Ayşe Bağçıvan

Ayşe Bağçıvan

01 Aralık 2025 Pazartesi

    DİĞER YAZARLARIMIZ

    Mustafa Uçurum: “Yazmak, varoluşumun ritmi; vazgeçemeyeceğim bir dua.”

    Mustafa Uçurum: “Yazmak, varoluşumun ritmi; vazgeçemeyeceğim bir dua.”
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Edebiyatın en çok sevdiğim yanlarından biri çoğu zaman yaşamın en küçük ayrıntılarını kelimelerle büyüten bir mercek ile sessizliğin içinde yankılanan bir ses olması. Mustafa Uçurum da şiirden öyküye denemeden edebi düşünceye uzanan üretimiyle bu sesin izini süren kıymetli yazarlarımızdan biri. Kaleminde, doğduğu şehir, gündelik yaşamın ince detayları, bazen bir öyküsünde karakterinin bakışlarında bazen de bir şiirinin dizelerindeki derinlikte karşımıza çıkar. Eserlerinde gözlem gücü, düşünce derinliği, dildeki yoğunluk iç içe geçerek edebi bir bütünlük oluşturur. Biz de bu söyleşimizde Mustafa Uçurum’un edebiyat serüvenini, edebiyata dair düşüncelerini ve güncel meselelerle kurduğu bağı konuştuk.   

    Keyifli okumalar…

    Yazmak çoğu zaman sancılı bir süreç. Gerek şiirde gerek öyküde, yazarı belki duyduğu ince bir ses belki de izlediği bir filmdeki tek bir kare yazmaya itebiliyor. Yazacağı metin hangi türde olursa olsun, yazar yazacağı konudan önce kendisi etkileniyor. Ki bence yazarı yazmaya iten ana sebeplerden biri de bu. Sizin de yazın hayatınıza baktığımızda edebiyat yolculuğunuzun şiirle başlayıp öyküye taşındığını görmekteyiz. Bu doğrultuda şiir ile başlayan edebiyat yolculuğunuzu öyküye taşıyan süreç nasıl gelişti?

    “Şiir, bana göre en saf haliyle duygunun ritmi. Öykü ise hayatın genişliğini, karakterlerin iç dünyasını keşfetme fırsatı verdi.”

    Evet, yazmak gerçekten de çoğu zaman sancılı bir süreç; tıpkı bir doğum gibi, içten gelen bir feryatla başlıyor ve bazen saatlerce, günlerce uğraştırıyor. Benim için de bu böyle. Şiire ilk adım attığımda, lise yıllarında Adapazarı’ndaki o küçük evimizde, bir öğretmenimin teşvikiyle yazdığım ilk dizeler, sanki yıllardır içimde bekleyen bir sesin özgürleşmesi gibiydi. Tenhalayın Kalbimi adlı ilk şiir kitabım, o gençlik coşkusunun, memleket özleminin ve yalnızlığın izlerini taşıyor. Şiir, bana göre, en saf haliyle duygunun ritmi; kelimeleri dizmek, bir nehir gibi akıtmak, fazla düşünmeden içindekini dökmek ama öyküye geçiş, biraz daha olgun bir arayışın meyvesi oldu. Üniversite yıllarında Sivas’ta, Cumhuriyet Üniversitesi’nde okurken, öykülere ve öykücülere daha da yoğunlaştım. Kitaplarını okuyup isimlerine aşina olduğum Ömer Seyfettin, Refik Halit, Muzaffer İzgü, Kemalettin Tuğcu gibi yazalar sayesinde içimde öykü yazma isteği tazeliğini hep koruyordu. Özellikle Sait Faik okudukça hayatın içindeki öyküyü ve sadeliği keşfettim. Onun o sade, insani dili, günlük hayatın içinden fırlayan acıları ve sevinçleri, bana “Ben de böyle yazabilirim.” dedirtti. Sadece şiirde kalamazdım çünkü şiir bana yetmiyordu artık. Hayatın karmaşasını, Tokat’ın o verimli topraklarında, Adapazarı’nın sanayi gürültüsünde biriken anıları, tek bir dizede değil, bir hikâyenin katmanlarında anlatmak istiyordum. Esmerliğime Bakma adlı öykü kitabım, bu geçişin ilk somut adımıydı. Şiirden öyküye taşındığım süreç, bir tür genişleme gibiydi: Şiirdeki imgeleri, metaforları öyküye yaydım. Bir film karesi, bir tren garı bankı ya da bir dere kenarı sohbeti, beni öyküye itti. Örneğin, bir öğrencimle yaptığım yürüyüş sırasında gördüğüm eski bir köprü, bir öyküye dönüştü; şiirdeki o ince ses, öyküde bir karakterin fısıltısına evrildi. Bu geçiş, beni daha özgür kıldı çünkü öykü, şiirin yoğunluğunu taşırken, denemenin düşünsel derinliğini de barındırabiliyor. Hâlâ şiirler yazıyorum ama öykü bana hayatın genişliğini, karakterlerin iç dünyasını keşfetme fırsatı verdi. Yazmaya iten ana sebep, dediğiniz gibi, önce kendimin etkilenmesi: O ince ses, o kare, içimde bir yara açıyor ve yazmazsam kapanmıyor.


