03 Nisan 2025 Perşembe
“ABDULLAH ismi Kur’an-ı Kerim’de geçer mi?” sorusuna genellikle verilen cevap;
“Abdullah isminin anlamı ile ismin Kur’an kaynağında geçip geçmediği açığa çıkmaktadır. Abdullah ismi, Allah’ın kulu ve kölesi olan kimse anlamına gelmektedir. İsmin anlamında Allah ve kul kelimeleri Kur’an’da geçtiğine işaret etmektedir. Değerli bir isim olarak karşımıza çıkmaktadır. Kur’an kaynağında geçmesinin dışında son peygamberin de sevdiği isimler arasında olduğu bilinmektedir.” şeklindedir…
Yani buradan anlaşılıyor ki, Kur’an’da bire bir böyle bir isim yok…
Allah isminin Kur’an’ın indirilmesinden önce varlığı da şaibeli. Çünkü o da her hâlükârda bir TANRIÇA ismi…
Dolayısıyla ay tanrıçası penceresinden bakınca, Allah ile aynı harflerden oluşuyor iddiasından hareketle, HİLAL’in kutsiyetine de gölge düşürüyor…
Neresinden tutarsanız elinizde kalıyor…
İman denilen şey sadece teslimiyet ve biat mı, en büyük ve önemli KISTASI AKIL değil midir?
Abdullah ismine yüklenen “Allah’ın kulu” anlamından hareketle, “Allah” ve “kul” kelimelerinin Kur’an-ı Kerim’de geçiyor olmasına atıfla Abdullah ismine böyle bir anlam yüklenmesi tartışılır bir durumdur.
Abdullah: Abdul = Kul, köle ve Lâh = Putperes…
Araplarda en çok sevilen putlardan birinin ismi…
Yani Abdullah isminde Allah lafzı yok…
Ve İslamiyet öncesinde LÂH isimli put kastedilerek kullanılmış olması, imani manada şirke götürecek tehlikeli bir durum değil midir?
Hem de siz Türkçe TANRI kelimesini iman testine tutarken, tarihte var olan bir put atfedilerek kullanılan bir ismi hangi dinin ve imanın süzgecinden geçiriyorsunuz?
İslam’ın tebliğinden sonra yaradanın sevilen isimleriyle, Abdul = Kul, köle birleşimiyle üretilen isimlere yüklenen “Allah’ın kulu” anlamını Allah ismiyle de oluşturmak isterseniz, ortaya çıkan isim “Abdulallah” olmaz mı?
Ki ilk bakışta “Köle Allah” algısı oluşturmaz mı?
Sünnet kisvesine sokulmasında da aynı çelişki mevcut…
Peygamber Efendimiz’in babasının adı Abdullah olması hasebiyle seviyor olması, imani ve dini bir tasarruftan ziyade kültürel bir terbiye değil midir?
Neresinden bakarsanız bakın, indirilen İslam’ın değil, uydurulan İslam’ın şirke çok yakın bir hezeyanıdır bu yaklaşım… Vesselam…
(NOT: MERHABA ve SELAMÜNALEYKÜM ifadelerinde de maalesef aynı dini çelişki ve ikilem yaşanıyor.)
Muhsin Başkan’a yapılan suikasti anlatırken, anlama çabası da sarfetmez isek, hakikate ulaşamaz, günü birlik avuntularla iştigal eder, kısır döngülerde emekler dururuz..
Bu suikastin izlerini Musuldan Kosovaya uzanan Uyanış Projesinde, 1 Mart Tezkeresinde, 1912’de aramak lazım gelir düşüncesindeyiz… 1912’de Trablusgarp’ta, Balkanlarda Enver Bey, Kuşçubaşı Eşref, Mustafa Kemal ne ise Muhsin Başkan’da odur…
Dağlıca baskını, 33 silahsızlandırılmış Mehmetçiğin katli, Sivas ve Başbağlar Operasyonları, Uğur Mumcu, Adnan Kahveci, Recep Yazıcıoğlu, Eşref Bitlis suikatlerinin halkası niteliğinde, “milli direniş ve uyanış projesine” yapılan bir suikasttir bu…
Kendisini ortadan kaldırıp, parti ve teşkilatlarına hakim olmak düşüncesi de bununla alaklıdır zaten.. Bu bağlamda 2007 Kogresi sonrasını da irdelemekte fayda mülahaza ediyoruz..
