Mehmet Uygar Keleş

Mehmet Uygar Keleş

01 Aralık 2025 Pazartesi

    DİĞER YAZARLARIMIZ

    İki İleri Bir Geri

    İki İleri Bir Geri
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    İnsanlık tarihine dönüp bakınca, yürüdüğümüz yolun dümdüz bir ilerleyiş değil, kesintili bir ritme sahip olduğunu görürüz. Sanki bir yerlerde zamanın nabzı, adımlarımıza özel bir ezgi dikmiş: coşkulu bir yürüyüşe her daim eşlik eden o alaturka tereddüt. Bazen ileri atılırız, bazen durur, hatta geri çekiliriz. Bu ritim ne mekaniktir ne de matematiksel; içgüdüyle, korkuyla, bazen kibirle atılmış adımların senfonisidir. Ve işte tam bu nedenle, ilerleme dediğimiz o yüce fikir, çoğu zaman şüpheyle sarılı bir marş gibi tınlar: coşkulu ama huzursuz, gururlu ama eksik.

    Bir zamanlar Aydınlanma’nın ışığıyla doğan bu fikir, aklın rehberliğinde zincirlerini kırmaya hazırlanan insanlığa bir kurtuluş melodisi sunmuştu. Voltaire’in keskin mizahında, Kant’ın kategorik buyruğunda yankılanan o saf inanç, “aklını kullanmaktan korkma” çağrısıyla tarihin perdesini aralıyordu. Ve bu çağrıya kulak veren insanlar, devrimler başlattı, kralları devirdi, makinelere can verdi. Yürüdüler; hem de kararlılıkla. Fransız Devrimi’nin barikadlarında, Sanayi Devrimi’nin fabrika bacalarında ilerleme tutkusu ter, kan ve is içinde büyüdü. İnsanoğlu artık kendi kaderinin tanrısıydı.

    Ama kader dediğimiz şey, burnu havada bir fikri pek sevmez. Yeryüzü, kibirle yürüyenleri çokça yere serdiği için meşhurdur. Ve nitekim yirminci yüzyıla girerken, bu ilerleme destanı beklenmedik biçimde kana bulandı. Teknolojinin ulaştığı kudret, insanın kırılgan etiyle tanışınca, ortaya dehşet verici tablolar çıktı. Toplama kampları, atom bombası, kitlesel imhalar… Bilim ilerledi, evet. Ama ruh ne kadar yetişebildi ona? Belki de ilk kez, akıl ve etik birbirine sırt çevirdi. İşte o an, yürüyüş sekmeye başladı.

    Yine de küllerinden doğmayı bilen bir türüz. 1945 sonrası, enkazdan sadece bina değil, idealler de kaldırıldı. Amerika, Roosevelt’in vizyonuyla “devlet”i yeniden tanımladı. Avrupa ise refah devleti modelini, sosyal adaletin sütunlarına yasladı. Bu dönem, ilerlemenin yalnızca ekonomik değil, ahlaki bir sorumluluk da olduğunun idrak edildiği nadir anlardandı. Eğitim herkese açık hale geldi, sağlık sistemleri toplumsallaştı, emek hakları anayasal güvenceye kavuştu. İnsan, bir süreliğine bile olsa, rakam değil yurttaş olarak muamele gördü. İşte orada yürüyüş yeniden anlam kazandı.

    Fakat tarih sabit kalmaz, fikirler yorgunluk belirtisi gösterir. 1980’lere gelindiğinde, bir başka dönüşüm başladı. Bu kez ilerlemenin motoru Thatcher ve Reagan’ın liderliğinde piyasalaşma oldu. “Toplum yoktur,” dedi Thatcher. “Sadece bireyler vardır.” Böylece devlet küçüldü, kamu sorumluluğu pazara devredildi. Evet, serbest piyasa bazı alanlarda dinamizm getirdi, ama bu dinamizm ne eşitti ne de adildi. Üretim doğuya kaydı, batının mavi yakalı sınıfları işsiz kaldı, sosyal haklar buharlaştı. O büyük yürüyüş, yeniden sendeliyordu. Ayakta kalanlar hızlanıyor, düşenler “geri kalmış” sayılıyordu.

