
09 Eylül 2025 Salı

Tercüman Gazetesi

EVLİLİKTE YALAN: GERÇEĞİ DEĞİL, İLETİŞİMİ KAYBETMENİN SESSİZ ÇIĞLIĞI

ZÜLFÜ YARE DOKUNMAK: YİTİRDİKLERİMİZ

"Halka Aşkla Hizmetin Adı: Arapgir Modeli" Belediye Başkanı Haluk Cömertoğlu ile Röportaj

KUŞLAR YAĞMURDA DA UÇAR

DURUŞ

İNSANLARA RAĞMEN, İNSANLIK İÇİN

YENİDEN MİLLİ MÜCADELE (ÇAĞRI)

Neden İznik?…

BİR DAMLA KAN, BİN BİR ENDİŞE

Bilgi ve Adalet

KADINIM HAKLARIM VAR

AYNADAKİ LEKE

KAN BAĞIŞI: BİR YAŞAMIN KIRILMA NOKTASINDAKİ KÜÇÜK BİR MUCİZEDİR

SALEBE’NİN HİKÂYESİNİ BİLİYOR MUSUNUZ?

Ne Bu Dünyada Ne De Öteki Dünyada

FATİH'İN VE ATATÜRK'ÜN İZİN VERMEDİĞİ PAPA'YA NEDEN İZİN VERİLİYOR?

VAZO ÖNÜNDE SATILAN ÜRÜNLER SAĞLIKLI MI?

BU DÖNER BAŞKA DÖNER… KİME DÖNER?

ÜÇ SIFIRIN ADALETİ, BİR İNSANIN VİCDANI: Prof. Dr. Ayten Erdoğan Meselesi

YOK DEVE

Milletin Vekili Olmak Cesaret İster

ADIM ADIM İLERLİYOR KÖTÜLÜK

ENGELSİZ ÖZGÜRLER

DİNDARLIK VE AYDINLIK

EĞİTİMDE SOSYAL ADALET

HAK ARAMAK HAKKIMIZ MI?

