
01 Aralık 2025 Pazartesi

Tercüman Gazetesi

EVLİLİKTE YALAN: GERÇEĞİ DEĞİL, İLETİŞİMİ KAYBETMENİN SESSİZ ÇIĞLIĞI

ZÜLFÜ YARE DOKUNMAK: YİTİRDİKLERİMİZ

"Halka Aşkla Hizmetin Adı: Arapgir Modeli" Belediye Başkanı Haluk Cömertoğlu ile Röportaj

KUŞLAR YAĞMURDA DA UÇAR

DURUŞ

İNSANLARA RAĞMEN, İNSANLIK İÇİN

YENİDEN MİLLİ MÜCADELE (ÇAĞRI)

Neden İznik?…

BİR DAMLA KAN, BİN BİR ENDİŞE

Bilgi ve Adalet

KADINIM HAKLARIM VAR

AYNADAKİ LEKE

KAN BAĞIŞI: BİR YAŞAMIN KIRILMA NOKTASINDAKİ KÜÇÜK BİR MUCİZEDİR

SALEBE’NİN HİKÂYESİNİ BİLİYOR MUSUNUZ?

Ne Bu Dünyada Ne De Öteki Dünyada

FATİH'İN VE ATATÜRK'ÜN İZİN VERMEDİĞİ PAPA'YA NEDEN İZİN VERİLİYOR?

VAZO ÖNÜNDE SATILAN ÜRÜNLER SAĞLIKLI MI?

BU DÖNER BAŞKA DÖNER… KİME DÖNER?

ÜÇ SIFIRIN ADALETİ, BİR İNSANIN VİCDANI: Prof. Dr. Ayten Erdoğan Meselesi

YOK DEVE

Milletin Vekili Olmak Cesaret İster

ADIM ADIM İLERLİYOR KÖTÜLÜK

ENGELSİZ ÖZGÜRLER

DİNDARLIK VE AYDINLIK

EĞİTİMDE SOSYAL ADALET

HAK ARAMAK HAKKIMIZ MI?

İNSANLARIN EN İYİ İLACI

GÖNÜLLERİN ANAHTARI; EMPATİ

EVLAD-I FATİHAN ve SELANİKLİ MUSTAFA

Ticareti “Franchise’laştıran AKP

Bazı yazarlar sadece edebiyatın sınırında kalmaz. İnsanın varoluşuna, sessizliğine ve direnişine doğru açılır. Hikmet Kızıl da tam olarak böyle bir derinlikte yankı bulan edebiyatımızın en güçlü seslerinden biri. Hikmet Kızıl için yazmak salt bir huzur arayışından ibaret değil bir bakıma hakikatin sert yüzüne yaklaşma çabası. Kalemi, sığınılacak yerden çok hakikatin etrafında dönen bir bilinç taşıyor. Öyle ki yazdıklarında her cümle, insanın sustuklarının ağırlığını hatırlatır, insanın ağrılarını değil o ağrıların çeperlerinde dolanır ve kelimeler Hikmet Kızıl’ın kaleminde susma ile konuşma arasında ince bir yerde durur. Söz, bir teselliden çok gerçeğin dikenli yollarını arar. Ve elbette, denemden mizaha kadar yazdkları düşünsel bir sorgulama alanıdır. Ve kelimeler sessizliğin damarlarında dolaşan bir kan gibi okurun yüreğine akar.
Hikmet Kızıl ile gerçekleştirdiğimiz bu söyleşimiz de kelimeler ile suskunluğun yazı ile hesaplaştığı bir kapıya aralanıyor.
Keyifli okumalar.

