Hande Ustamahmut

Hande Ustamahmut

01 Kasım 2025 Cumartesi

    DİĞER YAZARLARIMIZ

    Ne Bu Dünyada Ne De Öteki Dünyada

    Ne Bu Dünyada Ne De Öteki Dünyada
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Batı’da birçok bölgeye yayılan yeni dinî hareketler, din insanları tarafından ciddi bir şekilde ele alınmakta ve tenkit edilmektedir. Yeni dinî hareketlere yönelmedeki temel etkenlerden biri de mevcut dünya dinlerinin, bu dinlere yönelen insanların ihtiyaçlarına cevap verememesidir. Zira modern dünyanın materyalist ve tüketim odaklı yapısı, kimi bireylerin farklı arayışlara yönelmesine yol açmış ve söz konusu dinî gruplar, labirentten bir çıkış yolu olarak görülmüştür.

    Bugün Amerika’ya baktığınızda, bu tarz dinî grupların toplumda adeta dinî bir pazar kurduklarına şahit olabilirsiniz. Günümüzde bu dinî gruplar, dünya dinleri içerisinde bir tehlike olarak görülmemektedir. Ancak konuya duyarlı bazı din insanlarının tehlikeyi fark ettikleri ve durumu masaya yatırdıkları tartışılmaktadır.

    Fakat enteresandır, İslam dünyası bu duruma sessiz kalmaktadır. Her geçen gün dalga dalga yayılan bu gruplar ve bunları takip eden paganist ritüeller, dinin tahrif olmasına yol açan faktörlerden bazılarıdır. Örneğin, kökeni Hinduizm’e dayanan yoga öğretileri, küresel çapta geniş bir uygulama alanı bulmuştur. Hare Krishna, Bahai, Raelian Hareketi gibi dinî gruplar, bunlardan bazılarıdır.

    Bu durumda İslam dünyasının “öteki”ne açılabilmesi ve temel felsefesini evrenselleştirebilmesi için mevcut ilmî metodunu yenilemek durumundadır. Dünya dillerinin ve farklı kültürlerin öğrenilmesi bu noktada önem taşımaktadır. İslami anlayışın yükselişe geçebilmesi için “öteki”nin içinde bulunduğu dünya ortamı incelenmeli ve buna göre bir yol haritası çizilmelidir. Zira farklı toplumlarda yaşayan Müslümanların, inanç ve öğretilerini asimile olmadan sürdürebilmeleri için bu elzemdir.

    Bu noktada Kur’an ve sünnete bağlı kalarak mevcut gelişmelerin takip edilmesi ve İslam felsefesinin dünyaya açılması önem arz etmektedir. Modern dünyanın yaşattığı krizlerden çıkış yolu için İslam bir şifa olmalıdır. Dolayısıyla İslam düşünürlerinin mevcut durumu dikkate almaları ve akademik faaliyetlerini artırmaları gerekmektedir.

    Zira postmodernizmin belirsizlik krizleri karşısında, anlamsız bir hayatla karşı karşıya kalan insan, dünyevî değerlerin ağır basmasıyla nihilizmin pençesine düşmüştür. Hristiyanlığın çileci ahlak yapısının son bulmasıyla söz konusu değerler, pozitivist bir mahiyete bürünmüştür. Bu minvalde, günümüz insanının yaşadığı durum pasif bir nihilizm olarak tanımlanabilir.

    Zira Nietzsche, öte dünyanın hiçliği ifade ettiğini ve bu dünyaya inanmanın da bireyi nihilizme sürükleyebileceğini ifade ederek, pasif nihilist insanın araftaki durumunu betimlemiştir. Bu insan, öteki dünyaya umut bağlamamakla birlikte, bu dünyanın da acı dolu bir yer olduğu kanısındadır.

    İşte modern insanın yaşadığı anlam krizi budur. Bu insan, ya pozitivist değerlerin öğretilerine boyun eğecek ya da ilahî bir vahye itaat edecektir. Ancak beşerî felsefelerin de zamanla demode olabileceği gerçeği, modern insanı tekrar çıkmaza sürükleyecektir.

    Demek ki daha ilahî ve zamansız bir güce ihtiyaç vardır. Ancak bunu da reddeden ve aktif nihilizmin kıskacına takılan birey, verili ve geleneksel olan her şeye karşı gelecektir. Ne tuhaftır ki insanın dünya âlemindeki serüveninin kısa hikâyesi budur.

    Spiritüel uygulamalardan tutun da yeni dinî hareketlere kadar ilerleyen bu anlam arayışı ve insanın bunlar karşısındaki teslimiyeti ciddi bir biçimde ele alınmalı ve alandaki bu boşluk, verimli çalışmalarla doldurulmalıdır.

    Devamını Oku

    777 Şizofrenisi

    777 Şizofrenisi
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Bugünün insanı, modernizmin felsefi ekollerini miras almakla birlikte, bu ekollerin işlevsiz kaldığının bilincindedir. Bu yüzden olsa gerek, dine tekrar geri dönmüştür. Ancak bu geri dönüş, dinin kurumsal gücünü kırmış ve din, bireysel bir meseleye dönüşmüştür. Diğer bir deyişle, kilisenin katı ve yekpare anlayışı yıkılmış ve akışkan bir forma bürünmüştür.

    Günümüzde insanlar, dinin temel öğretilerine sadık bir dindar gibi yaşamasa da dine olan bağlılığını farklı biçimler altında sürdürmektedir. Somut bir örnekle açıklamak gerekirse, bir Müslümanın Allah’ı tesbihle zikretmesinin yerini çeşitli manifest ritüelleri almıştır. Olumlamalar, niyet günlükleri ve telkinler bunlardan bazılarıdır. Tüm bunlar, Tanrı’yla iletişim kurmada adeta aracı bir put görevi görmektedir. Zira söz konusu kaynakların hiçbiri ilahi bir hüviyet taşımamakla birlikte, beşerî kaynaklara dayanmaktadır.