     Kapalı anlatım çoğu yazarın metin ile arasındaki en güçlü bağlardan biri. Belki de yazara “bu sadece benim anlayabileceğim bir olgu” hissini veren ya da daha açık bir dille okurla yazdığı metin arasında görünmez bir sınır koyan fakat bununla birlikte okura da kendi yaşamı ile ilgili yalnızca kendinin anlayabileceği bir dille metin arasında bağ oluşturabilecek anlatım şekli. Bu doğrultuda aslında kapalı anlatım okur için de metnin pasif bir okuru olmaktan çıkarıp aktif bir yorumcuya da dönüştürebiliyor. Sizce kapalı anlatımın bu durumu okurun öykü ile kurduğu ilişkide nasıl bir yoğunluk oluşturuyor?

    “Kapalı anlatım, yazarın mahremiyetini korurken okuru dedektife dönüştürüyor. Okur, pasif tüketici olmaktan çıkıp metnin ortağı oluyor.”

    Kapalı anlatım, evet, yazarla metin arasındaki o gizli bağın en güçlü halkası. Benim öykülerimde de bu, sıkça kullandığım bir metod çünkü yazdıklarım, doğrudan bir itiraf değil, bir tür şifreli mektup gibi. Okura “Bu benim, ama sen de bir parça bul” deme hali. Kapalı anlatım, bana göre, yazarın mahremiyetini korurken, okuru bir dedektife dönüştürüyor. Öyküde, bir tren garı bankı, bir esmer tenin gölgesi ya da bir dere kenarındaki taşlar, sadece dekor değil; yazarın gizli yaralarının izleri. Okur, bu imgeleri yorumlarken, kendi hayatını öyküye katıyor; pasif bir tüketici olmaktan çıkıp, metnin ortağı oluyor. Bu, öykü-okur ilişkisinde bir yoğunluk oluşturuyor. Yoğunluk derken, duygusal bir derinlikten bahsediyorum. Okur, metni okurken sadece hikâyeyi değil, kendi belleğini de tarıyor; bir cümlede kendi çocukluğunu, bir metaforda kendi acısını buluyor. Benim Esmerliğime Bakma öykülerinde, örneğin, bir karakterin suskunluğu, okura kendi suskunluklarını hatırlatıyor. Bu kapalı katmanlar, öyküyü tek seferlik bir okuma olmaktan çıkarıp, tekrar tekrar dönülecek bir labirente dönüştürüyor. İkinci öykü kitabım Uçurumda Bir Gömü’de hayatın fotoğrafını daha sık kullanırken aralara gizlediğim şifreler okuyucuyu da öykünün içine davet eden bir açık mektup görevini de üstlenmiş oldu. Okur, yorumladıkça öykü büyüyor; yazarın koyduğu o görünmez sınır, aslında tam anlamıyla bir davetiyeye dönüşüyor. Bence bu, öykünün gücünü artırıyor: Günümüzün hızlı tüketiminde, kapalı anlatım okuru yavaşlatıyor, düşündürüyor, hatta rahatsız ediyor. Rahatsızlık güzel bir şey çünkü değişimin tohumu oradan filizleniyor. Kapalı anlatım, okuru sadece eğlendirmiyor, dönüştürüyor; öyküyle kurulan bağ, bir sohbetten öte, bir sır paylaşımı haline geliyor.


