18 Mart 2025 Salı
Asya İle Avrupa’nın temas ettiği yer, Ege’den Marmara’ya ince bir nehir gibi salına salına akan dar bir suyoludur Çanakkale. Dünya üzerinde jeopolitik konumu büyük önem arz eden ender noktalardan biridir. Dünyanın kavşağıdır Çanakkale. Dünyaya ve dünya üzerindeki zenginliklere hakim olabilmek için bu bölge çok önemlidir.
Öyle yerler vardır ki o toprakların kaderi sanki hep savaş üzerinden yazılmış, çatışma hiç bitmemiş hep ölümlere gebe kalmıştır. Çanakkale gibi. Truva kahramanları antik çağda Helen için burada vuruştu, Büyük İskender yine hikayesine buradan anılar kattı. Bin dokuz yüz on beşte üç büyük imparatorluğun orduları yine burada kan ve ölüm hikayelerine sebep oldu.
Hep bu boğaz, hep savaş, hep acı…
Yüz yıllar süren imparatorluk ihtişamını ve gücünü kaybetmiş, sonbaharda yaprak döken bir çınar parça parça savrulur olmuş. Her ferdinin dilinden acı bir türkü yükselir olmuştu. O artık “Hasta Adam” dı. Bin yıl önce geldiği topraklarda artık yok olmanın eşiğine gelmiş yorgun ve yaşlı bir ihtiyar gibiydi.
Çok sıcak bir yazdı bin dokuz yüz on dört yazı. Britanya, Rusya ve Fransa, Rus çarlığı ve Alman imparatorluğuna karşı savaşa hazırlanmaktadır. Dünya kan kokuyor, büyük güçlerin hesaplarının pençesinde insanlık inim inim inliyordu. Bu ahval içinde Osmanlı’nın henüz hangi tarafta yer alacağı belli değildir. Belli olmadığı gibi dört bir yanda savaşmaktan takatsiz düşmüş bu büyük hesapların kendi üzerinden oynandığının ve kapıya dayanan dünya savaşının yaklaştığının farkındadır. O yaz entrikalar yazı, insanlık tarihinin en büyük oyunlarının döndüğü yazdır.
Alman İmparatoru Wilhelm bir ziyarete gelir. Amaç Osmanlı’yı yanına çekip başlayacak savaşta güç kazanmaktır. Orta Doğu’nun büyük bölümünü kontrol eden bölgedeki Müslümanları İngiliz ve Fransızlara karşı harekete geçirmenin anahtarı Osmanlı’nın elinde idi. Ayrıca Çanakkale’den açılan kapı bütün Orta Doğu petrolünün Almanya kontrolünde olmasını sağlayacaktı. Ve Wilhelm şöyle sesleniyordu.
“Yer yüzünün her yerine dağılan üç yüz milyon Müslüman Alman İmparatorunun her zaman dostları olduğunu ve dostları olarak kalacağından emin olmalıdırlar.” Diyordu.
Tarihe mal olmuş bu ve bunun gibi bir yığın yalanın gölgesinde insanlık dünya savaşının şartlarını hızla hazırlıyordu.
O genç hırslı ve Almanya’da eğitim almış Alman kültürüne hayranlık duyan devrin padişahının kızıyla evlenerek büyük güç kazanan Enver Paşa’ydı. Savaşa Almanya ile birlikte girmek bu Pantürkist komutan Osmanlı’yı ayakta tutabilmek için şart olduğunu düşünüyor ve Jön Türklerden aldığı güç ile Almanya ile gizli bir antlaşma yapıyordu. Artık şartlar Osmanlı’yı hızla Almanya ile birlikte hareket etmeye itiyordu.
Bir tarafta bunlar yaşanırken diğer tarafta Winsiton Churchill kaçınılmaz olan Almanya ile savaşın kapıya dayandığı biliyor ve planlar yapıyordu. Osmanlı için yapılan ve parası Anadolu insanın boğazından keserek yaptığı bağışlarla ödenen iki gemiye el koyar, el koyduğu gibi de ödenen parayı iade etmez. Bu iki gemi Türk insanı için onur meselesi idi. Ekmeklerinin yarını bölerek parasını ödedikleri bu gemilere ulaşamayan Türk insanı hem kızmış hem onuru kırılmıştı. Bu durumu fırsata çevirmek isteyen Almanya Akdeniz’de ki iki savaş gemisinin rotasını İstanbul’a çevirir. Dört ağustos Çarşamba günü Almanya Belçika’yı işgal eder ve için için kaynayan Avrupa’da savaş başlamış olur. Avrupa’da bunlar yaşanırken İstanbul’daki iki Alman gemisi ve fes giymiş alman askerleri Karadeniz’de ki Rus limanlarını bombalamaya başlar. Britanya alman askerlerinin sınır dışı edilmesi için on iki saat süre tanır. Osmanlı alman askerlerini sınır dışı etmediği gibi o iki gemiyi kendi donanmasının bir parçası sayıp ültimatona yanıt bile vermedi. Hal böyle olunca önce Rusya sonra İngiltere ve Fransa ülkemize savaş ilan etti.
Artık bizimde taraf olduğumuz insanlık tarihine birinci dünya savaşı diye geçen o korkunç savaş başlamış oldu. Yirmi yedi milyon insanın öldüğü ve sakat kaldığı ve dört yıl sürecek olan savaş tarihe geçen en büyük acıların yaşanmasına sebep olacaktır.
Tarihi bilgilerle sıkıcı bir hale dönmüş yazılar yazmaktan hep uzak durdum. Ben tarihçi değilim kaldı ki bu konuya dair işin ehli bir çok eser vermiş. Ben Çanakkale’nin bir varoluş türküsü olduğundan ve gönlümüzde ki yerinden söz etmek istiyorum. Ama yine de yazının alt yapısını hazırlamak için bunlara değinmeden geçemiyorum. Savaşı hazırlayan ve Anadolu’nun kapısına dayayan şartları az da olsa irdelemek istedim. Dünyanın hiçbir savaşının kazananı olmadığı bilen bir anlayışla savaşa dair bilgiler okumak canımı yaksa da.
Artık bir var oluş savaşı başlamıştır. Bu öyle bir savaştır ki kaybedilir ve Çanakkale geçilirse mahreme el uzanacaktır. Anadolu sesi yitecek , türküsü susacak bin yıllık varlık son bulacaktır. Batı bütün azameti ve sömürü ruhu ile topladığı güçlü ordusu ile kapımıza dayanmış boğazdan geçerek artık bağımsızlığımıza ve canımıza kast etmeye kararlıdır.
Toplanan ordu öyle bir ordu ki aralarında kömür madencileri, Dublinli futbolcular, derin vadilerden gelen Galliler ve Kembriçli şairlerden Hintlilere kadar askerler vardı. Niye geldiklerinden habersiz, insafsız bir yalanın tuzağına düşerek binlerce kilometre ötedeki Anadolu insanın kanını içmeye geldiklerinden habersizlerdi. Serde şairlik olunca bu durumu en iyi izah eden şiirlere dem vurmadan durumu anlatmak hoş olmaz zannımca.
Ne diyordu İstiklal Şairi Mehmet Akif;
Eski Dünyâ, Yeni Dünyâ, bütün akvâm-ı beşer,
Kaynıyor kum gibi, tûfan gibi, mahşer mahşer.
Yedi iklîmi cihânın duruyor karşına da,
Ostralya’yla berâber bakıyorsun: Kanada!
Çehreler başka, lisanlar, deriler rengârenk;
Sâde bir hâdise var ortada: Vahşetler denk.
Kimi Hindû, kimi yamyam, kimi bilmem ne belâ…
Hani, tâ’ûna da züldür bu rezîl istîlâ!
Öyle alakasız öyle garip bir ordu ki karşımızdaki neden geldiğini nereye geldiğini bile bilmeyen bir sürü can. Lakin mevzu onların kandırılış mevzusu değil bizim var oluş mevzumuzdur. Bu kandırılmış insanların zaferi Türk Milletinin sonu olacaktır, onlar bunun ehemmiyetinden habersiz sömürü canavarlarının pençesinde bir kurban olup dayanmışlar kapımıza. Soruyor ya sevdiğim devlet adamı Bülent Ecevit bir şiirinde;
Söyle Arkadaşım’ dedi Anadolulu Mehmet
Yanıbaşındaki Anzak erine
‘Nereden kopup gelmişsin,
Neden çökmüş bu mahsunluk üzerine? ‘
DUNYANIN ÖBÜR UCUNDAN’ dedi gencecik Anzak
‘Öyle yazmışlar mezar taşıma.
Doğduğum yerler öylesine uzak,
Örtündüğüm topraksa gurbet bana.’
