Musa GÖÇER

Musa GÖÇER

18 Mart 2025 Salı

    DİĞER YAZARLARIMIZ

    ÇANAKKALE’DİR BİZ DE AŞKIN ADI

    ÇANAKKALE’DİR BİZ DE AŞKIN ADI
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Asya İle Avrupa’nın temas ettiği yer, Ege’den Marmara’ya ince bir nehir gibi salına salına akan dar bir suyoludur Çanakkale. Dünya üzerinde jeopolitik konumu büyük önem arz eden ender noktalardan biridir. Dünyanın kavşağıdır Çanakkale. Dünyaya ve dünya üzerindeki zenginliklere hakim olabilmek için bu bölge çok önemlidir.

    Öyle yerler vardır ki o toprakların kaderi sanki hep savaş üzerinden yazılmış, çatışma hiç bitmemiş hep ölümlere gebe kalmıştır. Çanakkale gibi. Truva kahramanları antik çağda Helen için burada vuruştu, Büyük İskender yine hikayesine  buradan anılar kattı. Bin dokuz yüz on beşte üç büyük imparatorluğun orduları yine burada kan ve ölüm hikayelerine sebep oldu.

    Hep bu boğaz, hep savaş, hep acı…

    Yüz yıllar süren imparatorluk ihtişamını ve gücünü kaybetmiş, sonbaharda yaprak döken bir çınar parça parça savrulur olmuş. Her ferdinin dilinden acı bir türkü yükselir olmuştu. O artık “Hasta Adam” dı. Bin yıl önce geldiği topraklarda artık yok olmanın eşiğine gelmiş yorgun ve yaşlı bir ihtiyar gibiydi.

    Çok sıcak bir yazdı bin dokuz yüz on dört yazı. Britanya, Rusya ve Fransa, Rus çarlığı ve Alman imparatorluğuna karşı savaşa hazırlanmaktadır. Dünya kan kokuyor, büyük  güçlerin hesaplarının pençesinde insanlık inim inim inliyordu. Bu ahval içinde Osmanlı’nın henüz hangi tarafta yer alacağı belli değildir. Belli olmadığı gibi dört bir yanda savaşmaktan takatsiz düşmüş bu büyük hesapların kendi üzerinden oynandığının ve kapıya dayanan dünya savaşının yaklaştığının farkındadır. O yaz entrikalar yazı, insanlık tarihinin en büyük oyunlarının döndüğü yazdır.

    Alman İmparatoru Wilhelm bir ziyarete gelir. Amaç Osmanlı’yı yanına çekip başlayacak savaşta güç kazanmaktır. Orta Doğu’nun büyük bölümünü kontrol eden bölgedeki Müslümanları İngiliz ve Fransızlara karşı harekete geçirmenin anahtarı  Osmanlı’nın elinde idi. Ayrıca Çanakkale’den açılan kapı bütün Orta Doğu petrolünün Almanya kontrolünde olmasını sağlayacaktı. Ve Wilhelm şöyle sesleniyordu.

    “Yer yüzünün her yerine dağılan üç yüz milyon Müslüman Alman İmparatorunun her zaman dostları olduğunu ve dostları olarak kalacağından emin olmalıdırlar.” Diyordu.

    Tarihe mal olmuş bu ve bunun gibi bir yığın yalanın gölgesinde insanlık dünya savaşının şartlarını hızla hazırlıyordu.

    O genç hırslı ve Almanya’da eğitim almış Alman kültürüne hayranlık duyan devrin padişahının kızıyla evlenerek büyük güç kazanan Enver Paşa’ydı. Savaşa Almanya ile birlikte girmek bu Pantürkist  komutan Osmanlı’yı ayakta tutabilmek için şart olduğunu düşünüyor ve Jön Türklerden aldığı güç ile Almanya ile gizli bir antlaşma yapıyordu. Artık şartlar Osmanlı’yı hızla Almanya ile birlikte hareket etmeye itiyordu.

    Bir tarafta bunlar yaşanırken diğer tarafta Winsiton Churchill kaçınılmaz olan Almanya ile savaşın kapıya dayandığı biliyor ve planlar yapıyordu. Osmanlı için yapılan ve parası Anadolu insanın boğazından keserek yaptığı bağışlarla ödenen iki gemiye el koyar,  el koyduğu gibi de ödenen parayı iade etmez. Bu iki gemi Türk insanı için onur meselesi idi. Ekmeklerinin yarını bölerek parasını ödedikleri bu gemilere ulaşamayan Türk insanı hem kızmış hem onuru kırılmıştı. Bu durumu fırsata çevirmek isteyen Almanya Akdeniz’de ki iki savaş gemisinin rotasını İstanbul’a çevirir. Dört ağustos Çarşamba günü Almanya Belçika’yı işgal eder ve için için kaynayan Avrupa’da savaş başlamış olur. Avrupa’da bunlar yaşanırken İstanbul’daki iki Alman gemisi ve fes giymiş alman askerleri Karadeniz’de ki Rus limanlarını bombalamaya başlar. Britanya alman askerlerinin sınır dışı edilmesi için on iki saat süre tanır. Osmanlı alman askerlerini sınır dışı etmediği gibi o iki gemiyi kendi donanmasının bir parçası sayıp ültimatona yanıt bile vermedi. Hal böyle olunca önce Rusya sonra İngiltere ve Fransa ülkemize savaş ilan etti.

    Artık bizimde taraf olduğumuz insanlık tarihine birinci dünya savaşı diye geçen o korkunç savaş başlamış oldu. Yirmi yedi milyon insanın öldüğü ve sakat kaldığı ve dört yıl sürecek olan savaş tarihe geçen en büyük acıların yaşanmasına sebep olacaktır.

    Tarihi bilgilerle sıkıcı bir hale dönmüş yazılar yazmaktan hep uzak durdum. Ben tarihçi değilim kaldı ki bu konuya dair işin ehli bir çok eser vermiş. Ben Çanakkale’nin bir varoluş türküsü olduğundan ve gönlümüzde ki yerinden söz etmek istiyorum. Ama yine de yazının alt yapısını hazırlamak için bunlara değinmeden geçemiyorum. Savaşı hazırlayan ve Anadolu’nun kapısına dayayan şartları az da olsa irdelemek istedim. Dünyanın hiçbir savaşının kazananı olmadığı bilen bir anlayışla savaşa dair bilgiler okumak canımı yaksa da.

    Artık bir var oluş savaşı başlamıştır. Bu öyle bir savaştır ki kaybedilir ve Çanakkale geçilirse mahreme el uzanacaktır. Anadolu sesi  yitecek ,  türküsü susacak bin yıllık varlık son bulacaktır. Batı bütün azameti ve sömürü ruhu ile topladığı güçlü ordusu ile kapımıza dayanmış boğazdan geçerek  artık bağımsızlığımıza ve canımıza kast etmeye kararlıdır.

    Toplanan ordu öyle bir ordu ki aralarında kömür madencileri,  Dublinli futbolcular, derin vadilerden gelen Galliler ve Kembriçli şairlerden Hintlilere kadar askerler  vardı. Niye geldiklerinden habersiz, insafsız bir yalanın tuzağına düşerek binlerce kilometre ötedeki Anadolu insanın kanını içmeye geldiklerinden habersizlerdi. Serde şairlik olunca bu durumu en iyi izah eden şiirlere dem vurmadan durumu anlatmak hoş olmaz zannımca.

    Ne diyordu  İstiklal Şairi Mehmet Akif;

    Eski Dünyâ, Yeni Dünyâ, bütün akvâm-ı beşer,

    Kaynıyor kum gibi, tûfan gibi, mahşer mahşer. 

    Yedi iklîmi cihânın duruyor karşına da,

    Ostralya’yla berâber bakıyorsun: Kanada!

    Çehreler başka, lisanlar, deriler rengârenk;

    Sâde bir hâdise var ortada: Vahşetler denk.

    Kimi Hindû, kimi yamyam, kimi bilmem ne belâ…

    Hani, tâ’ûna da züldür bu rezîl istîlâ!

    Öyle alakasız öyle garip bir ordu ki karşımızdaki neden geldiğini nereye geldiğini bile bilmeyen bir sürü can. Lakin mevzu onların kandırılış mevzusu değil bizim var oluş mevzumuzdur. Bu kandırılmış insanların zaferi Türk Milletinin sonu olacaktır, onlar bunun ehemmiyetinden habersiz sömürü canavarlarının pençesinde bir kurban olup dayanmışlar kapımıza. Soruyor ya sevdiğim devlet adamı Bülent Ecevit bir şiirinde;

    Söyle Arkadaşım’ dedi Anadolulu Mehmet

    Yanıbaşındaki Anzak erine

    ‘Nereden kopup gelmişsin,

    Neden çökmüş bu mahsunluk üzerine? ‘

    DUNYANIN ÖBÜR UCUNDAN’ dedi gencecik Anzak

    ‘Öyle yazmışlar mezar taşıma.