    Tıpkı dinî öğretilerde olduğu gibi, bu ritüeller de pozitivist bir temelden azadedir. Ancak beşerî mahiyet taşıyan bu uygulamalar, ilahi bir nitelik taşımasa da ilginç bir şekilde toplumda karşılık bulmaktadır. Bugün, Hristiyanlığın teslis inancını kınayan ve saçma bulan biri, manifest uygulamalarını mantıklı bulabilmektedir. Yine aynı kişi, hem namaz kılıp hem de “777” ya da “Aldım, kabul ettim.” diyebilmektedir.

    Bu akışkanlık, elbette dönemin bir özelliği olarak okunmalıdır. Küreselleşmenin ve postmodernitenin insanda bıraktığı bir şaşkınlıktır bu. Evet, bugünün insanı yolunu şaşırmıştır. Beşerî teselli araçları, onu şizofrenik bir karaktere dönüştürmüştür. İlahi bir kaynağa inanmakla birlikte, beşerî kaynaklara da sığınan insan, belirsizlik ve çelişki çukurunun içine hapsolmuştur.

    İnsanı merkeze alan bu hümanist tavır, insana değer vermekten daha fazlasını yapmıştır. Hümanizm, postmodern insanı bencilleştirmiştir. “İçinden geleni yap, anı yaşa, yalnızca kendini önemse.” gibi telkinler, ne yazık ki serseri bir varoluş tarzı yaratmıştır. Herkesin Tanrılığını ilan ettiği bir dünyada, insanlık huzur içinde yaşayamaz. Yaşayamaz çünkü insan, ancak ötekini anlayabildiği takdirde insandır. Herkesin sınırsız bir şekilde emansipe olduğu ve yalnızlığı yücelttiği bir toplumda, antidepresanlar ve olumlamalar yalnızca bir illüzyon işlevi görecektir.

    Enteresandır, insanlar bir yandan yalnızlığı yüceltirken, diğer yandan da hayalindeki aşkı aramak için manifestler yapmakta ve hayvanlarla dostluk kurmaktadır. Ya da söz konusu yalnızlığın verdiği acıdan kurtulmak için çeşitli beşerî ekollere kendini adamaktadır. Dolayısıyla Batı’nın bireyci yaklaşımı, hem kendi toplumunu hem de dünyayı hayal kırıklığına uğratmıştır.

    Toplumsal değerlerin altüst olduğu, escortluğun alkışlandığı, büyüklere saygının ve insanlara merhametin olmadığı bir toplum, hastalanmıştır. Elbette bu, postmodernizmin hem dini hem de gelenekleri parçaladığı bir dünya biçimidir. Yüzyıllardır var olan gelenekleri yıktığınızda, çoğu zaman özgürleştiğinizi düşünebilirsiniz. Ancak insanlığın tarihler boyunca sürdürdüğü alışkanlıkların keskin bir şekilde terk edilmesi, kuşkusuz modern insanı derinden sarsacaktır.

    Örneğin, seküler bir insanın modern flört biçimlerinden dem vurduğunu duyabilirsiniz. Sonra yine aynı insanın, çareyi geleneksel evlilik biçimlerinde aradığına tanıklık edersiniz. Modern insan, yolunu şaşırmış insandır. Bu noktada, din insanlarının ve devletin yetkili birimlerinin yolunu şaşırmış insana yardımcı olması gerekmektedir. Aksi takdirde, bu durum toplumsal şizofreniye yol açacaktır.

    Her şeyi normalleştiremezsiniz! İnsan, değerleri ve prensipleri olan bir varlıktır. Ki, bunlar bizleri hayvanlardan ayıran en temel özelliklerdir. İnsan hata yapabilir; ancak bu hatayı toplumun gözüne sokarak normalleştirmemelidir.

    Çeşitli sosyal medya platformlarında, ahlaksızlıkların ve teşhirciliğin alkışlandığı yayınlara sınırlar getirilmelidir. Bu noktada benimle aynı fikri paylaşan insanlar, bu durumlara maruz kalmak zorunda değildir. Zira bu, insan haklarına yapılan bir hakarettir. Dolayısıyla insanın davranışlarından tutun, giydiği giysiye kadar kamusal sorumluluğu vardır.

    Özgürlükle sapkınlık arasındaki çizgiyi ayıramamak bir problemdir… Kısaca söylemek gerekirse, her uç fikrin dogmatizme götürebileceğini unutmadan ve insanın insanlığını kaybetmeden, hem insana değer verip hem de gelenekleri korumak mümkündür. Manifestlere umut bağlayıp ilahi varlığı unutan insan, kendini sorgulamalı ve safını seçmelidir.

    Devamını Oku

    İSTANBUL SÖZLEŞMESİ VE TOPLUMSAL CİNSİYET

    İSTANBUL SÖZLEŞMESİ VE TOPLUMSAL CİNSİYET
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    İstanbul Sözleşmesi, kadına yönelik şiddetin önlenmesi ve toplumsal cinsiyet eşitliğinin sağlanması amacıyla, taraf devletlerin hukuk sistemlerinde çeşitli düzenlemelere gitmesini öngören uluslararası bir belgedir. Sözleşme, imzacı devletlere şiddeti önleme, mağdurları koruma ve failleri cezalandırma yönünde bağlayıcı yükümlülükler yüklemektedir. Ancak sözleşme etrafında şekillenen kamuoyu tartışmaları, özellikle toplumsal cinsiyet kavramı üzerinden çeşitli bakış açılarını barındırmaktadır. Bu çerçevede bazı kesimler, sözleşmenin toplumsal cinsiyete dair yaklaşımının geleneksel aile yapısını zedelediğini ve toplumun kültürel değerleriyle çeliştiğini öne sürmektedir. Buna karşılık toplumsal cinsiyet eşitliğini savunanların büyük çoğunluğu ise, sözleşmenin kadınları ve LGBTQ+ bireyleri şiddetten koruma açısından vazgeçilmez olduğunu dile getirmektedir.