İlk öncelikle bu kıymetli röportaj için teşekkür ederim.
Yanlış hatırlamıyorsam yüksek lisansınızı Yeni Türk Edebiyatı alanında yapmıştınız ve Çağdaş Türk Edebiyatına hâkimsiniz. Şiir ve deneme türünde eserler veren bir yazarımız olarak Çağdaş Türk şiirinin şu an estetik bir bunalım yaşadığını düşünüyor musunuz? Ve şu anki okur kitlesini ve çağımız insanını düşündüğümüzde aynı dili konuşmadığımız ortada. Hatta, çoğu yazarımızın var olan dili, günümüz insanının diline indirgediğini de görmekteyiz. Siz eserlerinizle, söyleşilerinizle günümüz insanının diline belki daha da ötesinde ruhuna dokunuyor gibisiniz. Üstelik bunu dilde bir indirgemeye gitmeden yapıyorsunuz. Vermek istediğiniz asıl mesajı bazen mizah ile bazen şiirlerinizle okurlarınıza ulaştırdığınız kanaatindeyim. Bir yerde ortak bir paydada her kesimden okuru yakaladığınızı düşünüyorum. Bu bilinçli bir yöntem mi yoksa kendiliğinden gelişigüzel gelişen bir durum mu?
Şiir, bu çağda artık bir tür “dil sürgünü” yaşıyor. Estetik bir bunalım değil de, daha çok ruhsal bir yoksunluk içindeyiz. İnsan dili değil, dilden kaçışı seviyor artık. Cümle kurmayı değil, kısa tepkiler vermeyi tercih ediyor. Hâlbuki şiir, insanın kendine verdiği en uzun cevaptır. Bugünün şiiri kısaldı çünkü insanın sabrı azaldı. Şiirin anlamını değil, etkisini ölçer olduk. Oysa estetik, bir sonuç değil bir çiledir; sabırla demlenen bir farkındalıktır. Bu çağ çileye değil, çabuk tüketime inanıyor.
Benim için yazmak bir “tebliğ” değil, bir “itiraz” biçimidir. Mizah da, şiir de, deneme de aynı damar üzerindedir. Dilde indirgeme yapmadan bugüne ulaşmaya çalışıyorum çünkü insanın ruhunu yakalamak, kelimenin özüne sadık kalmakla mümkündür. Dil basitleştiğinde insan da basitleşiyor. Bu yüzden ben, “kolay okunan” olmayı değil, “okununca bir şeyleri yerinden oynatan” olmayı tercih ederim.
Her kesimden okura ulaşmak bilinçli bir yöntem değil; çünkü ben hiçbir zaman “herkes için” yazmadım. Hakikate kulak vermeye niyetli olan herkesle aynı dili konuşurum. Dilim bazen gülümser, bazen öfkeyle parlar; ama özü değişmez: kelimenin namusuna sadık kalırım. Yazdıklarımın mizahı da, şiiri de, o sadakatin yankısıdır.
İnsan, ruhuna dokunulunca susar, ben o suskunluğu arıyorum.
Yani ruhunuzu sakinleştirmek için şiir yazdığınızı söyleyebilir miyiz?
Şiir için durum farklı biraz. Şiir, beni sakinleştiren bir liman değil; tam tersine, içimdeki fırtınayı büyüten bir denizdir şiir. Yazarken huzura değil, gerçeğe yaklaşırım. Çünkü hakikat hiçbir zaman huzurlu değildir aslında.
Şiir, insanın kendini avutmak için sığındığı bir alan değil, kendine hesap sorduğu yerdir.
Beni rahatlatmaz, beni rahatsız eder. Ruhumun sükûnetini değil, direnişini besler.
Bazen bir dize, bütün sessizliğimi bozar; bazen bir kelime, bana kim olduğumu hatırlatır.
Ben şiiri bir terapi değil, bir tebliğ gibi yaşarım, kendime, insana, çağın kirine karşı bir uyarı olarak.