    Doğduğum yerler öylesine uzak,

    Örtündüğüm topraksa gurbet bana.’

    ‘Dert edinme arkadaşım’dedi Mehmet

    ‘Değil mi ki bizlerle birleşti kaderin,

    Değil mi ki yurdumuzun koynundasın ilelebet,

    Sende artık bizdensin,

    Sende bencileyin bir Mehmet’

    Toplanan ordunun komutan ve askerlerine dair o kadar çok hikaye okudum ki her biri bir ötekinden daha acı. Tamamen Almanya ile savaşa gittikleri zanneden binlerce  insan ve acı hikayeleri. En çok Malone’nin eşinin bindiği gemiye bakışı beni en çok etkileyen ikinci kadın bakışıdır. (Birincisi Vera’nın Nazım’a ölüm döşeğindeki bakışı)İnsan bütün yaşananlar için derin bir hüzün yaşıyor. Dünya barışın kol gezdiği bir yer olabilecekken ölümün kol gezdiği ve yaşamların savaş tarihlerine mevzu oluşunu hazmetmekte zorlanıyorum. Lakin hal bu olunca bir millete var oluş mücadelesini en şerefli şekilde vermek yakışıyor.

    Ekonomisi ve sanayisi güçlü bir düşmanın karşısında yorgun, tükenmiş sefalet çeken ve çektiği bütün acılara yiğitçe katlanan bir millette Çanakkale için hazırlanıyordu. Çünkü biliyorlardı ki Çanakkale geçilirse bir boğaz geçilmeyecek bir milletin mahremi çiğnenecekti. Bu millet bu tür durumla birçok kez karşılaşmıştı lakin bu çok daha zor çok daha ehemmiyet arz eden bir meseleydi.

    Asker doğup asker ölen bir milletin elbette Başkomutan Mustafa Kemal Atatürk gibi bir çok komutanı olması kaçınılmazdı. Hangi paşadan hangi komutandan hangi erden bahsedeceğimin şaşkınlığı içerisinde yaşanılan olayın ve verilecek savaşın bu millet için önemi üzerinden devam etmeyi tercih ediyorum. Bu büyük destan için bir çok mühim kalem mühim eserler vermiştir. Bu eserlerden benliğinden habersiz gençlerimizin tanıştırılmasını umut ederek başlayan savaşın seyri ile devam edelim. Belki de dünyanın gördüğü görebileceği en büyük kuşatma yaşanıyor ve  bu büyük kuşatmanın karşısında şartları en zor olan bir millet en büyük savaşı veriyordu.

    Yüzlerce geminin boğaza yanaşıp konuşlandığı varlığımızı tehdit ettiği bir dönemde Anadolu insanı kapıda ki tehlikeyi görüyor yıllardır süregelen savaşlardan arta kalan erkeklerini cepheye hazırlıyordu. Çarıkların sağlam olanı, içliklerin en yünlüsü cepheye gönderilen gençlerin hizmetine veriliyor. Şehirlerde toplanan buğdaylar ve diğer ihtiyaçlar geride kalanların boğazından kesilerek Mehmetlerin kullanıma hazırlanıyordu.

    Anadolu el ele vermiş, omuz omuza yaslanmış çiğnenmek istenen varlığına sahip çıkmak için topyekûn bir savaşa hazırlanıyordu. Çocuk yaştakiler, ihtiyarlar neredeyse bir milletin bütün erkekleri Çanakkale önünde set oluşturmak için cepheye koşuyorlardı. Tek bir dilek tek bir istek vardı. O toplanan orduya DUR! Demek …

    Dur yolcu! Bilmeden gelip bastığın

    Bu toprak, bir devrin battığı yerdir.

    Eğil de kulak ver, bu sessiz yığın

    Bir vatan kalbinin attığı yerdir.

    Bu ıssız, gölgesiz yolun sonunda

    Gördüğün bir tümsek, Anadolu’nda,

    İstiklâl uğrunda, namus yolunda

    Can veren Mehmed’in yattığı yerdir.

    Bu tümsek, koparken büyük zelzele,

    Son vatan parçası geçerken ele,

    Mehmed’in düşmanı boğduğu sele

    Mübarek kanını kattığı yerdir.

    Düşün ki, haşr olan kan, kemik, etin

    Yaptığı bu tümsek, amansız, çetin

    Bir harbin sonunda bütün milletin

    Hürriyet zevkini tattığı yerdir.

     Böyle sesleniyordu bir milletin şairi Necmettin Halil Onan bu durumu izah etmeye çalışırken.

     Şairleri haykırmayan bir millet sevenleri toprak olmuş öksüz çocuk gibidir. Bunu en iyi bilen millet, artık yeni bir destan yazmak için yeri almış ve savaş başlamıştır.

     Başlayan savaş öyle amansız öyle çetindir ki bunu ifade edebilmek için insan üstü bir izaha tanrısal bir yapıya sahip olmak gerekir. Vuruşur Mehmet siper eder gövdesini ki dursun diye bu hayasızca akın. Can verirken gülümser ve şairler söze girer anlatır Mehmetlerin öyküsünü mısralar boyu uzanan bir ihtişamla…

    Öteden sâikalar parçalıyor âfâkı;

    Beriden zelzeleler kaldırıyor a’mâkı;

    Bomba şimşekleri beyninden inip her siperin;

    Sönüyor göğsünün üstünde o arslan neferin.

    Yerin altında cehennem gibi binlerce lağam,

    Atılan her lağamın yaktığı: Yüzlerce adam.

    Ölüm indirmede gökler, ölü püskürmede yer;

    O ne müdhiş tipidir: Savrulur enkaaz-ı beşer…

    Kafa, göz, gövde, bacak, kol, çene, parmak, el, ayak,

    Boşanır sırtlara, vâdîlere, sağnak sağnak.

     Ne kahramanlıklar yaşanır, hiçbir terazinin tartamayacağı ne muhteşem yiğitlikler sergilenir. Kaçak kömür işi yapan Balıkesir’in Havran ilçesinin Manastır köyünden Seyit Ali Çabuk. O mermi kaç kilodur kimin umurunda. Rakamların değil yüreklerin konuştuğu bir destandan bahsediyoruz. Matematiğin iflas ettiği azın çok destanlaştığı, çoğun çaresiz kaldığı, gücün aşkın karşısında yenildiği koca bir destandan.

     Anadolu’nun her bir köşesinden kopup gelmiş kürdü, lazı, çerkezi, alevisi ve sünnisi  aynı türkünün notaları gibi haykırıp kardeşlik korusunun o muazzam türküsünü hep bir ağızdan söylüyor bize neden “Ben Anadolu’yum anlıyor musun? “ dedirten o muazzam onuru yaşatıyorlar.

     Geldiğimiz noktada bu ruh üzerinden yürümenin vakti geldi ve geçiyor. Çanakkale ruhu diye bir ders oluşturulup müfredata dahil edilmeli bu toprakların gençleri bu tohumun çiçekleri ile kokmalı ve buradan beslenmedirler diye düşünüyorum. Bu siyasi ve ırksal bir bakış açısı değil kardeşçe omuz omuza yaşayabilmenin delili olarak ortaya konulmalı ve korunmalıdır.

     Yeryüzünde kaç toplumun bir Çanakkale’si var sor kendi ne ey yolcu!…

     Millet olarak çok acılar yaşadık yaşıyoruz. Bazı hesapları yanlış yapınca acısını yine kendimizin çektiğini çok net olarak görüyoruz. Can cana kardeşçe bir toplum oluşturup Çanakkale gibi imkansızlara imza atmamız çok zor değil. Daha önce yaptık yine yaparız. Moda deyimde ki gibi bu ülkenin evet beka sorunu var. Yalnız bu ülkenin beka sorunu basit siyasi söylemlere malzeme olan konularda değil bu ülkenin beka sorunu Çanakkale Ruhu’nu unutmak gibi bir beka sorunu var.

     Çanakkale geçilseydi sen doğunun küçük bir köyünde ürettiğin tütünden çigara sarıp kürtçe bir türkü ile dağları inletemez, sen Anadolu’nun ortasındaki bir cem evinde semah dönemez, sen  Sultan Ahmet’te bir seher vakti sabah namazına duramazdın kardeşim. Sen  Ayder Yaylası’nda kemençe çalıp horon tepemezdin. Erzurum’da bar başı olan gardaşım Çanakkale geçilseydi sen o uçsuz bucaksız meralarda at koşturamaz, sesini içine gömer, bütün türkülerinden vazgeçmek zorunda kalırdın.

