Mehmet Uygar Keleş

Mehmet Uygar Keleş

01 Aralık 2025 Pazartesi

    DİĞER YAZARLARIMIZ

    ÖLÜ KEDİLER

    ÖLÜ KEDİLER
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Bir akşam yemeği düşünün. Ailenizle ya da dostlarınızla birlikte bir masadasınız. Sohbet giderek hararetleniyor. Söz dönüyor dolaşıyor, bir anda oklar size yöneliyor. Kayınpederiniz, anneniz, babanız, eşiniz… fark etmez. Masadaki herkes, tek bir hedefe kilitlenmiş: siz. Herkes eleştiriyor, herkes sizi konuşuyor. Sözün bittiği, savunmaların duvara çarptığı o anlarda, birdenbire masaya biri ölü bir kedi atıyor. Her şey bir anda değişiyor. Artık kimse sizi değil, o kediyi konuşuyor. Kimisi iğreniyor, kimisi merakla eğiliyor, kimisi öfkeden deliye dönüyor ama herkesin dikkati o masadaki ölü kedide. Tartışmanın özü unutulmuş, mesele kökten değişmiştir.

    İşte siyasette bu yönteme “Dead Cat” yani “Ölü Kedi Stratejisi” deniyor.
    Bu strateji, son yıllarda Avrupa’nın en şaşırtıcı seçim sonuçlarından birini şekillendirdi. Fikir babası, Avustralyalı stratejist Linton Crosby, uygulayıcısı ise eski İngiltere Başbakanı Boris Johnson’dı. Crosby, stratejiyi şöyle özetliyordu:
    “İnsanların ‘Aman Tanrım, masada ölü bir kedi var!’ demesini sağlayın. Böylece kimse asıl meseleyi konuşmaz.”

    Boris Johnson, bu yöntemi sadece belediye başkanlığı döneminde ve seçimlerde değil, başbakanlığı döneminde de ustalıkla kullandı. En çarpıcı örneklerinden biri, Partygate skandalıydı. COVID-19 yasakları sürerken Başbakanlık Konutu’nda düzenlenen partiler ortaya çıkmış, ülke ayağa kalkmıştı. Kamuoyu öfkeliydi, Johnson’ın koltuğu sallanıyordu. Tam bu sırada, hükümetin sığınmacıları Ruanda’ya göndermek için gizli bir anlaşma yaptığı haberi “tesadüfen” basına sızdı. Tüm ülke bir anda bu tartışmaya gömüldü. Artık kimse partileri konuşmuyordu. Herkes “Ruanda planını” tartışıyordu. Ve o esnada Johnson, güven oylamasını kazandı.
    Masaya atılan ölü kedi işe yaramıştı.

    Ama bu stratejinin asıl zaferi, 2015 İngiltere genel seçimlerinde yaşandı.
    Tüm anketler, ana muhalefet lideri Ed Miliband’ın seçimi kazanacağını gösteriyordu. Halk, İşçi Partisi’nin vergi reformlarına sıcak bakıyordu. Rüzgar Miliband’dan yanaydı. Ta ki Linton Crosby sahneye çıkana kadar.

    Crosby ilk hamlesini yaptı: “Gündemi değiştir.”
    Savunma Bakanı Michael Fallon, The Times’a şok edici bir demeç verdi:
    “Miliband kardeşini sırtından bıçakladı, şimdi İngiltere’yi de bıçaklayacak.”
    Bu tek cümleyle gündem altüst oldu. Artık kimse vergi reformlarını konuşmuyordu. Tüm medya “kardeşini satan lider” imajına kilitlenmişti.

    Ardından ikinci adım geldi: “Korkuyu büyüt.”
    Crosby, Miliband’in zayıf ve güvenilmez olduğu algısını körükledi. İşçi Partisi’nin, İskoçya’nın bağımsızlığını savunan SNP ile koalisyon kuracağı korkusu yayıldı. “Ekonomimiz düzeliyor, İşçi Partisi’nin mahvetmesine izin vermeyin” sloganı ülkede yankılandı. Hatta Miliband’i SNP lideri Alex Salmond’un cebindeki kukla olarak gösteren bir poster, seçimin kaderini değiştirdi.
    Ve sonuçta, bütün anketler ters köşe oldu.
    7 Mayıs 2015’te sandıktan zaferle çıkan, David Cameron liderliğindeki Muhafazakâr Parti oldu.
    Crosby’nin “ölü kedisi” yine işe yaramıştı.


