
04 Aralık 2025 Perşembe

Tercüman Gazetesi

EVLİLİKTE YALAN: GERÇEĞİ DEĞİL, İLETİŞİMİ KAYBETMENİN SESSİZ ÇIĞLIĞI

ZÜLFÜ YARE DOKUNMAK: YİTİRDİKLERİMİZ

"Halka Aşkla Hizmetin Adı: Arapgir Modeli" Belediye Başkanı Haluk Cömertoğlu ile Röportaj

KUŞLAR YAĞMURDA DA UÇAR

DURUŞ

İNSANLARA RAĞMEN, İNSANLIK İÇİN

YENİDEN MİLLİ MÜCADELE (ÇAĞRI)

Neden İznik?…

BİR DAMLA KAN, BİN BİR ENDİŞE

Bilgi ve Adalet

KADINIM HAKLARIM VAR

AYNADAKİ LEKE

KAN BAĞIŞI: BİR YAŞAMIN KIRILMA NOKTASINDAKİ KÜÇÜK BİR MUCİZEDİR

SALEBE’NİN HİKÂYESİNİ BİLİYOR MUSUNUZ?

Ne Bu Dünyada Ne De Öteki Dünyada

FATİH'İN VE ATATÜRK'ÜN İZİN VERMEDİĞİ PAPA'YA NEDEN İZİN VERİLİYOR?

VAZO ÖNÜNDE SATILAN ÜRÜNLER SAĞLIKLI MI?

DİJİTAL ÇAĞDA TAPU ÇİLESİ, BÜROKRASİDE “BANK NÖBETİ” SÜRÜYOR…

ÜÇ SIFIRIN ADALETİ, BİR İNSANIN VİCDANI: Prof. Dr. Ayten Erdoğan Meselesi

YOK DEVE

Milletin Vekili Olmak Cesaret İster

ADIM ADIM İLERLİYOR KÖTÜLÜK

ENGELSİZ ÖZGÜRLER

DİNDARLIK VE AYDINLIK

EĞİTİMDE SOSYAL ADALET

HAK ARAMAK HAKKIMIZ MI?

İNSANLARIN EN İYİ İLACI

SABAH VE ŞİİR

EVLAD-I FATİHAN ve SELANİKLİ MUSTAFA

Ticareti “Franchise’laştıran AKP

Evlilik dediğimiz şey, iki insanın aynı evde nefes alıp vermesinden çok daha büyük bir şey…
Sözün kıymet kazandığı, bakışın dil olduğu, susuşun bile anlam taşıdığı bir yolculuk.
Ama ne zaman ki söz ağır gelir, bakış yorulur, susuş derinleşir; işte o zaman ortaya saklı bir misafir çıkar: yalan.
Ama çoğumuz yanılırız. Yalan, kötü insanların kötü niyetle yaptığı bir şey değildir çoğu zaman. Yalan, iletişimin yaralı bir çocuğudur. Gerçeğin değil; korkunun çocuğu.
Bir düşünün…
Eşler neden yalan söyler?
Gerçek neden bu kadar ağır gelir?
Cevap sandığımızdan daha keskin:
YALAN, EVLİLİKTE İLETİŞİMİN TAŞIYAMADIĞI GERÇEĞİN SAKLANMA BİÇİMİDİR.
Ve burada işte asıl mesele başlar.
Evliliklerde en çok duyulan cümle: “Ben sana anlatıyorum ama sen beni anlamıyorsun.”
Bir insan duyulmadığını hissettiğinde, gerçeği söylemeyi bırakır. Çünkü beynin dili nettir:
“Anlatınca anlaşılmıyorsam, gerçek risklidir.”
Ve yalan büyür.
Bu yalan; kötü niyetle değil, korunma içgüdüsüyle çıkar ortaya. Tıpkı yağmurdan kaçan birinin saçını saklaması gibi… Gerçek de tepkinin yağmurundan kaçar.
Bazı eşler daha cümle bitmeden hüküm verir:
Bu cümlelerin gölgesinde gerçeğin gelişme şansı yoktur. Yalan, burada doğrudan bir savunma mekanizmasıdır.
Yargı nerede artarsa, açıklık orada ölür. İletişimin anahtarı güven değil, **“yargısızlık”**tır.
Eşler birbirini sorgu masasında tutuyorsa, masadan kaçan gerçek değil; gerçeğin yerine geçen alışkanlık yalanıdır.
Bazı evliliklerde küçük bir konu bile büyük fırtınalar koparır.
Bir mesaj, bir gecikme, bir yanlış anlaşılma…
Eşlerden biri duygularını yönetecek olgunlukta değilse, diğeri gerçeği söylemekten çekinir.
Bunun psikolojide tam adı: “Doğruyu söylemenin maliyeti yüksek.”
Ve kişi otomatik öğrenir:
“Maliyeti düşürmenin yolu → Gerçeği saklamak.”
Telefon kontrolü, sosyal medya baskısı, hesap verme kültürü…
Ne kadar çok baskı olursa, o kadar çok gizlilik olur.
İnsan doğası gereği:
Aşırı denetim → Sessiz isyan → Gizleme → Yalan döngüsü
Bu döngüyü kıran şey, kontrol değil; güvenli alan yaratmaktır.
Bazı evliliklerde tek konuşan televizyon, tek dinleyen duvarlardır.
Duyguların konuşulmadığı bir evde “gerçek” barınamaz. Çünkü gerçek en çok duyguyla taşınır.
Duygusal yakınlık zayıfsa:
Her suskunluk bir kök, her kök bir gölge, her gölge bir yalana dönüşür.
Evliliklerde yalan, pat diye ortaya çıkıp bağırmaz. Sessiz sedasız girer, gölgelerde büyür:
Ve sonunda evlilik hâlâ ayakta görünür ama içten içe çürümeye başlamıştır.
Şimdi gelelim asıl hakikate…
Eşler birbirine yalan söylediğinde aslında şunu demektedir:
Bu yüzden, yalanı ortadan kaldırmanın yolu “doğru söyle” demek değil; korkuyu iyileştirmektir.
Çünkü iletişim iyileşirse yalan ölür.
Unutmayın:
Evlilikte yalan söylemek, çoğu zaman eşini kandırmak değil; iletişimin taşıyamadığı bir gerçeği koruma çabasıdır.
Taşıyan bir iletişim kurduğunda, gerçek kendiliğinden konuşur.

İnsanın iç dünyasında bazı duygular vardır ki, hem eski bir türkünün hüznünü taşır, hem de modern psikolojinin röntgeninde belirgin bir gölge gibi görünür. Kıskançlık tam da böyle bir şeydir: Sevginin kardeşi, korkunun çocuğu, bilinçaltının fısıldadığı gizli bir hikâye. Gelin, bu duyguya bilimin merceğiyle bakalım; ama ruhun şiirselliğini de unutmayalım.
Evrimsel psikolojiye göre kıskançlık, insanın sevdiğini koruma refleksidir. Bu açıdan bakınca tamamen “normal” bir duygu. Ama işin kimyası değiştiğinde, bu duygu bir anda sevginin kıyısında sessiz bir fırtına olur.
Beyinde amigdala tetiklenir; “tehdit var!” diye bağırır. Kortizol yükselir; stres artar. Prefrontal korteks devre dışı kalır; mantık o masadan kalkar. O anda kişi sevdiğine değil, tehdidin hayaline bakar.
Psikopatoloji, kıskançlığın aslında tek bir yüzünün olmadığını söyler:
Her kıskançlığın derininde görünmez bir hikâye yatar. Psikolojik kuramlar bize şunları söyler:
Kıskançlık, ruhun “Ben yeterli miyim?” sorusunun haykırışıdır çoğu zaman.
Aşırı kıskançlık, ilişkide şu döngüyü başlatır:
Bu döngü, sevgi enerjisini tüketir. Çünkü kıskançlık sevgi değil, sevgi kaybı korkusunun panik düğmesidir.
Bugün modern psikoterapi, kıskançlığı tek bir yöntemle değil, bir regülasyon sistemi olarak ele alıyor:
Kıskançlık, yok edilecek bir düşman değildir. Evcilleştirilecek bir duygudur. Kontrol altına alındığında ilişkiyi güçlendirir; ama kontrolden çıktığında hem kişiyi hem ilişkiyi tüketir.
Geleneksel kültürün dediği gibi: “Aşırısı yakar, kararı bağlar.”
Kıskançlık, karanlık bir oda değildir; ışık tutulmamış bir odadır.
Bilimle, farkındalıkla, terapiyle, sağlıklı iletişimle o odaya ışık düştüğünde gölgeler kaybolur.
Belki de insanın en büyük cesareti şudur: Kıskançlığı bastırmak değil, anlamak ve onu kendisine karşı bir silah olmaktan çıkarıp ilişkiyi koruyan bir bilince dönüştürmektir.