1999’da, Muhsin Başkan’a iktidar teklifi yapanlarla, onlara verilen “hayır” cevabından cesaret bulan diğerlerinin 2002 yılında yaptıkları teklife aldıkları hayır cevabı akabinde ortaklaşa yaptıkları bir “derin operasyondur” bu suikast..
Dolayısıyla tetikçileri ve işbirlikçilerini tespit ve teşhir için müneccim olmaya gerek olmadığı düşüncesindeyiz.. Bunun için güncel Türkiye siyasetini ve siyasetçilerini, “milli hassasiyetle” tahlil etmek, edebilmek yeterli olacaktır…
Muhsin Başkan’ın mirasının, ülkücü kadroların bir iki parti ve 3-5 ocak teşkilatından ibaret olmadığını söylediğimiz de, “şok” olup, saldıranlar unutmasınlar ki, biz bu oyunu bozmakta kararlıyız.
Vesselam..
Zafer Güler
Net ve açık söylüyorum BBP dahil, TBMM’de grubu olan siyasi parti teşkişatları, bu teşkilatlarda aktif görev alanlar Muhsin Başkan için okuyacağınız Kur’an ve Fatihalara sözümüz olmaz, amma velakin katilleri ile alakalı laf ederken “tarafınızca” siyaset yaparsanız, riyakarlığa düşersiniz..
Sizlerde bal gibi biliyorsunuz ve bu olayın aydınlanması Cumhurbaşkanı, Bakanları ve Vekilleri nezdinde TBMM’nin sorumluluğundadır… Aksini iddia edip, siyasi manevralara kalkışmak da tek kelime ile işbirlikçiliktır, riyakarlıktır, fırıldaklıktır…
Farkında mısınız, Muhsin Başkan sağcısından, solcusuna, dindarından, laikine bir nebze olsun “vıcdan sağibi” olan gönüllerde “iktidarını” büyütürken “riyakar siyasetçiler” cukurlaşıp küçülüyorlar…
Unutulacak diye kimse beklemesin.. Unutulması bir yana bu ateş gün geçtikce büyüyor.. Bu ateş gün geçtikce korlanıyor… Bir Kosova-Urumiçi, bir Çeçenya-Tebriz, bir Musul-Kerkük. bir Halep-Kudüs gibi mazlumların, haklıların Allah ve hürriyet sevdalılarının elinde bir meşale, usunda bir hedef olarak mahşere dek var olacaktır…
Bizim, sizin, onların, herkesin riyakar tavrına rağmen Cenab-I Allah Davasının, Davacısının Hakkının Hukukunun vebalini kıyamete dek yaşatacak hepimize..
Bu işin mazereti, bu işin özürü yok… Ya mahkemeleri kuracak “kısası” bulacagız, yada mahşere dek bu utanç ile yaşayacağız…
Ya adalet, ya delalet… İlle de adalet
Kimse kendine kabir ziyaretinden, anma mesajından, proğramından, seçim vadlerinden teselli aramasın…
Muhsin Yazicıoğlunun “kısası” , Devlet-i ebet müddet gibi, Ilayı Kelimetullah, Nizam-ı alem gibi, Musuldan, Kosovaya, Adriyatikten Çin Seddine kutsal bir sevda, kutlu bir davadır artık..
Şehidimizin Ruhu şad, Davası gazamız olsun..
***
Sus demesin kimse bana peşinen söverim
Gücüm yeterse hatta ve hatta döverim
Sakın ha, ne alkış isterim ne de aferim…
Söyleyin, ben bunların nesini seveceğim
Terbiyem elverse vallahi billahi söveceğim..
„ Provake olmayacağız “ mış, lafa bak lafa!
“Sağduyu” diyorlar utanmadan, ettikleri gafa,
Kafa değil adamlardaki, sanki hormonlu yafa..
Söyleyin, ben bunların nesini seveceğim
Terbiyem elverse vallahi billahi söveceğim..
Ardından hüzünle kanlı göz yaşı aktı..
Reis donarken zirvede, ateşi bizi yaktı…
Biri vasiyete, diğeri de mirasına taktı…
Söyleyin, ben bunların nesini seveceğim
Terbiyem elverse vallahi billahi söveceğim..
Adam olan adam el öpüp biat etmez,
Ederse de, çıkıp ben liderim demez…
Aptal yerine koymayın, kimse bunu yemez..