     Çanakkale geçilseydi İstanbul yedi tepesinden yedi ayrı şiir gibi gülümseyemez, Toroslar boynu bükük kalır, Munzur kan akardı. Seyhan ve Ceyhan, Fırat ve Dicle yan yana akamaz, Ağrı Dağı ihtişamını yitirirdi. Çanakkale geçilseydi Çukurova pamuğunu küstürür, Karadeniz çayını yitirirdi.

     Çanakkale geçilseydi sen Zeynep’e aşık olamaz bağlamanın teli kopardı. Sen Çanakkale’yi geçirmediğin için bu yazının başlığı “Çanakkale’dir Biz de Aşkın Adı “ oldu. Çanakkale geçilemediği için Musa öğretmen serin bir pazartesi sabahı bir okulun önündeki bayrağa bakarak öğrencileri ile istiklal Marşı’nı diken diken tüylerle okuyor.

     Dileğimdir Çanakkale’si olan bir milletin ferdi olduğum için cennetten daha büyük bir ödüle sahip olduğum için cenneti red ediyorum…

     Bize bu onuru yaştan siz sevgili şehitlerim;Dalgalansın diye can verdiğiniz bayrak, bu ülkenin çocuklarının elinde sonsuza kadar dalgalanacak. Atatürk gülüşlü yiğitlerle sonsuza kadar yaşayacaktır.

     Sizi anlatacak bir kalem, size övgüler dizecek şiirlerimiz, türkülerimiz yetersiz kalsa da siz bu toprakların ebedi onuru olarak yaşayacaksınız.

    RUHUNUZ ŞAD MEKANINIZ CENNET OLSUN…

    Ey, bu topraklar için toprağa düşmüş asker!

    Gökten ecdâd inerek öpse o pâk alnı değer.

    Ne büyüksün ki kanın kurtarıyor Tevhîd’i…

    Bedr’in arslanları ancak, bu kadar şanlı idi.

    Sana dar gelmeyecek makberi kimler kazsın?

    “Gömelim gel seni târîhe” desem, sığmazsın.

    Devamını Oku

    Yerli Malı Yurdun Malı, Herkes Bu Masala İnanmalı

    Yerli Malı Yurdun Malı, Herkes Bu Masala İnanmalı
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Yerli kelimesi, kendi içinde bir özgüven ve övünme manasını barındıran, söylerken sol yanımızda bir kabarma etkisi bırakan hoş bir kelimedir. Yerli; yurda özgü, o yurdun niteliklerini içinde barındıran anlamına gelir. Bizden olan, bize ait gibi bir iftihar içerir. Hepimizin çok sevdiği, çok kullandığı ama içi yine bizim tarafımızdan yerli yersiz boşaltılmış bir kelimedir. İçeriğini idrak edemediğimiz gibi, kullanırken de bilinçli veya bilinçsiz ihanet ettiğimiz bir kelime. Bizden habersiz sahnelenen bir tiyatronun, canımı en çok yakan, hiç sevmediğim bir oyuncusu gibi.

    12-18 Aralık tarihleri arasında işlemeye çalıştığımız belirli gün ve haftaların, o klasik içi boşaltılmış işleniş biçimine kurban ettiğimiz, belki de yaşadığımız bütün sorunların ilk önce ele alınması gereken konusu.

    12 Aralık 1929’da TBMM’de İsmet İnönü’nün yaptığı bir konuşmada ele alınan ulusal ekonomi, yerli üretim ve tutumlu olmayı içeren bir konuşmaydı bu. Yıllar sonra, 1946’da bunun belirli gün ve haftalar olarak kutlanması kararı verildi. 1983’te adı değiştirilerek “Tutum, Yatırım ve Türk Malları Haftası” olarak yeniden düzenlendi.

    O günlerden bu yana okullarımızda veya başka kurumlarımızda kutlanıp anlatılmaya ve işlenmeye çalışıldı. İdrak etmekten öte, göstermelik kutlamalarla işlenegeldi. Birçok konuda, olayın özüne inip algılamak yerine, kâğıt üzerinde kalan amacından uzak işleyişlerimize devam ederek, içi boş kola içip Alpler’den gelen çikolataları yiyerek kutladık.

    Bugün bu konuyu ele alış sebebim, bu kutlamaların şeklinden çok, konunun özüne inmek ve dikkat çekmektir. Cumhuriyetin kurulduğu ilk yıllarda Atatürk’ün başlattığı milli ekonomi, milli üretim, milli sanayi konularından ne kadar uzaklaşıp, hatta kendimizi nasıl kandırıp, bir ülkenin geleceğini yıllar içinde izlenen politikalarla nasıl ipotek altına teslim ettiğimizi göz önüne sermektir.

    Yerli olduğunu sandığımız ama sermayesinin büyük bir kısmını yabancıların elinde tuttuğu birçok firma ile ülkemizin ekonomisi bir oyuncak gibi kullanılmaktadır. Bu sebeple, ülke siyasetimiz ve hatta dış politikamız dahi müdahaleye açık bir hale gelmiş; kapitalist ve sömürü ülkelerinin amelesi durumuna düşmüş; yerken, içerken, giyinirken bile onlara hizmet eder hale gelmişiz.

    Eskiden Hayat Bilgisi ve Coğrafya derslerimizde çok sevdiğim bir cümle kullanırdık: “Türkiye kendi kendine yetebilen ender ülkelerden biridir.” Nedir kendi kendine yetebilmek? Dışarıdan bir şey ithal etmeden hayatını sürdürebilmek manasına gelir ki bu, muazzam bir olaydır.

    Yıllar içinde usul usul, sinsice bu en büyük gücümüzü elimizden aldılar. Önce tarım, sonra sanayi derken her alanda kendi ürettiklerini bize satıp, sonra sattıklarına bağlı olarak yan ürünlerini iki katına Türk insanının emeğini sömürerek kapımıza dayayıp sattılar.
    Yüzölçümü yedide birimiz kadar olan Bulgaristan’dan saman ithal ettik; Konya’ya küfür eder gibi. Hayvancılığa en müsait dünya toprağında yaşarken dışarıdan et ithal ettik. Dünyanın en zengin mutfağına sahipken, AVM’lerin süslü, şatafatlı binalarında hamburger kemirir olduk.

    O kadar ormanımız varken, çocuklarımıza Çin’den kanser kokan kurşun kalemler getirip “Ne Mutlu Türküm Diyene” yazdırdık. Dünyanın her türlü otomotiv markasına kapımızı açıp, otomobilden daha pahalıya gelen yedek parçalarını alıp servisin yolunu tuttuk. Kars’ın, Erzurum’un o muhteşem lezzetli büyükbaş hayvanlarını yok sayıp, hastalıklı etlerle insanımızı besledik. En son öyle bir noktaya geldik ki İngiltere’nin çöplerini satın alıp geri dönüşümde kullanmak gibi muazzam bir başarıya imza attık.

    Bu zincir öylesine uzayıp gidiyor ki akıl almaz noktalara ulaşıyor. Bu konuları araştırırken beni en çok üzen, tohum meselesi olmuştur. Tarıma öylesine büyük zararlar veriliyor ki resmen tohumla bizi işgal etmiş durumdalar.

    Bir dönemin tahıl ambarı olan Türkiye, İsrail’in stratejik silah olarak kullandığı tohumun işgali altında. Belki bu tohum konusunun ayrı bir çalışma ile ele alınması gerekir; öylesine geniş boyutlu bir araştırma gerektiriyor.

    Çocukluğu tarım işçiliği ile geçmiş biri olarak, hatırladığım tohum çıkarma teknikleri vardı babamın. Bölgemizin ünlü kavununda bunu özellikle hatırlıyorum. İçerisinde koyu renkli tek bir çekirdeği çıkan kavunun tohumunu, bir yıl sonra ekmek üzere alır, kurutur, saklardık.Kendi tohumumuzdan bir sonraki yıl kavun üretir, hatta tohumu olmayan diğer çiftçilere bu tohumdan verirdik. Ancak 31 Ekim 2006’da çıkarılan garabet bir kanunla yerli tohum üretimine yasak getirildi. Yerli tohumla üretim yapan çiftçiye destekleme verilmemesi kararı alındı. İsrail’in böcekleri çeken, sonra o böceklerle mücadele için ilaçlarını satan, o ilaçlarla toprağımızı öldürüp sağlığımızı bozan sistemine mahkûm edildik. Bozulan sağlığımıza yine onlardan ilaç alıp tedavi görmek için hastanelere koştuk.