İnsan, yüzyıllardır duygusunu kelimenin içine saklamaya çalışıyor. Kimi zaman bir mısranın kıyısına tutunuyor, kimi zaman bir dizede kendini yeniden kuruyor. Şiir, hiçbir çağda yalnızca “güzel söz söyleme sanatı” olmadı. O, ruhun kendi kendini onarma biçimi ve bilinçaltının sızdırdığı gölgeler; benliğin kendine oyduğu ince bir ses mimarisi oldu.
Bugün psikoloji, nörobilim ve kültür araştırmaları, şiirin insan zihnindeki yerini daha berrak gösteriyor. Şiir; duyguları düzenleyen, belleği harekete geçiren, kimliği biçimlendiren, kültürel hafızayı taşıyan çok katmanlı bir iç yolculuktur. Kelime, bir sanat malzemesi olmanın ötesine geçip bir ruhsal düzenleme aracına dönüşür.
Freud, rüyaları “bilinçaltına giden kral yolu” olarak tanımladı. Ama şairler o yollarda çoktan gezinmişti. Şiir, rüyanın ayakta görülen hâlidir. Bastırılmış arzular, kapanmamış yaralar, çocukluktan kalan yarım sesler… Hepsi imgenin kıyısından hayat bulur. Bir kelime görünür, bir metafor belirir; insan kendi bilinçaltına maksatsızca yakalanır.
Modern psikoloji bize şunu söylüyor: İnsan, duygularını tanıdıkça, ifade ettikçe ve yeniden yapılandırdıkça güçlenir. Şiir, tam da bu sürecin kalbinde durur.
Bir dize öfkeyi yumuşatır, yasın ağırlığını hafifletir, kaygının dağınıklığını bir ritimle toparlar. Estetik çerçeve, duyguyu güvenli bir alana çeker. Şair yazarken arınır; okur okurken.
Bellek yalnızca bilgi saklamaz; duygu saklar, kokular saklar, şehirler saklar. Bir mısra, yıllar önce unutuldu sanılan bir anıyı yerinden kıpırdatır. Kelime, hafızanın karanlık kuyusuna atılan bir taş gibi, içimizde halkalarını büyütür.
Yaratıcılık anlarında zamanın buharlaşması, şairin en tanıdık hâlidir. Bilim buna “akış” diyor. Kişi kendini tamamen yaptığı işe kaptırıyor; benlik arka plana çekiliyor. Ritmin, sözün, imgenin arasında bir sessizlik açılıyor. Orada ne şair kendidir ne zaman saatleri gösterir.
İnsanın kendini anlatması, aslında kendini inşa etmesidir. Şair her dizede kendi benliğini bir tuğla daha koyar.
Bu yüzden gençler şiire koşar; çünkü şiir, kimliğin kendini göstermek için seçtiği en incelikli sahnedir.
Milletler hafızalarını destanlarla, türkülerle, ağıtlarla, ilahilerle taşır. Bizim topraklarda şiir her zaman sözden büyük oldu. Ozanın dili, dervişin nefesi, meşkin kadim geleneği… Hepsi şiirin içinde birleşerek toplumsal psikolojiyi bugüne taşıdı.
Şiir; bilincin, bilinçaltının, duygunun, kimliğin ve kültürün kesiştiği bir ruh haritasıdır.
Sözcük, insanın iç karanlığına tuttuğu küçük ama vazgeçilmez bir fenerdir.
Ve insan — hangi çağda yaşarsa yaşasın — kendine dokunmak istediğinde hâlâ bir dizeye sığınır.

Hayat, doğumla ölüm arasına sıkışmış bir zaman dilimi değil yalnızca. İnsan, doğduğu anla ölümü arasına bir anlam inşa etmeye çalışan ruhsal bir yolcu. Kimi bu yolculuğu bir yarış sanıyor, kimi ise bir arayış. Fakat tasavvufun, psikolojinin ve kişisel gelişimin kesiştiği o sessiz yerde — kalbin ortasında — anlamın sırrı duruyor: “Kendini bil.”
Tasavvuf der ki: “Sen bir damla sanırsın ama aslında bir okyanussun.” Bu cümle, insanın özündeki derinliği hatırlatır. Yaşamın anlamı, dışarıda değil içeridedir. İnsan iç âlemini keşfettikçe, kendi varlığını İlahi bütünle hizaladıkça, anlamın peşinde koşmayı bırakır; anlamın kendisi olur.
Mevlânâ’nın “Ne ararsan kendinde ara” çağrısı, aslında modern psikolojinin öz-farkındalık kavramının ruhsal bir karşılığıdır. Kendi duygularını, korkularını, arzularını tanımayan biri, hayata hangi anlamı yüklerse yüklesin, hep eksik kalır. Çünkü kendine yabancı bir zihin, hayata da yabancı bakar.
Metafizik, varlığın perde arkasını sorar: “Neden buradayım? Neden varım?” Bu sorular, yüzeysel bir yaşamı derinden sarsar. Çünkü anlam, konforla değil; sorguyla doğar.
Belki de insanın en büyük yanılgısı, “mutluluğu” ararken “anlamı” kaybetmesidir. Anlam, her şeyin yolunda gittiği yerde değil; yıkıldığın, çözüldüğün, sonra yeniden kurulduğun yerde filizlenir.
Bir tasavvuf ehli der ki: “Bir şeyin anlamı, seni dönüştürme gücündedir.” O hâlde yaşadığımız her sınav, her kayıp, her çelişki; bizi biraz daha hakikate yaklaştıran birer öğretmendir.
Psikoloji bize öğretir: Anlam, ruh sağlığının temelidir. Viktor Frankl’ın toplama kampında bile söylediği o meşhur cümleyi hatırlayalım: “İnsanın yaşamak için bir nedeni varsa, her nasıla katlanabilir.”
Bu “neden”, bir ideoloji, bir sevgi, bir görev ya da bir inanç olabilir. Ama özü şudur: İnsan, hayatı anlamlı kılacak bir amaç bulmadan yaşayamaz. Boşluk hissi, depresyon, yönsüzlük, çoğu zaman “anlam yoksunluğu”nun ruhsal yankısıdır. Kendi potansiyelini fark eden, değerleriyle tutarlı yaşayan, yaşamını kendine ve başkalarına katkıya dönüştüren insan, psikolojik olarak da daha dirençlidir.
Kişisel gelişim, aslında modern çağın “kendini bil” öğretisidir. Fakat çoğu zaman yüzeyde kalır; hedefler, başarılar, planlar…
Oysa anlamlı yaşamak, yalnızca başarmak değil; fark etmek, fark yaratmak ve farkında olmaktır. Gerçek gelişim, insanın kendini merkeze değil, merkeze insanı koyduğu andan itibaren başlar. Yani “Ben ne kadar kazandım?” değil, “Ben kimlere dokundum?” sorusuyla derinleşir.
Belki de anlam, hiçbir teorinin tam anlatamadığı bir yerde başlar. Bir çocuk gülümser, içimiz ısınır. Bir dua ederiz, içimiz yumuşar. Bir insanın gözyaşına dokunuruz, içimiz genişler. İşte o anlarda fark ederiz ki, yaşamın anlamı dışarıda bir hedef değil; içeride bir hâl’dir.
O hâl, sevgiyle yoğrulmuş bir bilinçtir. Ve belki de insanın en yüce görevi, kendi kalbini bir anlam laboratuvarına çevirmektir.
Hayatı anlamlı yaşamak, her sabah uyanıp “Bugün kime iyi geldim?” diye sorabilmektir. Tasavvufun ışığı, metafiziğin merakı, psikolojinin bilimi ve kişisel gelişimin eylemi birleştiğinde; insan artık arayışta değil, bulunuşta yaşar. Ve anlam, o zaman fısıldar: “Sen hayatın anlamını aramıyordun… Sen zaten anlamın ta kendisiydin.”

“Bazıları sevilmek ister, bazıları hayran olunmak. Aradaki fark, ilişkilerin kaderini belirler.”
Narsist kişilik bozukluğu, adını mitolojide kendi yansımasına âşık olup o yansımanın sularında boğulan Narkissos’tan alır. Bugünün ilişkilerinde o suyun yerini artık ayna, ekran ve beğeni sayısı aldı. Narsist kişi, görünüşte kendine güvenen biri gibi görünür. Oysa iç dünyasında derin bir değersizlik taşır. Sevilmekten çok hayran olunmak ister, çünkü sevilmenin koşulsuzluğuna inanamaz. Narsist, başkalarının gözündeki ışıltıyla var olduğunu sanan ama kendi iç karanlığından kaçan kişidir.
Narsisizmin Psikolojik Temeli
Narsist kişilik bozukluğu genellikle çocuklukta duygusal ihmal, aşırı övgü veya aşırı eleştiri ortamlarında gelişir. Bir çocuk ya hep mükemmel olmak zorunda kalır ya da asla yeterli olamaz. Bu uçlarda büyüyen benlik, ileride şu iç sesi taşır: “Kusursuz olmalıyım ki sevilmeye değer olayım.” İşte bu ses, yetişkinlikte “Haklıyım, özelim, üstünüm” söylemine dönüşür.
Erkek Narsisizmi – Güç, Kontrol ve Statü
Erkek narsistler genellikle başarı, güç ve kontrol üzerinden kimlik kurarlar. Onlar için sevilmek, takdir edilmek demektir. İlişkilerde duygusal yakınlıktan çok hayranlık ararlar.
Kadın Narsisizmi – Görülme, Onay ve Kusursuzluk Arayışı
Kadın narsistler genellikle görünüş, ilgi ve kusursuz imaj üzerinden kimlik kurarlar. Toplumun beğenilme baskısı, bu kişilik yapısında bir takıntıya dönüşür. Ayna, sosyal medya filtresi ve dikkat çekici paylaşımlar “ben varım” deme biçimleridir.
Narsist İlişkilerde Duygusal Döngü
Narsist kişilerle ilişkiler genellikle üç evrede yaşanır:
Narsisizmin Derinindeki Boşluk
Narsist kişiliğin merkezinde çoğu zaman çocuklukta sevgiyle doyurulmamış bir kalp vardır. Ya sürekli eleştirilmiştir ya da aşırı övülmüştür. Her iki durumda da gerçek bir sevgi değil, şartlı kabul görmüştür. Bu yüzden yetişkin olduğunda da sevgiye değil, onaya bağımlı hale gelir.
Narsistle Yaşamak: Görünmeyen Bir Mücadele
Narsist biriyle yaşamak duygusal olarak yorucu bir süreçtir. Çünkü her tartışma, haklı çıkma savaşına döner. Her iltifat, daha fazlasının beklendiği bir tuzaktır. Ve her sessizlik, cezalandırmanın bir biçimidir.
Narsisizmin Tedavisi Mümkün mü?
Evet, ama zor. Çünkü narsist kişi genellikle hasta olduğunu kabul etmez. Terapiye çoğu zaman “Benimle değil, çevremle problemim var.” diyerek gelir. Psikoterapi, özellikle hipnoterapi, bilişsel davranışçı ve şema terapileri, narsist kişilerin farkındalık kazanmasına yardımcı olur.
Ayna Kırıldığında Gerçek Başlar
Narsist kişilik bozukluğu, çağımızın en görünmez salgınlarından biridir. Çünkü narsisizm artık sadece bir kişilik bozukluğu değil, bir kültürel model haline geldi. Kendini göstermek, paylaşmak, beğenilmek… Tüm bunlar bizi yavaşça aynı aynaya yaklaştırıyor.
Ama o aynaya her baktığımızda kendimize şu soruyu sormalıyız:
“Ben gerçekten kimim ve beni kim görsün istiyorum?”
Belki de iyileşme, aynadaki görüntüye değil, kalpteki sese bakmakla başlar.