‘Dert edinme arkadaşım’dedi Mehmet
‘Değil mi ki bizlerle birleşti kaderin,
Değil mi ki yurdumuzun koynundasın ilelebet,
Sende artık bizdensin,
Sende bencileyin bir Mehmet’
Toplanan ordunun komutan ve askerlerine dair o kadar çok hikaye okudum ki her biri bir ötekinden daha acı. Tamamen Almanya ile savaşa gittikleri zanneden binlerce insan ve acı hikayeleri. En çok Malone’nin eşinin bindiği gemiye bakışı beni en çok etkileyen ikinci kadın bakışıdır. (Birincisi Vera’nın Nazım’a ölüm döşeğindeki bakışı)İnsan bütün yaşananlar için derin bir hüzün yaşıyor. Dünya barışın kol gezdiği bir yer olabilecekken ölümün kol gezdiği ve yaşamların savaş tarihlerine mevzu oluşunu hazmetmekte zorlanıyorum. Lakin hal bu olunca bir millete var oluş mücadelesini en şerefli şekilde vermek yakışıyor.
Ekonomisi ve sanayisi güçlü bir düşmanın karşısında yorgun, tükenmiş sefalet çeken ve çektiği bütün acılara yiğitçe katlanan bir millette Çanakkale için hazırlanıyordu. Çünkü biliyorlardı ki Çanakkale geçilirse bir boğaz geçilmeyecek bir milletin mahremi çiğnenecekti. Bu millet bu tür durumla birçok kez karşılaşmıştı lakin bu çok daha zor çok daha ehemmiyet arz eden bir meseleydi.
Asker doğup asker ölen bir milletin elbette Başkomutan Mustafa Kemal Atatürk gibi bir çok komutanı olması kaçınılmazdı. Hangi paşadan hangi komutandan hangi erden bahsedeceğimin şaşkınlığı içerisinde yaşanılan olayın ve verilecek savaşın bu millet için önemi üzerinden devam etmeyi tercih ediyorum. Bu büyük destan için bir çok mühim kalem mühim eserler vermiştir. Bu eserlerden benliğinden habersiz gençlerimizin tanıştırılmasını umut ederek başlayan savaşın seyri ile devam edelim. Belki de dünyanın gördüğü görebileceği en büyük kuşatma yaşanıyor ve bu büyük kuşatmanın karşısında şartları en zor olan bir millet en büyük savaşı veriyordu.
Yüzlerce geminin boğaza yanaşıp konuşlandığı varlığımızı tehdit ettiği bir dönemde Anadolu insanı kapıda ki tehlikeyi görüyor yıllardır süregelen savaşlardan arta kalan erkeklerini cepheye hazırlıyordu. Çarıkların sağlam olanı, içliklerin en yünlüsü cepheye gönderilen gençlerin hizmetine veriliyor. Şehirlerde toplanan buğdaylar ve diğer ihtiyaçlar geride kalanların boğazından kesilerek Mehmetlerin kullanıma hazırlanıyordu.
Anadolu el ele vermiş, omuz omuza yaslanmış çiğnenmek istenen varlığına sahip çıkmak için topyekûn bir savaşa hazırlanıyordu. Çocuk yaştakiler, ihtiyarlar neredeyse bir milletin bütün erkekleri Çanakkale önünde set oluşturmak için cepheye koşuyorlardı. Tek bir dilek tek bir istek vardı. O toplanan orduya DUR! Demek …
Dur yolcu! Bilmeden gelip bastığın
Bu toprak, bir devrin battığı yerdir.
Eğil de kulak ver, bu sessiz yığın
Bir vatan kalbinin attığı yerdir.
Bu ıssız, gölgesiz yolun sonunda
Gördüğün bir tümsek, Anadolu’nda,
İstiklâl uğrunda, namus yolunda
Can veren Mehmed’in yattığı yerdir.
Bu tümsek, koparken büyük zelzele,
Son vatan parçası geçerken ele,
Mehmed’in düşmanı boğduğu sele
Mübarek kanını kattığı yerdir.
Düşün ki, haşr olan kan, kemik, etin
Yaptığı bu tümsek, amansız, çetin
Bir harbin sonunda bütün milletin
Hürriyet zevkini tattığı yerdir.
Böyle sesleniyordu bir milletin şairi Necmettin Halil Onan bu durumu izah etmeye çalışırken.
Şairleri haykırmayan bir millet sevenleri toprak olmuş öksüz çocuk gibidir. Bunu en iyi bilen millet, artık yeni bir destan yazmak için yeri almış ve savaş başlamıştır.
Başlayan savaş öyle amansız öyle çetindir ki bunu ifade edebilmek için insan üstü bir izaha tanrısal bir yapıya sahip olmak gerekir. Vuruşur Mehmet siper eder gövdesini ki dursun diye bu hayasızca akın. Can verirken gülümser ve şairler söze girer anlatır Mehmetlerin öyküsünü mısralar boyu uzanan bir ihtişamla…
Öteden sâikalar parçalıyor âfâkı;
Beriden zelzeleler kaldırıyor a’mâkı;
Bomba şimşekleri beyninden inip her siperin;
Sönüyor göğsünün üstünde o arslan neferin.
Yerin altında cehennem gibi binlerce lağam,
Atılan her lağamın yaktığı: Yüzlerce adam.
Ölüm indirmede gökler, ölü püskürmede yer;
O ne müdhiş tipidir: Savrulur enkaaz-ı beşer…
Kafa, göz, gövde, bacak, kol, çene, parmak, el, ayak,
Boşanır sırtlara, vâdîlere, sağnak sağnak.
Ne kahramanlıklar yaşanır, hiçbir terazinin tartamayacağı ne muhteşem yiğitlikler sergilenir. Kaçak kömür işi yapan Balıkesir’in Havran ilçesinin Manastır köyünden Seyit Ali Çabuk. O mermi kaç kilodur kimin umurunda. Rakamların değil yüreklerin konuştuğu bir destandan bahsediyoruz. Matematiğin iflas ettiği azın çok destanlaştığı, çoğun çaresiz kaldığı, gücün aşkın karşısında yenildiği koca bir destandan.
Anadolu’nun her bir köşesinden kopup gelmiş kürdü, lazı, çerkezi, alevisi ve sünnisi aynı türkünün notaları gibi haykırıp kardeşlik korusunun o muazzam türküsünü hep bir ağızdan söylüyor bize neden “Ben Anadolu’yum anlıyor musun? “ dedirten o muazzam onuru yaşatıyorlar.
Geldiğimiz noktada bu ruh üzerinden yürümenin vakti geldi ve geçiyor. Çanakkale ruhu diye bir ders oluşturulup müfredata dahil edilmeli bu toprakların gençleri bu tohumun çiçekleri ile kokmalı ve buradan beslenmedirler diye düşünüyorum. Bu siyasi ve ırksal bir bakış açısı değil kardeşçe omuz omuza yaşayabilmenin delili olarak ortaya konulmalı ve korunmalıdır.
Yeryüzünde kaç toplumun bir Çanakkale’si var sor kendi ne ey yolcu!…
Millet olarak çok acılar yaşadık yaşıyoruz. Bazı hesapları yanlış yapınca acısını yine kendimizin çektiğini çok net olarak görüyoruz. Can cana kardeşçe bir toplum oluşturup Çanakkale gibi imkansızlara imza atmamız çok zor değil. Daha önce yaptık yine yaparız. Moda deyimde ki gibi bu ülkenin evet beka sorunu var. Yalnız bu ülkenin beka sorunu basit siyasi söylemlere malzeme olan konularda değil bu ülkenin beka sorunu Çanakkale Ruhu’nu unutmak gibi bir beka sorunu var.
Çanakkale geçilseydi sen doğunun küçük bir köyünde ürettiğin tütünden çigara sarıp kürtçe bir türkü ile dağları inletemez, sen Anadolu’nun ortasındaki bir cem evinde semah dönemez, sen Sultan Ahmet’te bir seher vakti sabah namazına duramazdın kardeşim. Sen Ayder Yaylası’nda kemençe çalıp horon tepemezdin. Erzurum’da bar başı olan gardaşım Çanakkale geçilseydi sen o uçsuz bucaksız meralarda at koşturamaz, sesini içine gömer, bütün türkülerinden vazgeçmek zorunda kalırdın.
Çanakkale geçilseydi İstanbul yedi tepesinden yedi ayrı şiir gibi gülümseyemez, Toroslar boynu bükük kalır, Munzur kan akardı. Seyhan ve Ceyhan, Fırat ve Dicle yan yana akamaz, Ağrı Dağı ihtişamını yitirirdi. Çanakkale geçilseydi Çukurova pamuğunu küstürür, Karadeniz çayını yitirirdi.
Çanakkale geçilseydi sen Zeynep’e aşık olamaz bağlamanın teli kopardı. Sen Çanakkale’yi geçirmediğin için bu yazının başlığı “Çanakkale’dir Biz de Aşkın Adı “ oldu. Çanakkale geçilemediği için Musa öğretmen serin bir pazartesi sabahı bir okulun önündeki bayrağa bakarak öğrencileri ile istiklal Marşı’nı diken diken tüylerle okuyor.
Dileğimdir Çanakkale’si olan bir milletin ferdi olduğum için cennetten daha büyük bir ödüle sahip olduğum için cenneti red ediyorum…
Bize bu onuru yaştan siz sevgili şehitlerim;Dalgalansın diye can verdiğiniz bayrak, bu ülkenin çocuklarının elinde sonsuza kadar dalgalanacak. Atatürk gülüşlü yiğitlerle sonsuza kadar yaşayacaktır.