    Bu konuda, dünyanın en büyük ilaç devlerinin komplike bir sistemle, tohumdan başlayarak sağlık, gübre ve zirai ilaç gibi birçok unsurla bizimle dalga geçtiklerini gördüm.

    Tohum meselesine dair ayrıntılı bilgim olmadığı için Ziraat Fakültesi’nde Profesör Doktor olarak görev yapan Necmi İşler hocamla görüştüm. Duyduklarım beni şaşkına çevirdi. 2017 yılı resmi rakamlarına göre, iki yüz yirmi milyon dolarlık hibrit tohum ithal etmişiz. Bu tohumlardan elde ettiğimiz tarımsal gelirin ise yalnızca yüz kırk altı milyon dolarda kaldığını öğrendim. Ayrıca, yerli bildiğimiz birçok tohum firmasının yabancı sermaye ortaklığına sahip olduğunu ve stratejilerin onların kontrolünde olduğunu öğrendim.

    Bu konuda konuşulacak o kadar çok şey var ki bu köşe yazısının bir zerre gibi kalacağını düşünüyorum. Şeker üretimini bitirmiş, tütünün canına okumuş, fındığın cenaze namazını kılmış bir tarım uygulamasının neden uygulandığını sorgulamadan geçemiyorum.

    Bu ülkeye âşık bir fert olarak, siyaseti, inançları ve kör dövüşünü bir kenara bırakarak, içinde bulunduğumuz derin uykudan uyanmayı umut ediyorum.

    En başa dönerek Atatürk’ün başlattığı milli kalkınma hamlesine dönmeli, her alandaki işleyişi gözden geçirip kendi öz değerlerimize sahip çıkarak yeni, yerli (milli) politikalar üretmeliyiz. Yerli kavramını içi boşaltılmış, alakasız yalanlarla süsleyerek iç politika argümanı olarak kullanmaktan vazgeçmeliyiz.

    Söz konusu, kendi ülkemizin geleceği. Geleceğini ipotek altına aldığımız gençler bizim gençlerimiz; bu ülke de bizim ülkemiz. Dış siyasette kafa tuttuğumuz, “şer odakları” diye nitelendirdiğimiz ve slogan atarak lanetlediğimiz güçlerle ancak bu şekilde baş edebiliriz. Kolayı yere dökerek, artık noter huzurunda satılan kendi paramızla aldığımız iPhone’larımızı kırarak milli bir duruş sergilemek, bana çok gülünç geliyor.

    Yeniden kendi kendine yetebilen, iç dinamiklerini konuya özne yaparak yerel unsurlarını tarımda, sanayide, sağlıkta ve tekstilde harekete geçirerek tam bağımsız bir içe dönüş gerçekleştirmeliyiz. Eğer siyasi bir ittifaka ihtiyacımız varsa, bu ittifak yereli şaha kaldırmak adına olmalıdır.

    Artık yerel bir uyanışa sahip olduğumuz dinamiklerin kıymetini bilmeye ve onları sonsuza kadar yaşatabilecek bir anlayışa ihtiyacımız var.

    Dünyanın en güzel ülkesi Türkiye. Kimseye ihtiyacı olmadan ayakta durabilen yiğit bir sevgili o. Günübirlik aciz siyasi hamlelerle o sevgilinin elini ayağını bağlamaktan vazgeçip, onun önünde sonsuz ufuklar açmalıyız.

    Bizim kimsenin hamburgerine, hastalıklı tohumuna, sapına samanına, bilmem ne kadara satılan tütününe ihtiyacımız yok. Bizim, biz olmaya, bilinçli olmaya ve birbirimizi kısır siyasi söylemlerle kandırmadan bir dirilişe ihtiyacımız var.

    Bizim, “Yerli Malı Yurdun Malı” masalını şahlanış hikâyesine dönüştürmeye ihtiyacımız var.

    BİZİM BİR AN ÖNCE TÜRKİYE OLMAYA İHTİYACIMIZ VAR…

    Musa Göçer

    Devamını Oku

    SARI SAÇLARINDA HİLALİM,MAVİ GÖZLERİNDE YILDIZIM VAR…

    SARI SAÇLARINDA HİLALİM,MAVİ GÖZLERİNDE YILDIZIM VAR…
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Yaşam o bildik hızıyla akıyor ve yoruyordu. Güzel işler yapıyor, lakin yine de kendimi bir boşluğun sonsuz düşüşünde buluyordum. Girift bilmecelerin girdabında savruluyor, edebiyat dünyasının bazen saçma sapan gelen bazen de gönlümü ısıtan nadide demlerini yaşıyordum. Eylül bitmişti şairin dediği gibi…Bu gidişle Ekimde biter Kasım dayanırdı kapıya. Güzel bir aydı Kasım. Bittiği sanılan bir şarkının sonsuza kadar sürecek ezgisinin kulaklara miras bırakılışına şahitlik etmiş bir hikâyenin adıydı Kasım. Birçok güzel ismin portresini yazmış, gönüllere taşımıştım, lakin yaklaşan Kasım bir göreve çağırıyor gibi daha gelmeden yüreğime selamlar gönderiyor, “PAŞA’nı yazmayacak mısın?”diyordu. Evet o benim PAŞAM’dı. Benim harcım değil onu yazmak, kalemimin gücü yetmez buna demek,acziyet ve bir kaçış olurdu. Onu yazmak en çok benim hakkımdı dedim. Çünkü ben onu en çok sevenlerdendim. Uykusuz geceler geçiriyor, yaşadığım her şey bu odaklanmanın gölgesinde kalıyordu. Gönlüm zihnimi tezgâh eylemiş ilmek ilmek onu işliyordu. Bu bir biyografi yazısı olmasın, bu bir Anadolu türküsü,‘Anadolu Türkü’nün türküsü olsun istiyordum. Zira o tür yazıya her yerde ulaşmak ve okumak mümkündü. Bu yazı hep beraber söyleyeceğimiz söylerken içimizi titretecek ve bizi birbirimize daha çok bağlayacak bir türkü olsun istedim.
    Kalemimi mavi gözlerinde ki hokkaya bandırıp sarı saçlarını divit Anadolu’mu kâğıt eyleyip çıktım yola. Sen yolumu kolay eyle ey rabbim.

    Sene bin sekiz yüz seksen bir. Baba Ali, Ali Rıza. Bu topraklarda sevgilidir Ali, rıza almaksa öğretidir. En sevilenlerin rızasını almayanların adamdan sayılmadığı bir töre yaşar bu topraklarda. Ana ise öz, asıl, cevher manasına gelen o bildik asil duruşlu mütevazı analardan Zübeyde Ana. Haziranda başını eğmiş Anadolu’nun uzayıp giden ovalarındaki buğday tarlalarının sarısını saçlarında, üç tarafı denizlerle çevrili adı aşk olan toprakların denizlerinin mavisini gözlerinde taşıyan bir çocuk getirirler dünyaya. O acı dolu bir evde dünyaya merhaba dedi. Kendinden önce üç kardeşi ölmüş, doğduğu evi bir matem yerine çevirmişti. Bu yüzden hem anne hem baba için o çok özel, çok kıymetli bir varlıktı. İşte bu duygular içindeki bir ailede başladı bütün bir Türk milletinin gönlüne uzanan yolculuğu. Bize de hoş geldin paşam demek kaldı. Hoş gelir sefa gelir zulme ve çaresizliğe karşı göğsünü gerip zeybek oynayan yiğit. Hoş gelir sefa gelir kendi kaderini milletinin kaderiyle birleştirip destanlar yazacak olan yiğit.

    O muhteşem olarak isimlendirilen çok milletli, çok dilli ve çok güçlü bir yapı olan Osmanlı’nın bir ferdi olarak dünyaya geldi. O muhteşem şarkı bitmiş, gücü tükenmiş, takati kalmamış hüzünlü bir şarkı gibiydi artık. Anadolu savaş yorgunu aç sefil ve darmadağındı o dünyaya geldiğinde. Hızla kan kaybediliyor dört bir tarafta başarısız sonuçlar alınıyor, zafere ve başarıya alışmış bir millet mağlubiyetler zinciri içinde perişan yaşıyordu.
    İşte bu resim içerisinde dünyaya gelmiş ve bir çocukluk geçirmiş Mustafa, herkesin bildiği o klasik eğitim öğretim kademesinin basamaklarından geçiyor ve Türk tarihinin en büyük komutanı olma yolunda hızla ilerliyordu.

