Hande Ustamahmut

Hande Ustamahmut

01 Kasım 2025 Cumartesi

    DİĞER YAZARLARIMIZ

    İSTANBUL SÖZLEŞMESİ VE TOPLUMSAL CİNSİYET

    İSTANBUL SÖZLEŞMESİ VE TOPLUMSAL CİNSİYET
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    İstanbul Sözleşmesi, kadına yönelik şiddetin önlenmesi ve toplumsal cinsiyet eşitliğinin sağlanması amacıyla, taraf devletlerin hukuk sistemlerinde çeşitli düzenlemelere gitmesini öngören uluslararası bir belgedir. Sözleşme, imzacı devletlere şiddeti önleme, mağdurları koruma ve failleri cezalandırma yönünde bağlayıcı yükümlülükler yüklemektedir. Ancak sözleşme etrafında şekillenen kamuoyu tartışmaları, özellikle toplumsal cinsiyet kavramı üzerinden çeşitli bakış açılarını barındırmaktadır. Bu çerçevede bazı kesimler, sözleşmenin toplumsal cinsiyete dair yaklaşımının geleneksel aile yapısını zedelediğini ve toplumun kültürel değerleriyle çeliştiğini öne sürmektedir. Buna karşılık toplumsal cinsiyet eşitliğini savunanların büyük çoğunluğu ise, sözleşmenin kadınları ve LGBTQ+ bireyleri şiddetten koruma açısından vazgeçilmez olduğunu dile getirmektedir.

    İstanbul Sözleşmesi’ne yönelik eleştirilerin başında toplumsal cinsiyet kavramı gelmektedir. Sözleşmeye yönelik eleştirileriyle öne çıkan Dr. Mücahit Gültekin, İstanbul Sözleşmesi’nin küresel bir proje olduğunu ve sözleşmenin toplumsal yapıyı zedeleyecek türden ifadeler içerdiğini iddia etmektedir. Ona göre sözleşmede yer alan toplumsal cinsiyet kavramı, geleneksel cinsiyet rollerini aşındıran ve aile kurumunu tehlikeye atan bir etki yaratmaktadır. Öte yandan Gültekin, yapay zeka, transhümanizm, posthümanizm, toplumsal cinsiyet ve cinsiyetsizlik anlayışlarının ideolojik olduğunu ve bunları koordine eden bir düzenliliğin olduğunu vurgulamaktadır. Zira transhümanizmin, insanın biyolojik gerçeklerini teknoloji ve bilim yoluyla aşmayı hedeflemesi ve cinsiyet değiştirme ameliyatlarının yükselişe geçmesi kamuoyunda tartışmalara neden olmaktadır. Cinsiyete yönelik bu müdahaleler, cinsel kimliklerin esnek bir yapıya dönüşmesi olarak okunmaktadır.

    Tüm bu gelişmeler, sözleşme içerisinde yer alan toplumsal cinsiyet kavramına yönelik eleştirilerin temel nedenlerinden biri olarak karşımıza çıkmaktadır. Zira feminist yazar Dorlin’e göre, bireylerin erkek ya da dişi olarak adlandırılması, toplumsal faktörlerin neticesinde oluşmuştur. Aslında bu bakış açısı, cinsiyetin doğal nedenselliğini sorgulamakla birlikte biyolojik cinsiyet tanımını da tartışmaya açmaktadır. Dorlin’e göre “heteroseksüel” terimi, üreme ile sonuçlanan cinsel içgüdüye işaret etmektedir. Ona göre cinsel faaliyette bireyin üreme isteği bilinçdışında kalır ve üreme olgusu, “normal” olan cinsel eylemi belirler. Ancak üreme eyleminin gerçekleşemeyeceği eşcinsellik gibi yatkınlıklar, patolojik bir sorun olarak kodlanır. Dolayısıyla üremenin heteroseksüelliğin merkezinde olması, cinsel farkların esas alınmasını sağlamaktadır. Esasında buradaki temel meselelerden biri de, güdülerin hareketlenmesini sağlayan faktörlerin biyolojik mi yoksa kültürel mi olduğudur. Bireylerin cinsiyet farklılıklarının kültürel değerlerle olan ilişkisi tartışılırken, cinsiyet kavramı biyolojiden sıyrılarak toplumsallaştırılmaktadır. Zira Lauretis, toplumsal cinsiyetin kültürel aidiyeti temsil ettiğini belirterek, kavramın salt bireyden ziyade toplumsal bir ilişkiyi temsil ettiğini vurgular. Diğer bir deyişle, kavramın bir arkeolojisi olduğunu ve toplumsallığa işaret ettiğini belirtir.