Şiir, içimdeki gürültünün sessizliğe dönüşme biçimidir; o yüzden ne zaman yazsam, aslında daha çok susarım.
Peki hocam dijital çağda hemen her şey değişti gibi. Maalesef geleneğin sarsılmaz olarak nitelendirilen duvarları bile bu çağdan nasibini kısmen aldı. Sizce dijital çağ, edebiyatın da işlevini değiştirdi mi? Edebiyat hâlâ aynı mı ya da aynı mı kalmalı yoksa değişen dünyada kendine daha da alan açarak insanı duygularıyla yüzleştirmeye devam etmeli mi? Ya da edebiyat gerçekten bu dijital çağda hâlâ insana duygularını tanıtabiliyor mu?
Dijital çağ, insanın parmak ucuna bir evren sundu ama ruhunun kapısını kapattı. Her şey hızla erişilebilir hâle geldi; ama hiçbir şey derinlemesine yaşanmaz oldu. Bu yüzden dijital çağ, edebiyatın işlevini değil, okurun derinlik kapasitesini değiştirdi. Artık insanlar bir metni bitirmiyor, kaydırıyor. Kaydırmak, okumaktan daha güncel bir eylem. Edebiyat ise kaydırılmaya değil, durulmaya davet eder.
Edebiyatın değişmesi gerektiğini söyleyenler, onun özünü yanlış anlıyor. Edebiyatın görevi çağın hızına yetişmek değil, o hızı sorgulamaktır. Eğer edebiyat da dijitalleşirse, insanın en son sığınağını da kaybederiz. Çünkü edebiyat, makinenin hesaplayamadığı şeyi söyler: acıyı, merhameti, utancı, inancı. Bu çağda bunların hepsi “duygusal zafiyet” sayılıyor. Oysa ben inanıyorum ki insanı hâlâ insan yapan tek alan, kelimenin içinde sızlayan o duygudur.
Edebiyat, insanın kendine tuttuğu aynadır. Fakat artık kimse yüzüne bakmak istemiyor. Filtreli fotoğraflar çağında, çıplak duygulara tahammül azaldı. Benim için edebiyat hâlâ bir tanıklık biçimidir. Yazmak, çağın dayattığı hızdan kaçmanın değil, o hızı ifşa etmenin yoludur.
Edebiyat değişmemeli; çünkü zaten her şey yeterince değişti. Biri sabit kalmalı.
O halde bu durumda edebiyatın takipçisi artık toplum değil yine edebiyatçılardır diyebilir miyiz? Bir de çağımız insanına ulaşmayı başaramazsak onların duygularını nasıl anlatabiliriz? Burada yazarlarımız nasıl bir yol izlemeli?
Toplum, artık edebiyatı takip etmiyor; çünkü kendi iç sesini duymaktan korkuyor.
Edebiyatın okuyucusu azaldı ama tanığı çoğaldı. Bugün herkes bir şey söylüyor ama kimse bir şey duymuyor. İşte edebiyat, bu sağır kalabalığın ortasında hâlâ bir fısıltı arayışıdır. Ben edebiyatın, toplumun nabzını tutmak gibi bir görevi olduğuna inanmıyorum. Edebiyat, kalabalığın ritmine değil, insanın kalbine kulak verir. Çünkü kalabalık değişkendir; insanın özü değil.
Eğer çağın insanına ulaşamıyorsak, bu onların dilsizliğindendir. Biz yine de yazmak zorundayız. Çünkü yazmak, ulaşmak için değil, hatırlatmak içindir. Yazar, çağın onayını beklememeli; çağla arasına mesafe koyabilmeli.
Edebiyat, rehberliğini popülerlikten değil, yalnızlıktan alır.
Ben inanıyorum ki hakikati dile getiren her metin, geç de olsa yolunu bulur.
Bir gün bir insan, bir cümlenin içine rastlar ve kendi kalbini orada tanır. İşte o an, bütün çağlar birbirine dokunur.

