
17 Aralık 2025 Çarşamba

Tercüman Gazetesi

BEN OLAMAMANIN, BİZ OLAMAMAK KAVGASI

ZEHİRLENİYORUZ...

"Halka Aşkla Hizmetin Adı: Arapgir Modeli" Belediye Başkanı Haluk Cömertoğlu ile Röportaj

KUŞLAR YAĞMURDA DA UÇAR

Gerçek Gücün Sırrı

USTALIĞIN TESCİLİ

YENİDEN MİLLİ MÜCADELE (ÇAĞRI)

Neden İznik?…

HAYATIMIN ALTI ÜSTÜ

Bilgi ve Adalet

ANALAR VAR İT DOĞURUR, ANALAR VAR YİĞİT DOĞURUR

AYNADAKİ LEKE

Taciz ve Tecavüz Örtbas Edilemez

KİMİN YARATTIĞI ŞEYTANA İNANIYORSUNUZ

Ne Bu Dünyada Ne De Öteki Dünyada

ÂKİF BUGÜN YAŞASAYDI

VAZO ÖNÜNDE SATILAN ÜRÜNLER SAĞLIKLI MI?

ŞİDDET SARMALI: TÜRKİYE NEREYE GİDİYOR?

AKIL İNSANIN BELASIDIR, FAZİLETLİDİR ve REZALETİDİR.

SESSİZLİK REJİMİ

Milletin Vekili Olmak Cesaret İster

ÖNCE EBEVEYNLER EĞİTİLMELİ

ENGELSİZ ÖZGÜRLER

AHLAKSIZ DİNDARLIK VE İTTİHATÇILIK RUHU

EGM’DE SİVİL MEMUR OLMAK

AH BE ÇOCUK!