    Farklıydı, aykırıydı. Herkesin mutlu olduğuyla mutlu olmuyor, başka düşünüyor, başka seviyor, başka bakıyordu hayata. Dini temayüllerin ağır bastığı bir ailede, molla olarak görülen bir ananın dizinin dibinde büyümüş olmasına rağmen Manastır Askeri Lisesi’nde Fransız filozoflarının yasaklanmış eserleri ve şiirle tanıştı. Sabaha kadar gizlice Voltaire, Russo, Montesquieu ve Namık Kemal okudu. Belki de böylece onun için hiç bitmeyecek özgürlük şiirinin şairi olma yolculuğu başlıyordu. Ve ölümünün üzerinden yıllar geçse de topraklarının ozanları onun Samsun’dan bir daha gelmesini hayal edecek ve türkülerine taşıyacaktı.

    Sana hasret sana vurgun gönlümüz
    Neredesin mavi gözlüm
    Nerde nerede neredesin dost
    Bu gemi bu Karadeniz
    Sarı saçlım mavi gözlüm
    Nerde nerede neredesin dost
    Ararım izini Dolmabahçe’den
    Bir daha dönmez mi bu yola giden
    İçimde sen, gözümde sen
    Sarı saçlım mavi gözlüm
    Nerde nerede neredesin dost

    Babasının ölümünün ardından zor günler yaşayan Mustafa her zaman üniforma giymek istemiş, bu aşk ile yanıp tutuşmuştu. Bir üniforma da bir adama ancak bu kadar yakışırdı. Üniformanın içinde çok yakışıklı duruyor, bu ona özgüven olarak geri dönüyordu. O artık bu milletin ordusunun bir komutanıydı. O yaşlarda etnik kimlik çeşitliliklerine, batı ve Musevi kimliklerine yakından tanıklık etti. Genç Mustafa Kemal artık imparatorluğun içinde bulunduğu durum için gerçekçi çözümler düşünmeye başladı. Artık o yaşananları hazmedemeyen ve ulusu için endişelenen, gittikçe karanlıklaşan insanının geleceği üzerinde kafa yoran genç bir devlet adamıydı. Endişeliydi, endişesini büyük güçlerin desteklediği ajanlar, azınlıkları imparatorluğa karşı kışkırtıyor her geçen gün biraz daha büyüyen sorunlar teşkil ediyorlardı. Bin sekiz yüz doksan sekizde Girit adası ile ilgili bir sorun Yunanlılar ile aramızda bir savaşa yol açtı. Askerlerin cepheye gidişini izleyen ve bundan çok etkilenen Mustafa Kemal artık büyük düşlerin sahibi, idraki oturmuş Türk Milleti’nin geleceğine talip bir komutan olmuştu belki de farkında bile olmadan.

    İki yıl sonra eğitimini tamamlayan Mustafa, Osmanlı’nın efsane kenti, Yahya Kemal’in Aziz İstanbul’u için hazır ve nazırdı. O artık İstanbul Harbiye Okulu öğrencisi idi. İmparatorluğun kalbi sayılan o kutlu şehir yüreğinin tam ortasından ikiye bölünmüştü. Bir yanı sefalet içinde yaşayan arka semtlerin sakinleri Türkler, bir yanda ticaretle uğraşan azınlıkların oluşturduğu Pera gibi yerler vardı. İmparatorluğun iç işleri ve ekonomisi tamamen yabancıların kontrolünde ve sarsılmaz hâkimiyetinin gölgesi altında can çekişiyordu. Türkler kendi ülkelerinde, kendi topraklarında adı konulmamış bir esaret yaşıyordu. Hani şair diyor ya:

    Öz yurdunda garipsin öz vatanında parya…

    Kardeşin kardeşi sattığı, dost denilenin dostun darağacında ipini çektiği bir dönemden geçiliyordu. Harp okulunda da durum bundan çok farklı değildi. Okulun şartları sağlıksız, padişahın casusları ile dolu bir ortamdı. Bin sekiz yüz doksan dokuzda bu okulun piyade sınıfında eğitime başlayan Mustafa Kemal ilk başlarda yalnızdı. Belki de ömrünün sonuna kadar yalnız, anlaşılmayan bir adamın zaferlerle dolu yaşamına biz yabancıydık. Algılamakta ve anlamakta zorluk çeken belki de hep bizdik. Bu süreçte Ali Fuat Cebesoy dostluğu ona bir nebze nefes olmuş, o artık adından bahsedilen ve sağda solda ülkenin geleceğine dair fikirler beyan eden, bilenen, hayaller kuran ve bir milletin geleceğine talip olan bir şahsiyetti. O dönemde Ali Fuat ile içinde bulunulan ümitsiz durumu anlatan bir gazete çıkaran Mustafa, geleceğe dair fikirleriyle etrafındaki insanları etkileyen ve giderek siyasallaşan bir konuma geliyordu. Hırslanıyor, bileniyor ve yeni bir hükümet kurmanın ve arkadaşlarına görev dağıtmanın ve kendini lider olarak görmenin hayallerini kuruyordu.

    Bin dokuz yüz beşte Harp akademisinden yüzbaşı olarak mezun olan Mustafa Kemal yasa dışı yazılar yayınlamak suçundan kısa bir süre hapis yatıp sonra Şam’a sürgün bir komutan olarak gönderilir. Görkemli bir meslek hayatının başlangıç noktasındaydı artık. Ve henüz yirmi dört yaşındaydı.
    O genç yaşta İstanbul kapılarına dayanan tarihi bir geleneğin son kahramanı, son başkomutanıydı. Hayalleri vardı. Uykuları firari, yedi içtiği zehirdi. Çünkü milleti fakr-u zaruret içinde harap ve bitap düşmüştü.

    Şam’daki üç yıllık sürgün boyunca çok okuyup çok düşünüyordu. Şam’da yalnızdı ve çevresindeki koşullar nedeniyle depresyon ve uykusuzluğa sürüklendi. Bu sırada ordunun, milletin ve devletin halini irdeleyip üzerinde çözüme yönelik fikirler geliştiriyordu. O kadar çok okumuştuki, fikir düzeyi artık:
    -Şu ana kadar okuduğum onca filozoflar arasında insanlığın iyiliği için gerçekçi çözümler sunan birine rastlamadım. Diyordu.
    Diğer subayları ve halkı top yekûn bir mücadeleye hazırlamak için Vatan ve Hürriyet adında gizli bir örgüt kurdu ve parolası:

    Özgürlüğün olmadığı yerde ölüm ve yıkım vardır. Her türlü ilerleyişin ve kurtuluşun çözümü özgürlüktür.

    Bu olaylar yaşanırken İttihat ve Terakki ondan önce davranıp bir hareket başlatıyor ve Mustafa Kemal Jön Türkler olarak adlandırılan bu hareketin etkisiz bir elamanı olmaktan öteye gidemiyordu.O dönemde küçülmeyi ve balkanlardan geri çekilerek Anadolu topraklarına sahip çıkmayı öneren Mustafa Kemal’in bu tezi taraftar bulamıyor ama yıllar sonra Misakı Milli olarak karşımıza çıkacak,oradan da Türkiye Cumhuriyeti’ne uzanan bir hale dönüşecekti. Bir yıl sonra padişah ve taraftarlarının Jön Türklere karşı başladığı hareketin kurmay başkanlığına atanan Mustafa Kemal başında olduğu orduyu da Hareket Ordusu olarak adlandırdı. Bu dönemde Genelkurmay’a yazdığı mektuplarda “ulus” ve “ulusal istenç” terimlerini kullanıyordu. O güne kadar kullanılmayan bu terimler geleceğin bir habercisi gibi Anadolu semalarında süzülen bir turna gibiydi.
    Trablusgarp ve Balkan yenilgileri bu milletin yaşamına demir bir yumruk gibi indi. Bu dönemde yaşanan Enver, Cemal ve Talat Paşa hikâyelerine hiç girmeyeceğim. Karanlık, karanlık olduğu kadar da bilinmeyenlerle dolu bu süreç bir muamma olarak kalsın. Lakin şunu söylemek isterim ki her Mustafa’nın bir Enver’i hep olmuştur, hep olacaktır.

    Dünyada büyük bir savaş vardı ve Türk Milleti bu savaşın tam ortasında kalmış bir yangın yerinde yaşıyordu. Doğuda sıkışan Ruslar, İngiliz ve Fransızlardan ellerini rahatlatmalarını isteyince, Churcill1915’te İstanbul işgali için Boğaz Harbi olarak bilinen o savaşı başlatır ve Mustafa Kemal 19. Tümenin başına Yarbay olarak Gelibolu’da görevlendirilir. O sıralar gözden kaçan bu olay bir savaşın kaderini değiştirecekti ve bu Boğaz Harbi tarihe mal olmuş bir kahramanın dünya sahnesine çıkışının başlangıcı olacaktı.