Söyleyin, ben bunların nesini seveceğim
Terbiyem elverse vallahi billahi söveceğim..
Tavrınız tutumunuz ediyor bizi şok
Yeter artık maval okumayın, karnımız tok
Gafletse uyanın, ihanetin affı yok!..
Söyleyin, ben bunların nesini seveceğim
Terbiyem elverse vallahi billahi söveceğim..
Birileri oyalıyormuş, peki kim o birileri
Değilmi ki onlar okyanus ötesinin irileri..
Hesaptan kaçamayacak ölüleri dirileri
Söyleyin, ben bunların nesini seveceğim
Terbiyem elverse vallahi billahi söveceğim..
Ayrılarak birlik olur mu beyler, bu ne iş?
Bahar yok artık bize, dört mevsim kış..
Bu gidişle denecek, göze göz, dişe diş
Söyleyin, ben bunların nesini seveceğim
Terbiyem elverse vallahi billahi söveceğim..
Hilal emir Gül tavsiye söz benim
Mangal yüreklerde yanan köz benim
Şu milletin elindeki son koz benim…
Söyleyin, ben bunların nesini seveceğim
Terbiyem elverse vallahi billahi söveceğim..
BeyKhan
Analizlerimiz, eleştirilerimiz için, birileri bizi düşman görse de, biz Cumhurbaşkanı ve Hükümet düşmanı değiliz… Ülkücü terbiyemiz, devlet şuurumuz zaten buna müsaade etmez…(Ve bunun sorgulanmasını hakaret kabul eder, sahibine iade ederiz…) Kimseye de düşmanlık yapın demiyoruz..
Tek isteğimiz memleket ve insanlık için ecdadımıza yaraşır yönetilelim istiyoruz… Sesimize kulak verin, elimize el verin istiyoruz…
Devletimizi sevmek, yöneticilerimizle övünmek istiyoruz… Allah şahit, bütün güzellikler yapılsın da, siz yapın istiyoruz…
Maksadımız, kavgamız, mücadelemiz, ne şartta olursa olsun gitmeniz için değil. ilahi ve tarihi hakikate, adalete iltica, yaratılış gayenize rücu etmeniz içindir…
Hemcinslerinizin yaptıklarını, tersinden yapmak yakışıyor mu size!.. “Eskiden de vardı demek” “Amerika’da, Batıda da bu böyle” demek, hangi tefekkürün ifadesidir?.. Millilik bu mudur?.. Müslümanlık, Dindarlık bu mudur?..
Biz sizden mucize istemiyor, evliyalık beklemiyoruz… “Mütedeyyin bir Müslüman, onurlu bir insan olun” diyorsak çok ve yanlış şey mi istiyoruz?…
Değerlerimizin sizin ihmalinizle, suiistimalinizle, gafletle, ihanetle, adına ne derseniz deyin sizin vesilenizle tarumar edilmesi yüreğimizi yakıyor…
Yok bunca tecrübeye rağmen “dediğimiz dedik” diyecekseniz, düşmanlığı, nefreti ve hainliği bir zahmet kendinizde arayacaksınız!..
UNUTMAYIN ALLAHIN DA BİR HESABI VAR!.. BİZ ONA TABİYIZ!..
*******
I-
Yusuf olunmuyor yatmakla, hasbelkader zındanda
Bıraz akıl, biraz haya, çokca iman olmalı insanda
Rabbim ille de “Ikra” derken Kitabı Kur’anda
Cehalet ummanına dalmayın Beyler,
Mazlumun Ahini almayın Beyler!..
-II-
Bana sus sus der ama kendisi susmaz
Haram yemeyen, küfür kusmaz
Yereğimde sizin mayanız tutmaz
Ayağıma dolaşıp, durmayın Beyler
Vatandaşın gönlünü kırmayın Beyler!..
-III-
Kimi seversen sev, sevgine karışmam
Senin ile oturup, sidik de yarışmam
Dün “sövdüğümle” bugün sarışmam
Tilkiyi kümese sokmayın Beyler..
Dilime “kelepçe” takmayın Beyler!..
-IV-
Zor kapanır derler gönül yarasi
Bir nefesdir Beşik ile Kabir arası
Ne kaşın hilali, ne de gözün karası
Döndüremez beni yolumdan Beyler
Bırakın tutmayın kolumdan Beyler!..