    İstanbul Sözleşmesi’ne yönelik eleştirilerin başında toplumsal cinsiyet kavramı gelmektedir. Sözleşmeye yönelik eleştirileriyle öne çıkan Dr. Mücahit Gültekin, İstanbul Sözleşmesi’nin küresel bir proje olduğunu ve sözleşmenin toplumsal yapıyı zedeleyecek türden ifadeler içerdiğini iddia etmektedir. Ona göre sözleşmede yer alan toplumsal cinsiyet kavramı, geleneksel cinsiyet rollerini aşındıran ve aile kurumunu tehlikeye atan bir etki yaratmaktadır. Öte yandan Gültekin, yapay zeka, transhümanizm, posthümanizm, toplumsal cinsiyet ve cinsiyetsizlik anlayışlarının ideolojik olduğunu ve bunları koordine eden bir düzenliliğin olduğunu vurgulamaktadır. Zira transhümanizmin, insanın biyolojik gerçeklerini teknoloji ve bilim yoluyla aşmayı hedeflemesi ve cinsiyet değiştirme ameliyatlarının yükselişe geçmesi kamuoyunda tartışmalara neden olmaktadır. Cinsiyete yönelik bu müdahaleler, cinsel kimliklerin esnek bir yapıya dönüşmesi olarak okunmaktadır.

    Tüm bu gelişmeler, sözleşme içerisinde yer alan toplumsal cinsiyet kavramına yönelik eleştirilerin temel nedenlerinden biri olarak karşımıza çıkmaktadır. Zira feminist yazar Dorlin’e göre, bireylerin erkek ya da dişi olarak adlandırılması, toplumsal faktörlerin neticesinde oluşmuştur. Aslında bu bakış açısı, cinsiyetin doğal nedenselliğini sorgulamakla birlikte biyolojik cinsiyet tanımını da tartışmaya açmaktadır. Dorlin’e göre “heteroseksüel” terimi, üreme ile sonuçlanan cinsel içgüdüye işaret etmektedir. Ona göre cinsel faaliyette bireyin üreme isteği bilinçdışında kalır ve üreme olgusu, “normal” olan cinsel eylemi belirler. Ancak üreme eyleminin gerçekleşemeyeceği eşcinsellik gibi yatkınlıklar, patolojik bir sorun olarak kodlanır. Dolayısıyla üremenin heteroseksüelliğin merkezinde olması, cinsel farkların esas alınmasını sağlamaktadır. Esasında buradaki temel meselelerden biri de, güdülerin hareketlenmesini sağlayan faktörlerin biyolojik mi yoksa kültürel mi olduğudur. Bireylerin cinsiyet farklılıklarının kültürel değerlerle olan ilişkisi tartışılırken, cinsiyet kavramı biyolojiden sıyrılarak toplumsallaştırılmaktadır. Zira Lauretis, toplumsal cinsiyetin kültürel aidiyeti temsil ettiğini belirterek, kavramın salt bireyden ziyade toplumsal bir ilişkiyi temsil ettiğini vurgular. Diğer bir deyişle, kavramın bir arkeolojisi olduğunu ve toplumsallığa işaret ettiğini belirtir.

    Bu noktada avukat Muharrem Balcı, “İstanbul Sözleşmesi Feshedilse Ne Olur? Edilmezse Ne Olur?” başlıklı makalesinde, İstanbul Sözleşmesi’nin 12. maddesinin 1. fıkrasında, taraf devletlerin toplumsal cinsiyet eşitliğini hayata geçirmek amacıyla toplumda yerleşik olan inanç ve geleneklerin yok edilmesi yönünde harekete geçmeleri gerektiği vurgulanmaktadır. Aynı maddenin 5. fıkrasında ise, sözleşme bağlamında “sözde namus”un, herhangi bir şiddet eylemi için gerekçe olamayacağı belirtilmektedir. Bu hükümler doğrultusunda Balcı, sözleşmenin geleneksel cinsiyet rollerini yok saydığını ve toplumsal cinsiyet eşitliğini temel aldığını belirtmektedir.

    Butler’ın cinsiyete dair görüşleri, bu bağlamda önemli bir kuramsal çerçeve sunmaktadır. Butler’a göre, cinsiyetin durumunu belirleyen etkenlerden biri de dildir. Dil, erillik ve dişillik gibi tüm anlayışların dualist bir şekilde düzenlenmesinden sorumludur. Zira birey, içine doğduğu toplumda çeşitli dil ve imleme maruz kalmakta ve toplumsal normları bu şekilde öğrenmektedir. Butler’a göre, cinsiyetin bir töz gibi algılanmasını sağlayan unsur dildir. Burada söylemin dualist yapısı, heteroseksüel anlayışı güçlendirmektedir. Diğer bir deyişle, söylemsel stratejilerle heteronormatif anlayışın normları dayatılmaktadır. Bunun bir sonucu olarak, kadın ve erkekten meydana gelen geleneksel cinsiyet rolleri kabul görmekte ve bunun dışındaki cinsiyet normları normal karşılanmamaktadır. Dolayısıyla Butler, dil ve söylemin işlevine dikkat çekerek heteronormatif düzene meydan okumaktadır. Butler’ın fikirlerinden hareketle, cinsel eğilimlerin sabit olarak görülmediği söylenebilir.