    Boğazlar dünya hakimiyeti için vazgeçilmez bir konumdaydı ve mutlaka geçilmesi gerekiyordu. Tarihi bir hesaplaşmanın da içten içe ateşi yanıyor ve Çanakkale Boğazı’na düşman gemileri dayanıyordu. Eşine benzerine rastlanmayan bu soysuz kuşatmayı milli şair Mehmet Akif:

    Şu Boğaz Harbi nedir? Var mı ki dünyâda eşi?
    En kesîf orduların yükleniyor dördü beşi,
    -Tepeden yol bularak geçmek için Marmara’ya-
    Kaç donanmayla sarılmış ufacık bir karaya.
    Ne hayâsızcatehaşşüd ki ufuklar kapalı!
    Nerde -gösterdiği vahşetle- “bu: bir Avrupalı! “
    Dedirir -yırtıcı, his yoksulu, sırtlan kümesi,
    Varsa gelmiş, açılıp mahbesi, yâhud kafesi!…
    Böyle anlatacaktı.

    Büyük bir savaş yaşanıyor ve bu büyük savaş her hareketi ile ordusunun ön saflarında çarpışan Mustafa Kemal’i büyük bir kahramanlığa taşıyordu. O şartların zorluğu ile değil, hayalleriyle ilgileniyor ve artık tarihin ona düşlediği her şeyi vereceğinden emin bir eda ile askerlerine:
    -Ben size taarruzu değil ölmeyi emrediyorum. Diye sesleniyordu. Artık bir dönüm noktasında olan millet varoluş savaşını kazanıyor görkemli İngiliz ordusu büyük bir yenilgi yaşıyor Türk Milleti’nin kırılmış olan umudunu yeniliyor ve yine Türk Milleti’nin ufkuna yeni bir güneş doğuyordu. Çanakkale onun tüm dünyada adını duyuran ve oradan tüm kuzey cephesinin başına geçmesini sağlayan büyük bir komutan olarak zaferle bitirdiği bir savaş olmuştur.

    Bu zafer kaçınılmaz olanı engellemeye yetmedi ve yaşanan olaylar sonucu büyük bir işgal başladı. Milletin kaderi Mondros’ta kaderine terk edilmiş ve aziz İstanbul teslim edilmiş, İngiliz gemileri boğaza demirlemişti. Tam işgal günü İstanbul’a gelen büyük komutan bu gelişin bir gidişi olduğuna büyük bir inanç taşıyor ve bu inanç onu Anadolu’ya götürecek ve o destansı hareketi başlatmasına sebep olacaktı. Artık Türk Milletinin Kurtuluş Savaşı mavi gözlü devin önderliğinde başlamıştı. Samsun’da doğan bağımsızlık güneşi Amasya’dan bütün bir Anadolu’ya ayağa kalk emrini veriyordu.

    Artık olmak ya da olmamak üzerine büyük bir savaş başlamıştı ve bu savaş Türkiye Cumhuriyeti’ne uzanan bir destana dönüşecekti. Bu destan dünyanın en güzel destanı ve en büyük komutanını gönlümüze taşıyacak yeni, pırıl pırıl bir ülke armağan edecekti.

    Tarihi olaylara girmeden paşamı anlatayım istemiştim ama onu Çanakkale ve Kurtuluş Savaşı olmadan anlatmak bir şarkının notalarını çalmak olacaktı. Bu sebeple asıl mevzu Atatürk’ü anlamak konusunu, paşamın türküsünün sonuna bıraktım. O birilerine göre din düşmanı, birilerine göre putlaştırılmış “Beton Kemal” , Stalin’e göre faşist, Hitler ve Mussolini’ ye göre komünist, bazılarına göre ise diktatör oldu. Ama burada gözden kaçan tek şey,O Türk Milleti’nin ATATÜRK dediği bir sevdanın adıydı. Bazı konularda belki hata yapmış olabilirdi. En nihayetinde o da bir insandı. Şartların bu kadar olumsuz olduğu bir dönemde kendi istikbalini değil de bütün bir milletin istikbalini düşünmüş bir adamı acımasızca eleştirmek yerine oturup anlamak ve incelemek yoluna gitmek gerekir diye düşünüyorum.
    Atatürk ne kutsallaştırılıp tapılacak bir motiftir ne de aşağılayıcı bir eda ile küstahça ele alınacak bir motiftir. O BU MİLLETİN ÖZGÜRLÜK ŞARKISININ SOL ANAHTARIDIR.

    Bu on kasım yeni bir milat olsun isterim. Bunca ihanet yaşamış bir milletin onu yeniden incelemeye ve devrimlerini, yapmaya çalıştıklarını tekrar anlamaya çalışması gerektiğini düşünüyorum. Onun varlığı ile savaşmak ya da onu kutsamak yerine onun gözünden dünyaya bakmaya ihtiyacımız olduğunu düşünüyorum. Herkesin yaşam biçimi, felsefesi ve tercihleri kendini ilgilendirir. Ne İslam inancımız ne de asırlık devlet geleneğimize O gölge düşürmemiş, aksine değişen dünya şartları içinde çok daha güçlü bir şekilde varlığımızı devam ettirmemiz için mücadele etmiş, hayatını adamış bir adamdır.

    O bütün bir dünyanın kahramanlığını kabul ettiği bir adamdır. O Roosevelt’in “Benim üzüntüm, bu adamla tanışmak hususundaki şiddetli arzumun gerçekleşmesine artık imkân kalmamış olmasıdır.”dediği, O Vladimir İlyiç Lenin’in, emperyalistlerin gururunu kıracağına inandığı bir devrimcidir. O büyük bir özgüvenin ve cesaretin örneği, İngiliz General Sir Charles Townshend’in “Ben şimdiye kadar on beş hükümdar ve cumhurbaşkanı ile özel ve resmi konuşmalar yaptım. Bu geceki kadar ezildiğimi hatırlamıyorum. Mustafa Kemal’de büyük bir ruh kudretinin esrarı var.”dediği adamdır. O bir tek bizim, hakkıyla tanıyıp anlamakta yetersiz kaldığımız, kendini bizim varlığımıza adamış bir aşkın adıdır.

    O Aşık Veysel’in ağıt yaktığı, O Neyzen’in paşası. O Nazım’ın Kuvayi Milliye Destanı’nın kahramanıdır. O bir millete genlerinde esaretin olmadığını anlatıp özgürlük iksirini yeniden içiren muhabbet ceminin sakisidir.

    Bugün on kasım. Bugün bir yas günü değil anlamak, algılamak,ve birlikte söylemekten onur duyduğumuz bir şarkının doğum günüdür. Gelecek nesillerimize bu şarkıyı yeniden söylemeyi öğretmenin vakti tam bugündür. Onu zeybek oynarken izlettirip asaleti, at üstünde duruşu ile cesareti, Kocatepe’den Afyon Ovası’na bakarkenki duruşu ile pes etmemeyi, devrimleri ile yenilikçiliği öğretelim. Geldikleri gibi giderler diyen adamın emperyalist sömürücülere karşı verdiği savaşı ve dik duruşu çocuklarımıza yudum yudum içirip onları ufku geniş, vatanına aşık, milletine sarsılmaz bir bağla bağlanmış Mustafa Kemal’ler olarak yetiştirelim. Haydi, bugünü onu anlama, onu yeniden tanıma bayramı sayıp bir bayram sabahı kucaklaşması ile onunla yeniden kucaklaşalım.

    SARI SAÇLARINDA HİLALİM, MAVİ GÖZLERİNDE YILDIZIM KALDI PAŞAM.
    HAYDİ BİR DAHA ÇIK GEL SAMSUN’DAN PAŞAM

    MUSA GÖÇER…

    Devamını Oku

    Anadolu ve Sonsuz Uykusu

    Anadolu ve Sonsuz Uykusu
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    “Ve sen kabuğuna düşman
    Aslını inkâr
    İflah olmaz yarasın”

    Bir kısrak başı gibi uzanıp Orta Asya’dan Anadolu’ya merhaba diyeli çok oldu. Merhaba dedin diyeli görmedin güzel bir gün. Devlet senindi, senin adınla anılıyordu ama sen hep ikinci sınıf bir halktın yaşamın boyunca. Bir devşirme etmedi at üstünde yıllarca sınırdan sınıra koşturman. Tımarlı sipahilik ve savaşlarda tükenmişlik hep kaderindi. Devletin asil sahibi olan sen, Türk, senden olmayanların yaşamının yanından bile geçemeyecek, hep çileli bir yaşam sürdün. Bunu hiç fark edemedin. Yüzyıllar boyu çile boynuna farz, gayri senden olanlara sefa farzdı.