“Bazı tartışmalar aslında eşler arasında değil, iki yaralı çocuk arasında yaşanır.”
Evlilikte en yıpratıcı dinamiklerden biri, “haklı olma” savaşlarıdır. Birçok çift, birbirini dinlemekten çok, kendini savunmaya çalışır. Oysa çoğu zaman mesele; kimin doğru, kimin yanlış olduğu değildir, mesele; kimin duyulduğu, kimin anlaşılmak istediğidir. Haklılık arayışı, sevgi dilinin önüne geçtiğinde evlilik bir arenaya dönüşür.
Bazı çiftlerde haklılık, sevgi değil, güç göstergesidir. Eşlerden biri (bazen her ikisi), kontrolü elinde tutmak ister. Kontrol kaybı, değersizlik hissini tetikler. O yüzden “haklı çıkmak”, aslında “güvende hissetmenin” bir yoludur.
“Haklı olmayı seçtiğimiz an, duygusal yakınlıktan uzaklaşırız.”
Bazı eşler, yıllarca fark edilmediklerini hisseder. Kendini görünür kılmanın tek yolu tartışmak olur. Sesi yükselir; çünkü sessizken kimse duymamıştır.
Vaka Örneği: Danışanım Zehra Hanım, 12 yıllık evliliğinde sürekli eşine kırıldığını ama artık “konuşmaktan yorulduğunu” anlatıyor:
“Yıllardır anlatıyorum. Başta dinliyordu, sonra televizyon, sonra telefon… Şimdi beni duyması için tartışmak zorunda kalıyorum.”
Zehra’nın öfkesi, haklılık arayışından değil, görülme özleminden doğuyor. İlişki psikolojisinde buna “duygusal görünmezlik sendromu” denir. Kişi, sevilmekten çok, “varım” demek ister.
Haklı olma çabası, çoğu zaman geçmişte alınan yaraların bugüne taşınmış hâlidir. Çocukken sürekli eleştirilen, “yanlış yaptın” denilen bir birey, yetişkin olduğunda “doğruyum” diyebilmek için savaşır.
“Evlilikte haklılık savaşı, bazen geçmişin haksızlıklarına açılmış bir davadır.”
Kimi insanlar iç dünyalarında sürekli “yeterince iyi değilim” duygusuyla yaşar. Bu duygu, dışarıdan gelen her eleştiriyi kişisel bir saldırı gibi algılamalarına neden olur. Eleştirildiklerinde hemen savunmaya geçerler: “Ben mi yanlışım yani?” Bu tepkinin altında aslında kırılgan bir özdeğer yatmaktadır.
Haklılık ihtiyacı, burada bir “kendini kanıtlama” aracına dönüşüyor. Kişi, karşısındakine değil, kendi benliğine hükmetmeye çalışıyor.
Birçok tartışma, iletişimsizlikten doğar. Eşler, duygularını doğrudan ifade etmek yerine savunma cümleleri kurar. “Üzüldüm” demek yerine “Zaten beni hiç anlamıyorsun” denir.
Oysa duygu ifade etmek bağ kurar; savunma kurmak duvar örer.
“İlişkilerde mantık çoğu zaman duygunun arkasına saklanır.”
Toplumumuzda erkekler için “yanılmak”, kadınlar için ise “sözünü dinletmemek” zayıflık sayılır. Bu yüzden birçok tartışma, aslında cinsiyet rollerinin gölgesinde yaşanır. Erkek haklı çıkarak “otoritesini”; kadın, haklı çıkarak “değerini” korumaya çalışır.
Vaka Örneği: Selma Hanım terapiye geldiğinde şöyle der:
“Eşim hiçbir konuda haksız olduğunu kabul etmez. Ben haklı çıkarsam da ‘Sen kadınsın, fazla konuşma.’ der.”
Bu durum zamanla sevgiyi değil, sessizliği büyütür.
“Bazı ilişkilerde haklılık, sevginin değil, toplumsal rollerin kalkanıdır.”
Kimi insanlar, iç dünyalarında hep tetiktedir. “Yanlış yaparsam terk edilirim.” korkusu, “haklı olmalıyım” zorunluluğuna dönüşür. Bu kişiler, ilişkide güven kurmakta zorlanır; çünkü içsel olarak kendilerine güvenmezler.
Vaka Örneği: Nihat Bey, eşiyle her konuda tartıştıklarını söylüyor:
“O bir şey söylese hemen karşı çıkıyorum. Haklı olduğumu kanıtlayınca rahatlıyorum. Çünkü onun beni küçümsemesinden korkuyorum.”
Nihat’ın haklılık ihtiyacı, eşini değil; kendi güvensizliğini kontrol etme çabası olarak görülebilir.
Haklı olma isteğini yönetmek, evliliği dönüştüren bir farkındalıktır. Bazı küçük adımlar bu dönüşümü başlatabilir:
Sonuç olarak; haklı olmak bir zihin ihtiyacıdır, mutlu olmak bir kalp seçimidir.
Birçok evlilik, yanlış insanların değil, yanlış savunmaların altında ezilir.
Bazen “haklısın” demek, sevgiye açılan en güçlü kapıdır.
“Evlilikte asıl olgunluk, haklılığını kanıtlamak değil, sevgiyi koruyabilmektir.”

Mutluluk, insanoğlunun yüzyıllardır peşinde koştuğu, kimi zaman bir hedef, kimi zaman bir yolculuk olarak tanımladığı bir duygudur. Mutlu olmak sadece bireyin içsel huzuruyla değil, aynı zamanda sosyal bağlarıyla, yaşamındaki anlam duygusuyla ve geleceğe dair umutlarıyla şekillenir. Psikoloji bize şunu söyler: Mutlu insan umutlu insandır; umutlu insan ise hem kendi yaşamına hem çevresine ışık tutar.
Beynimiz mutluluğu kimyasallarla kaydeder: serotonin huzuru, dopamin motivasyonu, oksitosin güveni, endorfin ise stresi azaltır.
Bir anne çocuğunu kucakladığında salgılanan oksitosin, sadece anneye huzur vermez; aynı zamanda bebeğin de sakinleşmesini sağlar. Bu küçük an, mutluluğun biyolojik ve duygusal paylaşımının en güçlü örneklerinden biridir.
Martin Seligman mutluluğu üç boyutta açıklar:
Umut, geleceğe dair hayalleri canlı tutar. Umutsuzluk çökertirken, umut ayağa kaldırır.
Deprem bölgesinde evini kaybeden bir aile düşünün. Eğer “Bir gün yeniden evimiz olacak.” diyebiliyorsa, bu umut onları ayakta tutar. Umut yoksa, kayıp daha ağır hissedilir.
Viktor Frankl: “Umudu olan insan, en zor şartlarda bile yaşayacak gücü bulur.”
Mutluluk sadece bireysel değil, sosyal bir duygudur. Kişilerarası ilişkilerde paylaşıldıkça çoğalır ve iki tarafı da beslemeye devam eder.
Tek başına yediğiniz bir akşam yemeği ile sevdiklerinizle aynı sofrayı paylaştığınız bir yemek arasında hissettiğiniz farkı düşünün. Sofra aynı olabilir, yemek aynı olabilir; ama paylaşım mutluluğu katlar.
Araştırmalar gösteriyor: Sosyal destek yalnızca stresi azaltmakla kalmıyor, aynı zamanda uzun yaşamın da anahtarı oluyor. Çünkü stres insan yaşamının sadece psikolojik durumunu değil, fizyolojik durumunu da olumsuz etkiliyor.
Mutluluğun tanımı kültürden kültüre farklıdır. Her kültür için mutluluk gerekçeleri ve ödülleri aynı değildir.
Erich Fromm: “Mutluluk, yalnızca sahip olmak değil; paylaşmak, sevmek ve üretmektir.”
Mutlu insan umutlu insandır. Umutlu insan sadece kendi yolunu değil, çevresinin yolunu da aydınlatır. Çünkü bireysel mutluluk, toplumsal iyiliğin de gizli anahtarıdır.
Ümidi olan insan hayal kurar, hedefe dönüştürür, o hedefe ulaşmak için harekete geçer. Harekette bereket vardır. Hareket sonunda hayallere ve hedeflere ulaşılır. Bu durumda kişi başarıya ulaştığında, başarıya ulaşmanın verdiği mutluluğu da yaşar.
Bu döngü insan hayatında ümitle yola çıkılmışsa sürekli işler. Tam tersi durumda ise süreç şu şekilde işler: Karamsarlık/kötümserlik → hayal kuramama → atalet halinde kalma → başarısızlık → mutsuzluk…
İnsan kararları ile kaderini şekillendirir. Siz kararınız ne? Ümitle mi, karamsarlıkla mı güne başlıyor ve yaşama dâhil oluyorsunuz?
Unutmayın:
✔ Mutluluk, sadece haz değil; anlam ve sosyal bağlarla güçlenir.
✔ Umut, psikolojik dayanıklılığın en önemli anahtarıdır.
✔ Sosyal destek mutluluğu kalıcı hale getirir.
✔ Kültür, mutluluk algımızı şekillendirir.
✔ Günlük küçük alışkanlıklar büyük mutluluk getirir.

