
01 Aralık 2025 Pazartesi

Tercüman Gazetesi

EVLİLİKTE YALAN: GERÇEĞİ DEĞİL, İLETİŞİMİ KAYBETMENİN SESSİZ ÇIĞLIĞI

ZÜLFÜ YARE DOKUNMAK: YİTİRDİKLERİMİZ

"Halka Aşkla Hizmetin Adı: Arapgir Modeli" Belediye Başkanı Haluk Cömertoğlu ile Röportaj

KUŞLAR YAĞMURDA DA UÇAR

DURUŞ

İNSANLARA RAĞMEN, İNSANLIK İÇİN

YENİDEN MİLLİ MÜCADELE (ÇAĞRI)

Neden İznik?…

BİR DAMLA KAN, BİN BİR ENDİŞE

Bilgi ve Adalet

KADINIM HAKLARIM VAR

AYNADAKİ LEKE

KAN BAĞIŞI: BİR YAŞAMIN KIRILMA NOKTASINDAKİ KÜÇÜK BİR MUCİZEDİR

SALEBE’NİN HİKÂYESİNİ BİLİYOR MUSUNUZ?

Ne Bu Dünyada Ne De Öteki Dünyada

FATİH'İN VE ATATÜRK'ÜN İZİN VERMEDİĞİ PAPA'YA NEDEN İZİN VERİLİYOR?

VAZO ÖNÜNDE SATILAN ÜRÜNLER SAĞLIKLI MI?

BU DÖNER BAŞKA DÖNER… KİME DÖNER?

ÜÇ SIFIRIN ADALETİ, BİR İNSANIN VİCDANI: Prof. Dr. Ayten Erdoğan Meselesi

YOK DEVE

Milletin Vekili Olmak Cesaret İster

ADIM ADIM İLERLİYOR KÖTÜLÜK

ENGELSİZ ÖZGÜRLER

DİNDARLIK VE AYDINLIK

EĞİTİMDE SOSYAL ADALET

HAK ARAMAK HAKKIMIZ MI?

