Mehmet Uygar Keleş

Mehmet Uygar Keleş

01 Aralık 2025 Pazartesi

    DİĞER YAZARLARIMIZ

    Eğitimde ‘Hayırlı’ Değişim!

    Eğitimde ‘Hayırlı’ Değişim!
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Aydınlık Türkiye’nin en köklü eğitim atılımlarından biri olan Köy Enstitüleri’nin 84. kuruluş yıldönümünü anıyoruz. Köy Enstitüleri’ni anarken yalnızca bir eğitim modelini değil, bu topraklarda eşitliği, üretimi, aydınlanmayı ve halkı temel alan bir yaşam felsefesini hatırlayıp hatırlatalım istiyorum.

    Köy Enstitüleri, 17 Nisan 1940 tarihinde çıkarılan 3803 sayılı yasa ile büyük bir vizyonla kuruldu. İlk olarak açılan Kızılçullu/İzmir, Çifteler/Eskişehir, Gölköy/Kastamonu, Kepirtepe/Kırklareli, Akçadağ/Malatya ve Gönen/Isparta enstitüleriydi. Zaman içinde bu sayı 21’e ulaştı. Dönemin Milli Eğitim Bakanı Hasan Âli Yücel ve İlköğretim Genel Müdürü İsmail Hakkı Tonguç’un öncülüğünde kurulan bu kurumlar, yalnızca eğitim kurumları değil, aynı zamanda bir yaşam ve üretim merkeziydi. Köy Enstitüleri, halktan kopuk olmayan, halkın içinden gelen ve halkı dönüştürmeyi amaçlayan bir eğitim modeliydi. Cumhuriyet’in halkı yurttaş kılma, eğitimi halkın ayağına götürme projesiydi. Öğrenci yalnızca akademik bilgiyle değil, hayatla, toprakla, üretimle, kültürle ve sanatla yoğruluyordu.

    Bu kurumlar, klasik anlamda bir okul değil, bir halk üniversitesiydi. Her enstitü, kendi elektriğini üretir, kendi tarlasını eker, kendi kerpiçini yoğurur, kendi okulunu inşa ederdi. Öğrenciler sabahları sıralara değil, bağa, tarlaya, marangoz atölyesine, demirci ocağına giderdi. Öğleye kadar çalışır, öğleden sonra ders yaparlardı. Bir elinde kalem, bir elinde çekiç olan bu gençler, yalnızca okuryazar değil, aynı zamanda üretken, yaratıcı ve sorumluluk sahibi bireyler olarak yetiştiriliyordu.

    “Köy Enstitülerinin eğitim modeli nasıldı?” diye soracak olursak; bu model, “yaparak ve yaşayarak öğrenme” esasına dayanıyordu. Öğrenci yalnızca bilgiyle değil, hayatla eğitiliyordu. Kuramsal bilgiler, pratik uygulamalarla destekleniyor; örneğin bir öğrenci biyoloji dersinde teorik bilgileri öğrenirken, aynı zamanda hayvan bakımını yapıyor, ziraat bilgilerini öğrenirken ekip biçiyor, fen dersinde elektrik üretimini bizzat deneyimliyordu.

    Bu eğitim sistemi içinde müfredat da çok yönlüydü. Matematik, fizik, kimya gibi temel derslerin yanında tarım, hayvancılık, inşaat, marangozluk, demircilik, müzik, halk oyunları, tiyatro ve edebiyat gibi dersler de yer alıyordu. Hatta her öğrenci bir müzik aleti çalmayı öğrenmek zorundaydı. Düşünün ki bir köy çocuğu, kemanla Beethoven çalarken, bir yandan da köydeki ahırı nasıl inşa edeceğini biliyordu.

    Bu sistemin içinde en çarpıcı olan yönlerden biri, demokrasinin ve katılımcılığın eğitim ortamında içselleştirilmiş olmasıydı. Öğrenciler, haftalık toplantılarda okul yönetimini, öğretmenlerini açıkça eleştirebilir, önerilerde bulunabilirlerdi. Bu uygulama, öğrencinin yalnızca bilgili değil; aynı zamanda düşünen, sorgulayan, yönetime katılan bir birey olarak yetişmesini sağlıyordu.