    Irkçılık değil bu söylediklerim. Sen yetiştirdiğin buğdayı bölerken “devlet ebed müddet” diye, Ermeni altın işi ile yalılarda, Rum ticaret ile konaklarda saltanat sürüyordu. Doğan çocuğun potansiyel asker, sonu şehitlik; karın dul, çocuğun hep babasızdı. Sen pek fark edemedin. Vatan kutsal, ölmek şart, biat Talas Savaşı sonrası boynunda künye oldu. İnanç dediğin şeyi Araplaşmak sanıp benliğine sırt döndün, o gün bugündür çile de sen de, ölüm de sen de, eziyet de sen de. Hiç demedin ki “ben bu ülkenin sahibiyim, güzel yaşamayı en çok ben hak ediyorum.”

    İki bin küsur yıldır sarhoş bir eda ile dolanıyorsun bu topraklarda. Araplaşmadan önce Handın, Hakandın, ve dahi Gökhan’dın, dönüp tebaa oldun, çileye selam durdun. Slav ırkından sarı saçlı, yeşil gözlü bir kadının evladı kadar ederi olmadı çekik gözlü evladının. Onlar saraylarda saltanat sürerken, sen ve evlatların ayrı ayrı serhat boylarında at koşturup keçe ile sarılıp toprakta uyudun. Sevdiğine sarılmak yerine okuna ve yayına sarılarak uyudun. Kılıcın kadının oldu, kadının yalnız kaldı.

    Devlete olan aşkına yok sözüm. Devletin neden senin kadar sana âşık olmadığına itirazım benim. Senin geninde vardı sevdası vatanın ama vatanı yönetenlerin iki bin yıldır sefa sevdası. Sen bunu hiç göremedin, hâlâ da görmüyorsun. Son seçim de beni haklı kılıyor.
    İktidarı sevmiyorum ama kızgın da değilim. Onlar iki bin yıllık gerçeği bilerek çok güzel bir sistem kurdular. Bu sistemi sen derin uykunda iken kırmak elbette mümkün değildi. Talas öncesi kadının kutlu iken şimdi “sürtük” oldu, sustun. Han’a itiraz etmek yiğitlik idi, şimdi vatan hainliği oldu. Oysa sen güzele güzel, çirkin olana çirkin diyen ve baş eğmeyen bir törenin ferdiydin.

    Yolunda giden hiçbir şey yokken vatan, millet, Sakarya güzellemeleri ile öz yurdunda garip, öz vatanında parya oldun, hâlâ uyanmadın. Bir Suriyeli kadar ederin olmadı, önce vatan dedin, kandın, daldığın uykuya yeni bir vatan, millet, Sakarya türküsü ekledin.

    Belki de haklıydın. Bu kadar karanlık bir tablo içinde, kendi izahtan aciz bir muhalefet güruhu seni hiç anlamadı. Ne dilini bildi, ne hislerini, ne şiirini, ne türkülerini. Az bir idrak sahibi olsalar iş o kadar kolaydı ki. Ama onlar senden de daha derin bir uykuda iken, nasıl çıkar ki karanlıklar aydınlığa?

    Yüz yıl önce çıktı bir yiğit. Değiştirdi her şeyi. Ama onlar onun kurduğu sistemi anlamadıkları gibi, ondan uzak sarhoş bir bilinç ile sefaya daldılar. Cumhuriyet balolarında smokin ve abiye giyerek dans etmeyi Atatürkçülük sandılar. En güzel onlar düşünür, en iyi kitabı onlar okur, en güzel konserlere onlar gider, en iyisini hep onlar bilirdi. Bir taraf Arap hayranlığı ile sevişirken diğer taraf hasta Avrupa’nın burjuvası edası ile sevişti. Olan da hep sana oldu.

    “Köylü milletin efendisidir” diyeni unutup başörtüsü ile çağdaşlık saçmalıklarına düştüler. Zübeyde Hanım’ın fotoğrafına bile bakmadan. Aydınlığı şarap kadehinde, süslü toplantılarda, cafcaflı kıyafetlerde aradılar. Fransız istilası fiilen bitse bile, kültürel olarak hâlâ zincirleri bileğimizde kalmıştı, anlayamadılar.
    Atatürk tarlalarda, fabrikalarda aşk ile gezerken, onlar Avrupa müziği dinleyerek aydın olmanın Atatürkçülük olduğunu sandılar.

    Şimdi yetkim olsa muhalefete kayyum atardım, bunu da dipnot olarak yazayım buraya.

    Sonra ne mi oldu? Birileri çıktı, senin dilin ile konuştu. İki bin yıldır özlediğin önemsenmeyi söylem olarak gerçekleştirdi. Sırtına bassalar da sen sırtının ağrısına değil, söyleme kandın. Çünkü önemsenmeye aç, dikkate alınmaya muhtaçtın. Özünde diğerlerinden farkı olmasa da, sözünde sen vardın. Kandın. Seni kınamıyorum, aksine çok haklı olduğunu düşünüyorum. “Beni ez ama beni küçümseme, ben koyun değilim, kurdum” demek istiyorsun ama kurt olduğunu anlatmak için de yanlış işler yapıyorsun be güzelim.
    Ezilmişliğinin intikamını alıyorsun yine kendi canını ezdirerek.
    Bu sabah senden birilerini ücretsiz çorba sırasında dururken, dün kutlama yapan konvoyda gördüğümü hatırladım. Ama mutluydu, çorba sırasına muhtaç olmasına takılmıyor, önemsenmenin keyfini yaşıyordu.

    Geldiğimiz nokta büyük doğumlara gebe. Aslında sen de artık iki yolun da yanlış olduğunu en iyi bilensin.

    Sana son sözüm: Kırk çerîn yoksa, kırk mangal eden yüreğin var… Hadi uyan ve özüne dön, özüne kurban olduğum.

    Sende sığar iki cihan, sen bu cihana sığmazsın.

    Musa GÖÇER

    Devamını Oku

    GÖNLÜM HEP SENİ ARIYOR

    GÖNLÜM HEP SENİ ARIYOR
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Ne vakit duman çökse gönül dağına, özleriz onu. Usta bir tezene değerde gönlümüzün bam teline, titrer yüreğimiz. Kalpten kalbe giden o sırlı yolun bir ucu yar gönlüne bir ucu kendi gönlümüze çıkar.
    Hangimiz özlesek yari hep aynı cümle dökülür dilimizden onunla başlarız söze…

    Sinemde gizli yaramı kimse bilmiyor
    Hiçbir tabip yarama merhem olmuyor
    Boynu bükük bir garibim yüzüm gülmüyor
    Göynüm hep seni arıyor neredesin sen

    Koca bir ömrü “Bir yoksulluk bir hasret biri de ölüm” diye anlatır büyük usta. Sanki her ozanın kaderiymiş gibi yoksulluk ve garibanlık Neşet Usta’nın da kaderi olmuştur. Onlara ABDAL derler. Göçebe manasına gelen bu sözcüğü yaşam biçimlerinden alırlar. Yoksul hırkalar giyer yaman mı yaman bozlaklar söylerler. Türkmen aşiretidirler. Rivayet edilir ki asırlar önce Kara Yağmur isimli bir deve en önde ardında dört bin çadır yüklü bir kervan ile çıkarlar yola. Horasan’dan Anadolu’ya uzanan yolculuğa başlar. Oradan oraya sürükleyen yaşam Kırşehir, Kırıkkale civarındaki Keskin’e yerleştiler.

    Baba yine türkülerin bir başka büyük ustası Muharrem anne ise Döne Hanım’dır. Acıyla yoğrulmuş, kederle karılmış bir hamurdan yapılmış canlardır. Gittikleri yerlerde horlanmış dışlanmış küçümsenmişlerdir. Onlar buna dayanmış bozlaklar söyleyip, türküler çığırarak yaşama tutunmaya çalışmışlardır. Babası büyük usta Muharrem Ertaş’ın sesinden dinlediğimiz o Dadaloğlu sözleri sanki bu yaşamın bir filmi gibi gelir geçer gönül sahnemizden.

    Kalktı göç eyledi Avşar elleri
    Ağır ağır giden eller bizimdir
    Arap atlar yakın eder ırağı
    Yüce dağdan aşan yollar bizimdir
    Belimizde kılıncımızKirman’i
    Taşa geçer mızrağımın temreni
    Hakkımızda devlet etmiş fermanı
    Ferman padişahın dağlar bizimdir

    Hoca Ahmet Yesevi’nin Anadolu’ya Türkmen dilini yaymak için gönderilmiş bir misyondan geldiklerini anlatır tarih. Kaygusuz Abdal, Teslim Abdal’lar hep bu misyonun birer ferdidir. Anadolu’nun Türkleşmesi silah değil gönül fethiyle yapılmıştır tezinin bir ispatıdır belki de bu.