Sizi anlatacak bir kalem, size övgüler dizecek şiirlerimiz, türkülerimiz yetersiz kalsa da siz bu toprakların ebedi onuru olarak yaşayacaksınız.
RUHUNUZ ŞAD MEKANINIZ CENNET OLSUN…
Ey, bu topraklar için toprağa düşmüş asker!
Gökten ecdâd inerek öpse o pâk alnı değer.
Ne büyüksün ki kanın kurtarıyor Tevhîd’i…
Bedr’in arslanları ancak, bu kadar şanlı idi.
Sana dar gelmeyecek makberi kimler kazsın?
“Gömelim gel seni târîhe” desem, sığmazsın.
Yerli kelimesi, kendi içinde bir özgüven ve övünme manasını barındıran, söylerken sol yanımızda bir kabarma etkisi bırakan hoş bir kelimedir. Yerli; yurda özgü, o yurdun niteliklerini içinde barındıran anlamına gelir. Bizden olan, bize ait gibi bir iftihar içerir. Hepimizin çok sevdiği, çok kullandığı ama içi yine bizim tarafımızdan yerli yersiz boşaltılmış bir kelimedir. İçeriğini idrak edemediğimiz gibi, kullanırken de bilinçli veya bilinçsiz ihanet ettiğimiz bir kelime. Bizden habersiz sahnelenen bir tiyatronun, canımı en çok yakan, hiç sevmediğim bir oyuncusu gibi.
12-18 Aralık tarihleri arasında işlemeye çalıştığımız belirli gün ve haftaların, o klasik içi boşaltılmış işleniş biçimine kurban ettiğimiz, belki de yaşadığımız bütün sorunların ilk önce ele alınması gereken konusu.
12 Aralık 1929’da TBMM’de İsmet İnönü’nün yaptığı bir konuşmada ele alınan ulusal ekonomi, yerli üretim ve tutumlu olmayı içeren bir konuşmaydı bu. Yıllar sonra, 1946’da bunun belirli gün ve haftalar olarak kutlanması kararı verildi. 1983’te adı değiştirilerek “Tutum, Yatırım ve Türk Malları Haftası” olarak yeniden düzenlendi.
O günlerden bu yana okullarımızda veya başka kurumlarımızda kutlanıp anlatılmaya ve işlenmeye çalışıldı. İdrak etmekten öte, göstermelik kutlamalarla işlenegeldi. Birçok konuda, olayın özüne inip algılamak yerine, kâğıt üzerinde kalan amacından uzak işleyişlerimize devam ederek, içi boş kola içip Alpler’den gelen çikolataları yiyerek kutladık.
Bugün bu konuyu ele alış sebebim, bu kutlamaların şeklinden çok, konunun özüne inmek ve dikkat çekmektir. Cumhuriyetin kurulduğu ilk yıllarda Atatürk’ün başlattığı milli ekonomi, milli üretim, milli sanayi konularından ne kadar uzaklaşıp, hatta kendimizi nasıl kandırıp, bir ülkenin geleceğini yıllar içinde izlenen politikalarla nasıl ipotek altına teslim ettiğimizi göz önüne sermektir.
Yerli olduğunu sandığımız ama sermayesinin büyük bir kısmını yabancıların elinde tuttuğu birçok firma ile ülkemizin ekonomisi bir oyuncak gibi kullanılmaktadır. Bu sebeple, ülke siyasetimiz ve hatta dış politikamız dahi müdahaleye açık bir hale gelmiş; kapitalist ve sömürü ülkelerinin amelesi durumuna düşmüş; yerken, içerken, giyinirken bile onlara hizmet eder hale gelmişiz.
Eskiden Hayat Bilgisi ve Coğrafya derslerimizde çok sevdiğim bir cümle kullanırdık: “Türkiye kendi kendine yetebilen ender ülkelerden biridir.” Nedir kendi kendine yetebilmek? Dışarıdan bir şey ithal etmeden hayatını sürdürebilmek manasına gelir ki bu, muazzam bir olaydır.
Yıllar içinde usul usul, sinsice bu en büyük gücümüzü elimizden aldılar. Önce tarım, sonra sanayi derken her alanda kendi ürettiklerini bize satıp, sonra sattıklarına bağlı olarak yan ürünlerini iki katına Türk insanının emeğini sömürerek kapımıza dayayıp sattılar.
Yüzölçümü yedide birimiz kadar olan Bulgaristan’dan saman ithal ettik; Konya’ya küfür eder gibi. Hayvancılığa en müsait dünya toprağında yaşarken dışarıdan et ithal ettik. Dünyanın en zengin mutfağına sahipken, AVM’lerin süslü, şatafatlı binalarında hamburger kemirir olduk.
O kadar ormanımız varken, çocuklarımıza Çin’den kanser kokan kurşun kalemler getirip “Ne Mutlu Türküm Diyene” yazdırdık. Dünyanın her türlü otomotiv markasına kapımızı açıp, otomobilden daha pahalıya gelen yedek parçalarını alıp servisin yolunu tuttuk. Kars’ın, Erzurum’un o muhteşem lezzetli büyükbaş hayvanlarını yok sayıp, hastalıklı etlerle insanımızı besledik. En son öyle bir noktaya geldik ki İngiltere’nin çöplerini satın alıp geri dönüşümde kullanmak gibi muazzam bir başarıya imza attık.
Bu zincir öylesine uzayıp gidiyor ki akıl almaz noktalara ulaşıyor. Bu konuları araştırırken beni en çok üzen, tohum meselesi olmuştur. Tarıma öylesine büyük zararlar veriliyor ki resmen tohumla bizi işgal etmiş durumdalar.
Bir dönemin tahıl ambarı olan Türkiye, İsrail’in stratejik silah olarak kullandığı tohumun işgali altında. Belki bu tohum konusunun ayrı bir çalışma ile ele alınması gerekir; öylesine geniş boyutlu bir araştırma gerektiriyor.
Çocukluğu tarım işçiliği ile geçmiş biri olarak, hatırladığım tohum çıkarma teknikleri vardı babamın. Bölgemizin ünlü kavununda bunu özellikle hatırlıyorum. İçerisinde koyu renkli tek bir çekirdeği çıkan kavunun tohumunu, bir yıl sonra ekmek üzere alır, kurutur, saklardık.Kendi tohumumuzdan bir sonraki yıl kavun üretir, hatta tohumu olmayan diğer çiftçilere bu tohumdan verirdik. Ancak 31 Ekim 2006’da çıkarılan garabet bir kanunla yerli tohum üretimine yasak getirildi. Yerli tohumla üretim yapan çiftçiye destekleme verilmemesi kararı alındı. İsrail’in böcekleri çeken, sonra o böceklerle mücadele için ilaçlarını satan, o ilaçlarla toprağımızı öldürüp sağlığımızı bozan sistemine mahkûm edildik. Bozulan sağlığımıza yine onlardan ilaç alıp tedavi görmek için hastanelere koştuk.
Bu konuda, dünyanın en büyük ilaç devlerinin komplike bir sistemle, tohumdan başlayarak sağlık, gübre ve zirai ilaç gibi birçok unsurla bizimle dalga geçtiklerini gördüm.
Tohum meselesine dair ayrıntılı bilgim olmadığı için Ziraat Fakültesi’nde Profesör Doktor olarak görev yapan Necmi İşler hocamla görüştüm. Duyduklarım beni şaşkına çevirdi. 2017 yılı resmi rakamlarına göre, iki yüz yirmi milyon dolarlık hibrit tohum ithal etmişiz. Bu tohumlardan elde ettiğimiz tarımsal gelirin ise yalnızca yüz kırk altı milyon dolarda kaldığını öğrendim. Ayrıca, yerli bildiğimiz birçok tohum firmasının yabancı sermaye ortaklığına sahip olduğunu ve stratejilerin onların kontrolünde olduğunu öğrendim.
Bu konuda konuşulacak o kadar çok şey var ki bu köşe yazısının bir zerre gibi kalacağını düşünüyorum. Şeker üretimini bitirmiş, tütünün canına okumuş, fındığın cenaze namazını kılmış bir tarım uygulamasının neden uygulandığını sorgulamadan geçemiyorum.
Bu ülkeye âşık bir fert olarak, siyaseti, inançları ve kör dövüşünü bir kenara bırakarak, içinde bulunduğumuz derin uykudan uyanmayı umut ediyorum.
En başa dönerek Atatürk’ün başlattığı milli kalkınma hamlesine dönmeli, her alandaki işleyişi gözden geçirip kendi öz değerlerimize sahip çıkarak yeni, yerli (milli) politikalar üretmeliyiz. Yerli kavramını içi boşaltılmış, alakasız yalanlarla süsleyerek iç politika argümanı olarak kullanmaktan vazgeçmeliyiz.
Söz konusu, kendi ülkemizin geleceği. Geleceğini ipotek altına aldığımız gençler bizim gençlerimiz; bu ülke de bizim ülkemiz. Dış siyasette kafa tuttuğumuz, “şer odakları” diye nitelendirdiğimiz ve slogan atarak lanetlediğimiz güçlerle ancak bu şekilde baş edebiliriz. Kolayı yere dökerek, artık noter huzurunda satılan kendi paramızla aldığımız iPhone’larımızı kırarak milli bir duruş sergilemek, bana çok gülünç geliyor.