    Bu taktik bize uzak değil.
    Bizim siyaset sahnemizde de ölü kediler sık sık masaya bırakıldı.
    En bariz örnek, son Cumhurbaşkanlığı seçimiydi.
    Tüm anketler, bağımsız medya, muhalif çevreler, Recep Tayyip Erdoğan’ın bu kez seçimi kaybedeceğini söylüyordu.
    Fakat seçime günler kala, Kandil’deki terör örgütü mensuplarının Kemal Kılıçdaroğlu’nu desteklediğini iddia eden videolar ortaya çıktı.
    “Millet İttifakı PKK ile anlaştı”, “Kılıçdaroğlu Öcalan’ı serbest bırakacak” gibi manşetler, toplumun damarına dokundu.
    Ekonomiden, adaletten, liyakatten, enflasyondan kimse bahsetmiyordu artık. Herkes o “videoları” tartışıyordu.
    Sonuç ortada: seçim ikinci tura kaldı, ama ikinci turda ölü kedi kazandı.


    2004 Annan Planı Referandumu  döneminde Kıbrıs’taydım. “Yes be annem!” sloganları, “Çözümsüzlük çözüm değildir” nutukları, koca bir toplumun zihnini kuşatmıştı.
    Ve 2010 Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde yine oradaydım…“Fosilleşmiş siyasetçilerden kurtulma vakti” diye manşetler atılırken, aziz hatırası önünde saygıyla eğildiğim, bana göre gerçek bir kahraman, oğlum Deniz Alp’in ise bir Cumhurbaşkanı burnunu ısırma şerefine nail olduğu, Rauf Raif Denktaş’ın nasıl yalnızlığa itildiğini, nasıl itibarsızlaştırıldığını gözlerimle gördüm.

    Ve bugün…
    Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nde (benim deyişimle Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nde) seçim yapıldı.
    Seçimi CTP adayı Tufan Erhürman ezici bir farkla kazandı.
    CTP’nin politik çizgisi belli. Savunmam da gerekmiyor.
    Ama savunulması gereken bir şey var: halkın iradesi.
    Bu iradeye saygı duymak, demokrasinin namusudur.

    Peki CTP neden bu kadar güçlü bir zafer kazandı?
    Çünkü ada halkı artık bıktı.
    Enflasyon dizginsiz.
    İşsizlik yaygın.
    Sosyal güvence çökmüş.
    Dünya tarafından izole edilmiş bir halk düşünün: kendi denizine hapsolmuş, kendi gökyüzünde nefes alamayan bir toplum.
    Ülke, uyuşturucu baronlarının, mafyaların, kara para tüccarlarının cennetine dönüşmüş.
    Bir zamanlar kapılarını kilitlemeye gerek duymayan insanlar, şimdi akşam sokakta yürümeye korkuyor.
    Eğitim ve sağlık turizmiyle övünen ada, bugün mafya ve kara para aklamayla anılıyor.
    Gençler ya uyuşturucu bataklığında kayboluyor, ya da tarikatların elinde eriyor.
    Ve iktidar?
    “İtibardan tasarruf olmaz” diyen ağabeylerinin izinde, halkın sefaletini süslü törenlerle görmezden geliyor.

    Tam bu noktada yine masaya bir ölü kedi bırakıldı.
    “82. vilayet olarak Türkiye’ye bağlanmalı” dediler.
    Bir anda tüm tartışma yön değiştirdi.
    Ama sormak gerekmez mi?
    O güzelim yeşil adayı beton yığınına çeviren kimdi?
    Mafyalara, kaçakçılara, kara para baronlarına kapıyı kim açtı?
    Sokaklarında huzuru, limanlarında güveni kim yok etti?
    Şimdi çıkıp da “Anavatan’a bağlansın” diyenlerin, o bataklığı kimlerin elleriyle kazdığını unutacak mı?

    Bu mesele “beka” değil.
    Ne doğalgaz ne de milliyetçilik meselesi.
    Bu, yine bir ölü kediden ibaret.
    Gözümüzü, kulağımızı, zihnimizi dağıtan, asıl gerçeği unutturan bir manevra.

    Bugün bir popçunun açıklaması, bir seccadenin rengi, bir sokak röportajı…
    Hepsi birer küçük ölü kedi olabilir.
    Ve biz, o kediyi konuşurken soframızın altı yanıyor olabilir.

    Artık uyanmak gerekiyor.
    Çünkü masaya her defasında bir ölü kedi atıldığında, biz asıl meseleleri kaçırıyoruz.
    Yoksulluğu, adaletsizliği, yozlaşmayı, hırsızlığı…
    Ve bu topraklarda yaşayanlar olarak, o kediyi yememeyi öğrenmek zorundayız.

    Bizim mutfağımızda ölü kediye yer yok.
    Biz bunu yemeyiz.
    Yememeliyiz.