İNSANLARIN EN İYİ İLACI

GÖNÜLLERİN ANAHTARI; EMPATİ

EVLAD-I FATİHAN ve SELANİKLİ MUSTAFA

Ticareti “Franchise’laştıran AKP

“DOĞRUDAN DOĞRUYA KUR’AN’DAN ALIP İLHAMI,
ASRIN İDRAKİNE SÖYLETMELİYİZ İSLÂM’I.”
Mehmet Âkif Ersoy
Âkif, bu sözleriyle “Doğrudan doğruya”
• Aracıları reddeder.
• Rivayet yığınlarını, hurafeyi, siyasallaşmış din yorumlarını dışlar.
• Din adamı otoritesine değil, metne ve akla işaret eder.
“Kur’an’dan alıp ilhamı”
• “Kur’an’ı aynen tekrar etmek” değil,
• Amaç–ahlak–hikmet boyutunu çağın sorunlarına taşımaktır.
• Bu, literalizm karşıtı bir tutumdur.
“Asrın idraki”
• Çağın bilimsel, zihinsel, sosyolojik seviyesi.
• Akıl, deney, eleştiri, insan hakları, toplumsal adalet gibi kavramları içerir.
• Âkif burada aklı dışlayan bir din anlayışını açıkça reddeder.
“Söyletmeliyiz”
• Pasif bir aktarım değil; aktif bir yeniden düşünme çağrısıdır.
• İslam’ı konuşturmak = onu çağdaş dile, çağdaş probleme, çağdaş insana hitap eder hâle getirmek.
“İslâm’ı”
• Bilerek “Kur’an’ı” değil, “İslam’ı” der.
• Yani:
o Metin sabittir,
o Yorum tarihseldir.
• Eleştirilen şey: tarihsel yorumların kutsallaştırılmasıdır.
Bu beyit, bugün hâlâ birçok çevrede bilinçli olarak yanlış aktarılır.
Çünkü Âkif’in söylediği şey şudur:
“İslam çağın gerisinde değil; onu çağın gerisine iten, donmuş yorumlardır.”
• Din, asrın idrakine göre değil,
• Toplum ortaçağ idrakine zorlanıyor.
• Bilim düşmanlığı
• Eleştirel düşünceye “fitne” denmesi
• Kadın, çocuk, birey haklarının bastırılması
• Dinin ahlak üretme kapasitesini kaybetmesi
Âkif’in tam karşı çıktığı tablo budur.
Din, iktidarın elinde donmuş bir disiplin aracına dönüştüğünde ne iman kalır, ne ahlak, ne de medeniyet.
• Dini saraydan, tarikattan, politikadan kurtarmaya çalışır.
• İslam’ı:
o Korkutan değil,
o Düşündüren,
o Ahlak üreten,
o Adalet talep eden bir zemine çeker.
Bugün bu beyit:
• Hutbelerde süs olarak okunur,
• Ama içeriği bilinçli şekilde boşa düşürülür.
Âkif, “İslam değişmeli” demiyor; “İslam adına konuşanların zihniyeti değişmeli” diyor.
Mehmet Âkif, bugün yaşasaydı büyük ihtimalle en çok kendi adına konuşanlar tarafından dışlanırdı. Çünkü onun İslam anlayışı, ezberleri tekrar eden değil; ezberleri bozan bir anlayıştı.
Âkif, dini kutsal bir vitrin süsü olarak değil; ahlak, adalet ve sorumluluk üreten canlı bir düşünce olarak görüyordu. Bu yüzden dinin, çağın sorunlarına cevap veremediği noktada soruyu dine değil, yoruma yöneltiyordu.
• Yorum kutsallaştırılıyor,
• Metin donduruluyor,
• Akıl ise şüpheli ilan ediliyor.
Âkif’in “Asrın idrakine söyletmeliyiz İslam’ı” çağrısı; hutbelerde tekrar edilip, hayatta boşa düşürülen bir slogana dönüşmüş durumda. Çünkü bu çağrı, iktidarların ve dini otoritelerin en sevmediği şeyi ister: sorgulayan bir mümin.
Âkif yaşasaydı muhtemelen:
• “Gelenek düşmanı” ilan edilirdi,
• “Modernist” yaftası yapıştırılırdı,
• “Fitne çıkarıyor” denirdi.
Oysa yaptığı şey ne dini hafifletmekti ne de sekülerleştirmek. Tam tersine, dini iktidarın ve cehaletin elinden kurtarmaktı.
Âkif’in trajedisi şudur: Adı kutsandı, fikri etkisizleştirildi.
Bugün onun mirası, şiirlerinin duvarlara asılmasında değil; söylediklerinin gerçekten anlaşılmasında yatıyor.
Bugün İslam adına konuşanların önemli bir kısmı, aslında İslam’ın kendisiyle değil; sağladığı güçle ilgileniyor.
Din, ahlaki bir çağrı olmaktan çıkıp itaat üretme aracına dönüştürülmüş durumda.
• Metni değil yorumu savunurlar. Ancak savundukları yorumun tarihsel, siyasal ve sınıfsal kökenlerini gizlerler.
• Aklı değil sadakati yüceltirler. Sorgulayanı değil, biat edeni makbul sayarlar.
• Ahlakı değil şekli öne çıkarırlar. Kul hakkı, adalet ve liyakat geri planda; semboller ön plandadır.
• Dini toplumu dönüştürmek için değil, toplumu dizginlemek için kullanırlar.
Bu yapı içinde İslam, mazlumdan yana bir adalet çağrısı olmaktan çıkar; iktidarı meşrulaştıran bir dile indirgenir.
Böylece din, vicdanı rahatsız eden değil, vicdanı susturan bir role bürünür.
En büyük çelişki şuradadır: Kur’an, sürekli düşünen, akleden ve sorgulayan insanı muhatap alırken; bugün onun adına konuşanlar düşünmeyen bir toplum talep etmektedir.