    Dönemin Cumhurbaşkanı bir gün bir okulda gerekli incelemeleri yaptıktan sonra öğle yemeğini öğrencilerle beraber yer. O hafta sonu haftalık toplantıda bir öğrenci kalkıp sorar: “Cumhurbaşkanımıza bizden neden farklı bir yemek verdiniz?” Bu soru karşısında okul müdürü kızmak yerine, Cumhurbaşkanının şeker hastalığı olduğunu, ona makamından ötürü özel bir yemek hazırlatılmadığını, rahatsızlığından dolayı farklı yemek verildiğini, aynı durumun öğrenciler içinde rahatsızlığı olduğu takdirde ona da farklı yemek verileceğini izah ederek, öğrencisini yanıtlar. Köy Enstitüleri’nde öğrenciyle öğretmen aynı sırada yer, aynı kaptan yemek yerdi. Bu bir semboldü; hiyerarşi değil eşitlik, ayrıcalık değil halkçılık, gösteriş değil samimiyet.

    Bugün bu anlayış yerini ayrıştırmaya, halktan uzaklaşmaya, göstermelik törenlere bıraktı.

    Daha da vahimi… Bugün kültürel değerlerimizi, toplumsal belleğimizi, milli eğitim politikalarımızı birer birer tarikat ve cemaatlere teslim ediyoruz.

    Kültürel geziler adı altında öğrenciler, ülkemizin tarihiyle, sanatla, bilimle buluşmak yerine, cumhuriyet düşmanlarının, laiklik karşıtlarının mezarlarına götürülüyor. Düşünün, 12 yaşındaki çocuklar bir tür inançsal telkin eşliğinde, bir tarikat liderinin mezarını ziyaret ediyor. Orada dua ediyor, orada ağlıyor, orada “rol model” olarak o kişiyi belleğine kazıyor.

    Ama aynı çocuk, Efes’i, Çatalhöyük’ü, Hacı Bektaş’ı, Pir Sultan Abdal’ı, Hasan Âli Yücel’i, Tonguç Baba’yı tanımıyor! Bunlar ona anlatılmıyor.

    Bugün tarikat ve cemaatler, yalnızca kültürel alanı değil; eğitim sisteminin bizzat kendisini kuşatmış durumda. Milli Eğitim Bakanlığı, bu yapılarla ardı ardına protokoller imzalıyor. TÜGVA, TÜRGEV, İlim Yayma Cemiyeti, Ensar Vakfı gibi yapılar, Milli Eğitim’le “değerler eğitimi” adı altında iş birliği yapıyor.

    Peki, kim bu değerleri anlatıyor? İlahiyat mezunu olmayan, herhangi bir pedagojik eğitimi bulunmayan, çocuk gelişimi hakkında temel bilgisi dahi olmayan kişiler…

    Bugün Türkiye’de bazı illerde cami imamlarının sınıflarda derse girdiği örnekleri biliyoruz. Din görevlileri, “manevi danışman” adı altında okullarda sistematik biçimde görevlendiriliyor. Hatta bazı yerlerde, sınıflar imam odasına çevriliyor. Bu uygulama yalnızca laikliği değil, aynı zamanda bilimsel eğitimi de hedef alıyor.

    Bir cami imamı elbette toplumda önemli bir görev yapar. Ancak pedagojik formasyonu olmayan, çocuk psikolojisini bilmeyen bir kişinin sınıf içinde çocuklara “ahlak”, “değer” anlatması ne kadar doğrudur? Bu soruyu artık sormaktan çekiniyoruz.

    Bu durumun doğrudan sonuçlarını da yaşıyoruz.