    Her ne kadar öykü yazarı, kendini öykülerinde açıkça dışa vurmasa da bazen yazdığı öyküdeki bir tren garının bankına gizleyebilir. Asıl hissettiklerini, ya da tüm duygu ve düşüncelerini o banka aktararak okurun fark etmeyeceği yalnızca kendisinin anlayabileceği bir dille bir şekilde kendini ya da belki de kurtulmak istediği tüm düşünceleri aktarabilir. Yani öyküdeki dekoru kullanarak belki de en onulmaz sancılarını aktarabilir. Ya da tam tersi oluşturduğu karakter ile sıkı bir bağ kurarak karakterin ağzından bizzat kendi iç dünyasını konuşturabilir. Siz, öykülerinizin tam olarak neresinde duruyorsunuz? Açıkça öykülerinizde Mustafa Uçurum olarak gezinebiliyor musunuz yoksa oluşturduğunuz dekorlara kendinizden suretler mi giydiriyorsunuz? Ya da biraz daha hafifletirsek soruyu öykü yazarı, öykülerinin içinde nefes alabilmeli mi yoksa öyküye sadece nefesini verip kenara mı çekilmeli?

    “Öykülerimin dekorlarında, karakterlerimin gölgelerinde saklanmayı tercih ediyorum. Benim öykülerimde, yazar hem görünür hem görünmez.”

    Öykülerde yazarın yeri, her zaman tartışmalı bir konu; ben de kendimi bu tartışmanın tam ortasında buluyorum sıkça. Açıkça “Ben buradayım” diye gezinmektense, öykülerimin dekorlarında, karakterlerimin gölgelerinde saklanmayı tercih ediyorum. Mustafa Uçurum olarak öyküde dolaşmıyorum ama izlerim her yerde. Örneğin, Tokat’ın o eski taş evleri, bir öyküde sadece fon değil; çocukluğumun korkularını, öğretmenlik yıllarımın yorgunluğunu taşıyor. Bir banka, bir köprüye kendimden suretler giydiriyorum: O bankta oturan adam, belki benim suskunluğum, belki de kurtulmak istediğim bir düşünce. Karakterlerle bağ kurmak ise bambaşka; onlardan birinin ağzından kendi iç dünyamı konuşturuyorum bazen. Fedakâr Dost gibi hikâyelerimde, karakterler benim sesim oluyor; onların acıları, benim onulmaz sancılarım. Ama tam tersi de oluyor: Kendimi geri çekip, öyküye sadece nefesimi veriyorum. Burada baskın bir şekilde çocukluk devreye giriyor. Ben, çocukluk anılarımdan öyküler kurmayı seviyorum. Gerçekle kurguyu iç içe kullanmak için bunu sıkça yapıyorum. Anarşist Domates öykümün bir bölümü gerçek hayatın bir kesiti. 12 Eylül’ün soğuk yüzünü vermek için yaşadıklarımı şahit tutuyorum tarihi gerçeklikler eşliğinde. Geriye kurgunun o gizemli kapısı kalıyor. Bu da zaten kişiyi öykücü yapan bütünün önemli bir parçası olarak bir köşede hep sırasını bekliyor.  