    Bu noktada avukat Muharrem Balcı, “İstanbul Sözleşmesi Feshedilse Ne Olur? Edilmezse Ne Olur?” başlıklı makalesinde, İstanbul Sözleşmesi’nin 12. maddesinin 1. fıkrasında, taraf devletlerin toplumsal cinsiyet eşitliğini hayata geçirmek amacıyla toplumda yerleşik olan inanç ve geleneklerin yok edilmesi yönünde harekete geçmeleri gerektiği vurgulanmaktadır. Aynı maddenin 5. fıkrasında ise, sözleşme bağlamında “sözde namus”un, herhangi bir şiddet eylemi için gerekçe olamayacağı belirtilmektedir. Bu hükümler doğrultusunda Balcı, sözleşmenin geleneksel cinsiyet rollerini yok saydığını ve toplumsal cinsiyet eşitliğini temel aldığını belirtmektedir.

    Butler’ın cinsiyete dair görüşleri, bu bağlamda önemli bir kuramsal çerçeve sunmaktadır. Butler’a göre, cinsiyetin durumunu belirleyen etkenlerden biri de dildir. Dil, erillik ve dişillik gibi tüm anlayışların dualist bir şekilde düzenlenmesinden sorumludur. Zira birey, içine doğduğu toplumda çeşitli dil ve imleme maruz kalmakta ve toplumsal normları bu şekilde öğrenmektedir. Butler’a göre, cinsiyetin bir töz gibi algılanmasını sağlayan unsur dildir. Burada söylemin dualist yapısı, heteroseksüel anlayışı güçlendirmektedir. Diğer bir deyişle, söylemsel stratejilerle heteronormatif anlayışın normları dayatılmaktadır. Bunun bir sonucu olarak, kadın ve erkekten meydana gelen geleneksel cinsiyet rolleri kabul görmekte ve bunun dışındaki cinsiyet normları normal karşılanmamaktadır. Dolayısıyla Butler, dil ve söylemin işlevine dikkat çekerek heteronormatif düzene meydan okumaktadır. Butler’ın fikirlerinden hareketle, cinsel eğilimlerin sabit olarak görülmediği söylenebilir.

    Sözleşmeyi Balcı’nın ifadeleri çerçevesinde değerlendirdiğimizde, toplumsal cinsiyet anlayışının devreye girmesiyle toplumsal inanç ve geleneklerin sarsılacağı düşünülmektedir. Bu bağlamda, toplumsal cinsiyet kavramının taşıdığı anlam, kavramın kendisine yönelik çeşitli endişeleri ve soru işaretlerini barındırmaktadır. Zira psikiyatrist Mustafa Merter ile araştırmacı Jean M. Twenge gibi isimlere göre, bireylerin seçimlerinde toplumsal değerlerin olmayışı toplumsal yapıyı zayıflatmaktadır. Bu görüşler, toplumsal cinsiyetin sabit rollerden çok, değişken ve müzakereye açık bir yapıya sahip olduğunu savunan kuramsal yaklaşımlarla çelişmektedir.

    Görüldüğü üzere, bireysel tercihler ve teknolojik gelişmeler, biyolojik cinsiyete yönelik bakış açısını değiştirmiştir. Aynı zamanda, sözleşmenin kadınların ve tüm cinsiyet kimliklerinin insan haklarını güvence altına alma amacını taşıdığı ve ataerkil yapıya karşı güçlü bir toplumsal dönüşüm çağrısı yaptığı söylenebilir.