Sevgi YILDIRIM

Sevgi YILDIRIM

09 Eylül 2024 Pazartesi

BARİ ADALETİN “A”SINI KURTARALIM

BARİ ADALETİN “A”SINI KURTARALIM
0

BEĞENDİM

ABONE OL

Kişi için değil umum için adalet sağlanabildiği gün bu ülkeye dair solan umutlarımız yeniden yeşerecek.

Devleti yönetme erkine sahip olanların adaletle ilgili alanlarda taraflı, yetersiz, basiretsiz, umursamaz, lakayt olmalarının suçluların kahraman edasıyla salınarak ortalarda boy göstermesi sonucunu doğurmasına şaşırıyor muyuz?

Şaşırmıyoruz. Bununla beraber ülkemizin geleceğine dair umutlarımızı kaybediyoruz. Oysa adalet hava gibi su gibi öyle vazgeçilmez bir şey ki herkese her zaman lazım. Zira hırsız da hırsızlığa, arsız da arsızlığa uğradığında hakkı talep eder.

Öyleyse yok öyle üç kuruş çalana otuz yıl, arkasını dayadığı ağababasından aldığı güçle milyonları götürenlere özgürlük. Yapmayın beyler yapmayın! Adalete muhtaç olanları haklarını aramak için olmadık yollara girmeye mecbur bırakmayın. Hele gerçekten rehberinizin Hz. Ömer olduğu iddiasındaysanız iyi bir silkinip kendinize gelin.

Neyse modumuzu düşürmeyelim. Neydi o ağızlarda sakız gibi çiğnenip tükürülen motto? Hah, tamam şöyleydi galiba, haydi hep beraber: Enerjiiiiii… Yok, olmuyor yahu diyemiyorum. Yalancıktan da olsa içim kalkıyor, midem bulanıyor.

Ben yine “Bütün dünya kadrosunda hakkını isteyen kim ve ne varsa bize gelsin!” diyen merhum Necip Fazıl’ın ardından giden safların arasına karışıyorum. Ne diyordu Üstad: “Adâlet, hakkı “mâvuzua leh”ine, lâyık olduğu yere koymaktır. Bir şeye hakkını vermek, onu dengi olan karşılığa kavuşturma, gereğine erdirmek. Bir şeyi, o şey ister bir mâna, ister bir madde olsun, uygun olduğu hak makamına oturtmak, nispet belirttiği ölçü plânına çıkarmak, muhtaç olduğu kıymet vahidine ulaştırmak… Adâlet budur.”

Gördünüz mü adalet neymiş? Nereden aklandığının, seni kimlerin akladığının bir önemi yok, maşeri vicdanda aklanıyor musun ona bak. O hâlde haydi buyurun, safları sıklaştıralım!