    Öykü yazarı, bence, öykünün içinde nefes almalı ama boğulmamalı. Kenara çekilmek, öyküyü özgür bırakmak demek; yazarın gölgesi fazla olursa, okur hikâyeyi göremez. Ben, dengede kalmaya çalışıyorum: Dekorlara kendimi gizliyorum, karakterlere içimi üflüyorum ama öykü sonunda beni aşmalı. Hafifletirsek soruyu: Evet, öykü yazarı öyküde nefes almalı; çünkü yazmak, bir tür varoluş. Ama nefesini verip kenara çekilmek de erdem; öykü, yazarın değil, okurun olmalı. Benim öykülerimde, bu ikisi arasında bir uyum var: Bazen görünürüm, bazen kaybolurum. Sonuçta, öykü benim kurtuluşum; o bankta, o karakterde, ben varım ama öykü benden büyük.


    İlk dönemlerden günümüze kadar sürekli gelişerek devam eden Türk öykücülüğünün özellikle günümüzdeki gidişatını nasıl değerlendiriyorsunuz? Dijital platformlar her ne kadar yazılan eserleri okur ile buluşturmada aktif olsa da maalesef bugünün okurunun dikkatini çekemiyor. Ki maalesef günümüzün en büyük sorunlarından biri de bu: Aktif bir okur kitlesinin yok denecek kadar az olması. Ya da günümüz insanının dikkatini okumaktan izlemeye ve dinlemeye yönlendiren mecralar. Sizce bu durum aşılabilir mi? Günümüz edebiyatçıları bugünün okuru ile nasıl bir düzlemde buluşabilir?

    “Türk öykücülüğü hâlâ canlı. Fakat dijital çağ, dikkat dağınıklığını artırıyor. Yazarların, okura ulaşmak için yeni yollar bulması gerekiyor.”

    Türk öykücülüğünün günümüzdeki gidişatını, hem umutla hem endişeyle değerlendiriyorum. İlk dönemlerden, Memduh Şevket Esendal’ın o incecik öykülerinden, Orhan Kemal’in toplumsal derinliğine, Sait Faik’in hümanizmine uzanan bir gelenek var; bu gelenek hâlâ canlı. Günümüzde, Hece Öykü, Karabatak, Post Öykü, Mahalle Mektebi gibi dergilerde yayınlanan öyküler, çeşitliliği koruyor: Bazıları postmodern katmanlarla oynuyor bazıları kırsal Anadolu’yu anlatıyor bazıları ise bireysel krizleri. Ama evet, dijital platformlar bir ikilem oluşturuyor. Eserleri okurla buluşturmada harikalar ama dikkat dağınıklığı büyük sorun. Günümüz okuru, Instagram hikâyelerine, TikTok videolarına alışmış; uzun bir öyküyü okumak, bir lüks haline gelmiş. Aktif okur kitlesi azalmış, doğru; izleme ve dinleme mecraları hâkim. Bu durum aşılabilir mi? Kesinlikle evet ama sabır ve yaratıcılıkla. Edebiyatçılar, bugünün okuruyla buluşmak için hibrit yollar denemeli: Sesli kitaplar, podcast’ler, kısa öykü serileri sosyal medyada değerlendirilebilir. Bir öyküyü Twitter thread’ine dönüştürmek, ya da Instagram Reels’te görselleştirmek. Dergilerimiz, dijital arşivlerini güçlendirmeli; genç yazarlar, blog’larda başlayıp kitaplara uzanmalı. Ben, öğretmenlik yaparken öğrencilerime öykü okutuyorum; bu, geleceğin okurunu yetiştirmek için bir adım. Tüm bunlar aşılabilir mi? Aşılabilir, çünkü edebiyat vazgeçilmez. İnsan, hâlâ hikâyeye ihtiyaç duyuyor. Yeter ki yazarlar, okuru suçlamak yerine, ona ulaşmanın yollarını arasın. Buluşma düzlemi, empati ve yenilikte: Kısa, vurucu, ama derin öykülerle.