Katıldığım bir söyleşinizde “İzahını yapamadığımız her şeyin mizahını yapıyoruz.” demiştiniz. Bugün sosyal medyaya da baktığımızda hemen her şeyin alaya alınması, ciddiyetin yerini ironinin alması bir yerde sözünüzü doğrular gibi. Bu çağ, artık duygularını ancak mizah yoluyla mı gösterebiliyor? Eğer durum böyle işse edebiyat bu ironik çağda hâlâ ciddi bir yerden konuşabilir mi?
Evet, demiştim: “İzahını yapamadığımız her şeyin mizahını yapıyoruz.” Çünkü çağ, anlamın yükünü taşıyamıyor artık. Mizah, modern insanın utangaç savunması oldu. İnsan ağlamamak için gülüyor, yanmamak için şaka yapıyor. Mizah, bir tür zırh hâline geldi; ama o zırhın altında hâlâ yanık bir insan kalbi var.
Bugün sosyal medya, trajediyi bile “içerik”e dönüştürüyor. İnsanlar kendi yıkımlarını bile espriye çeviriyor çünkü acısını ciddiye alırsa dağılacak. Mizah, bir tür hayatta kalma refleksi. Fakat bu refleksin tehlikeli yanı şu: Ciddiyetini kaybeden bir toplum, önce duygusunu, sonra ahlakını kaybeder.
Edebiyat tam da bu yüzden var. Edebiyat, ironinin sınırına gelip “şimdi sus, artık gülünmez” diyebilen tek alandır. Ben mizahı kullanıyorum ama onunla sığınmıyorum. Mizahı, hakikatin elbisesi değil, çıplaklığını daha görünür kılmanın bir yolu olarak görüyorum. Çünkü bazen bir kahkaha, bir ağıttan daha serttir.
Edebiyat hâlâ ciddi bir yerden konuşabilir, hatta konuşmalıdır. Çünkü bu çağda ciddiyet devrimdir. Her şeyin tiye alındığı bir dünyada, hakikati ciddiye almak başlı başına bir başkaldırıdır.
Ben mizahı kalemimin kalkanı olarak değil, kılıcı olarak tutuyorum.
Vurduğum yerden gülmek değil, düşünmek sızmalı.
O zırhın altındaki insan tanımını biraz açabilir misiniz hocam?
O zırhın altındaki insan, kırılganlığını saklamaktan yorgun düşmüş insandır. Gülümseyerek ayakta duran ama içten içe tükenen…
Bir bakıma modern çağın trajedisi de bu: İnsan artık güçlü görünmek için kendi acısından utanıyor. Mizah, onun son savunma hattı. Çünkü gözyaşını saklayan bir çağda, kahkaha daha güvenli bir maske. Oysa insan, ancak kırıldığında insandır.
Ben o zırhın altındaki çatlakları arıyorum; çünkü hakikat, hep o çatlaklardan sızar.
Mizahı da bu yüzden seviyorum; ciddiyetin dokunamadığı yere bazen bir ironi dokunur.
Ama şunu unutmamak gerekir: mizah, insanı koruyabilir ama kurtaramaz.
Bir yerden sonra o zırh ağırlaşır; insan kendini taşımakta zorlanır.
Benim derdim o zırhı çıkarmak değil, insanın içindeki sesi o zırhın altından duyurabilmek.
O ses, hâlâ yanık, hâlâ diri, hâlâ umutlu bir sestir.
Kelimeler de bazen insanın ağırlığını belki de ağrılarını taşıyamıyor. Yazmak istediği eserdeki kurguda kelimeler hafif kalıyor. Mesela bir öykü karakteri düşünelim: çayının son yudumunda kaçtığı her şey geliyor boğazına dayanıyor. Titreyen elleri ile önce bardağı usulca bırakıp ardından sigarasını söndürüp var gücüyle koşmaya başlıyor. Koştukça, adımlarında eziliyor tüm sancıları. Böylesi ağır bir buhran geçiren bir karakterin öyküsünü ya da şiirini yazarken takdir edersiniz ki çoğu zaman kelimeler tam yansıtamıyor bu buhranı. Yani yazarın eserinde yazdığı karakterin sancısı, zihnindeki karakterin sancısına oranla hafif kalıyor. Bir öykü yazarı bu durumu belki dekorla birleştirip durumu toparlayabilir. Ya da uzun uzun tarif edebilir. Ya da yine dekordan beslenerek herhangi bir duvarın herhangi bir köşesine bir tablo yerleştirerek o tablodaki görüntü ile pekiştirebilir bir yerde. Siz şiirde ya da denemede kelimenin yetersiz kaldığı yerde neye sığınırsınız?
Kelimeler bazen yetmez, evet. Çünkü kelime, kan tutmaz. Kanı, teri, nefesi anlatır ama akıtanı değil. İnsan acısını yazamaz, sadece etrafında dolanır. Ben de o dolanmanın içinde kalmayı göze alırım. Bir duvarın önünde saatlerce susmak bazen bir roman yazmaktan daha sahicidir.
Şair için kelimenin yetersiz kaldığı yer, insanın başladığı yerdir. Ben orada sessizliğe sığınırım. Çünkü sessizlik kelimenin en olgun hâlidir. Her yazının bir eşiği vardır; o eşiği geçince artık anlatmak değil, katlanmak başlar. Yazmak bazen anlatmak değildir, sadece dayanma biçimidir.
Bir karakterin çayının son yudumunda boğazına gelen geçmişiyle aynı tıkanmayı ben de kelimede yaşarım. Orada cümleyi tamamlamam; boşluğu tamamlarım. Boşluk, kelimeden daha çok şey söyler bazen. Denemede bir susuş, şiirde bir vezin kırılması, bir hecenin eksilmesi… İşte ben orada duygunun çıplak hâline izin veririm. Bir fotoğraf koymam, bir tabloya sığınmam; çünkü ben kelimenin içine tablo yaparım. Yetersiz kaldığında kelimeyi değil, insanı dinlerim. Zira bazen en güçlü satır, hiç yazılmamış olandır.
Hocam çok güzel anlattınız ve söyleşiyi okuyan herkesin zihninde canlanacak o soruyu sormak istiyorum. Yazmak sizde tam olarak hangi açığı kapatıyor ve yazmaya nasıl başladınız?
Yazmak bende bir açığı kapatmıyor; tam tersine, zaten o açığın kendisinden doğuyor.
İnsanın içindeki eksiklik, tamamlanmak istemez; sadece görülmek ister. Yazmak, o eksikliğe ayna tutma biçimidir. Benim için yazmak, bir tamir değil, bir tanıklıktır. Kırılanı onarmam, sadece kırığın yerini gösteririm. Çünkü bazen bir yarayı iyileştirmek değil, onu dürüstçe anlatmak gerekir.
Nasıl başladığımı hatırlamıyorum. Yazmak, farkında olmadan içine düştüğüm bir çağrı gibiydi. Bir gün kelimeler beni susturdu, bir gün de sustuklarım kelimeye dönüştü.
Belki de yazmaya başlamadım; sadece içimdeki sessizlik bir cümle kurmaya karar verdi.
O günden sonra kelimelerle yaşamaya değil, kelimelere katlanmaya başladım.
Çünkü yazmak, insanın kendiyle konuşması değil, kendine dayanmasıdır.