    Sözleşmeyi Balcı’nın ifadeleri çerçevesinde değerlendirdiğimizde, toplumsal cinsiyet anlayışının devreye girmesiyle toplumsal inanç ve geleneklerin sarsılacağı düşünülmektedir. Bu bağlamda, toplumsal cinsiyet kavramının taşıdığı anlam, kavramın kendisine yönelik çeşitli endişeleri ve soru işaretlerini barındırmaktadır. Zira psikiyatrist Mustafa Merter ile araştırmacı Jean M. Twenge gibi isimlere göre, bireylerin seçimlerinde toplumsal değerlerin olmayışı toplumsal yapıyı zayıflatmaktadır. Bu görüşler, toplumsal cinsiyetin sabit rollerden çok, değişken ve müzakereye açık bir yapıya sahip olduğunu savunan kuramsal yaklaşımlarla çelişmektedir.

    Görüldüğü üzere, bireysel tercihler ve teknolojik gelişmeler, biyolojik cinsiyete yönelik bakış açısını değiştirmiştir. Aynı zamanda, sözleşmenin kadınların ve tüm cinsiyet kimliklerinin insan haklarını güvence altına alma amacını taşıdığı ve ataerkil yapıya karşı güçlü bir toplumsal dönüşüm çağrısı yaptığı söylenebilir.

    Devamını Oku

    Kimliğin Pazarlanabilir Bir Ürüne Dönüşümü

    Kimliğin Pazarlanabilir Bir Ürüne Dönüşümü
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Modern birey artık kimliğini keşfeden değil, kimliğini sürekli yeniden tasarlamak ve pazarlamak zorunda kalan bir varlıktır; Zygmunt Bauman’ın deyimiyle, içinde yaşadığımız akışkan modernite çağında kimlik sabit bir öz olmaktan çıkmış, akışkan bir forma bürünmüştür.

    Bugün küreselleşen dünyada herhangi bir noktadaki değişim, dünyanın diğer bölgelerine yayılmakta ve farklı kültürlerin tanınmasına olanak tanımaktadır. Bilhassa sosyal medya aracılığıyla sürekli yeni trendler oluşmakta ve bu trendlere ayak uydurmaya çalışan bir nesil türemektedir. Ancak ağ toplumu, her ne kadar çeşitliliği ve dinamizmi bir arada bulundursa da, bu toplumda yaşamak mayınlı bir tarlada yürümekten farksızdır. Zira hiçbir şeyin kesin olmadığı ve ilişkilerin yüzeysel olduğu bir toplum, sabitelerden ve değerlerden yoksun bir portre çizmektedir.

    Herkesin aynı modayı takip ettiği, aynı kahveyi içtiği, aynı reels videolarını izlediği ve en önemlisi de aynı şekilde kurgulandığı bir evrende, gelenekselin izini sürmek neredeyse imkânsızdır. Bilhassa sosyal medyada sürekli bireyselliğe yapılan aşırı vurgu, insanları bencilleştirmekte ve canavarlaştırmaktadır. Herkesin kendini kusursuz gördüğü ütopik bir evrende ne insanlıktan ne de değerlerden bahsetmek mümkündür! Bugün ne doğaya ne de insana karşı merhamet kalmamıştır.

    Self-esteem’in (Özsaygı) aşırı abartılması, günümüz insanını narsistleştirmiş ve bireyleri gerçekçi olmayan bir dünyanın içine hapsetmiştir. Bu, özellikle sosyal medya aracılığıyla daha da tetiklenmektedir. Bauman’ın deyimiyle akışkan toplumun akışkan bireyleri, manipüle edilmeye son derece açık ve yerel bağlardan kopuk olmaya meyillidir. Yerele karşı olan bu düşmanlık, Batı’yı yüceltmekte ve insanları yapay bir Batılı olmaya özendirmektedir. İnternet aracılığıyla yaşanan bu kültürel etkileşim, herkesin birbirine benzediği bir insan modeli yaratmakta ve kültürel değerleri yozlaştırmaktadır. Bir Batılı olmadığı halde Batılı gibi yaşamaya çalışmak, bireyi hem yormakta hem de üzerine oturmayan, bol bir giysi gibi sarkarak onun kimliğini belirsizleştirmektedir. Buna bir akademisyenin yaşadığı hayat hikâyesi örnek verilebilir. Fransa’da yıllarca yaşayan bir akademisyen, Batı’nın tüm değerlerini benimsemişti. Ancak bir gün bir meslektaşı ona şöyle dedi: “Sen Batılı olamazsın. Çünkü Batılı doğmadın.”

    Aslında mesele tam olarak bu. Ağ toplumuyla birlikte Batı değer ve anlayışlarının ülkemizi kuşatarak değerlerimizi yozlaştırması üzücü. Geleneksel değerlerden uzak bir yaşam tarzı, çoğu zaman huzur getirmemiştir. Elbette geleneksel olanın içinde olumsuz örüntüler de mevcuttur. Mühim olan doğru geleneklerin muhafaza edilmesi, yanlış olanlardan ise kaçınılmasıdır.