    Ben 90’lı yıllardan bu yana küçük öyküler yazardım. O zamanlar çok bilinmezdi bu tür öyküler. Dergiler bile çok yer vermek istemezdi küçük öykülere. Son yıllarda dergilerde sıkça rastlıyoruz bu tür öykülere. Ders kitaplarına müfredat olarak bile girdi küçürek öykü. Son öykü kitabım Koca Dünyaya Küçük Öyküler, büyük bir ilgi gördü. Okurla kurduğum temasta aldığım izlenim çok net; uzun öyküleri, yazıları okumaktan kaçınan, işleri başından aşkın çok yoğun (!) bir kitle var artık. Küçük öyküyü bir nefeste okuyor ve içini ferahlatıyor.


     Öykü dışında deneme ve şiir türlerinde de eserler veren bir yazar olarak, öykü yazarken şiirin yoğunluğu ve denemenin düşünsel derinliği öykülerinize nasıl yansıyor? Yani şiirin yoğunluğunu öykülerinize taşıyor musunuz?

    “Şiir hız veriyor, deneme derinlik katıyor. Öykü, ikisinin çocuğu gibi.”

    Öykü yazarken, şiirin yoğunluğu ve denemenin düşünsel derinliği, sanki iki kanat gibi beni taşıyor; onlarsız öykü yarım kalır bende. Şiir, bana imgelerin gücünü öğretti. Bir dizedeki ritim, öyküde bir sahnenin nabzını tutuyor. Dünya Telaşı şiirlerimdeki o telaşlı tempo, öykülerime sızıyor; bir karakterin iç monoloğu, şiirsel bir akışa bürünüyor. Yoğunluk derken, kelimelerin ekonomisini kastediyorum. Şiirde her kelime bir mücevher; öyküde de gereksiz betimlemeleri atıyorum, doğrudan kalbe iniyorum. Deneme ise düşünsel derinliği getiriyor. Deneme Çekimi, Şehirde Yeni Bir Rüzgâr gibi denemelerimde, edebiyatı sorgularken edindiğim katmanlar, öyküye felsefi bir boyut katıyor. Bir öyküde, sadece olay anlatmıyorum; altında bir soru var: “Bu insan neden böyle?” Denemenin serbestliği, öyküde karakterlerin özgürlüğüne yansıyor. Örneğin, Esmerliğime Bakma’da, şiirsel imgelerle deneysel sorgulamalar iç içe: Bir esmer tenin ardındaki toplumsal eleştiri. Bu yansımalar, öykümü zenginleştiriyor; şiir hız veriyor, deneme derinlik katıyor. Türler arasında bir köprü kuruyorum: Öykü, ikisinin çocuğu gibi.


     Yazarın yetiştiği coğrafya, şüphesiz yazdıkları üzerinde etkilidir. Bulunduğu coğrafyanın etnik desenleri ruhundan eserlerine yansır mutlaka. Coğrafya ile birlikte yazarın yaptığı işin, uğraşının da bir yerden sonra yazdıkları üzerinde etkili olduğunu düşünüyorum. Uzun yıllardır öğretmenlik yapıyorsunuz. Mesleğinizin yazarlık yaşamınıza etkileri nelerdir ve bu etkileri nasıl değerlendiriyorsunuz?

    Doğduğum coğrafya, Tokat’ın o bereketli toprakları, yazdıklarımın damarlarında akıyor. Erkilet köyünden Adapazarı’na, oradan Sivas’a uzanan yol, bana Anadolu’nun etnik desenlerini, kırsal sessizliğini aşıladı. Öykülerimde bir dere kenarı, bir taş ev, o coğrafyanın ruhu. Etnik çeşitlilik, memleket sevgisi olarak yansıyor; şiirlerimde “memleket denen cennet vatan” diye sesleniyorum. Öğretmenlik ise bambaşka bir etki: Yıllardır Tokat’ta, genç ruhlarla haşır neşirim; onların hayalleri, acıları, öykülerime ilham. Bir öğrencimin gözlerindeki merak, bir karakter doğuruyor; sınıf tartışmaları, denemelerime düşünce katıyor. Etkileri olumlu değerlendiriyorum. Öğretmenlik, empatiyi öğretiyor; yazarken daha insani oluyorum ama yorucu; sabah ders, akşam yazma arasında denge kurmak zor. Yine de mesleğim yazarlığımı besliyor. Çocuklar için yazdığım Çocuklar Çocukluğunu Bilsin şiirleri, onlardan doğdu. Coğrafya ve meslek, yazdıklarımı kök salmış kılıyor; kaçış değil, köklenme.