İNSANLARIN EN İYİ İLACI

GÖNÜLLERİN ANAHTARI; EMPATİ

EVLAD-I FATİHAN ve SELANİKLİ MUSTAFA

Ticareti “Franchise’laştıran AKP

Dünyayı kasıp kavuran ve emperyalizmin piyonlarıyla Türkiye’mizde de moda haline gelen yabancı ideolojilerin yaygınlaştığı altmışlı, yetmişli yılların en çok tenkit alan idealist gençleriydik.
Devlet yetkililerinin çoğu için gençliğimizde hazır asker, sonraki yıllarda vergi kaynağı idik. Kimi anne, baba ve yakınlarımız için “sallabaşı, al maaşı“n adayları olmalıydık. Kimileri için de “Devlet malı denizdi, yemezsek keriz“dik.
İmparatorluklar kurmuş, dünyanın haritasını defalarca değiştirmiş büyük bir milletin torunları olarak, ebette pırlanta misali çok değerli insanlarımız vardı. Ancak, altının, mücevherin değerini, eskilerde sarraf denilen kuyumcular bilirdi. Ve nasıl ki, askerlik yapmayan sadece vergi -onu da eksilterek- veren etnik halkların içimizde bir ur gibi kamufle olmuş çocukları sarraflık, tüccarlık gibi mesleklerde semirerek, Anadolu çocuklarına fırsat tanımamışlarsa, fukara milletimizin çoğunlukla derdi değerler değil, hırka ve lokma olmuştu.
Yerkürenin her neresinde zulüm filizlense, orada yıllarca ot bile bitirmeyecek kudretteki atlıların milleti, ne yazık ki her canlının yaşadığı üzere ihtiyarlık hastalığıyla kuvvetten düşerek, akıbetine teslim oluyordu. Bu zorunlu akıbetin sebep ve sonuçlarına, arayan için elbet yüzlerce bahane bulunurdu.
Tam bu noktada değerli tarihçi İlber Ortaylı’nın şu manidar sözünü hatırlatmak isterim; “Tarihin yakasına sarılıp hesap sormak, çulsuz ve tembel adamın kendi halinden babasını ve dedesini suçlaması kadar zavallılıktır.“
Ve yine bu çerçevede çok değerli Atsız hocamızın sözlerine kulak vermemek olmaz; “..Mazide yaşayanların fikir ve mefküreleri bize aykırı gelse bile, onları zaman ve mekân şartları içinde mütalaa ettiğimiz zaman haklarını teslim etmemek küçüklüğüne düşmemeliyiz…” Nihal Atsız (Kızılelma,1947,sayı:9)
O zor yılların bizim için en ilginç olanı ise, sözde ve görünüşte Mustafa Kemal Atatürk’ü, gerçekte ise Sosyalist Sovyet’in Stalin’inine, Komünist Çin’in, Mao’suna, Küba’nın Castro’suna, Arnavutluk’un Tito’suna kadar Türk düşmanlarını kendilerine lider bellemiş ve Cumhuriyet’i kuran partiyi ele geçirmişlerle; gerçekte milli olan her şeye düşmanlık eden, sözde ise Milli Görüş iddiasıyla ortaya çıkanların, bize karşı birleşerek Irkçılık suçlamasıyla yaptıkları düşmanlıklardı.
“Yurtta Sulh, Cihanda Sulh” vecizesi, “Yurtta sus, Cihanda Sus” olarak algılanıyor ve uygulanıyordu.
Türkiye dışında yaşayan ve Türkiye’nin en az üç katından fazla nüfuza sahip olan “Esir Türkler”den söz etmemeliydik. Eli kılıçlı barbar! Atalarımızla öğünmemeli, tek bir isimle yetinmeliydik.
Anlaşamadıkları tek isim meselesini; bir taraf maskeyle gizleyerek, diğer taraf “füruat” diyerek zamana bıraķıyorlardı. Önlerinde İran örneği vardı. Marksistlerle Meleler, pek tabi birlikte devrimi gerçekleştirmişlerdi. Siyaset dilimiz yeni bir kavram kazanmıştı. Milli kültürümüzde asla olmayan “Takiyye” kavramıyla, Fransız ve yerli Jakobenlerimizin de kabul buyurduğu üzre “Devrim için her şey mübah“tı.
Elbette “yari güzel olanın, gözüne uyku girmez” duygusuyla vatanını seven bir tek bizler değildik. Arayış içerisinde olan, samimi sol görüşlü değerli insanlarımız da vardı.