    Devamını Oku

    Türkiye’de Kadın Haklarının Kısa Tarihi

    Türkiye’de Kadın Haklarının Kısa Tarihi
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Batı’da modernleşme süreciyle hız kazanan kadın hareketlerinin Osmanlı İmparatorluğu’ndaki yansıması, II. Meşrutiyet dönemiyle birlikte somut bir hal almıştır. II. Meşrutiyet öncesinde, kadınların toplumsal statüsü üzerine tartışmalar başlamış olsa da, bu dönemde kadın haklarına dair yapılan değişiklikler sınırlı olmuştur. İlk somut adımlar arasında, kız çocukları için okulların açılması yer alırken, Tanzimat Dönemi’nde kadınlara bazı yeni haklar tanınmıştır. Bu dönemde, kadınların miras hakkı elde etmesi, cariyelik sisteminin ortadan kaldırılması ve evlenen kadınlardan alınan “gelinlik vergisinin” kaldırılması gibi reformlarla, kadınların toplumsal konumu güçlendirilmiştir.

    Türkiye’de feminizmin kökleri, 19. yüzyıl sonlarına dayanan ve Osmanlı’dan Cumhuriyet’e uzanan bir süreçte ilerlemiştir. 1908’de doruğa ulaşan kadın hareketi, Osmanlı kadınlarının aile içindeki rollerine getirilen sınırlamaları eleştirerek eğitim, çalışma ve toplumsal yaşama katılım talepleriyle kendini göstermiştir. Cumhuriyetin ilk yıllarında kadınlara bazı hukuki haklar tanınırken, bağımsız kadın hareketleri zayıflamıştır.

    Cumhuriyet döneminde kadınların eğitimi için yeni okullar açılmış, 1924’te eğitim merkezi hale getirilerek kadınlara ilkokuldan yükseköğrenime kadar eşit eğitim hakkı tanınmıştır. Bunun yanı sıra 1926’da kabul edilen Medeni Kanun ile resmi nikâh zorunlu hale getirilmiş, çok eşlilik yasaklanmış ve kadınlara bireysel haklar verilerek aile ve miras hukukunda eşitlik sağlanmıştır. 1935 yılında ise Türkiye Büyük Millet Meclisi seçimlerinde kadınlar, ilk kez oy kullanarak siyasi haklarını da kazanmıştır. Tekeli’ye göre, Cumhuriyet dönemi, eşitlikçi bir devlet feminizmini benimsemiş ve kadınlara öğretmenlik gibi meslek alanlarında yer açarak onların yalnızca evle sınırlandırılmasını önlemiştir. Ancak devlet, kadınlara yurttaşlık hakkını tanıdıktan sonra, bağımsız kadın hareketine gerek kalmadığını öne sürerek 1935’te Türk Kadınlar Birliği’ni kapatmıştır. Bu durum, kadınların feminizm yerine Kemalizm’le özdeşleşmesine yol açmış ve 1950 ve 1970’li yıllar arasında kurulan kadın dernekleri, kazanılmış hakların korunması ve laik devletin İslâmi bir düzene dönüşüne karşı mücadeleye öncelik vererek ataerkil söylemleri eleştirmekten uzaklaşmışlardır.

    1980’li yıllarda ikinci dalga feminist hareket yükselişe geçmiştir. Tekeli’ye göre feminist hareketin gelişimi üç aşamada gerçekleşmiştir. Bu bağlamda 1970’li yıllar, entelektüel bir hazırlık süreci, 1980’li yıllar eylemlilik dönemi ve 1990’lı yıllar da örgütlenme dönemidir. Ancak 1980’li yıllardaki askeri darbe, muhalefetle işbirliği yapabilme fırsatını kısıtladığından, feminist hareket kendi gündemini oluşturmakta zorlanmış ve bu dönemi büyük ölçüde yalnız geçirmiştir. 1980’li yılların ortalarına gelindiğinde feminist hareketin dinamizmi artmış ve birçok kampanya düzenlemiştir. Özellikle kadına karşı ayrımcılığın son bulması için başlatılan uluslararası imza kampanyası, 7 Mart 1986’da Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne sunulmuş ve bu eylem feminist hareketin meşruiyet kazanmasını sağlamıştır. Dolayısıyla 1980’li yıllar, feminist hareketin sokağa çıkarak kitleselleştiği yıllar olmuştur.

    Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulmasından bu yana kadın hakları konusunda önemli adımlar atılmıştır. Kadınların toplumsal alanda önemli haklar kazanmaları birçok Avrupa ülkesinden önce Türkiye’de gerçekleşmiştir. 1980’li yıllarla birlikte artan kadın hareketinin gücü, dünyada kadın refahını iyileştirmeye dair adımların atılmasına neden olmuştur. Birleşmiş Milletler’in, 1975’te kadınlara yönelik ayrımcılıkla mücadele etmek için Kadın On Yılı’nı ilan etmesi Türkiye’de de yankı bulmuş ve kadın hakları noktasında tartışmaların yaşanmasına neden olmuştur. Bu süreç aslında kadınların harekete geçmek için “gizil hazırlık dönemleri” olarak kabul edilebilir. Çünkü Batı’da gündeme gelen kadın hareketleri Türk aktivistleri de etkisi altına alarak sürecin sistemli bir şekilde ilerlemesinde itici güç olmuştur. Işık’a göre Türkiye’nin Birleşmiş Milletler ve Avrupa Sözleşmeleri’ne bağlı olması CEDAW, Evrensel İnsan Hakları Bildirgesi, Çocuk Hakları Sözleşmesi gibi sözleşmelere taraf olduğumuzu göstermektedir. Bu sözleşmeler iç hukuka etki ederek insan haklarının gelişmesinde etkili olmuştur. Özellikle 1986’da yürürlüğe giren CEDAW, ülkemizde kadının insan haklarını güvence altına alan bir sözleşme olarak öne çıkmaktadır. Anayasanın 90. maddesinin 5. fıkrası uyarınca, temel hak ve özgürlüklere ilişkin uluslararası anlaşmalarla, Türk kanunları arasında bir uyuşmazlık meydana geldiğinde, uluslararası anlaşma hükümleri dikkate alınmaktadır. Dolayısıyla, yargılama sürecinde Türk yasalarıyla çelişen durumlarda CEDAW hükümlerinin esas alınması zorunludur. Bu durum uluslararası sözleşmelerin ne derece önemli olduğunu göstermektedir.

