
12 Kasım 2025 Çarşamba

Tercüman Gazetesi

BEN OLAMAMANIN, BİZ OLAMAMAK KAVGASI

ZÜLFÜ YARE DOKUNMAK: YİTİRDİKLERİMİZ

"Halka Aşkla Hizmetin Adı: Arapgir Modeli" Belediye Başkanı Haluk Cömertoğlu ile Röportaj

KUŞLAR YAĞMURDA DA UÇAR

Gerçek Gücün Sırrı

USTALIĞIN TESCİLİ

YENİDEN MİLLİ MÜCADELE (ÇAĞRI)

Neden İznik?…

BU BENİM HAYATIM...

Bilgi ve Adalet

ANALAR VAR İT DOĞURUR, ANALAR VAR YİĞİT DOĞURUR

AYNADAKİ LEKE

KAN BAĞIŞI: BİR YAŞAMIN KIRILMA NOKTASINDAKİ KÜÇÜK BİR MUCİZEDİR

YUSUF SURESİ’NİN BAŞKA BİR ADI OLSA, DİPLOMASİ VE UZLAŞI SURESİ OLURDU

Ne Bu Dünyada Ne De Öteki Dünyada

ALLAH SEVDİĞİ KULUNA BELA VERİR” RİVAYETİ ÜZERİNDEN NASIL ALDATILDIK!..

VAZO ÖNÜNDE SATILAN ÜRÜNLER SAĞLIKLI MI?

ŞİDDET SARMALI: TÜRKİYE NEREYE GİDİYOR?

ÜÇ SIFIRIN ADALETİ, BİR İNSANIN VİCDANI: Prof. Dr. Ayten Erdoğan Meselesi

SESSİZLİK REJİMİ

Milletin Vekili Olmak Cesaret İster

ÖNCE EBEVEYNLER EĞİTİLMELİ

ENGELSİZ ÖZGÜRLER

AHLAKSIZ DİNDARLIK VE İTTİHATÇILIK RUHU

KAMUDA MAAŞ DENGESİZLİĞİ

HAK ARAMAK HAKKIMIZ MI?

İNSANLARIN EN İYİ İLACI

GÖNÜLLERİN ANAHTARI; EMPATİ

EVLAD-I FATİHAN ve SELANİKLİ MUSTAFA

Ticareti “Franchise’laştıran AKP

İslamcıların güya İslam adına yaptığı yanlışların muhatabı İslam olmadığı gibi; Atatürk ve Atatürkçülük-Kemalizm adına yapılan yanlışların muhatabı da Mustafa Kemal değildir.
Nedeni ve nasılı için, kronolojiye bağlı kalmadan olaylar ve yüklenilen anlamlar üzerinde kısa bir gezinti yaparak irdeleyelim.
I. Cihan Harbi’ni hazırlayan saiklerin oluşturduğu değişim sürecinde, Türk toplumunun tarih dejenerasyonu ve ayrışımı çok önemli bir noktadır.
Din ve soya dayalı oluşumlar ideolojik farklılaşma ile yetinmemiş, milletin tarihinin devamlılık kıstası da akamete uğratılmıştır.
Güya dindar geçinenler, Osmanlı’yı milat olarak kabul ederken Selçuklu toplumunun da Müslüman olduğunu bilerek göz ardı etmişlerdir. Oysa ki 5.000 yıllık bir tarihten söz edilirken, sayfalar arasındaki ideolojik tercihler millet olmanın nüanslarını sabote etmiştir.
Osmanlı dahil, Türkler hiçbir zaman inanç değerleri üzerine devletleşmemiş, bilakis günümüzdeki ifadelerle “soy, boy, aşiret” geleneği temeline inşa edilmişlerdir. Aslında Amerika (zaten ABD de devlet değil; nevi şahsına münhasır bir yapıdır) hariç, tüm devletler bu süreci izlemişlerdir.
Bugünden geçmişe yapılan reddiyelere ve kabullere yansıyan bu ayrılıkçı anlayış, “Türklerin Anadolu’ya geliş” miladını Malazgirt olarak belirleme yanlışını ortaya koymuştur. Malazgirt önemli bir olaydır ancak Anadolu-Türk ilişkisi de bunun miladı değildir; yüklenilen vizyon da gerçekçi değildir.
Malazgirt’i milat kabul eden ideoloji mantığıyla baktığınızda, 1517 Mısır’ın Fethi, Türklerin Anadolu’da hükümranlığını ve devlet olma özelliğini kaybetmesinin miladı olarak görülmelidir.
Kılıç zoruyla teslim alınan Hilafet Makamı, soy ve inanç eksenli ideolojik ayrışmanın da tohumlarını atmıştır. Töreli devlet yönetimi, inanç üzerinden devşirilmiş; hanedan saltanatına dönüşmüştür.
Çünkü Yavuz’un Mısır’dan aldığı Hilafet makamı, Resûl Hilafeti değil, Emevi Hilafeti’dir. Ve Osmanlı, mevcut Halife III. Mûtevekkil’e bağlı değildi; ancak daha sonra, maalesef devlet Hilafet makamına endekslenerek Türk toplum ve devlet yapısı Emevileştirilmiştir…
Hani Yeni Osmanlıcılar Halifelik makamını TBMM uhdesine alıp, Halifeyi sürgüne gönderdi diye Selanikli Mustafa’ya küfrederken, Osmanlı, Hilafeti elinde bulunduran Memluklu Türk Devletini yıkarak, Halifelik makamını hanedanın uhdesine alırken III. Mûtevekkil‘i de İstanbul’a sürgün ettirmesini görmezden geliyorlar…
Oysa ki, TBMM, işlevsel olarak hükmünü yitiren Osmanlı bakşyesi Anadolu’da İtilaf Devletlerine karşı verilen mücadele ile kurulan Yeni Türkiye Cumhuriyeti Devletinin misyon ve vizyonuna göre haraket ediyordu.. Kurtuluş Harbi Osmanlı Hanedanı adına mı yapılmıştı ki, zafer hanedanın uhdesine bırakılsındı..
Selçuklunun külleri üzerine kurulan Osmanlı da benzer bir süreçten geçmemiş miydi?.. Kayı Boyu Osmanlı olarak devletleşmek yerine neden Selçuklunun devamını sağlamamıştır?
Buna rağmen Osmanlıyı Selçuklunun devamı olarak gören Osmanlıcılar, ne hikmetse Türkiye Cumhuriyetini duşman addetmiş, Osmanlı’nın devamın değil, yıkıcı düşmanı olarak ifade etmişlerdir.. Oksa ki, zaman itibarı ile Osmanlı zaten yıkılm8ş Batılı güçlerin oyuncağı olmuş hanedandan mükellef kalmıştı..
Ömer veya Ali’ye ait olmasından bağımsız olarak, Nisa 135’te (Ey iman edenler! Kendinizin veya anne babanızın ve akrabalarınızın aleyhine bile olsa adaleti ayakta tutun. Allah için şahitlik eden kimseler olun. (İnsanlar) zengin olsunlar, yoksul olsunlar Allah onlara sizden daha yakındır. Öyleyse hislerinize uyup adaletten ayrılmayın.) ifadesini bulan “Devletin dini adalettir” düsturu, mezhebi tercihlerin idrakine ve imanına bırakılarak hem Türk milleti hem de Muhammed ümmetinin Nizam-ı Âlem vizyonu sabote edilmiştir.
Bırakın âleme nizam vermeyi, kendi ailesini yönetmekten aciz bireylerden oluşan bir toplum olarak ideolojik devlet haline gelmişiz…
Tarihten aldığımız güçle bir müddet daha hatırı sayılır olmuş isek de, 1666’da Sabatay Sevi’nin kılıç zoruyla Müslüman olmasıyla birlikte Dönmeler Devri başlamış oldu.
Siz buna Osmanlı’nın tasfiyesi de diyebilirsiniz…
Hanedanın çarpık din-devlet anlayışı bir taraftan, diğer taraftan da Sabatay Sevi müritlerinin ve bağlılarının sızdığı mezhebi tahakkümler devlet politikalarına tahakküm edince; toplumda içe dönük ideolojik ve inanç temelli kavgalar, millet olma saiklerinden birkaç tanesini daha sabote etti.
Sarhoş ve sabıkalı târîfinin güya “şeriatla” yönetilen Devlet-i Âliyye’nin kapısına dayanıp “Şeriat isteriz” nümâyişlerini de bu pencereden irdelemek elzemdir.
Hilafet makamının devamı adına kurgulanan siyasî ümmetçilik; hükümranlık hakkından feragat etmeyen birçok Türkmen boyunun, asi konumuna sokulmasının, sürgünlerin ve sözde çete savaşlarının müsebbibidir.
Türkmen boyları, merkezi statükonun baskısıyla saraydan uzak kıyı ve sınır bölgelerine itilmiş; Toroslar’dan başlayıp Edirne’ye kadar uzanan iç ve dış sınır boylarındaki Türkmen yoğunluğu bunun yaşayan belgesidir.
Buralarda kalem ve kelam erbabının “Alevi-Bektaşi” kültürünün yaşaması ve yaşatılmasının Balkanlarda yaygın (ve hâlâ aktif olmasının) sebebi de bundandır.
Yeni Osmanlıcıların bilerek ve kasten çarpıttıkları Evlad-ı Fatihan övgüsünün muhatabı, bu Türkmen boyları ve Selaniklilerdir.
Bu meyanda özellikle BBP Genel Müdürü İbrikçi Mustafa’nın çamur atmaya çalıştığı TİB Genel Başkanı Erkan Baş, Evlad-ı Fatihan’dır ve Sabatay ile Pakraduni dönmelere karşı Türk’ün bağımsızlık mücadelesini vermektedir.
Tıpkı Kuvayı Milliye ateşini yakan Selanik taifesi gibi…
Bu nedenledir ki adalet, liyakat ve hakkaniyet bağlamında çok önemli bir imtihandır 10 Kasım…
Karşılıklı bağnaz ve yobaz söylem ve eylemlerin, bir devlet adamının sene-i devriyesinde hatırlanmasının anlamı dışındaki noktalara taşınması, yukarıda anlatageldiğimiz ötekileştirme ve ayrımcılık noktasında gelecek yüz yıl için endişe verici bir durumdur…
Ve bir Mustafa Kemal daha yok, maalesef…

1993 başlarında bizim mahallede Drej Ali ve Kürşat Yılmaz’ın “kabadayılığı” üzerine Alaattin Çakıcı, Ülkücüleri mafyalaştırırken; karşı mahallede Dursun Karataş, sol gruplara ayar veriyor ve hepsini tasfiye ederek DHKP-C’yi kuruyordu…
Çünkü devlet aklı öyle istiyordu.
İlginçtir, Necip Fazıl silsilesi İBD, İBDA-C dönüşümüyle siyasi İslam örgütleniyordu. Doğu yakasında İBDA-C her ne kadar rahat hareket etse de, şartlar gereği Aczmendiler ve Hizbullah da sahaya sürülüyordu…
Bu arada Soros, FETÖ eliyle “ülkücülerin mürekkep yalamış kalem ve kelam erbabını” Hizmet Hareketi adı altında devşirirken, akıncıları da perşembe, cuma sohbetlerinde dönüştürüyordu…
Her ne kadar birbirleriyle sürtüşseler de, zamanlamadaki ayniyet kadar iç ve dış siyasete dokunuşları Büyük Britanya parmağıyla yapmaları da ayniyet gösteriyordu.
12 Eylül darbesinde 650 bin kişi göz altına alınmış, 230 bini Sıkıyönetim Mahkemeleri’nde (SYM) yargılanmış, ancak bu mahkemelerin akıbeti hakkında bir kayıt yoktur. Sanıkların birçoğu beraat ettiği iddiasıyla dolaşıyor, siyaset arenasında.
Ankara yerleşkesinden birkaç darbe mağdurundan “Bize istihbarat ajanlığı teklif edildi” ifadesini defalarca duymuşumdur.
Bu sorgulamadan geçenlerin bugün sağdan sola siyaset arenasında boy gösterdiklerini dikkate aldığınızda, vereceğiniz yanlış hüküm sizi de vebal altına sokacaktır.
Binlerce ülkücü hastalığa, yokluğa ve sefalete gark edilirken, Namık Kemal Zeybek, Yaşar Okuyan ve Halil Şıvgın’ın nasıl ve neden bakan yapıldığını kimse sorgulamadı…
Oysa Namık Kemal Zeybek sözüm ona “Baş Öğretmen”, Halil Şıvgın ve Yaşar Okuyan, rahmetli Türkeş’i cuntadan kaçırıp üç gün saklayan ekibin içerisindeydi.
Yine Susurluk’ta Abdullah Çatlı’nın yanındaki ne Hüseyin Kocadağ’ın, ne Sedat Bucak’ın, ne de Gonca Us’un varlığını sorguladık.
Devlet Bahçeli’nin bırakın tutuklanmasını, ifade bile vermemesinin nedenini sorgulamadığımız gibi…
Sorgulamadan kendimizce hikâyeler yazdık, masa başında. İşin kötüsü, kendi yazdığımız hikâyelere inandık, hakikat diye. Bu veba hastalığı kronikleşti. “Hıyarım var” diyene tuz alıp koşuyoruz… Her seferinde de hayal kırıklığı yaşıyoruz.
1978’de hem solcu hem de sağcı gençlik hareketlerinde kırılmalar, yeni tasniflerin ve tasfiyelerin yapıldığı derin operasyonlar yaşanmıştı. Ülkücüler arasında İslamcı tasnifi iyice belirginleşirken, solda “Apocular” olarak sembolize edilen Kürt asıllı Marksist solculara Abdullah Öcalan önderliğinde PKK kurdurulmuştu…
Bugün Devlet Bahçeli’nin Öcalan’a “Kurucu Önder” demesinin kıymet-i farikası da buradan gelse gerek.
Bir hareketin siyasi boyutu, toplumsal (sosyal) boyutunu baskı altına aldığı zaman o hareket, sivilliğini yitirerek bürokratik oligarşinin bir parçası olur. Bugün Milliyetçi-Ülkücülerin yaşadığı fetret, bu teslimiyet ve ikilemin bir neticesidir.
Kamunun neredeyse, TSK’sı ve MİT’i dahil tüm kurumları kısmen ve/veya tamamen özelleştirilirken, Milliyetçi-Ülkücüler maalesef kamulaştırılmıştır.
28 Şubat sürecinin başlattığı kaosta kurulan “icazet masası” çok yönlü çalışmalarına devam ederken, 1998 yılı son çeyreğinden itibaren yarı gizli, iki eksenli manipülasyon diplomasisi sürdürülmeye başladı:
Bu sürecin en aktif devlet figürleri ise Şenkal Atasagun ve Devlet Bahçeli’dir. İngiltere’deki “görevi” ya da “eğitimi” sonlandırılarak 11 Şubat 1998’de MİT Müsteşarı yapılmıştı. Uzmanlık alanı: Karşı Casusluk ve Manipülasyon…
Hükümet oluşumu için bizim mahallede Muhsin Yazıcıoğlu dahil herkese teklif götürülüyor, ancak bu teklifin muhtemelen kabul edeninin Devlet Bahçeli olabileceği ihtimalini biz, 1999 Ocak ayında Amsterdam’da Muhsin Başkan’ın “Ben kabul etmedim, Devlet Bey’e gidecekler, inşaallah milli hassasiyetleri ötelemez” temennisinden öğreniyoruz.
Devlet Bahçeli, milli hassasiyetleri öteleyecek ve kendisini bile şaşırtan bir oy oranıyla %18,5 vesayet hükümetine ve Türkiye siyasetinin kilit noktasına taşınacaktı. Diğer bir ifadeyle, selefi Alparslan Türkeş Bey’in yanına bile yaklaşamadığı seçim barajını aşmak bir yana, adeta patlatarak…
Çünkü 11 Şubat 1999’da KARGO teslim alınmış ve anlaşmanın hayata geçirilmesi için siyasi süreç başlatılmıştı.
NOT: DEVAM EDECEK…

Ülkücüler ne zaman vatan, bayrak, din, millet için jandarmalık yapmak, ÖLMEK yerine YAŞAMA ve yönetilmek yerine YÖNETME cesaretini gösterirlerse sadece Türkiye’de değil, dünya da çok şey değişir!..
Ülkelere, Şehirlere, Kasabalara, günlere ya da tarihe kızmayın. En az suçladıklarımız kadar suçlu, vazgeçtiklerimiz kadar buruk, kaybettiklerimiz kadar kaybolmuş vaziyetteyiz.
Hayallerimizin üzerine kan doğranırken yeşerttiğimiz umutların üzerine siper olur, koruruz… Çünkü onlar bizim değil, dünün vasiyeti, yarınların emanetidir… İhanete, yalnızlığa ve yılgınlığa inat, yeşeren umutlar varken namertlerin salyaları arasına değil, yitikliğin gözyaşları arasında kalmak tercihimizdir!..
Korkakların, ikiyüzlülerin, döneklerin ve kahpelerin olduğu her yerde Allah(c.c)’nin izniyle inadına ama en çok, en önce Allah Rızası için var olacağız!..
Yer, şehir, mekan, zaman hiç önemli değil, “O” neslin, bu ruhun, kutsal davanın ve imanın olduğu her an, her mekan bizim için değerlidir, kutsaldır.
“ÜLKÜ” aşkıyla tutuşanların, imanla, inançla yananların, hudutu, sınırı ve zaman korkusu yoktur… Çünkü bu sevda zamana, mekâna, kalıplara sığdırılamaz…
Ülkelere, Şehirlere, Kasabalara, günlere ya da tarihe kızmayın. En az suçladıklarımız kadar suçlu, vazgeçtiklerimiz kadar buruk, kaybettiklerimiz kadar kaybolmuş vaziyetteyiz.
Hayallerimizin üzerine kan doğranırken yeşerttiğimiz umutların üzerine siper olur, koruruz… Çünkü onlar bizim değil, dünün vasiyeti, yarınların emanetidir… İhanete, yalnızlığa ve yılgınlığa inat, yeşeren umutlar varken namertlerin salyaları arasına değil, yitikliğin gözyaşları arasında kalmak tercihimizdir!..
Korkakların, ikiyüzlülerin, döneklerin ve kahpelerin olduğu her yerde Allah(c.c)’nin izniyle inadına ama en çok, en önce Allah Rızası için var olacağız!..
Yer, şehir, mekan, zaman hiç önemli değil, “O” neslin, bu ruhun, kutsal davanın ve imanın olduğu her an, her mekan bizim için değerlidir, kutsaldır.
“ÜLKÜ” aşkıyla tutuşanların, imanla, inançla yananların, hudutu, sınırı ve zaman korkusu yoktur… Çünkü bu sevda zamana, mekâna, kalıplara sığdırılamaz…

“Bulutlar” dondu, gök yüzünün rengi soldu..
“Bağban” ettiğim, bahçemde “Gülümü” yoldu!..
Damımda “baykuşlar” öter, gayrı “Ocağım” virân oldu..
Ötelerde bir söz, ufukta bir çift görmeyen göz ömrüm
DİRENİYORUM!..
“Sus” dedi artık “bülbül” yeter “ah-u figân” eylemem.
Celladım “Doktor” iken merâmim “ayân” eylemem.
Çare Hakktan ise, kullara derdim “beyân” eylemem..
Lâl olsa da hicabından dil, söylenecek son söz ömrüm
DİRENİYORUM!..
“Bir” de bir olmuş iken bütün birler “Bir” içün
“Sol” el “sağa” meyletmez hâlâ neden, yıkanası “Kir” içün
“Sır” oldu “Ser” verenler tek tek , saklanası “Sır” içün
Yeniden alevlenecek ise küller, sönmeyen köz ömrüm
DİRENİYORUM!..
“Ah-u feryat” ederken “arş-ı âlâ” söze ne gerek var
Hasret ile yanar iken yürek, köze ne gerek var
Körse gönül gözün görmek içün, göze ne gerek var
“Çarmıha gerildi “UMUDUM”, tutsağım zincirleri çöz ömrüm..
DİRENİYORUM!..
BeyKhan

Hatıralar tarihi doğru ve yanlışlar için mutlak delil kabul edilemez… Çünkü yazan başkası, hikâyenin kötü insanı kesin sizsinizdir.
Tarih hikâye değildir… Sebep ve netice arasındaki ilişkiyi tüm boyutlarıyla irdeleyerek tecrübe edinebilirsiniz… Velev ki olay yanlış bir şey olsa ile…
İnsanlar en kalıcı doğruları, yanlışların tecrübesi ile öğrenmezler mi?
Eğer gün itibarıyla bir kavganın içindeyseniz, mutlak ve kalıcı kazanımlar için kavganızın sâik ve beklentilerini ortaya koyacaksınız.
Ama sizin kavganızın başı da sonu da ahlaksızlık… Siyasi hesaplarınızı sadece çarpma, bölme ve çıkarma işlemleri ile yapıp, toplama işleminden özellikle imtina ederseniz doğru netice alamazsınız.
Öyle bir toplum haline getirildik ki; maddi, manevi, sosyal, psikolojik, siyasi ve dahi duygusal ilişkilerimizi KORKU temeline kurar olduk… Çünkü korkuyla seven, korkuyla reddeden insanlar topluluğu haline geldik.
İnançlarımızda bile helallerle yaşamak varken haramlardan kaçarak yaşamaya çalışıyoruz… Cehennem korkusu ile iman ve ibadet ediyoruz… Yaradan bile tercihi iradenize bırakmış iken…
Doğunca birileri kulağımıza ezan okuduğu için Müslümanız, ötesi yok… Ha, bir de musalla taşının riyakâr burukluğu…
Kimileri yalnızlıktan korkarken, benim yalnızlığı inadına sevişim KORKU SALTANATINA meydan okuma ve bir başkaldırıdır aslında… Ve bu yüzden de kalabalık içerisinde bile yalnızım…
Davranışlarımı hiç başkalarına göre tanzim etmedim… Yalnız kaldığımda bile yalnızlığıma sığındım… Doğru ve yanlışlarımı yalnızlığımla sorguladım.
Ben, inanmadığım, irade ve vicdanımda delillendiremediğim hiçbir şeyi söylemedim, yazmadım… Kimseyle bir husumetim, kimsenin bir şeyinde gözüm yok.
“Tavuğun mu yumurtadan, yoksa yumurtanın mı tavuktan çıktığı” polemiğine de girmem… Horoz’un dediği gibi işimi yapar, öter geçerim… Gerisi takdir-i ilahi… Netice Mahkeme-i Kübra…
Tilkiyi kümese bekçi yapanlar düşünsün YEĞEN!..

Akıllarınca dava adamlığı yapıyorlar!.. Kimse ülkücülere parti tercihi üzerinden ayar veremez… Ülkücünün ayarı Kalü Bela’da Rabbisine verdiği söz üzeredir…
İşin asıl vehameti kimse kendi partisi için oy, destek istemiyor, iktidara talip olmuyor!.. Ülkücülerin emanet oyu olmaz, olmamalıdır.. Emanet oylarla paye peşinde koşamaz, ülkücü.. Osman Gazi’nin İmparatorluğu “Kayı Boyu baç vermemeli” düsturu üzerine inşaa ettiğini unuttursanız, önce menzilinizi, sonra da yolunuzu kaybedersiniz..
Size inanan, güvenen yada inanması güvenmesi gerektiğini düşündüğünüz insanların siyasi tercihlerini başka bir siyasi anlayışa emanet etme operasyonları, bırakın ülkücülüğü, insani etikle bile bağdaşmaz..
Cesaretiniz, dirayetiniz varsa elinizi masaya vuracak, bedeli ne olursa olsun yaratılış gayenizle yolunuza devam edeceksiniz, yada tabii olduklarınızın otağına gidip, beylik , çerilik talep edeceksiniz..
Toptancılığı bırakacak, satışlarınızı perakende ve şahsınıza özel yapacaksınız..
Bizi tanıyanlar bilir.. Biz ülkücüleri her manada Türk Milletinin bir minyatürü olarak kıstasa vurmuşuzdur… Yanlışıyla doğrusuyla Türk=Ülkücü’dür.. Dolayısı ile sapmaları ve sadakatı buna göre hesab etmek zorundasınız..
Birilerine sahip çıkmak ve/veya muhalefet etmek için biribirimizle kavga etmek bize yakışmıyor.. Herkes aklını başına alsın, gölgede duranın gölgesi olmaz..
Sığındığınız gölgeler size uygunsa, kalın oralarda.. Kimseyi ardınızdan gelmedi diye de düşman bellemeyin..
Teşkilat sadakatı ve hıyaraşi askıya alındığında (ki çoktan alındı, hatta tamiri güç bir şekilde tahrip edildi) bugün hain diye ötelediğiniz bir çok ülkücünün dava adamlığının sadakası bile sizi defalarca tartar..
Kimse hasbel kader oturduğu makamları hain üretim merkezi haline getirmemeli.. Elbetteki her konuda anlaşabileceğiniz insanlarla çalışmak en tabii hakkınız.. Hatta kanka ve yakın arkadaşlarınızla beraber olmak da hakkınız.. Ama burada tercih ve görevlendirmenin kıstası itikati ve ameli manada liyakat olmalıdır..
İşte bugün ülkücü hareketin yaşadığı fetret itikati ve ameli liyakatsizlik.. Liyakatın olmadığı yerde sadakat de yoktur, adalet de.. Sadakat ve adaletin 50 + 1 olduğu yerde milli devlet de yoktur..
Kimse kendini kandırmasın.. İman ve inanç ile yeniden Ergenekon, yeniden 3. Yol. Tanrı Dağının çocukları ne Olumpusun bakiyesi ne de Hıranın takiyyesi değildir, olmayacaktır.. Bilin istedik…
Zafer Güler

Adriyatik’ten Çin Seddi’ne deyip koskoca Turan’ı sığdırdık yüreğimize de, “bir çift karagözü” koyacak bir yer bulamadık… Beytülmal saydık yüreğimizdeki “davayı” da “sevdayı” da, ne dokundurttuk kimseye, ne de biz dokunabildik!..
Her sabah Ayetel Kürsi okuyup, okul yolunda kelime-i şehadetlere teslim ettiğimiz bedenimizi kurşunlar, zincirler, demir çubuklar hoyratça okşarken, cüzdanımızın görünmez yerlerine sakladığımız resme bile dokunmadık, çıplak elle..
Ve yıllar..
Oysa ki “Seni seviyorum” diye haykırmak vardı sevgilinin gözlerine, ya da slogan yerine kalp çizmek, okulun tam karşısındaki sarı boyalı evin duvarına!.. Aslında o kadar da zor değildi ama!.. Dedim ya, Beytülmal belledik hem “davayı” hem “sevdayı”…
Aşikâr etmedik..
Aşikâr etmedik de; ne “davaya” ne de “sevdaya” yetmedik… “Yitik Nesil” derler ya, Beytülmal saydığımız hem “davanın” hem “sevdanın” içinde, bizim yokluğumuzda varlık arayan “kahpe tuzaklarda” bittik ve yittik..
Tanrı Dağı’nın Hüseyin’i boyundan
Dergâh-ı Ali’nin Yesevî soyundan
Sadakat kurtardı Yusuf’u kuyudan
HAKK’ı yüreğine sar da öyle gel..
Yalanı terkeyle, doğruyu söyle,
Fakir fukaraya merhamet eyle,
Kin-i kibir ile dolaşma öyle,
Nefsini yerlere ser de öyle gel..
Dünyayı yesen de gözün aç, doymaz,
Mevlam bazı hesabı mahşere koymaz,
Haramiden, Haşhaşîden bana dost olmaz,
Hesab-ı günahın ver de öyle gel..
Vicdanın kapkara aklayamazsın,
Hakikati, gerçeği saklayamazsın,
Cennet güllerini koklayamazsın,
Ayrık otlarını der de öyle gel..
Ahlat Ovası’na Türklük-İslam mührü,
Nikâh-ı Mukaddes, şehitler ise mihri,
Âlem-i Ervahta var oluşa şükür zikri,
Âlem-i Berzah’ı gör de öyle gel..
Türklüğün sönmeyen aleviyiz biz,
Dergâh-ı Yusuf’un halefiyiz biz,
Bezm-i Elest’te “Bâlâ” neferiyiz biz,
Meyletme cehalete, er de öyle gel..