İNSANLARIN EN İYİ İLACI

GÖNÜLLERİN ANAHTARI; EMPATİ

EVLAD-I FATİHAN ve SELANİKLİ MUSTAFA

Ticareti “Franchise’laştıran AKP

“Birileri barıştan bahsediyorsa, ya savaşa hazırlanıyorlardır ya da yıkıma.”
Haritalar bazen fısıldar. Kimi zaman bir çizgi, bir sınır değildir; bir niyetin izidir. “Davut Koridoru” da böyle bir çizgidir. Harita üzerinde sıradan bir geçiş yolu gibi görünen bu hat, aslında bir çağın, bir ideolojinin, hatta bir imparatorluk tahayyülünün damarlarından biridir. İsrail’den başlayıp Ürdün, Suriye, Irak ve nihayet Türkiye sınırına uzanan bu güzergâh; yalnızca topraklar arasında değil, devletler, halklar ve ideolojiler arasında da bir bağ kurar. Ama bu bağ, dostluk değil, kuşatma zinciridir. Çünkü bu yol, bir yerden bir yere ulaşmak için değil, bir devletten diğerini sıkıştırmak için vardır. Bu yolun sonu, Akdeniz’e değil, Anadolu’nun kıyısına çıkar. Ve biz hâlâ “koridor nedir?” diye sorarken, koridor sessizce tamamlanır.
Davut Koridoru terimi sadece bir siyasi jargon değildir. Tevrat’ta geçen Arz-ı Mevud, yani Nil ile Fırat arasında Tanrı’nın Yahudilere vadettiği topraklar, tarih boyunca birçok emperyalist aklın zeminini oluşturmuştur. Bu hayal bir harita üzerinde yalnızca kutsal metinlerle değil, strateji belgeleriyle, askeri planlarla, diplomatik protokollerle ve vekil güçlerle desteklenmiştir. Theodor Herzl’in rüyası, 20. yüzyılda Sykes-Picot anlaşmasıyla biçimlendirilmiş; 2000’li yıllarda ise ABD’nin Büyük Ortadoğu Projesi kapsamında yeniden güncellenmiştir. 2006’da Ralph Peters tarafından çizilen ve Blood Borders (Kanlı Sınırlar) adıyla yayımlanan haritada bu koridor açıkça işaretlenmiştir. Suriye’nin parçalanması, Irak’ın üçe bölünmesi, Türkiye’nin güneyinden kesilerek bir Kürt devleti yaratılması… Bunlar kehanet değil, adı konmuş planlardır.
İşte tam bu noktada İsrail’in kuzeydeki güvenliğini garanti altına almak için bir tampon kuşağa ihtiyacı olduğu görülür. ABD’nin askeri olarak Irak’tan çekilirken Suriye’deki Tanf Üssü’nde ısrarla kalması, bu planın stratejik merkezidir. İsrail’in Kuzey Irak’ta yıllardır eğitim ve sivil yardım adı altında yaptığı saha çalışmaları, PKK’nın Irak-Suriye hattındaki dönüşümü, bu koridorun altyapısıdır. Yani, bu yolun taşları çoktan döşenmiştir. Şimdi sıra, haritaya son çizgiyi çekmektedir. Bu çizgi ise doğrudan Türkiye’nin kalbine uzanır.
Bu hat öylesine sinsi ilerler ki, ilk bakışta bir enerji koridoru, insani yardım geçidi ya da lojistik güzergâh gibi sunulur. Ama gerçekte içinde gaz değil; ideolojik mayınlar taşır. Çünkü bu güzergâhın geçtiği her noktada bir etnik temizlik yaşanmıştır ya da yaşanacaktır. Suriye’nin kuzeyinde Arap aşiretlerinin boşalttığı köyler, Haseke’deki demografik değişim, Süveyda’daki Dürzi isyanlarının dikkat çekici zamanlaması… Tüm bunlar, bu hattın yalnızca askeri değil, sosyolojik bir mühendislik projesi olduğunun göstergesidir. Kürtler, Dürziler, Türkmenler, Araplar; hepsi bu proje içerisinde ya konumlandırılmış ya da yerinden edilmiştir. Amaç sadece yol yapmak değil, harita yapmaktır. Ve harita yapmanın en tehlikeli yolu, halkları yerinden oynatmaktır.