Sevgi Yıldırım

Devamını Oku

NE BİZDE ENSAR RUHU VAR NE ONLARDA MUHACİR

NE BİZDE ENSAR RUHU VAR NE ONLARDA MUHACİR
1

BEĞENDİM

ABONE OL

Mülteci olmak keyfi bir durum değil zorunluluktur bunu biliyoruz.
Suç bireyseldir onu da kabul ettik.
Peki bu kadar yoğun ve sürekli göç dalgasının yaşandığı, sıra dışı ve kontrolsüz bir sığınmacı girişinin olduğu bir ülkede asayişi temin etmek, hem vatandaşının hem mültecilerin güvenliğini sağlamak kimin sorumluluğunda?
Türkiye topraklarına girmeye başladıkları ilk günden itibaren devletimizi yönetenlerce “misafir” olarak nitelendirilip kendilerine “geçici koruma statüsü” verilen, yerleştirildikleri kampların “geçici barınma merkezleri” olarak adlandırıldığı, çocuklarının eğitim gördükleri okullara “geçici eğitim merkezleri” denilen Suriyeliler söylendiği gibi geçici olmayıp kalıcı olmaya başlayınca ülkemiz insanında da bir taaccüp, huzursuzluk ve gerginliğin meydana gelmesi normal değil mi?
Ya devleti yönetenlerin bu huzursuzluğu görmezden gelip mülteci sorununu günlük ve geçici politikalarla çözümlemeye(!) çalışmasını nasıl izah edeceğiz?
Mesela en başından göç idaresi ile ilgili başlı başına bir bakanlığın olmaması kimin hatası?
Zaman içerisinde, özellikle 2013 yılı sonrasında kamplarda kalan Suriyeli sığınmacıların oranı azalırken, şehirlerde Türkiye halkı ile iç içe yaşayanların sayısının artması; kamplarda yaşayanların oranı 2013 yılında %94 iken 2023 yılı itibarı ile bu oranın %2’ye düşmesi hangi denetimsizliğin neticesi?
Hükümetin sığınmacıların ihtiyaçlarının karşılanması için kamp odaklı bir yaklaşım yerine kentlerde serbest ikameti öngören bir politika izlemesi bugün karşı karşıya kaldığımız pek çok sorunu doğurdu.
Hatay, Gaziantep, Şanlıurfa, Mardin gibi Suriyelilerin yoğun olarak yaşadıkları; yerli nüfusa oranlarının neredeyse yarı yarıya olduğu illerimizin yanı sıra İstanbul, Ankara, İzmir, Bursa gibi büyük şehirlerimizde de Suriyeli nüfusu çok arttı. Suriyeli sığınmacıların kayıtlı oldukları kentlerde yaşamamaları ve bu konudaki kontrol ve denetim eksikliği de cabası.
Sorunların çözümü vatandaşa bırakılması herkesin kendi adalet arayışını uygulamaya başlaması anlamına gelir ki bunun ülkede kaos ve kargaşa çıkaracağı aşikar.
Ya Suriyeli mültecilerin Türkiye’ye göç etmeden önce 2010 yılında Suriye’de 3,4 olan doğurganlık oranının Türkiye’de 2018 yılından itibaren 5,3 düzeyine ulaşması hangi kontrolsüzlüğün sonucu? (Türkiye’deki toplumun 2022’de tespit edilen doğurganlık oranı 1,6. Burada Türkiye’de 2022 yılında 33,5 olan ortanca yaş seviyesinin Suriyeli mültecilerde 22 olduğu gerçeğini de belirtelim.)
Suriyelilerin kendi içinde kapalı bir hayat sürüp gettolaşması tehditi nasıl meydana geldi? Bu bölgeler sosyo ekonomik yönden bizim insanımızın da düşük seyir gösterdiği yerler. Böyle olunca çatışmalar da kaçınılmaz oluyor.
Kiraların artışı, iş gücünün ucuzlaması hangi ihmalin sonucu?
Normal şartlarda bir ailenin yaşayamayacağı evlerde birkaç Suriyeli ailenin barınmasına izin verilmesi hangi kontrolsüzlüğün eseri?
“Suriyeliler olmazsa bu işleri yapacak kimse bulunmaz.” kolaycılığı yerine bir işin makul ücretinin belirlenmesi, çalışanların kayıt altına alınıp denetlenmesi hem mülteci emeğinin istismarının önüne geçip hem de halkımızda oluşan huzursuzluğu gideremez mi? Ayrıca bizdeki ara eleman yokluğu sadece iş beğenmezlikten mi kaynaklanıyor? Eğitim sistemindeki saçma sapan uygulama ve işleyişin bu açıkta hiç mi payı yok? Başta Suriyeliler olmak üzere bu sisteme kontrolsüzce dahil edilen mülteci öğrencilerin sebep olduğu yeni sorunlar neden görmezden geliniyor? Çok uzağa gitmeye gerek yok, Ankara’da mülteci öğrenci yoğunluğunun olduğu bölgelerde ufak bir inceleme yapılması bile sorunların gözler önüne serilmesi için yeterli.
80 İhtilali’nden sonra bir yolunu bulup Avrupa’ya sığınanlar, iltica ettikleri Avrupa ülkelerinde üç ay boyunca resmî kurumlarla yürütülecek işlerden tutun çöp ayrıştırmaya kadar kendilerine yoğun bir eğitim verildiğini anlatırlar. Bu süreçte dil öğrendiklerini, sosyal hayata ve görgü kurallarına dair kurslara katıldıklarını söylerler. Pek çoğu hâlâ Avrupa’da yaşıyor.
Biz de mültecileri kontrollü bir şekilde alıp onları bazı eğitimlerden geçirebilir miydik?
Başlangıçta bu yönde çabalar olduğunu biliyoruz fakat sonrasında ipin ucu öyle bir kaçtı ki tekrar yakalamak mümkün olmadı. Bu kadar yoğun ve sürekli bir göç dalgasına maruzken uyum eğitimi yapabilmek belki de imkansızdı. En doğrusu sığınmacıların kendileri için oluşturulan bölgelerde tutulması ve “şehir mültecileri” oluşumuna izin verilmemesiydi. Hem sosyal hem de ekonomik açıdan yapılması gereken buydu.
Kendi içimizde sosyal ve kültürel uyuşmazlıklar varken, kendi insanımızın ekonomik sorunları mevcutken, toplumumuzdaki pek çok davranış bozukluğuna henüz çözüm üretememişken bir de mültecileri böylesine kontrolsüz bırakmanın ülke genelinde büyük bir gerilime sebep olduğunu sade vatandaş olarak biz görüyoruz da devleti yönetenler görmüyorlar mı?
Yapmayın! Ortada yanlış yönetilen bir süreç ve yapılan büyük hatalar var. İnsanlar arasında oluşan gerginliğin fitili ateşlendi bile. Bu kadar yıllık ev sahipliğimiz ve emeğimizin karşılığında uğradığımız nankörlük gözünüzü açsın. Türkiye’yi, Ortadoğu’yu karıştırarak bu göçe sebep olan Avrupa’yı mülteci akımından koruyacak tampon bölge olmaktan çıkarın artık. Zararın neresinden dönülse kârdır. Dönün artık!