Bazen, şiir şairi yazar, derler. Çoğu zaman hocalarımızın da bizzat kendi ağzından bu tarz cümleleri duyduk. “Bir anda kalktım ve yazmaya başladım. Sonra baktım ki kalem beni yazmış. Meğer ben şiiri değil şiir beni yazmış.” tarzı cümleleri çok defa duyduk. Siz de bir şiirin sizi yazdığını hissettiğiniz anlar oldu mu?
Olmaz mı… Bazen kalemi tutan ben olmuyorum. Yazı başlıyor, ben sonradan yetişiyorum. Şiir, bir çağrı gibidir; seninle konuşmak ister ama sen o dili unutmuşsundur. O zaman yazmak, hatırlamaya dönüşür. Benim yazdıklarımın bir kısmı bana ait değildir; ben sadece kelimelerin geçtiği bir koridorum. Şiir geçer, ben sessizce kenara çekilirim.
Şiir, yazanı seçer. Her şair kendi şiirinin yazarı değildir; bazen sadece aracıdır. Kelimeler bir anda dizilir, anlam bir yerden sızar. O anlarda insan, ilham değil iltica hâlindedir. Sığındığın yer kelime değildir; seni çağıran bir hakikat vardır. Ben ona teslim olurum. Çünkü bazı şiirler yazılmaz, gelir.
Beni yazan şiirler hep sancılıdır. Sanki bir yerimden eksiltir, bir başka yanımı tamlar. Yazarken değil, bitince fark ederim: o şiir benden çıkmadı, bana dokundu.
Bazen bir kelime, bir dua gibi iner. Bazen bir harf, bir secde kadar derindir.
O yüzden ben şiiri yazarken değil, şiir beni yazarken insan olurum.
Peki şiir bizzat şairin kendi katıksız duyguları değil midir?
Şiir, şairin duygusudur ama süzülmüş, arınmış, dönüştürülmüş hâlidir.
Ham duygudan doğar ama ham duyguyla kalmaz. Çünkü duygular, yazılmadan önce sahibine aittir; yazıldıktan sonra artık kelimenindir. Ben bir duyguyu değil, o duygunun insanda bıraktığı izi yazarım.
Şiir, bir anın değil, o anın yankısının sanatıdır. O yüzden “katıksız duygu” diye bir şey yoktur şiirde; çünkü her kelime, duygunun acısını taşırken aynı zamanda onu dizginler. Şair, hissettiğini değil, hissettiğinin gölgesini anlatır.
Yazarken kalpten geçeni değil, kalpte kalanı bulmaya çalışır.
Bazen bir dizeye yalnızca gözyaşı değil, sabır da karışır; o zaman şiir duygudan değil, imtihandan doğar. Şiir, içtenliğin çıplak hâli değildir; hakikatin estetikle giydirilmiş hâlidir.
Yani şiir, duygunun şekil almış hâli değil, duygunun kendine şekil vermesidir.
Herhangi bir şiirinizde ya da denemenizde metnin doğası gereği değil de o anın duygusuna daha fazla tutunabilmek adına metni bilinçli olarak uzattığınız yani aslında sözü biraz daha kalabilmek için sürdürdüğünüz oldu mu? Hani yazmak bazen bir anlatma biçimi değil de “gitmemek” için seçilen bir yol hâline gelir ya bu durumu yaşadınız mı hiç?