Bu noktada Türkiye’nin tavrı ve algısı yaşamsal bir eşiktedir. Çünkü bu yolun sonu, Şırnak-Hakkari hattına, yani Türkiye’nin en kırılgan yerine dayanır. Bir devletin sınırı zayıfsa ordusu güçlü olsa da o devlet içten çöker. Türkiye’nin sınır ötesi operasyonlarla bu hattı kesmeye çalışması, boşuna değildir. Ancak askeri müdahalelerin ötesinde, bu yolun meşrulaştırılmasını sağlayan asıl şeyin “barış dili” olduğunu görmek gerekir. Ve işte bu noktada karşımıza çok daha sinsi bir manevra çıkar: PKK’nın silah bırakması.
PKK silah bırakıyor… Peki neden şimdi? Cevap net: Çünkü artık silaha değil, meşruiyete ihtiyaçları var. Savaşarak ele geçiremediklerini, siyasal zeminle ve barış maskesiyle meşrulaştırmak istiyorlar. Bu barış, bildiğimiz anlamda bir suskunluk değil; stratejik bir dönüşümdür. Silah bırakmış bir PKK, dünya nezdinde “terör örgütü” olmaktan çıkar, “demokratik bir halk hareketine” dönüşür. Ve bu dönüşüm, Davut Koridoru’na uluslararası hukuk önünde “haklılık kazandırır.” İşte asıl oyun burada başlar.
Yani artık harita, silahla değil; söylemle çiziliyor. Bugün barış dedikleri şey, aslında harita değişikliğidir. PKK artık savaşarak değil, susarak bu plana hizmet ediyor. Çünkü suskunluk, bazı savaşlardan daha çok şey kazandırır. Bu koridorun fiziki olarak tamamlanması için gereken şey artık çatışma değil, uzlaşıdır. Ve bu uzlaşı, Türkiye’ye “bakın barış oldu, şimdi bu halkların kendi kaderini tayin etme hakkına saygı duyun” mesajıyla dayatılacaktır.
Bu sessizlik, silahın sustuğu değil; haritanın konuştuğu bir sessizliktir. Ve o harita, gözümüzün önünde çiziliyor. Eğer bu çizgiyi anlamazsak, bir sabah uyandığımızda yalnızca komşularımız değişmiş olmayacak; biz de artık bambaşka bir haritanın içinde, eski sınırlarını hatırlamayan bir millet olarak kalacağız.
Bu daha başlangıç.
“Susturulan bir silahın yerine çoğu zaman bir harita çizilir.”
PKK’nın silah bırakması, yüzeyde bir geri çekilme gibi sunulsa da bu aslında bir ileri hamledir. Çünkü modern savaşlarda mutlak galip olmak için silah kullanmak gerekmiyor; meşruiyet kazanmak yetiyor. 20. yüzyılın sonunda terör kavramı üzerine yapılan en büyük dönüşüm şuydu: “Savaşla elde edilemeyen hedefler, barışla meşrulaştırılır.” PKK, tam da bu evrimsel çizginin üzerinde yeniden şekilleniyor. Artık terör değil, “temsil” kavgası veriyor. Artık silahlı mücadele değil, uluslararası tanınırlık peşinde.
Bunu anlamak için geçmişe dönelim. 2013-2015 yılları arasındaki çözüm süreci, aslında bu yeni dönemin test alanıydı. Devlet ile örgüt arasında yapılan görüşmelerde, örgütün taleplerinden biri netti: “Siyasi muhatap olarak kabul edilmek.” Silah bırakma, bunun karşılığı olarak masadaydı. Ama süreç başarısız oldu. Çünkü Türkiye o dönemde henüz “harita müdahalesi”nin ne anlama geldiğini tam kavrayamamıştı. Bugün ise aynı oyun, çok daha sofistike bir yöntemle devrede. Bu kez süreç “iç kamuoyuna” değil, “uluslararası kamuoyuna” oynanıyor.
PKK, yalnızca Türkiye içindeki bir örgüt değildir. Suriye’de YPG, Irak’ta KCK, İran’da PJAK ve Avrupa’da diaspora uzantılarıyla çok başlı ama tek merkezli bir yapı olarak işlev görür. Bu yapı, yıllardır ABD ve İsrail tarafından istihbarat ve saha mühendisliğiyle yönlendirilmiştir. 2014 yılında Kobani olaylarıyla yükselen YPG profili, ABD’nin IŞİD’e karşı sahadaki “etkili kara gücü” olarak tanımlandı. O andan itibaren YPG’nin hukuki statüsü, PKK’dan ayrıştırılmaya çalışıldı. Ama herkes biliyor ki, bu iki yapı aynı dokudan doğmuştur. Bugün YPG, bir terör örgütünün başka bir isimle yeniden pazarlanmış halidir.