Siyonistler ve Siyonizm üzerine hep YAHUDİ özneli cümleler kurulur… Özellikle de Siyasi İslamcılar…
Oysa ki Siyonizm, Hristiyan menşeli bir yapılanmadır. Aslında Hristiyanlık dahil “din” ile de işleri yoktur. Tıpkı Haçlı Ordusu gibi din arkasına saklanmış, emperyal güç manyağı bir grup… Ancak Yahudileri ve İsrail’i vitrin yaparak PİS İŞLERİNİ İSRAİL’e yaptırırlar. İsrail de fıtrat gereği “vaad edilmiş topraklar” hezeyanı ile seve seve bu rolü kabullenir.
11 Eylül 2001 saldırısı, SİYONİZM için yeni bir milattır. Ne tesadüftür ki özellikle ülkemizdeki Siyasi İslamcılar için de bir milattır. Ve özellikle coğrafyamızda Siyasi İslam, güya Yahudi ve İsrail düşmanlığı ile Siyonizmin çarkına dişli olmuş, gayet uyumlu bir diyalog içerisinde… Bileşik kaplar gibi!..
Müslüman coğrafyasında Siyasi İslamcılar, Yahudiler ve Siyonist küreselciler BERMUDA ÜÇGENİNİN köşeleri gibidir. BOP da bu bileşenin merkezidir.
Bütün inanç sahipleri kaybederken tek kazanan SERMAYE ve EMPERYAL ZİHNİYETTİR.
Bizde, başta 1950 Menderes, 1980 Turgut Özal akımının, 2000’li versiyonu olan Erdoğan akımının AKP’si olmak üzere, Siyasi İslamcıların Osmanlı sevdası da bu emperyal duyguların dışa vurumudur. Hatta HİLAFET ile taçlandırılmış bir (EMPERYALİST) teokratik monarşi!..
İnsan ve coğrafi kaynak bakımından Siyonizmin “NEW OTTOMAN” konsepte en uygun figürü de maalesef Türkiye ve Cumhur İttifakı’dır.
Ve yıllar… MHP ve AKP’nin “2023 hedefi”, devleti ve milleti kıskaca alarak, karanlık ve çıkmaz bir yola sokmuştur.

İnsancıl toplumlarda sosyal yapının işleyişinde; fikir beyanları, eleştiriler ve şerh koymalar “aykırılık ve hasımlık” icabı değil, bilakis doğru karar alınmasının ve alınan kararın uygulanabilmesinin teminatıdır. Aksini savunmak ve uygulamak, toplumun emanetiyle topluma tahakküm eden “Yezidi” bir anlayışın hayat kaynağıdır.
İbn-i Haldun ve Ahmed Cevdet Paşa çizgisinde devlet felsefesi yapacak aydınların soyu tükenince meydanın “saray soytarılarına” kalmasına hayıflanmamak lazım. Ne kadar çok soru sorarsak, bu konudaki feryatlarımız o kadar çok azalır. Kaldı ki kenarda köşede kalmış olsa da devlet konusunda insan soyunun en ilmî ve uygun sorularını sorup cevaplayanlar, yine bizim mensubu olduğumuz kültürün düşünürleridir. Ama biz bu mirasın hakkını veremedik!
Bu ülkede hiçbir şey “doğaçlama” yaşanmaz. Her şey bir senaryo gereği uygun aktörlerle sahneye konulur. Zaman zaman “seyirci” tepkisinden hareketle “konsept ve aktör” değişikliğine gidilse de bu sadece zaman açısından bir farklılık gösterir ama netice hep “senaristin” istediği gibi olur.
Tarihimizi bilmiyoruz. Coğrafyamızı, ülkemizi tanımıyoruz. Nüfusumuz dâhil hiçbir şeyi “net ve reel rakamlarla” ifade edemiyoruz. Topraklarımızda ne yetişir, nasıl bir iklim kültürü var, maddî ve manevî kaynaklarını bilmiyor, öğrenmiyor, öğretmiyoruz. Üç tarafımız denizle çevrili, denizde beş dakikalık bir süre yüzebilecek insan sayısı %20’yi geçmez. Balık deyince sekülerlerin aklına “rakı”, muhafazakârların aklına da “hamsi” gelir. Gözlerimizi mezar taşlarına dikmiş, kutsallarımızın şefaatine gark olmuş, başkaları tarafından yazılan bir kadere şükrederek nefes alıp veren ölüler hâline gelmişiz. Her felaketin arkasında iç-dış düşman aramakla kendimize ve insanlığa ne kadar büyük bir düşmanlık yaptığımızın farkında bile değiliz.
İşte Türk milleti ve insanlık için asıl felaket budur vesselam…

Bu darbe teşebbüsünün önlenmesini “vatandaşa mal” eden anlayış üzerinden, basit bir irdeleme yaparsanız, bunda asıl payın İngiliz ortaklı Doğuş Grubu’na ait NTV ve İngiliz ortaklı Doğan Grubu’na ait CNN’in olduğunu görürsünüz…
Tüm resmî kanallar ve havuz medyası susmuş, susturulmuşken; Genelkurmay ve tüm kuvvet komutanları rehin alınmış, hükümet yetkilileri sığınaklara inmişken, uydu, internet ve GSM yayınlarına dokunulmamış, hatta bırakın şehir elektriğini, işgal edilenler dâhil, bir tane devlet binasının bile elektrik şarteli indirilmemişken; Meclis ve Cumhurbaşkanı dâhil tüm hükümet ve askerî yetkililerin “vatandaşı sokağa çağıran” konuşmaları –hem de cep telefonu üzerinden– NTV ve CNN tarafından gerçekleştirilmesi tesadüf müdür?…
Bu telefon bağlantıları kimler üzerinden, nasıl sağlanmıştır? Bu da irdelenmelidir.
Havada darbeci jetler, askerî helikopterler cirit atarken Erdoğan’ı güya Marmaris’ten İstanbul Atatürk Havalimanı’na götüren uçağa refakat ettiği söylenen F-16’lar, TBMM’nin ve vatandaşların bombalanmalarına neden müdahale etmemişler?…
Ya da Marmaris’te oteli bombalayan darbeci jetler havadayken, uçağa niye müdahale etmemişler?
Diğer taraftan T.C. Devleti’ne alenen bir hava saldırısı varken, NATO üslerinin esamesi bile okunmamasını, olay akabinde İncirlik Üssü’nün Türk komutanının gözaltına alınmasını hangi resmî temayül ile bağdaştıracağız?..
Ve dahi darbe girişiminde bulunanların “paralelci” oluşunu canlı yayında belgeleme çabası da CNN’den geldi… Akabinde sıkça yapılan Ergenekon ve Balyoz atıfları da işin cabası…
17-25 Aralık’ta da benzeri bir “iş birliği tablosu” yaşamıştık!.. Ve hatta bu “ahlaksız birlikteliği” Keş Dağı’nda da görmüştük… Gladyo operasyonlarına devam ediyor…
Ve beklenilen olmuştur… Güvenlik kuvvetleri olmak üzere, hemen hemen bütün bakanlıklar bünyesindeki “bizden değil” şikâyetine maruz kalan tüm personel görevden alınmış, alınmaya da devam edecektir… Gerekçe malum: “darbeye teşebbüs”…
Ergenekon ve Balyoz operasyonlarından ne farkı var bu yapılanın?.. Demokrasi dediğiniz, güya onu korumak için kendinizi tankların önüne attığınız şey “farklı düşüncelere tahammül” değil midir?.. Bu nefretkâr ve kindar hazımsızlığı hangi demokratik değerle izah edeceksiniz?..
Hiç kıvırmayın… Siz muhterem Gülen Hoca’nızın elini öperken, 95 yılından beri dershane ve okullar adı altında yapılan çalışmalara; 2005’ten itibaren sistematik bir şekilde liyakatten uzak biat kültürü ile yürütülen devlet makamları ve güvenlik kuvvetlerindeki kadrolaşmaya dikkat çeken bize bile utanmadan, arlanmadan “paralel” diyebilecek kadar insanlıktan çıkmışsınız…
Paralelci dedikleriniz de bize “Ergenekoncu” demişlerdi… 12 Eylülcüler “Türkçü”, 28 Şubatçılar da “irticacı-şeriatçı” demişti…
Hep deriz ya, yok biri birinizden farkınız… Hepiniz aynı ineğin danası, aynı mundar derenin çakılısınız!..
Bize göre, Ortadoğu’daki global güçler kavgası kapsamında ne İngiltere, ne Rusya, ne İsrail, hatta ne de Almanya menfaatlerine ters olan BAŞKANLIK sistemine müsaade etmeyeceklerdir… Malumunuz, başkanlık “Yeni Osmanlı (New Ottoman) Projesi” kapsamında bir Amerikan kurgusuydu… Yakın zamandaki ittifaklar, mevcut sistemin, aktif ve işlevsel bir Cumhurbaşkanlığı lehine yeniden düzenlenmesi ile alakalıdır düşüncesindeyiz…
Görünen o ki, birilerinin Tanrısı “kurban” istiyor… Biz “sığır” olmadığımız gibi, “deve” ve “koyun” hiç değiliz… KURT’tan kurban olmaz… Herkes aklını başına alsın…
Vesselam…

ABD Büyükelçisi ve ekürisinin “Osmanlı Millet Sistemi” dediği şey, din motifli bir “Federatif Monarşi”dir. Bunun bir tık ötesi ise Hilafet…
Madem Osmanlı’dan memnundunuz, neden küfür etmiş köpekler gibi dört yandan saldırdınız? Osmanlı filan hikâye! Nihai hedef, Türkiye Cumhuriyeti’nin üniter ve demokratik yapısını dönüştürmek, Türkleri bu coğrafyada sığıntı hâline getirmek… Tıpkı Osmanlı’nın son 300 yılında olduğu gibi…
Başka bir deyişle, Avrasya kıtasında Pentagon denetiminde, ABD benzeri emperyal bir “karakol devlet” oluşturmak!
Kısa vadede maksat, gaye ve amaç ise: Birleşik Kürdistan’ın coğrafi sınırlarını, Diyarbakır’ı başkent yapacak şekilde yeniden şekillendirmek…
Cumhur İttifakı politikaları çerçevesinde, ekonomik ve siyasi bağımsızlığını tamamen yitiren Türkiye’nin millî irade kullanımını, en iyimser ifadeyle bir yüzyıllık ipoteğe sokmak hedeflenmektedir.
Daha açık anlatımla: Tarihî, kültürel ve coğrafi saiklerle Turuncu Darbelere maruz bırakılamayan Türkiye’yi, bu kez bir “Yeşil Darbe” ile —tıpkı Mısır, Libya, Irak ve Suriye gibi— “demokratikleştirmek”! Yaklaşan “Yeni Demokratik Anayasa” da bunun kamusal teyidi olacaktır.
Ancak bu yeşil, ne yazık ki tevhidin yeşili değil; biat ve itaat kültürüyle köleleştirilmiş, mankurtlaştırılmış Müslüman milliyetçilerin murat ettiği hakikat yeşili değil, DOLAR yeşilidir!
Türkiye’yi bekleyen en yakın tehdit —hatta “asrın felaketi” denebilecek tehlike— AÇLIKTIR.
Kamusal varlığıyla birlikte borç batağına saplanmış ve ipotek kumpasına alınmış Türkiye, bireysel mülkiyet düzeyinde de hızlı biçimde aynı sarmalın içine çekilmektedir.
Toplum ise şu anda ciddi bir halüsinasyon evresi geçirmektedir. Gözlerini açtığında karşılaşacağı gerçek; bileklerinde, ayaklarında —ve en acısı— millî ve dinî inançlarında zincirlenmiş PRANGALARDIR.
Bir adım ötesi —Allah muhafaza— vatansız bir etnik azınlığa dönüşmek demektir…

Sabatay Sevi İtikat ve Ameli ile “Siyasi İslam” olarak kodlanmış tüm hareketler “isyan ve anarşı” manifestoları ile faaliyet gösterirler…
Dünyanın kötüler ve zalimler tarafından yönetildiği tezini dini saiklerle CİHAD sebebi sayıp, her çephe de ölçüsüzce kavga verirler…
Ancak bu süreçte kavga ettikleri değerlerle aynileşir zalim ve kötü olurlar.. Alışmış kudurmuştan beterdir dedikleri hal üzere düşmanlarına bile rahmet okuturlar…
Fransız İhtilali üzerine yazılan sosyopolitik tezler üzerine,ne şekillenen MİLLİYETÇİLİK AKIMLARI da böyledir…
Hayatlarını SLOGANİK bir micadele ile geçirir, değiştirmeyi hedefledikleri SİSTEMİM MUHAFIZI olurlar…
Vatan, millet düşmanlarının safınde savaşarak KAHRAMAN, ölünce de ŞEHİT olduklarını sanırlar… Ancak SHNETEN indikleri gün UNUTULURLAR…
Ülkemiz açısından her iki kesimin de güya inandıkları, savundukları dava adına bir dikili ağaçları yoktur.. Bırakın topluma nizam vermeyi, iki kuşak ötesi kendi a,lehlerine bile hayırları dokunmaz…
Hiç kimseyi beğenmezler.. Şeyteni bir iman ile en mükemmel olduklarını sanırlar… “ENLERİN” peşinde koşarken, düşmanın sofrasına YEM, cepkenşne YEN olurlar…
Çarpma, bölme, çıkarma’dan başka aritmetik işlem bilmezler.. Sanal rakamların gölgesinde hiç bir hesabı tamamlayamaz, tüm hesaplarda ya solda SIFIR yada BUÇUK olurlar..
Hep kainata yön veren beşeri denklemlerin istisnasız bilinmeyeni olırlar.. Dolayısı ile de hesap sahiplerinin verdiği değere göre ANLAM bulurlar…
Siz bakmayın hamsi nutuk ve güzelleşmelere, kişisel tercihlerden, ailevi tasarruflara kadar hamasettir bizim mahallenin… Mahalleyi bok götürürken karşı mahallenin çöplerini karıştırma ayırırlar tüm mesailerini.. Mahallelerindeki pislikleri kamufle edecek bir nesne ararlar, “pisliklerini bizim mahalleye atıyorlar” demek için..
Aslında karşı mahallenin çöplerine karıştırmak yerine kendi çöplerini dönüştürseler, karşı mahalleye de örnek olacaklar.. Ama pislik kişisel ve toplumsal mayalarında var.. Öyle desayn edilmişler çünkü..
Yıllardır aynı hikayeyi dinledik, “iktidar olmak için zengin olmak gerekiyormuş”.. İşte hep bu hayal peşine koştular, parayı da buldular, iktidar da oldular… Ama maalesef APDESLİ FAŞİST bir MİLLİ BURJUVA SİSTEMİ kurdular…
Son 300 yılda ban aksini teyit eden bir örnek gösterin, kendi kalemimi kendim kıracağım.. Zaten bu mahallede yaşamak bile zül oldu bana..Vesselam..
Zafer Güler

Bugün İsrail karşıtı cihat çağrısı yapanların tamamına yakını Müslüman katlediyor… El Kaide, Taliban, Hizbullah, IŞİD ve bunların bizdeki çömezleri kaç tane Yahudi’ye, Yahudi kuruluşuna eylem yapmış? Yapmadıkları gibi her gün binlerce Müslümanı İsrail yapımı silahlarla öldürmüyorlar mı? Bir tek Hamas ve Filistin var; onlar da vatanlarını savunuyorlar…
Erdoğanistlerin İsrail düşmanlığı da bu meyandadır… Kendileri gibi düşünmeyenlere yaptıkları ayrımcılığı, cihat kılıfına sokmaktır onların İsrail düşmanlığı…
Kankalarınız Barzani ve Aliyev ailesinin “Yahudi tarikatına bağlı bir sülaleden” geldiğini, dostunuz ŞARA’nın da “Made in İsrail” olduğunu da bilmiyorsunuzdur siz… HDP’nin Ermeniliğine atıf yapmadan önce Erdoğan’ın Ermeni danışmanlarından utanın. Hrant Dink olayında attığınız taklaları siz unutsanız da biz unutmadık. Sizin deyiminizle “Eski Türkiyelilerden” tek farkınız “din jargonunuz”… Hatta ahlaksızlıkta siz onlardan da öndesiniz…
AKP’nin 22 senelik iktidarlarında İsrail’le yaptıkları askerî ve ticari anlaşmalar %500 artarak devam ediyor… Güney sınırını, satış veya kiralama usulü ile tamamen İsrail kontrolüne bıraktılar… Mayın temizleme karşılığında yüzlerce kilometrelik sınır Yahudi şirketlerine peşkeş çekildi…
Cami avlusunda Müslümanlara “Kahrolsun İsrail” diye bağırmak mıdır sizin cihadınız?.. Sizi sokağa dökenlere bir sorun bakalım, İsrail elçiliklerine haber vermeden eylem başlatmışlar mı?.. Yaptığınız o protestoların finansmanı bile “Siyonist sermaye”; haberiniz yok… İslami holding adı altında mütedeyyin insanların paralarını peşkeş çektiğiniz yetmedi, şimdi de çok övündüğünüz AVM’lerde İsrail “küfür” pazarlıyor, siz de besmele çekerek satın alıyorsunuz… Eziksiniz oğlum, ezik!..
Neymiş efendim, AKP’nin kaybetmesinden İsrail memnun olmuş… Af edersiniz, çok da şeyimdeydi… Biz kimseyi İsrail usulü sevmedik ki, İsrail usulü nefret edelim… Sizi bilmeyiz ama, bizim size rağmen hâlâ kendimize ait aklımız ve duygularımız var…
Proje olanlar iyi bilirler ki, senaryo dışı diyaloglara asıl metni bozmadığı sürece müsamaha gösterir yönetmen… Erdoğan’ın 20-25 yıldır çevirdiği “dizi”de final olmadığına göre, senaryo değişikliği yapılıyor demektir… Veya baştan beri senaryo böyleydi!.. İsrail’in sözde Erdoğan ve AKP karşıtlığını bir de bu çerçeveden değerlendirin bakalım… Tabii sizin olduğunu sandığınız hormonlu aklınızı kullanabilirseniz…
Tek derdiniz bölgedeki savaşa dahil olup, sahiplerinize siyasi ve coğrafi sınırlarımıza müdahale etme fırsatı kazandırmak… Giderayak yaptığınız yaygaranın gayesi de bu…
Ha bu arada siz giderseniz “din düşmanları iktidar olacakmış” hemi?.. Bu ayaklar koktu, yenileyin kendinizi artık… Milli Şef döneminde dahi “din” bu kadar tahrip edilmedi… Ben şahsen, münafıkların saltanatına payanda olmaktansa, din düşmanlarının zulmünü tercih ederim… Hiç değilse kavgada ölme şansım var, vicdan azabıyla değil…
İnsanların, toplumların ve dahi devletlerin öncelik ve önem arz eden problem tespitleri olmalı… Başınızdaki ateşi söndürmeden, ayağınızdaki ateşi söndürmeye kalkarsanız, hem ayağınız hem de başınız yanar…
Siyah ile beyazdan ibaret değildir insanlığın renkleri… Tabii insan fıtratında olmayanlar bunu nereden bilsin!..
Vesselam.

27 MAYIS’A DAİR…
Darbelerden bile devrimcilik, sözde ilericilik yada yerlilik, millilik adına ideolojik rant devşirme çabaları sağlıklı tefekkürün işi değildir… 27 Mayısın, Menderes Hükümetinin muhalef görüşlere yönelik isdibdat politikalarına karşı “sandık-seçim sisteminin” kendini koruma refleksi olarak ifade edebilmek, klasık militer sol jargonun taa kendisidir.. Eğer öyle olsa idi 27 Mayıs kendi içerisindeki mahalif 14’ler grubunu tasfiye edip, güç gösterisi yapmamalı idi..
Ayrıca 27 mayıs darbesinin arkasında ABD’nin olmaması onun “milli bir reflek” olduğunu da göstermez…Zira herkes bilir ki darbenin arkasında, başlangışta olmasa bile neticelenmesinde INGİLİZ MANDACILIĞI vardır.. Dolayısı ile Cunta, “sivil siyaset noktasında tarafsızlık telkininde bulunan Alparslan Türkeş Bey ve Arkadaşları devre dişi birakılarak, muhalif kanı dökebilmiştir..
Açık bir şekilde ABD imzası taşıyan 12 Eylül sonrası, meşruiyetinin tartışılır olması da 27 Mayısın arkasındakı Ingiliz Mandacılığına işaret eder.. Sonrasında ise 12 Mart, 28 Şubat, Ergenekon Kumpasları vs., karşılıklı rovanşlar 15 Temmuz da İngiliz Mandacılığının lehine bir süreci başlatmıştır…
GÜDEME DAİR
Küresel güçlerin Türkiye’ye olan menfi veya müsbet ilgisi, Türkiyenin gücü ile alakalı değil, uluslararası menfeat kavgalarının yaşandığı bir coğrafyaya sahip olmasıdır…
Birileri bunu kendi varlıkları ile özdeşleştirip vatandaşı mevsimlik işçi, devleti de taşören firma gibi kullanıyor..
Erdoğan’nın ülke “Anaonim şirket gibi yönetilmeli” söylemini bile alkışlayan bu toplumdan feraset beklemek pek akıllıca olmasa gerek… Seçmen tarafgirlik gırdabında biri birini yerken, iradesini teslim ettiği “tek adamlar”, küresel güçlerin masasında pinpon topu gibi bir oyana bir buyana zıplayıp duruyorlar…
Dün Washington’u su yolu yapanların, bugün Londrayı , Moskova’yı, komşu kapısı yapmasının sandık ile bir alakası yok, Ülkenin BEKASI için sanıyorsanız bilin ki yanılıyorsunuz…
Mandacılık böyle bir şey işte..
Herkese ederini ödüyorlar!..
Zafer Güler

Masa başında başlatılan yeni süreç sahaya çok farklı yansıyacaktır… Çünkü öncelikle devlet ağzıyla yapılan açıklamalar tamamen siyasi ve geleceğe dair kurulan cümleler, hamasetten öte muallak temennilerden ibaret…
Dolayısıyla bu hususta konuşur, yazar iken kurulacak cümlelere dikkat etmek lazım… Günün sonunda ters köşe olmak da var…
Netice itibarıyla yaklaşık 40-50 yıllık planlı ve programlı altyapısı oluşturulan Lozan’ı Tashih Projesi safha safha hayata geçiriliyor…
Siyasi ve coğrafi sınırlarımız üzerine yeni bir hikâye yazılıyor… Kurulan ihanet ve sadakat cümlelerinin içi boş ve öznesi meçhul… Bilinmeyeni çok bir denklem ve netice, bilinmeyenlere verilen her değere göre farklı sonuç veriyor ve verecektir de…
Süreçten ziyade süreci başlatanlar ve altındaki imza sahipleri, süreçten daha endişe verici ve lanse ediliş şekliyle inanılır ve güvenilir değil…
Masada, Erdoğan ismi üzerinde paydaş olmuş Cumhur İttifakı ve PKK var… Bırakın toplumsal uzlaşmayı, devlet çatısı altında başta siyaset olmak üzere bürokratik bir uzlaşı da yok, olması da mümkün görünmüyor…
Yani bu sürecin en büyük mağduru DEVLET… Herkes devlet adına ve devlet ağzıyla bireyler yapıyor fakat SÜRECİN hiçbir safhasında DEVLET yok… Millet zaten “sürü psikolojisine” gark edilmiş…
Biraz daha açmak gerekirse bu süreçte ne Türkler ne de Kürtler var… Türk ve Kürt olgusu üzerine proje üreten siyaset ve toplum mühendisliği, gelecek yüz yılın TÜRKİYESİ’Nİ dizayn ediyor…
Anayasa terennümleri, yeni bir dönüşümün pis korkuları gibi… Kanun yapmanın ana mantığı sosyal hayatı tanzim edip iyileştirmek olmasına rağmen, ortaya çıkan metinler maalesef iktidar kavgasının izlerini taşıyor… Zaten yazılı metinlere başta mevcut yönetim erki olmak üzere uyan da yok… Maalesef devlet aygıtının her kademesinde illegalite ve anarşi kol geziyor…
Bu minvalde bizim temenni ve talebimiz; doğru ve/veya yanlış her ne yapılacaksa toplumsal uzlaşı ile yapılmalı ki, en azından “iç savaş” yaşanmasın… Ki maalesef ülkeyi buna müsait bir zihniyet yönetiyor…
Vesselam…

Öteden beri bu “Ticaret-Siyaset” konseptli cemaat görünümlü tarikatlara soru işaretleriyle yaklaşmışımdır… Zira her nesil devrinde olaylara karşı ortaya koydukları, değişik, çoğu zaman da çelişkili fetva-i bakış açıları ve yaşantılarıyla daha da sapkınlaşmaları, millî irade açısından endişe verici bir boyuttaydı…
Ve özellikle de aralarındaki münasebetler, kurgulu bir danışıklı dövüşü andırıyor… Faaliyetlerine uyguladıkları sistematiğin “örfî ve şer’î” akıl ve ilmî nüanslarla pek de alakalı olmadığı hep dikkatimi çekmiştir… Ve bu izler beni “Endülüs”e doğru götürse de, galiba acı gerçeğe inanmak istemiyordum…
AKP’nin “Huysuz Virjini”, namıdiğer Yeliz Bey’in “atalarının Endülüslü olduğunu” söylemesini sosyal medya mücahitleri çok “komik” bulmuştu!..
Türk tarihinde Dönmeler devrinin Endülüs ile özdeşleşmesi, Endülüs’ten Osmanlı topraklarına yapılan Yahudi göçüyle alakalı olduğunu da kabul etmemek safdillik olur kanaatindeyim…
Yaklaşık 20 yıldır sosyal hayatı direkt etkileyen dizi filmlere baktığınızda ve sembolleri doğru okuduğunuzda Endülüs’ün şifrelerini çözebilirsiniz…
Kurtlar Vadisi, Muhteşem Yüzyıl, Diriliş, Veliaht, Söz, Savaşçı, Eşkıya Dünyaya Hükümdar Olmaz dizilerinde Sabatay Sevi kodlamasını mutlaka görürsünüz…
Muhyiddin İbnü’l-Arabî’nin Diriliş dizisinde Ertuğrul’dan daha üstün bir karakter olarak ortaya çıkartılması tesadüf değildir…
Senaryoda, MHP ve Alparslan Türkeş figürünün olmamasına rağmen ülkücülerin filmi olarak lanse edilip kabul gören Kafes filminde kurgulanmış ülkücü kimliğin, Niyazi Mısrî ile kodlanmış olması da tesadüf değildir…
Biz ülkücüleri yakından ilgilendirmesi hasebiyle, Abdülhakim Arvasi gerçeğinden çıktığınız yolda 3 yol ayrımı görürsünüz:
1- Seyyid Ahmet Arvasî ve Türk-İslam Ülküsü
2- Necip Fazıl Kısakürek ve İslami Büyük Doğu ve dahi Salih Mirzabeyoğlu ve İBDA-C
3- Hüseyin Hilmi Işık ve Işıkçılar, Enver Ören ve İhlas Holding
Bu ayrımı birleştiren tek nokta ise Nakşibendi Şeyhi Küçük Hüseyin Efendi’dir…
Bu trafiğe çıktığınızda Telat ve Ziya Paşalar’a, Said Nursî’ye, M. Esat Coşan’a, Küçük Hüseyin’e, Üzeyir Garih’e, Koçlar’a, Zapsu’lara, Uzanlar’a, Kavalalar’a bir yerlerde; ya giderken, ya gelirken ya da bir kırmızı ışıkta beklerken mutlaka rastlarsınız…
Dedik ya artık, bize kurtuluş hareketi olarak sunulan sağlı sollu ideolojik yapılanmaların ve “cemaat-tarikat” diye sunulan, politika yapmamakla övünen fakat siyasetin tam merkezinde olan bu yapının Sabatay Sevi öğretisinin türevleri olduğundan zerre tereddüdüm yok…
Son 300-400 yıllık Türk siyaset ve din tarihine baktığınızda, bugünkü siyasi ve dinî tablonun kodlarını bulursunuz… Bugün iktidar sahibi konumundaki sözde milliyetçi-muhafazakâr kesimin “Osmanlı torunu” olduklarını iddialarındaki işaret de Osmanlı Yahudi tarikat şeyhi Sabatay Sevi’ye olabilir aslında…
Cemaatleri ve siyaseti dizayn eden ve yönlendiren isimlerin seceresini irdelediğinizde sizi meşhur Boğaz Aşireti’ne, yani beyaz Türk–seküler dindar ve siyasî İslamcılara götürür…
Toplum olarak, akıl ve vicdanen tükendiğimiz anlarda, “Bir bildiği vardır” manifestosuna sarılma zaafımız, maalesef bizi köleleştiriyor…
Özgürleşmek istiyorsanız sorgulayın!..