İlk karşılaşmalarda beynimiz adeta bir kimyasal fırtına yaşar. Dopamin, norepinefrin ve feniletilamin salgısı artar; kalp atışları hızlanır, göz bebekleri büyür, dikkat yalnızca “ona” kilitlenir.
Helen Fisher: “Aşk, beynin ödül merkezinde uyuşturucuya benzer bir etki yaratır. İlk görüşte aşk, biyolojinin coşkusudur.”
Bağlanma stilleri, aşkı yaşama biçimimizi belirler:
Freud: “İlk bakışta aşk, bastırılmış arzuların birdenbire bilinç yüzeyine çıkışıdır.”
Pek katılmadığım bir görüş olsa da, üstat görüşü olduğu için paylaşmak isterim. İlk görüşte aşk çoğu zaman bir “yansıtma”dır. İnsan, karşısındakine kendi arzularını, ihtiyaçlarını ve hayallerini yükler.
Carl Jung: “Âşık olduğumuzda, aslında kendi bilinçdışımızdaki imgelerle karşılaşırız.” diye açıklar. Kolektif bilinçdışımıza uygun imgeler çekici gelir ve ona ulaşmak için bilinç harekete geçer. Bilinç ise aşka kavuşmak için harekete geçerken bazen acıyı ve hazzı aynı anda yaşar. Bilinçdışı bu yaşadığı durumdan da şikâyet etmez.
Bir araya gelince ise, bilinç devreye girer. Duygu ve hazzın yerini makul ve mantıklı olan almaya başladığında ise iktidar kavgaları ve çatışmalar başlar.
Bu durum, bizim kültürümüzde “cicim aylarının” bittiği dönem olarak adlandırılır.
Psikolog Robert Sternberg aşkı üç bileşenle açıklar:
İlk görüşte aşk, genellikle yalnızca tutku boyutuna denk düşer. Gerçek aşk ise, üç bileşenin birleşiminden doğar.
Masallar, şiirler ve filmler, ilk görüşte aşkı yüceltir: Leyla ile Mecnun, Romeo ile Juliet, Ferhat ile Şirin…
Hep bir bakış, hep bir kader anlatısıdır. Aşklar da buluşma gerçekleşseydi, muhtemelen devamından masal ya da hikâye değil de roman ortaya çıkardı.
Erich Fromm: “Gerçek aşk, yalnızca bir duygu değil; sorumluluk, ilgi ve bağlılığın aktif bir eylemidir.”
Sorumluluğu alabilenlerin ilişkileri mutlu bir şekilde devamlılık arz eder ve sonuçlanır.
Hollanda’da yapılan bir çalışmada, katılımcıların %60’ı hayatında en az bir kez “ilk görüşte aşk” yaşadığını belirtmiştir. Ancak bu deneyimlerin büyük çoğunluğu kısa süreli olmuştur.
Psikoloji literatüründe, uzun ömürlü ilişkilerin daha çok arkadaşlıktan veya aşamalı tanışıklıklardan doğduğu saptanmıştır. Bu süreçte partnerler birbirlerini tanıma süreci rol yapmadan ne kadar sağlıklı gerçekleşirse, evliliğe kadar gidebilmektedir.
İlk görüşte aşk hem gerçek hem de mit’tir:
Ama asıl mesele, o ilk çarpıntıyı zaman, emek ve güven ile bir ömürlük ritme dönüştürmektir.
Ne mutlu dönüştürebilenlere…

Aşkın kalbi nerede atar dersiniz? Beyinde parlayan bir kimyasal kıvılcımda mı, kalpte çırpınan duygularda mı, yoksa ruhun derinliklerinde yankılanan anlam arayışında mı?
Aşk, cinsellik, sevgi ve evlilik; insan yaşamının en kadim ama hâlâ en çok sorgulanan yolculuğudur.
Psikolojik Boyut
İnsan ilişkilerinin kalbinde bağlanma, güven ve anlam arayışı vardır.
“Sen beni hiç anlamıyorsun!” diyen eşin aslında çığlığı, eksik dinlemenin sesidir. Oysa empati ve şefkat, evliliğin en güçlü limanıdır.
Hormonal ve Bedensel Boyut
Aşk, yalnızca kalbin şiiri değil; aynı zamanda biyolojik bir orkestradır.
“Bir bakış, bazen bir ömürlük güven inşa eder.”
Bilimsel ve Akademik Boyut
Modern araştırmalar, aşkın gizemini çözmeye çalışıyor.
Kalp, Beden ve Ruhun Uyumu
“Aşk, sadece bir duygu değil; insanı bütünleyen bir yolculuktur.”
Aşk, cinsellik, sevgi ve evlilik; bu üçlünün uyum içinde senfonileşmesiyle insana anlam katar. Sadece bedene indirgenirse yüzeysel, sadece ruha yüklenirse gerçeklikten kopuktur. Ama kalp, beden ve ruh birlikte yol aldığında aşk, ömür boyu süren bir senfoniye dönüşür.

Erkek cinselliği, çoğu evlilikte konuşulmayan ama ilişkilerin kaderini belirleyen en güçlü unsurlardan biridir. Sessizlik uzadıkça, yatak odasında başlayan uzaklık, kalplere de yerleşir. Peki, bir evlilikte sessizliği bozan, yakınlığı geri getiren o ilk dokunuş nedir?
Evlilik, yalnızca iki insanın hayatını birleştirmesi değil; bedenlerin, duyguların ve zihinlerin ortak bir ritim yakalamasıdır. Bu ritmin önemli parçalarından biri ise cinselliktir. Erkek cinselliği, evlilikte hem bireysel hem de çiftin ortak yaşam kalitesi üzerinde derin etkiler bırakır. Ancak bu etkiyi anlamak için yalnızca biyolojik süreçlere bakmak yeterli değildir; toplumsal roller, psikolojik durumlar, kültürel kodlar ve iletişim biçimleri de bu tablonun ayrılmaz parçalarıdır.
Erkek cinselliği, testosteron, dopamin ve oksitosin gibi hormonların etkisiyle şekillenir. Ancak evlilikte bu biyolojik yön tek başına belirleyici değildir. İş stresi, yorgunluk, sağlık sorunları ve uyku düzensizliği, cinsel isteği ve performansı zayıflatırken; eşler arası duygusal bağın zedelenmesi de fiziksel yakınlığı doğrudan etkiler.
Toplum, erkeklere evlilikte bile “hep hazır olma” rolünü yükler. Bu beklenti, cinselliği doğal bir paylaşım alanından çıkarıp bir performans sahnesine dönüştürebilir. “Yetersiz kalma” korkusu, performans anksiyetesi yaratır; zamanla bu kaygı hem cinsel işlev bozukluklarına hem de duygusal uzaklaşmaya neden olur.
Cinsel sorun yaşayan erkeklerde, “ben yeterli değilim” düşüncesi yaygınlaşır. Bu duygu, özgüven kaybına ve iletişimde sessiz duvarların örülmesine yol açar. Depresyon, kaygı ve kimlik sorgulamaları, çiftin duygusal bağını iyice zayıflatır.
Birçok kültürde cinsellik, evlilikte bile konuşulmayan bir konudur. Tabular, suçluluk duyguları ve yanlış inançlar, erkeklerin arzularını ifade etmesini zorlaştırır. Oysa konuşulabilir bir cinsellik, hem fiziksel hem de duygusal yakınlığın anahtarıdır.
Bu değişimi kabullenip uyum sağlayabilmek, evlilikte yakınlığı korumanın temelidir.
Cinselliğin yaşanmaması, hem bireysel hem de ilişkisel sorunları tetikler:
Aile danışmanlığı yaptığım bir çiftte, aralarındaki fiziksel temas tamamen bitmişti. Konuşmalar yüzeysel, göz teması nadir, duygusal bağ zayıftı. Onlara şu metaforu anlattım:
“Bedeniniz bir toprak, ruhunuz bir bahçe gibidir. Eğer sevgi suyu bu bahçeye akmazsa, çiçekler solar, renkler kaybolur. Ama aynı suyu yeniden akıtmak, toprağı canlandırmak mümkündür.”
Ve küçük ama etkili bir görev verdim:
“Bu hafta, konuşulmayan bir duyguyu birbirinize fısıldayın. Bir zamanlar sizi birbirinize çeken o ilk dokunuşu hatırlayın. Elinizi tuttuğunuzda parmak uçlarınızda yayılan o sıcaklığı yeniden çağırın. Ve unutmayın; sevgi, yeniden çağrıldığında geri döner.”
O akşam kadın, eşinin gözlerindeki ilk bakışı hatırladı; o bakışla odanın aydınlandığını gördü. Erkek ise eşinin kahkahasının sesini zihninde yeniden duydu. Eller buluştuğunda, yıllardır unutulan sıcaklık geri geldi.
Sonuç olarak; cinsellik; yatakta başlamaz, zihinde başlar. Erkek cinselliği, bir “görev” değil, karşılıklı bir “paylaşım” alanıdır. Bedenin kimyası kadar zihnin açıklığı, duyguların paylaşımı ve kültürel kodların sorgulanması, sağlıklı bir cinsel yaşamın temelidir.
Ve unutmayın: Sevgiyle dokunulmayan bir beden, zamanla ruhun sessiz çığlığına dönüşür.