O isimlerden birisi olan Atilla İlhan, Hangi Batı kitabında şöyle yazar;
“Eğer bana ilkokuldan başlayarak emperyalistlere karşı doğu ülkelerinin ilk kurtuluş savaşlarından birini verdiğimiz, öteki “mazlum milletlerin kurtuluşu için de savaştığımız” öğretilse, ülkemiz geleceğinin “gerçek üretici olan köylünün” elinde olduğu, endüstrileşmenin “bizi mahvetmek isteyen emperyalizme ve bizi yutmak isteyen kapitalizme” karşı tek kurtuluş dayanağımız olduğu belirtilse, acaba sosyalizm babalarına o kadar heyecanla sarılır mıydım?
Hayır, bize bunları öğretmediler; Lisede Sophokles okuduk, Klâsik Türk Sanat Musikisine sövmeyi, divan şiirini hor görmeyi, buna karşılık devletin yayınladığı kötü çevrilmiş batı klasiklerine körü körüne hayranlık göstermeyi öğrendik. Sanki Sinan, Leonardo’dan önemsiz; Mevlâna, Dante’den küçüktü; Itrî ise Bach’ın eline su dökemezdi.
Aslında kültür emperyalizminin ilmiğini kendi elimizle boynumuza geçiriyorduk. Ulusal bileşim arama yerine hazır bileşimleri aktarmak hastalığımız depreşmişti. O kadar ki ikinci dünya savaşı sonrasında, batılı emperyalizmin örgütlü politikasını uygulamaya kendiliğimizden talip olduk. Stalin ve Beria da, haksız ve ahmakça istekleriyle bunu kolaylaştırdılar. Oysa bir kere yaptığımız batılılaşmak değildi, ikincisi batı bizim sandığımız gibi değildi, üçüncüsü batının ulaştığı yer özenilecek bir yer değildi.”
Ve yine aynı Atilla İlhan; bugün de geçerliliğini koruyan müthiş bir tespitte bulunuyordu;
“…Kendimizi tanıtmıyoruz değil, tanıtamıyoruz da değil, kendimizi tanıtamayız.. Tepeden tırnağa haklı olsak da, hakkımızı teslim ettiremeyiz. Ancak ne zaman bir Türk’e hak verir, o’ndan yana çıkarlar bilir misiniz? O Türk kendi ülkesine söverse!.. Evet, acıdır, ama gerçek budur…”
“Tecrübeler, en iyi öğretmenlerdir; yalnız, okul masrafları biraz çoktur” der bir düşünür. Ve bahsimize konu okulu bitirmek, kimi insanlar ve fikir akımları için çok uzun yıllar alır. Hatta Türkiye şartlarında bir türlü mezun olamayanları da, bozuk plak gibi bir yerlerde takılı kalanları da hayretler içerisinde görebilirsiniz.
Ve ders alamayanlar, amnezi hastalığına tutulanlar, maziyi unutup “celladına aşık” olanlar, yönlerini şaşıranlar için “Tarih tekerrürden –hataları tekrar yaşamaktan– ibarettir”
Bir zamanlar bizi haksız yere suçladıkları ırkçılık, asabiyecilik, kabilecilik hastalığına yakalanıp, dar alandaki paslaşmalarla ihanetleri tekrar tekrar Demleyenlere karşılık, siyasi bir partinin ve iktidarının değil, Türk Devlet’inin son hamlelerini görmeyenlere, erdemli mazimizi tekrar hatırlatmak isterim.
Erdemli bir geçmişten, muhteşem bir geleceğe yürüyen Ülkücülerdik biz..
Destan şairimizin şiirinde ifadesini bulan değişik bir nesildik.
“Onsekiz, ondokuz, yirmi, yirmibeş…
Yaşlarımızdır.
Deli rüzgârların estiği dağlar..
Başlarımızdır.
………
Vakta ki, dil sustu: Namlu konuştu…
Kurşunlara hedef döşlerimizdir.
Gelişleri akıl almaz efsâneler gibiydi,
Destanları kıskandırdı bu dünyadan göçleri
Şehid, gazi, cümle ecdâd, vatân, bayrak, din, devlet…
Dâvacıdır kıyamette, alınmazsa öçleri.
Genç göğüsler “vatan” diye düşerlerken toprağa
Şom ağızlar, hayretlerde, gümanlarda kaldılar.