Değişiyoruz, gelişmiyoruz.. Hatta dönüşüyoruz… Ayrıca değişen de Z kuşağı değil, çünkü onlar zamanı yaşıyor… Ve biz onları kendi zamanımızda sorgulayarak yargılıyoruz..
Hatırlayın… Bizden öncekiler de aynı muameleyi bize yaptığında hiç de hoş karşılamamıştık.. Peki biz kabüllenmekten geçtim neden emlati yapamıyoruz…Sıkıntı bizde diye düşünüyorum Ağalar..
Bir bıraksak çocukların yakasını, belki bizim yapamadığımızı onlar yapar ve hiç olmazsa kendi doğruları ile gelişirler diyorum..
Bugünü bırakın, doğmamış bir neslin istikbalini çizsinler diye 60, 70 yaşındaki insanların iktidar kavgasının mücadelesini veriyor, buna da “DAVA” deyip, kutsiyet yüklüyoruz…
Siz düzeni değiştirmek adına iktidar olduğunun gün doğan çocuklar 23 yıl sonra kılıç çatarak “Mustafa Kemalın Askerleriyiz” diye manifesto yayınlıyorlar..Siz acziyetten onların istikbalini, dolayısı ile de toplumun istikbalini cezalandırıyorsunuz..
Oysa ki sizden öncekiler size “ tokat yediğiniz zaman, sahibinin değil, sebebinin peşine düşün” demişlerdi!.. Varsa bir ihanet öznesi siz değil misiniz!
Hem bu çocuklar uzaydan gelmedi, bizim dizimizin dibinde yetişti.. Kimisi bizim, kimisi kardeşimizin, kimisi komşumuzun, sonuçta toplum olarak bizim çocuklarımız değil mi?
Herkes tercihinin farklılığını ve doğruluğunu rakiplerini kötülemek, hakaretvari ithamlarla anlatmak zorunda mı???
Kavga, nefret dilinı neden bu kadar çok seviyoruz?.. Yüreklerimiz bu kadar mı karardı?..
İkna etmek bu kadar mı zor da, yok imha etme yolunu seçiyoruz?..
Hani biz 1000 yıldır bu topraklarda harmanlanarak gelen bir toplum idik.. Siyasi Parti tercihlerine göre parçalanarak savaşmak, hangi kültürün, geleneğin, törenin olmazsa olmazı?..
Bizim gibi düşünmeyenlere karşı sorumluluklarımız yok mu, neden empati ve tolarans duygularımız köreldi..
Unutmayın rakiplerinizin yanlışlığı, sizin doğru ve haklılığınızın delili değildir… Farklılıklarda kavga etmek yerine, ortak noktalarda ortak akıl oluşturmayı beceremediğimiz sürece ÜLKEYİ Küresel Güçlerin LUNAPARKI, SİRKİ olmaktan asla kurtaramayacağız..
Bazı şeyler değişse de toplum olarak gelişmeyecek sadece dönüşeceğiz ve bu kısır bir döngü asırlar boyu devam edecek… Bir nesil her şeyi göze alıp Savaş konumuna gelen bu KAVGAYI BİTİRİP ORTAK AKIL OLUŞTURMALIDIR…
Vesselam..

Kimse beyhude DİN maskesi takmasın..
Her kim ki TÜRK isminden rahatsızlık duyuyorsa, ya soyu sopu meçhul bir hiç, yada TÜRK düşmanı P**’tir..
“PKK Malazgirt’te KONGRE yapsın” diyen Devlet Bahçeli bugün Erciyes’te TÜRKLÜK KURULTAYI çağrısı da yapmalıydı..
Türkçülük ve/veya Türk Milliyetçiliği yada Türk İslam Milliyetçiliği, biri birinin zıddı şeyler değil, tamamlayan ifade tarzlarıdır aslında!.. Farklılık algı ve ifade jargonundadır!..
Başkaları ile aynı tabela altına girip, yakanıza aynı aidiyet rozetini takmadığınız için kavramlara farklı anlamlar yüklemek, farklı olduğunuzu göstermez…
Türk Tarihini İslamın kabulü ile başlatıp irdelemek İslam’ın “yaratılış ve hakkaniyet” anlayışına “şerh” olması hasebi ile sağlıklı ve doğru bir yaklaşım değildir!..
Nesep, secere, akraba ilişkilerine hassas bir yaklaşımı olan İslamı tefekkür, müslüman toplumların “kavmi” tasarrufu ile mecrasından saptırılması demektir ki; bu birey şahsiyetinde kişilik bozuklukları oluşturur, dolayısı ile de toplumlardaki, sosyal ve kültürel yozlaşmalara zemin hazırlar… Bu hal ise
İslamın asla ve asla tasvip etmediği bir durumdur!..
ÜLKEMİZDE YILLARDIR YAŞANAN TÜRKLÜK VE İSLAM
KIYASLAMASI, BU SAĞLIKSIZ ANLAYIŞIN ESERİDİR!..
Türklük tercih meselesi değil, Allah’ın bir lütfudur, reddiyesi olmaz!.. Redden ise asla MÜMİN olamaz!.
3 Mayıs TÜRKÇÜLER GÜNÜ İise GÜNÜNÜZ, TÜRKÇÜLER BAYRAMI ise BAYRAMINIZ kutlu olsun..
****
TÜRKÇÜLÜĞE DAİR…
Nazist ve Faşist anlayışta bir “TÜRKÇÜLÜK” olmamasına rağmen soyundan utanan, soysuz, nesebisiz ÇAŞIT ÇERİLERİ aşağılık kompleksi içerisinde, sahiplerine yaranmak için kırk takla amakta “Arab toplumunun kılığını kıyafetini ve dünyavi yaşantısını “sünnet” zannetmektedirler…
İslam madem ki; mekandan ve zamandan münezzeh cihan şumul bir din, öyle ise 13 asır öncesinde “asılı” kalmak, hangi “Şer’i Aklın” eseridir?.. Biat “akıl bağlık” ise hükmü değeri vardır… Akıl bağlık olmayan biat ise “bidattır”!..
Evet biz soyumuzu, boyumuzu, milletimizi biliyor ve seviyoruz.. Diğer “ırklardan farklı” olarak da, Allah’a “korku ile” değil “sevgi ile” bağlanma ve Akıl-ı Resül’üne biat mücedelesi veriyoruz…
Sahabe ve Hilafet dönemleri dahil, “İlayı Kelemetullah için Nizam-ı Alem” diye davası olan ikinci bir toplumlum var mıdır?..
Resülü Ekrem Efendimizin, insanlığa tebliğ ettiği Din ve “Kitab-ı Mukaddes Kur’an-ı Kerim” üzre yaşamaktan daha asil bir “Sünnet” olabilir mi?..
Türk olmak, Müslüman olmaya engel mi?
HAYIR!
Soyumuzu sevmek ALLAH’î ve Dinini sevmemize engel mi?
HAYIR!
Örfümüze, adetlerimize sahip çıkmak, Şer’i yaşantıya engel mi?
HAYIR!
Peki sizin bu TÜRKLERLE alıp veremediğiniz ne?..
Zafer Güler

Önce elbirliği ile ideolojik saiklerle toplumun maddi ve manevi değerlerini çürütüyorlar, sonra bir araya gelip “AHLÂKİ ÇÜRÜMEYE KARŞI” Platform kurarak AHLAKSIZLIK yapıyorlar…
Büyük Aile Platformu da işte böyle bir şey… Toplumun sırtında sülük olan sağdan soldan ne kadar VAKIF, DERNEK, CEMİYET-CEMEAT varsa KURUCU listesinde.. “TURGEV” bile var… Ekranlardaki yozlaşmayı protersto ediyorlarmış…
Silah ve Uyuşturucu Baronlarının kurduğu “SİLAH ve UYUŞTURUCU” karşıtı AHLAKSIZ VAKIFLAR gibisiniz.. Sebepler ve Müsebbipler asla çözüm ve çare oluşturamazlar…
Dindar Burjuvazi vatandaşı böyle zokalarken, diğer bir koldan DİZİ reytingleri üzerinden ideolojik ve siyasi istikbal tuzakları kuruyorlar.
AK Sarayın Karakızı Fülya Öztürk, Reyting rakamları üzerinden Uzak Şehir Dizisinin magazin yönünü ön plana çıkarmaya çalışırken, bize de bir iki satır kelam etmek şart oldu…
MAksadı ne olursa olsun dizi de önemli sosyal mesajlar var… Kim nasıl algılar bilmiyorum ama, nasıl algılarsanız algılayın yolunuz toplumdaki kamusal ve ahlaki ahlaki çürümeye çıkıyor..
1-Şiddet ve illegalite bölgenin kaderiymiş gibi bir algı oluşturularak normalleştiriliyor…
2-Kamusal disiplinin bölgenin feodal otoritesinin gölgesinde acze düştüğüne, bölgesel saiklerle kanıksatma algı operasyonları dikkat çekiyor..
3-En dikkat çeken ise Türkiye Cumhuriyetinin kuruluşundan buyana süre gelen KAÇAK ve SINIR ÇATIŞMALARININ meşru zeminlere oturtulmaya çalışılması.. Misak-i Millinin sosyopolitik sınırları ile coprafi sınırları arasındaki tezatın günlük hayata yansıması çarpıcı bir gerçek…
ABD’nin Türkiye destekli Suriye Operasyonu ile kevgire dönen yaklaşık 900 kilometrelik sınır trafiğinin kamusal ve sosyal hayata olumsuz etkilerini sembolize edilmesini önemsiyorum..
Sağlık ve İnsani Yardim adı altında yürütülen İLLEGAL TRAFİK çok güzel çift taraflı sembolize edilerek manipulatif bir eksene oturtulmuş..
Aklınıza gelebilecek her türlü kaçakçılığın, kamusal saiklerle nasıl normalleştiğini görmemek hem bölgeye, hem ülkeye ihanet olur…
Son 10, 15 yılda ciddi bir piyasa bulan Devlet tarafından akredite edilmiş Özel Şehir Hastahaneleri ve İnsani Yardım Kuruluşlarının illegal lojistiğin en güvenilir enstrümanları olduğu yine bölgesel saiklerle normalleştirilmeye çalışılıyor..
Belki de deşifre ediliyor..
Ama maalesef bu gerçekler hem kamu kurum ve kuruluşları, hem de toplum tarafından “Dizi” tadında çekirdek çitleyerek izleniyor.. Kamu ve sosyal hayatın her alanında ahlaki çöküş vicdanları körelltirken birilerinin cüzdanlarını hızla dolduruyor…
Vatandaş bölünmüş yollar, makyajlanmış lüks mesireve eğlence yerleri ve hasta garantili hastahaneler, yolcu garantili hava limanları ile efsunlanırken İLLEGAL BİR SALTANAT ülkenin altında üstünde ne varsa gasp edip ranta çeviriyor…
İktidarın makyajlı yüzüne, cilveli sözüne kanıp meşke dalanlar, günün sonunda makyaj akınca karşılaştıkları hakikat karşısında pişman olsa da fayda etmeyecektir…
Cünkü DEVLETİN yedeği de yok, başka TÜRKİYE de yok..
Zafer Güler

“ABDULLAH ismi Kur’an-ı Kerim’de geçer mi?” sorusuna genellikle verilen cevap;
“Abdullah isminin anlamı ile ismin Kur’an kaynağında geçip geçmediği açığa çıkmaktadır. Abdullah ismi, Allah’ın kulu ve kölesi olan kimse anlamına gelmektedir. İsmin anlamında Allah ve kul kelimeleri Kur’an’da geçtiğine işaret etmektedir. Değerli bir isim olarak karşımıza çıkmaktadır. Kur’an kaynağında geçmesinin dışında son peygamberin de sevdiği isimler arasında olduğu bilinmektedir.” şeklindedir…
Yani buradan anlaşılıyor ki, Kur’an’da bire bir böyle bir isim yok…
Allah isminin Kur’an’ın indirilmesinden önce varlığı da şaibeli. Çünkü o da her hâlükârda bir TANRIÇA ismi…
Dolayısıyla ay tanrıçası penceresinden bakınca, Allah ile aynı harflerden oluşuyor iddiasından hareketle, HİLAL’in kutsiyetine de gölge düşürüyor…
Neresinden tutarsanız elinizde kalıyor…
İman denilen şey sadece teslimiyet ve biat mı, en büyük ve önemli KISTASI AKIL değil midir?
Abdullah ismine yüklenen “Allah’ın kulu” anlamından hareketle, “Allah” ve “kul” kelimelerinin Kur’an-ı Kerim’de geçiyor olmasına atıfla Abdullah ismine böyle bir anlam yüklenmesi tartışılır bir durumdur.
Abdullah: Abdul = Kul, köle ve Lâh = Putperes…
Araplarda en çok sevilen putlardan birinin ismi…
Yani Abdullah isminde Allah lafzı yok…
Ve İslamiyet öncesinde LÂH isimli put kastedilerek kullanılmış olması, imani manada şirke götürecek tehlikeli bir durum değil midir?
Hem de siz Türkçe TANRI kelimesini iman testine tutarken, tarihte var olan bir put atfedilerek kullanılan bir ismi hangi dinin ve imanın süzgecinden geçiriyorsunuz?
İslam’ın tebliğinden sonra yaradanın sevilen isimleriyle, Abdul = Kul, köle birleşimiyle üretilen isimlere yüklenen “Allah’ın kulu” anlamını Allah ismiyle de oluşturmak isterseniz, ortaya çıkan isim “Abdulallah” olmaz mı?
Ki ilk bakışta “Köle Allah” algısı oluşturmaz mı?
Sünnet kisvesine sokulmasında da aynı çelişki mevcut…
Peygamber Efendimiz’in babasının adı Abdullah olması hasebiyle seviyor olması, imani ve dini bir tasarruftan ziyade kültürel bir terbiye değil midir?
Neresinden bakarsanız bakın, indirilen İslam’ın değil, uydurulan İslam’ın şirke çok yakın bir hezeyanıdır bu yaklaşım… Vesselam…
(NOT: MERHABA ve SELAMÜNALEYKÜM ifadelerinde de maalesef aynı dini çelişki ve ikilem yaşanıyor.)


Muhsin Başkan’a yapılan suikasti anlatırken, anlama çabası da sarfetmez isek, hakikate ulaşamaz, günü birlik avuntularla iştigal eder, kısır döngülerde emekler dururuz..
Bu suikastin izlerini Musuldan Kosovaya uzanan Uyanış Projesinde, 1 Mart Tezkeresinde, 1912’de aramak lazım gelir düşüncesindeyiz… 1912’de Trablusgarp’ta, Balkanlarda Enver Bey, Kuşçubaşı Eşref, Mustafa Kemal ne ise Muhsin Başkan’da odur…
Dağlıca baskını, 33 silahsızlandırılmış Mehmetçiğin katli, Sivas ve Başbağlar Operasyonları, Uğur Mumcu, Adnan Kahveci, Recep Yazıcıoğlu, Eşref Bitlis suikatlerinin halkası niteliğinde, “milli direniş ve uyanış projesine” yapılan bir suikasttir bu…
Kendisini ortadan kaldırıp, parti ve teşkilatlarına hakim olmak düşüncesi de bununla alaklıdır zaten.. Bu bağlamda 2007 Kogresi sonrasını da irdelemekte fayda mülahaza ediyoruz..
1999’da, Muhsin Başkan’a iktidar teklifi yapanlarla, onlara verilen “hayır” cevabından cesaret bulan diğerlerinin 2002 yılında yaptıkları teklife aldıkları hayır cevabı akabinde ortaklaşa yaptıkları bir “derin operasyondur” bu suikast..
Dolayısıyla tetikçileri ve işbirlikçilerini tespit ve teşhir için müneccim olmaya gerek olmadığı düşüncesindeyiz.. Bunun için güncel Türkiye siyasetini ve siyasetçilerini, “milli hassasiyetle” tahlil etmek, edebilmek yeterli olacaktır…
Muhsin Başkan’ın mirasının, ülkücü kadroların bir iki parti ve 3-5 ocak teşkilatından ibaret olmadığını söylediğimiz de, “şok” olup, saldıranlar unutmasınlar ki, biz bu oyunu bozmakta kararlıyız.
Vesselam..
Zafer Güler


Net ve açık söylüyorum BBP dahil, TBMM’de grubu olan siyasi parti teşkişatları, bu teşkilatlarda aktif görev alanlar Muhsin Başkan için okuyacağınız Kur’an ve Fatihalara sözümüz olmaz, amma velakin katilleri ile alakalı laf ederken “tarafınızca” siyaset yaparsanız, riyakarlığa düşersiniz..
Sizlerde bal gibi biliyorsunuz ve bu olayın aydınlanması Cumhurbaşkanı, Bakanları ve Vekilleri nezdinde TBMM’nin sorumluluğundadır… Aksini iddia edip, siyasi manevralara kalkışmak da tek kelime ile işbirlikçiliktır, riyakarlıktır, fırıldaklıktır…
Farkında mısınız, Muhsin Başkan sağcısından, solcusuna, dindarından, laikine bir nebze olsun “vıcdan sağibi” olan gönüllerde “iktidarını” büyütürken “riyakar siyasetçiler” cukurlaşıp küçülüyorlar…
Unutulacak diye kimse beklemesin.. Unutulması bir yana bu ateş gün geçtikce büyüyor.. Bu ateş gün geçtikce korlanıyor… Bir Kosova-Urumiçi, bir Çeçenya-Tebriz, bir Musul-Kerkük. bir Halep-Kudüs gibi mazlumların, haklıların Allah ve hürriyet sevdalılarının elinde bir meşale, usunda bir hedef olarak mahşere dek var olacaktır…
Bizim, sizin, onların, herkesin riyakar tavrına rağmen Cenab-I Allah Davasının, Davacısının Hakkının Hukukunun vebalini kıyamete dek yaşatacak hepimize..
Bu işin mazereti, bu işin özürü yok… Ya mahkemeleri kuracak “kısası” bulacagız, yada mahşere dek bu utanç ile yaşayacağız…
Ya adalet, ya delalet… İlle de adalet
Kimse kendine kabir ziyaretinden, anma mesajından, proğramından, seçim vadlerinden teselli aramasın…
Muhsin Yazicıoğlunun “kısası” , Devlet-i ebet müddet gibi, Ilayı Kelimetullah, Nizam-ı alem gibi, Musuldan, Kosovaya, Adriyatikten Çin Seddine kutsal bir sevda, kutlu bir davadır artık..
Şehidimizin Ruhu şad, Davası gazamız olsun..
***
Sus demesin kimse bana peşinen söverim
Gücüm yeterse hatta ve hatta döverim
Sakın ha, ne alkış isterim ne de aferim…
Söyleyin, ben bunların nesini seveceğim
Terbiyem elverse vallahi billahi söveceğim..
„ Provake olmayacağız “ mış, lafa bak lafa!
“Sağduyu” diyorlar utanmadan, ettikleri gafa,
Kafa değil adamlardaki, sanki hormonlu yafa..
Söyleyin, ben bunların nesini seveceğim
Terbiyem elverse vallahi billahi söveceğim..
Ardından hüzünle kanlı göz yaşı aktı..
Reis donarken zirvede, ateşi bizi yaktı…
Biri vasiyete, diğeri de mirasına taktı…
Söyleyin, ben bunların nesini seveceğim
Terbiyem elverse vallahi billahi söveceğim..
Adam olan adam el öpüp biat etmez,
Ederse de, çıkıp ben liderim demez…
Aptal yerine koymayın, kimse bunu yemez..
Söyleyin, ben bunların nesini seveceğim
Terbiyem elverse vallahi billahi söveceğim..
Tavrınız tutumunuz ediyor bizi şok
Yeter artık maval okumayın, karnımız tok
Gafletse uyanın, ihanetin affı yok!..
Söyleyin, ben bunların nesini seveceğim
Terbiyem elverse vallahi billahi söveceğim..
Birileri oyalıyormuş, peki kim o birileri
Değilmi ki onlar okyanus ötesinin irileri..
Hesaptan kaçamayacak ölüleri dirileri
Söyleyin, ben bunların nesini seveceğim
Terbiyem elverse vallahi billahi söveceğim..
Ayrılarak birlik olur mu beyler, bu ne iş?
Bahar yok artık bize, dört mevsim kış..
Bu gidişle denecek, göze göz, dişe diş
Söyleyin, ben bunların nesini seveceğim
Terbiyem elverse vallahi billahi söveceğim..
Hilal emir Gül tavsiye söz benim
Mangal yüreklerde yanan köz benim
Şu milletin elindeki son koz benim…
Söyleyin, ben bunların nesini seveceğim
Terbiyem elverse vallahi billahi söveceğim..
BeyKhan

Analizlerimiz, eleştirilerimiz için, birileri bizi düşman görse de, biz Cumhurbaşkanı ve Hükümet düşmanı değiliz… Ülkücü terbiyemiz, devlet şuurumuz zaten buna müsaade etmez…(Ve bunun sorgulanmasını hakaret kabul eder, sahibine iade ederiz…) Kimseye de düşmanlık yapın demiyoruz..
Tek isteğimiz memleket ve insanlık için ecdadımıza yaraşır yönetilelim istiyoruz… Sesimize kulak verin, elimize el verin istiyoruz…
Devletimizi sevmek, yöneticilerimizle övünmek istiyoruz… Allah şahit, bütün güzellikler yapılsın da, siz yapın istiyoruz…
Maksadımız, kavgamız, mücadelemiz, ne şartta olursa olsun gitmeniz için değil. ilahi ve tarihi hakikate, adalete iltica, yaratılış gayenize rücu etmeniz içindir…
Hemcinslerinizin yaptıklarını, tersinden yapmak yakışıyor mu size!.. “Eskiden de vardı demek” “Amerika’da, Batıda da bu böyle” demek, hangi tefekkürün ifadesidir?.. Millilik bu mudur?.. Müslümanlık, Dindarlık bu mudur?..
Biz sizden mucize istemiyor, evliyalık beklemiyoruz… “Mütedeyyin bir Müslüman, onurlu bir insan olun” diyorsak çok ve yanlış şey mi istiyoruz?…
Değerlerimizin sizin ihmalinizle, suiistimalinizle, gafletle, ihanetle, adına ne derseniz deyin sizin vesilenizle tarumar edilmesi yüreğimizi yakıyor…
Yok bunca tecrübeye rağmen “dediğimiz dedik” diyecekseniz, düşmanlığı, nefreti ve hainliği bir zahmet kendinizde arayacaksınız!..
UNUTMAYIN ALLAHIN DA BİR HESABI VAR!.. BİZ ONA TABİYIZ!..
*******
I-
Yusuf olunmuyor yatmakla, hasbelkader zındanda
Bıraz akıl, biraz haya, çokca iman olmalı insanda
Rabbim ille de “Ikra” derken Kitabı Kur’anda
Cehalet ummanına dalmayın Beyler,
Mazlumun Ahini almayın Beyler!..
-II-
Bana sus sus der ama kendisi susmaz
Haram yemeyen, küfür kusmaz
Yereğimde sizin mayanız tutmaz
Ayağıma dolaşıp, durmayın Beyler
Vatandaşın gönlünü kırmayın Beyler!..
-III-
Kimi seversen sev, sevgine karışmam
Senin ile oturup, sidik de yarışmam
Dün “sövdüğümle” bugün sarışmam
Tilkiyi kümese sokmayın Beyler..
Dilime “kelepçe” takmayın Beyler!..
-IV-
Zor kapanır derler gönül yarasi
Bir nefesdir Beşik ile Kabir arası
Ne kaşın hilali, ne de gözün karası
Döndüremez beni yolumdan Beyler
Bırakın tutmayın kolumdan Beyler!..
-V-
Çaşıt sadağında, kahpe ok olanlar,
Ganimette pay, kavgada yok olanlar
Nesebi sidik, soyu bok olanlar
Suyuma necaset katmasın Beyler
Para eden herşeyi satmasın beyler
-VI-
Her yediği halt yanına kar kalıyorsa
Ülkücüden Peygamber şani alıyorsa
Benim obama fitne salıyorsa
Kimse bu zokkayı yutmasın Beyler
Kırılan kol, yen ıçınde durmasın Beyler
-VII-
Demokrasi, seçim, sandık, bunların makyajı
Eder isen eğer, zülmü kendine baştacı
Sonunuz ya zındandır, ya darağacı
Bulanmadan durultun suları Beyler
Freng elinde bunların yuları Beyler!..
BeyKhan(Köln)