Yeniden kendi kendine yetebilen, iç dinamiklerini konuya özne yaparak yerel unsurlarını tarımda, sanayide, sağlıkta ve tekstilde harekete geçirerek tam bağımsız bir içe dönüş gerçekleştirmeliyiz. Eğer siyasi bir ittifaka ihtiyacımız varsa, bu ittifak yereli şaha kaldırmak adına olmalıdır.
Artık yerel bir uyanışa sahip olduğumuz dinamiklerin kıymetini bilmeye ve onları sonsuza kadar yaşatabilecek bir anlayışa ihtiyacımız var.
Dünyanın en güzel ülkesi Türkiye. Kimseye ihtiyacı olmadan ayakta durabilen yiğit bir sevgili o. Günübirlik aciz siyasi hamlelerle o sevgilinin elini ayağını bağlamaktan vazgeçip, onun önünde sonsuz ufuklar açmalıyız.
Bizim kimsenin hamburgerine, hastalıklı tohumuna, sapına samanına, bilmem ne kadara satılan tütününe ihtiyacımız yok. Bizim, biz olmaya, bilinçli olmaya ve birbirimizi kısır siyasi söylemlerle kandırmadan bir dirilişe ihtiyacımız var.
Bizim, “Yerli Malı Yurdun Malı” masalını şahlanış hikâyesine dönüştürmeye ihtiyacımız var.
BİZİM BİR AN ÖNCE TÜRKİYE OLMAYA İHTİYACIMIZ VAR…
Musa Göçer
Yaşam o bildik hızıyla akıyor ve yoruyordu. Güzel işler yapıyor, lakin yine de kendimi bir boşluğun sonsuz düşüşünde buluyordum. Girift bilmecelerin girdabında savruluyor, edebiyat dünyasının bazen saçma sapan gelen bazen de gönlümü ısıtan nadide demlerini yaşıyordum. Eylül bitmişti şairin dediği gibi…Bu gidişle Ekimde biter Kasım dayanırdı kapıya. Güzel bir aydı Kasım. Bittiği sanılan bir şarkının sonsuza kadar sürecek ezgisinin kulaklara miras bırakılışına şahitlik etmiş bir hikâyenin adıydı Kasım. Birçok güzel ismin portresini yazmış, gönüllere taşımıştım, lakin yaklaşan Kasım bir göreve çağırıyor gibi daha gelmeden yüreğime selamlar gönderiyor, “PAŞA’nı yazmayacak mısın?”diyordu. Evet o benim PAŞAM’dı. Benim harcım değil onu yazmak, kalemimin gücü yetmez buna demek,acziyet ve bir kaçış olurdu. Onu yazmak en çok benim hakkımdı dedim. Çünkü ben onu en çok sevenlerdendim. Uykusuz geceler geçiriyor, yaşadığım her şey bu odaklanmanın gölgesinde kalıyordu. Gönlüm zihnimi tezgâh eylemiş ilmek ilmek onu işliyordu. Bu bir biyografi yazısı olmasın, bu bir Anadolu türküsü,‘Anadolu Türkü’nün türküsü olsun istiyordum. Zira o tür yazıya her yerde ulaşmak ve okumak mümkündü. Bu yazı hep beraber söyleyeceğimiz söylerken içimizi titretecek ve bizi birbirimize daha çok bağlayacak bir türkü olsun istedim.
Kalemimi mavi gözlerinde ki hokkaya bandırıp sarı saçlarını divit Anadolu’mu kâğıt eyleyip çıktım yola. Sen yolumu kolay eyle ey rabbim.
Sene bin sekiz yüz seksen bir. Baba Ali, Ali Rıza. Bu topraklarda sevgilidir Ali, rıza almaksa öğretidir. En sevilenlerin rızasını almayanların adamdan sayılmadığı bir töre yaşar bu topraklarda. Ana ise öz, asıl, cevher manasına gelen o bildik asil duruşlu mütevazı analardan Zübeyde Ana. Haziranda başını eğmiş Anadolu’nun uzayıp giden ovalarındaki buğday tarlalarının sarısını saçlarında, üç tarafı denizlerle çevrili adı aşk olan toprakların denizlerinin mavisini gözlerinde taşıyan bir çocuk getirirler dünyaya. O acı dolu bir evde dünyaya merhaba dedi. Kendinden önce üç kardeşi ölmüş, doğduğu evi bir matem yerine çevirmişti. Bu yüzden hem anne hem baba için o çok özel, çok kıymetli bir varlıktı. İşte bu duygular içindeki bir ailede başladı bütün bir Türk milletinin gönlüne uzanan yolculuğu. Bize de hoş geldin paşam demek kaldı. Hoş gelir sefa gelir zulme ve çaresizliğe karşı göğsünü gerip zeybek oynayan yiğit. Hoş gelir sefa gelir kendi kaderini milletinin kaderiyle birleştirip destanlar yazacak olan yiğit.
O muhteşem olarak isimlendirilen çok milletli, çok dilli ve çok güçlü bir yapı olan Osmanlı’nın bir ferdi olarak dünyaya geldi. O muhteşem şarkı bitmiş, gücü tükenmiş, takati kalmamış hüzünlü bir şarkı gibiydi artık. Anadolu savaş yorgunu aç sefil ve darmadağındı o dünyaya geldiğinde. Hızla kan kaybediliyor dört bir tarafta başarısız sonuçlar alınıyor, zafere ve başarıya alışmış bir millet mağlubiyetler zinciri içinde perişan yaşıyordu.
İşte bu resim içerisinde dünyaya gelmiş ve bir çocukluk geçirmiş Mustafa, herkesin bildiği o klasik eğitim öğretim kademesinin basamaklarından geçiyor ve Türk tarihinin en büyük komutanı olma yolunda hızla ilerliyordu.
Farklıydı, aykırıydı. Herkesin mutlu olduğuyla mutlu olmuyor, başka düşünüyor, başka seviyor, başka bakıyordu hayata. Dini temayüllerin ağır bastığı bir ailede, molla olarak görülen bir ananın dizinin dibinde büyümüş olmasına rağmen Manastır Askeri Lisesi’nde Fransız filozoflarının yasaklanmış eserleri ve şiirle tanıştı. Sabaha kadar gizlice Voltaire, Russo, Montesquieu ve Namık Kemal okudu. Belki de böylece onun için hiç bitmeyecek özgürlük şiirinin şairi olma yolculuğu başlıyordu. Ve ölümünün üzerinden yıllar geçse de topraklarının ozanları onun Samsun’dan bir daha gelmesini hayal edecek ve türkülerine taşıyacaktı.
Sana hasret sana vurgun gönlümüz
Neredesin mavi gözlüm
Nerde nerede neredesin dost
Bu gemi bu Karadeniz
Sarı saçlım mavi gözlüm
Nerde nerede neredesin dost
Ararım izini Dolmabahçe’den
Bir daha dönmez mi bu yola giden
İçimde sen, gözümde sen
Sarı saçlım mavi gözlüm
Nerde nerede neredesin dost
Babasının ölümünün ardından zor günler yaşayan Mustafa her zaman üniforma giymek istemiş, bu aşk ile yanıp tutuşmuştu. Bir üniforma da bir adama ancak bu kadar yakışırdı. Üniformanın içinde çok yakışıklı duruyor, bu ona özgüven olarak geri dönüyordu. O artık bu milletin ordusunun bir komutanıydı. O yaşlarda etnik kimlik çeşitliliklerine, batı ve Musevi kimliklerine yakından tanıklık etti. Genç Mustafa Kemal artık imparatorluğun içinde bulunduğu durum için gerçekçi çözümler düşünmeye başladı. Artık o yaşananları hazmedemeyen ve ulusu için endişelenen, gittikçe karanlıklaşan insanının geleceği üzerinde kafa yoran genç bir devlet adamıydı. Endişeliydi, endişesini büyük güçlerin desteklediği ajanlar, azınlıkları imparatorluğa karşı kışkırtıyor her geçen gün biraz daha büyüyen sorunlar teşkil ediyorlardı. Bin sekiz yüz doksan sekizde Girit adası ile ilgili bir sorun Yunanlılar ile aramızda bir savaşa yol açtı. Askerlerin cepheye gidişini izleyen ve bundan çok etkilenen Mustafa Kemal artık büyük düşlerin sahibi, idraki oturmuş Türk Milleti’nin geleceğine talip bir komutan olmuştu belki de farkında bile olmadan.
