Banu SANCAK

Banu SANCAK

20 Kasım 2025 Perşembe

    DİĞER YAZARLARIMIZ

    NE YİYORSAN O’SUN…

    NE YİYORSAN O’SUN…
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    İbn-i Sina’ya göre insan bedeni, doğada bulunan su, hava, toprak ve ateş olmak üzere dört elementten meydana gelir ve bu dört öge, insan bedenindeki sıcaklık, soğukluk, kuruluk ve yaşlığı belirler. Bu elementler vasıtasıyla insan bedeninde oluşan kan, balgam, safra ve sevda olarak adlandırılan vücut hıltları da insanın mizacını oluşturur (Demevi, Balgami, Safravi, Sevdavi) ve geleneksel tıptaki genel adıyla “Ahlât-ı Erbaa” olarak tanımlanır. Fuzûli’nin tabip kimliği ile yazdığı “Sıhhat u Maraz” adlı eseri, Ahlât-ı Erbaa (Humoral Patoloji) teorisine dayanmaktadır ve insan bedenini oluşturan dört sıvının dengede olmasıyla bedenin de dengede ve sağlıklı olacağını esas alır. Bu da doğru ve dengeli beslenme ile mümkündür.

    İslamiyet öncesi Türk mitolojisinde ve mitlerde, yaradılış destanları kapsamında işlenen dört element hususu, İslamiyet sonrasında mutasavvıfların ve İslam alimlerinin eserlerinde benzer inanışların farklı yorumlamalarıyla karşımıza çıkar. İbnü’l-Arabî, hava, ateş, su ve topraktan oluşan ahlat-ı erbaayı ‘Felekler İlmi’ vasıtasıyla ele alarak, Tanrı’nın dört unsuru dört günde yarattığını, ateş unsurunun üst mertebede bulunduğunu ve insanın çamurunda yer alan suyun hepsinden daha etkili olduğunu anlatır. Aşık Paşa, klasik Türk edebiyatının temel mazmunlarından olan ‘Anâsır-ı Erbaa’ adlı eserinde, insanın varlığını tabiatın varlığı ile eşleştirerek, yaradılış ve hakikat arayışını dört element unsuru ile tanımlamaya çalışmıştır. Yunus Emre’nin “Risalet’ün Nushiyye” (Nasihatler Kitabı) eserinde geçen şu mısralar, insanın yaradılışının ahlat-ı erbaa boyutunu açıklar; “Padişahun hikmeti gör neyledi / Od’u su toprağu yele söyledi.” Erzurumlu İbrahim Hakkı Hazretleri ‘Marifetname’ isimli eserinde, maddi âleme karşılık gelen dört elementi, nefsin dört mertebesine karşılık olarak kullanmış ve buna göre nefs-i emmâreyi (ateş), nefs-i levvâmeyi (hava), nefs-i mülhimeyi (su) ve nefs-i mutmainneyi (toprak) olarak sınıflandırmıştır. Hacı Bektaşi Veli ise ‘Dört Kapı Kırk Makam’ öğretisiyle dört unsurdan hasıl olan mertebelerin her biri için on ayrı özellik tespit ederek, tasavvufta önemsenen kırk sayısını vurgulamıştır.

    Antikçağ ve Ortaçağ’daki tıbba ve Empedokles ve Aristoteles’in araştırmalarına göre de bu dörtlü unsurun (su, hava, toprak ve ateş) insanın biyolojik, psikolojik ve ahlaki fonksiyonlarını etkilediği kabul görmüş ve sonraki yıllarda bu bilgiler Hipokrat tarafından geliştirilerek modern tıpta uygulanmıştır.

    Halk arasında ‘huy’ olarak da tanımladığımız ‘mizaç’ esasen genetiktir, doğuştan gelir. Yaşam ve çevre şartları, coğrafya, iklim, eğitim gibi farklı koşullar ile de cüzi miktarda, ağırlıklı olarak da beslenme ile değişime uğrayabilir. Geleneksel tıbba göre beslenmenin mizaç üzerindeki etkileri çok kapsamlı olarak ele alınmış bir ilim dalıdır. Ana rahmine düştüğü andan itibaren, annenin ruhsal ve beslenme durumundan etkilenen insan mizacının, ruhsal, fiziksel ve zihinsel fonksiyonlarının, beslenme şeklinden nasıl etkilendiğini vereceğimiz birkaç bilgi ve örnekle anlatacağız.

