştürürken kendi duygusal mesafenizi korur musunuz? Yani öykülerinizi okuyan herhangi bir okur direkt öyküdeki karaktere değil de size ulaşabilir mi?

    Yani bazı öykülerimde otobiyografik özelliklerim var tabi. Sözünü ettiğimiz iki öyküde. Ama büsbütün o anlar, duygular yaşanmış olamayabilir. Yaşanılan o an, duygunun ne olduğunu yıllar sonra düşünüp o çocuk ben ile yeniden buluşup olasılıklar çerçevesinde öyküyü yazmışımdır. Duygusal mesafemi koruyabildiğim yerler çoğunlukta olup bazen de o çocuk bene bürünüp öyküyü akışına bırakmışımdır. Bazen çevremden dinlediğim küçük anılardan da yola çıkarak yazdığım öykü vardır: Tüü Böcek.  Çevremdeki özgün kişileri de öyküye kattım. Komiser lakaplı Salih Menekşe Eşik adlı öykümde geçer ve tümüyle öykü odağına aldığım “Vay Vay” Yani bana ulaşılabilecek öykülerim de var direkt öyküden ulaşılamayacak öykülerim de var.


    “Sınav soruları yazmakla öykü yazmak arasında görünmeyen bir bağ var: Dilin özüne sadakat.”

    Hocam, son zamanlarda öğretmenlik mesleğinizin yanı sıra sınavlara hazırlık kitaplarında paragraf soruları hazırladığınızı biliyoruz. Bunun kaleminize katkısı oldu mu?

    Bir zamanlar öykü yazma sevdası yoğun olduğu dönemlerde her şeye, insana, nesnelere, varlıklara temaşa gözüyle bakardım. Bir yandan onları incelerken diğer yandan geçmişe doğru, yaşadıklarıma doğru da bir seyrüsefer eyledim. Çocukluk dönemlerimden başlayarak kendimi çözmeye, tanımaya çalıştım. Şimdi bir hikâye kitabım var. Yani bu evrene bir armağan ettiğim benden kalacak bir yadigâr. Ben tabi hayat şartları ve çeşitli nedenlerle öykü yazmayı epey yavaşlattım. Belki de öykücü bakışını yitirmeye başladım. Hani Abdülhak Şinasi hayatının son dönemlerinde geceleri uykularından uyanıp “kelimelerime ne oldu?” diye inleyişlerini yaşamıyorum ama çevremde sizin gibi işin niteliğinden haberdar olan veya öykü kitabımı edinip okuduktan sonra “Niye yazmıyorsun, yazsan keşke” diyen dost gönüllerle karşılaşıyorum. Ben öykü kitabım çıktığı yıllarda Limit Yayınları sahibi Mehmet Saylan hocamın isteği üzerine 9. Sınıf Türk Edebiyatı soru bankasını çıkardım. Bu kaynak aslında benim yılların birikimini yansıttığım bir kaynak oldu. Nuri Pakdil’den Mustafa Ruhi Şirin’e, Mustafa Kutlu’dan Haydar Ergülen, Hilmi Yavuz’a kadar çok sevdiğim yazar ve şairlerin metinlerinden altlarında adları olduğu halde yazdım. Yani öğrenciler edebiyatla karşılaştıklarında en azından yavaş yavaş nitelikli yazarlarla karşılaşsın. Sonra bu yayında paragraf, Cumhuriyet Dönemi soruları…. Büyük keyif alarak yaptım bunu. Hâlâ dostluğumuz sürüyor Mehmet Saylan ve Feyzullah Çelikbağ…  Hatta Mehmet Saylan dostum “Üstat, bana kalsa senden hep paragraf sorusu yazmanı isterdim” demişti bir sohbette. Paragraf yazmak bunlar içerisinde en zoru. Bir sürü deneme, inceleme, öykü metni arasından bütünlüklü metinler bulup yazacaksınız ve içeriklerine yönelik yoğunlaşacaksınız. Daha sonra Anka Eğitim yayınlarına da yazdım ki öykü kitabımın 2. baskısı bu yayında oldu. Vayvay adlı öykümü bu baskıda koydum.  Çap yayınlarının Waf serisinde Mehmet Gönüler dostumuzla beraber 9. sınıf Türk Dili ve Edebiyatı konu anlatımlı soru bankası çıkardık. Yani biraz işin bu yönüne girdim. Bu bana geniş bir yayın dünyasıyla tanışma fırsatı doğurdu. Bir yandan belki öykü yazmayı yavaşlatan bir neden gibi durabilir bu. Ama bu şartlarda bu tarz bir deneyimi yaşamak da benim için kıymetli bir durum. Öykünün, sanatın değerinin bilinmediğini düşünüyorum. Kitaptan sonra Kırklareli Kırksader Derneği ve Kültür Müdürlüğü himayelerinde Türkiye çapında açılan bir öykü yarışmasına katıldım. Cemal Süreya, Mimar Sinan ve Kokoreççi adıydı. Türkiye ve Dünyanın birçok yerinden katılan metinler içerisinde Türkiye ikincisi oldum. Bu tabi beni mutlu etti. Belki de bu öykü sonraki öykü kitabının başlangıcı mahiyetinde olacak.