    Türkiye’de 1970’lerde sol örgütler içinde yer alan ve kadınlık deneyimleri üzerine düşünmeye başlayan bazı kadınlar, toplumsal cinsiyet temelli eşitsizlikleri sorgulayarak feminist bilincin gelişmesinde öncülük etmeye çalışmışlardır. Ancak söz konusu kadınlardan bazıları dönemin kitle örgütlerinden biri olan Tüm Asistanlar Birliği’ne üye olsa da bu grup, sınırlı sayıda buluşma gerçekleştirebilmiş ve varlığını kısa süre devam ettirebilmiştir. Kadın hareketinin büyümesinde bir diğer etken de toplumun önde gelen yazarlarının bir araya geldikleri Yazarlar Kooperatifi (YAZKO)’dur. Söz konusu kooperatif, kitap ve dergi yayıncılığının yanı sıra çeşitli konferanslara da yer veren bir yapıdır. YAZKO’da başta Şirin Tekeli olmak üzere Gülnur Savran, Stella Ovadia ve Zeynep Avcı gibi isimler bir araya gelerek feminist açıdan bir çeviri grubu oluşturmuşlardır. Grup, çevirisi yapılacak ilk kitap olarak Juliet Mitchell’in “Kadınlık Durumu” adlı kitabında karar kılmıştır. Söz konusu kitabın seçilmesinin nedeni de kadın kurtuluş hareketini tarihsel bir perspektifle ele almasıdır. Kitap çevirisi için bir araya gelen bu kadınlar, Türkiye’de kadın hareketi bağlamında ilk bilinç yükseltme girişimlerinde bulunan kişiler olarak kabul edilmiştir. Aynı dönemde kadınlar “Perşembe Grubu” adıyla toplanarak faaliyetlerini yürütmüşlerdir. Çankırı şehrinde bir yargıcın, kocasından şiddet gören bir kadının açtığı davayı, “kadının sırtından sopayı, karnından sıpayı eksik etmeyeceksin” atasözünü gerekçe göstererek reddetmesi kadın hakları savunucularını sokaklara taşımıştır. Bu olay, 1982-1990 yılları arasında özellikle İstanbul ve Ankara’da düzenlenen sempozyumlar, kampanyalar, yürüyüşler ve dergi yayınları gibi etkinliklerle yankı bulmuştur. Kadın hareketinin giderek güç kazanmasının bir yansıması olarak, 1983 yılında Türkiye’nin ilk feminist yayınevi olan Kadın Çevresi Yayınları kurulmuştur. Dolayısıyla Türkiye’de 1980’li yılların ortalarından itibaren, kadın hareketinin kurumsal bir zemin kazandığı görülmektedir. Bunda en büyük etkenlerden biri de 12 Eylül 1980 askeri darbesinin yaratmış olduğu baskıcı ortamın siyasal arenada boşluk oluşturmasıdır.

    Kadın hareketleri noktasında kurumsallaşmaya giden Türkiye, kadın ve erkek eşitliğini sağlayabilmek için 1987 yılında Devlet Planlama Teşkilatı altındaki Kadına Yönelik Politikalar Danışma Kurulu’nu kurmuştur. Söz konusu kurulun kurulmasının sebebi, 5. Beş Yıllık Plan çerçevesinde toplumun mağdur kesimlerini destekleyebilmektir. Bu doğrultuda ilgili kurulun kadın meselesini spesifik bir şekilde ele aldığı görülmekle birlikte kurulun kadınlarla ilgili yürüttüğü çalışmalar hakkında yeterince bilgiye ulaşılamamıştır. Fakat burada dikkat edilmesi gereken hususlardan biri Kadına Yönelik Politikalar Danışma Kurulu’nun kuruluş felsefesinde kadınların talepleri doğrultusunda hareket etmediğidir. Burada kurulun ana hedefinin, daha çok uluslararası platformda prestij sağlamak olduğu görülmektedir. Ancak Türkiye’de CEDAW’ın iç hukukta uygulanmasında dönemin kadın hareketi, büyük ölçüde etkili olmuştur. Söz konusu girişimlerle birlikte kadına yönelik şiddet meselesi, devletin gündeminde olmuş ve hukuksal bir zemin kazanmıştır. Sürecin bu noktaya gelmesinde dönemin kadın hareketinin sözleşmenin uygulamaya konulması için başlattığı imza kampanyası etkili olmuştur. Yine bu dönemlerde 1987 yılının Mart ayında Feminist dergisi çıkarılarak aynı yılın Mayıs ayında büyük bir yürüyüşle “Dayağa Karşı Dayanışma” kampanyası başlatılmıştır. Bununla birlikte 1980 sonrası edebiyat ve sinema alanında, kadın bireyselliğine verilen önemin arttığı dikkat çekmektedir. Bu dönemde, Atıf Yılmaz’ın kentli kadınların yaşamlarını merkeze alan filmleri, Duygu Asena’nın kadın kimliğini öne çıkaran eserleri ve Kadınca dergisi gibi yayınlar, kadınların yalnızca annelik rollerine indirgenmeyip bireysel kimlikleriyle de var olduklarını gözler önüne sermektedir.