-V-
Çaşıt sadağında, kahpe ok olanlar,
Ganimette pay, kavgada yok olanlar
Nesebi sidik, soyu bok olanlar
Suyuma necaset katmasın Beyler
Para eden herşeyi satmasın beyler
-VI-
Her yediği halt yanına kar kalıyorsa
Ülkücüden Peygamber şani alıyorsa
Benim obama fitne salıyorsa
Kimse bu zokkayı yutmasın Beyler
Kırılan kol, yen ıçınde durmasın Beyler
-VII-
Demokrasi, seçim, sandık, bunların makyajı
Eder isen eğer, zülmü kendine baştacı
Sonunuz ya zındandır, ya darağacı
Bulanmadan durultun suları Beyler
Freng elinde bunların yuları Beyler!..
BeyKhan(Köln)
Kültürsüzlüğün kültür gibi algılanıp kültür haline geldiği bir zamanda, kültürel içerikli bir dergiye yazı yazmanın, hem de içinde tarihten başka bir şey bırakılmayan ÇANAKKALE gibi tarihî bir olay hakkında yazmanın zorluğunun idraki ile yazdığımız bir yazıyı sizlerle paylaşmak istedik. RETÖ/Ergenekon/FETÖ tiyatro-komedisinin sınırları zorlayan noktaya geldiği şu günlerde, millet olarak nasıl bir kumpas altında olduğumuzu ve bu kumpasın yaklaşık 100 yıl öncesindeki parmak izlerine işaret etmeyi (doğru anlaşılmayı umarak) amaçladık…
Tarihî olayları iyi okumak lazım. İyi okumak lazım derken, elbette ki kaynak önemli, ama kaynaktan önemlisi de algılama ve anlama olgusudur…
Aslında cereyan eden olay, zaman ve mekân kapsamında “iki kere iki dört eder” hükmünce müspet ve aşikâr iken, toplumların bakış açısı ve olaya yüklediği değerler, netice itibariyle olayı değişik tanımlamaya vesile olur. Yani sizin fetih dediğiniz bir tarihî olaya başkaları rahatlıkla istila diyebilir… Biraz daha açmak gerekirse, biz İstanbul’un fethi derken, Bizans esrafının istila serzenişleri gibi…
Burada tarihin doğru ve yanlış ile değil, taraf olmakla ifade edildiği gerçeğine ulaşıldığını kabullenmek elzemdir diye düşünüyoruz… Diğer bir deyişle, tarihin doğru-yanlış, haklı-haksız olmaktan ziyade taraf olmakla ifade edildiğini görmek ve kabullenmek durumundayız. Bu bağlamda her konuda güç sahibi olma olgusu devreye girer ki; gücünüz nispetinde doğrularınızı tarihe yansıtırsınız…
Bu mantıkla irdelenen tarihten daha müspet sonuçlar çıkarılacağı kanaatiyle Çanakkale mevzuunu da bu açıdan ele alınmasının gerektiğini düşünüyoruz. Aklımıza hemencecik bir soru gelmektedir: Çanakkale gerçekten geçilmez mi? Yani geçilemedi mi?
Çanakkale’yi destanlaştıran ecdadın penceresinden baktığınızda bu sorulara tereddütsüz cevap “Hayır, geçilmez ve asla geçilemedi!..”dir.
Devlet ve millet olarak dünya konjonktüründeki bugünkü konumumuza bakınca ise, Çanakkale geçilemeye dursun, birilerinin Ankara’yı işgal ettiği gerçeğini kabullenmemeyi de beş bin yıllık bir millî şuur birikiminin inkârı olarak algılamak lazım diye düşünüyoruz…
Bu noktada iki Çanakkale görmek mümkündür: Biri yaşanan Çanakkale, diğeri yaşayan Çanakkale… Mezar taşlarıyla övünmeyi karakter haline getirdiğimizden beri, şehadet olgusunun genlerimizdeki millî şuuru algılayamaz olduk. Hatta yanlış algılar olduk. Çanakkale destanının yazılmasına vesile olan o meşhur Cihan Harbi irdelendiğinde, başlangıç itibariyle taraf olmayan bir milletin savaş mağduru olarak tarumar edilmesinin, topraklarının cetvelle çizilmiş ülkeler haline getirilmesinin ardındaki gizemi görmemek için işbirlikçi olmak lazım gelir diye düşünüyoruz…
Çanakkale’ye millî şuur eksikliği ile baktığınızda, yaşanarak destanlaşmış bir Çanakkale yerine sadece yıl dönümlerinde riyakârca yaşayan bir Çanakkale görürsünüz.