    Ardından 2008’de gelen finansal çöküş, bu sistemin kim için işlediğini açık etti. Milyonlarca insan evini kaybetti, işinden oldu. Ama bankalar kurtarıldı. Ne ilginçtir ki, bu ilerleme anlatısında hep aynı kesim kaybediyor, aynı kesim kazanıyordu. İlerleme denilen şey, artık eşit bir umut değil, seçkinlere ait bir kulüp kartına dönüşmüştü. Ve bu noktada, halkın büyük kısmı ilerleme kelimesine inancını yitirdi. Çünkü yürüyüş sadece ön saflara marş besteliyordu.

    Dijital çağın gelişiyle birlikte her şey birden hızlandı. İnternetin sunduğu özgürlük hissi, algoritmaların totaliter gölgesine terk edildi. Sosyal medya bir bağ kurma vaadiyle doğdu ama çoğu zaman yalnızlığı pekiştirdi. Bilgi bolluğu içinde anlam kıtlığı baş gösterdi. Herkesin fikri vardı, ama kimsenin fikrini duymaya tahammülü kalmamıştı. Bu hız, insanı yücelten değil, yüzeyselleştiren bir karakter kazandı. Gelişiyoruz ama yıpranıyoruz. Daha çok biliyoruz ama daha az anlıyoruz. Daha fazla iletişim kuruyoruz ama daha az hissediyoruz. Bu da bir yürüyüştü elbet; ama yönü belirsiz, adımı gürültülü, melodisi tekinsiz.

    Ve işte bu yorgunluk, dünya genelinde kültürel bir tepki doğurdu. Trump’tan Brexit’e, Orban’dan Meloni’ye uzanan yeni liderlikler, halkın biriken güvensizliğini, bir kimlik krizine dönüştürdü. İlerleme değil; korunma vaadi öne çıktı. Geleceğe dönük değil; geçmişe sarılan bir dil konuşulmaya başlandı. İnsanlar kendilerini küreselleşmiş bir yalnızlıkta kaybolmuş hissediyordu. Ait olma ihtiyacı, ilerleme anlatısını değil, sınırları, bayrakları, inançları yüceltti. Yürüyüş artık ilerlemeyi değil, sığınmayı arzuluyordu.

    Bu da bizi anlamın çözülüşüne getiriyor. Eskiden ilerleme bir hikâyeydi, herkesin bir parçası olduğu bir anlatıydı. Bugünse insanlar o hikâyenin dışına atıldıklarını hissediyor. Üniversiteler, medya, bilim dünyası bir zamanlar bu anlatının taşıyıcı sütunlarıydı; şimdi ise “sistemin sesi” olarak görülüyor. Güven buharlaştı. Kolektif hayal yerine kişisel gerçeklikler aldı sahneyi. Ve bu gerçeklikler, artık bir araya gelemiyor. Herkes kendi temposunda yürürken, ortak bir melodi kurulamıyor. Siyaset karar alamıyor çünkü toplum ortak bir dil konuşmuyor. Eğitim yönlendiremiyor çünkü öğrenilenle yaşanan arasında bağ kalmadı. Teknoloji yön çizemiyor çünkü ahlaki bir pusula kayboldu.

    Ama belki de tam bu an, yeni bir başlangıcın ilk kıpırtısıdır. Çünkü ilerleme sadece ileri gitmek değildir. Bazen yön değiştirmeyi, bazen durmayı, bazen de geriye bakmayı içerir. Belki de şimdi yapmamız gereken, bir sonraki adımı atmadan önce neden yürüdüğümüzü hatırlamaktır. Hızın kutsandığı bir çağda, durabilmek en devrimci eylemdir. Çünkü yürüyüşün değeri, varılan yer kadar, nasıl yüründüğünde gizlidir.

    İşte bu yüzden ilerleme, bir slogandan çok bir sorudur. Nasıl daha adil olabiliriz? Nasıl birlikte yaşayabiliriz? Nasıl derinleşebiliriz? Bu sorularla yürümek, yürümekten daha anlamlı olabilir. Ve belki de gerçek yürüyüş, ancak birlikte duyabileceğimiz bir melodide mümkündür. Gözle görünmeyen ama içimizde titreşen bir ezgide… Sessiz ama kararlı. Dingin ama derin. İnsanca.