İki yıl sonra eğitimini tamamlayan Mustafa, Osmanlı’nın efsane kenti, Yahya Kemal’in Aziz İstanbul’u için hazır ve nazırdı. O artık İstanbul Harbiye Okulu öğrencisi idi. İmparatorluğun kalbi sayılan o kutlu şehir yüreğinin tam ortasından ikiye bölünmüştü. Bir yanı sefalet içinde yaşayan arka semtlerin sakinleri Türkler, bir yanda ticaretle uğraşan azınlıkların oluşturduğu Pera gibi yerler vardı. İmparatorluğun iç işleri ve ekonomisi tamamen yabancıların kontrolünde ve sarsılmaz hâkimiyetinin gölgesi altında can çekişiyordu. Türkler kendi ülkelerinde, kendi topraklarında adı konulmamış bir esaret yaşıyordu. Hani şair diyor ya:
Öz yurdunda garipsin öz vatanında parya…
Kardeşin kardeşi sattığı, dost denilenin dostun darağacında ipini çektiği bir dönemden geçiliyordu. Harp okulunda da durum bundan çok farklı değildi. Okulun şartları sağlıksız, padişahın casusları ile dolu bir ortamdı. Bin sekiz yüz doksan dokuzda bu okulun piyade sınıfında eğitime başlayan Mustafa Kemal ilk başlarda yalnızdı. Belki de ömrünün sonuna kadar yalnız, anlaşılmayan bir adamın zaferlerle dolu yaşamına biz yabancıydık. Algılamakta ve anlamakta zorluk çeken belki de hep bizdik. Bu süreçte Ali Fuat Cebesoy dostluğu ona bir nebze nefes olmuş, o artık adından bahsedilen ve sağda solda ülkenin geleceğine dair fikirler beyan eden, bilenen, hayaller kuran ve bir milletin geleceğine talip olan bir şahsiyetti. O dönemde Ali Fuat ile içinde bulunulan ümitsiz durumu anlatan bir gazete çıkaran Mustafa, geleceğe dair fikirleriyle etrafındaki insanları etkileyen ve giderek siyasallaşan bir konuma geliyordu. Hırslanıyor, bileniyor ve yeni bir hükümet kurmanın ve arkadaşlarına görev dağıtmanın ve kendini lider olarak görmenin hayallerini kuruyordu.
Bin dokuz yüz beşte Harp akademisinden yüzbaşı olarak mezun olan Mustafa Kemal yasa dışı yazılar yayınlamak suçundan kısa bir süre hapis yatıp sonra Şam’a sürgün bir komutan olarak gönderilir. Görkemli bir meslek hayatının başlangıç noktasındaydı artık. Ve henüz yirmi dört yaşındaydı.
O genç yaşta İstanbul kapılarına dayanan tarihi bir geleneğin son kahramanı, son başkomutanıydı. Hayalleri vardı. Uykuları firari, yedi içtiği zehirdi. Çünkü milleti fakr-u zaruret içinde harap ve bitap düşmüştü.
Şam’daki üç yıllık sürgün boyunca çok okuyup çok düşünüyordu. Şam’da yalnızdı ve çevresindeki koşullar nedeniyle depresyon ve uykusuzluğa sürüklendi. Bu sırada ordunun, milletin ve devletin halini irdeleyip üzerinde çözüme yönelik fikirler geliştiriyordu. O kadar çok okumuştuki, fikir düzeyi artık:
-Şu ana kadar okuduğum onca filozoflar arasında insanlığın iyiliği için gerçekçi çözümler sunan birine rastlamadım. Diyordu.
Diğer subayları ve halkı top yekûn bir mücadeleye hazırlamak için Vatan ve Hürriyet adında gizli bir örgüt kurdu ve parolası:
Özgürlüğün olmadığı yerde ölüm ve yıkım vardır. Her türlü ilerleyişin ve kurtuluşun çözümü özgürlüktür.
Bu olaylar yaşanırken İttihat ve Terakki ondan önce davranıp bir hareket başlatıyor ve Mustafa Kemal Jön Türkler olarak adlandırılan bu hareketin etkisiz bir elamanı olmaktan öteye gidemiyordu.O dönemde küçülmeyi ve balkanlardan geri çekilerek Anadolu topraklarına sahip çıkmayı öneren Mustafa Kemal’in bu tezi taraftar bulamıyor ama yıllar sonra Misakı Milli olarak karşımıza çıkacak,oradan da Türkiye Cumhuriyeti’ne uzanan bir hale dönüşecekti. Bir yıl sonra padişah ve taraftarlarının Jön Türklere karşı başladığı hareketin kurmay başkanlığına atanan Mustafa Kemal başında olduğu orduyu da Hareket Ordusu olarak adlandırdı. Bu dönemde Genelkurmay’a yazdığı mektuplarda “ulus” ve “ulusal istenç” terimlerini kullanıyordu. O güne kadar kullanılmayan bu terimler geleceğin bir habercisi gibi Anadolu semalarında süzülen bir turna gibiydi.
Trablusgarp ve Balkan yenilgileri bu milletin yaşamına demir bir yumruk gibi indi. Bu dönemde yaşanan Enver, Cemal ve Talat Paşa hikâyelerine hiç girmeyeceğim. Karanlık, karanlık olduğu kadar da bilinmeyenlerle dolu bu süreç bir muamma olarak kalsın. Lakin şunu söylemek isterim ki her Mustafa’nın bir Enver’i hep olmuştur, hep olacaktır.
Dünyada büyük bir savaş vardı ve Türk Milleti bu savaşın tam ortasında kalmış bir yangın yerinde yaşıyordu. Doğuda sıkışan Ruslar, İngiliz ve Fransızlardan ellerini rahatlatmalarını isteyince, Churcill1915’te İstanbul işgali için Boğaz Harbi olarak bilinen o savaşı başlatır ve Mustafa Kemal 19. Tümenin başına Yarbay olarak Gelibolu’da görevlendirilir. O sıralar gözden kaçan bu olay bir savaşın kaderini değiştirecekti ve bu Boğaz Harbi tarihe mal olmuş bir kahramanın dünya sahnesine çıkışının başlangıcı olacaktı.
Boğazlar dünya hakimiyeti için vazgeçilmez bir konumdaydı ve mutlaka geçilmesi gerekiyordu. Tarihi bir hesaplaşmanın da içten içe ateşi yanıyor ve Çanakkale Boğazı’na düşman gemileri dayanıyordu. Eşine benzerine rastlanmayan bu soysuz kuşatmayı milli şair Mehmet Akif:
Şu Boğaz Harbi nedir? Var mı ki dünyâda eşi?
En kesîf orduların yükleniyor dördü beşi,
-Tepeden yol bularak geçmek için Marmara’ya-
Kaç donanmayla sarılmış ufacık bir karaya.
Ne hayâsızcatehaşşüd ki ufuklar kapalı!
Nerde -gösterdiği vahşetle- “bu: bir Avrupalı! “
Dedirir -yırtıcı, his yoksulu, sırtlan kümesi,
Varsa gelmiş, açılıp mahbesi, yâhud kafesi!…
Böyle anlatacaktı.
Büyük bir savaş yaşanıyor ve bu büyük savaş her hareketi ile ordusunun ön saflarında çarpışan Mustafa Kemal’i büyük bir kahramanlığa taşıyordu. O şartların zorluğu ile değil, hayalleriyle ilgileniyor ve artık tarihin ona düşlediği her şeyi vereceğinden emin bir eda ile askerlerine:
-Ben size taarruzu değil ölmeyi emrediyorum. Diye sesleniyordu. Artık bir dönüm noktasında olan millet varoluş savaşını kazanıyor görkemli İngiliz ordusu büyük bir yenilgi yaşıyor Türk Milleti’nin kırılmış olan umudunu yeniliyor ve yine Türk Milleti’nin ufkuna yeni bir güneş doğuyordu. Çanakkale onun tüm dünyada adını duyuran ve oradan tüm kuzey cephesinin başına geçmesini sağlayan büyük bir komutan olarak zaferle bitirdiği bir savaş olmuştur.
Bu zafer kaçınılmaz olanı engellemeye yetmedi ve yaşanan olaylar sonucu büyük bir işgal başladı. Milletin kaderi Mondros’ta kaderine terk edilmiş ve aziz İstanbul teslim edilmiş, İngiliz gemileri boğaza demirlemişti. Tam işgal günü İstanbul’a gelen büyük komutan bu gelişin bir gidişi olduğuna büyük bir inanç taşıyor ve bu inanç onu Anadolu’ya götürecek ve o destansı hareketi başlatmasına sebep olacaktı. Artık Türk Milletinin Kurtuluş Savaşı mavi gözlü devin önderliğinde başlamıştı. Samsun’da doğan bağımsızlık güneşi Amasya’dan bütün bir Anadolu’ya ayağa kalk emrini veriyordu.
Artık olmak ya da olmamak üzerine büyük bir savaş başlamıştı ve bu savaş Türkiye Cumhuriyeti’ne uzanan bir destana dönüşecekti. Bu destan dünyanın en güzel destanı ve en büyük komutanını gönlümüze taşıyacak yeni, pırıl pırıl bir ülke armağan edecekti.
Tarihi olaylara girmeden paşamı anlatayım istemiştim ama onu Çanakkale ve Kurtuluş Savaşı olmadan anlatmak bir şarkının notalarını çalmak olacaktı. Bu sebeple asıl mevzu Atatürk’ü anlamak konusunu, paşamın türküsünün sonuna bıraktım. O birilerine göre din düşmanı, birilerine göre putlaştırılmış “Beton Kemal” , Stalin’e göre faşist, Hitler ve Mussolini’ ye göre komünist, bazılarına göre ise diktatör oldu. Ama burada gözden kaçan tek şey,O Türk Milleti’nin ATATÜRK dediği bir sevdanın adıydı. Bazı konularda belki hata yapmış olabilirdi. En nihayetinde o da bir insandı. Şartların bu kadar olumsuz olduğu bir dönemde kendi istikbalini değil de bütün bir milletin istikbalini düşünmüş bir adamı acımasızca eleştirmek yerine oturup anlamak ve incelemek yoluna gitmek gerekir diye düşünüyorum.