Kültürsüzlüğün kültür gibi algılanıp kültür haline geldiği bir zamanda, kültürel içerikli bir dergiye yazı yazmanın, hem de içinde tarihten başka bir şey bırakılmayan ÇANAKKALE gibi tarihî bir olay hakkında yazmanın zorluğunun idraki ile yazdığımız bir yazıyı sizlerle paylaşmak istedik. RETÖ/Ergenekon/FETÖ tiyatro-komedisinin sınırları zorlayan noktaya geldiği şu günlerde, millet olarak nasıl bir kumpas altında olduğumuzu ve bu kumpasın yaklaşık 100 yıl öncesindeki parmak izlerine işaret etmeyi (doğru anlaşılmayı umarak) amaçladık…
Tarihî olayları iyi okumak lazım. İyi okumak lazım derken, elbette ki kaynak önemli, ama kaynaktan önemlisi de algılama ve anlama olgusudur…
Aslında cereyan eden olay, zaman ve mekân kapsamında “iki kere iki dört eder” hükmünce müspet ve aşikâr iken, toplumların bakış açısı ve olaya yüklediği değerler, netice itibariyle olayı değişik tanımlamaya vesile olur. Yani sizin fetih dediğiniz bir tarihî olaya başkaları rahatlıkla istila diyebilir… Biraz daha açmak gerekirse, biz İstanbul’un fethi derken, Bizans esrafının istila serzenişleri gibi…
Burada tarihin doğru ve yanlış ile değil, taraf olmakla ifade edildiği gerçeğine ulaşıldığını kabullenmek elzemdir diye düşünüyoruz… Diğer bir deyişle, tarihin doğru-yanlış, haklı-haksız olmaktan ziyade taraf olmakla ifade edildiğini görmek ve kabullenmek durumundayız. Bu bağlamda her konuda güç sahibi olma olgusu devreye girer ki; gücünüz nispetinde doğrularınızı tarihe yansıtırsınız…
Bu mantıkla irdelenen tarihten daha müspet sonuçlar çıkarılacağı kanaatiyle Çanakkale mevzuunu da bu açıdan ele alınmasının gerektiğini düşünüyoruz. Aklımıza hemencecik bir soru gelmektedir: Çanakkale gerçekten geçilmez mi? Yani geçilemedi mi?
Çanakkale’yi destanlaştıran ecdadın penceresinden baktığınızda bu sorulara tereddütsüz cevap “Hayır, geçilmez ve asla geçilemedi!..”dir.
Devlet ve millet olarak dünya konjonktüründeki bugünkü konumumuza bakınca ise, Çanakkale geçilemeye dursun, birilerinin Ankara’yı işgal ettiği gerçeğini kabullenmemeyi de beş bin yıllık bir millî şuur birikiminin inkârı olarak algılamak lazım diye düşünüyoruz…
Bu noktada iki Çanakkale görmek mümkündür: Biri yaşanan Çanakkale, diğeri yaşayan Çanakkale… Mezar taşlarıyla övünmeyi karakter haline getirdiğimizden beri, şehadet olgusunun genlerimizdeki millî şuuru algılayamaz olduk. Hatta yanlış algılar olduk. Çanakkale destanının yazılmasına vesile olan o meşhur Cihan Harbi irdelendiğinde, başlangıç itibariyle taraf olmayan bir milletin savaş mağduru olarak tarumar edilmesinin, topraklarının cetvelle çizilmiş ülkeler haline getirilmesinin ardındaki gizemi görmemek için işbirlikçi olmak lazım gelir diye düşünüyoruz…
Çanakkale’ye millî şuur eksikliği ile baktığınızda, yaşanarak destanlaşmış bir Çanakkale yerine sadece yıl dönümlerinde riyakârca yaşayan bir Çanakkale görürsünüz.
O günkü şartlar ve günümüz şartlarında tarihî gerçekler irdelendiğinde, “Yıl dönümü kutlamalarına katılan çok uluslu soysuz cühelanın torunlarına sunulan çiçeklerin her zerresinde şüheda kanı olduğunun idrakinde olan var mı acaba?..” diye sormak geliyor içimizden… Hatta ve hatta Çanakkale’yi kana bulayan o azgın, ne idüğü belirsiz güruhu sanki hafta sonu piknik yapmak için Çanakkale’ye gelmiş gibi göstermeye çalışan zihniyetin de kime hizmet ettiğini sorgulanması gerektiğine inanıyoruz…
Bu mücadeleyi destanlaştıran kan ve canlar açısından, savaşa gönüllü katılan akademisyenler olayını özellikle dikkatlere sunmayı millî şuur açısından gerekli görmekteyiz.
Malum meselenin öyküsünü Prof. Cengiz Kuday şöyle anlatır:
“1915 yılında İstanbul Erkek Lisesi, Galata’da Kemeraltı Caddesi’nde bugünkü Saint Benoit Okulu’nun bulunduğu binadaydı. Çanakkale’ye vatan savunmasına katılan Erkek Liseli öğrencilerden yaralananlar İstanbul’a dönüyorlar ve yaraları okulda tedavi ediliyordu. Bu nedenle okulun taş duvarları, savaş kurallarına göre saldırı hedefi dışında kalması için hastane rengi olan ‘sarı’ya boyandı. Tedavi gören öğrenciler tekrar Çanakkale’ye gitti. Tıpkı İstanbul Üniversitesi talebesi ağabeyleri gibi. 19 Mayıs 1915 Çarşamba günü, Çanakkale Savaşları’nın tarihe en kanlı ve en kayıplı günü olarak geçen günüdür. O gün altı buçuk saat süren düşman hücumunun sonunda 2. Tümen’in çoğu öğrenci olan 10 bin askerinin tamamı şehit oldu. Dolayısıyla savaşa gönüllü giden İstanbul Erkek Lisesi öğrencilerinin hiçbiri o kanlı günün sonrasında geri dönemedi. Okulun Karaköy binasının toplantı salonuna bu haber ulaştığında, yaşlı idareciler ve öğrenciler karar verip öğrencilerinin-arkadaşlarının anısına bütün pencereleri matem işareti olarak ‘siyah’a boyadılar. Binanın o gün üzerinde taşıdığı sarı-siyah renkler daha sonra hem lise armasının hem de 1926 yılında İstanbul Erkek Lisesi bünyesinden çıkan İstanbulspor kulübünün renkleri oldu.”
Sadece İstanbul Erkek Lisesi ya da Galatasaray Lisesi öğrencileri değil elbette Çanakkale’de kaybettiğimiz akademisyenler… Tıbbiye 1921 yılında bu nedenle mezun verememiştir!..
Yine müze olarak kullanılan Fatih döneminden kalma kalenin 6 metre kalınlığında duvarlara sahip muhteşem bir yapı olduğu anlatılsa da, “Çanakkale’yi geçilmez yapan Osmanlı medeniyetinden bir şeylerin gelecek nesillere ulaşmasını engellemek gayesiyle midir nedir bilinmez!” yorumuna mahal verebilecek bir ilgisizliğe terk edildiğini bilmez mi bu ülkenin büyükleri…
Hatta ziyaretçileri gezdiren askerlerin “Mahzenler araştırılmadı. Bir ikisi dışında girişleri nerede belli değil, kazı yapılması lazım” dediklerini de mi duymaz bu devlet erkanı!…
Yıl dönümü kutlamalarını millî şuurdan yoksun, ticari ve turistik bir anlayışla değerlendiren işbirlikçi beyinler, satışa sundukları eşyalarda TÜRK mefhumunu işlememeye özellikle mi çaba sarf etmektedirler?..
Her defasında olduğu gibi gâvur, düşman cephede kaybetmenin acısını masa başında mı çıkarmaktadır?..
Diğer manada o gün geçilemeyen Çanakkale’nin bugün nasıl geçildiği mi vurgulanmaya çalışılıyor?..
Hadi düşman bunu yapıyor diyelim… Ya bizim dediklerimizin yaptığına ne diyelim? Gaflet değilse ihanet değil midir bu?
Çanakkale’deki askerî zaferin hikmetini kendinde arayan zihniyet, batı medeniyeti dediği şeyin karşısındaki ezilmişliğin vebalini neden başkalarının üzerine yıkmaya çalışır hep!.. Yine bu zihniyetin icraatlerine baktığınızda sanırsınız ki, sanki verilen mücadele okyanus ötesinden gelen işgalcilerle değildi de, yaklaşık 700 yıl kendi doğrularınca insanlığın hizmetinde olmuş bir medeniyetleydi!..
Niye gerçeklerle yüz yüze gelmekten kaçıyoruz? Neden kahramanlarımız hep ölüdürler?.. Ya da diğer bir deyişle, neden bu ülkede ölmeden kahraman olunmaz? Bu milletin kaç asırdır yaşayan kahramanları yok, hiç hesap eden oldu mu?..
Millî dinamiklerimizi, neden hep ölüm üzere sloganlara hapsederiz?.. Vatan için gerektiğinde elbette ki seve seve can ve kan vereceğiz… Ama neden hep vatan için ölmeyi düşünür de, vatanın bekası için yaşamayı vurgulamayız?.. Ölmek daha kolay olduğundan, kolayı mı tercih eder olmuşuz acaba?.. Yoksa bunu bize dikte ettirenler mi var?
Vatan için, mukaddesat için ölümü küçümsediğimden değil, zoruma gidiyor ölmek için yaşamak… Yaşayan ölüler haline gelmedik mi?.. Şu ölüm sendromundan bir kurtulup, vatan ve mukaddesat için yaşamayı göze alabilsek, bakın neler değişecek kendiliğinden!..
Aslında Çanakkale’de ruhları ölümsüzleştiren yaşama inancı değil midir?.. Havada çarpışan mermiler arasında can pazarı kuranların, uğruna can vererek yaşatmayı düşündükleri neydi acaba?.. Anzak askerlerinin masumiyetini sergilemek için yorduğumuz kadar, bu konu hakkında kafa yorduk mu hiç?..
Peki o şühedanın kahramanlığına sahip çıkıp destan yazarken, uğruna kan dökülüp can verilen değerlere niye sahip çıkmayız?.. Bu mudur şehide, şühedaya saygı!.. Bize göre hayır!.. Bu olsa olsa riyakârlık, münafıklıktır!..
Senaryosu kim tarafından yazılıp, kim tarafından finanse edildiği dahi tam net belli olmayan bir iki belgesel (sözüm ona bu belgesel ne hikmetse Oscar ödülüne aday addedilmişti) ve asrın modası haline gelmiş salon milliyetçiliğinin refleksi olarak tiyatrolaşmış bir iki salon gösterisi mi, Çanakkale’nin ifadesi ve de mükâfatı?..
Belki ifade tarzımız ağır olacak ama, bu Çanakkale’ye hakaret ve zulümdür…
Ve biz inanıyoruz ki, Anzak gâvurunun attığı kurşunlar bu kadar incitmemiştir, orada can veren vatan evlatlarını…
Yine inandıkları hayat tarzları üzere yaşamayanlar, yaşanılanlar üzere hayat tarzına inanmaya başlarlar… Bugünkü geldiğimiz nokta maalesef bu noktadır…
Tarihi doğru okumalı, doğru anlamalı ve doğru anlatmalıyız.. 16 devlet kurmuş bir organizasyon kabiliyetine sahip oluşumuz anlatılırken, bu devletlerin 15’inin fitne, fesat ve işbirlikçi hain zihniyetler tarafından yıkıldığını da anlatmak lazım…
Gelinen bu noktada kimse beni Abdül Vahap Kocaman’ın “Biz bu vatanı deyneken (değnek ile) vura vura kurtardık!..” sözlerine inandıramaz!.. Hele de son sınır ötesi harekât esnasında “sınırların yanlış çizildiği” dillendirildikten sonra!..
Netice itibariyle “Çanakkale’de Türkler var mıydı mesela… Ya da orada hayatını kaybeden Türkleri de anmak gerekir mi?” sorularına cevap bulmaya çalışırken, Çanakkale gerçeğini bir irdeleyelim inşallah…
Zafer Güler


Rahmetli Muhsin Başkan’ın şehedetini ilk günden itibaren SUİKAST olarak dillendirip, Başkan’ın İNFAZ edildiğini vurgulamıştık…. Hatta partili, partisiz isimler verdik.. Özellikle verdiğimiz bu isimlerden “DOĞRUDAN veya DOLAYLI” “OLUMLU ve OLUMSUZ” hiç bir tepki almayışımızı da (sadece bu simlere yakın 3 şahislar tarafından parti ve aile adına tehdit edildik), bizim söylemlerimizin DİKKAT ÇEKMEMESİ için bir manada “korunma” refleksi olarak değerlendirdik..
İlk günden beri bizim ortaya koyduklarımıza her nekadar “komplo teorisi” denilse de bugün gelinen noktada “resmi” ağızların ve “akratide yazarların” da ifadeleri genel manada bizim söylemlerimizi teyid eder nitelikte…
“SUİKAST, İNFAZ ve DEVLET” kavramları olayla alaklalı anılmaya başlasa da SUİKAST’in DIŞ bağlantıları şuurlu bir şekilde gözlerden kaçırılmaya çalışılıyor.. SUİKAST ve İNFAZ Türkiye toprakları içinde Türk Kurumlar nezdinde değerlendirilip, Pentegon-Bilderber-Londra.Brüksel-Frankfurt ve özellikle Kıbrıs, CIA-MOSSAD-BND ve özellikle de M16 ve NATO dikkatlerden kaçırılarak, bununla da iç çatışma çıkartıp “tek taşla iki kuş vurmak amaçlanıyor.. Zaman itibarı ile Başbakan Erdoğanı susturan iradeyi de Fettullah Gülen’i konuşturan iradeyi biliyor ve tanıyoruz… Biz bu oyuna gelmeyecek “DAHİLİ OLAN İSİMLERİ CIMBIZLA ALIR GİBİ, TEK TEK ÇEKİP ALACAĞIZ VE HESABINI SORACAĞIZ”.. Kimse “pire için yorgan yakacağımız” zannına kapılmasın..
Katiller de çok iyi bilmeliler ki, Rahmetli Muhsin Başkan’ın güçü “bir Parti ve 3 – 5 Ocaktan ibaret değildi.. Olayları kendisinden öğrendiğimiz sabır ve sadakatla ta baştan beri izliyor, her ayrıntıyı kaydediyoruz.. Parti ve Ocaklar üzerinde plan yapanlar bu gerçeği iyi bellesinler ve hamlelerini ona göre yapsınlar… Zira hepisine ŞAH çekecek ve oynamaya kalktığınız bu oyunda SON SÖZÜ biz söyleyeceğiz..
Siz kendi hesaplarınızla kaos yaratmaya, suyu bulandırmaya devam edin hele… Malum kurtlar bulanık havayı sever… Herkes kendi başının derdine düştüğün de bu MUHTEREMLER tek başına kalacak ve kendi ayakları ile bizim kucağımıza düşeceklerdir…
Rahmetli Muhsin Başkan’ın dediği gibi ABDESTİMİZİ ALDIK VE SABIRLA BEKLİYORUZ…
Zafer GÜLER

Devlet denilen kurumun sahibi millettir,toplumdur.. Mülkiyet de, irade de tolumundur… Seçildiğini unutmayanlar maalesef, daha sandıklar depoya kaldırılmadan, seçmeni unutuyor..
Toplumdan aldığı güç ve yetki ile toplumu zülmediyor.. Vazifesi, hatta mecburiyeti olan şeyleri “lütüf” gibi sunup, utanmadan birde teşekkür, alkış bekliyorlar..
İdeolojik kan ve intikam politikaları ile insanları bir birine düşürüp, iç ve dış dişman mottosu üzerine statüko oluşturarak baskı uyguluyor…
Ben vatan, millet, bayrak sevgisinin kan, can ve hürriyet bedeli ödemiş bir nesilin mensubu ve yönet,m erki ile aynı mahallenin mensubu olarak tehdit ve itham edilmeden, vicdanen huzurlu ve özgürce irade beyanı yapamıyorsam gerisini siz düşünün…
Eskiden Otomobille Almanya’dan yola çıkınca, Sırbistan’da, Bulgaristan’da tedirgin olur, hırsızlıklardan, şiddetten, dolandırılmaktan, kazıklanmaktan korkar mümkünse durmadan transit geçiş planlardık.. Yaklaşık 5 senedir maalesef aynı endişeyi Kapıkule’den geçtikten sonra yaşıyoruz.. Bu kabul edilebilir bir durum değildir…
Dememiz odur ki;
Erdoğanist’lerin özellikle, ekonomik ve siyasi hiç bir alanda bırakın rekabet şansını, fırsat eşitliğine bile tahammülleri yok…
Yaklaşık 23 yıldır hangi konuda ısrar etmişlerse mutlaka, ülkede aksi değişimler ve gelişmeler yaşanmıştır… Sade vatandaş için var olmayan demokratikleşme bir zümre ve zihniyetten, diğer bir zümre ve zihniyete vede yandaşlarına geçiş şeklinde tahsis edilmiştir… Amiana tabirle DEVLET İMKANLARINA MAFYAVARİ ÇÖKMÜŞLRTDİR…
Bir ülkenin Meclisi, bir zümrenin sucunu meşrulaştırmak ve/veya bir zümreyi suçlu konumuna sokmak maksatlı kanunlar yapıyorsa, o ülkede sivilizasyondan ve halk iradesinden bahsetmek safdillik olur…
Milletin sosyal hayatının düzenlenmesi ve iyileştirilmesi için yapılan ciddi bir kanun veya (KHK) kararname çalışması yoktur… Erdoğanist’lerin kin ve intikam için yaptıkları maddi ve manevi tahakküm faaliyetleri TBMM aracılığı ile millete addediliyor ve oportünüst bir anlayışla kanunlaştırılarak, meşrulaştırılıyor… Mevcudiyeti ile TBMM işlemesine vesile olanlar tüm bu “ihanet kumbasının” vabaline ortaktır… Vebalden korkanlar Sine-i Milleti ciddi ciddi düşünmelidir
Dünya’da ikinci bir devlet yoktur ki, yaklaşık 2 asırdr, vatandaşının hemen hemen yarısını düşman telakki etsin… Ve düşmanca davransın…
Doğrunun “kaynak ve belirleyicisi” “adalet ve ehliyet” yerine “tarafgirlik ve mensubiyet” olursa zülüm ve sömürü düzeni doğal olarak devamiyetini sürdürür…
Benim “yanlışım, senin yanlışından doğrudur” hükmü doğru değildir. Doğru olmadığı gibt “Şer’i ve Örfi” bir dayanağı da yoktur… Bu vehiçle sosyal hayatta idaricilerin refleklerini besleyen kanal “menfeat” olmamalıdır!…
“Silahın ve Paranın” GÜÇ ve İKTİDAR sahibi olduğu bir düzende, AKePe’nin kendine matuf özelleştirme operasyonlarını demokratikleşme diye algılmak, amiane tabirle “kasabının bıçağını yalayan öküzler” misali, gardiyanın jopunu, celladın ipini yalamak gibidir…
Vesselam…
Zafer Güler


İbret ve nefretle izliyorum olup bitenleri!.. İnsanların çaresizliğininden kendine kimlik tahsis etmeye çalışan kiralık, satılık, işbirkikçi, şakşakci takım utanmadan, arlanmadan, umimi kullanıma açtıkları beyinleri ve ruhları ile fikir fahişeliği, siyaset tellallği yaparak, kendi mevcudiyetlerini AMME HİZMETİNE sunmakla yetinmeyip, 5000 yıllık bir maziyi bir defa daha, ULUSLARARASI kullanıma açma çabası içerisindeler…
Görüyorum!..
Buyük harflerle yazılan yazıların büyük yazı olamayacağının idrakinden yoksun, tefekküre meyletmeyen, OYNANMIŞ GENLERİ ile GDO’su bozuk sicilleri ile AB(EU) standartlarına uygun ambalaj ve sunumla milli irade ve misyonun kontrolunden uzak, gayr-ı milli işporta tezgâhlarında fahişe pişkinliği ile İŞ İŞLİYORLAR!..
Görüyorum…
Utanıyorum!.. Gelecek nesillere aktarılabilecek tek ve yegane bir mucadele tarihini bu BREMEN MIZIKACISI kılıklı heriflerle geçirmiş olmaktan utanıyorum!..
Utanıyorum!.. Cenab-ı Allah’ın bahşettiği hoş seda durağı gök kubbenin altında, bu guruhla olmaktan utanıyorum…
Utanıyorum!.. “Unutmak tükenmektir!” diye bağırırken, maziden atiye taşınması gereken tüm güzellikleri yok etmekte olduklarının farkına varılmasını engellemeye çalışan utanmazlıktan utanıyorum…
Utanıyorum!.. Varlık sebebi ve gayesince bir hayat sürüp, o minvalde hakka yürüyen şahsiyetleri, asla tasvip etmediği bir ruh-i haliye ile anarak, kişilik kazanmaya çalışan şahsiyetsizlikten utanıyorum!..
Utanıyorum!.. “İki günü bir biriyle aynı olan kayıptadır” düstürünü besmelesiz emperyal firsatçılıkla seytani noktalara taşıyıp bir ayak ustünde kırk yalan konuşan, yazan FIRILDAKLARDAN utanıyorum…
Utanıyorum!.. Yaklaşık bir asırdır siyaset arenasında araç olmaktan cıkarılıp amaç haline getirilen partilerini “varliğım genel başkanımın varlığına armağan olsun” basitliğine indirgeyerek, kendi yaptıkları helvadan putlara tapınıp acıkınca da yinilen cahiliye devrine rahmet okutacak bir anlayışla otel lobilerinde, ikram sofralarında; çaşıt otağlarında siyaset pazarlayan ÇERÇİCİLERDEN utanıyorum…
Utanıyorum!.. Kendi basiretsizliklerini ve ihanet kimliklerini perdelemek adına cami havlusunda müslüman dövüp, dayak yediğini bağıran YAHUDİ ARSIZLIĞI ile hayat bulmaya çalışanlardan utanıyorum!..
Utanıyorum!.. Fırastcılık mantığından hareketle ellerine geçirdikleri her fırsatta ait oldukları bir maziyi, miras yedi anlayışı ile diğer kardeşlerinin hakkına riayet etmeden ve rizasinı almadan miras üzerinde kişisel tassurruf sergileyen miras yedilerden utanıyorum!..
Ve ibret ve nefretle izliyorum olup bitenleri… Susanlara inat SUSKUNLUĞUMLA haykırıyorum, çığlık, ciğlik..
Mevcut koroya uyup KURGULANMIŞ notalarla NAME okuynlara, inat ERGENEKONDA SIKIŞIP kalmış, cıkış yolu ararken kafasını yüceye kaldırıp zikreden Bozkurt misali Rabbime sesleniyorum, bunu bir O duyuyor bir de ben coğu zaman… Biliyorum…
Kendi kendine konuşana deli denmesine aldırmadan kendimle konuşuyorum.. “Ah keşke!” diyorum “tamamen dellensem” diyorum aklın tükendiğini hissetiğim anlarda… Sonra tevbe zikriyle göz yaşlarimi akıtıyorum yüreğime, mahsun, mahsun…
Nedenlerin, nicinlerin gırdabında gezinirken, yarı uykulu yarı uyanık, rüya mı gerçek mi olduğunu anlayamadığım yarım asırlık hayatın yorgunluğuyla yıllardır yatak görmemiş bednimi birakıyorum kanapenin üzerine… Bir nefes alımı uykunun dalışlarında, asırları dolaşmanın yorgunluğu ile sızıyorum..
Yeşil ne renk? Siyah niye siyah? Sahi renk denilen şey ne? Bana “ben” diyen nefs sana niye “sen” diyor… Sen kim? Ben kim?… Bir de o var!.. Sizinkiler, bizimkiler, ötekiler berikiler!..
Kim bu ötekiler? Kime göre ötekiler?.. Ya da beni ÖTEKİ yapan ne?
Kan niye kırmızı?.. Simsiyah ruhları taşıyan sevgisiz bedenlerde dolaşan kan niye kırmızı? “Gerçekten kırmızı mı?” diyorum zaman zaman… “Yok yok siyah o kan, kırmızı olmaz “diye zorluyorum kendim sirf delleneyim, bu hayat başka türlü cekilmez diye..
Haşa yaradana isyan babında, yaratılış gayesine isyan değil, ama “aklım dursa” diyorum bazen ve kısa bir süre de olsa DELLENMİŞ olmanın sesizliğini yaşıyorum…
Yoksa gerçekten akılsız mıyım bunca akıllının içinde tek başıma? Peki tek başıma yalnızsam, bu gürültüler ne, kulaklarımda anlmsız anlamsız uğuldayan?..
“Ben” diyorum var mıyım? Ben yoksam peki onlar niye var? “Onlar gerçekten var mı?” deyip kendi sorularımda yok olmanın huzurunu yaşarken, olup bitenleri ibret ve nefretle seyrediyom.. Yarı varlık yarı yokluk içinde!..
Özlüyorum!.. Üzüm kasası tahtalardan yaptığım, üzerine de mısır koçanlarından ördüğüm hasırı bağladığım kızakla gün boyu kayıp, belimden paçama kadar sırıksıklam ıslanıp, soğuktan uyuşmaya yüz tutmuş ellerimi morarmış dudaklarımla üfleyerek eve geldiğimde Anamın beni “yine mi?” serzenişleri ile yarı sıkıp yarı dürterek, kömür ateşinin şiddetinden yamulmuş güzüne sobanın arkasına paketlediği günleri özlüyorum.. Annemi özlüyorum.. En çok da nasıl koktuğunu tarif edemediğim anamın kokusunu!..
Küçücük yüreğimle, her sabah belime kadar karın icinde bir kilometrelik yoldaki okula gidişimi hatırladıkça direksiyonunda oturduğum arabanın logosundan, bir düğmeyle kırk şekil değiştiren koltuğundan utanıyotum..
Kibrit kutularından yapılmış kagıtlarla oynadığım manatı, gazoz kapakları, bilye içindedeki yuvarlak demir parçalarla diyalogtaki tabiiliği ve bendenliği özlüyorum…
Sonra kasabanın içinden geçen Traktörlerin ramoklarına asılarak aldığımız şeker pancarından oyncak arabalar yapmak için, anam görmeden mutfaktan yedeği olmayan bıcağı aşırdığımı, farkedilince de yediğim dayağı özlüyorum ve şimdi mutfak dolabındaki yıllardır dokunulmamış rengarenk bıcaklardan utanıp, anamın bıcak dayağını daha çok özlüyorum…
Aslında madden sıkıntılar yaşamayan bir ailenin 3. çocuğuydum… Ama kasabanın içinden geçen tren yolunda lokomotiflerin boşalttığı kül içinde, mahalle arkadaşlarımla beraber adeta bir oyun tadında topladığımız yanmamış kömür parçalarını özlüyorum ve iki adım ötemde duran ve bazen dokunup kapatmaya erindiğim kalorufer düğmesinden utanıyorum…
En çok da babamın elimden tutarak, bazen de zorla götürdüğü berberin “alabuluz” tıraşını özlüyorum, aynada şakağıma ve sakalıma düşen akları görünce…
Kış aylarında yan bahçemize dam boyunca atan kürtükleri özlüyorum, cd çalarda “evlerinin önü yonca, yonca kalkmış dam boyunca” mısralarını dinlerken!..
Ve mırıldanıyorum özlemle ve utanarak “Beni bu şehirden al götür annee!..” diye…
“Ama nereye?..” Diye susarak haykırıyorum bir kez daha… Sessizce…
Pardon anlayamadım, bir şey mi dediniz?..
Hakkım? Ne hakkı? Hadi canım sen de, ben var mıyım ki; hakkım olsun?..
Varsa da zehir zıkkım olsun!..
Zafer Güler

Bizim medya yine hamasetle yalan manşetlerle Reyting peşine düştü.. Ve emşnşm ki her zaman olduğu gibi bu yayınlar geri tepecek..
Almanya’nın bir kasabasında AfD pasta kutularına, uçak binmiş kartı şeklinde hazırladıkları bir bildiri girdi.. Partili yetkililer olayı doğruladılar ve 30 000 bin adet bastırdıklarını kamuoyuna deklare ettiler..
Sağ, sol, dinci sekiler ayrım yapmaksızın bizim medya sırf Reyting aşkıyla bu olaya sazanlık yaptı, masa başında yaptıkları yalan yanlış manşet atıp, haberler yaptı…
İşin ilginç tarafı yapılan hiç bir haber AdD Parti Franksiyonunun yaptığı açıklama kadar net ve gerçekçi değildi… Ve onlarca ve biribirleri ile çelişkili cümleler kurdular…
Öncelikle bu bildiri şeklindeki uçak biniş kartında yapılan yolcu tanımı ILLEGAL MÜLTECİLER olarak belirtildi.. Özellikle de büyük harflerle yazılarak… Gideceği yer olarak da GELDİĞİ GÜVENLİ ÜLKE vurgulanmış.. Ekteki bildiride işaretledim..

Bu meyanda hukuken adli ve cezai siyasi vakalar hariç Türkiye ilticaya alınacak bir ülke değil.. Geçtiğimiz aydan itibaren Suriye de öyle artık..
Ayrıca hedef kitle özellikle ifade edildiği gibi Türkler değildi ve yapancılardı.. Hatta posta kutusunun sahibi yabancılar bile değildi.. Ki belki de bunların büyük çoğunluğun Alman vatandaşlığı vardı..
Velevki hedef kitle Türkler olsun, Türkler içerisinde İllegal mülteci zaten yok.. Olanlar da hali hazırda mevcut hükümet tarafından gönderildi, gönderiliyor.. Bu meyan da Alman hükümeti Türk hükümeti ile yaptığı anlaşmaya binaen mülteci başvurusu işleme girmemiş 1800 Türk sığınmacıyı geçtiğimiz aylarda gönderdi..
Bunun haricinde ilticacı olmasalar bile “suça bulaşmış Türkler” hakkında Alman vatandaşlıkları olsa dahi vatandaşlıklarının iptali ve Türkiye’ye gönderilme uygulamaları zaten yapılıyor..
AfD bu bildiri ile bizim SAZAN MEDYAYI SÖBELEMIŞ ve hedefine ulaşmıştır… 30 bin kişilik hedef belki de 3OO bine değil 3 milyona ulaştı ve bunun büyük bir çoğunluğu da sandığa yansıyacaktır..
Ne yalan söyleyeyim oy hakkım yok ama ben bile empati yaptım.. Bizimkilerin rikarlıpına karşın AfD’nin samimiyetini taktir ediyorum..
Riyarlarla birlikte yaşıyormuş gibi yapmak yerine, mert bir düşmanla mücadele ederek yaşamayı tercih ederinm.. Bu düşüncemden dolayı Türkiye’deki son seçimlerde de oyumu Türkiye İşçi Partısıne verdim ve pişman da değilim..
Zafer Güler

.