    “Zihninde dolaşan öyküler var… Sedat Sayın ikinci kitabı için zamanı bekliyor.”

    O hâlde ikinci öykü kitabınızın hazırlığından bahsedebilir miyiz? Böyle bir hazırlığınız var mı?

    Buna yönelik yazma çalışmalarım çok olmasa da var. Bunu bana sevgili Fahri Tuna ağabeyim de söyledi. Artık ikinci öykü kitabının çıkması lazım. Ama ben çok yazan biri değilim. Zihnimde dolaşan öyküler var. Az önce sözünü ettiğim öykü iki yıl zihnimde yaşadı. Zaman zaman derslerimde bu tanık olduğum olayı anlattım öğrencilerime. Sonra yarışmaya katılmak nedeniyle o öyküyü yazdım. Diğer öykülerimin hiçbirini bu sebeple yazmadım. Ödül almak, değer verilmek güzel bir duygu.


    “Sanal çağda kaybolan duyarlıklar, unutulan kelimeler… Sayın’a göre ‘çorak ülke’ sadece bir metafor değil, gerçeğimiz.”

    Şu anki Türk Edebiyatını ve okur kitlesini düşündüğümüzde bir kırılmanın yaşandığı ortada. Özellikle de günümüz insanının ilgisini ve kendine bile yetiremediği zamanını düşünürsek roman gibi uzun hacimli eserlere de rağbetin azaldığı sonucunu çıkarabiliriz. Hatta sadece romana değil şu an genel anlamda okumalara rağbetin azaldığını söyleyebiliriz. Bunu sadece dijital çağa bağlamak doğru mu? Sizce bu durumun asıl kaynağı nedir?