Atatürk ne kutsallaştırılıp tapılacak bir motiftir ne de aşağılayıcı bir eda ile küstahça ele alınacak bir motiftir. O BU MİLLETİN ÖZGÜRLÜK ŞARKISININ SOL ANAHTARIDIR.
Bu on kasım yeni bir milat olsun isterim. Bunca ihanet yaşamış bir milletin onu yeniden incelemeye ve devrimlerini, yapmaya çalıştıklarını tekrar anlamaya çalışması gerektiğini düşünüyorum. Onun varlığı ile savaşmak ya da onu kutsamak yerine onun gözünden dünyaya bakmaya ihtiyacımız olduğunu düşünüyorum. Herkesin yaşam biçimi, felsefesi ve tercihleri kendini ilgilendirir. Ne İslam inancımız ne de asırlık devlet geleneğimize O gölge düşürmemiş, aksine değişen dünya şartları içinde çok daha güçlü bir şekilde varlığımızı devam ettirmemiz için mücadele etmiş, hayatını adamış bir adamdır.
O bütün bir dünyanın kahramanlığını kabul ettiği bir adamdır. O Roosevelt’in “Benim üzüntüm, bu adamla tanışmak hususundaki şiddetli arzumun gerçekleşmesine artık imkân kalmamış olmasıdır.”dediği, O Vladimir İlyiç Lenin’in, emperyalistlerin gururunu kıracağına inandığı bir devrimcidir. O büyük bir özgüvenin ve cesaretin örneği, İngiliz General Sir Charles Townshend’in “Ben şimdiye kadar on beş hükümdar ve cumhurbaşkanı ile özel ve resmi konuşmalar yaptım. Bu geceki kadar ezildiğimi hatırlamıyorum. Mustafa Kemal’de büyük bir ruh kudretinin esrarı var.”dediği adamdır. O bir tek bizim, hakkıyla tanıyıp anlamakta yetersiz kaldığımız, kendini bizim varlığımıza adamış bir aşkın adıdır.
O Aşık Veysel’in ağıt yaktığı, O Neyzen’in paşası. O Nazım’ın Kuvayi Milliye Destanı’nın kahramanıdır. O bir millete genlerinde esaretin olmadığını anlatıp özgürlük iksirini yeniden içiren muhabbet ceminin sakisidir.
Bugün on kasım. Bugün bir yas günü değil anlamak, algılamak,ve birlikte söylemekten onur duyduğumuz bir şarkının doğum günüdür. Gelecek nesillerimize bu şarkıyı yeniden söylemeyi öğretmenin vakti tam bugündür. Onu zeybek oynarken izlettirip asaleti, at üstünde duruşu ile cesareti, Kocatepe’den Afyon Ovası’na bakarkenki duruşu ile pes etmemeyi, devrimleri ile yenilikçiliği öğretelim. Geldikleri gibi giderler diyen adamın emperyalist sömürücülere karşı verdiği savaşı ve dik duruşu çocuklarımıza yudum yudum içirip onları ufku geniş, vatanına aşık, milletine sarsılmaz bir bağla bağlanmış Mustafa Kemal’ler olarak yetiştirelim. Haydi, bugünü onu anlama, onu yeniden tanıma bayramı sayıp bir bayram sabahı kucaklaşması ile onunla yeniden kucaklaşalım.
SARI SAÇLARINDA HİLALİM, MAVİ GÖZLERİNDE YILDIZIM KALDI PAŞAM.
HAYDİ BİR DAHA ÇIK GEL SAMSUN’DAN PAŞAM
MUSA GÖÇER…
“Ve sen kabuğuna düşman
Aslını inkâr
İflah olmaz yarasın”
Bir kısrak başı gibi uzanıp Orta Asya’dan Anadolu’ya merhaba diyeli çok oldu. Merhaba dedin diyeli görmedin güzel bir gün. Devlet senindi, senin adınla anılıyordu ama sen hep ikinci sınıf bir halktın yaşamın boyunca. Bir devşirme etmedi at üstünde yıllarca sınırdan sınıra koşturman. Tımarlı sipahilik ve savaşlarda tükenmişlik hep kaderindi. Devletin asil sahibi olan sen, Türk, senden olmayanların yaşamının yanından bile geçemeyecek, hep çileli bir yaşam sürdün. Bunu hiç fark edemedin. Yüzyıllar boyu çile boynuna farz, gayri senden olanlara sefa farzdı.
Irkçılık değil bu söylediklerim. Sen yetiştirdiğin buğdayı bölerken “devlet ebed müddet” diye, Ermeni altın işi ile yalılarda, Rum ticaret ile konaklarda saltanat sürüyordu. Doğan çocuğun potansiyel asker, sonu şehitlik; karın dul, çocuğun hep babasızdı. Sen pek fark edemedin. Vatan kutsal, ölmek şart, biat Talas Savaşı sonrası boynunda künye oldu. İnanç dediğin şeyi Araplaşmak sanıp benliğine sırt döndün, o gün bugündür çile de sen de, ölüm de sen de, eziyet de sen de. Hiç demedin ki “ben bu ülkenin sahibiyim, güzel yaşamayı en çok ben hak ediyorum.”
İki bin küsur yıldır sarhoş bir eda ile dolanıyorsun bu topraklarda. Araplaşmadan önce Handın, Hakandın, ve dahi Gökhan’dın, dönüp tebaa oldun, çileye selam durdun. Slav ırkından sarı saçlı, yeşil gözlü bir kadının evladı kadar ederi olmadı çekik gözlü evladının. Onlar saraylarda saltanat sürerken, sen ve evlatların ayrı ayrı serhat boylarında at koşturup keçe ile sarılıp toprakta uyudun. Sevdiğine sarılmak yerine okuna ve yayına sarılarak uyudun. Kılıcın kadının oldu, kadının yalnız kaldı.
Devlete olan aşkına yok sözüm. Devletin neden senin kadar sana âşık olmadığına itirazım benim. Senin geninde vardı sevdası vatanın ama vatanı yönetenlerin iki bin yıldır sefa sevdası. Sen bunu hiç göremedin, hâlâ da görmüyorsun. Son seçim de beni haklı kılıyor.
İktidarı sevmiyorum ama kızgın da değilim. Onlar iki bin yıllık gerçeği bilerek çok güzel bir sistem kurdular. Bu sistemi sen derin uykunda iken kırmak elbette mümkün değildi. Talas öncesi kadının kutlu iken şimdi “sürtük” oldu, sustun. Han’a itiraz etmek yiğitlik idi, şimdi vatan hainliği oldu. Oysa sen güzele güzel, çirkin olana çirkin diyen ve baş eğmeyen bir törenin ferdiydin.
Yolunda giden hiçbir şey yokken vatan, millet, Sakarya güzellemeleri ile öz yurdunda garip, öz vatanında parya oldun, hâlâ uyanmadın. Bir Suriyeli kadar ederin olmadı, önce vatan dedin, kandın, daldığın uykuya yeni bir vatan, millet, Sakarya türküsü ekledin.
Belki de haklıydın. Bu kadar karanlık bir tablo içinde, kendi izahtan aciz bir muhalefet güruhu seni hiç anlamadı. Ne dilini bildi, ne hislerini, ne şiirini, ne türkülerini. Az bir idrak sahibi olsalar iş o kadar kolaydı ki. Ama onlar senden de daha derin bir uykuda iken, nasıl çıkar ki karanlıklar aydınlığa?
Yüz yıl önce çıktı bir yiğit. Değiştirdi her şeyi. Ama onlar onun kurduğu sistemi anlamadıkları gibi, ondan uzak sarhoş bir bilinç ile sefaya daldılar. Cumhuriyet balolarında smokin ve abiye giyerek dans etmeyi Atatürkçülük sandılar. En güzel onlar düşünür, en iyi kitabı onlar okur, en güzel konserlere onlar gider, en iyisini hep onlar bilirdi. Bir taraf Arap hayranlığı ile sevişirken diğer taraf hasta Avrupa’nın burjuvası edası ile sevişti. Olan da hep sana oldu.
“Köylü milletin efendisidir” diyeni unutup başörtüsü ile çağdaşlık saçmalıklarına düştüler. Zübeyde Hanım’ın fotoğrafına bile bakmadan. Aydınlığı şarap kadehinde, süslü toplantılarda, cafcaflı kıyafetlerde aradılar. Fransız istilası fiilen bitse bile, kültürel olarak hâlâ zincirleri bileğimizde kalmıştı, anlayamadılar.
Atatürk tarlalarda, fabrikalarda aşk ile gezerken, onlar Avrupa müziği dinleyerek aydın olmanın Atatürkçülük olduğunu sandılar.
Şimdi yetkim olsa muhalefete kayyum atardım, bunu da dipnot olarak yazayım buraya.