Evli bir kadının cinselliği üzerine konuşmak, çoğu zaman görmezden gelinen bir gerçeği görünür kılmak demektir. Oysa evlilik, toplumda “meşru” kabul edilen tek cinsel birliktelik biçimi olmasına rağmen, birçok kadın için suskunluğun, görev bilincinin ve zamanla silikleşen arzuların adresidir.
Peki neden? Neden evli kadınlar, hayatlarının en “uyumlu” dönemlerinde bile cinsellik konusunda bu kadar yalnız hissediyor?
Toplumun pek çok yerinde kadınların cinselliği hâlâ bir “eş görevi” olarak tanımlanıyor. “Kadın evlenince kocasına ait olur,” “kocasını reddetmek günah,” “kadın halini bilsin” gibi cümleler, birçok evli kadının zihninde yıllardır yankılanıyor. Bu anlayış, kadının cinselliği bir haz ya da bağ kurma biçimi değil, bir sorumluluk olarak yaşamasına neden oluyor.
Oysa evlilikte cinsellik, iki tarafın da rızası, arzusu ve duygusal yakınlığıyla anlam kazanmalı. Aksi halde kadınlar, kendi bedenlerinden uzaklaşarak sadece eşlerinin beklentilerine odaklanıyor. Bu da zamanla hem fiziksel hem de ruhsal tükenmişliği beraberinde getiriyor.
Evli kadınların yaşadığı cinsel isteksizlik, çoğu zaman bir “hastalık” gibi görülüyor. Oysa bu isteksizlik çoğunlukla kadınların içinde bulunduğu koşullarla ilgilidir:
Cinsellik, sadece fiziksel bir durum değil; ruhsal bir denge meselesidir. Kadın görülmediği, değerli hissetmediği, yorgun olduğu bir düzende nasıl istek duyabilir?
Pek çok çift cinselliği konuşmaz. Özellikle kadınlar, “ayıp olur,” “bozulur,” “bana ne der” korkusuyla arzularını ya da sorunlarını eşleriyle paylaşmaz. Bu suskunluk, zamanla eşler arasındaki bağı da zedeler. Cinsellik konuşulmadıkça soğur, uzaklaşır, sıradanlaşır.
Oysa sağlıklı bir evlilikte cinsellik de konuşulmalı, tıpkı maddi konular, çocuklar, iş hayatı gibi… Çünkü duygusal yakınlık kurulamayan bir cinsel ilişki, bedensel bir görevden öteye geçemez.
Evli kadınların cinselliği konuşuldukça, “görev” olmaktan çıkıp “paylaşım”a dönüşebilir. Çünkü cinsellik sadece bir ihtiyaç değil; evlilikteki sevginin, güvenin ve bağlılığın da aynasıdır.
Evlilik sürdükçe cinsellik azalmak zorunda değil. Aksine, duygusal bağ derinleştikçe, cinsellik de yeniden anlam kazanabilir.
Yeter ki konuşmaktan, sorgulamaktan ve kendimizi merkeze almaktan korkmayalım.
Bu satırları okurken belki kendinizi buldunuz, belki yıllardır konuşamadıklarınızı hatırladınız. Belki de hâlâ “bu konular konuşulmaz” diyerek sessiz kalmayı tercih ettiniz.
Ama unutmayın, sizin cinselliğiniz sadece birine ait değil. Sizin bedeniniz, sizin arzularınız, sizin duygularınız. Utanmadan, sıkılmadan, bastırmadan kendinizi ifade etmeye hakkınız var.
Bu yazı bir son değil, bir başlangıç olsun.
Kendinize sorarak başlayın:
“Ben ne hissediyorum?”
“Ben ne istiyorum?”
“Ben neleri susuyorum?”
Ve lütfen bilin ki, yalnız değilsiniz. Konuşmak, paylaşmak, destek almak bir zayıflık değil; bir cesarettir.

“Kadın gibi kadın kalmadı, erkek gibi erkek de…
Herkes güçlü olmaya çalışırken, en zayıf yanlarımızla baş başa kaldık.”
Artık kadınlar savaşçı… Ama içlerinde bir anne ağlıyor.
Artık erkekler yumuşak… Ama içlerinde bir baba eksik.
Kadın, topuklu ayakkabılarla zirvelere yürüdü, ama kalbini orada bir yerlerde düşürdü.
Erkek, duygularını konuşur oldu, ama karar veremez hâle geldi.
Kadın “bayan” oldu.
Erkek, “eşit” olmak uğruna gölgede kalan bir gövdeye dönüştü.
Birbirimize değil, kendimize benzemeye başladık. Ve kim olduğumuzu unuttuk.
“Bayanlık”, Kadınlığın Külleridir
Kadın artık kadın değil;
Bir “birey”, bir “kariyer makinesi”, bir “cool influencer”, bir “bayan”…
Ama özünde ne eksik biliyor musun?
Şefkat.
Teslimiyet.
Yumuşaklık.
Kabullenme gücü.
Kadınlar eril enerjiyi o kadar kuşandı ki,
kalplerinde bir köşeye sıkışan o anne sıcaklığı,
günden güne dondu.
Bir kadın ne zaman erkek gibi davranmaya başlarsa,
erkeklik zaten öksüz kalır.
“Erkeklik” Su Gibi Eridi
Erkekler artık ağlıyor. Bu kötü değil. Ama artık yön de çizemiyorlar.
Sorumluluk almaktan korkan, bir kadının “izin” verdiği kadar var olan, hayatını onay arayışıyla geçiren kararsız bir nesil doğdu.
Eril enerji kaybolduğunda; güç, yön, sahiplenme, sınır koyma da onunla birlikte çekilir. Ve kadın bu boşluğu erkek gibi davranarak doldurmaya çalışır. Ama bu denge, kadınla erkeği değil, iki yalnız kişiyi ortaya çıkarır.
Denge Bozulduğunda Aşk da Bozulur
Gerçek dişil enerji, yumuşaklıktır ama zayıflık değildir.
Gerçek eril enerji, sahiplenmektir ama tahakküm değildir.
Ama biz rolleri değiştirdik.
Sadece kıyafetleri değil,
ruhları da değiştirdik.
Şimdi ne kadın dişiliğini yaşıyor,
ne erkek erilliğini taşıyor.
Sonuç?
Bitmeyen ilişkiler savaşı,
boşanmalar, yalnızlık, bağlanamama, tükenmişlik sendromu.
Yeniden Başlamak:
Dişil Enerjiye Dön, Eril Enerjiye Sahip Çık
Kadına çağrım:
Bırak kontrol etmeyi…
Teslim ol.
Yumuşak ol.
Kırılgan ol.
Çünkü kırıldığın yerde filizlenir özün.
Erkeğe çağrım:
Ayağa kalk.
Sınır çiz.
Yön göster.
Koruyucu ol.
Çünkü sen yıkılmazsan, kimse sarılmaz.
Son Söz:
“Kadın, kadın gibi olunca güzelleşir. Erkek, erkek gibi durunca güçlenir.”
Modern çağın cinsiyetsiz kahramanları değil, kadim çağın ruhlu kadınları, vakur erkekleri lazım bize. Yoksa ne aşk kalacak, ne aile, ne toplum. Yalnız ekranlar ve kimliksiz suretler içinde kaybolan bir nesil…

Bir gün hepimizin kapısını çalan ama kimsenin hazır olmadığı bir misafirdir yas. Hayatın doğal bir parçasıdır; ama doğallığı, acısını azaltmaz. Sevdiğimiz bir insanı kaybettiğimizde, bir ilişkinin bittiğinde ya da bir hayalden vazgeçtiğimizde hissettiğimiz o derin boşluk, aslında ruhumuzun bize yas tuttuğunu anlatır.
Yas yalnızca ölümle değil; boşanma, göç, iş kaybı, hastalık gibi hayatımızda derin iz bırakan her türlü kayıpla kendini gösterebilir. Ve her yas, kişiye özel bir hikâyedir. Kimimiz sessizce içine kapanır, kimimiz öfkeyle isyan eder. Ama herkesin ortak noktası şudur: Bir şey eksilmiştir artık.
Yas Bir Zayıflık Değil, İnsan Olmanın Gereğidir.
Toplumda hâlâ, “güçlü ol”, “kendini bırakma”, “artık toparlan” gibi iyi niyetli ama baskı yaratan söylemlerle karşılaşırız. Oysa yas, bastırılarak değil; yaşanarak iyileşir. Duyguların bastırılması, süreci sadece erteler; çözmez.
Psikolojide yas süreci genellikle beş aşamada tanımlanır: inkâr, öfke, pazarlık, depresyon ve kabullenme. Ancak bu evreler net bir sırayla ilerlemez; insanlar bu duygular arasında gidip gelir. Ve bu dalgalanma doğaldır. Çünkü yas da yaşam gibi düz bir çizgi değildir.
Kaybın Ruhsal Yansımaları
Yas yalnızca gözyaşında değil; uykusuzlukta, iştahsızlıkta, dalgın bakışlarda, aniden gelen özlem duygusunda da kendini gösterir.
Bazen kişi “hayat devam ediyor” derken, içinde hiçbir şey devam etmiyor gibidir. Konsantrasyon bozulur, hayattan alınan tat azalır. Bu durumda birey, karışık yas dediğimiz derin ve uzun süreli bir sürece girebilir. Böyle anlarda destek almak, yalnız olmadığını bilmek önemlidir.
Yasla Baş Etmek: Duygulara Alan Açmak
Öncelikle bilin; her yas kişiseldir ve herkesin iyileşme süresi farklıdır.
Duygularınızı bastırmayın; ağlamak, anlatmak ve yazmak hepsi birer iyileşme yoludur.
Yalnız kalmak isteyebilirsiniz; ama tamamen izole olmayın. Sevdiğiniz insanlarla temas kurun.
Ritüeller kaybı anlamlandırmaya yardımcı olur. Bir mektup yazmak, dua etmek, bir eşyasını saklamak bile sembolik iyileştiricilerdir.
Zamanla acı dinmese bile, onunla yaşamayı öğrenmek mümkündür. Bu noktada bir uzmanın rehberliği, yolunuzu aydınlatabilir.
Sessizlikte Büyüyen Bir Umut
Yas, karanlık bir tünel gibi gelir insana. Ama o tünelin ucunda bir ışık da vardır. Belki aynı kişi olmayacağız, belki eskisi gibi gülemeyeceğiz… Ama başka bir yerden filizlenen bir yanımız olacak.
Unutmayın, bazen bir çiçeğin kuruması, toprağın yeniden doğuşa hazırlandığının işaretidir. Olmak yolculuğunun gerçek manada gerçekleşmesi için kaybedişler olmalı ki biz özümüze ulaşabilelim.
“Kaybettiğimiz her şey, bize insan olmanın derinliğini hatırlatır.” Ve belki de bu yüzden yas, en çok insan kalabilenlerin yüreğinde yer bulur.
Olmak bir yolculuktur. Ne güzel ifade etmiş Hz. Mevlana bu yolu:
“Hamdım, Yandım, Piştim.”
Bu üç kelime, Mevlâna’nın kendi ruhsal yolculuğunu ve insanın gelişim sürecini özetleyen derin anlamlar taşır. Bu “yanma” yıkıcı değil, dönüştürücüdür. Belki de dönüşme ve yenilenme zamanımız gelmiştir.