    Yani geriye dönüp baktığımda ve bugünü kıyasladığımda gittikçe yalnızlığımızın arttığını söyleyebilirim. Duyarlık ve düşünce yönünden özellikle… Sanal alemde kaybolan duyarlıklar. Sözcüklerin ve kurmaca dünyanın büyüleyici atmosferinden uzaklaşmalar… T.S. Eliot’ın kitabının adıyla “Çorak Ülke”. Bu çorak dünya gittikçe insanı kendinden, özünden koparmaktadır. Yani ben özellikle bu son yıllarda edebiyatın, sanatın, akademik çabanın görmezden gelindiğini ve az değil çok çalışmanın vefasızlığa dönüştüğünü ve cezalandırıldığını gördüm, yaşadım. Sezai Karakoç’un dediği gibi “Kalem yazmak zorundadır” Yaşadıklarımız bir gün kurgusal düzlem üzerinden hayata yeniden yansıyacaktır. Dijital çağa sadece bağlanamaz elbette. İnsanların birinci öncelikleri arasında değil yazmak, okumak. Yani bin bir zahmetle bir yazar şair getiriyorsunuz. Kitaplarının edinilmesinde zorluklarla karşılaşıyorsunuz. Rahmetli Yavuz Bülent Bakiler kütüphanesiz evleri mezara benzetiyor. Çok haklı. Ben de öğrencilerime kendilerine ait bir kütüphane kurmalarını salık veriyorum. Kitaba, kültüre bulunduğunuz yerlerde de kıymet verilmiyor. Ben sosyal medyadan izliyorum bazı illerde olabildiğince yazar- okur buluşmaları düzenleniyor. Ama burada maalesef bu duyarlığı ve vefayı kimseden görmedim. Yani kimsenin ‘durup ince şeyleri anlama’ya niyeti yok. Sonra Edip Cansever’in o güzel sözü geliyor dilime: “Ne çıkar siz beni anlamasanız da/Yani ne çıkar siz beni anlamasanız da/Eh yani ne çıkar siz beni anlamasanız da…


    “Bir şehir, sanata gösterdiği ilgi kadar yaşar. Edebiyat atmosferi bir şehrin vicdanıdır.”

    Şehirlerde edebiyat ve sanat programları oldukça önemli. Ki bu programların yoğunluğu şehrin sanata olan ilgisinin vitrinidir de bir bakıma. Bu programlar okumaya olan ilginin artırılmasını teşvik ettiği gibi yeni yazarların yetişmesinde de yol gösterici bir rol üstleniyor bana göre. Bir okurun, herhangi bir yazarın kitabını okumasıyla o yazarın bulunduğu bir programda karşılıklı olarak sohbeti şüphesiz okur üzerinde daha etkilidir. Fakat önceye kıyasla da bu programlar çoğu yerde rahatlıkla icra edilebiliyorken en büyük sorun artık okurların bu tür programlara ilgi duymaması. Katılımın az olması. Burada ana problem size göre nedir?

    İşte bunun başında şehrin başındaki yöneticilerin sanata edebiyata bakış açıları bence çok önemli. Ben öğretmenlik hayatımda yazmaya ve öğretmene değer verildiğini 2012 yılında Edirne’de valilik yapmış Sayın Hasan Duruer ve Fahri Tuna’dan gördüm. Akademi Edirne, Akademi Rumeli, Meriç Hikâye Günleri gibi altın zaman dilimlerinde birçok yazar, Hüseyin Su, Nurullah Genç, Adnan Özer, Mukadder Gemici, Haydar Ergülen… gibi çok kıymetli kişilerle tanışma, sohbet etme imkanını yaşadım. İşte aslında çok önemli bir şey bu.. Örneğin Ankara’dan gelen ekibi karşılama görevi bana verilmişti. Minibüsten inerlerken kendimi tanıttığımda Hüseyin Su Bey “Evet Sedat seni tanıyorum. Seni yirmi yıldır takip ediyorum. Edirne’de edebiyatın uçbeyi” ifadesini hiç unutamam… Nasıl mutlu olmuştum…Yedi İklim’de yazdığım yazılardan beni takip ediyormuş.  Edebiyat atmosferi kuruluyor bu etkinliklerle. Eğer bu tip atmosferler devam etseydi mutlaka daha fazla yazacaktım. Tabiki az yazmamın sebebi bu değil. Ama bu tip organizasyonlar insanın içindeki değerlerin ortaya çıkmasında etkilidir diye düşünüyorum. Orada Yedi İklim, Dergâh, Varlık, Hece gibi edebiyat dergileri öğrencilere hediye ediliyor ve öğrencilerimiz de okuma ve yazma süreci içine severek dahil oluyorlardı. Şimdi Milli Eğitim olarak Öğretmen Akademileri bu işlevi yerine getirmeye çalışıyor. Öğrencilerin özellikle yazarlarla buluşturulması lazım. Getirilen her şair yazar öğrencinin dimağında unutulmaz izler bırakacaktır. Ben kendi adıma bulunduğum Sosyal Bilimler Lisesinde Mehmet Nuri Yardım. Prof. Dr Rıdvan Canım, Ercan Ata ve hocam Prof. Dr. Süreyya Beyzadeoğlu ile söyleşiler düzenledim. Öğrencilerimde yazmanın, okumanın, dilin olanaklarının geliştiğine şahit oldum. Bu çağda tabi sosyal medya öğrencilerin zihinsel parçalanmasına neden olmakta. Öğrencilerin yeniden kelimelerle, cümlelerle, düşünsel metinlerle karşılaşası lazım. Aslında Bakanlığın da edebiyatımızdan seçilecek öykü, deneme şiir, öykü antolojileri basıp öğrencilerin okutulması üzerine dağıtılması gerektiğine inanıyorum. Ana problem aileden başlamak üzere öğretmenin, şehri yöneten idarecilerin en büyük değerin ana dili olduğu ve bu dille verilmiş yetkin metinlerin ve yazarların okurlarla buluşturulmasının öneminin toplumca idrak edilememesidir. Her şeye verilen maddi değerin yanında toplumu geliştirecek kültürel değerlerin kıymetinin bilinmemesidir.