    Kadın bireyselliğine yönelik hem yazın alanında hem de sahada yapılan girişimler bu noktada etkili olmuştur. Bilhassa 1987 yılında gerçekleştirilen sokak yürüyüşü, Türkiye tarihinde kadına yönelik şiddetle mücadelede önemli bir dönüm noktası olmuş ve kadınların bu konuyu politik gündeme taşıdıklarını ortaya koymuştur. Kadına yönelik şiddetle mücadelede 1988 yılına gelindiğinde ise feminist aktivistler “Bağır Herkes DuySun” isimli kitabı yayımlayarak şiddet noktasında farkındalık oluşturmuşlardır. Feminist hareketin bu girişimlerinin devamını “Bedenimiz Bizimdir – Cinsel Tacize Hayır” ve “Mor İğne” gibi kampanyalar oluşturmuştur. Burada “Mor İğne” kampanyasıyla kadınların ev işlerinde kullandıkları iğnenin cinsel istismara dur demek için araçsallaştırıldığı görülmektedir. 2 Kasım 1998 tarihinde Mor İğne Kampanyası’nda yer alan kadınların ifadeleri şu şekildedir: “Hiç acımadan batırın, korkmanıza gerek yok, tetanoz yapmaz. Bu iğne Mor İğne Kampanyası’nın bir ürünüdür. Kampanya grubumuz kadınlardan meydana gelmiş olup elle, sözle, gözle yapılan sarkıntılığa karşı etkin ve kalıcı önlemler geliştirmeyi amaçlamaktadır.”

    Görüldüğü üzere 1980’li yıllarda giderek kurumsallaşan kadın hareketinin sonucunda 1990’da “Mor Çatı Kadın Sığınağı Vakfı” kurulmuştur. “Mor Çatı Kadın Sığınağı Vakfı’nın” temel amacı aile içi şiddetle mücadelede kadın ve çocuklara barınma ve psikolojik destek sağlamaktır. Vakfın belki de en önemli misyonlarından biri kadınlara annelik rollerinden ziyade bir birey oldukları bilincini telkin etmesidir. 1990’lı yıllarda kurumsallaşan kadın hareketinin üniversitelerde de yer bularak akademik çalışmalara dahil edildiği görülmektedir. Yine bu yıllarda “Kadının Statüsü ve Sorunları Genel Müdürlüğü,” “Uçan Süpürge” ve “Aileden Sorumlu Devlet Bakanlığı” gibi kurumlar kurulmuştur. Ayrıca “Kadın Eserleri Kütüphanesi” ve “Bilgi Merkezi” de kurularak kurumsallaşmaya doğru gidilmiştir. Bu kurumlarda kadınlar tarafından ele alınan eserler arşivlenerek konferanslar düzenlenmiştir. 4 Mart 1997 tarihinde kurulan Kadın Adayları Destekleme ve Eğitme Derneği (KADER) kadınların siyasal alanda yer almasını önleyen toplumsal ve yasal düzenlemelerin ortadan kaldırılmasını hedeflemiştir. Başbakanlık bünyesinde 20 Nisan 1990’da icraate geçen “Kadının Statüsü ve Sorunları Genel Müdürlüğü”, görevine başlamıştır. Kurumun önemi, kadın erkek eşitliğini kamu sorumluluğu bağlamında ele almasıdır. Bu alanda faaliyetler yürüten kurum, 1994 ve 2000’li yıllarda ‘Kadın İstihdamının Geliştirilmesi Projesi’ni hayata geçirmiştir. Ayrıca kadın-erkek arasında toplumsal cinsiyet eşitliğinin sağlanabilmesi için 2005 yılında ‘Toplumsal Cinsiyet Eşitliğinin Geliştirilmesi Projesi” gerçekleştirilmiştir.

    2010’lu yıllara gelindiğindeyse feminist hareket sanal dünyada da görünür olmaya başlamıştır. Bu yıllarda “Reçel Blog” ve “5Harfliler” isimli blog siteleri öne çıkmaya başlamıştır. “5Harfliler” bloğu bir grup kadın tarafından oluşturulurken “bayan” ve “hanım” kelimelerine atıf yapılarak eleştirel bir üslup kullanılmıştır. Söz konusu blogta kadınlar tarafından birbirinden farklı konular mizahi bir şekilde ele alınmaktadır. Kısa sürede yoğun bir takipçi kitlesine ulaşan 5Harfliler bloğunun tercih edilme nedenlerine bakıldığında sitenin gündeme dair alternatif yorumlar getirmesi ve gündemi takip etmesidir. Özetle söylemek gerekirse Türkiye’nin 90’lı yıllardaki kadın hareketine bakıldığında modern bir kadın profili yaratma çabası olduğu görülmektedir. Toplumda kadınların yaşadıkları şiddet ve sömürüyle başa çıkmada “modernleştirme” stratejisine başvurulmuştur. Burada modernleştirmeyle hedeflenen köylü ve eğitimsiz kadınların yaşadıkları ezilmeye son vermektir. En nihayetinde 90’lı yıllardaki feminist hareketin kadınları dönüştürmede modernleşmeyi bir araç olarak kullandığı söylenebilir.