Sevgi YILDIRIM


*Yazıdaki ilmî veriler Hacettepe Üniversitesi’nde öğretim üyesi olan, mültecilerle ilgili pek çok çalışması bulunan, Prof. Dr. Mehmet Ali Eryurt’un 28 Ağustos 2023 tarihinde Fikir Turu sayfasında yayımlanan makalesinden alınmıştır.

Devamını Oku

HUZUR HAKKI GERÇEKTEN HAK MI?

HUZUR HAKKI GERÇEKTEN HAK MI?
2

BEĞENDİM

ABONE OL

Devletin çok önemli işlerini gören kişilere yüksek maaş verilsin. Hatta bu kişilere, işlerini rahatça yürütebilmeleri için hesabı sorulmayacak bir örtülü ödenek de tahsis edilsin. Yeter ki iş ehline verilsin. Devletin bazı işlerinin bedelinin hiçbir maaşla ödenemeyeceğini hepimiz biliyoruz; bu işleri yürütme vazifesini hak edenlerin herhangi bir beklentilerinin olmadığını ve maaş hesabı yapmadıklarını da…

Mesele şu ki, o önemli işlerin başına gerçekten liyakat sahibi kişiler getirilmiyor. Oysa bize, Şah İsmail’e elçi olarak gönderilirken, üstelik bu vazifenin ucunda ölüm olduğu hâlde devletten hiçbir şey istemeyen ve vazifeyi kabul etmek için sadrazama tek bir şart sunan Muhsin Çelebiler lazım. Ne diyordu Muhsin Çelebi:

“Madem ki bu bir fedakârlıktır, ücretle olmaz. Karşılıksız olur. Devlete karşı ücretle yapılacak bir fedakârlık, ne olursa olsun, gerçekte şahsi bir kazançtan başka bir şey değildir. Ben maaş, makam, ücret falan istemem… Karşılık beklemeden bu hizmeti görürüm. Koşulum budur!”

Şimdilerde attığı her imzanın karşılığını fazlasıyla isteyen ve üstüne bir de “huzur hakkı” bekleyenlere bu sözler ne ifade eder, bilmiyorum.

Bir adım daha ileri gidelim: Milletvekillerine ve belediye başkanlarına maaş verilmesin. Milletvekilliği ve belediye başkanlığı meslek mi? Bu kişiler atanmış mı seçilmiş mi? Bu görevlere kendileri aday olmuyorlar mı? Bu görevleri yapmayı kendileri istemiyorlar mı? Amaçlarının halka hizmet etmek olduğunu söylemiyorlar mı? O hâlde devlet, bu makam sahiplerinin sadece masraflarını karşılasın. Ayrıca buralardan emekli de olunmasın.

Sendika başkanlarına, muhtarlara, devletten aldıkları maaşın neredeyse on katını yönetim kurulu üyeliklerinden alanlara da maaş verilmesin.

Neden olmasın?

Huzur hakkı adıyla alınan maaşlar kime huzur getiriyor acaba? Asıl olan, kafaların huzuru mu mabatların rahatı mı?

Ne düşünüyorum biliyor musunuz? İlkokul 4., ortaokul 5. ve 6. sınıflarda Ömer Seyfettin’in hikâyeleri okutulsun çocuklara.

Özellikle “Pembe İncili Kaftan” okutulsun. Devletten “bir pul” bile almadan, bütün masrafını kendi cebinden karşılayarak elçilik görevine giden Muhsin Çelebi’nin, çiftliğini ve mandırasını rehin koyarak temin ettiği parayla aldığı ve Şah İsmail’in sarayında ayakta beklemeye mecbur bırakılınca sırtından çıkarıp yere serdiği o dillere destan pembe incili kaftanı, “bir Türk yere serdiği bir şeyi bir daha arkasına koymaz” diyerek onun şaşkın bakışları altında nasıl ve niçin orada bıraktığı anlatılsın çocuklara.

