Banu BALAT

Banu BALAT

20 Kasım 2025 Perşembe

    DİĞER YAZARLARIMIZ

    DURUŞ

    DURUŞ
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Hayatın geniş ve zaman zaman ıssız görünen yollarında yürürken, bir şeye, bir insana, bir işe, hatta küçücük bir rutine bile ait olmanın bizleri nasıl derin bir dengeye çektiğini hisseden yalnızca ben miyim?

    Çünkü insan ruhu sahipsiz kaldığında savrulmaya meyilli ve günler boşaldıkça anlam da seyreliyor, uzun tatillerin cazibesi bile bir süre sonra tenhalaşmış bir meydan gibi içimizi üşütüyor, bütün seçeneklerin ortasında kalmışlık bile amaçsızlığın ağırlığını örtemiyor.

    Bir yere ait olduğumuzu hissettiğimizde ise içimizde görünmez bir direk dikiliyor sanki ve hayat o direğin etrafında örülüyor. Düzenimiz, sorumluluklarımız, koşuşturmalarımız bizi yormak yerine diri tutuyor, çünkü insan kalbi kendine bir zemin bulduğunda, o zeminde filizlenmek için yeniden cesaret buluyor.

    Boşluk büyüdükçe dağılmak nasıl kolaysa, toparlanmak da bir o kadar zor geliyor, o yüzden ruhun gıdası çalışmak, üretmek, emekle gününü büyütmek oluyor.

    Birçok insanın emeklilik yıllarında hissettiği o tarif edilemez sıkışmışlık belki de tam buradan doğuyor, çünkü bir ömrün büyük kısmı bir koşturmacanın içinde geçiyor, bir sorumluluğun, bir kurumun, bir masanın, bir görevin parçasıyken hissedilen aidiyet bir anda elden gidiyor.

    İnsan yıllarca üzerine yaslandığı rolü bıraktığında sessizlik büyüyor ve sessizlik de bazen erken yaşlandırıyor, çünkü amaçsız kalan beden uykuya meylediyor, amaçsız kalan ruh ise küsmeye.

    Belki de genç kalmanın sırrı, bir şeylerle meşgul olmaktan geçiyor, sürekli yorulmak değil mesele. Mesele sürekli var olmak, hayata renk katmak, kendimize küçük de olsa bir düzen kurmak, güne bir sebep koymak, güne bir umut yerleştirmek, içimizi ayakta tutan o görünmez bağları her yaşta yeniden örmek.

    Çünkü insan ne kadar dirençli görünse de içten içe ait olmakla büyüyor, ait olmakla iyileşiyor, ait olmakla denge buluyor ve biz biliyoruz ki, yıllar geçtikçe hayatla bağ kurmanın en sade, en gerçek yolu, ruhu canlı tutacak uğraşlar bulmak, emeği bir şükür gibi yaşamak, kendi içimize döndüğümüzde bile bizi tutan o kökleri fark etmek…

    Demem ki; insanın amacı bitmez, insanın yolu bitmez, yeter ki içimizdeki o kıpırtıyı kaybetmeyelim, yeter ki dünyaya tutunacak bir dal bulalım. O dal bazen küçük bir iş, bazen bir evin ritmi, bazen bir insanın kalbi olur, fakat hepsinin ortak yanı aynıdır: bizi hayata geri çağırırlar.

    Hayatın bütün iniş çıkışlarında belki de unutmamamız gereken tek hakikat, varlığımızı diri tutan şeyin hiçbir zaman büyük keşifler ya da büyük başarılar olmadığı, aksine küçük bir gayretin, düzenli bir nefesin, her sabah içimize usulca yerleşen o yaşama arzusunun bizi ayakta tuttuğudur;

    Çünkü bizler köklerimizi nerede salarsak orada çoğalırız, neye emek verirsek onunla güçleniriz, hangi ritme gönlümüzü katarsak onunla tazeleniriz ve biliriz ki, insanı yaşama bağlayan şey çoğu zaman dünyanın büyüklüğü değil, içimizin derinliğinde saklı o sessiz ama kararlı duruş duygusudur.

    Sanırım işte tam da bu yüzden, hangi yaşta olursak olalım, gönlümüzü uyandıran o küçük kıpırtıyı diri tutmalı ve hayat bizi nereye çağırıyorsa, orada kendimize yeniden bir yer açmalıyız.