Sonra ne mi oldu? Birileri çıktı, senin dilin ile konuştu. İki bin yıldır özlediğin önemsenmeyi söylem olarak gerçekleştirdi. Sırtına bassalar da sen sırtının ağrısına değil, söyleme kandın. Çünkü önemsenmeye aç, dikkate alınmaya muhtaçtın. Özünde diğerlerinden farkı olmasa da, sözünde sen vardın. Kandın. Seni kınamıyorum, aksine çok haklı olduğunu düşünüyorum. “Beni ez ama beni küçümseme, ben koyun değilim, kurdum” demek istiyorsun ama kurt olduğunu anlatmak için de yanlış işler yapıyorsun be güzelim.
Ezilmişliğinin intikamını alıyorsun yine kendi canını ezdirerek.
Bu sabah senden birilerini ücretsiz çorba sırasında dururken, dün kutlama yapan konvoyda gördüğümü hatırladım. Ama mutluydu, çorba sırasına muhtaç olmasına takılmıyor, önemsenmenin keyfini yaşıyordu.
Geldiğimiz nokta büyük doğumlara gebe. Aslında sen de artık iki yolun da yanlış olduğunu en iyi bilensin.
Sana son sözüm: Kırk çerîn yoksa, kırk mangal eden yüreğin var… Hadi uyan ve özüne dön, özüne kurban olduğum.
Sende sığar iki cihan, sen bu cihana sığmazsın.
Musa GÖÇER
Ne vakit duman çökse gönül dağına, özleriz onu. Usta bir tezene değerde gönlümüzün bam teline, titrer yüreğimiz. Kalpten kalbe giden o sırlı yolun bir ucu yar gönlüne bir ucu kendi gönlümüze çıkar.
Hangimiz özlesek yari hep aynı cümle dökülür dilimizden onunla başlarız söze…
Sinemde gizli yaramı kimse bilmiyor
Hiçbir tabip yarama merhem olmuyor
Boynu bükük bir garibim yüzüm gülmüyor
Göynüm hep seni arıyor neredesin sen
Koca bir ömrü “Bir yoksulluk bir hasret biri de ölüm” diye anlatır büyük usta. Sanki her ozanın kaderiymiş gibi yoksulluk ve garibanlık Neşet Usta’nın da kaderi olmuştur. Onlara ABDAL derler. Göçebe manasına gelen bu sözcüğü yaşam biçimlerinden alırlar. Yoksul hırkalar giyer yaman mı yaman bozlaklar söylerler. Türkmen aşiretidirler. Rivayet edilir ki asırlar önce Kara Yağmur isimli bir deve en önde ardında dört bin çadır yüklü bir kervan ile çıkarlar yola. Horasan’dan Anadolu’ya uzanan yolculuğa başlar. Oradan oraya sürükleyen yaşam Kırşehir, Kırıkkale civarındaki Keskin’e yerleştiler.
Baba yine türkülerin bir başka büyük ustası Muharrem anne ise Döne Hanım’dır. Acıyla yoğrulmuş, kederle karılmış bir hamurdan yapılmış canlardır. Gittikleri yerlerde horlanmış dışlanmış küçümsenmişlerdir. Onlar buna dayanmış bozlaklar söyleyip, türküler çığırarak yaşama tutunmaya çalışmışlardır. Babası büyük usta Muharrem Ertaş’ın sesinden dinlediğimiz o Dadaloğlu sözleri sanki bu yaşamın bir filmi gibi gelir geçer gönül sahnemizden.
Kalktı göç eyledi Avşar elleri
Ağır ağır giden eller bizimdir
Arap atlar yakın eder ırağı
Yüce dağdan aşan yollar bizimdir
Belimizde kılıncımızKirman’i
Taşa geçer mızrağımın temreni
Hakkımızda devlet etmiş fermanı
Ferman padişahın dağlar bizimdir
Hoca Ahmet Yesevi’nin Anadolu’ya Türkmen dilini yaymak için gönderilmiş bir misyondan geldiklerini anlatır tarih. Kaygusuz Abdal, Teslim Abdal’lar hep bu misyonun birer ferdidir. Anadolu’nun Türkleşmesi silah değil gönül fethiyle yapılmıştır tezinin bir ispatıdır belki de bu.
Dağlara söylenen yiğit türkülerin, aşk nağmelerinin Çiçek Dağı’nda boy veren en güzel fidanları gönül iklimimize o güzel rayihaları büyük bir fedakarlıkla sunmuşlardır. Önceleri dini ve tasavvufi konularda eserler verirlerken değişen hayat şartları ve toplumun onları sürüklediği nokta bu eserlerin içerik değiştirmesine neden olmuştur. Düğün ve eğlencelerde boy gösterir karınlarını böyle doyurma yönelirler. Köy köy gezip eğlencelerde rol alır eserlerini sergiler bir toplum olur Abdallar.
Müziğe doğuştan yetenekli bu neslin en büyük temsilcilerinden biri olan Neşet Ertaş Otuz sekizde hayata merhaba der ve Muharrem ustanın tezgahından türkülerle yoğrulmuş bir yaşamın yoluna çıkar. Çocukluğu köyde geçer. Daha ilkokul öğrencisi iken keman ve bağlama çalmaya başlar. Muharrem Usta kendi hiç yanından ayırmayan ve ne biliyorsa kendine aktaran Yusuf Ustadan öğrendi ise her şeyi o da oğluna aktarmıştır. Her gittiği yere Neşet Ertaş’la gider birlikte çalıp söylerlermiş. Sekiz yaşına kadar Kırtıllar köyünde yaşayan Ertaş’lar göçebelik kaderlerinin hükmüne boyun eğer ekmek için bir başka yere göç eder İbikli’ye yerleşirler. Yaş on iki iken anneye veda vakti gelir ölümün soğuk elleri annesini alıp götürür. Baba Muharrem Yozgatlı Arzu Hanım ile evlenince göçebe yaşam bu defa onları Yozgat’ sürükler.
Çektikleri acı ve yoksulluk sanki seslerine gırtlaklarına işlemiştir. Acı sese renk olur mu olurmuş. Neşet “Ben her ne öğrendiysem babamdan öğrendim, babamla ben aynı ruhun insanlarıyız”der. Baba oğul ilişkisi aslında bir mirasın aktarılmasıdır. Baba ay dost deyince yeri göğü inleten adamın oğlu Anadolu’nun büyük aşığı olma yolunda ilerleyecekti elbette. Babanın sesi oğlunun sesine sinecekti.
Dizinde sızıydı anamın derdi
Tokacı saz yaptı elime verdi
Yeni bitirmiştim üçünen dördü
Baban gibi sazcı oldun dediler
Artık büyümüştür Neşet. Gençlik yılları köy köy gezip çalarak ve söyleyerek geçer. Düğünlerde çalıp insanları eğlendirmek bu içli adam için zulüm gibi gelmeye başlamıştır. Bu bir çelişki bu bir sancıya dönüşmüştür. Bu sancıyı ustanın bir ansını dinlerken anlayabiliyoruz.
Yine bir gün yakın bir köye gitmiştik. Çalıp söyleyip eğlendirecektik. Bizi bir odaya götürdüler. İçeriye girince genç bir delikanlının hasta yatağında ve başucunda anasını oturur gördüm. Tam odadan çıkacakken kahya engel oldu ve geç geç burada çalacaksın dedi. Ne çalayım ben orada bir genç yatıyor acılı anası gözlerimin içine bakıyor. Hayat işte mecbur ne çalıp çalmadığımı bilmeden o geceyi bitirdim. Eve döndüğümde o sahne gözümün önünden gitmiyordu. Çok etkilenmiştim. O gece oturup anam ağlar başucumda isimli türküyü yazdım.
Anam ağlar baş ucumda oturur
Derdim elli iken yüze yetirir
Bu dert beni yiye yiye bitirir
El çek tabip el çek benim yaramdan
Ölürüm gurtulmam ben bu yaramdan
Böylece ilk beste çıkar ortaya. Artık o gönlümüze uzanan yolun en güzel yolcusu olacaktır. Kimseye bu benim bestemdir demez diyemez. Yıllar sonrası babası gelir ve sorar. Ne diyeceğini bilemeden susar usta. Babası;
–Bize garipler derler yavrum gönül de garip.
Bu sözden sonra büyük usta artık GARİP mahlasını kullanacak eserlerini bu mahlasla yazacaktır.
Perişan halimi gördün
Bana bu derdi sen verdin
Benim derdim senin derdin
Sen benimsin ben seninim
Kalbimi kalbinden duyan
Halım değil midir ayan
Garib’i bu hala koyan
Sen benimsin ben seninim
Ertaş bir güzele gönül verir. Babadan rica edilir yârin kapısına gidilir. Adları garip,işleri çalgı olunca burun kıvırır baba. Yerleşik hayata geçip başka bir iş tutma şartı koşar Ertaş’ın aşık gönlüne. Oysa o garipti. Çalmak ve söylemekten başka bir iş bilmezdi. Bu işe çok içerler usta.
Yarinaşkıynan arttı hep derdim
Babamı bir yâre düğür gönderdim
Başlığı çok istemişler haberini aldım
İstemiyor seni yârin dediler.