Vatan nedir, nasıl sevilir öğrensin çocuklar. Durun! Hatta büyüklere de okutulsun bu hikâye. Özellikle maaş almaya doymayanlara…

Sevgi YILDIRIM

Devamını Oku

KADERDE NE VARSA O GELİR BAŞA!

KADERDE NE VARSA O GELİR BAŞA!
1

BEĞENDİM

ABONE OL

Sanırım her şey “Deliler”den vazgeçtiğimizde başladı.

Gözükara, savaşçı, akıncı ruhumuz onlarla beraber gitti.

Bütün heybetimiz onlarla birlikte yok oldu.

Deliler ki dörtnala giden atlarının üzerinde başlarında kurt derisinden kalpakları, sırtlarında kaplan postundan kaftanları, omuzlarında kartal kanatlarıyla uçarken zalimlerin yüreğine korku salarlardı.

Mazlumlar onların “serhadlik”lerinden çıkan mahmuz şakırtılarını, atlarının nal seslerini duyduklarında kaybettikleri ümitleri dirilirdi.

Deliler ki pirleri Hz. Ömer’di. “Kalpaklarımız Emîrü’l-mü’minîn Hz. Ömer’in çizmesinin koncuğudur, ocağımız müşârün ileyh efendimize mensuptur.” diyerek Hz. Ömer’in cesaret ve adaletini sürdürme davasında olduklarını beyan ederlerdi.

Delilerden vazgeçtiğimizde her şeyden vazgeçmeyi göze almıştık aslında.

Mücadeleden
Kavgadan
Hak arayışından
Düşeni düştüğü yerden kaldırmaktan…

Ardından deli olmak kötü bir şeymiş gibi gösterildi bize.

Sanki her işe ille de hesaplı kitaplı girişmek gerekirmiş gibi.

İnce hesaplar yapmanın mücadele azmini törpülediğini fark ettiğimizde iş işten çoktan geçmişti.

O ince hesaplar yapıldığı sırada Delilerin harekete geçmiş olmasının ne denli önemli olduğunu çok acılar çekerek anladık.

Ne yazık ki olan olmuş, deli cesaretimiz kaybolmuştu.

Oysa haksızlığın, adaletsizliğin, zulmün olduğu yerde herkese delice bir cesaret lazımdı

yalnız

Delilerin sancaklarını dalgalandırarak açtıkları yoldan da onların ardı sıra koskoca bir ordunun yürümesi.

Ne yazıyordu o sancakta: Kaderde ne varsa o gelir başa!

Yani?

Korkunun ecele faydası yok! Olacaksak da adam gibi öleceksek de … Üç günlük dünyaya çakılacak kazık henüz icat edilmediğine göre…

Deliliğin hiç olmazsa mazisi şanlı. Aptallığın şerefli bir tarihi bile yok, demiş diyen.

O zaman?

Delilik iyidir.

O zaman?

Atın dorusu, yiğidin delisi.

O zaman?

Serdengeçti Delilerin sancağını kaldırma vakti.

Sevgi YILDIRIM

Devamını Oku

KİMLERDEN BIKTIK?

KİMLERDEN BIKTIK?
2

BEĞENDİM

ABONE OL

Evvela ve en çok samimiyetsizlerden
Fikriyle zikri uyuşmayanlardan
Akıl verme illetine tutulmuşlardan
Hocanın dediğini yap, yaptığını yapma ikiyüzlülüğünde olanlardan
Söylemiyle eylemi tutarsızlardan
Üstünlük taslama hastalarından
Kibirlilerden
Hele de kibirli siyasetçi ve bürokratlardan
Bir zamanlar haksızlığa uğramış olup gücü ele geçirince haksızlık yapmayı hak görenlerden
Kendi adaletini uygulama çabasındakilerden
Şovenistlerden
Şovmenlerden
Doymak bilmeyen açlardan
İşlediği her suça kendi inancı ve fikrince kılıf uyduranlardan
Suskun haklılardan
Arsız ve çığırtkan haksızlardan
Zulme uğrayıp sessiz kalanlardan
Zulmü görüp ses çıkarmayanlardan
Eylemsizlerden
Kendisini sütten çıkmış ak kaşık sanıp çuvaldızı başkasına dürtmeyi sevenlerden
Şükür ve sabrı hep fakirden bekleyenlerden
Cehaleti seven cahillerden
Ben yaptım oldu, tavrındakilerden
Keyfî uygulama tutkunlarından
Çok konuşup boş konuşanlardan
Münafıklardan
Hırsızlardan
Yolsuzlardan
Aymazlardan
Tutarsızlardan
Vurdumduymazlardan
….

Bu liste uzar gider ama ben burada bırakıyorum artık devamı sizden…

Sevgi YILDIRIM

Devamını Oku