    Olay şu; Eskişehir Beylikova Müftüsü İshak Yıldırım… İmam Hatip Ortaokulunda Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi derslerine giriyor ve öğrencisi 12 yaşındaki kız çocuğuna cinsel istismar dolu mesajlar atıyor. Ailenin şikayeti üzerine ifade veriyor ancak gözaltına alındıktan sonra adli kontrol şartıyla serbest bırakılıyor. O günlerde sitede ismi resmi hâlâ duruyor. Basın ve sosyal medya bunu dile getirince ve başsavcılığın itirazı üzerine tutuklanıyor.

    12 yaşındaki N.G’ye attığı mesajın bir bölümü:
    “Daha samimi olalım. Senden olumlu haber bekliyorum. Seni seviyorum. Senin güzelliğini yeni fark etmeye başladım. Gerçi yaşın çok küçük. Ben neredeyse senin baban yaşındayım. Biraz da onun etkisi var tabii ki, aramızda ilişki olursa nasıl olacak? Sen de kabul edersen mesela? Senden haber bekliyorum ona göre ama iyi haber olsun…”

    Bir başka trajedi de Mil-Diyanet Sen Genel Başkanı C. Gül’ün, 12 yaşındaki çocuğa istismardan tutuklanan müftüye sahip çıkması…
    Bir müftümüz daha diyor. İlginç değil mi? Ya da itiraf…

    Evet, doğrudan sonuçlarını yaşıyoruz. En başta, aile kavramı büyük bir tahribata uğruyor. (Bu sene “aile yılı”ydı değil mi?) Anne-baba çocuğunu güvenle okula gönderemiyor. Aile, okulun ne öğrettiğinden habersiz. Öğrenciye hangi cemaatin mensubu, hangi vakfın görevlisi ne öğretiyor; şeffaflık yok. Eğitim sisteminde laiklik ve bilim dışlanıyor, yerine itaat ve dogma yerleştiriliyor.

    Köy Enstitüleri’nde öğretmenler, hem üretici hem de rehberdi. Öğrencinin birey olmasını, kendi kararlarını verebilmesini, özgür düşünebilmesini öğretirlerdi. Bugün çocuklara “sorgulamak” değil, “itaat etmek” öğretiliyor. Fark burada.

    Köy Enstitüleri, kadını ve erkeği eşit görüyordu. Kız öğrenciler erkeklerle aynı atölyelerde çalışıyor, aynı tarlaları sürüyor, aynı koşullarda öğrenim görüyordu. Kız çocuklarının eğitimi bir ayrıcalık değil, bir zorunluluktu. Karma eğitim, o yıllar için büyük bir devrimdi.

    Bu yönüyle Köy Enstitüleri, kadınların toplumsal yaşama aktif katılımını teşvik eden ilk kurumlardan biriydi. O dönemde birçok kız öğrenci, ilk kez evinden çıkıp eğitim almış, kendi ayakları üzerinde durmayı öğrenmiştir. Kadınların özgürleşmesinde, birey olmasında ve toplumsal cinsiyet eşitliğinin sağlanmasında bu kurumların katkısı asla yadsınamaz.

    Kıymetli dostlar,

    Köy Enstitülerinin mezunları yalnızca öğretmen değil; köyün her şeyinden anlayan önderleri olarak mezun oldular. Doktordu, teknisyendi, tiyatrocuydu, marangozdu, ziraatçıydı… Köyüne döndüğünde hastaya pansuman yapacak, traktörü çalıştıracak, tiyatro oynayacak, halkı örgütleyecek, çocuklara okuma-yazma öğretecek bilgi ve beceriyle donatılmışlardı.

    Enstitüler, yalnızca birey yetiştirmedi; aynı zamanda bir aydın kuşağı yarattı. Fakir Baykurtlar, Mahmut Makal’lar, Dursun Akçam’lar, Talip Apaydın’lar, Mehmet Başaran’lar… Hepsi bu okulların ürünüdür. Yalnızca edebiyatta değil, eğitimde, kültürde, toplumsal dönüşümde öncü oldular.

    Peki sonra ne oldu?