Can verenler cennet içre kanatlanıp uçtular…
Sağ kalanlar, çakallarla ormanlarda kaldılar.
Haykırdılar… can bölünmez, et tırnaktan ayrılmaz!..
Bozkurt olup, çakalları inlerinde bastılar.
En kudurgan namlulardan boşaltılan ölümü
Döşleriyle göğüsleyip, başlarıyla süstüler.
İtildiler, kakıldılar, dövüldüler, öldüler…
Lâkin düşen bayrakları burçlarına astılar.
Yaz yağmuru sağnaklardan kırk ikindi gürleyip .
Şom ağızlı baykuşların seslerini kıstılar.
Ne dünyalık istediler, ne aferin umdular,
Ne kavgadan vaz geçtiler, ne gücenip küstüler. .
Vatan, millet, din ve devlet, alsancaklar hakkına
Dar günlerin erkek arslan sesiydiler… sustular!”
Büyük bedeller ödeyen ‘Asım’ın Nesli’ne ille de ‘Molla Kasım’lık yapmak derdine düşenler, gerçekten bir şekilde susturulan, ancak “Âvâzeyi bu ‘âleme Dâvûd gibi salan güzel insanların bıraktığı hoş sadaları silmek ise gayeleri, bilinsin ki; sosyal hayat, hele siyaset matematik kadar kat”i değildir. İki kere iki her zaman dört etmez. Toplar, böler, çarparsın; sıfır çıkar.
O yüzden hiç kimse pazarda mal satar tarzı siyaset yapmasın, politik sahayı sebze pazarına çevirip haysiyet fukaralığı, kul hakkı vebaline düşmesin. Herkes başkasını değil kendi nefsini hesaba çeksin.
Hiç bir ideoloji akımı veya fikir meclisinin insanları, yüzde yüz aynı düşünemez. Aynı düşünülürse o fikir değil, despotizm veya fanatizmin askerliği olur zaten.
Beraber yola çıktığımız dostlarımızın fikirlerine tamamına katılmasak da, söz veya satır aralarındaki samimiyettir önemli olan. Takdir edersiniz ki devleti yönetmeye talip insanların, yazıp çizilenlerden çok daha fazla artılara ihtiyacı var.
Türkiye’nin geleceğine yeni cümleler kuranlar, bir taraftan hararetle seküler olmanın faziletlerinden dem vururken, öte taraftan mizanı kuruyorlar şimdiden..
Fiziki veya zoom türü sanal toplantılarda, konferanslarda veya ‘nereden nereye’ türü yazılarda, değerli isimlerimiz üzerinden “Kanımız Aksa da Zafer İslam’ın”, “Çağrımız İslam’da Dirilişedir” sloganlarına atıfla bir dönemi eleştirme adı altında kınayan ve belki birilerine selam gönderenlere, ağzımızdan çıkacak lafı kırk kere düşündüğümüz ve fitne ateşine odun taşımanın vebaline girmemek için, konuşmaktan ziyade yazmayı tercih ettiğimizi bilsinler.
Hareketin Lideri, Başbuğu Alparslan Türkeş’in, Büyük Hedef başlığıyla; “Ben Türk Milletini, sokaklarda ıspanak fiyatına satılan demokrasiye, tefeciliğe, karaborsaya yer veren bir iktisadi yapıya çağırmıyorum. Türklük şuur ve gururuna, İslam ahlak ve faziletine, yoksullukla savaşa, adalette yarışa, birliğe, kardeşliğe, kısacası hak yolu, hakikat yolu, Allah yoluna çağırıyorum. Hareketin adını açıkça ilan ediyorum. Yeniden Maneviyata Dönüş..” satırlarının yazılı olduğu TEMEL GÖRÜŞLER kitabının Ekim 1975 tarihli Dergah yayınlarının ben de mevcut olan orijinal baskısındandır bu satırlar..
“Bu ülkede teknik üniversitelerin, fen fakültelerinin laboratuvarları ile yüksek ilahiyat akademilerinin koridorları birleştirilmelidir. Bugün madde ve mana felsefesi, insanlığı bir çıkmaza doğru sürüklemektedir. Oysa madde ve mana ne birbirinin aynı, ne de birbirlerinden gayridir” satırları yine aynı kitaptandır.
Bir hareketin davası, daha açık, daha veciz nasıl ifade edilebilirdi ki sizce..