Bu yüzden mesele, “İslam ne söylüyor?” meselesi değil;
“İslam adına kim, kimin çıkarı için konuşuyor?” meselesidir.
Âkif’in çağrısı tam da bu noktada anlam kazanır:
Doğrudan doğruya Kur’an’dan alıp ilhamı, Asrın idrakine söyletmeliyiz İslam’ı.
Bu çağrıya kulak vermek, geleneği inkâr etmek değil; geleneği hesap verebilir kılmaktır.
Biat kültürü, İslam’ın özünden değil; İslam’ın tarih içinde iktidarla kurduğu sorunlu ilişkiden beslenir.
Kur’an’ın muhatap aldığı birey, iradesi ve aklı olan bir insanken; biat kültürünün aradığı insan tipi, sorgulamayan, itiraz etmeyen ve sorumluluğu devreden bir kitle ferdidir.
Bu kültürde cehalet bir eksiklik değil, korunması gereken bir sermayedir.
Çünkü bilen insan sorar; soran insan ise itaati geciktirir.
Bu yüzden bilgi, hikmet ve eleştiri; “fitne”, “şüphe” ya da “iman zafiyeti” gibi etiketlerle itibarsızlaştırılır.
Tarikat–cemaat–siyaset üçgeninde biat, sadece dini değil; ekonomik ve politik bir araçtır:
• Şeyh sorgulanmaz, çünkü hata ederse sistem çöker.
• Cemaat eleştirilmez, çünkü eleştiri dağılma riski taşır.
• İktidar denetlenmez, çünkü “dava” zarar görür.
Bu yapı içinde birey, ahlaki sorumluluğunu bir üst otoriteye devreder.
Yanlış, artık kişisel bir tercih değil, “emir” hâline gelir.
Böylece günah bile kolektifleşir, vicdan ise askıya alınır.
En tehlikeli nokta şudur:
Bu düzen, kendini dinle değil; din adına konuşan kişilerle özdeşleştirir.
İtiraz eden, Allah’a değil; şeyhe, cemaate ya da lidere karşı gelmiş sayılır.
Bu yüzden kutsallaştırılmış cehalet, sadece bilgisizlik değildir;
bilginin bilinçli olarak bastırılmasıdır.
Aklın yerine slogan, ahlakın yerine sadakat, adaletin yerine bağlılık konur.
Oysa Kur’an’ın çağrısı nettir:
Kör itaat değil, şahitlik eden bilinç.
Biat kültürü bu çağrıyı susturduğu ölçüde güçlenir; İslam ise aynı ölçüde ahlaki içeriğini kaybeder.
İtaat ile iman sıkça bilinçli biçimde karıştırılır.
Oysa itaat, ahlaki bir değer değil; bir davranış biçimidir.
İman ise ahlaki sorumluluk yükleyen bir bilinç hâlidir.
Bu ayrım silindiğinde ortaya çıkan şey, dindarlık değil; talimatla işleyen bir mekanizma olur.
Sorumlu mümin, yaptığı eylemi “emir aldım” diyerek gerekçelendiremez.
Çünkü Kur’an’da hesap bireyseldir.
Hiç kimse şeyhini, cemaatini ya da liderini yanına alarak hesap vermez.
Buna rağmen biat kültürü, bireyi bu sorumluluktan kurtardığı iddiasıyla cazip hâle gelir.
İtaat eden dindar:
• Yanlışı sorgulamaz,
• Vicdanını devreder,
• Sonucu üstlenmez.
Bu yüzden itaat merkezli dindarlık, ahlak üretmez; sadece sadakat üretir.
Sadakat ise doğruya değil, güce yöneldiği ölçüde tehlikelidir.
Kur’an’ın hedeflediği mümin tipi;
hata yapmayan değil; hatasının farkında olan ve onu savunmayan insandır.
Kör itaat bu farkındalığı ortadan kaldırır.
Dini yapılar, ilk ortaya çıktıklarında genellikle ahlaki bir boşluğu doldurur.
Ancak zamanla büyüyüp kurumsallaştıkça amaç ile araç yer değiştirir.
Ahlak, yapıyı ayakta tutan bir değer olmaktan çıkar;
yapıyı korumak için feda edilen ilk ilke hâline gelir.
Bu noktadan sonra yapı:
• Hatalarını gizler,
• Suçlarını rasyonelleştirir,
• Eleştiriyi tehdit sayar.
Çünkü ahlaklı olmak, şeffaflık gerektirir;
şeffaflık ise güç kaybı riskini beraberinde getirir.
Bu nedenle birçok dini yapı, ahlakı yüceltirken, ahlaksızlığı örgütsel bir zorunluluk gibi sunmaya başlar.
En ağır tahribat da burada oluşur:
Birey, ahlaki pusulasını yapıdan almaya başlar.
Doğru–yanlış ölçüsü evrensel ilkeler değil, “yapının çıkarı” olur.
Bu yüzden dini yapılar çöktüğünde sadece organizasyonlar değil;
insanların vicdanları da enkaz altında kalır.
Çünkü onlara yıllarca kendi ahlaklarını kullanmamaları öğretilmiştir.
Sorun din değildir.
Sorun, dini itaat ekonomisinin hammaddesi haline getiren zihniyettir.
İslam’ın ahlaki iddiası, bireyi özgürleştirdiği ölçüde anlamlıdır.
Biat kültürü ise bu iddiayı tersine çevirerek, özgürlüğü günah gibi gösterir.
Âkif’in çağrısı hâlâ geçerlidir.
Çünkü mesele hâlâ aynıdır:
İslam’ı çağın idrakine söyletmek değil; onu çağın gerisine hapseden yapılarla yüzleşmek gerekir.