O günkü şartlar ve günümüz şartlarında tarihî gerçekler irdelendiğinde, “Yıl dönümü kutlamalarına katılan çok uluslu soysuz cühelanın torunlarına sunulan çiçeklerin her zerresinde şüheda kanı olduğunun idrakinde olan var mı acaba?..” diye sormak geliyor içimizden… Hatta ve hatta Çanakkale’yi kana bulayan o azgın, ne idüğü belirsiz güruhu sanki hafta sonu piknik yapmak için Çanakkale’ye gelmiş gibi göstermeye çalışan zihniyetin de kime hizmet ettiğini sorgulanması gerektiğine inanıyoruz…
Bu mücadeleyi destanlaştıran kan ve canlar açısından, savaşa gönüllü katılan akademisyenler olayını özellikle dikkatlere sunmayı millî şuur açısından gerekli görmekteyiz.
Malum meselenin öyküsünü Prof. Cengiz Kuday şöyle anlatır:
“1915 yılında İstanbul Erkek Lisesi, Galata’da Kemeraltı Caddesi’nde bugünkü Saint Benoit Okulu’nun bulunduğu binadaydı. Çanakkale’ye vatan savunmasına katılan Erkek Liseli öğrencilerden yaralananlar İstanbul’a dönüyorlar ve yaraları okulda tedavi ediliyordu. Bu nedenle okulun taş duvarları, savaş kurallarına göre saldırı hedefi dışında kalması için hastane rengi olan ‘sarı’ya boyandı. Tedavi gören öğrenciler tekrar Çanakkale’ye gitti. Tıpkı İstanbul Üniversitesi talebesi ağabeyleri gibi. 19 Mayıs 1915 Çarşamba günü, Çanakkale Savaşları’nın tarihe en kanlı ve en kayıplı günü olarak geçen günüdür. O gün altı buçuk saat süren düşman hücumunun sonunda 2. Tümen’in çoğu öğrenci olan 10 bin askerinin tamamı şehit oldu. Dolayısıyla savaşa gönüllü giden İstanbul Erkek Lisesi öğrencilerinin hiçbiri o kanlı günün sonrasında geri dönemedi. Okulun Karaköy binasının toplantı salonuna bu haber ulaştığında, yaşlı idareciler ve öğrenciler karar verip öğrencilerinin-arkadaşlarının anısına bütün pencereleri matem işareti olarak ‘siyah’a boyadılar. Binanın o gün üzerinde taşıdığı sarı-siyah renkler daha sonra hem lise armasının hem de 1926 yılında İstanbul Erkek Lisesi bünyesinden çıkan İstanbulspor kulübünün renkleri oldu.”
Sadece İstanbul Erkek Lisesi ya da Galatasaray Lisesi öğrencileri değil elbette Çanakkale’de kaybettiğimiz akademisyenler… Tıbbiye 1921 yılında bu nedenle mezun verememiştir!..
Yine müze olarak kullanılan Fatih döneminden kalma kalenin 6 metre kalınlığında duvarlara sahip muhteşem bir yapı olduğu anlatılsa da, “Çanakkale’yi geçilmez yapan Osmanlı medeniyetinden bir şeylerin gelecek nesillere ulaşmasını engellemek gayesiyle midir nedir bilinmez!” yorumuna mahal verebilecek bir ilgisizliğe terk edildiğini bilmez mi bu ülkenin büyükleri…
Hatta ziyaretçileri gezdiren askerlerin “Mahzenler araştırılmadı. Bir ikisi dışında girişleri nerede belli değil, kazı yapılması lazım” dediklerini de mi duymaz bu devlet erkanı!…
Yıl dönümü kutlamalarını millî şuurdan yoksun, ticari ve turistik bir anlayışla değerlendiren işbirlikçi beyinler, satışa sundukları eşyalarda TÜRK mefhumunu işlememeye özellikle mi çaba sarf etmektedirler?..
Her defasında olduğu gibi gâvur, düşman cephede kaybetmenin acısını masa başında mı çıkarmaktadır?..
Diğer manada o gün geçilemeyen Çanakkale’nin bugün nasıl geçildiği mi vurgulanmaya çalışılıyor?..