    Fransız filozoflarından Brillat-Savarin, beslenmenin mizaç üzerindeki tesirine çok önem vererek, “Bana ne yediğini söyle, senin ne olduğunu haber vereyim,” demiştir. Hipokrat da “Besinler ilacınız, ilacınız besininiz olsun,” sözü ile beslenme davranışlarının insan sağlığı üzerindeki önemini vurgulamıştır. Canlılar yedikleri gıdalardan yalnızca biyolojik olarak etkilenmezler. Mesela etçil ve yırtıcı hayvanların daha hırçın, koyun, keçi, deve gibi ot ile beslenen hayvanların ise daha uysal ve yumuşak huylu oldukları gözlemlenmiştir. İnsanlarda da böyledir. Bitkisel gıdalarla beslenenlerin, genellikle daha sakin ve uysal mizaçlı, çok fazla et ve hayvansal gıdalarla beslenen insanların ise daha sert mizaçlı oldukları bilinmektedir.

    Yüzyıllar öncesinden, bedensel ve ruhsal sağlığımız için her helal besinden ölçülü yiyerek, dengeli beslenmeyi öğütleyen Peygamber Efendimiz (SAV), sevdiği ve övdüğü yiyecekleri tavsiye ederken, bu yiyeceklerin bedensel sağlığa etkilerinin yanı sıra huy ve mizaç üzerindeki etkilerinden de bahsetmiştir. Misal olarak hurma, kabak, bal, üzüm, çörek otunun ve genel olarak nebatın, insanın huyunu yumuşattığı, sinirlerini sağlamlaştırdığı ve sirkenin antibakteriyel etkilerinin yanı sıra frekans boyutunda ruhu şifalandırdığı bilgileri birçok İslami kaynakta aktarılmıştır.

    Günümüzde bilim insanları ve beslenme uzmanlarınca, genetiği ile oynanmış gıdaların ve yapay tatlandırıcıların insan sağlığı üzerindeki fizyolojik, biyolojik, psikolojik ve hormonal olarak olumsuz etkileri defaatle ispatlanmıştır.

    1600’lü yıllarda Osmanlı topraklarına gelen Fransız bir mütefekkir, göçebe olarak yaşarken asla tatlı yemeyen Türklerin, Osmanlı topraklarında yerleşik hayata geçtikten sonra şeker kamışı yediğini ve şekerli gıdalara müptela olduğunu görünce, Türklerin beslenme kültürü olarak da Araplaştığını, tatlının ruhen ve bedenen tembelliği artırarak lezzete ve rahavete alıştırdığından bahisle, artık Türklerin eskisi gibi savaşamayacağını iddia etmiştir. 14. yüzyılda Türkistan’ı ziyaret eden seyyah İbn-i Battuta, seyahatnamesinde tatlı yemenin Türkler tarafından ayıp karşılandığını şöyle anlatmıştır: “Ramazan ayında Sultan Özbek’in huzurunda bulunuyordum. Sultan’a, arkadaşlarımın yaptığı bir tatlıdan sundum. Sultan sadece parmağıyla dokunup tatmakla yetindi ve bir daha elini tatlıya sürmedi.”

    Bu bilgilerden anlıyoruz ki Türklerin ve yerleşik yaşama geçmemiş diğer Orta Asya halklarının tatlıya mesafeli olmalarının muhtemel sebebi, tatlının verdiği rahavetin savaşçı mizaçlarını ve yaşam tarzlarını etkilemesidir. Yine Osmanlı Devletinin, Moğollardan ve Orta Asya Türklerinden kalma kadim savaş bilgileri doğrultusunda, Yeniçerileri sefere çıkmadan önce kırk gün boyunca et ile beslemesi hususu, etin bedende kuvvet ve huyda sertlik, hırçınlık, atılganlık ve cesaret gibi melekeleri artırmasından dolayıdır.

    Vesselam; ne yiyorsan o’sun…

    Banu Sancak