Alparslan Türkeş’in dostu Seyid Ahmet Arvasi’nin ”İleri Türk Milliyetçiliğinin İlkeleri” başlıklı 18 sayfalık bir kitabı 1965 yılında bastırdığını, Öğretmen Okulları ve Eğitim Enstitülerinde Ülkücü öğrenciler yetiştirdiğini, yetmişli yıllarda Milliyetçi Yayınlardan Hergün ve Devlet gazeteleri ve dergilerde yazarlık yaptığını, 1979 yılında Başbuğ’un ricasıyla emekliye ayrılıp, MHP Genel İdare Kuruluna katıldığını, MHP davasından yargılandığını, Mamak cezaevinde kalp krizi geçirdiğini bilip bilmeden bühtan edenlerin, kime selam ve bize turnusol kağıdı gönderdiklerini daha net görebiliyoruz artık.
Ülkücü, Milliyetçi Hareket, hem fikir hareketi, hem siyasi hareket olarak, lideriyle, neferiyle kutsallar üzerinden siyaset yapılmaması gerektiğini savunageldi öteden beri her daim..Keza ortak değerlerimizin örselenmemesi gerekirdi.
Ancak, MHP’nin çok değerli bakanı, rahmetli Gün Sazak dahil her gün en az beş-on ülkücünün şehit edildiği ve devletin “12 eylül ihtilalini olgunlaştırmak adına” sessiz kaldığı, emperyalizmin kızıl kanadının “Atatürkçülük ve Kemalizm” maskesiyle devleti ele geçirmeye başladığı o zor yıllarda Ülkücünün tek sığınağının, politik değil, samimi olarak atalarının bin yıllık inancı İslâm olmasından daha tabii ne olabilirdi.
İman ve inacımızın siyaset malzemesi olarak değil, soyumuz kadar milli kimliğimizin bir parçası olduğundan hala şüphe duyanlar varsa bu bizlerin değil, bühtan edenlerin problemidir. Ve bu kimlik, farklı inançlara saygısızlık yapmayı gerektirmez. Kırmızı çizgilerimize saygısızlık edilmediği sürece..
“Kanımız aksa da zafer İslam’ın” vb. sloganların haykırıldığı dönem, asker, polis, memur, işçi, sivil vatandaşımızın, ülkücü kanının oluk oluk akıtıldığı dönemdir. Sadece orak çekiçli kızıl Rusya’nın değil, Çin emperyalizminin yayın organı ‘Aydınlık’ın hedef gösterip, piyonlarıyla döktükleri şehid kanlarının arşa yükseldiği zamanlardır. Daha fazla kan akması için değil, akan kanların durması ve gözyaşların dinmesi içindir.
Oyun kurucuların çok yönlü tezgahlar kurduğu o zaman diliminde, Muhsin Yazıcıoğlu’nun genel başkan seçildiği ve delege olarak benim de katıldığım, Ülkü Ocakları’nın kurultayında yükselmiştir, bahse konu sloganlar ilk defa.. “Kavgamız, vurguncu düzenedir” “Eller silah değil kalem tutmalı” sloganlarıyla beraber..
Diğer 7 slogan gibi “Eller silah değil, kalem tutmalı” sadece bir slogan değildi Alparslan Türkeş’in emrindeki Muhsin Yazıcıoğlu ve ülküdaşları için.. Bir hayat tarzı, bir temenni, bir medeniyeti ayaklandırma, sınırları da aşan, çağı yeniden kurma anaforu, beyin fırtınasıydı.
“Kürşad’ın narasıyla indik tanrıdağından,
Ruhumuzu kandırdık Orhun’un kaynağından” marşı kadar
“Allah yoluna cenk edelim, şan alalım şan
Kur’an’da zafer vâdediyor Hazret-i Yezdân” gibi mehter marşları da söylüyorduk yetmişli yıllarda.. hem de kıllarımız dimdik olana, hislerimizin coşkusuyla tir tir titreyene kadar.. Sonradan olma bir yöneliş değildi ki manevi derinliğimiz.. Özümüz kadar sözümüzdü.
Bu özü farkeden şairin meşhur “İçi alev alev müslüman, dışı pırıl pırıl Türk ve içi dışına hâkim, dışı içine köle” ifadeleriyle ülkücüyü tarif ettiği “Rapor”ların ilk sayısı 76 tarihlidir. “Kanımız aksa da zafer islam’ın sloganının ve kasedinin tarihi 1977 dir. Kenan Rifai’nin, Mevlâna Mesnevisinin Genel Merkez tarafından basılıp satışa sunulduğu tarihle aynıdır. Hepsi arşivimde mevcut.. Keza Seyid Ahmet Arvasi’nin Türk-İslam Ülküsü eseri…