Hadi düşman bunu yapıyor diyelim… Ya bizim dediklerimizin yaptığına ne diyelim? Gaflet değilse ihanet değil midir bu?
Çanakkale’deki askerî zaferin hikmetini kendinde arayan zihniyet, batı medeniyeti dediği şeyin karşısındaki ezilmişliğin vebalini neden başkalarının üzerine yıkmaya çalışır hep!.. Yine bu zihniyetin icraatlerine baktığınızda sanırsınız ki, sanki verilen mücadele okyanus ötesinden gelen işgalcilerle değildi de, yaklaşık 700 yıl kendi doğrularınca insanlığın hizmetinde olmuş bir medeniyetleydi!..
Niye gerçeklerle yüz yüze gelmekten kaçıyoruz? Neden kahramanlarımız hep ölüdürler?.. Ya da diğer bir deyişle, neden bu ülkede ölmeden kahraman olunmaz? Bu milletin kaç asırdır yaşayan kahramanları yok, hiç hesap eden oldu mu?..
Millî dinamiklerimizi, neden hep ölüm üzere sloganlara hapsederiz?.. Vatan için gerektiğinde elbette ki seve seve can ve kan vereceğiz… Ama neden hep vatan için ölmeyi düşünür de, vatanın bekası için yaşamayı vurgulamayız?.. Ölmek daha kolay olduğundan, kolayı mı tercih eder olmuşuz acaba?.. Yoksa bunu bize dikte ettirenler mi var?
Vatan için, mukaddesat için ölümü küçümsediğimden değil, zoruma gidiyor ölmek için yaşamak… Yaşayan ölüler haline gelmedik mi?.. Şu ölüm sendromundan bir kurtulup, vatan ve mukaddesat için yaşamayı göze alabilsek, bakın neler değişecek kendiliğinden!..
Aslında Çanakkale’de ruhları ölümsüzleştiren yaşama inancı değil midir?.. Havada çarpışan mermiler arasında can pazarı kuranların, uğruna can vererek yaşatmayı düşündükleri neydi acaba?.. Anzak askerlerinin masumiyetini sergilemek için yorduğumuz kadar, bu konu hakkında kafa yorduk mu hiç?..
Peki o şühedanın kahramanlığına sahip çıkıp destan yazarken, uğruna kan dökülüp can verilen değerlere niye sahip çıkmayız?.. Bu mudur şehide, şühedaya saygı!.. Bize göre hayır!.. Bu olsa olsa riyakârlık, münafıklıktır!..
Senaryosu kim tarafından yazılıp, kim tarafından finanse edildiği dahi tam net belli olmayan bir iki belgesel (sözüm ona bu belgesel ne hikmetse Oscar ödülüne aday addedilmişti) ve asrın modası haline gelmiş salon milliyetçiliğinin refleksi olarak tiyatrolaşmış bir iki salon gösterisi mi, Çanakkale’nin ifadesi ve de mükâfatı?..
Belki ifade tarzımız ağır olacak ama, bu Çanakkale’ye hakaret ve zulümdür…
Ve biz inanıyoruz ki, Anzak gâvurunun attığı kurşunlar bu kadar incitmemiştir, orada can veren vatan evlatlarını…
Yine inandıkları hayat tarzları üzere yaşamayanlar, yaşanılanlar üzere hayat tarzına inanmaya başlarlar… Bugünkü geldiğimiz nokta maalesef bu noktadır…
Tarihi doğru okumalı, doğru anlamalı ve doğru anlatmalıyız.. 16 devlet kurmuş bir organizasyon kabiliyetine sahip oluşumuz anlatılırken, bu devletlerin 15’inin fitne, fesat ve işbirlikçi hain zihniyetler tarafından yıkıldığını da anlatmak lazım…
Gelinen bu noktada kimse beni Abdül Vahap Kocaman’ın “Biz bu vatanı deyneken (değnek ile) vura vura kurtardık!..” sözlerine inandıramaz!.. Hele de son sınır ötesi harekât esnasında “sınırların yanlış çizildiği” dillendirildikten sonra!..
Netice itibariyle “Çanakkale’de Türkler var mıydı mesela… Ya da orada hayatını kaybeden Türkleri de anmak gerekir mi?” sorularına cevap bulmaya çalışırken, Çanakkale gerçeğini bir irdeleyelim inşallah…
Zafer Güler