Savaş, insanlık tarihinde büyük dönüşümlere yol açmış, hem bireysel hem de toplumsal düzeyde derin izler bırakmıştır. Psikososyal etkileri, yalnızca savaşın aktif katılımcıları olan askerlerle sınırlı kalmaz; siviller, göçmenler, çocuklar ve hatta savaş bölgesinden uzakta yaşayan bireyler bile savaşın etkilerini dolaylı olarak hissedebilir.
Depresyon ve Kaygı Bozukluğu
Savaş ortamında yaşayan bireylerde depresyon ve genel kaygı bozukluğu gibi ruhsal sorunlar sıkça görülür. Evini, ailesini veya toplumsal statüsünü kaybetmiş bireyler, geleceğe dair umutsuzluk hissiyle baş etmekte zorlanabilir.
Aile Yapısının Bozulması
Savaşlar, ailelerin parçalanmasına, çocukların ebeveynlerini kaybetmesine ve sosyal destek sistemlerinin çökmesine yol açabilir. Anne ve babasını kaybeden çocuklar, psikolojik sorunlara daha yatkın hale gelir ve topluma entegrasyonları zorlaşabilir.
Şu an gündemde olan İran – İsrail savaşını merakla ve heyecanla izleyen ebeveynlerin dikkatli olmaları gerekmektedir. Çünkü bu belirtiler sadece savaş alanında yaşayan ve mağdur olan kişileri değil, aynı zamanda izleyen bazı kişilerde de görülebilmektedir. Bu nedenle aileler bu tür haberleri izlerken ve yorumlarken dikkatli olmalıdır. Çocuklar o an izlemiyor gözükebilir; lakin, gizil ya da örtük öğrenme dediğimiz şekilde öğrenmekte ve etkilenmektedir.
Sonuç olarak; savaşın psikososyal etkileri çok boyutlu ve uzun süreli olabilir. Bu etkilerle başa çıkmak için psikolojik destek, toplumsal dayanışma, savaş sonrası rehabilitasyon programları gibi çözümler geliştirilmelidir. Barış ve istikrar, savaşın olumsuz etkilerini minimize etmek için en önemli unsurlardır.

İletişim, insan ilişkilerinin temel taşlarından biridir. Doğru ve etkili bir şekilde iletişim kurmak, birçok alanda başarıyı ve mutluluğu beraberinde getirir. Etkili iletişim, bireylerin kendilerini doğru ifade etmelerini sağlarken, karşılıklı anlayışı güçlendirir ve çatışmaları en aza indirir.
“İletişim kuramıyorsanız, başarılı olamazsınız.” – Lee Iacocca
Doğru iletişim için yapılması gerekenleri sıralayacak olursak;
“Konuşma sanatının yarısı iyi dinlemekten geçer.” – Epiktetos
“Sözleriniz kadar beden diliniz de sizi anlatır.” – Deborah Tannen
“Ne söylediğiniz değil, nasıl söylediğiniz önemlidir.” – John C. Maxwell
“Başkalarını anlamak için önce kendini anlamalısın.” – Daniel Goleman
“İyi bir konuşmacı, insanlara ne düşüneceklerini değil, nasıl düşüneceklerini öğretir.” – Dale Carnegie
Etkili iletişim becerileri kişisel ve sosyal yaşamda ciddi katkılar sağlar.
İş Hayatında Başarı
Profesyonel yaşamda etkili iletişim, ekip çalışmasını kolaylaştırır, verimliliği artırır ve liderlik becerilerini geliştirir. Açık ve anlaşılır mesajlar, iş süreçlerini hızlandırarak hedeflere ulaşmayı kolaylaştırır.
“Etkili liderlik, etkili iletişimle başlar.” – John C. Maxwell
Çatışma Yönetimi ve Anlayış
Yanlış anlaşılmalar ve çatışmalar, genellikle eksik veya yanlış iletişimden kaynaklanır. Net ve açık bir iletişim yaklaşımı, sorunları çözmek ve ortak bir paydada buluşmak için en önemli araçtır. İletişim becerimizi ya da beceriksizliğimizi belirleyen, dinleme amacımızdır.
“İnsanların en büyük sorunu, anlamak için değil, cevap vermek için dinlemeleridir.” – Stephen R. Covey
Kişisel Gelişim ve Kendini İfade Etme
Kendi düşüncelerini ve duygularını etkili bir şekilde ifade edebilmek, bireyin özgüvenini artırır ve kişisel gelişimini destekler. Etkili iletişim becerileri, insanın kendini en doğru şekilde ifade etmesine yardımcı olur.
“Konuşma sanatını öğrenen, başarının anahtarını elinde tutar.” – Plato
Etkili iletişim, bireyleri daha mutlu ve başarılı kılan önemli bir beceridir. Bence üzerinde önemle durulması gereken, öğrenmeye ve uygulamaya yönelik ciddi yatırım yapılmalıdır.