    “Tren metaforu bile değişti; mektupların yerini WhatsApp aldı. Ama iyi öykü, her çağda kendi yolunu bulur.”

    Hocam son olarak değişen dünya ile birlikte öykünün beslendiği kaynakların da değiştiğini düşünüyor musunuz? Yani gelenek ile birlikte modernizmi birleştiren çoğu öyküde tren bir ayrılık metaforu iken şu an bu metafor değişen dünya ile birlikte kullanılmıyor. Ki zaten artık trenler de günümüzde tercih edilen ulaşım araçları değil. Son dönem öykülerdeki dil ve anlam ilişkisini nasıl yorumluyorsunuz?

    Bu soruyu sorduğunuzda aklıma ilk Oğuz Atay’ın  Demiryolu Hikâyecileri geldi. Trenlerde yazdıkları öyküleri satarak hayata tutunmaya çalışan öğrenciler. İletişimin kurulduğu kaynakların değişmesi, yaşanılan mekanların silikleşmesine, bireylerin yaşadıkları mekâna da içkinleşmesinin önünde büyük engel. Teknolojiden telefonlar mailler sosyal medya araçlarıyla birlikte artık öykülerdeki özlem teması bile  değişmiştir. Gurbet hasret ayrılık temaları artık bir şey ifade etmiyor çünkü bunlar yok…Yeni yeni de olsa artık öyküleri bu teknolojik araç da giriyor bunlar vasıtasıyla tanışanlar ya da bunlar vasıtasıyla iletişim kuranlar da girmeye başladığı öykülere….Tabi tren metaforunda olduğu gibi mektup da artık değişti onun yerini watsap aldı. Sevgili Selim İleri ile yıllar önce yaptığım bir mülakatta söylediği cümlelerle söyleşimizi tamamlamak istiyorum. “ Ayrıca zaten şuna da inanıyorum ki Türkçe roman yazılacaksa -Bu gün Türkçe roman yazıldığını da düşünmüyorum ben- bozuk bir dille yazılan bir şey var. Türkçe roman yazılacaksa bu yazarları okumadan hiç bir şey yapamazsınız. Onların Türkçesine mutlaka geri dönülecek. Buna inanıyorum. O sentaksa geri dönülecek. Çünkü Türkçe çeviri kokuyor. Ama bu yazarlar Türkçeyi çok iyi kullanmış. Refik Halit Karay okunmadan hiç bir şey olmayacaktır. Ve belli bir ulusal bilinçle geri dönülecektir mutlaka.


    Söyleşi için çok teşekkür ederim hocam.

     Rica ederim… Ben de böyle bir söyleşiyi benimle gerçekleştirmeyi seçtiğiniz için size teşekkür ederim.