    1990’larda geleneksel muhafazakâr kadınlar, başörtüleriyle kamusal alanda yer almak için hak mücadelesi başlatmışlardır. Bu süreçte, medya, siyasi partiler ve vakıflarda aktif rol alarak toplumsal hayatta görünürlüklerini artırmışlardır. Aynı zamanda üniversiteler ve diğer kurumlarda var olma hakkı için çeşitli mücadeleler vermişlerdir. Bu hareket, kadınların hem kimliklerini koruma hem de kamusal alanda eşit haklara sahip olma taleplerini ortaya koymuştur. Bu doğrultuda Başkent Kadın Platformu ve AK-DER gibi kuruluşlar, feminist söylemi benimseyerek kadın hakları mücadelesine modern perspektiften yaklaşmış ve Müslüman kadınları güçlendirme hedefiyle hareket etmişlerdir. Bu örgütler, özellikle başörtüsü yasağı ve eğitim hakkı gibi konularda aktif çalışmalar yürütmüş ve hukuki mücadelelerde de yer almıştır. Feminist söylemin benimsenmesi, kadın haklarını evrensel bir düzlemde savunmak ve toplumsal cinsiyet eşitliği perspektifini öne çıkarmak açısından önemlidir. Öte yandan, Hazar Derneği ve Kadından Topluma Eğitim Grubu, feminizme mesafeli durarak daha geleneksel bir yaklaşım benimsemişlerdir. Bu gruplar, kadının aile içindeki konumunu güçlendirmeye ve eğitimin önemini vurgulamaya odaklanmıştır. Onlar için kadının toplumdaki yerinin iyileştirilmesi, bireysel özgürlüklerin ötesinde, aile değerleriyle uyum içinde ele alınması gereken bir mesele olmuştur. 2000’li yıllardaki kadın hareketinin ideolojisine bakıldığında ise ABD’nin uyguladığı savaş stratejileri özellikle Ortadoğu ve Asya’da Müslüman halklar arasında dayanışma yaratmıştır. Bu fikri dayanışmanın bir sonucu da İslam temelli kadın hareketinin ortaya çıkması olmuştur. Söz konusu kadın hareketinin temel felsefesi feminist yazına değil, İslam kaynaklarına dayanmaktadır. Burada din odaklı hareket eden kadın hareketinin amacı, feministlerin İslamcı kadınların ezildiğine dair tezlerini çürütmektir. Bu alanda gösterilen çabalar neticesinde feministlerin İslamcı kadınlara dair bakış açıları olumlu yönde değişmiştir. Bugün İslamcı kadınlar ve feministlerin ortak bir noktada hareket ederek yasal düzenlemelerde etkili oldukları görülmektedir. Örneğin Medeni Yasa ve Ceza Yasasında kadınlar için yapılan olumlu düzenlemeler ve kadına yönelik şiddet noktasında hareket edilmesi, kadın hareketinin eşzamanlı bir şekilde örgütlendiğini göstermektedir.

    2000’li yıllarda yapılan önemli değişikliklerden biri de 2002 tarihinde Yeni Medeni Kanun’un yürürlüğe girmesiyle nişanlanma, evlenme, boşanma, mal paylaşımı ve nafaka gibi alanlarda yapılan değişikliklerdir. Dolayısıyla 1980’li yılların ortalarından itibaren Türkiye’de feminist hareket görünür olmaya başlamıştır. 1990’lı yıllar kadına yönelik şiddet noktasında kurumsallaşma dönemidir. 2000’li yıllar ise devletlerin kadına yönelik şiddet noktasında somut adımlar attıkları dönemdir. Müslüman kadınların başörtüsü yasağından ötürü sokaklara çıkması ve istihdam alanında güvenden yoksun yerlerde çalışan kadınların maruz kaldığı iş cinayetleri, feministleri bir araya getiren gerekçeler olmuştur.

    Türkiye’de 2000’li yıllarda artan eşitlik talebi Ak Parti’nin iktidara gelmesiyle yeni bir çerçeveye oturmuştur. 1 Ocak 2002’de yürürlüğe giren Yeni Medeni Kanun, kadınların özel ve kamusal alanda hukuksal konumlarını değiştirmiştir. Öte yandan 1 Haziran 2005’te yürürlüğe giren yeni Türk Ceza Kanunu ile kadına yönelik şiddetin önlenmesine dair çeşitli düzenlemeler yapılmıştır.

    Ak Parti döneminde namus ve töre cinayetleri ile aile içi şiddetin önlenmesi amacıyla Kadına Yönelik Şiddeti İzleme Komisyonu kurulmuştur. 2006-2010 arası Şiddetle Mücadele Eylem Planı hazırlanarak çeşitli çalışmalar yürütülmüş, ALO 183 danışma hattı ile kadın, çocuk ve engelli haklarına yönelik hizmetler artırılmıştır. Aile Danışma ve Toplum Merkezlerinin sayısı 17’den 38’e, kadın konukevleri ise 8’den 19’a çıkarılmıştır. Anayasanın 10. ve 90. maddelerinde yapılan değişikliklerle, yeni iş ve ceza kanunları kapsamında kadın erkek eşitliği konusunda hukuki düzenlemeler gerçekleştirilmiştir. Ayrıca evde el emeğiyle üretim yapan kadınların sattıkları ürünlerden alınan vergi kaldırılmıştır.

    Ak Parti’nin benimsediği politikaların bir devamı olarak, 2008 yılında başörtülü kadınların üniversiteye girişine yönelik yasak kaldırılmış, 2013 yılında ise kamuda istihdam edilmelerinin önündeki engeller kaldırılmıştır. 11 Mayıs 2011’de ise İstanbul Sözleşmesi, kadına yönelik şiddet ve ev içi şiddetle mücadeleye yönelik uluslararası bir hukuk metni olarak, İstanbul’da gerçekleştirilen Avrupa Konseyi Bakanlar Kurulu Toplantısı’nda imzaya açılmıştır. Türkiye, sözleşmeye ilk imza atan ülke olmuştur. Ardından, 25 Aralık 2012’de Türkiye Büyük Millet Meclisi (TBMM) tarafından onaylanarak iç hukuka dâhil edilen sözleşme, 1 Ağustos 2014 itibarıyla yürürlüğe girmiştir. Ancak ülke içinde yaşanan çeşitli tartışmaların sonunda İstanbul Sözleşmesi 2021 yılında Cumhurbaşkanı Kararıyla feshedilmiştir.

    Devamını Oku