    Peki yazarken hiç hayatı kaçırdığınızı düşündünüz mü? Evet, yazmak soylu bir eylem fakat bir o kadar da yeni bir şeyler üretmek ciddi vakit ve zaman isteyen eylemlerden. Bu doğrultuda yazıya ayırdığınız vakti sorguladığınız oldu mu?

    Bunu hiçbir zaman sorgulamadım çünkü benim için yazmak hayatımın bir parçası. Ertelenecek, araya başka işler sıkıştırılacak bir zaman dilimi değil. Günlük rutinlerimin içinde yazmayı da kattığım için ben aslında yürürken, okula gittiğimde, derse girdiğimde, evde çocuklarla meşgulken de kafamda kuruyorum yazdıklarımı. Yaşadığım her şeye bir şiirin ya da öykünün parçası gibi bakıyorum. Aslında hepsinin merkezinde planlı yaşamak var. Hani son yılların moda bir tabiri var; kime sorsanız “: Çok yoğunum.” diyor. Bu kadar yoğunluğun sonunda ortaya ne çıktığına bakıyorsunuz, kocaman bir “hiç!” Ben kendimi, ailemi, işimi, Galatasaray’ı ihmal etmeden okumaya ve yazmaya devam ediyorum. Baharda gelen leylekleri selamlıyorum, yaz sıcağında serinlemek için mutlaka yaylalarda soluğu alıyorum, maçları takip ediyorum, bir güle selam veriyorum. Gazze için direnişini biliyorum. Tam tamıyla yaşamaya çalışıyorum.


    Gazze demişken aslında biraz da bu konu ile ilgili konuşmak isterim. Her ne kadar bu konuda sözlerin eylemler kadar değerli olmadığını bilsem de… Gazze’de yaşanan soykırımı nasıl değerlendiriyorsunuz?

    “Gazze’de yaşanan tam anlamıyla bir soykırım. Sözler yetmez ama susmak da ihanettir. Karınca misali, tarafımızı belli etmeliyiz.”

    Tam anlamıyla isabet buyurdunuz. Savaş falan gibi kelimelerle eğip bükmeye gerek yok, orada Gazze’de tam anlamıyla bir soykırım yaşanıyor. Hem de dünyanın gözü önünde. Bu 7 Ekim meselesi falan değil, yani yüzlerce yıllık bir mesele. Dünyanın sınır tanımayan soykırımcı zihniyeti gözünü şimdi Gazze’ye dikti tam anlamıyla, zaten orada hiçbir zaman huzur yoktu, şu anda orayı yok etmek için uğraşıyorlar. Üzülerek söylemeliyim ki tüm İslam ülkeleri de sınıfta kaldı. Kalmaya devam ediyor. Gönlümüz orada mı orada, oradakileri düşünüyor muyuz düşünüyoruz. Bu kadar. Bakın Birleşmiş Milletler yeni toplandı Amerika’da. Herkes bir şeyler söylüyor, sadece söylüyor, tam anlamıyla bir irade ortaya koyup da durdurun artık bu soykırımı diyemiyor kimse. Çünkü kanlı ellerin sahibi olanlar Zaten orada işin başında.

    Bize düşen nedir? Ben her zaman söylüyorum, karınca misali bizim yapabileceklerimiz. Yazarak, söyleyerek, imkanlarımız halinde destek olarak hiç olmazsa tarafımızı tam anlamıyla belli etmemiz gerekiyor. Bunu yapabilirsek ne mutlu bize. Bu yeterli mi, yeterli değil ama hiç olmazsa Rabbimiz ne yaptın dediği zaman belki bunları şahit olarak gösterebiliriz.