Yaklaşık 10 gündür bütün kanallar TERÖR konuşuyor.. Kavedeki Mehmet Emmi bile TERÖR uzmanı oldu… TERÖR’e dair okadat çok cümle kurtulmasına rağmen, SEBEP’lere dair cümle kuran yok… Oysaki çözüm tam da bu noktada..
Eğer siz TERÖRÜ söylediğiniz gibi KALICI OLARAK BİTİRMEK istiyorsanız, bunu ancak SEBEPLERİ ortadan kaldırarak yapabilirsiniz…
Henüz SEBEPLER konusunda net bir tarif, izah, tespit adına ne derseniz deyin GERÇEKCİ cümle kuramıyorsanız, yapabileceğiniz en olası şey TERÖR ile yaşamayı öğrenmektir…
Diğer taraftan toplumu TERÖRİZE ederek de TERÖR önleyemezsiniz. Olayları ideolojik ve siyasi aidiyetlerle analiz ederek, uluslar arası platformlarda benzerlerine karşı ÇİFTE STANDART sergileyerek de TERÖRÜ bitiremezsiniz…
Olayları yalan, yanlış, gizlenen rakamlarla, hamasi ve ideolojik kavramlarla da bitiremezsiniz…
Bu kadar ağır şartlarda ve azimle mücadele veriyorsanız ve bir türlü olmuyorsa, kendinize “neden” sorusunu sorup konsept ve metodlarınızı sorgulamalı, eksiklerini, yanlışlarını tasih ve tanzim etmelisiniz…
Siz kabul etseniz de etmeseniz de karşınızda ULUSLAR ARASI TÜZEL KİMLİK kazanmış bir ÖRGÜT var.. İçerde ve dışarda, İktidarda ve Muhalefette siyasi ve ekonomik bağlantıları, destekçileri var… Aynı hedefe yürüyen MARKSİST ve ŞERİATÇI unsurları var…
Aynı yerde 3,5 gün ara ile 3 BASKIN yeyip 20 üzerinde şehit, bir kaç misli de gazi verilmesini mazeretleri arasında öz eleştiri de olmalı…
Bu baskınların bitti, tükendi dediğiniz PKK/YPG tarafından yapılmış olması manidar, stratejik ortağınız ABD ve/veya İsrail’in yapmış olması SKANDAL’dır.. PKK aile masaya oturmadan önce siyasi ve toplumsal mutabakatın sağlanması gerekli değil midir?
Hadi görüştünüz, görüşüyorsunuz ne konuştuğunuzu neden toplumdan saklıyırsunuz? Çekingeniz ne? Nİye, neden ve hangi saiklerle gizem yapıyorsunuz?
Bİri birinizi ikna etmeye çalışırken asıl yapmanız gerekenin toplumu ikna etmek olduğunu düşünmüyor musunuz?
Yaptığınız TOPLANTILARINI, körler sağırlar biri birini ağırlar mantığıyla yaparak, ideoloji karşıtlarınızı yaftalayıp uzak tutarak bu problemin üstesinden gelemezsiniz…
Netice itibarı ile TERÖR’ün SEBEPLERİNDEN birisi de sizin yanlış, haması kin ve intikam, en önemlisi de YALAN, DOLAN, TALAN ve RANT politikalarınız olunca, ümitvar olmak da mümkün değil maalesef!..
Zafer Güler

Cumhur İttifakını her halükarda “savunan” AKePe’li, MHP’li tanıdıklara kızmıyorum artık… Bugün birisiyle daha konuştum, “yanlışı ve yalanı” doğru olduğuna inandıkları için değil, yanlış olduğunu bile isteye savunuyor, hatta bile isteye yanlış yapıyor, bile isteye yalan konuşuyorlar!.. Bu karaktersizliğe kızmak bile israftır… Sadece acıyorum!.. İlişkinizi kesmeyin ki, insanlıktan daha fazla uzaklaşmasınlar!..
Liyakatlı yöneticiler, kendlerinin, istişare etmeden, farklı değerlendirmeleri dinlemeden yaptıklarını, söylediklerini mutlak doğru ve otorite sayıp, reddiyeleri “kronik muhalefet” olarak yaftalamaz, yaftalayamazlar..
Bunun adı, kibir ve özgüvensizlikten oluşan DEREBEYLİKTİR… Ve insanlık tarihinde tüm derebeylikler gasp ve dalaverelerle kazanılmış mevcudu kaybetmemek üzerine montjlanmış AHLAKSIZ yapılardır… Bu anlayışla gruplaşmak “teşkilatçılık” değil amiyane tabirle “tayfacılık, avaneciliktir”…
Kendi benliklerindeki “OLUMSUZLUK ve DENGESİZLİKLERİ” kendileriyle hareket etmeyenlerin boynuna YAFTA yaparak varlıklarını sürdürseler de, KADERİN ADALETİNDEN kaçamazlar!..
Yıllardır uyarıyoruz, saray arşivinde dosyalarınız gün geçtikçe kabarıyor… Sizden kurtulmak istediklerinde “kirli bohçası” gibi atıverecekler bir kenara diye… Ama siz uydurdurulan bir “devlet ve beka masalına” inanıp, kutsallaştırdığınız devlet envanterine “iş zayiatı” olarak baştan yazılmışsınz..
Devleti yönetiyoruz dediğiniz zamanlarda bile hukuk devleti aygıtından planlı bir şekilde uzak tutuluyor, devlet siyasetinin kirli ve illegal hesaplarında kullanılıyorsunuz…
En alakasız olayda bile söbelendiğinizde PKK-FETÖ hamaseti yaparak kahramanlık, vatan severlik zırhı giymeye çalışıyorsunuz…
Terörle mücadele operasyonlarında istihbarat kliklerine tetikçilik, torbacılık yapıyorsunuz… Vatandaşın devlet, polis, asker zaafiyetinden istifade edip, cebinizdeki sahte kimliklerle eşkiyalık yapıyorsunuz… Kendinizi sokakların hakimi sanıyorsunuz,,, Devlet arkanızdan çekiliverşnce kuyruğu kıstırıp dehlizlere çekiliyorsunuz…
Polis korumasında, toplantı basıyor, adam dövüyor, insan öldürüyordunuz… Bununla da grur duyuyorsunjz… Devletle illegal işbirliği yapana MFYA denilen yapı bile hain gözüyle bakar..
Evinde, mekanında PKK’lı teröristi saklayan Ve polise direnen Vekille, torbacı, tetikçi Mafya cete üyelerini saklayan, teslim etmemek için Polise vukavemet eden, yetmedi devlet içi bağlantılarını kullanıp karakoldan alan Vekil arasında ne fark var… Bu vekillere sahip çıkan HDP ve MHP’nin farkı nerde?
İBB seçimlerinde Binali Yıldırım ismi önplana çıkınca MUhsin Başkan Cinayetinin madahili olması hasebiyle ile AYKITI sesimiz yükseltince, ocaklarda ciddi tehditler almıştık.. Yine böyle bir ortamda tartışırken “Ülkücüya, ülkücülüğe bu ittifakın nasıl bir artışı var” diye sormuştum.. Aldığım cevap oldukça manidardı… “Arkadaşlarımız karakola ve ceza evinde eziliyorlardı, şimdi ön kapıda girip, arka kapıdan çıkıyorlar” demişlerdi…
Peki Ülkücülerin karakolda cezaevinde ne işi olurdu, bu zamanda.. Sİnan Ateş suakastinde gördük ve öğrendik Ülkücülerin karakolda ve ceza evine girişlerinin sebebini…
Uyuşturucu ve. Kaçakçı Baronlara TORBACIKIK, TETİKÇİLİK…
Dİğer bir ifadeyle “kimliksiz devlet elamanı”.. Bütün bunlar, uğruna baş koyduğumuz Milli Devlet Ülküsü ve Ülkücülüğü için utanç vesilesidir..
Devlet millet için vardır… Biz hep Devletimizin yanında olduk.. Devlet yanlış yapınca da Milletimizin yanında olduk ve olacağız… Bizim kim olduğumuzu soruyorsanız, sizin jargonunuzla DERİN MİLLET.. Vesselam..


Vergi matrahını düşürerek, yükselterek, fahiş fiyatları boykot ederek ve bütçe desteği ile fiyatları aşağı çekip, ekonomiyi stabilize edemezsiniz… Sadece günü kurtarırsınız… O da belki!..
Bunun ancak,
1-Katma değerli ÜRETİM
2-Kontrollü ve disipline edilmiş tasarruf ve alış-veriş
ile mümkün olmasına rağmen, bu iki seçenek üzerinde hala konuşan kimse yok… Elde olan Nakit’i bir taraftan, diğer tarafa aktarmak ancak algı yönlendirmekten öte bir işe yaramaz..
GMH’nın devamlı artmasına, devamlı büyümemize, ihracatımızın rekor seviyede yükselmesine rağmen hâlâ ekonomiyi kârâ geçirmeyi bırakın, stabilize bile edemiyorsak, ya ilan edilen RAKAMLAR gerçek değil, yada bir YERLER de KAÇAK var demektir!..
Milli Şef, 28 Şubat, Türban, Sakal, mağduriyet edebiyatıyla, geçmişe atıf yapan laf ebeliğiyle ve sanal rakamlarla insanları boğmayın.. Siz oldu deyince olmuyor işte… Her şey ortada Efendi!..
1920 de savaştan çıkan, nedeyse taş üstünde taş kalmayan Almanya yaklaşık 20 sene sonra 1940’de 2. Dünya savaşına girecek, kaybedecek (hatta siyasi ve askeri manada ABD tarafından coğrafi olarak kumpaslanacak) ve sonrasında 1960’da başta Türkiye olmak üzere “İŞÇİ” alacak bir sanayi atılımı yapacak, yetmemiş EU oluşumunun lokomotifliğini yaparak “askeri ve siyasi sınırlarının Edirne-Türkiye, sosyal ve psikolojik sınırlarının da Ağrı-İran” olduğunu iddia edebilecek bir duruma gelmişse, sizin “BİZDEN ÖNCE” diye bir savunu yapma lüksünüz yok… Demek ki, yapınca oluyor!..
Çünkü 22 YILDIR İKTİDARDASINIZ!.. Hiç kıvırmayın SEBEP de SİZSİNİZ, NETİCE de SİZSİNİZ!..
Mazeret üretmeyin, çare üretin!.. Yetersiz iseniz, destek isteyin!.. Ama sizin millet ve ülke diye bir kaygınız yok… Maalesef, siz sadece ne şekilde olursa olsun İKTİDAR’da kalabilmenin hesabı peşindesiniz!..
Bunun için TERÖRLE MÜTTEFİKLİK SÜRECİ başlattınız.. Geçen sene gazetecilerin, “PYD ile müttefik misiniz? sorusuna ABDli yetkili “Müttefik Türkiye’dir “ şeklinde ucu açık cevap vermişti.. ABD’nin YPG müttefikliğinden imtina etmeden Türkiye ile müttefikliğe vurgu yapması, Türkiye’nin müttefiklik denkleminin bileşkesi olduğunu ifşa etmişti zaten..
OLMAYINCA OLMUYOR, AĞA!.. YANLIŞ KİLİTE, YANLIŞ ANAHTAR ile ZORLARSANIZ, YA KİLİT BOZULACAK, YA ANAHTAR KIRILACAK!.. SONRASI MALUM!.. ÇİLİNGİR ÇAĞRILACAK!..
Zafer Güler


Adına ister TERÖR, ister Bölücülük, ister Kürt Problemi deyin, TC Hükümetlerin konu ile alakalı CİDDİ, SÜREKLİ ve UYGULANABİLİR Politikaları ve DEVLET AKLININ olmadığına dair yıllardır cümle kuranlardaniz ve maalesef hala aynı endişeleri taşımaktayız..
PKK. nedir ne değildir, doğru tarif edilmeli ve o şekilde değerlendirilmelidir… Hatta PKK’nın kendisini nasıl ifade ediyor, vizyon ve misyonunu nasıl izah ettiği de dikkat edilmesi gereken bir konu..
Dolayısı ile SÜREÇ manşetlerle manüpile edilemez…
PKK silah bırakacak, barış olacak, terör bitecek… Olay bu kadar basit değil… PKK bir şekilde suça bulaşmış, devlelet nezdinde illegalşteye düşüp dağa çıkmış bir örgüt değildir…
Dolayısıyle “silahları bırakıp, sivilleşerek sosyal ve siyasi hayata dahil okunmanıza fırsat verelim gibi “ bir yaklaşımdan öte bir SÜREÇ var ortada..
Suça bulaşmasının ve dağa çıkmasının kıstasları vardır… Sizin için doğru ve haklı olup olmamalarının da önemi yoktur… Madem ki; müzakereye oturdunuz, taleplerini dinleyecek, alternatifler sunacaksınız demektir…
Bu noktada PKK’nın devlettin sosyal ve anayasal yapısına yönelik talepleri nasıl karşılayacak, milli iradeyi nasıl ve hangi kıstaslarla tartışmaya açacaksınız?
En önemlisi de müzakere masasında PKK ve Hükümet dışında iki taraflı milyonlarca MAĞDUR var iken, “ben yaptım oldu” mantığı ile hareket ederseniz siyaseten GÜNÜ KURTARABİLİRSİNİZ belki ama, kısa ve uzun vadede problemi daha vahim sürece gark edersiniz…
Coğrafi ve/veya siyasi bölünmenin, ayrışmanın vehameti üzerine cümle bile kurmuyorum daha.. Herkes aklını başına alsın… Bu iş oldu bittiye getirilemeyecek, harici müdahale ve taleplerin etkisine bırakılamayacak, siyasi değil, konjonktüresel küresel dayatmalara peşkeş çekilemeyecek milli bir meseledir..
İlaveten IRAK, SURİYE düzleminde MİLLİ HAKİMİYET ve MİSAK-I MİLLİ SINIRLARINI TEHDİT eden EGEMENLİK meselesidir.. Vesselam..
Zafer GÜLER

Jandarmanın İç İşleri, Askeri Okulların M.E/M.S Bakanlığına bağlanması, Askeri Hastahanelerin, Askeri Mahkemelerin ilga edilmesi, ihtiyaçtan ve ülke yararı için değil, mevcut iktidarın toplumu kontrol ve sindirme maksatlı SİYASİ BİR OPERASYONU, diğer taraftan DEVLET yapısına TEK adam REJİMİ lehine SABOTAJ’dır…
Ve güya isnat edilen hiç bir problem çözülememiş, bilakis boyut değiştirmiş, dahada derinleşerek kontrolden çıkmış, toplum Araf’ta bırakılarak “haksızlığa” baş eğdirilmiş, DİRENİŞ İRADESİ yok edilerek amiane tabirle EVCİLLEŞTİRŞLMİŞ, Kurtların boynu tasmalandırılmıştır…
Ülke EMEVİ ARAP KÜLTÜRÜNÜN KABİLE DEVLETİ haline getirilmiştir… Suriye’de masaya oturan da TC değil bu AKB KABŞLE DEVLETİ’dir…
Bir Parti İlçe Başkanının, Jandarma Karakol Komutanına ve Polis Emniyet Müdürüne ASAYİŞ aile ilgili bir konuda müdahale ediler olması toplum yararına değildir… Mesleki normda varsa bir sıkıntı yine KAMU GÖREVLİSİ olması hasebi ile sivil otorite KAYMAKAMLIK MAKAMI denetleyici bir unsurdu, zaten… Sorun makam ve yetki öznesinde deği, devlet, vatandaşlık sorumluluk kültürünün eksikliğidir,,.
Devlet ricalinin kagılması gereken bir toplantıya, kamu görevi olmayan PARTİ Yöneticileri katılmak, Rusya’da Komünis Parti, Suriye’de Baas İktidarından farklı bir anlayış değildir… Er veya geç AKIBETİ de farklı olmayacaktır…
UNUTMAYIN,
İKtidarı elde tutmak adına yaşanan bu kısır döngüde rövanşist İntikam ve Kin Politikalarındaki İT DALAŞINDA sizin KAHRAMANLARINIZ da “Ötekilerin” HA!Nİ, TERÖRİSTİ ve ZALİMİDİR… Vesselam..
Zafer Güler

FETÖ ve PKK karşıtı olmak adına mevcut iktidarın yanlışlarını tasvip etmek, adeta kutsamak ilkeli ve ahlaklı bir siyaset değildir… İçi doldurulamayan hamasi sloganlarla maceraya sürüklenen bir toplum “dizi film” ve “salon-meydan gösterileri” ile tatmin edilirken, milletler arenasında yaşanan rezaleti “BEKA” takiyesi ile tevil edemezsiniz…
İktidar kavgasından başka bir şey olmayan “İT DALAŞINI” milli mücadele ve kurtuluş addederek milliliğinizi ve yerliliğinizi inkar etmenizi, başkalarına “HAİN” damgası vurarak “Vatan Sevgisine” dönüştüremezsiniz!..
İsimleri, cisimleri biri birine karışmış, at gözlüğü taktığınız renksiz, şekilsiz kitlelerin saltanatı, Milli Devlet olamayacağı gibi, Türk Milletine ve Türk Milliyetçilerine yakışan bir tutum da değildir… Ülkücüler için ise züldür!…
Adalet ve hakkaniyet, güç ve zenginlik, rakamlar ve para ile alakalı değildir… Güç, ahlak ve vicdan barajı ile terbiye edilmediği sürece felakettir…
KERBELÂ’dan ders alamayanlar, İKTİDAR KAVGASININ YEZİDİ olmaya mahkumdurlar!.. Hüseyin olmak zor iş be HACI!..
ZAFER GÜLER

Konjonktür gereği susalım, üç beş cümle az kuraşalım diyoruz ama bırakmıyorlar ki… Mili çıkmış motor gibi, cav cav cav bağırıp, çağırarak konuşup, yazıp duruyorlar…
Dinleyecek üç kişi bulunca, hatıra anlatıp nostalji yapmak, ülkücüden aldığını ülkücüye satıp, bulunmaz Hint kumaşı moduna yatmak, ikram sofralarında üst perdeden afaki nutuklar atmak, seneyi devriyelerde mezar sulayıp, ziyaret yapmak, iki de fotoğraf çekinerek sosyal medyada paylaşmak ya da bir yerlerden ezberlenen üç beş güzel sözle anma mesajı, “kitaplı ülkücü” olmak adına beş yüz, bin kitap bastırıp çaka satmak değildir, dava adamı olup harekete sahip çıkmak…
Sergilenen duruş, yaşanan hayat, edilen kelam, verilen selam, her daim edilen dua, okunan Fatiha, taşınabilmek yaşanan çağa, sahip çıkmak ocağa, çıkıp kahvelerden hâkim olmak sokağa, elinden dilinden, belinden emin olunan, rast gelince hal hatır sorulan, yitiklere yol sorulan olmak gerek…
“Ülkücü Hareket, Türk Milleti ile aynı kaderi yaşıyor” demişizdir hep… Felaket tellallığını sevmeyiz ama dolaşıyorken üzerimizde kara kara bulutlar, yeşermiyor, tüketiliyorken umutlar, itidali bırakıp, ifratta, arafta olanlar, haset ile fitne fesat salanlar, yıllarca gizlenmiş, saklanmış yalanlar, düşmanın sadağında ok, elinde kılıç olanlar, çaşıt çadırından obaya haber salanlar, unutmayın bu ateş hepimizi yakar…
En çok da sizi…
Bu nedenledir ki, ettiğimiz kelama, verdiğimiz selama mukayyet olmak gerek… Sevginin fazlasının “tapmaya”, nefretin fazlasının da “sapmaya” götürür olduğunu bilerek, ne bir fazla, ne bir eksik, olması gereken yerde durmak gerek!..
Zafer Güler

Bakın da görün, Devlet, PKK’ya borçlu bile çıkacaktır…
Bırakın istihbarat ilişkileri tarafından konuşturulan yazar çizer taifesini; Ülkücü Hareket ve Ülkü Ocakları kronolojisinden bile bunu anlamak mümkün…
PKK kurulduktan sonra (1978) faaliyet alanı tasarlanan bölgelerde Ülkü Ocakları etkisi kademeli bir şekilde MERKEZİ KONTROLLE tasfiye edilerek, tabiri caizse PKK için mıntıka temizliği yapıldı. 80 sonrası da zaten tüzel kimlik tamamen kamulaştırılmıştır.
PKK ile paralel oluşturulan THKP-C de metropol ve üniversite kentlerinde Kürt ve Alevi gençlerinin Marksizm kardeşliği üzerinden PKK’ya kaynak yapılmıştır. Buna siyasi vesayet adına Hizbullah, İBDÂ-C, Azdimendiler de eklenip gözden kaçıralım derken kontrol kaybedildi.
Vesayet kavgalarında İSTİHBARAT RAPORLARI TV programlarında, köşe yazılarında deşifre olmaya başladı bile.
Havuz medyasını geçtik; bir TV, hem de güya muhalif bir TV program sunucusu Esenyurt meselesinde “kayyum atanacağı bilgisi bize gelmişti ama biz yayınlayamadık” diyordu. Peki, yayınlanmayacak bilgiler kim tarlasından, niye gönderilir ki? Gerçekleştikten sonra olay sulandırılsın, sonra da sular bulandırılsın diye…
Mahkeme dosyalarındaki sanık ve tanık ifadelerinin, ÇOK GİZLİ damgalı BELGELERİN, adeta Okey ve Yanık masalarında “yazboz” olarak kullanılmasının bir izahı var mıdır dersiniz?
Görünen o ki Cumhur İttifakı, BÖLGEDE başlayan YENİ SÜREÇ’ten ziyade İKKTİDARDA KALABİLMEYİ sağlayacak süreç arayışında..
Bu bu bağlamda oturduğunuz sınırlarımızı da tehdit edecek sınır ötesi bir masada ABD önünüze ne kkyarsa onu kayıtsız şartsız kabullenmek zorundasınız..
Bu nedenledirki TOPLUMLA yüzleşmek vegerekşrse iktida çıkarlarınızdan feragat edip SINIR ÖTESİ için bir KONSEPT oluştyrmak zorundasınız.. Tabii Türkiye’nin BAKASINA dair bir hassasiyetiniz varsa!..
******
Hükümet olarak, Almanya’yı sadece akçeli işlerde değil, biraz da iç ve dış siyaset politikalarını da “rol modeli” olarak alın.
Merkel siyaseti bırakmasa idi belki 10 yıl daha iktidarda kalırdı; ancak Almanya küresel kumpas ve baskılarla daha çok yıpranırdı. Merkel siyaseti bıraktı, CDU-CSU iktidarı… Korulan koalisyon hükümeti Almanya’yı ekonomik küçülmeye sevk etmiş olsa da küresel kumpasları gevşeterek, sürecin daha sakin geçmesini sağlıyor.
Paralel olarak da bizim aklı evvellerin aşırı sağcı, olmadı ırkçı dedikleri AfD ile hem içeride hem de dışarıda ulusal savunma konseptlerine zemin hazırlıyor… Bazı eyaletlerde 2. Parti..
Bizde varsa bir DEVLET AKLI, “Güneş”e bile vergi koyarken, bunun getirisini topluma yansıtıp, olası dış politikalarda milli bir refleks geliştirmeli.
Maalesef ben böyle bir çaba göremiyorum. Kin ve intikam politikaları ile tarih sayfalarında yapılan it dalaşı ısrarla devam ettiriliyor.
2025 daha çok sancılı geçecek. Bireysel bazda da olsa hazırlıklı olmak lazım. Vesselam.
Zafer GÜLER

…. KENARLARI IRAK-TÜRKİYE-SURİYE, KÖŞELERİ ABD-TERÖR-İSRAİL, İÇ AÇILARI PKK-YPG-BÖLGE/KÜRESEL MAFYA, DIŞ AÇILARI İNGİLTERE-İRAN-RUSYA…..
10’larca Yazılı ve Görsel Medyayı dolaştım istisnasız hepsi Reyting maksatlı manşet atmış… Açıklamalı, geniş metinde manşetle ilgili bırakın cümleyi bazen kelşme bile yok… Çinkü toplum YALANI seviyor…
YIllardır “yer yerinden oynayacak” vurgulu manşetler atılır.. Burakın yerin yerinden oynamasını kimse oturduğu koltukta kiçi bile oynamaz…
Adaletsiz ve Ahlaksız bir STATÜKO anlayışıyla kimi soldan kimi sağdan etnik kültür güzellemesi yaparak hümanist kesildi.. Oysaki güya çözülmeye çalışılan problemin oluşum sebepleri de kendileridir.. Bu ölçüsüz ahlaksız, adaletsiz saiklerle sunulmaya çalışılan güya eşit yurtlaşlık açılım hamlesi, inciyen kaburgaları düzleyip disipline edelim derken ülkenin hükümranlık ve irade beyanını ciddi manada sekteye uğratacak OMURGA OPERASYONU’dur…
Türkiye Cumuriyeti Devleti en azından coprafi sınırları dahilinde tarihi gerçeklerinden kopararak doğru bir çizgiye oturtamazsınız..
Bu nedenledir ki, belki de saikleri ve talepleri açısından kuruluş aşamasında, (hatta bana göre OSMANLININ DÖNÜŞÜMÜ aşamasında ) olmayan bir KÜRT PROBLEMİMİZ var artık… Ve çözümü sağlayacak taleb ise karşılıklı olarak tevili edilen eşit yurttaşlık değil, biribirini tahakküm altına almak isteyen hükümranlıktır…
Şimdi aklı evvel birileri çıkıp “hadi canım Osmanlı’da bilmem kaçtane Kürt isyanı var diyerek, Kürt kimliğini baskılandığının hem tarihi tespitini, hem de bunu teyit ettiğini ortaya koyacaktır.. Fakat o süreçte bile SIKINTININ HÜKÜMRANLIK olduğuna dair iki cimle kurmayacaktır..
Bugün yapılan maskeli hamleler de PROBLEMİ ÇÖZMEK değil maalesef YÖNETMEK içgüdüsü ile yapılan hamlelerdir.. Yani HÜKÜMRANLIK…
Devlet Bahçelinşn yapması gereken PKK ve DEM’e eylem planı çizmek, yol güzergahı belirlemek değil, güya barışa götürmeye çalıştığı SAVAŞIN silahlı şiddet bazında en etkin tarafı olan MHP kimliğine bürünmüş İRADENİN Silahlı unsurlarını SİLAHSJZLANDJRMAKTIR…
Siz kendinizi devlet aklı sanıyorsunuz ama, Kürtlerin de en azından kendi düzleminde devlet olma yolunda tecribesi, sosyolpolik bir ORTAK AKLI var…
Bu nedenledir, masaya çağırdığınız PKK talep ettiğiniz intihar ötesinde BARIŞ MASASINA ne koyacağını TUSAŞ’ta çok net bir şekilde gösterdi ve Devlet Bahçelinin DEVLET AKLI olarak TC ceza sahasında elle oynayarak yaptığı penaltıyı GOLE çevirmekle kalmadı, hatta TUSAŞ gibi sembolik bir değeri olan noktayı vurarak, daha önceki ifadelerimizde vurguladığımız gibi TRÜBİNLERİ bile TERS KÖŞE yaptı… Bakalım devlet aklı kendi açtığı Barış masasına ne koyacak.. Vesselam..
Zafer Güler


15 Temmuz “kalkışma” adı altında yeni bir hikâye yazılmış ve Türkiye iddialı bir eksen değişikliği yaşamıştı. İşte o hikâyenin “kötü adamı” Fethullah Gülen öldü. Zamanlama planlı değilse “göklerden yeni bir karar” indi gibi bir hâl var… Açılım, kapanım süreci derken, kelimenin tam anlamıyla “çanlar kimin için çalıyor” dedirtecek bir hâl ortaya çıktı.
“Yerine kimin geçeceği” üzerine üretilen teoriler, ciddi bir endişe ve paniğin göstergesi… Aslında merak edilen, yerine kimin geçeceği değil, yapının devam edip etmeyeceği hususu… Erdoğanistlerin sevinci, endişeye dönüştü.
Erdoğan ve Pelikanlar endişeli… ABD yeni bir partner ya da yeni bir eş başkan hikâyesi yazabilir mi? Aynı endişeyi Lordlar da taşıyor gibi… Ve manipülasyon harekâtına başladılar bile.
Hakan Fidan’ın basın toplantısındaki kurduğu dikkatle seçilmiş cümlelerin bileşkesi, bir genel af sürecine kapı aralar nitelikte.
Dış siyaset ekseninde iç siyasette kartlar yeniden karılacak gibi. Ama netice ne olursa olsun maalesef Türk milletinin hayrına bir gelişme olmayacaktır.
Toplumun zaten karışık olan aklının popülist çıkışlarla daha da karışık hâle getirileceği kanaatindeyim. Türkiye için yeni bir yüz yıl hikâyesi yazılıyor ve maalesef masada millî ve ortak bir akıl yok.
Elimizdeki, en azından bana göre elimizdeki tek olumlu done, toplumun sivil inisiyatif kodlu direniş melekelerine uygun tavır sergileme ihtimalidir. Vesselam.
Zafer Güler

Tavır koymak varken muğlaklık neden
Bozkurt olmak varken oğlaklık neden
Türklük Müslümanlık mutlak bir beden
Savaş dediğin bizim için toydur toy..
Başı dik tutan unutma ki soydur, soy..
Sahi savaş değil, seninkisi rezillik
Dik duramazsın, karakterin eziklik
Dilinde Ali, gönlündeki Yezid’lik…
Bütün hesabın sandıktır, Oy’dur Oy..
Başı dik tutan unutma ki Soy’dur Soy..
Ben seni tarihten, geçmişten bilirim
El, etek öptüğün Meclis’ten bilirim
Gizli gizli iş tuttuğun İblisten bilirim
Aldatılmak, aldatmak sende huydur huy..
Başı dik tutan unutma ki soydur soy..
Karnın tok, nefsin doymaz açtır aç..
Verdiğin taviz, düşmana Baç’tır, Baç..
Elinde tespih, koynundaki Haç’tır Haç..
Feryadım isyan değil, duydur duy..
Başı dik tutan unutma ki soydur, soy..
BeyKhan/Köln