Evet, elbette. Bazı metinler bitmesin diye uzar, bazı cümleler kalabilmek için nefes arar. Bazen yazı, anlatmaktan çok oyalanmaktır. Çünkü insan, yazarken bir şeyi değil, birini ya da bir hâli kaybetmemeye çalışır. Kalemin ucunda sadece kelime değil, vedalaşmanın sancısı vardır. Bir dizeyi uzatırken çoğu zaman farkında olmam; sonra dönüp baktığımda görürüm: aslında orada birini tutuyorum, bir duyguyu biraz daha yaşatmaya çalışıyorum. Yazmak bazen gitmemek içindir, evet. Kelimeler, insanın kendini oyaladığı en zarif bahanedir. Bir paragrafı bitirmemek, bir kapıyı kapatmamaktır. Ama sonunda kelime bile bırakıp gider seni. Yazar kalemini bırakır, ama kelime onu bırakmaz. Ben de o anda susarım; çünkü bilirim, her metin biraz eksik kalmalı ki insan eksikliğini unutmasın.
Hocam, denemeleriniz çoğu zaman gülümsemenin eşiğinde duran bir sessizliği taşıyor. Suskunluk, kelimelerden daha mı dürüst bir ifade sizce?
Evet, bazen suskunluk kelimelerden daha dürüsttür. Çünkü kelime, her ne kadar içten gelse de bir seçimin ürünüdür; suskunluk ise çıplak hâlidir insanın. Konuşmak çoğu zaman bir şeyi anlatmak içindir, ama susmak bir şeyi saklamak değil, onu korumaktır. Ben suskunluğu bir eksiklik olarak değil, bir erdem olarak görürüm. Çünkü sessizlik, kelimenin ulaştığı son mertebedir.
Denemelerimdeki o gülümsemenin eşiğinde duran sessizlik, aslında kelimenin yorulduğu yerdir. Bazen bir düşünceyi en iyi cümle değil, cümlenin bittiği o durak anlatır. Suskunluk, bir anlamı tamamlamaz; sadece onun etrafında dönerek derinleştirir.
Kelimeler, insanın dışa bakan yüzüdür; suskunluksa içe dönük aynası. Benim için ikisi birbirini tamamlar. Çünkü bazen bir kelime gerçeği söyler, ama sessizlik onu doğrular.
Son olarak herhangi bir eseri bitirdiğinizde bilgisayarı kapamadan önce dosyaya bakıp gerçekten “bitti” diyebiliyor musunuz yoksa biten dosya sizde bir eksiklik hissi mi bırakıyor? Yani hissettiğiniz duygu daha çok bir vedalaşma mı teslimiyet mi?
Hiçbir metin gerçekten bitmez, sadece yazarından vazgeçer. Ben dosyayı kapattığımda bir metni değil, bir hâli geride bırakırım. “Bitti” demek, bir şeyin tamamlandığını değil, artık seni taşımadığını kabul etmektir. Yazmak benim için bir tür içsel göçtür; her cümle bir yere varır ama ben orada kalamam. Bir metin bittiğinde hissettiğim şey ne tam bir vedalaşma ne de tam bir teslimiyettir, ikisinin arasında asılı bir sessizliktir. Çünkü yazmak, insanın kendiyle yaptığı en uzun konuşmadır; ama her bitişte o konuşmanın içinde eksik kalan bir ses kalır. Ben her dosyayı kapattığımda bilirim ki orada bir cümle değil, bir parçam açıkta kaldı. Belki de o yüzden hiçbir şey tam bitmez, sadece susar.
Teşekkür ederim.
Bu keyifli röportaj için ben çok teşekkür ederim. İyi bir röportajın sırrı iyi cevaplarda değil, iyi sorulardadır; çünkü doğru soru insana kendini yeniden düşündürür. Bu anlamda sorduğunuz her soru bir aynaydı, hem kelimelerime hem de niyetime. O aynada kendimi görmek, yazının sessiz tarafına yeniden dokunmak gibiydi. Emeğiniz, dikkatiniz ve zarafetiniz için içtenlikle teşekkür ederim.