    Ne yazık ki Köy Enstitüleri, ilerici, eşitlikçi, halkçı yapısı nedeniyle bir kesimin rahatsızlığına neden oldu. Sorgulayan birey, itaat eden değil; üreten birey, yöneten değil; kadınla erkek eşit, bu ise feodal yapıya ters…

    Karma eğitimi, halkın içinde olmayı, özgür düşünceyi, üretim temelli eğitimi eleştiren kesimler çoğaldı. Kimi zaman “komünizm”le suçlandılar, kimi zaman “dine karşı” olmakla. Enstitüler önce içi boşaltılarak öğretmen okullarına dönüştürüldü, ardından 1954’te tamamen kapatıldı.

    Kapatıldılar… ama unutulmadılar.

    Değerli dostlar,

    Bunlar tesadüf değil. Bunlar planlı bir dönüşümün, bir karşı devrim sürecinin parçalarıdır. Eğitimde laiklik, bilimsellik, eşitlik ilkeleri adım adım tasfiye ediliyor. Ve bu ortamda, Köy Enstitüleri bir hayal değil; geçmişin sağlam bir gerçeği olarak karşımızda duruyor.

    Bir zamanlar öğretmen, köyde doktordu, veterinerdi, sosyal çalışmacıydı. Bugün köylere doktor gitmiyor, veteriner bulunamıyor. Oysa Köy Enstitüleri mezunları her işi yapabilecek bilgi ve beceriyle donatılmıştı.

    Bir zamanlar öğrenci müzik aleti çalar, tiyatro yapar, şiir yazardı. Bugün müzik dersi, sanat dersi neredeyse kaldırılmış durumda. Oysa sanat, çocuğun ruhunu besler; sanatla büyüyen çocuk, başkasına zarar vermez. Bugün okullarda şiddet artıyorsa, bu, yalnızca eğitim değil; insan yetiştirme anlayışımızın çökmesindendir.

    Bakın, Köy Enstitüleri’nde öğrenciler, edebiyat dersinde Nazım Hikmet’in şiirlerini okur, tiyatro dersinde Brecht oynar, halk oyunlarıyla kendi kültürünü öğrenir, İngilizce ve Fransızca’yla dünyaya açılırdı. Bugün ise bir başka çocuğun ailesi şikâyet etmesin diye Nazım’ın adını bile anmaktan çekinen öğretmenlerimiz var!

    Köy Enstitüleri’ni kapattılar. Çünkü bu sistem, susan değil konuşan; itaat eden değil düşünen; kul değil yurttaş yetiştiriyordu. Kadınla erkeği eşit gören, laikliği özümsemiş bireyler yetiştiriyordu.

    Ama ne dedik?

    Köy Enstitüleri yalnızca bir kurum değil, bir ışıktır. Çünkü bu toprakların çocuğu, aydınlığına yürürken elindeki ışığı Köy Enstitülerinden almıştır.

    O ışık hâlâ yanıyor.
    O ışık, karanlıkta el yordamıyla yolunu arayan her gençte, her öğretmende, her vicdanlı yurttaşta yaşamaya devam ediyor.

    84 yıl sonra bugün, bir kez daha söylüyoruz:
    Köy Enstitüleri bir eğitim değil, bir devrim projesiydi.
    Bir öğretim değil, bir yaşam felsefesiydi.
    Bir okul değil, bir gelecek umuduydu.

    Bu ülkenin dağ köylerinden çıkan çocuklara, geleceğin aydınlık yolunu gösteren, Cumhuriyet’in en büyük projelerinden biri olan Köy Enstitülerini kuranlara;
    Başta Mustafa Kemal Atatürk’e,
    Hasan Âli Yücel’e,
    İsmail Hakkı Tonguç’a
    ve tüm Köy Enstitüsü emekçilerine sonsuz saygı ve minnetle…

    Köy Enstitüleri halkın göz nurudur.
    Köy Enstitüleri bilimdir, üretimdir, laikliktir, eşitliktir.
    Köy Enstitüleri bu topraklarda yeniden filizlenecektir.
    Umutla, kararlılıkla, inatla…