İsrailin en kolay kamufle olduğu Türkiye’ye saldırmak gibi ne bir niyeti, ne de kapasitesi vardır.. Diğer taraftan İran ile gireceği bir savaşta en önemli partneri Türkiye olabilecekken, düşük ihtimal değil, ihtimal dışıdır..
İsrail’in ABD aklı ile başlattığı saldırıların öncelikli maksadı kurulacak KÜRT kökenli devletçikleri… Irak ve Suriye’den sonra İran’ın bilgisi ve müsadesi işe İran topraklarında konumlanan PJAK’ın İran ile takışma sahneye konulacaktır..
Irak, Suriye ve İran üçgeninde kurulacak devlet, coğrafi saikler ile en çok Türkiye’yi tehdit ve dolayıs ile rahatsız edecektir…
Irak ve Suriye’ye fiziki müdahalede lanse edildiği gibi Türkiyenin jeopolitik önceliklerinin ve komşunun toprak bütünlüğünü koruma iddialarının tam tarsine bir netice ortaya çıkmıştır.. Ki zaten asıl maksat da bu idi..
Türk Hükümetlerinin yanlış ve vesayetçi dış politikaları vesilesi ile Irak ve Suriye’de sona gelmiş bu oyunun İran’da da oluşmasında Türkiye’nin aynı meyandaki yanlış vesayet politikaları önemli rol oynayacaktır…
Başka bir değişle ABD NATO müttefikliği üzerinde Türkiye’yi bu soğuk ve sicak savaşta DAHA ETKİN bir KOMUTA MERKEZİ olarak kullanacaktır..
Bu meyanda Erdoğan’ın Cumhur İttifakı marifeti ile uyguladuğı asimetrik vesayet gereği İSRAİLİ hedef göstermesi, bu savaşta üstlendiği görevi iç siyasette kamufle etmek içindir… Vatandaş lanet okurken bile İsrail’e yardım ettiklerinin farkına varmadan. kendi kaderime dair yeni günah ve ihanet hikayeleri yazacaklardır…
Devlet Bahçelşnin “yeni dönem” şeklinde kodladığı SÜREÇ de, İsrailin ARZ-I MEVDUT (Vaadedilmiş Topraklar) TİYATROUNDAKİ YENİ SAHNEDİR…
CHP’de buna sözüm ona YUMUŞAMIŞ MUHALEFET JARGONU ile çanak tutmaktan öte destek oluyorlar..
İHANET SARMALINDA başlatılan bu SÜREÇ, söylenilenin aksine 8 Ekim de TBMM marifeti ile MEŞRU ZEMİNE oturtulup GİZLİ OTURUM sansürü ile de en azından 10 yıl toplumun dikkatinden kaçırılacak bir İSRAİLE DESTEK manevrasıdır…
Bu vatandaşa kalalı oturumda malumun dışında hiç bir şey kanuşulmayacak, açıklanmayacak… Maksat Cumhur İttifakı dışındaki siyasilerin de OYUNA dahil edilmesidir…
Milli hassasiyeti olan hiç bir vekil bu toplantıya katılmamalıdır..
Aksi halde toplantıdan sonra kamuoyuna konuşursa GÜNÜN HAİNİ, konuşmaz ise de on yıl sonra DÜNÜN HAİNİ olarak anılacaktır.. Vesselam..
Zafer Giler

GEREĞİNE BİNAEN!..
Bizimle seçim, sandık değerlendirme sohbeti yapanlar bilirler ki; biz hep son birkaç (2-4) haftaya dikkat çekmişizdir…
Son seçimde de böyle oldu… Dolayısıyla ne Kılıçdaroğlu’nun adaylık dayatması, ne Sinan Oğan, ne Muharrem İnce, ne Meral Akşener ne de Yavuz Ağıralioğlu’nun tavrı bizi şaşırtmadı… Çünkü biz bekliyorduk…
Perde arkasındaki pazarlıkların neticelenmesinin ikrarıydı… Daha önce düşünülmüş operasyonlardı bunlar… Kimse kendine kahramanlık hikayesi yazma seviyesizliğine düşmesin… Özellikle de Yavuz Ağıralioğlu…
Çünkü Yavuz, Nizam-ı Alem Ocakları başkanlığından beri bu günler için hazırlanıyordu… Önce Muhsin Başkan’ın şehadeti ile oluşan boşlukta görüntü verdi… BBP Genel Başkan Adaylığı’nda da samimi değildi… Ancak sahada baronların radarına yakalandı… Cihan Haber Ajansı’ndan beslenen Medya Grubu’nda İBDA-C mensubu olarak ifşa edilmesi bu sebeptendir…
Aktüel manada ismi zikredilen İBDA-C, HİZBULLAH, DHKPC, Aydınlık Grubu olarak bilinen yapılanmaların Büyük Britanya (MI6) menşeli olduğunu bu alemde herkes bilir…
Dolayısıyla Yavuz Ağıralioğlu’nun 15 Temmuz’dan sonra partileştirilen İYİ Hareketi üzerinden Ahad Andican referansı ile siyasi tabloya dahil edilmesi tesadüf olmadığı gibi, şahsi başarısı da değildir… Biz bunu zaman zaman yazdık, hatta telefonda ve izine gittiğimde camiadan birçok arkadaşla istişare ettik…
Yavuz, baştan beri alternatif değil, “Erdoğan sonrası” bir konsepte dahil olmuş, bunu 2012 yılında “nizami alem org” adresinde beyan eylemiş, biz de camianın hafızasına “Yavuz tercihini PRENSLİKTEN yana kullandı” notu ile kaydetmiştik… Arzu edenler Facebook sayfamızı geriye doğru tararlarsa ilgili paylaşımları bulacaklardır… Hatta birebir konuştuğumuz arkadaşlar da bu paylaşımın altına teyid notu düşeceklerdir…
Eğer siz bir yıldan fazla süren 6’lı masa operasyonun medya yüzü olmuş iseniz, istifa ettirilmiş olmanın (bu arada Ahad Andican da istifa etti) yükümlülüğü ile kısmen de olsa baştan beri bildiklerinizi, önünüze konulan notları şahsınıza münhasır ağdalı cümlelerle güya ifşa ederek puan toplama, yeni bir güzergah oluşturma çabanıza kahramanlık hikayesi yazamazsınız…
Demem o ki, samimi ve omurgalı değilsiniz… “Sanılan” kişi hiç değilsiniz… Ve vesayet kuklası siyasetçilerden farkınız ise, sadece tarzınız… Bir de Trabzon Vilayeti Hemşocan Kültürü…
Baştan beri AKP, MHP, Saadet Partisi tabanına göz kırptığınız için İYİ Partili hiç olmadınız zaten… Şimdi de Millet İttifakı normları ile CHP’deki seçim sonrası psikolojiden istifade ederek güya bağımsız kimliğinizle CHP seçmeninin nabzını da şerbetlemeye çalışıyorsunuz… Ha bu sıkışan Türkiye siyasetine bir çıkış yolu olabilir mi, tartışılır!..
Ama Türk Milletinin, hele de Ülkücülerin tarihi misyonuna bir fayda sağlamayacağı iddiası ve düşüncesindeyim… Dolayısıyla kimse bana mazi sömürüsü yapmasın… Biz 70’li yıllardan beri nasıl Devlet Bahçeli ve tayfası ile aynı safta olmadıysak, 90’lı yıllardan beri ortaya çıkan Yavuz Ağıralioğlu ve tayfası ile de aynı safta değiliz… Kimse bize bu güzergahtan yürümesin… Eğer inanıyorlarsa doğrularında yürüsünler, zira biz inandığımız doğrular üzere yürümeye devam edeceğiz… Vesselam.
Zafer Güler


ULUSALCILIK = MİLLİYETÇİLİK değidir, İDEALİSTLİK = ÜLKÜCÜLÜK OLMADIĞİ gibi…
İslami asli mecraindan cıkartma çabalarının boy göterdiği bir zaman da İÇTİHAT kapılarının kapatılması tedbirine karşı BANA GÖRE İSLAMCILAR’ın numayışlerine maruz kalan Devlati Ali Osmaniye bir taraftan Fransa İhtilali normlarında dezayn edilen bir taraftan da “ULUSALCI” akımın DEVRİM ve/veya İNKİLAP hareketine karş tavır geliştirme çabasında başarılı olmayınca, 1. CİHAN harbiyle RESMİ KİMLİĞİ bitirilildi…
Planlı bir şekilde gerçekleştirilen İŞGAL haraketlerinden sonra yine planlı bir şekilde siyasi operasyonlarla ANADOLUYA hapsedilen OSMANLI bakiiyesinin MİRAS KAVGASININ asrımıza yansımasından başka bir şey değidir, aslında buğun yaşadıklarımız…
Kurtuluş Harbini biir MİRASYEDİ anlayışı ile OSMANLIDAN KURTULUŞ anlyışına endeksli devletleşme zeminine oturtulması kavgasının galip ve maluplerinin yeniden başlatıkları MİRAS KAVGASI işiğinda değerlendirmek elzemdir, Bakan Ahmet DAVUTOĞLU’nun “Artık ULUSALCILIKLA hesaplaima zamanı gelmiştir!” lafını..
Ne Fransa İhtilali normları ile dezayn edilen ve gayr-ı milli bir ideoliji olan ULUSALCILIK8 ne de vatikan anlayişı ile kurgulanan Kur’an ahkamından uzak BANA GÖRE İSLAMCILARIN tarafı ve karşısında olmak değildir, Türk Milliyetçilerinin izlemesi gereken yol..
Bu nedenledir ki, Ahmet DAVUTOĞLU’nun bu MİRASYEDİ tutumunu 3. yol kapsamında değierlendirerek TARİHİ MİSYONUNUN gereğini yerine getirmelidirler, TÜRK Milliyetçileri..
Aksi taktirde Davutoğlunun senaryasonun fıguranı olmaktan öte bir anlam ifade etmeyecektir, gündeme yansiyan beynat ve acıklamalar.. Vesselam…
Zafer Güler


Hükümetin,Teğmenler meselesi karşısındaki “gayr-ı samimi maskeli” tavırın yanlışlığı kadar muhalif savunuları da absürt ve maksadı aşan bir hal içerisinde…
Dolayısı ile bu durum hükümetin devlet gücünü siyasi baskı olarak kullanıyor’dan çıkıp, devlet gücüne siyasi hegemonya arzusu taşıyanlara karşı tedbir normuna dönüşüyor… Bu da genç Teğmenlerin vatan ve beka endişesini tek taraflı töhmet altına sokuyor..
TC bir ideoloji üzerine değil, mevcut şartlarda gelişen ortak akıl üzerine icra edilmiştir.. İdeolojik farklılılar daha sonra TBMM çalışmaları esnasında ortaya çıkmış ve zamanla “iç düşman fobisi “ haline gelmiştir… Bugün yaşanan da maalesef budur..
Yani o gün Teğmenler “Mustafa Kemalin Askerleriyiz” demek yerine “Ya Allah bismillah, Allah ekber” diye bağırsaladı birkaç cılız muhalif sesten başka hiç bir itiraz olmayacaktı…
YIllardır söylüyoruz klasik ifadesi ile hem sağcı akımlar hem de solcu akımlar DEVLET denilen müesseseyi hatadan öte yanlış tarif etmekle başlıyorlar icraatlarına.. Devlet kültürü ve felsefesi bireyin özünde başlar.. Yani tabandan tepeye doğru küçülerek güçlenip tabanı kuşatır… Eğer bu kuşatmanın maksadı “ hizmet” değil de “hükmetmek” olursa, devlet olma çabası da malesef HEZİMET olur…
Bu nedenledir ki TC tekamülünü tamamlayıp gerçek manada DEVLET kimliğine kavuşamamış, her dönem kurtarıcı ideolojilerin baskı aracı olarak hükmünü sürdürmüştür.. 100.yılında bile maalesef hâlâ aynı meyanda..
Ben yarım asırlık mücadelem de devletin çok farklı yüzünü gördüm.. Ancak geldiğimiz bu noktada bu cümleyi tasih edip, “çok farklı devletler gördüm” deyip ülkemde maalesef bir çok devletimsi yapının milli devleti kumpas altında tuttuğunu düşündüğümü belirtmek zorundayım…
…
Bu hususu anekdotlar halinde “tercümangazetesi. COM” daki köşemizde hikaye ediyoruz, bundan sonra daha geniş metinlerle yazmaya devam edeceğiz..
……
Bu nedenledir ki, 15 temmuza, 12 Eylül 2010’a, 12 Eylül 1980’e ve 27 Mayıs 1960’a hep 3. bir pencere açmışızdır… Asker müdahalesi anlamında MİLAD sayılabilecek 27 mayısa maksadın dışına çıkıp haddin aşılması hususuna karşı olmuşuzdur..
Diğer darbe ve darbemsi girişimlerindeki aynı senteze tabi tutmuş sebeplerinden ziyade neticesi üzerinden analiz etmişiz ve taraf olmaksızın aleyhte tavır sergilemşizdir..
Korkarım ki, TEĞMENLER meselesi de KARŞILIKLI olarak maksadın dışına taşırılacak ve birilerinde durumdan vazife çıkartıp HADDİ aşacaktır.. Olan millete ülkeme olacak, zaten yeterince ayrışan ve gerilen topumda yeni yaralar açılacaktır…
Oysa ki bu ülkenin tek sorunu “iç düşman fobisi” ve bağlantılı olarak KURTARICI hobisidir..
Zafer Güler

Tepkileri “fişleyerek” önleyemezsiniz… Hastahane personeli öncelikle ciddi bir mesleki eğitime tabi tutulmalı, refakatçı ve ziyaretçi mevzuatı ivedilikle gözden geçirilmeli… Kayıt kabul işlemleri sadeleştirilmeli…
Sabece sağlık sektöründe değil, hiç bir alanda şiddetin mazereti olmaz… Ancak sebepleri etüd edilerek iyileştirilmelidir… Bir çok taşkınlık Doktorlar dahil sağlık personelinin bilgisizliği, ilgisizliği ve provakatif tutumundan kaynaklanmaktadır…
Hasta , Doktor mahramiyeti çok ciddi bir problem… Özelikle acillerde… Semt pazarı gibi işlem yapılıyor.. Hastadan çok, hasta yakını var…
Sizin doktorunuz acile gelen bir hastaya hasta yakınlarının yanında müdahale ederken, damar yolu açmakta zorlanırsa, – ki bu doğaldır, yaşanabilir, hastanın damar yapısından da kaynaklanabilir- hasta yakınlarının tepki vermesi de o kadar tabiidir…
Kuralsızlık almış başını gidiyor… Kimin ne yaptığı belli değil.. İnsanlarınızın standart kültür ve eğitim yapısını zorlayan sistemin hatasız çalışması mümkün değildir… Hasta kabülünden sonra bölümler arası getir götür işleri hasta yakınlarına bırakırsanız kontrolü kaybetmeniz kaçınılmazdır…
Binalarınız ( henüz yeni olduğu için olsa gerek) çok güzel, bahçe peyzajları da… HEle de “TABELELARI” ve makam odaları mükemmel… Ama içleri maalesef hastahane olamayacak kadar boş ve ruhsuz…
Eğitim ve Givenlik gibi Sağlık da lütüf değil, devletin KAR AMACI GÜTMEYECEĞİ ASLİ GÖREVİDİR…
Zafer Güler

Hırsızlığın, yalanın, dolanın nasıl bir sosyal felakete dönüşeceğini anlatmak yerine “cehennem ateşi ve zebanilerini” anlatarak, dualarla beddualara önlemeye çalışıyoruz…
Çocuğumuzu,, eşimizi, kardeşimizi, ana babamızı en sevdiği ve değer verdiği şeyden mahrum bırakmakla korkutuyoruz…
Ülkemiz ve sahip olduğumuz değerler için yaşamanın kutsiyetini öğretmek/öğrenmek yerine şehadetin kutsiyetiyle ölümü tercihe zorluyoruz, gencecik nesilleri..
“İndirim Kampanyası” diyor “şimdi almazsan yarın daha pahalı alabilirsin ile, satarken korkutuyoruz…
Bugün almazsam yarın pahalanır yada bulamayabilirim ile, alırken korkutuyoruz…
“Sevgi Dini” dediğimiz İslam’ı bile “ceza ve korku” ile öğretmeye/öğrenmeye çalışıyoruz..
Göz göre göre gelen her felaketten önce/sonra Allah korusun… Amenna da, Niye korusun?..
Cennet gibi bir ülkede cenneti yaşamak yerine, cehennem korkusuyla hem ülkeyi, hem hayatı, hem kendimize hem de başkalarına cehennem ederken, Allah’ın koruması için bir sebep gösterin bana!..
Nefs ve Vicdan ikileminde, nefsin dışa, vicdanın içe doğru çalıştığının farkına varmadan içimizle dışımızla küskün, çoğu zaman da kavgalı, hayat ve ölüm arasında tercihe zorlanarak, nefret ve hasetten beslenen nefsimizi aşıp, vicdanımıza teslim olmanın tadını ve hazzını duymadan özgürce yaşadığımızı sanıyoruz…
Sevgimiz ve muhabbetimiz neden NEFRETE endeksli?
Nedir bu beynimizden gönlümüze ordan da dilimize gözümüze akseden NEFRETE aşinalığımız?
….
Gece rıhtımında sabahçı kahvesi gibi gönlüm, yıldızlardan fal bakar her gece güneşe inat!… Özleme gark olmuş tutsak sevdalarda hürriyet hayali kurmak, arada bir olsa da kanat kanat!…. İster git ister kal, ister yürü ister dur, konuş mu sus mu, gerçek mi düş mü derken geçer de zaman, Sessizlik çığlık çığlığa çökünce gönül kafesine nefes almak neyse de, geri vermek belki de en büyük sanat!
……..
NEFRET DİLİNİN her türlüsünden NEFRET EDİYORUM!..
Ama her şeye rağmen hayatı ve insanları seviyorum…
Vesselam..
Zafer Güler

Kimse masuma yatmasın… Genelde Milli Görüş-Siyasi İslam ve Tekke-Tarikat, özelde RTE adına Cumanın gelişi Perşembeden belliydi…
Öyle çok da gizemli konular değil. Holding yolsuzlukları, İHH ve Vakıf skandalları ve bunların siyasetçileri ve sözüm onlara “ALlah dostları” Cemaat ve Tarikat Şeyhlerinin “FİZİKİ MÜNASEBETLERİ” , RETÖ, FETÖ aşikar ortadayken bu gün yaşananlardan vebalinden kurtulamaz..
Sİyasi İslamcılar , Biatçılar, Cihatçılar güya “savaş hilesi” diye Doların yeşiline teslim olarak indiler sahaya..
Ülkücü-Milliyetçiler Devlete olan zaafları yüzünden kurumsal kimlik MHP’nin KAMULAŞTIRILMASI ile “KURŞUN ASKER OLMAYA” zaten can atıyorlardı.. En muhalif ülkğcüler bile DEVLET zaafiyeti bir şekilde hala devam eder..
İdeolojik tabanlarını millileştirememiş, kurtuluşu Moskova’da, Pekin’de, Tiran’da, Küba’da arayan Türk Solu ise Türklükle kava ederken aslında intihar ediyor olduklarını fa4ke5meden tarih oldu..
Cumhuriyet “tekamülünü” tamamlayamadan kendi kurumları tarafından baypas edildi.. Saltanat kaldırılmıştı ama meslek grupları mahsus“ kontenjan” tahsis edildi.. Asker çocukları asker, doktor çocukları doktor, çiftçi çocukları çiftçi oldu..
Kimse Boğaz aşireti îmâsı yapmasın vallahi söverim… Çünkü o da dönüştü BOĞAZ TARİKATİ oldu.. Beyaz Türkler, Doların YEŞİLİ’ne büründü.. Ve hanımları denize rahat girsin diye sahil Yalıları, Villaları ve devasa Yatlar satın alan, alkolsüz şampanya içen, haremlik selamlık dansöz oynatan, vatandaşlık alsın diye ABD’de doğum yapan, çocuklarını Amsterdam’da, Londra’da, Nevyırk’ta okutan, Dubai’de, İspanya’da, Maldivler’de tatil yapan, İtalyan ayakkabı giyip, Fransız parfümü kokan ISLAMIST BURJUVA kültürü geliştirildi..
Dil Devrimi yapıldı ama Devlet Osmanlıca konuşup yazıyor… Hukuk ve Kamu bürakrasi metinlerini hukuk tahsil etmiş insanlar anlamıyor ve ideolojik kabüllerine göre hüküm veriyor..
Vatandaşlık kültürü ve şuuru verilemeyen toplum, Osmanlı’dan kalma KULLUK modu ile manupile edilerek “hadim devlet” yarine ceberrut “hakim devlet” anlayışı ile Osmanlı Saltanatı dönüştürülerek devamı sağlanmıştır.. Değişen sadece ÖZNELER olmuştur.. Vesselam..

Altını çize çize, Bilal’e anlatır gibi bir defa daha söylüyorum ki, TDT (Türk Devletler Teşkilatı)’nın nitelik olarak da, nicelik olarak da TURAN ile alakası yoktur.
Bilakis, Fetullah Gülen’in okullar ve Türkçe Olimpiyatlar üzerinden oluşturduğu yapı gibi asimetrik bir yapıdır. Hatta ihanetle Türklere sabotaj noktasında daha tehlikeli ve zararlıdır.
TDT bünyesindeki devletlerin tamamı toplumdan kopuk, devlet otoritesi ve disiplini adı altında sömürü saltanatlarıdır. Oysaki ahlaksız ve adaletsiz otorite ve disiplin zulümdür. Dolayısıyla, siz buna “kendi halkına zulmeden işbirlikçi zihniyet saltanatı” da diyebilirsiniz.
Sağlanan birliktelik ve ortaklık sadece saltanatlarını korumak adına kurulan çıkar ittifakıdır. Türklük adına, hatta insanlık adına hiçbir ortak aklı ve davası yoktur.
Eğer öyle olsa idi, Karabağ üzerinden Erdoğan’ın yaptığı gereksiz İsrail fantezisi bu şekilde karşılık görmezdi. Yani Erdoğan’ın bu açıklaması, Aliyev’i Azerbaycan’da oluşturduğu korku imparatorluğu noktasında rahatsız etmiş ve kazandıklarını zannettiklerinde Türkiye’nin ve Erdoğan’ın bir dahili olmadığını, ilişki ve katkının ise kuruşuna kadar bedeli ödenmiş bir ticaret olduğunu, resmi devlet jargonuyla aile notu modunda ifşa etmiştir.
Bu meyanda, TSK markası ile Libya’da, Ukrayna’da, Somali’de, Katar’da, Nijer ve Afrika ülkelerinde SADAT marifetiyle sahaya sürülen paralı askerler, istihbarat ve medya unsurları da açığa çıkmıştır.
Bu hususta kimse bana devlet parmağı sallamaya kalkmasın. RTÜK mütük, katalok matolok dinlemez, söverim hacı!
Zafer Güler

Bizi takip edenler bilirler, “Meral Akşener ne MHP’ye Genel Başkanlık, ne de yeni bir parti için ayrılmadı. MHP’ye kaynak yapıldığı saikle, tekrar ayrıştı, yakında kokusu çıkar” demiştik.
Yeni bir oluşum balonları söylemden eyleme geçemedi. İşte tam bu arada 15 Temmuz Operasyonu oldu ve Meral Akşener, kurulan partinin başına getirildi. Yani İyi Parti bir projeydi. Görevi ise Cumhur İttifakı ile Erdoğan’ı kumpaslayan Devlet Bahçeli’ye yedek ve destek olmaktı. Başardı da. Son seçimde kaybetmiş Erdoğan, sandıktan kazanmış olarak çıktı.
Ve sahadan çekildi. Yedeği ise Yavuz Ağıralioğlu’dur. Rahmetli Muhsin Başkan ile ters düşmesi ve Nizam-ı Alem Ocakları Başkanlığı’ndan alınmasından sonra radara girmişti zaten.
Şimdi yeni ve konjonktürel bir formatta, Erdoğan sonrası için servise hazırlanıyor. Bizim mahallede dolaşırken, karşı mahalle ile “oynaşması” zannedildiği gibi siyasi ve ideolojik bir duruşunun olmadığını işaret ederken, bizim mahalleyi asaleten, karşı mahalleyi de vekâleten yönetebilirim mesajı veriyor.
Malum, tüm ülkelerde sol tandanslı hareketler iktidara taşınırken, Türkiye için de muhafazakâr sol siyaset literatürüne yıllar önce sokulmuştu zaten.
Müsavat Dervişoğlu mu? O, Devlet Bahçeli’nin stepnesi olma mücadelesi veriyor. Bence potansiyel var ama yine de kararı kuklacılar verecektir, Ağa.
Zafer GÜLER

27 MAYIS HÜRRİYET VE ANAYASA(DEMOKRASİ) BAYRAMI’NDAN , 15 TEMMUZ DEMOKRASİ VE ÖZGÜRLÜK GÜNÜ’NE DAİR!.. HER DEĞİŞİM GELİŞİM DEĞİLDİR!..
Herkes olaya kendi penceresinden bakıyor… Ve ideolojik saplantılarla uç noktalarda dolaşıyor… Asker tatbikat için de olsa, kışladan çıktıktan sonra “olağan üstü hal” psikolojisine girmiş demektir…
Dolayısı ile her hangi bir vukavemette, kendisine verilen talimati uygulayacaktır… Tıpki yürüşüş ve mitinglerde polisin takındığı tavır gibi… Bunları eleştirebilir, iyileştirilmesi hususunda tavsiyelerde bulunabilirsiniz ama bunu “ideoljik savaş” malzemesi yaparsanız bırakın, bu tür olayların engellenmesini, teşvik etmiş olursunuz…
Şer’i ve Örfi hukukta “suçun şahsiliği” esas alınıp, yetkili makam ve kurumlarca gereğinin yapılması elzem iken, herkesin kafasına göre yetki ve hak ihlali yapması, geniş halk kitlelerini töhmet altına sokup ötekileştirmesi ayrı bir terör ve anarşidir…
Devlet olmanın erdemi bu noktada ortaya çıkar.. Bizim meramımız budur… Cinnet geçirdiği iddia edilen bir grubun, eylemi karşısında insanların cinnet geçirme hakkını elbetteki kısıtlayamazsınız, amma cinnet geçirmeyi bir mücadele, hak arama unsuru olarak da teşvik edemezsiniz…
Yapılan darbe girişimini, karşıt tepkiye yapılan eleştirilerle sahip çıkmak kadar, ideolojik zihniyet sergileyip, en az darbe teşebbüsünde bulunanlar kadar sapık bir yapı içinde olanlara meşru zemin hazırlamak da esef vericidir…
Bugün Devlette, Paralel yuvalanma varlığı iddiasında bulunanların, Paralelcilerden çokta farklı bir yapıda olmadığı aşikar ortada iken, iyi polis kötü polis oynamak inaç zaafiyeti ve ahlaksızlıktır… Yanlışa, suça empati olmaz… Herkesin haklı bir sebebi olsa da… Ayniyetlik üzre bir tavır ile, asker, sivil tasfiye ettiklerinizin yerine, sizden birilerini koymak, yanlışı meşrulaştırmak değilse nedir?..
İnsanların duygularını, içinden geldiği gibi ifade etmesi kadar doğal bir şey olamaz… Ancak bunun sosyal hayatın her alandaki bireysel ilişkilerini tahrip edici bir konuma getirilmemesi gerekir… İşte tam da bu noktada Devlet olgusu devreye girer… Devlet tanzim ediçi ve önleyici tutum sergilemekle mükelleftir…
Bugün mevcut idarenin yaptığı gibi teşfik etmek bir yana, bizzaati organize etmek kelimenin tam anlamı ile Devlet terörüdür..
Dün Pols’in kendince toplumsal düzeni sağlamak için hukümet karşıtı göstericilere uyguladığı şiddete empati yapıp haklılık işlevi yükleyenlerin, bugün kendince yönetime el koyup toplumsal düzene sahip çıkmak maksadı ile kışladan çıkan askere “yunan askeri” muamelesi yapması “biatçı anlayışın” tedavi edilemez hastalığıdır…
Bakmayın siz resmi ağızların real karşılığı olmayan ifadelerine… Mana itibari ile değişen bir şey yok maalesef, birilerinin kahramanı, hep diğer birilerinin haini olmuş ve olmaya devam da ediyor!…
Diğer taraftan polise taş atan ekmekçi çocuktan farksız bir pisikoloji ile, asker kafası kesen, köprüden aşağı atan zihniyeti, helikopterden vatandaşın üzerine ateş açan kafa ile, Soma’da vatandaş tekmeleyen Başbakan danışmanını hangi doğrularda farklı değerlendireceksiniz?..
Oysa ki; o askerler sizin siyasi kontrolünüzde o makamlara geldiler… Bir çoğunun atamasında dolaylı da olsa sizin imzanız var… Onları cezalandırırken acaba kendinize de en azından bir ihmal, tedbirsizlik, sorumsuzluk cezası kesecek misiniz çok merak ediyorum!..
Netice itibarı ile toplumsal olaylarda karşılıklı kullanılan ideolojik dil, niyet ve ameller arasındaki diyaloğu tanzim eder… Devlet meseleye merkezden bakmak zorundadır… Bakış açısının soldan, sağa kayması, işlerin düzeldiği anlama gelmez.. Düzelmediğinin en bariz örneğini o gece gördük… Türbanı ile kışlalara giremeyen bir zihniyet adına “asker” kışladan çıkartılabiliyor ve yine ayniyet arzeden başka bir kitle ile çatışıyor…
Asker ve polis üzerinden de olsa, aynen ortadoğu ülkelerinde olduğu gibi biri birini “munafıklık ve kafirlık” ile suçlayan iki zihniyetin çatışması yaşandı… Bu vahemiyet gözden kaçırılıp o geceyi, 15 Temmuz’u bayram ilan eden kafanın, 27 Mayısı bayram ilan eden kafadan ne farkı var?..
Vesselam..
Zafer GÜLER

Kanal İstanbul’dan vazmı geçildi?
Kanal İstanbul dönüştürülemez bir ABD Projesi olduğu için şimdilik “ sessize” alındı. Çünkü Lordlar hala kontrolü elde tutuyor… Hatta CB seçimlerinden daha güçlü çıktılar ve hukümetle birlikte muhalefeti de yeniden desayn ediyorlar… Ancak Petagonun önceliğini sözde KÜRDİSTAN alınca BOP”un İstanbul ayağı sürüncemede bırakıldı..
Ancak Erdoğan biraz nefes alınca, finans ağırlıklı projelere dönüş yapacaktır… TDT Türk Devletler Teşkilatı üzerinden yapılan finansal kurgular bileşkeleri nedeni ile çok da karlı olacağa benzemiyor, oysa ki; rizikoları daha büyük…
Körfezde oluşan ABD karşıtı birliktelik ve İsrail’in Gazze katliamları aslında Türkiye ve jeopolitik fırsatlar için tırpanlayıcı bir durum… Ancak iç siyasetin konsolide edilmesi için önemli…
EU’nun tek taraflı finansal jestleri reddedilemeyecek özelliğini devam ettiriyor… Alman sermayesi finans piyasasında ağırlığını devam ettirirken, siyasi yaptırımlarını da hissettiriyor… Şimdiler de IMF de tekrar sahne aldı..
Erdoğan belki de kazanmış olmaktan ilk defa bu kadar huzursuz ve endişeli… Dolayısı ile ekonomi ve iç siyasetteki belirsizlik de ciddi bir baskı yapıyor.. Özellikle MSB, İç ve Diş İşleri Bakanlıkları bürokratik kaosa dönüşebilir ve icraatçı kurumların biri birini markaja alması ciddi olumsuzluklar oluşturabilir…
Neler ve kimler ne kadar ve nasıl değişecek, bekleyip göreceğiz..