     Kesinlikle bu konuda herkes elini korkmadan taşın altına uzatabilmeli. Biraz da dergilerden konuşmak istiyorum müsaadeniz olursa. Edebiyat dergileri yazmaya yeni başlayanlar için bir atölye niteliğinde. Sizce günümüz edebiyat dergileri, genç yazarlar üzerinde etkili olabiliyorlar mı ve edebiyat dergilerinin genç yazarlar için işlevini nasıl değerlendiriyorsunuz?

    Edebiyat dergileri, yeni başlayanlar için gerçek bir atölye; ben de öyle gördüm kendimi. Lise yıllarında Bizim Dergâh’ta şiirlerim çıkınca, edebiyatın kapısını araladım. Günümüzde de etkili olabiliyorlar; Hece, Karabatak, Yediiklim gibi dergiler, genç yazarlara yol gösteriyor. İşlevleri hâlâ canlı: Eleştiri, dosya konuları, atölye tadında yazılarla gelişim sağlıyor ama dijital çağda, erişim sorunu var; gençler, dergileri bulmalı, takip etmeli. Ben, her yeni dergiyi umut ışığı görüyorum; onlar, edebiyatı diri tutuyor. Etkili, yeter ki gençler okusun ve yazsın.


     Edebiyat dergilerinin yanı sıra yerel edebiyat dergileri de bulunduğumuz dijital çağa rağmen hız kesmeden devam ediyor. Sizce yerel dergiler, edebiyat dünyasında nasıl bir boşluğu dolduruyor? Bu işi profesyonel olarak yaptığını düşündüğünüz dergiler var mı?

    Yerel edebiyat dergileri, dijital çağda bile vazgeçilmez çünkü boşluğu, o yerel sesi, mahalle edebiyatını dolduruyor. Ulusal dergiler geniş bakarken, yerel olanlar kökleri suluyor: Tokat’ta Polemik’i çıkarmıştım, Sivas’ta Martı’yla başladık; daha sonra yeni dergiler takip etti bunları.  Dergiler her zaman dijitalin hızına rağmen, basılı halleriyle samimiyet taşıyorlar.

    Aslında günümüzde bir yerellikten bahsetmek de çok mümkün değil. Türkiye’nin hangi noktası olursa olsun herkes kendini merkez gibi görüyor. Dijital çağ tüm sınırları aradan kaldırdı. Hatta şuna da çok şahit olmuşluğum vardır, Anadolu’nun bir ilçesinde, kasabasında çıkan dergiler dahi yerel demiyorlar kendilerine, denmesini de istemiyorlar. Yazar kadrosuna bakıyorsunuz, merkez dergideki birçok isim o dergilerde de yazıyor. Yani günümüz şartları düşünüldüğünde derginin çıktığı yer o dergiyi yerel yapmıyor artık. Dünya avcumuzun içinde.


     Son olarak, biraz klişe farkındayım ama gerçekten merak ettiğim için soruyorum. Yazmak, aslında kaçış mı yoksa kaçtıklarımızdan bir sığınak mı ya da hiç biri uzandığınız hayali tutma isteği mi? Yani yazmak sizin için tam olarak neyi ifade ediyor? Farkındayım sorunun kesinlikle tek bir cevabı yok ama sizi yazmaya çeken asıl sebebi biraz özetler misiniz?

    Klişe değil, tam tersine, her yazarın dönüp dolaşıp sorduğu soru bu. Yazmak, benim için hepsinden biraz: Kaçış, sığınak ve hayali tutma isteği. Ama asıl, bir ses bırakma, mazlumlara kulak olma hali. İçimi dökmek, ruhumu yenilemek; yazmasam, aylak bir gezgin olurum. Tokat’ta bir ırmak kenarında, sabahın duru vaktinde kalemi elime aldığımda, o anın huzuru yanı başıma geliyor. Beni çeken, içindeki karmaşayı dışa vurmak; bir kalbe ses olmak. Tek cevap yok, ama özetle: Yazmak, varoluşumun ritmi; vazgeçemeyeceğim bir dua.


    Bu çok kıymetli söyleşi için teşekkür ederim.

    Ben de teşekkür ederim.