Kırşehir’de yedi sene kalınca
Düğün düzgün hepsi bize kalınca
Ne yapsın çalgıcı arkadaşlar yer daralınca
Angara’ya gider yolun dediler.
Dışlanmışlık, hor görülmüşlük yine kapıya göçü dayar. Çıkar gurbet yoluna ben gurbette değilim gurbet benim içimde der gibi. Bin dokuz yüz ellilerin ortasında kopar bozkırdan usta. Elinde saz cebinde iki lira bir de buçuğu var fazlaca. Henüz yaş yirmi olmamıştı. Çıkınında aşk acısı, sırtında geçim davası, dilinde türküsü vardı. Anadolu’nun garip yiğitlerinin adresi o zamanda İstanbul’du şimdi ki gibi. Düştü yola usta vardı gurbete.
Gurbete gideni de gelmez diyorlar
Akar gözyaşlarım dinmez diyorlar
Sevenler murada ermez diyorlar
Yüzü yanık bir adamın bütün gün sazını dinleyip insafa gelmesiyle başlar gurbete biletsiz bir yolculuk. Otel köşeleri, parasızlık, garibanlık. Karın tokluğuna bile iş bulamamış bir garip. Yol götürür onu Doğu İşhanı’nın önüne. Kaldırır kafasını bakar, okur tabelayı. Tabelada Şen Plak yazar. Çıkar yukarıya elinde sazı. Behiye Aksoy dinliyorlar içeride. Seslenir kendine İsmail Şençalar. Ne arıyorsun diye. Ben saz çalarım der ve girer içeriye. İşimiz bitsin de dinleyelim seni der içerdekiler. Başlar usta babasından bir bozlağa büyük usta;
Neden garip garip ötersin bülbül
Yoksa sen de bahtı kareli misin
Durmaz feryat edip coşarsın bülbül
Sen de benim gibi yareli misin
Ağlar Kadri Şençalar. Sarılır boynuna tutar elinden götürür ustayı Beyoğlu saza. Çal garip der çıkarır sahneye. Yatacak yer yiyecek ekmek türkü söyleyecek mekan verirler gariplerin garip türküsüne. Artık öğlen ve akşam yemeği, tek göz evi ve yedi buçuk lira yevmiyesi vardı. Zaman böylece akıp geçiyordu. Koskoca bir yalnızlık içinde iki yıla yakın bir zaman akar gider sokaklarında İstanbul’un. Dilinde Zeki Müren’in “Yaşamak zevki verir ruhuma sonsuz kederim” şarkısı ile yol alır vapurlarında o koca şehrin. Şehir sıkar ustayı ve kaytan bıyıklı püsküllü sazı ile sahne aldığı Beyoğlu’na veda edip koltuğunun altında iki plak ile döner Kırşehir’e.
Günler akıp giderken radyodan bir ses duyar Ertaş TRT Ankara Radyosunda Yurttan Sesler de Hacı Taşan nerden gelirsin mahlenin aşığı diye türküler söylüyordu. Kaptı sazını düştü Ankara’nın yoluna. Kısmet oldu bir Cuma günü yurttan sesler’ de yankılandı yurdumun en güzel sesi.
“Geleli gülmedim ben bu cihana.“
O artık Türkiye’nin türküsü Anadolu’nun aşıklık geleneğinin son temsilcisi olma yoluna çıkmıştı. İyi ki çıkmış iyi ki “BOZKIRIN TEZENESİ” olmuştu.
Ankara yılları başlamış sesi radyodan daha çok duyulur ve plak üstüne plaklar çıkartır. Bu yıllar altmışlara işaret ediyordu takvimde. Bir de büyük bir aşka düşer Mecnun Leyla’sını bulur vuslat gerçekleşir.
Sevda gitmiyor serde
Düşürdün beni derde
Zülüflerin dökülmüş
Al yanağına perde
Kaşların kara kara
Gözlerin derde çare
Senin için yanarım
Kerem misali derde
Garibim böyle yarim
Merhamet eyle yarim
Suçum nedir bilmiyom
Ne ise söyle yarim söyle
Bu evliliğe babası karşı çıkar ve uzun süren bir küskünlük yaşanır. O artık ünlü bir ozan üç çocuk babası yapar. On yıl süren bir evlilikten sonra Leyla’sından ayrılır ve doruklara giden yol bu ayrılıkla başlar. Hata benim suç benim, kendim ettim kendim buldum, evvelim sen oldun ahirim sen oldun der. Yazı kışa çeviren türkülerin altına atar imza.
Yazımı kışa çevirdin
Karlar yağdı başa Leylam
Viran oldu evim yurdum
Ne söylesem boşa Leylam
Her an Gözümde perdesin
Nere baksam sen ordasın
Mevlam ayrılık vermesin
Gökte uçan kuşa Leylam
Baba kırgın o eşinden ayrı başladı türkülerde atışma. Baba seslendi Neşet’e:
Evvelce tutmadı Neşet sözümü
Öksüz koydu yavruları kuzuları
Yıllar akıp gidiyor. O her gün halkın gözünde büyüyordu. Süleyman Demirel ona devlet sanatçısı ünvanı teklifini sunuyor o ise “Ben halkın sanatçısıyım bu bana yakışmaz” diyordu. Konser konseri, turne turneyi izledi. Zeki Müren’le İzmir’de birlikte sahnelere giden yol Neşet Ertaş’ın yolu olmuştu artık. Pasaportunda saz öğretmeni yazan bir adamdı ve Almanya yılları başlıyordu. Gurbet, özlem sardı sineyi döküldü sazdan nağmeler, kuşatıldı gönüller.
Memlekette kötü haberler geliyordu yeri göğü inleten baba Muharrem hastaydı. Döndü sılaya vardı babanın otağına. Yaz çiçeği gibi geldin diyordu hasta yatağından doğrulan baba. Yalan dünyadan ne buldun bak ölüm geldi diyordu. Baba iyi olunca Almanya’ya döner Neşet Usta. Birkaç gün sonra kara haber dayanır kapıya, baba artık intikal etmişti ebedi hayata. Babasının cenazesine gelemedi. Aradı memleketi haber almak istedi. Son nefesin de ne dedi diye sordu. “Sazımın emaneti” dedi dediler. Babasının bu vedası üzerine canı yanan usta onun bir bozlağının üstüne onun ay dost feryadıyla başlayan bozlağını seslendirdi. Yeri göğü inletti sesi, geldi gönüllere aktı.
Ay dost deyince yeri göğü inleten
Muharrem ustaydı bunu dinleten
Gönül kırmazdı bilerekten bilmeden
İnsan velisini neyledin dünya
Sazını çalarken kendinden geçen
Gönülden gönüle kapılar açan
Aşkın dolusunu nefessiz içen
Gönül delisini neyledin dünya
Garip babamdı muharrem usta
Bilirim aşıktı sevdiği dosta
Sazımın emaneti diyen son nefeste
Sazın ulusunu neyledin dünya
Sancılı bir yaşamın sonuna doğru akıyordu ömür. Denizine koşan ırmaklar gibi. Kapanmıştı gurbete küskündü Anadolu’ya. Kapı çalındı. El Bayram Bilge Tokel’di yıl iki bindi. Yeniden döndü sılaya buluştu aşığı olan halkı ile. Konserler izdiham programlar bayram yeriydi. Otuz yıl sonra baba toprağına döndü. Uçsuz bucaksız bozkırları süzdü. Geçmişi andı. Ay dost diye haykırıp doğduğu dağlarda çiçekler açtırdı.
Konsere gittiği yerlerde insanı ona “Sana gurban olurum,sana gurban olurum”diye sesleniyordu. Ücretsiz halk konserleri veriyor, Kalan Müzik sayısız türkülerini toparlayıp hazine haline dönüştürüyordu.
Artık o Türkiye ulusal Envanterine yaşayan insan hazinesi diye kayıtlıydı. Ömrün sonuna gelmiş hastalanmış, askerliğini yaptığı İzmir’de hastane yatağında yalan dünyaya veda etmişti. İnsan ne zaman ölür sorusunun cevabı can verince değil adı anılmaz olunca gerçeğinin bir anıtıdır o. Sonsuza kadar yaşayacak bir isim, bir kutlu miras bıraktı bize. Onun türküleri ile sevdalanıp onun türküleri ile yâre mektup yazıyoruz hala. Yazmaya da asırlarca devam edeceğiz zannımca. Mızrabının darbeleri hem gönlümüzün bam telinde inleyecek, rahmet ve şükranla yad edeceğiz.
Yalan dünyanın Çiçek Dağı’ndan yükselen gönlümüzü fetheden sesi hep gök kubbemizde yankılansın, türküler susmasın Anadolu ilelebet var olsun.
Hep sen mi ağladın hep sen mi yandın,
Bende gülemedim yalan dünyada
Sen beni gönlümce mutlu mu sandın
Ömrümü boş yere çalan dünyada.
Ah yalan dünyada, yalan dünyada
Yalandan yüzüme gülen dünyada
Sen ağladın canım ben ise yandım
Dünyayı gönlümce olacak sandım
Boş yere aldandım, boş yere kandım
Rengi gözümde solan dünyada
Ah yalan dünyada yalan dünyada
Yalandan yüzüme gülen dünyada
Musa GÖÇER