3 Haziran 2015 tarihinde yaptığımız ülke analizi… Bİraz uzun olmuş ama sabredip, okursanız bugün olaylara ve yarın alacaklara dair küresel ve ulusal anlamlandırma yapabilir, tavır geliştirebilirsiniz….
……..
Yaklaşık yarım asırdır Türkiye’de Aydın Doğan zihniyeti üzerinden tahakküm kuran ve hükumetleri atayıp, görevden alan Bilderberg, 3 Kasım 2002 de AKePe Projesi ile bu tasarrufunu Pentagona kaptırmıştı…
Sivil ve Askeri kadroları Cemaat eli ile tasfiye edilince sadece “yetkileri sınırlandırılmış” Cumhurbaşkanlığı makamı ile varlığını idame ettiriyordu…
Cemaat ve Erdoğanistlerin “güç ve ganimet” mucadeleleri arasında, Milli irade ve hakimiyet anlamında “alternatif” bir konuma gelme ihtimali aşikar olan Muhsin Yazıcıoğlu Bilderberg’in askeri ve sivil timlerince infaz edilirken Cemeat ve Erdoğanistler sadece izlediler… Bu Nato ve TSK destekli Ingiz apımı bir suikast olup, mevcut Hükümet ve brokrası de “TEMİZLİKTE” taşörünlük yapmıştır..
Ergenekon Operasyonları ile pasivize olan oporasyonel gücünü takviye için İŞİD organızesi ile “din boyutundan” AKePe Hükümetini kafalayarak bölgede söz sahibi olma çabasındaki Bilderberg, 17-24 Aralık operasyonları ile Pentagon lehine engellenmeye çalışıldı…
Gezi olayları da Bilderbeg’in, Pentagonu yıpratma kapsamında yapılmıştı ve kısmende olsa amacına ulaştı, Erdoğanistler ve Cematin ayrışma sinyalleri verdi…
Pentagon Bilderberg ile birebir kapışmaktan kaçınıyorlar.. Bölgedeki yönetimlere hakimiyet noktasında güçlerini gösteriyorlar.. Ortadoğuda en az ABD kadar var olan İngiltere Bilderber adına varlığını İŞİD ile aşikar ederek, tüm dengeleri bozdu.. Oysaki şu günlerde Suriye ve Iraka, en azından Mısır ve Libya gibi bir şekil verilmiş olacaktı.. Türkiyedeki “kontrolsüz güç ve ganimet” çatışması da dengeleri Pentagon aleyhine bozdu..
Cemeatin devlet içinde kadrolaşması karşılığında, kendi feodal zümre saltaatını kurmaya çalışan Erdoğan, 17-24 Aralıkta zülfikara okunulması hasebi ile, Bilderberg’in ününü açacak düzenlemeler ile hem dış, hem de iç politikasında Pentagon karşıtı bir değişim yaparak, saf değitirdi… Bu arada kenince “garantör” anlamında Rusya, İran ve Çin bloku ile de flört etmekte bir beyis görmedi..
Erdoğanistler, içerde “Paralel Operesyonu” ile iştigal ederken diş politıka tamamen İŞİD Operesyonu ile İngiltere tarafından belirlenmektedir… PKK HDP eli ile oyuna dahil edimesi ile dikkatlerden kaçırılırken, hatta sempatikleştiştirilerek Türkiye genelinde “Ulusallaştırılırken”, son 300 yüzyılın “iki kutuplu tolum projesi” gereği MGK kararları ile Cemeat hedefe oturtuldu.. Bu esnada Biderbergin aktif ve pasiv kadroları “ikmal konumuna ” geçirilerek hasar giderme pozisyonuna çekildi, bu arada da Erdoğanist’lere kısmi lojiktik destek vermeye başladılar…
AKePe içindeki rahatsızliklar da bu tanzimin bir neticesi olup, “Güç Manyağı” haline gelen ve Erdoğanistlerin tasfiyesine yöneliktir… Bu seçimlerin ana teması da budur… Koolisyona zorlanan bir netice ve yeni aktörlerin arenaya sürülmesi.. Başta HDP olmak üzere MHP ve CHP de bu meyanda desayn edildi.. Oportüyonist ve hamasi söylemler yerini umut vaad eden ideolojik tanımlara ve ekonomik projelere bıraktı…
Bu meyanda CHP’nin “Mega Şehir” söylemi, AKePe’nin “İstanbul Ekümenliği” tasarımına alternatif olarak geliştirildi… Ülkücülük ideolojisi ile barışmış bir MHP, bölgedeki kaos nedeni ile umutvar bir konuma taşındı.. Seçmen HDP ve MHP üzerine tercih yaparken, ideolojik bütünleşmenin önüne geçilebilecek tedbirler de alınıyor.. HDP Eşbaşkanı Demirtaş’ın “mütedeyyin” söylemlerinin ve “özeklik” dillendiren seçilebilecek yerlerdeki MHP vekil adaylarının başka bir izah tarzı yoktur…
Her seçimde olduğu gibi seçmen manüpülasyonu ile dengeler kurulmaya sağlanırken, arka planda “yeni Türkiye” desayn ediliyor… Bu vizyona nasıl sokulacak, bunu seçim sonrasında göreceğiz… Bunun kısmende olasa millet menfeatine meyleder olması, kontrolsüz, manüpile edilemeyen kitlenin tercihine bağlıdır… Bekleyip göreceğiz..
……….
15 Temmuz OPERSYONLERI sonrasında yaşananlar ve akabinde Pentagon hamlelerine bağlı PELİKAN ÇETESİ’nin güç kazanması ve TORISCU-SOROSCU kavgasının sokaklara inmesi, beklentilerimiz noktasında olanlar bizi şaşırtmasa da, endişelerimiz hala varlığını koruyor… Geçen zaman içerisinde yanlış çikarcı iç ve dış politikalar ülkeyi ciddi bir kaosa sürüklemiş, kamunun uhtesinde herşey maalesef kontrolden çıkmıştır…
Karamsar değiliz, ancak umştvar olmak için olumlu bir hamle de göremiyoruz.
Ortadoğu yaklaşık 15-20 yıldır adeta bir ateş topu, doğu batı kuzey, güney bütün küresel güç odakları bir şekilde ateşe müdahil, Katar, Yemen, hatta Lübnan etkili bir unsur ama Büyük Biritanya’nın esamesi bile okunmuyor.. Oysaki malüm bölge de Göçmen Küşlar bile MI6’in kontrolünde uçarlar.. Bu hayra alemet bir şey değil gibi!..
Kim ne hamaset yaprsa yapsın, Türkiye çok önemli bir sürecin final eşiğinde… Dolayısı ile muhalefet özellikle “diş politikada” sesiz kalamamalı, hukuk ve toplumsal barışı sekteye uğratmamak kaydı ile HÜKÜMETİ çiddi gözetim ve baskı altına almalıdır… Futbol deyimi ile “adam adama markaj” yapılmalıdır.. Aksi taktirde ülke, bir yüz yıl daha vesayete mahkum edilebilir!.. MAAZALLAH..
Zafer GÜLER

Öteden beri bu “Ticaret-Siyaset” Konseptli Cemeat görünümlü Tarikatlara soru işaretleri ile yaklaşmışımdır… Zira, her nesil devrinde olaylara karşı ortaya koydukları, değişik, çoğu zamanda çelişkili fetva-i bakış açıları ve yaşantılarıyla daha da sapkınlaşmaları milli irade açısından endişe veriçi bir boyutta idi…
Ve özellikle de aralarındaki münasebetler kurgulu bir danışıklı dövüşü andırıyor… Faaliyetlerine uyguladıkları sistematığin “Örfi ve Şer’i” akıl ve ilmi nüanslar ile pek de alakalı olmadığı hep dikkatimi çekmiştir… Ve bu izler beni “ENDÜLÜS” doğru götürse de, galiba acı gerçeğe inanmak istemiyordum…
AKePe’nin “Huysuz Virjini” namıdeğer Yeliz Bey’in “atalarının Endülüslü olduğunu” söylemesini, sosyal medya mücahitleri çok “komik” bulmuştu!..
Türk tarihinde DÖNMELER devrinin Endülüs ile özdeşleşmesi, Endülüsten, Osmanlı topraklarına yapılan YAHUDİ göçü ile alakalı olduğunu da kabul etmemek, safdillik olur kanatindeyim..
Yaklaşık 20 yıldır sosyal hayatı direk etkileyen DİZİ FİLM’lere baktığınızda ve sembolleri doğru okuduğunuzda ENDÜLÜS’ÜN ŞİFRELERİ’ni çözebilirsiniz..
Kurtlar Vadisi, Muhteşem Yüzyıl, Diriliş, Velihat, Söz, Savaşçı, Eşkiya Dünyaya Hükümdar Olmaz, dizilerinde SABATAY SEVi kodlmasını mutlaka görürsünüz..
Muhyiddin İbnü’l-Arabî’nin DİRİLİŞ’te Ertuğrul’dan daha üstün bir karakter olarak ortaya çıkartılması tesadüf değildir..
Senaryoda, MHP ve Alparslan Türkeş Figürünün olmamasına rağmen Ülkücülerin Filmi olarak lanse edilip kabül gören KAFES FİLM’de kurgulanmiş ÜLKÜCÜ kimliğin, NİYAZİ MİSRİ ile kodlanmış olması da tesadüf değildir…
Biz Ülkücüleri yakınen ililendirmesi hasebi ile, Abdulhakim Arvasi gerçeğinden çıktığınız yolda 3 yol ayrımı görürsünüz:
1-Seyyidahmet Arvası ve Türk-İslam Ülküsü
2-Necip Fazıl Kısakürek ve İslami Büyük Doğu ve dahi Salih Mirzabey ve İBDA-C
3- Hüseyin Hilmi İşık ve IŞIKCILAR, Enver Ören ve İHLAS HOLDİNG
Bu ayrımı birleştiren tek nokta ise Nakşibendi Şeyhi Küçük Hüseyin Efendidir..
Bu trafikğe çıktığınızda Telat ve Ziya Paşalar’a, Sait Nursi’ye, M. Esat Çoşan’a, Küçük Hüseyi’ne, Üzeyir Garih’e, Koçlar’a, Zabsu’lara, Uzanlar’a, Kavalalar’a bir yerlerde, ya giderken, ya gelirken, yada bir kırmızı işikta beklerken mutlaka rastlarsınız..
Dedik ya artık, bize kurtuluş hareketi olarak sunulan sağlı sollu ideolojik yapılanmaların ve “cemeat-tarikat” diye sunulan, plitika yapmamakla övünen falat “siyasetin tam merkezinde” olan bu yapının Sabatay Sevi öğretisinin türevleri olduğundan zerre tereddütüm yok..
Son 300-400 yıllık Türk Siyaset ve Din tarihine baktığınızda, bugünki siyasi ve dini tablonun kodlarını bulusunuz… Bu gün İktidar sahibi kanumundaki sözde Milliyerçi-Muhafazakar kesimin “Osmanlı Torunu” olduklarını iddialarındaki işaret de Osmanlı Yahidi Tarikat Şeyhi Sabetay Seviy’e olabilir, aslında.. Cemeatları ve siyaseti desayn eden ve yönlendiren isimlerin secresini irdelediğinizde sizi meşhur BOĞAZ AŞİRETİNE, yani BEYAZ TÜRK- SEKÜLER DİNDAR ve SİYASİ İSLAMCILARA götürür…
Toplum olarak, akıl ve vicdanen tükendiğimiz anlarda, BİR BİLDİĞİ VARDIR MANİFESTOSUNA sarılma zaafimiz, maalesef bizi köleleştiriyor.. Özgürleşmek istiyorsanız sorgulayın!..
Zafer GÜLER

Yıllardır söylüyoruz “Anadolu” dediğimiz bu coğrafyada bu kadar uzun soluklu olabilen tek medeniyet Türk Medeniyetidir… Bu coğrafyada ancak “Disiplin ve adalet” sentezli bir Otorite varlık gösterebilir.. Yani, TÜRK!..
Diğer taraftan bölgede Türkler haricinde “din” adına yapılmış tüm faaliyetler hüsranla ve negatif sonuçlanmıştır… İslami koruyup, kollayan, taşıyan “çelik gibi Türk iradesi” zayıfladığı an coğrafya insanı fetret yaşamıştır..
Fransız İhtilali etkisindeki yaklaşık 200 yıllık siyasi ve sosyal tahribat, din hayatındaki kısıtlama ve reddiyelere rağmen ülke bu kadar kaos içinde olmamıştır… Osmanlının çoküşe geçtiği yıllardan başlayarak, kurulan genç Cumhuriyete sızan “devlet otorisindeki” adaletsiz disiplin, bölgede “nifak tohumlarının” atılmasına zemin hazırladığı gibi, Türk olgusu üzerine de gölge düşürmüştür…
Türk ve İslam biri biriyle çelişir, çatışır unsurlar olmamasına rağmen, yıllardır fitneye maruz kalmış, beyinler bulandırılmış, yapay çatışma projeleri uygulamaya konulmuştur… Oysaki İslamın insanların etnik kültürlerini inkar ve yasaklayıcı hiç bir hükmü yoktur… Sadece aşırılıkları disipline edici mueyyidelerle, kavimler arası çatışma engellenmiştir… İnsanlığın Tarihi gelişimine bakıldığında Türklerin seceresinde ” insanlık dışı ve yüz kızartıcı” hiç bir suç göremezsiniz..
1944’lerde operayonel olarak başlayan “Türk ve Milliyetçilik” karşıtlığı, AKePe iktidarının özellikle ilk 3 senesinden sonra “düşmanlık ve ihanet” boyutuna ulaşmıştır… İslamın en sağlam kaynaklarının yetiştiği “doğu ve güneydoğu” bölgesinde “dini söylemler” sadece “Türk” varlığını pasifize etmek için yapılmıştır ve 1940’dan sonra “ideolojik” zemine oturtulan “Atatürk Milliyetçiliği ve Kemalizm” tahribatının finali olmuştur…
Osmanlı “İslam devleti ve İslam Medeniyetiydi” gibi bir safsatanın arkasında yapılan “Atatürk ve Kemalizm” düşmanlığı ile “Türklük” bölgede pasifize edilmiş, hatta “Türküm” demek suç unsuru haline getirilmiştir.. Oysaki Osmanlı insanlık tarihine bir Türk Devleti ve Türk Medeniyeti olarak damgasını vurmuştur…
1979 senesine kadar “Ülkü Ocaklarının” mevcudiyetinden dolayı bölgede varlık gösteremeyen “azınlık ve bölücü” unsurlar, 80 darbesi ile Ülkücü hareket devlet politikası ile bölgeden tasfiye edilerek devlet eli ile bölgeye konuşlandırılıp, bugün tek otorite haline getirilmiştir..
Dikkat edin Ülkücü Hareketin Atatürksüz, “Atatürk Milliyetçiliği” ve Kemalsiz, “Kemalizme” endeksli “ulusalcı devşirilmesi” de aynı tarihe tekabül eder ve bu kesinlikle “tesadüf” değildir… Bugün bölge de “Türk” kavramının bulunduğu durumdan en az diğerleri kadar “milliyetçi” unsurlarda mes’uldür…
Buyurun doğu ve güney doğudaki hatta tüm bölgedeki yapay etnik problemi “İslam kardeşliği” ve “Ümmetçi” ideoloji ile ortadan kaldıracağını inanan gafiller, üçlü konsesyumun (ABD-İsrail.İngiltere) kurduğu “cihat” örgütleri ile Müslüman kanı dökmeye devam ediyorlar…
Türklerin bu topraklara gelişi “ilahi bir tecelli” idi ve “Türk otoritesinde” yüz yıllarca huzur ve medeniyet kaynağı oldu.. Bu otoritenin zayıflamasının getirdiği kaosun, 1071’lerden öncesi ile sadece “çağın şartlarından” başka bir farkı olmayışını tesadüf ve/veya tarihin tekerrürü olarak algılamak “Türklük düşmanı veya işbirlikçi” alametinden başka bir şey değildir…
Vesselam..
Zafer GÜLER

Türkiye 100 yıl sonra gizli bir II. Lozan şartları ile karşı karşıya!.. Bugün merhale merhale uygulamaya sokulan “işgal ve vesayet” şartlarını, maalesef yüzyıl öncesi şartların belirliyor olduğu görülmektedir…
İttihat ve Terakki günleri..
Masa başında kaybedilen bir savaş!..
20 yıl sonra tekrar bir 2. Dünya Savaşı başlatacak olan, güya yenilmesine rağman sınırlarını muhafaza eden bir “Müttefik”…
Tarih olmuş bir medeniyet ve işgal edilmiş coğrafyası ve güya kazanılmış bir savaş, batı vari “vali karekterli” vesayet altında kurulmuş bir devlet!..
Kimse tırlamasın, bu gün hala “o günlerde atılan imzalar” tartışılıyor ve bizim geleceğimizi belirliyor ise, bu vesayetin ta kendisidir… Medeniyet Hakanlığının yerine kurulmuş “Medeni Cümhuriyet”!.. Tarihi yargılmanın faydası yoktur belki ama, sorgulanmasında bugün ve gelecek için mutlaka fayda var…
Ermeni Kumpasının siyasi izleri de o sayfalarda… Bir şeyleri sorgulayamazsak yanlişarı ile birlikte sahiplenmek zorunda olduğumuz bir tarihimiz de kalmayacak zaten…
Doğru veya yanlış gerçekler dikkate alınmadığı sürece, hakikat yolunu bulmak ihtimal dışıdır…
Dün “Ermeni Tehcirine” zemin hazırlayıp, tehciri yaptıranlar, bugün “katlim bedeli” biçiyorlar… Bu çok mu önemsiz acaba?.. Biz hala yine 3, 5 tane ermeni çaşıtla munazara içindeyiz… 7 Haziran da TBMM’ye kaçtane Ermeni-Rum seçilecek dersiniz?.. Hem de “Milliyetçi ve İslamcı” Parti listelerinden!..
Devlet-i A’li Osmanın yıkılmasını “devşirme vezir ve/veya devlet adamlarına” bağlayan kafa, “Bağimsiz Türkiye ve Milli İrade” beyanında bulunurken, Hükümet ve Devlet Erkanı içindeki “DEVŞİR(ile)ME(miş)LERİ nasıl izah edecekler?..
Dünün İtilaf Devletleri, bügün neredeyse tam kadro Avrupa Parlementosu ve Koalisyon Güçleri adı altında malüm coğrafyada gizli bir işgal içindedirler… Ingiltere yine başı çekmekte, Fransa “lejoryenleri” ile resmen Yemende, Rusya Ukranyada, Libya, Mısır, Irak, Suriye tekrar kaosta, İran ambargolarla kuşatılmış, Türkiye Ittihat ve Terakki Hükümetlerine benzer “gayr-ı milli ve gayr-ı islamı” bir yapı ile yönetiliyor, Almanya yine aynı “kaypak ” tavır içinde…
Ülkenin Güneyi, Güneydoğusu, Doğusunda devlet otoritesi yok süretinde, Batı, Ege kültürel bir “frenk” sempati ve kozmopolitliği, içinde, İstanbul maalesef “Bizanstan” farksız “entrikalar” içinde başlı başına bir ülke gibi adeta… Hem ekonomik hem de siyasi manada Türkiyenin “kaderini” belirliyor… Ankara malum,siyasi kargaşa, kaos, kavga, ihanet, mandacılık, yobazlık,vs. kozmapolit yapısını her geçen gün endişe veren boyutlara taşıyor…
Milletin meclisinde “ihanet kararlarına” destek veren, özerklik özleyen hainler, mikserlik yapan azınlıklar, misyoner vekiller, dost-ahbap saltanatında kurtuluş arayan gafiller…
Millet!.. 100 yıl öncesi gibi, yorgun ve umutsuz… Hormonlanmış, oynanmış maddi ve manevi GDO’su ile “cüzdanları vicdan “yapmış bir vaziyette. dizilerle, chattlerle sanal bir alemde, “özgürce” İŞGAL’in tadını cıkartıyor…
1. Cıhan Harbini başlatan ve bitiren “sudan” sebebi hatırlayınca, “biz soykırım yapmadık, mudahale soya değil eylemsel ihanete idi… Hem bugün “katliam” raporu veren ülkelerin hepsi de “gözlemci” satatüsünde malum “techire” mudahildiler” demenin hiç bir faydası yok…
Çünki bunların derdi üzüm yemek değil, bağcı dövmek!..Gerekli olan “yok öyle yağma bağ sahibsiz değil, bağda bizim, bağcı da” deyip KIYAM edebilecek bir milli iradedir… Yoksa genç kızlarımızın, delikanlılarımızın Conilerle “selfi” yapıp Facebook’ta, Twıter’de paylaşacağı günleri görmek maazallah pek de uzak bir ihtimal değil…
Geç mi kalındı?
Asla!.. Her “besmelenin” sonu, “elhamdürillah çok şükür” dür… Mesele şevk ile aşk ile “Ya Allah Bismillah” diyebilecek bir “İMANI” ortaya koyabilmekte!..
Netice itibari ile hep söyledik, yine söyleyelim hem de seçim atmosferinde seçmen kriterine bir atıf olsun… Zaman “imam” kurtarma zamanı değil, “iman” kurtarma vaktidir.. Herkes “imanına” sahip çıksın… Ki Rabbim gereğini yapsın!.. Kadere yazgı da derler ya, yazılmış bişe yok aslında.. Kaderin belirleyicisi, kontrolcüsü, yol haritası ve yazgıysa katibi imanıdır… Vesselam..
Zafer GÜLER

MHP halinden memnun…
İYİ Parti cenahında kılıçlar çekildi, herkes pusuda…
Yavuz AĞIRALİOĞLU, Osmanlıca nutuklarla yeni bir Türk Milliyetçiliği Hikayesi yazmaya çalışıyor. Müslüman olmayan TÜRKLERİN “kelle” olarak bile sayılmadığı TÜRK MİLLİYETÇİLİĞİ…
Ancak Muhsin Yazıcıoğlu’nun yanına “şoplanmış” resimlerin acemice ve inandırıcı olmadığını söylemezsek olmaz…
Mamak Fosilleri KIRKLAR MECLİSİ yakında Sinan OĞLAN’ın MALİKANESİNDE kampa girme sinyalleri veriyor…
Bu arada,
Demedi demeyin…
Ali Uzunırmak, Atilla Kaya ve Suat Başaran üçlüsünün bulunduğu bir platformdan “Ülkücü Hareketi kucaklayacak, tarihi misyon ve vizyonunu yansıtacak” ciddi bir fikir ve siyasi oluşum çıkmaz…
Ancak kapanmamış, kapanması da mümkün görülmeyen eski hesaplar peşinde yeni bir post kavgası başlatır…
Bunların hepsi yeni siyaset senaryosunda rol kapma hareketlerinden başka bir şey değildir…
Daha şimdiden kavganın tarafları kendini belli etti bile… Yakında RACON KESMELER başlar… Bu rol ülkücülere çok yakışır…
Ne diyelim, en iyi RACON KESEN kazansın… Vesselam…
Zafer GÜLER

Analizlerimiz ve eleştirilerimiz için, birileri bizi düşman olarak görsün de, biz Cumhurbaşkanı ve Hükümet düşmanı değiliz. Ülkücü terbiyemiz ve devlet şuurumuz buna zaten müsaade etmez. Bu konunun sorgulanmasını hakaret olarak algılarız ve sahibine iade ederiz. Kimseye düşmanlık yapın demiyoruz.
Tek isteğimiz, memleket ve insanlık için ecdadımıza yakışır şekilde yönetilmek. Sesimize kulak verilmesini ve elimize destek verilmesini istiyoruz.
Devletimizi sevmek ve yöneticilerimizle gurur duymak istiyoruz. Allah şahittir, bütün güzelliklerin yapılmasını istiyoruz, sizin yapmanızı istiyoruz.
Amacımız, kavgamız ve mücadelemiz, ne şartta olursa olsun gitmeniz için değil. İlahi ve tarihi hakikate, adalete iltica etmeniz içindir.
Hemcinslerinizin yaptıklarını, tersinden yapmak size yakışır mı? “Eskiden de vardı demek” veya “Amerika’da, Batıda da bu böyle” demek, hangi tefekkürün ifadesidir? Millilik bu mudur? Müslümanlık, dindarlık bu mudur?
Biz sizden mucize istemiyor, evliyalık beklemiyoruz. “Mütedeyyin bir Müslüman, onurlu bir insan olun” diyorsak çok ve yanlış şey mi istiyoruz?
Değerlerimizin sizin ihmalinizle, suiistimalinizle, gafletle, ihanetle, adına ne derseniz deyin, sizin vesilenizle tarumar edilmesi yüreğimizi yakıyor.
Eğer bu kadar tecrübeye rağmen “dediğimiz dedik” diyecekseniz, düşmanlığı, nefreti ve hainliği bir zahmet kendinizde arayacaksınız!
UNUTMAYIN, ALLAH’IN DA BİR HESABI VAR! BİZ ONA TABİYIZ!