Teknolojinin hayatımıza getirdiği sayısız kolaylık ve eğlencenin yanı sıra, beraberinde getirdiği yeni riskler de var. Bu risklerden biri de teknolojik kumar bağımlılığı, yani çevrimiçi oyunlar, sanal bahisler ve diğer dijital platformlar aracılığıyla kumar oynama dürtüsünü kontrol edememe durumudur. Geleneksel kumar bağımlılığının dijital çağdaki yansıması olan bu durum, bireylerin psikososyal yaşamları üzerinde ciddi ve yıkıcı etkilere sahip olabilir.
Teknolojik kumar bağımlılığı, bireyin internet üzerinden erişilebilen kumar oyunlarına (çevrimiçi poker, rulet, spor bahisleri, slot oyunları, sanal piyango vb.) aşırı düşkünlük geliştirmesi ve bu davranışı durdurmakta güçlük çekmesi durumudur. Bu bağımlılığın temelinde, oyunların erişilebilirliği, anonimlik, hızlı geri bildirim ve sürekli uyarılma gibi teknolojik özellikler yatar. Akıllı telefonlar ve internetin yaygınlaşmasıyla birlikte kumar, cebimize kadar girmiş, her an ve her yerde ulaşılabilir hale gelmiştir. Bu durum, bağımlılık geliştirme potansiyelini önemli ölçüde artırır.
Bu bağımlılık halinin ciddi psikolojik ve sosyal etkileri olmaktadır. Kısaca psikososyal etkilerine değinecek olursak; teknolojik kumar bağımlılığının bireyler ve çevreleri üzerindeki etkileri oldukça çeşitlidir ve genellikle bir domino etkisi yaratarak hayatın birçok alanını olumsuz etkiler.
Stres ve Uykusuzluk: Sürekli kazanma veya kaybetme baskısı, bireylerde yüksek stres seviyelerine yol açar. Bu durum genellikle uyku düzenini bozar ve kronik uykusuzluğa neden olabilir.
Özgüven ve Özsaygı Kaybı: Kumar nedeniyle yaşanan maddi kayıplar, sosyal izolasyon ve kontrol kaybı, bireyin kendine olan güvenini ve özsaygısını zedeler. Başarısızlık hissi ve pişmanlık duygusu giderek ağırlaşır.
Bilişsel Çarpıtmalar: Bağımlı bireylerde “kumarbaz yanılgısı” (bir önceki kayıpların bir sonraki kazancı garantileyeceği inancı) gibi yanlış inançlar gelişebilir. Bu çarpıtmalar, kumar davranışını sürdürmelerine zemin hazırlar.
İntihar Düşünceleri ve Girişimleri: Kumar bağımlılığıyla ilişkili ciddi finansal sorunlar, yasal problemler ve sosyal dışlanma, bazı bireylerde çaresizlik ve umutsuzluk hissini artırarak intihar düşüncelerine veya girişimlerine yol açabilir.
Sosyal İzolasyon: Kumar oynama dürtüsü, bireyi sosyal çevresinden uzaklaştırır. Hobilerden, arkadaş toplantılarından ve diğer sosyal aktivitelerden vazgeçme eğilimi gösterirler. Bu durum, bireyin kendini yalnız ve dışlanmış hissetmesine neden olur.
İş veya Eğitim Hayatında Başarısızlık: Kumar bağımlılığı, iş performansını ve akademik başarıyı olumsuz etkiler. Odaklanma sorunları, devamsızlık ve motivasyon kaybı, iş kaybına veya okuldan ayrılmaya kadar gidebilir.
Yasal ve Finansal Sorunlar: Borç batağına sürüklenme, hırsızlık, dolandırıcılık gibi yasa dışı faaliyetlere bulaşma riski, kumar bağımlılığının ciddi sosyal sonuçlarındandır. Bu durumlar, bireyin yasal problemlerle karşılaşmasına ve itibar kaybına yol açar.
Ekonomik Yıkım: Bireyin ve ailenin finansal istikrarı tamamen bozulabilir. Birikimlerin tükenmesi, mülklerin satılması ve iflas, sıklıkla görülen durumlardır.
Finansal Suçlar: Çaresizlik içinde olan bağımlı bireyler, kumar borçlarını ödemek veya kumar oynamaya devam etmek için hırsızlık, dolandırıcılık veya zimmete geçirme gibi finansal suçlara yönelebilirler.
Risk Faktörleri ve Önleme
Teknolojik kumar bağımlılığının gelişiminde çeşitli risk faktörleri rol oynar:
Erişilebilirlik: Akıllı telefonların yaygınlığı ve çevrimiçi kumar sitelerinin kolay erişimi.
Bilişsel Yatkınlık: Anlık tatmin arayışı, risk alma eğilimi, dürtüsellik.
Çevresel Faktörler: Sosyal çevrede kumar oynayan kişilerin varlığı, stresli yaşam olayları.
Bireysel Yatkınlık: Depresyon, anksiyete gibi ruhsal sorunların varlığı.
Önleme ve müdahale stratejileri, bu bağımlılığın yıkıcı etkilerini azaltmada kritik öneme sahiptir:
Farkındalık ve Eğitim: Teknolojik kumar bağımlılığının riskleri konusunda kamuoyu, aileler ve özellikle gençler arasında farkındalık oluşturmak.
Erişimi Kısıtlama: Kumar sitelerine erişim engelleyiciler, yaş doğrulama sistemleri ve sorumlu oyun politikalarının güçlendirilmesi.
Erken Teşhis ve Müdahale: Bağımlılık belirtileri gösteren bireylerin erken aşamada tespit edilmesi ve profesyonel yardım almalarının teşvik edilmesi.
Psikolojik Destek: Bireysel terapi, grup terapisi ve aile danışmanlığı gibi yöntemlerle bağımlı bireylere ve ailelerine psikolojik destek sağlamak.
Finansal Yönetim Eğitimi: Bireylere bütçe yapma, borç yönetimi ve finansal okuryazarlık konularında eğitim vermek.
Teknolojik kumar bağımlılığı, günümüz dijital çağının getirdiği ciddi bir halk sağlığı sorunudur. Bireylerin psikolojik sağlığını derinden etkileyen, sosyal ilişkileri bozan ve finansal yıkımlara yol açabilen bu bağımlılık, kapsamlı ve çok yönlü bir yaklaşımla ele alınmalıdır. Farkındalığın artırılması, risk faktörlerinin azaltılması ve zamanında profesyonel yardımın sağlanması, bireylerin ve toplumun bu yıkıcı durumdan korunması için hayati önem taşır.
Yaptığım seanslarda üzülerek gördüğüm, tam üretim aşamasında olan genç beyinler bu potansiyelini kullanmayarak atıl halde ve tamamen tüketimde kalıyor. Ailesini ve kendini her açıdan rezil ediyor. O durumun psikolojik etkisini kaldırmakta ciddi sorunlar yaşıyorlar. Bunun çözümü için gecikmeden bütünsel şekilde profesyonel destek almak gerekir.

İnsan, doğası gereği sosyal bir varlıktır ve sevme-sevilme ihtiyacı, ruhsal sağlığın temel taşlarından biridir. Sevgi, psikolojik dayanıklılığı artırır, stresle başa çıkmaya yardımcı olur ve genel yaşam memnuniyetini yükseltir. Bu makalede, sevmenin ve sevilmenin insan psikolojisi üzerindeki olumlu etkilerini detaylı şekilde inceleyeceğiz.
Sevmek ve sevilmek, insan psikolojisi için hayati bir öneme sahiptir. Bireylerin mutlu, sağlıklı ve dengeli bir ruh haline sahip olmaları için sevgiye ihtiyaçları vardır. Sevgi, sadece duygusal bir bağ değil, aynı zamanda bireyin zihinsel ve fiziksel sağlığını destekleyen önemli bir faktördür. Bu nedenle, sevgi dolu ilişkiler kurmak ve yaşamın her alanında sevgiyi paylaşmak, psikolojik iyilik hali açısından büyük bir önem taşır.
“Gelin tanış olalım, işin kolayın tutalım
Sevelim sevilelim, dünya kimseye kalmaz.”
Yunus Emre’nin de belirttiği gibi, dünya kimseye kalmayacağı için gönüllerde hoş seda bırakarak sürgün edildiğimiz öz yurdumuza dönme mücadelesidir. Hoş seda bırakamayacağımızı düşündüğümüzde psikolojik hastalıklara yakalanmak kaçınılmazdır. Dünü, bugünü ve yarını ile uyumlu bireyler sağlıklı, huzurlu, mutlu ve başarılı olur.

Sosyal psikoloji açısından “biz” ve “onlar” ayrımı, grup kimliği ve ötekileştirme kavramlarıyla ilişkilidir. İnsanlar, kendilerini belirli bir gruba ait hissederken, diğer grupları “onlar” olarak tanımlayabilir. Bu ayrım, toplumsal kimlik kuramı çerçevesinde incelenir ve bireylerin grup içi ve grup dışı etkileşimlerini anlamamıza yardımcı olur. Grup dışı durumda artık diğer kişiler “öteki” statüsüne geçmiş olur.
Ötekileştirme süreci genellikle şu şekilde gerçekleşir:
Grup Kimliği Oluşumu:
Bireyler, kendilerini belirli bir grup içinde tanımlar ve bu gruba ait olmanın avantajlarını hissederler.
Önyargı ve Stereotipler:
“Onlar” olarak görülen grup hakkında genelleştirilmiş ve çoğu zaman olumsuz yargılar oluşur.
Sosyal Dışlanma:
“Onlar” grubuna ait bireyler, toplumsal fırsatlardan ve haklardan mahrum bırakılabilir.
Ayrımcılık ve Çatışma:
Ötekileştirme, zamanla ayrımcılığa ve hatta fiziksel veya psikolojik şiddete yol açabilir.
Araştırmalar, bireylerin kendi gruplarının üstünlüğüne duydukları inanç arttıkça, diğer gruplara karşı ötekileştirme algılarının yükseldiğini göstermektedir. Ancak, farklı gruplarla kurulan temas ve duygudaşlık geliştirme, ötekileştirme tutumlarını azaltabilir.
Ötekileştirmenin bireysel, sosyal ve psikolojik sonuçlarına baktığımızda şu noktalar dikkat çekmektedir:
Ötekileştirme, bireylerin veya grupların belirli özellikleri nedeniyle dışlanması, ayrımcılığa uğraması ve “öteki” olarak görülmesi sürecidir. Bu süreç, bireysel psikolojiden toplumsal yapıya kadar geniş bir etki alanına sahiptir. Ötekileştirilen bireyler, kendilerini yalnız, değersiz ve toplumdan kopuk hissedebilirken, toplum genelinde kutuplaşma ve sosyal çatışmalar ortaya çıkabilir.
Ötekileştirmenin bireysel, sosyal ve psikolojik sonuçlarını detaylı bir şekilde inceleyecek olursak;
1.1. Özgüven Kaybı ve Kimlik Krizi
Ötekileştirilen bireyler, kendilerini değersiz hissedebilir ve özgüvenlerini kaybedebilirler. Sürekli olarak dışlanma ve ayrımcılığa maruz kalan kişiler, kendi kimliklerini sorgulamaya başlayabilir ve aidiyet duygularını yitirebilirler.
1.2. Ruhsal Hastalıklar
Araştırmalar, ötekileştirmenin depresyon, anksiyete ve travma sonrası stres bozukluğu gibi ruhsal hastalıklarla bağlantılı olduğunu göstermektedir. Sürekli dışlanma hissi, bireyin psikolojik dayanıklılığını zayıflatabilir ve uzun vadede ciddi ruhsal sorunlara yol açabilir.
1.3. Sosyal İzolasyon
Ötekileştirilen bireyler, toplumdan uzaklaşarak yalnızlaşabilirler. Sosyal destek eksikliği, bireyin kendini daha da izole hissetmesine neden olur ve bu durum, kişinin yaşam kalitesini düşürebilir.
2.1. Toplumsal Kutuplaşma
Ötekileştirme, “biz” ve “onlar” ayrımını güçlendirerek toplumsal kutuplaşmaya yol açar. Farklı gruplar arasındaki empati ve anlayış azalır, bu da sosyal uyumu zayıflatır.
2.2. Ayrımcılık ve Adaletsizlik
Ötekileştirilen gruplar, eğitim, sağlık hizmetleri ve iş fırsatları gibi temel haklardan mahrum bırakılabilirler. Bu durum, toplumsal eşitsizlikleri derinleştirir ve sosyal adaleti zedeler.
2.3. Şiddet ve Çatışmalar
Ötekileştirme, zamanla fiziksel ve psikolojik şiddete dönüşebilir. Tarih boyunca, ötekileştirilen grupların maruz kaldığı ayrımcılık ve dışlanma, toplumsal çatışmalara ve hatta savaşlara neden olmuştur.
3.1. Damgalama ve Etiketlenme
Ötekileştirilen bireyler, toplum tarafından belirli kalıplara sokularak damgalanabilirler. Bu durum, bireyin kendini ifade etmesini zorlaştırır ve sosyal ilişkilerini olumsuz etkiler.
3.2. Empati Eksikliği
Ötekileştirme, bireyler arasındaki empatiyi azaltır. İnsanlar, ötekileştirdikleri gruplara karşı duyarsızlaşabilir ve onların yaşadığı zorlukları görmezden gelebilirler.
3.3. Kendini Gerçekleştirme Sorunları
Ötekileştirilen bireyler, potansiyellerini tam olarak gerçekleştiremeyebilirler. Sürekli dışlanma ve ayrımcılığa maruz kalan kişiler, kendilerini geliştirme fırsatlarından mahrum kalabilirler.
Sonuç olarak;
Ötekileştirme, bireysel, sosyal ve psikolojik açıdan ciddi sonuçlar doğuran bir süreçtir. Bireylerin özgüven kaybı yaşamasına, toplumun kutuplaşmasına ve psikolojik sorunların yaygınlaşmasına neden olabilir. Ancak, empati ve kapsayıcılığı teşvik eden politikalar ve sosyal girişimler, ötekileştirmenin etkilerini azaltabilir. Toplum olarak, farklılıkları kabul etmek ve herkesin eşit haklara sahip olduğu bir dünya yaratmak için çaba göstermeliyiz.