Ve şimdi planın en kritik eşiğindeyiz:
PKK silah bırakırsa, YPG/SDG’nin meşruluğu resmileşecek. Türkiye’nin elindeki “teröre destek veriyorsunuz” argümanı çökecek. Bu yeni aktör, uluslararası hukukta “etnik temsiliyet” iddiasıyla kabul görmeye başlayacak. Avrupa’daki diplomatik masalarda “Kürt temsiliyeti” artık Barzani’yle sınırlı olmayacak; SDG’nin söz hakkı doğacak. Birleşmiş Milletler çatısı altında tanınma çabaları, STK’lar eliyle yürütülecek. Ve Türkiye, bir terör örgütüyle değil, “meşru temsil” iddiasındaki bir yapıyla karşı karşıya kalacak.
Burada kritik olan şudur:
Silah bırakmak, bu yapının ideolojisinden, hedeflerinden, kadrosundan, yayılmacılığından vazgeçtiği anlamına gelmez. Aksine bu bir stratejik pozisyon değişikliğidir. Terörist olarak mücadele ettiği bölgelerde artık “sivil güç” olarak kalacak; ama varlığını sürdürecektir. Haritadan silinmeyecek, haritanın bir parçası olacaktır.
ABD ve İsrail bu senaryoyu 1990’lardan beri kullanıyor. Örnek mi?
Aynı model şimdi PKK/YPG için sahnede.
Silahı bırak, masaya otur.
Masaya otur, meşrulaş.
Meşrulaş, devletçiğe dönüş.
Ve işte o devletçik, Davut Koridoru’nun merkezine yerleştirilir.
Bu yapı bir etnik yapı değildir; stratejik bir araçtır. Bu araçla:
Türkiye, bu koridorun sonundaki duvar olmaktan çıkarsa, tüm hat çöker. Bu yüzden hedef Türkiye’yi “içeriden çözmektir.” PKK’nın silah bırakması, içerideki çatışmayı durdurmaz; Türkiye’nin dışındaki çevreleme çemberini görünmez hale getirir. Ve işte asıl tehlike burada başlar.
Silah sesi kesildiğinde insanlar rahatlar, devletler rehavete kapılır. Ama bu sessizlik, önceden yazılmış bir haritanın üzerini örtmek için tasarlanmışsa, barış değil, aldatmadır.
“Bir ülkeyi yıkmak için içine bomba atmaya gerek yok. Haritasını küçült, kalan boşlukta boğulur.”
— Heinrich von Moltke, (1871)
Davut Koridoru’nun tamamlanması, sadece sınırların değişmesi anlamına gelmeyecek. Bu, Türkiye’nin yüzyıllık dış politikasının, savunma doktrinlerinin ve bölgesel nüfuz alanlarının tek tek parçalanması demektir. Çünkü Türkiye yalnızca kara üzerinden değil; deniz, enerji, diplomasi ve kültür üzerinden kuşatılacaktır. Bu koridor, Türkiye’yi bir “hat devleti”ne indirgeme projesidir. Sınırlarının dışında hiçbir etki gücü olmayan, içeride kendi sorunlarına gömülmüş bir pasif tampon devlet…
Önce denizden başlayalım.
Türkiye’nin son yıllarda geliştirdiği Mavi Vatan doktrini, Doğu Akdeniz’de enerji haklarını, deniz yetki alanlarını ve stratejik derinliğini savunan bir duruştur. Bu doktrin, sadece Yunanistan’a değil; İsrail ve Güney Kıbrıs’a da doğrudan karşı durmaktadır. Çünkü İsrail’in Akdeniz gazını Avrupa’ya taşıma projesi (EastMed), Türkiye bypass edilerek planlanmıştır. Ancak kara üzerindeki güvenlik eksikliği, denizdeki iddiayı da düşürür. Eğer Türkiye, güney kara sınırlarında bir vekil devletle komşu olursa, Doğu Akdeniz’de manevra kabiliyeti ortadan kalkar. Çünkü artık sadece denizden değil, karadan da çevrilmiş olacaktır.
Bir örnekle somutlaştıralım:
Bugün Türkiye, Libya ile yaptığı deniz yetki anlaşmasıyla Yunanistan’ın ve İsrail’in EastMed hattını kesmiştir. Ancak aynı Türkiye, Suriye’nin kuzeyinden başlayan ve Irak’a kadar uzanan bir koridorla kendi enerji projelerinden dışlanırsa, Libya ile kurduğu enerji ekseni içi boş bir hayale döner.
İkinci olarak, Azerbaycan bağlantısı…
Karabağ Savaşı sonrası oluşan Türk dünyası ekseni, Zengezur Koridoru ile doğrudan Türkiye’ye bağlanmak üzeredir. Bu koridor Türk Devletleri Teşkilatı’nı yalnızca kültürel değil, ekonomik ve jeopolitik birliğe dönüştürme potansiyeline sahiptir. Ancak Davut Koridoru, Zengezur’un tam karşısına yerleştirilmiş bir “karşı koridor”dur. Doğudan Türk birliğini Akdeniz’e bağlayan kuşağa karşılık, güneyden İsrail destekli Kürt devletiyle Türkiye’nin doğusunu kesmeyi hedefler. Yani biri Türk dünyasını birleştirmeye çalışırken, diğeri Türkiye’yi doğudan sabitlemeye çalışır.
Ve sonra içerisi…
Bu koridor tamamlandığında, Türkiye’nin iç siyaseti de etkilenecektir. Sözde özerklik talepleri, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararlarıyla meşrulaştırılmaya çalışılacak; bazı belediyeler “barışçıl talepler” adı altında referandum çağrıları yapacak; üniversiteler, medya ve STK’lar üzerinden “barış içinde ayrı yaşama hakkı” gibi yeni söylemler üretilecektir. Bütün bunlar, PKK’nın silah bırakmasıyla başlayan sürecin “siyasi federalizm” evresidir. Ve bu evrede, silahlar konuşmaz; akademik makaleler, Brüksel raporları ve diplomatik telkinler konuşur. Türkiye’nin en tehlikeli düşmanı artık dağda değil; masa başındadır.
Peki, Türkiye ne yapabilir?
Birincisi, terörle mücadele dilinden çıkıp “devletleşmeye karşı mücadele” diline geçmelidir. Bugün artık mesele bir örgüt değildir; yeni bir devlet projesidir. Bunun için tüm dış politika, sınır ötesi operasyonlardan daha fazlasını kapsayacak şekilde yeniden yapılandırılmalıdır.
İkincisi, doğu eksenini sağlamlaştırmalıdır. Türk Devletleri Teşkilatı’nı bir tür “pan-Türk savunma paktı” haline getirmek, sadece Azerbaycan ile değil, Türkmenistan, Özbekistan, Kazakistan ile savunma işbirlikleri kurmak zorundadır. Aksi halde Zengezur bir hayal, Türk birliği bir nostalji olur.
Üçüncüsü, enerji bağımsızlığı ve geçiş yollarında alternatif ittifaklar geliştirmelidir. İran ile diplomatik denge korunmalı, Irak merkezi hükümetiyle doğrudan temaslar artırılmalı, Mısır, Libya ve Cezayir gibi ülkelerle Akdeniz işbirliği derinleştirilmelidir. Çünkü bu koridor yalnızca askeri değil, enerji üzerinden de Türkiye’yi devre dışı bırakmayı hedeflemektedir.
Ve son olarak, iç cephede zihinsel birlik kurulmalıdır. Bu bir parti meselesi değil; bir devletin harita dışına itilme meselesidir. Farklı fikirler, farklı ideolojiler elbette olacaktır. Ama haritanın korunmasında herkesin aynı cümlede birleşmesi gerekir. Çünkü artık mesele, “birlikte nasıl yaşayacağımız” değil; “hangi haritada kalacağımız” meselesidir.
Barış bazen bir pusudur.
Silahların sustuğu yerde, haritalar konuşuyorsa;
Sessizlik bir zafer değil, bir kayıptır.
Ve eğer bu koridor tamamlanırsa, biz yalnızca bir yol değil, bir çağı kaybederiz.
İşte bu yüzden, Davut Koridoru sadece coğrafi değil, tarihî bir tehdittir.
Ve buna verilecek cevap, sadece diplomatik değil, medeniyet düzeyinde olmalıdır.