Kültürsüzlügün kültür gibi algilanip kültür haline geldigi bir zamanda kültürel içerikli bir dergiye yazi yazmanin, hem de içinde tarihten baska bir sey birakilmayan CANAKKELE gibi tarihi bir olay hakkinda yazmanin zorluğunun idraki ile yazdigimiz bir yaziyi sizlerle paylasmak istedik.. RETÖ/Ergenekon/FETO Tredi-komedyanin sinirleri zorlayan noktaya geldigi su günlerde millet olarak nasil bir kumpas altinda olduğumuzu ve bu kumpasin yaklasik 100 yil öncesindeki parmak izlerine isaret etmeyi, (dogru anlasilmayi umarak) amaçladik…
Tarihi olaylari iyi okumak lazim.. Iyi okumak lazim derken elbetteki kaynak önemli, ama kaynaktan önemlisi de algilama ve anlama olgusudur…
Aslinda cereyan eden olay zaman ve mekan kapsaminda “iki kere iki dört eder” hükmünce müspet ve asikar iken, toplumlarin bakis acisi ve olaya yükledigi degerler, netice itibari ile olayi degisik tanimlamaya vesile olur.. Yani sizin fetih dediginiz bir tarihi olaya baskalari rahatlikla istila diyebilir… Biraz daha açmak gerekirse, biz Istanbul’un fethi derken, Bizans esrafinin Istila serzenisleri gibi..
Burada tarihin dogru ve yanlis ile degil, taraf olmakla ifade edildigi gerçegine ulasildigini kabullenmek elzemdir diye düsünüyoruz… Diger bir deyisle tarihin dogru-yanlis, hakli-haksiz olmaktan ziyade taraf olmakla ifade edildigini görmek ve kabullenmek durumundayiz.. Bu baglamda her konuda güç sahibi olma olgusu devreye girer ki; gücünüz nispetinde dogrularinizi tarihe yansitirsiniz…
Bu mantikla irdelenen tarihten daha müspet sonuçlar çikarilacagi kanaatiyle Çanakkale mevzuunu da bu açidan ele alinmasinin gerektigini düsünce aklimaza hemencecik bir soru gelmektedir… Çanakkale gerçekten geçilmez mi? Yani geçilemedi mi?
Çanakkale’yi destanlastiran ecdadin penceresinden baktiginizda bu sorulara tereddütsüz cevap “Hayir geçilmez ve asla geçilemedi!..” dir
Devlet ve millet olarak dünya konjüktürü’ndeki bugünkü konumumuza bakinca ise, Çanakkale geçilemeye dursun, birilerinin Ankara’yi isgal ettigi gerçegini kabullenmemeyi de bes bin yilik bir milli suur birikiminin inkari olarak algilamak lazimdir diye düsünüyoruz…
Bu noktada iki Çanakkale görmek mümkündür.. Biri yasanan Çanakkale, digeri yasayan Çanakkale… Mezar taslariyla övünmeyi karakter haline getirdigimizden beri, sahadet olgusunun genlerindeki milli suuru algilayamaz olduk.. Hatta yanlis algilar olduk.. Çanakkale destaninin yazilmasina vesile olan o meshur Cihan Harbi irdelendiginde, baslangiç itibari ile taraf olmayan bir milletin savas magduru olarak tarumar edilmesinin, topraklarinin cetvelle çizilmis ülkeler haline getirilmesinin ardindaki gizemi görmemek için isbirlikçi olmak lazim gelir diye düsünüyoruz…
Çanakkale’ye milli suur eksikligi ile baktiginizda yasanarak destanlasmis bir Çanakkale yerine sadece yildönümlerinde riyakarca yasayan bir Çanakkale görürsünüz..
O günkü sartlar ve günümüz sartlarinda tarihi gerçekler irdelendiginde, “ Yil dönüm kutlamalarina katilan çok uluslu soysuz cühelanin torunlarina sunulan çiçeklerin her zerresinde süheda kani oldugunun idrakinde olan var mi acaba?.. “ diye sormak geliyor içimizden… Hatta ve hatta Çanakkale’yi kana bulayan o azgin, ne idigü belirsiz güruhu sanki hafta sonu piknik yapmak için Çanakkale’ye gelmis gibi göstermeye çalisan zihniyetin de kime hizmet ettigini sorgulanmasi gerektigine inaniyoruz…
Bu mücadeleyi destanlastiran kan ve canlar açisindan, savasa gönüllü katilan akademisyenler olayini özellikle dikkatlere sunmayi milli suur açisindan gerekli görmekteyiz..
Malum meselenin öyküsünü Prof. Cengiz Kuday’ söyle anlatir:
“1915 yilinda Istanbul Erkek Lisesi, Galata’da Kemeralti Caddesi’nde bugünkü Saint Benoit okulunun bulundugu binadaydi. Çanakkale’ye vatan savunmasina katilan Erkek Liseli ögrencilerden yaralananlar Istanbul’a dönüyorlar ve yaralari okulda tedavi ediliyordu. Bu nedenle okulun tas duvarlari savas kurallarina göre saldiri hedefi disinda kalmasi için hastane rengi olan ‘sari’ya boyandi. Tedavi gören ögrenciler tekrar Çanakkale’ye gitti. Tipki Istanbul Üniversitesi talebesi agabeyleri gibi. 19 Mayis 1915 Çarsamba günü, Çanakkale Savaslari’nin tarihe en kanli ve en kayipli günü olarak geçen günüdür. O gün alti buçuk saat süren düsman hücumunun sonunda 2. Tümen’in çogu ögrenci olan 10 bin askerinin tamami sehit oldu. Dolayisiyla savasa gönüllü giden Istanbul Erkek Lisesi ögrencilerinin hiçbiri o kanli günün sonrasinda geri dönemedi. Okulun Karaköy binasinin toplanti salonuna bu haber ulastiginda, yasli idareciler ve ögrenciler karar verip ögrencilerinin-arkadaslarinin anisina bütün pencereleri matem isareti olarak ‘siyah’a boyadilar. Binanin o gün üzerinde tasidigi sari-siyah renkler daha sonra hem lise armasinin hem de 1926 yilinda Istanbul Erkek Lisesi bünyesinden çikan Istanbulspor kulübünün renkleri oldu.”
Sadece Istanbul Erkek Lisesi ya da Galatasaray Lisesi ögrencileri degil elbette Çanakkale’de kaybettigimiz akademsyenler.. Tibbiye 1921 yilinda bu nedenle mezun verememistir!..
Yine müze olarak kulanilan Fatih döneminden kalma kalenin 6 metre kalinliginda duvarlara sahip muhtesem bir yapi oldugu anlatilsa da „ Canakkale’yi geçilmez yapan Osmanli medeniyetinden birseylerin gelecek nesillere ulasmasini engellemek gayesiyle midir nedir bilinmez! “ yorumuna mahal verebilecek bir ilgisizlige terk edidigni bilmez mi bu ülkenin büyükleri..
Hatta ziyaretçileri gezdiren askerlerin”Mahzenler arastirilmadi. Bir ikisi disinda girisleri nerede belli degil, kazi yapilmasi lazim” dediklerini de mi duymaz bu devlet erkani!…
Yildönümü kutlamalarini milli suudan yoksun, ticari ve turistik bir anlayisla degerlendiren isbirlikçi beyinler, satisa sunduklari esyalarda TÜRK mefhmunu islememeye özellikle mi çaba sarfetmektedirler?..
Her defasinda oldugu gibi gavur, düsman cephede kaybetmenin acisini masa basinda mi çikartmaktadir?..
Diger manada o gün geçilemeyen Çanakele’nin bugün nasil geçildigi mi vurgulanmaya çalisiliyor?..
Hadi düsman bunu yapiyor diyelim.. Ya bizim dediklerimizin yaptigina ne diyelim? Gaflet degise ihanet degil midir bu?
Canakkale’deki askeri zaferin hikmetini kendinde arayan zihniyet, bati medeniyeti dedigi seyin karsisindaki ezilmisligin vebalini neden baskalarinin üzerine yikmaya çalisir hep!.. Yine bu zihniyetin icraatlerine baktiginizda sanirsiniz ki, sanki verilen mücadele okyanus ötesinden gelen isgalicilerle degildi de, yaklasik 700 yil kendi dogrularinca insanligin hizmetinde olmus bir medeniyetleydi!..
Niye gerçeklerle yüz yüze gelmekten kaçiyoruz?. Neden kahramanlarimiz hep ölüdürler?.. Ya da diger bir deyisle, neden bu ülkede ölmeden kahraman olunmaz? Bu milletin kaç asirdir yasayan kahramanlari yok, hiç hesap eden oldumu?..
Milli dinamiklerimizi, neden hep ölüm üzre sloganlara garg ederiz?.. Vatan için gerektiginde elbette ki seve seve can ve kan verecegiz.. Ama neden hep vatan için ölmeyi düsünür de, vatanin bekasi için yasamayi vurgulamayiz?.. Ölmek daha kolay oldugundan, kolayi mi tercih eder olmusuz acaba?.. Yoksa bunu bize dikte ettirenler mi var?
Vatan için, mukeddesat için ölümü küçümsedigimden degil, zoruma gidiyor ölmek için yasamak.. Yasayan ölüler haline gelmedik mi?.. Su ölüm sendromundan bir kurtulup, vatan ve mukeddesat için yasamayi göze alabilsek, bakin neler degisecek kendiliginden!..
Aslinda Çanakkelede ruhlari ölümsüzlestiren yasama inanci degil midir?.. Havada çarpisan mermiler arasinda canpazari kuranlarin, ugruna can vererek yasatmayi düsündükleri neydi acaba?.. Anzak askerlerinin masumiyetini sergilemek için yordugumuz kadar, bu konu hakkinda kafa yorduk mu hiç?..
Peki o sühedanin kahramanligina sahip cikip destan yazarken, ugruna kan dökülüp can verilen degerlere niye sahip çikmayiz?.. Bu mudur sehid’e, sühedaya saygi!.. Bize göre hayir!.. Bu olsa olsa riyakarlik, münafikliktir!..
Senaryasu kim tarafindan yazilip, kim tarafindan finanse edildigi dahi tam net belli olmayan bir iki belgesel (sözüm ona bu belgesel ne hikmetse oscar ödülüne aday addedilmsti) ve asrin modasi haline gelmis salon milliyetçiliginin refleksi olarak tiyatrolasmis bir iki salon gösterisi mi, Çanakkale’nin ifadesi ve de mukafati?..
Belki ifade tarzimiz agir olacak ama, bu Çanakkaleye hakeret ve zülmdür…
Ve biz inaniyoruz ki, anzak gavurunun attigi kursunlar bu kadar incitmemistir, orada can veren vatan evlatlarini…
Yine inandiklari hayat tarzlari üzre yasamayanlar, yasananlar üzre hayat tarzina inanmaya baslarlar… Bugünki geldigimiz nokta malesef bu noktadir…
Tarihi dogru okumali, dogru anlamali ve dogru anlatmaliyiz.. 16 devlet kurmus bir organizasyon kabiliyetine sahip olusumuz anlatilirken, bu devletlerin 15’nin fitne, fesat ve isbirlikçi hain zihniyetler tarafindan yikildigini da anlatmak lazimdir…
Gelinen bu noktada kimse beni Abdul Vahap Kocaman’in „ Biz bu vatani deynanen (deynek ile) vura vura kurtardik !..„ sözlerine inandiramaz!.. Hele de son sinir ötesi harekat esnasinda „sinirlarin yanlis çizildigi „ dillendirildikten sonra!..
Netice itibari ile „ Çanakkale’de Türkler var miydi mesela… Ya da orada hayatini kaybeden Türkleri de anmak gerekir mi? „ sorularina cevap bulmaya çalisirken, Canakkale gerçegini bir irdeleyelim insaallah…

Niye şaşırıyorsunuz ki, bu Soysuz ve ekürilerinde ne imani ne de insani ahlak var… Yakaladıkları her fırsatı değerlendirip zehirlerini kusarlar… Çünkü akrep meşreplidirler…
Tarih sayfalarına pek yanaşmamış olsa da ihanet ve fitne sohbetlerinde dilden dile dolaşan bir takım tarihi anekdotlar vardır. Atatürk’ün ve Cumhuriyet’in “din düşmanlığına” dair… Bu “gereksizin” doğduğu topraklarda…
Hatırlarsanız birkaç yıl önce Almanya’nın Düsseldorf kentinde bir Türk vatandaşı apar topar polis nezaretinde sınır dışı edildiğinde kıyametler kopmuştu… Çünkü herif “ERDOĞAN sempatizanı olduğum için bu muameleye maruz kaldım” demişti.. Başta TRT ve AA olmak üzere tüm “tasmalılar” tuz almış koşmuşlardı ama, hıyar yerine avuçlarını yalamışlardı.. Zira adam aile boyu uyuşturucu ve insan kaçakçısı bir çete üyesiydi..
Yani demem o ki bu Şevki Yılmaz da aynı bataklığı çamuru.. Bunların dedeleri Ardahan’dan Samsun’a kadar yaptıkları PONTUS İSYANLARINI “dindarlık” adı altında sunmuş, Atatürk ve Cumhuriyeti DİN DÜŞMANI olarak itham etmişlerdi.. Belli ki, torunları da aynı yolda yürüyor..
Osmanlı sevgileri de imani ve insani değil, meşrep genetiğidir… Bütün pislikler onların elinden olur, ancak onlar her defasında ter temizler…
Patrona Halil gibi uyuşturucu ve alkol müptelâsı hapis kaçkınları önderliğinde “ Şeriat isterük” diye Osmanlı’nın başını yemişler ama faturayı İttihatçılara kesmişlerdi.
Dünyanın dört bir yanında sürülen Yahudilere kucak açan, Sabatay Sevi keferesini MÜSLÜMAN şerbetine bulayıp topluma sunan Osmanlıdır.. Ancak bugün torunları bunun faturasını da Atatürk ve Cumhuriyete kesmektedir..
Biz şahsen “dedenin” iyi ve kötü tasarruflarını “torunlar” için lehinde veya aleyhinde referans kabul etmedik, etmeyiz de.. Ancak torun kendini dedenin mirasçısı ilan ederse yapacak bir şey yoktur… Hak edene hak ettiğini verecek, gerektiğinde Anadolu deyimiyle “kopça koparacaksın” HISIM…

Dememiz odur ki; Erdoğanist’lerin özellikle ekonomik ve siyasi hiçbir alanda bırakın rekabet şansını, fırsat eşitliğine bile tahammülleri yok…
Yaklaşık 18 yıldır hangi konuda ısrar etmişlerse mutlaka, ülkede aksi değişimler ve gelişmeler yaşanmıştır… Sade vatandaş için var olmayan demokratikleşme bir zümre ve zihniyetten, diğer bir zümre ve zihniyete ve yandaşlarına geçiş şeklinde tahsis edilmiştir…
Bir ülkenin Meclisi, bir zümrenin suçunu meşrulaştırmak ve/veya bir zümreyi suçlu konumuna sokmak maksatlı kanunlar yapıyorsa, o ülkede sivilizasyondan ve halk iradesinden bahsetmek safdillik olur…
Milletin sosyal hayatının düzenlenmesi ve iyileştirilmesi için yapılan ciddi bir kanun veya (KHK) kararname çalışması yoktur… Erdoğanist’lerin kin ve intikam için yaptıkları maddi ve manevi tahakküm faaliyetleri TBMM aracılığı ile millete adeta ediliyor ve oportünist bir anlayışla kanunlaştırılarak, meşrulaştırılıyor… Mevcudiyeti ile TBMM işlemesine vesile olanlar tüm bu “ihanet kumpasının” paydaşıdır… Vebalden korkanlar Sine-i Milleti ciddi ciddi düşünmelidir
Dünya’da ikinci bir devlet yoktur ki, yaklaşık 1,5 asırdır, vatandaşının hemen hemen yarısını düşman telakki etsin… Ve düşmanca davransın…
Doğrunun “kaynak ve belirleyicisi” “adalet ve ehliyet” yerine “tarafgirlik ve mensubiyet” olursa zulüm ve sömürü düzeni doğal olarak devamını sürdürür…
Benim “yanlışım, senin yanlışından doğrudur” hükmü doğru değildir. Doğru olmadığı gibi “Şer’i ve Örfi” bir dayanağı da yoktur… Bu vehimle sosyal hayatta idarecilerin reflekslerini besleyen kanal “menfaat” olmamalıdır!…
“Silahın ve Paranın” GÜÇ ve İKTİDAR sahibi olduğu bir düzende, AKePe’nin kendine matuf özelleştirme operasyonlarını demokratikleşme diye algılamak, amiyane tabirle “kasabının bıçağını yalayan öküzler” misali, gardiyanın jopunu, celladın ipini yalamak gibidir…

Siz iktidar olarak öncelikle emeklinin sizin tabirinizle kök maaşını yaşam standartına kavuşturmakla mükellef olduğunuzu idrak edeceksiniz… Mükellefiyetinizi nafile girişimlerle baypass etmek kelimenin tam anlamıyla “örfen” riyakarlık, şer’en “münafıklık” alametidir….
Devlet sizin babanızın ve/veya ailenizin-sülalenizin şirketi , vatandaş da sizin çalışanınız değildir…
Topladığınız vergileri siyasi iktidarınızın bekası için çarçur ederseniz, vatandaşınıza karşı olan mükellefiyetinizi akamete uğratarak, hem beytül mala ihanet etmiş, hemde sorumluluklarınızı yerine getirmemiş olursunuz..
İşin vahim ve iğrenç tarafı ise bütün bunları ISLAMIST kisvesi altında yapıyor olmanızdır…
İslamın itikati ve ameli kıstaslarından geçtik, yaptığınız işlerin insani manada bile hiç bir ölçüsü yok… Sizden öncekilere rahmet okutan bir tutum içerisindesiniz… Layik deyip düşman bellediklerinizin imani olmasa da hiç değilse insani ahlakı vardı… Sizin hiç bir değer ölçünüz yok…
22 yıllık iktidarınıza rağmen hala utanmadan zihniyet mağduriyeti yapıyorsunuz.. Yaklaşık 50 yıldır bu ülkede CHP iktidar olmamış… Sadece Ecevitin iki dönem huhümeti var onun da bir döneminde Erbakan Hocanız, diğerinde de Bahçeli kankanızla koalisyon…
Diğer bütün zaman dilimlerinde bir şekilde dahili olduğunuz MC hükümetleri dönemine yaptığınız REDDİYE de bile hakkaniyetli değilsiniz.. Utanmadan faturayı CHP’ye kesme edepsizliği yapıyorsunuz…
Utanmadan yalan konuşuyor, yalanlarınızı gasbettiğiniz devlet gücü ile de vatandaşa dayatıyorsunuz…
Bugün gelinen noktada “ eskiden” dediğiniz her şey sizin eksiniz… İyinin de kötünün de öznesi sizsiniz..
İçine düştüğü ekonomik çöküntüyü vergi marifeti ile vatandaşa fatura ederek ve turizm gelirlerine endeksli politikalar ile düzeltmek milli devlet geleneği değil, sömürgeci ve baskıcı zihniyet iktidarlarının diktatörlüğüdür…
22 yıllık iktidarınızda Türk Milletine istikbale dair misyon ve vizyon yükleyen ne kadar değer varsa içini boşalttınız… Türk Birliği-Turan, Devlet Ebet Müddet, Kızıl Elma,başı besmeleli kanunlar, beynelminel platformda bağımsızlık şiarı olan AYASOFYA davasıı ve şimdi de Çeçen ve Boşnak Mücadelesi gibi Filistin micadelesini sabote ediyorsunuz…
Yurt dişindaki vatandaşların asimile edildiğine dair cümleler kurarken siz Türk insanını kendi ülkesinde asimile ettiniz, kültür erozyonuna uğrattiniz..
Yetmedi 45 yılda Avrupa ülkelerinde asimilasyon politikalarına direnen vatandaşlarınızı asimile edip, Avrupa’da yabancı iken Türkiye’de de Almancı horlamasına gark ettiniz… Hem Türkiye’deki, hem de Avrupadaki yaşam standartlarını sabote ettiniz…
Yaşadığınız lüks ve saltanati bir hayat tarzı ile İTİBAR bulmaya çalışırken yüz yıllar boyunca ecdadın tesis ettiği Miüslüman Türk’ün İTİBARINI yerle bir ettiniz…
Eğer varsa İslamofobi’nin de Türk ve Türkiye düşmanlığının da müsebbibi sizsiniz….

Mücahit Örenin Çin malı DOLMAKALEMİ Cem Küçük, “DEM Seçmeni CHP adayına oy vermez” demiş…
Ulan “HANZO” bir önceki seçimde varsa yoksa HADEP idi ya tek kozunuz… Memleketin yarısını TERÖRİST ilan etmiştiniz..
İmamoğluna verilmeyen her oy AKePe hanesine yazılacağına göre DEM seçmeni kime Destek vermiş olacak!.. Hem de tırnak içerisinde “terörist” DEMİRTAŞ üzerinden!.
Hani medya soytarıları kaç gündür güya PKK “aynı Askeri Üsse” bir ayda 3 defa baskın yaparak, onlarca Mehmetciği nasıl şehit ettiğini tartışıyor ya, işte TSK’ya ve seçmene ÇİFTE KUMPAS dediğimiz tam da bu!
Roller değişti,
DEM Cumhur İttifakı ile kedinin fare ile oynaması gibi oynuyor…
Buarada minimum 4, maksimum 27 Km mesefade yerde 30 cm çapındaki bir çismi HER TÜRLÜ ŞARTTA görüntüleyebilen ve 7×24 gözetimde olduğu söylenen İHA ve SİHALAR’ın her iç baskında da SIRRA KADEM BASMASI ile alakalı tek cimle kuran kimse yok!
VE Cumhur İttifakı tüm projelerini DİLBERİN PAVYON DANSI üzerine kurgulayıp YAKTIM GEMİLERİ modunda seçim çalışması yapıyor..

Bir işletmede “mal ve insan kaynakları” diye bir kavramı çok sıkça duyarız.. Devlet Kurumunun “bir işletme” mantığı ile değerlendirmesi, bugün içine düşülen kaos ve belirginsizliğin sebebidir… Piyasa dediğimiz ticari harekete baktığımız da, “organik” şeklinde ifade edilen mal kaynağı alabildiğine azalıp küçülürken, “çakma, hormonlu” mal piyasayı işgal etmiş durumda..
Bu durum da sosyal hayatımızın her alanına “negatif” olarak yansımakta… Güneş ısısı ve ışığı yerine “sera ısısı ve ışınlaması” ile kandırılan tomates, hıyar tohumlarından yetişen fidanlardan elde edilen mamul şekli olarak muntazam görünmesine rağmen sadece yapay bir ihtiyaç gidermekten öte gidememiş, tomates ve hıyarın insan bedenine vermesi gereken vitamini verememesi bir yana, kısa ve uzun vadede azımsanmayacak zararları olmuş, olmaktadır…
Bu bağlamda “İnsan kaynağı” çok mu farklı… Hayır hiç de farklı değildir… İnsan ilişkilerini düzenleyenler istisnasız her alanda, sektörde “Serada yetiştirilen hıyarlar” gibi “labaratuar mamulüdür” ve sağcısı, solcusu, ortacısı, kıyıcısı birbirinden farksızdır… Dolayısı ile de yaptıkları hiç bir icraatın bu milletin “maddi ve manevi organik yapısına” pozitif bir manada katkısı yoktur…
İmalatcıları tarafından, labaratuarda proğramlandığı şekilde haraket ediyorlar.. Dolayısı ile insani ilişkilerinin zaman aşımı ile değişmesine uyum sağlayamadığı noktada da etkin oldukları müddetçe her şey dahada kötüye gitmektedir…
Kültürel farklılıkların varlığını savunan “labaratuar aydınları” fikir beyan ederken, geçmiş ve bugünkü real gerçeklerden hareketle istikbal hesabı yapmak kaabiliyet ve kapasitesinden mahrum bir halde belleklerine yüklenenleri tekrarlamaktan öte yaptıkları bir şey yok..
Ezber bozmak denilen kavram da bu nedenle hayat bulmuştur zaten.. Fikir talep edilmek üzere soru sorulan “akil adamları, genleri ile oynanmış çakma sera aydınları” soruya cevap vermek yerine, “tamam oraya geleceğim demesine rağmen, proğram boyunca her nedense o soruya gelemez, ezberinde ne varsa yada o mulakatta ne konuşmaya proğramlanmışsa onun haricinde bir şey konuşmaz konuşamaz… Modaratör fazla zorlayıp ezber bozma yoluna gidince de (ki bu çok nadiren olur) ses tonları değişir, ne seviye ne ahlak ve nezaket ölcüsü kalmadığı, çözüm aranan problem çözülmediği gibi problem başka boyutlara parçalanarak, Nasretin Hoca’nın doğuran tenceresine döner!..
İşte böyle bir “HORMONLU” tartışma ortamında “Reklam arası” olsun babında, “labarutuar siyasetçileri ve aydınlarının” haşuna gitmesede, biz de doğaçlama yaptık… Ve biliyoruz taşlar her zaman olduğu gibi, doldurması gereken “koğuğu” mutlaka dolduracak..
Şimdi reklam arası..
Yaşasın Demokratk Başkanlık Sistemi!..

Yaklaşık 10 gündür bütün kanallar TERÖR konuşuyor.. Kavedeki Mehmet Emmi bile TERÖR uzmanı oldu… TERÖR’e dair okadat çok cümle kurtulmasına rağmen, SEBEP’lere dair cümle kuran yok… Oysaki çözüm dam da bu noktada..
Eğer siz TERÖRÜ söylediğiniz gibi KALICI OLARAK BİTİRMRK istiyorsanız, bunu ancak SEBEPLERİ ortadan kaldırarak yapabilirsiniz…
Henüz SEBEPLER konusunda net bir tarif, izah, tespit adına ne derseniz deyin GERÇEKCİ cümle kuramıyorsanız, yapabileceğiniz en olası şey TERÖR ile yaşamayı öğrenmektir…
Diğer taraftan toplumu TERÖRİZE ederek TERÖR önleyemezsiniz. Olayları ideolojik ve siyasi aidiyetlerle analiz ederek, uluslar arası platformlarda benzerlerine karşı ÇİFTE STANDART sergileyerek de TERÖRÜ bitiremezsiniz…
Olayları yalan, yanlış, gizlenen rakamlarla, hamasi ve ideolojik kavramlarla da bitiremezsiniz…
Bu kadar ağır şartlarda ve azimle mücadele veriyorsanız ve bir türlü olmuyorsa, kendinize “neden” sorusunu sorup konsept ve metodlarınızı sorgulamalı, eksiklerini, yanlışlarını tasih ve tanzim etmelisiniz…
Siz kabul etseniz de etmeseniz de karşınızda ULUSLAR ARASI TÜZEL KİMLİK kazanmış bir ÖRGÜT var.. İçerde ve dışarda, İktidarda ve Muhalefette siyasi ve ekonomik bağlantıları, destekçileri var… Aynı hedefe yürüyen MARKSİST ve ŞERİATÇI unsurları var…
Aynı yerde 3,5 gün ara ile 3 BASKIN yeyip 20 üzerinde şehit, bir kaç misli de gazi verilmesini mazeretleri arasında öz eleştiri de olmalı…
Bu baskınların bitti, tükendi dediğiniz PKK/YPG tarafından yapılmış olması manidar, stratejik ortağınız ABD ve/veya İsrail’in yapm8ş olması SKANDAL’dır..
Yaptığınız GÜVENLİK TOPLANTILARINI, körler sağırlar biri birini ağırlar mantığıyla yaparak, ideoloji karşıtlarınızı yaftalayarak uzak tutarak bu problemin üstesinden gelemezsiniz…
Netice itibarı ile TERÖR’ün SEBEPLERİNDEN biris de sizin yanlış, haması kin ve intikam, en önemlisi de RANT politikalarınız olunca, umutlar olmak da mümkün değil maalesef!..