Aşk, tarih boyunca filozoflar, yazarlar ve sanatçılar tarafından farklı şekillerde tanımlanmıştır. Aynen fil deneyinde olduğu gibi; bu deneyde insanlara karanlığa konan filin bacağına, hortumuna, kulağına vb. bölgelerine dokunmaları sağlanmıştır. Daha sonra bilim insanları, deneklere dokundukları şeyin ne olduğunu sormuşlar. Her denek, dokunduğu bölgeye göre; bacağına dokunan boru, kulağına dokunan yaprak, burnuna dokunan hortum vb. cevaplar vermiştir. Bu deneyde olduğu gibi, aşk için de çok farklı tanımlar yapılmıştır.
Aşkın farklı yönlerini ele alan bu tanımlar, onun karmaşıklığını ve derinliğini gözler önüne sermektedir.
Cinsellik, biyolojik, psikolojik, sosyal ve kültürel yönleri olan karmaşık bir kavramdır. İnsanların cinsel dürtüleri, kimlikleri ve ilişkileriyle ilgili birçok faktörü içerir. İşte bazı temel cinsellik tanımları:
Aşk ve cinsellik, insan yaşamının en güçlü ve derin bağlar kurmasına olanak tanıyan unsurlarından biridir. İnsanların duygusal, fiziksel ve zihinsel iyiliğini doğrudan etkileyen bu iki olgu, zaman zaman karmaşık ve zorlayıcı hale gelebilir. Cinsel terapi ise, bireylerin ve çiftlerin sağlıklı ve tatmin edici cinsel yaşamlar sürdürebilmeleri için psikolojik destek sunan bir yaklaşımdır. Bu makalede, aşkın ve cinselliğin psikolojik boyutları, ilişkilerdeki önemleri ve cinsel terapinin işleyişine dair kısaca bilgiler paylaşmaya çalışacağım.
Aşk, insan zihninde ve bedeninde güçlü değişimler yaratan bir duygudur. Romantik aşk, beyinde dopamin ve oksitosin hormonlarının salgılanmasını sağlayarak kişiye mutluluk ve bağlılık hissi verir. Psikolojik açıdan aşk, şu yönleriyle dikkat çeker:
Cinsellik, biyolojik bir ihtiyaç olmanın ötesinde, kişinin benlik algısını, özgüvenini ve ilişkisel bağlarını güçlendiren önemli bir unsurdur. Cinselliğin psikolojik etkileri şunlardır:
Cinsel terapi, bireylerin ve çiftlerin cinsel yaşamlarında karşılaştıkları zorlukları anlamalarına ve çözmelerine yardımcı olan profesyonel bir süreçtir. Bu terapi, cinsel kaygılar, erektil disfonksiyon, cinsel isteksizlik ve orgazm sorunları gibi çeşitli konuları ele alır.
Evliliklerde de cinsel terapiye ihtiyaç duyulabilecek bazı durumlar vardır. İşte bazı yaygın nedenler:
Sonuç olarak; aşk ve cinsellik, insan psikolojisini derinden etkileyen ve bireyin hayatında önemli bir yer tutan unsurlardır. Sağlıklı ve dengeli bir romantik hayat, zihinsel ve fiziksel sağlığı güçlendirebilir. Öte yandan, cinsel terapiler, çeşitli cinsel sorunların çözümüne yardımcı olarak bireylerin kendilerini daha iyi hissetmelerini sağlar. Cinsellik konusunda profesyonel destek almak, bireyin ve ilişkilerin sağlıklı bir şekilde ilerlemesini sağlayan önemli bir adımdır.

Değerli okurlarımız, bundan sonra bu köşede sizlerle bir araya geleceğiz. Uzmanlık alanımdan dolayı insan ve davranışlarından, yani insan psikolojisinden bahsedeceğim. Bu yazılarımda bazen karşımıza iletişim becerileri ya da beceriksizliği, bazen ruh sağlığı hastalıkları, bazen ise insanı ilgilendiren tüm konulardan seçmeler olabilir.
Psikoloji, insan zihnini ve davranışlarını bilimsel yöntemlerle inceleyen bir bilim dalı olarak bilinmektedir. Ayrıntılı baktığımızda ise duyguları, düşünceleri, algıları ve sosyal etkileşimleri gibi konuları ele alır. Psikoloji dediğimizde insanın ruh sağlığı ve hastalıkları öncelikli olarak gündeme gelmektedir. Hatta şunu da görmekteyiz: İnsanın olduğu her alanda psikoloji biliminin araştırma bulgularını ve uygulamalarını görmekteyiz. Aşağıda kısa değineceğimiz ilişki alanından daha da geniş yer kaplamaktadır.
• Tıp ve Nörobilim: Beyin fonksiyonları ve zihinsel sağlık üzerine çalışmalar yapar. Bu bulgular da insan davranışının tanımlanmasında ve tedavisinde kullanılmaktadır.
• Sosyoloji: Toplumsal davranışları ve grup dinamiklerini inceler. İnsanın toplum içerisindeki davranışlardan olumlu ve olumsuz etkilenmesi, bireyin psikolojik olarak ruh hâlini şekillendirmektedir.
• Eğitim: Öğrenme süreçleri ve öğrenci motivasyonu üzerine araştırmalar yapar. Öğrenme psikolojisi ile bireyin etkili ve verimli şekilde öğrenmesi gerçekleştirilmektedir.
• İşletme ve Yönetim: Çalışan motivasyonu, liderlik ve organizasyonel davranışları analiz eder. İş yeri ortamının, insan ilişkilerinin ve mobbing uygulamalarının insan psikolojisine olumlu ve olumsuz etkisi ortaya çıkarılmaktadır.
• Felsefe: Bilinç, ahlak ve insan doğası gibi konularla bağlantılıdır. Bilinçli davranışlar insanların daha sağlıklı olmasına katkılar sağlamaktadır.
Psikolojinin alt dalları arasında klinik psikoloji, bilişsel psikoloji, sosyal psikoloji ve gelişim psikolojisi gibi alanlar bulunur. Bu alanlar ruh sağlığı ve hastalıklar konusunda ciddi veriler sağlamaktadır.
İnsanı ilgilendiren her konu yazılarıma malzeme olabilir. Psikoloji alanım olmasına rağmen bugün fizyolojik rahatsızlıkların ve hastalıkların psikolojik temelleri, beden ve zihin arasındaki güçlü bağlantıyı gösteren önemli bir konudur. Dolayısıyla görünüşte fizyolojik olan problemlerin psikolojik, içerideki nedenlerine değineceğim. Stres, travma, bastırılmış duygular ve zihinsel durum, fiziksel sağlığı doğrudan etkileyebilir. Örneğin, kronik stres bağışıklık sistemini zayıflatabilir ve çeşitli hastalıklara yol açabilir. Bastırılmış duygular ise migren, tansiyon sorunları ve sindirim sistemi rahatsızlıkları gibi fiziksel belirtilerle kendini gösterebilir. Ayrıca travmalar, fibromiyalji gibi kronik ağrı sendromlarının ortaya çıkmasına zemin hazırlayabilir. Depresyon ve anksiyete gibi ruhsal durumlar da kalp hastalıkları ve sindirim sistemi sorunlarıyla ilişkilendirilmektedir.
Fizyolojik hastalıkların psikolojik diğer nedenleri olarak aşağıdaki başlıkları da sayabiliriz:
• Baş ağrısı: Kontrol kaybı hissi, yoğun stres.
• Sindirim sorunları: Bastırılmış duygular, alınması zor kararlar.
• Astım: Kendini boğulmuş hissetmek, bağımsızlık eksikliği.
• Cilt rahatsızlıkları: Öfke ve hayal kırıklıkları.
• Kalp hastalıkları: Ayrılık acısı, terk edilme hissi.
Psikolojik sağlığı korumak, fiziksel sağlığı da olumlu yönde etkileyebilir. Psikolojik sağlığı korumada etkili olan teknikleri; Hipnoterapi, İmge Terapi, Alfa Bioenerji Terapisi, Hipnomediatif Yeniden İşleme Terapisi, Mindfulness, Yoga, Meditasyon vb. şekilde sayabiliriz. Köşe yazılarımda hangi tekniğin hangi rahatsızlıklara da iyi geldiğine belirli aralıklarla değineceğim.
İnsan ve davranışını olumlu ve olumsuz etkileyen konulardaki yazılarımızda buluşmak dileğiyle; hoşça kalın, dostça kalın değerli okurlarım.