Hepsi bir tarafa, güneydoğumuzdaki kurtarılmış bölgeleri o günlerde neredeyse Türkiye’nin her yerine yayan azgınlaşmış örgütlerin militanlarınca her an ölümle burun buruna getirilen Anadolu insanının refleksi olmuş Ülkücü, kurşunların üzerine giderken Allah’tan başka kime sığınacaktı?
Emperyal güçlerin tetikçi örgütlerini, çok yüzlü dış dünyanın tepkisini çekmemek adına ancak denge politikasıyla gerileteceğini hesaplayan ABD destekli sistem tarafından hedef tahtasına konulan Ülkücü, üç ayaklı sehpalara yürürken “la ilahe illallah” nidalarıyla değil de Beethoven’in ölüm marşını mı mırıldanacaktı?
Bu manevi yöneliş anokranik bir dayatma değil, metaforik bir düşünce, bir haldir. Sonraki gelişmeler, savrulmalar, sebep/sonuç ilişkisi değil, yarım kalmış bir yaşanmışlığın yazılmamış bir hikayesidir.
Ve o dönemde kutsallar üzerinden siyaset yapan ve istismar edenler, pembesinden kızılına, sosyalist ideolojinin sempatizanlarıdır. Yetmişli yıllarda sosyalist ideoloji, jakoben ve seküler sol bürokratların da yol açmasıyla, ortalama her Türk insanının kutsalı olan Atatürk’ü, her fırsatta alabildiğine istismar etti.
Bülent Ecevit’in “Atatürkçülük ve Devrimcilik” isimli kitabında ki; “Mao’nun önünde kilitli kapılar vardı, Lenin’in önünde kilitli kapılar vardı. O kapılardan geçmek için kırmak zorundaydılar. Biz kapının tokmağını çevirip gireceğiz” cümlesinin anlamını, çocuklara sorsanız anlatırdı.
Proleterya devrimini kır gerillası mı, şehir gerillası mı olarak yapacaklarını tartışan fraksiyonların sayısını 120 olarak hesaplanıyordu. Önlerindeki en büyük engel ülkücülerdi.
Ve Marksistlerin bugün olduğu gibi o günde işbirliği yaptıkları yine Milli Görüş’ün ileri gelenleriydi. İran-İslam devrimini yapanların, marksistlerle beraber ihtilali gerçekleştirmeleri gibi..
Hem kendileri, hem devlet ve millet için çok pahalıya patlayan tecrübelerle geç te olsa uyanan iktidara, her istediklerini yaptıramayacaklarını anlayan bu kirli ittifakın son seçimlerde kazandıkları mevzîlerle, en büyük mutabakatımız olan İstiklal Marşımızı hedef almaları boşuna değildir. “Yağmurdan kaçarken doluya tutulmamak” için eskisinden daha zinde ve uyanık olmamızın da herşeyden daha önemli bir gereğidir.
Değerli isminden ziyade, bugünlerde çok daha fazla anlam kazanan ifadelerine dikkat çekmek adına rahmetli ülküdaşımızın sözleriyle ve rahmet duasıyla bitirmek istiyorum yürek yangınımı;
“Kendimi çok yürekli insan olarak dayanıklı, dirençli olarak bilirim, ama ülkücünün ülkücüyle kavga etmesine hiçbir zaman rıza göstermedim. Bu bir dayanıksızlık veya acziyet değildir. Tarihi olayları o tarihin şartları içerisinde değerlendirirsek doğru yaparız. Ülkücüler, farklı partilerde, farklı siyasal yöntemler izleseler, hatta farklı organizasyonlara sahip olsalar da, önce birbirinin hukukuna saygı göstermelidirler. Arkadaşlık, mazi birliği ve ülküdaşlık bunu gerektirir. Bugün de beklentimiz odur.
Ve yine unutmayalım ki, partiler, dernekler, kuruluşlar amaç değil, araçtır.”
Vesselam…
Metin Bozdemir