    Dağlara söylenen yiğit türkülerin, aşk nağmelerinin Çiçek Dağı’nda boy veren en güzel fidanları gönül iklimimize o güzel rayihaları büyük bir fedakarlıkla sunmuşlardır. Önceleri dini ve tasavvufi konularda eserler verirlerken değişen hayat şartları ve toplumun onları sürüklediği nokta bu eserlerin içerik değiştirmesine neden olmuştur. Düğün ve eğlencelerde boy gösterir karınlarını böyle doyurma yönelirler. Köy köy gezip eğlencelerde rol alır eserlerini sergiler bir toplum olur Abdallar.

    Müziğe doğuştan yetenekli bu neslin en büyük temsilcilerinden biri olan Neşet Ertaş Otuz sekizde hayata merhaba der ve Muharrem ustanın tezgahından türkülerle yoğrulmuş bir yaşamın yoluna çıkar. Çocukluğu köyde geçer. Daha ilkokul öğrencisi iken keman ve bağlama çalmaya başlar. Muharrem Usta kendi hiç yanından ayırmayan ve ne biliyorsa kendine aktaran Yusuf Ustadan öğrendi ise her şeyi o da oğluna aktarmıştır. Her gittiği yere Neşet Ertaş’la gider birlikte çalıp söylerlermiş. Sekiz yaşına kadar Kırtıllar köyünde yaşayan Ertaş’lar göçebelik kaderlerinin hükmüne boyun eğer ekmek için bir başka yere göç eder İbikli’ye yerleşirler. Yaş on iki iken anneye veda vakti gelir ölümün soğuk elleri annesini alıp götürür. Baba Muharrem Yozgatlı Arzu Hanım ile evlenince göçebe yaşam bu defa onları Yozgat’ sürükler.

    Çektikleri acı ve yoksulluk sanki seslerine gırtlaklarına işlemiştir. Acı sese renk olur mu olurmuş. Neşet “Ben her ne öğrendiysem babamdan öğrendim, babamla ben aynı ruhun insanlarıyız”der. Baba oğul ilişkisi aslında bir mirasın aktarılmasıdır. Baba ay dost deyince yeri göğü inleten adamın oğlu Anadolu’nun büyük aşığı olma yolunda ilerleyecekti elbette. Babanın sesi oğlunun sesine sinecekti.

    Dizinde sızıydı anamın derdi
    Tokacı saz yaptı elime verdi
    Yeni bitirmiştim üçünen dördü
    Baban gibi sazcı oldun dediler

    Artık büyümüştür Neşet. Gençlik yılları köy köy gezip çalarak ve söyleyerek geçer. Düğünlerde çalıp insanları eğlendirmek bu içli adam için zulüm gibi gelmeye başlamıştır. Bu bir çelişki bu bir sancıya dönüşmüştür. Bu sancıyı ustanın bir ansını dinlerken anlayabiliyoruz.

    Yine bir gün yakın bir köye gitmiştik. Çalıp söyleyip eğlendirecektik. Bizi bir odaya götürdüler. İçeriye girince genç bir delikanlının hasta yatağında ve başucunda anasını oturur gördüm. Tam odadan çıkacakken kahya engel oldu ve geç geç burada çalacaksın dedi. Ne çalayım ben orada bir genç yatıyor acılı anası gözlerimin içine bakıyor. Hayat işte mecbur ne çalıp çalmadığımı bilmeden o geceyi bitirdim. Eve döndüğümde o sahne gözümün önünden gitmiyordu. Çok etkilenmiştim. O gece oturup anam ağlar başucumda isimli türküyü yazdım.

    Anam ağlar baş ucumda oturur
    Derdim elli iken yüze yetirir
    Bu dert beni yiye yiye bitirir
    El çek tabip el çek benim yaramdan
    Ölürüm gurtulmam ben bu yaramdan

    Böylece ilk beste çıkar ortaya. Artık o gönlümüze uzanan yolun en güzel yolcusu olacaktır. Kimseye bu benim bestemdir demez diyemez. Yıllar sonrası babası gelir ve sorar. Ne diyeceğini bilemeden susar usta. Babası;
    Bize garipler derler yavrum gönül de garip.
    Bu sözden sonra büyük usta artık GARİP mahlasını kullanacak eserlerini bu mahlasla yazacaktır.

    Perişan halimi gördün
    Bana bu derdi sen verdin
    Benim derdim senin derdin
    Sen benimsin ben seninim
    Kalbimi kalbinden duyan
    Halım değil midir ayan
    Garib’i bu hala koyan
    Sen benimsin ben seninim

    Ertaş bir güzele gönül verir. Babadan rica edilir yârin kapısına gidilir. Adları garip,işleri çalgı olunca burun kıvırır baba. Yerleşik hayata geçip başka bir iş tutma şartı koşar Ertaş’ın aşık gönlüne. Oysa o garipti. Çalmak ve söylemekten başka bir iş bilmezdi. Bu işe çok içerler usta.

    Yarinaşkıynan arttı hep derdim
    Babamı bir yâre düğür gönderdim
    Başlığı çok istemişler haberini aldım
    İstemiyor seni yârin dediler.
    Kırşehir’de yedi sene kalınca
    Düğün düzgün hepsi bize kalınca
    Ne yapsın çalgıcı arkadaşlar yer daralınca
    Angara’ya gider yolun dediler.

    Dışlanmışlık, hor görülmüşlük yine kapıya göçü dayar. Çıkar gurbet yoluna ben gurbette değilim gurbet benim içimde der gibi. Bin dokuz yüz ellilerin ortasında kopar bozkırdan usta. Elinde saz cebinde iki lira bir de buçuğu var fazlaca. Henüz yaş yirmi olmamıştı. Çıkınında aşk acısı, sırtında geçim davası, dilinde türküsü vardı. Anadolu’nun garip yiğitlerinin adresi o zamanda İstanbul’du şimdi ki gibi. Düştü yola usta vardı gurbete.

    Gurbete gideni de gelmez diyorlar
    Akar gözyaşlarım dinmez diyorlar
    Sevenler murada ermez diyorlar

    Yüzü yanık bir adamın bütün gün sazını dinleyip insafa gelmesiyle başlar gurbete biletsiz bir yolculuk. Otel köşeleri, parasızlık, garibanlık. Karın tokluğuna bile iş bulamamış bir garip. Yol götürür onu Doğu İşhanı’nın önüne. Kaldırır kafasını bakar, okur tabelayı. Tabelada Şen Plak yazar. Çıkar yukarıya elinde sazı. Behiye Aksoy dinliyorlar içeride. Seslenir kendine İsmail Şençalar. Ne arıyorsun diye. Ben saz çalarım der ve girer içeriye. İşimiz bitsin de dinleyelim seni der içerdekiler. Başlar usta babasından bir bozlağa büyük usta;

    Neden garip garip ötersin bülbül
    Yoksa sen de bahtı kareli misin
    Durmaz feryat edip coşarsın bülbül
    Sen de benim gibi yareli misin

    Ağlar Kadri Şençalar. Sarılır boynuna tutar elinden götürür ustayı Beyoğlu saza. Çal garip der çıkarır sahneye. Yatacak yer yiyecek ekmek türkü söyleyecek mekan verirler gariplerin garip türküsüne. Artık öğlen ve akşam yemeği, tek göz evi ve yedi buçuk lira yevmiyesi vardı. Zaman böylece akıp geçiyordu. Koskoca bir yalnızlık içinde iki yıla yakın bir zaman akar gider sokaklarında İstanbul’un. Dilinde Zeki Müren’in “Yaşamak zevki verir ruhuma sonsuz kederim” şarkısı ile yol alır vapurlarında o koca şehrin. Şehir sıkar ustayı ve kaytan bıyıklı püsküllü sazı ile sahne aldığı Beyoğlu’na veda edip koltuğunun altında iki plak ile döner Kırşehir’e.

    Günler akıp giderken radyodan bir ses duyar Ertaş TRT Ankara Radyosunda Yurttan Sesler de Hacı Taşan nerden gelirsin mahlenin aşığı diye türküler söylüyordu. Kaptı sazını düştü Ankara’nın yoluna. Kısmet oldu bir Cuma günü yurttan sesler’ de yankılandı yurdumun en güzel sesi.

    Geleli gülmedim ben bu cihana.
    O artık Türkiye’nin türküsü Anadolu’nun aşıklık geleneğinin son temsilcisi olma yoluna çıkmıştı. İyi ki çıkmış iyi ki “BOZKIRIN TEZENESİ” olmuştu.

    Ankara yılları başlamış sesi radyodan daha çok duyulur ve plak üstüne plaklar çıkartır. Bu yıllar altmışlara işaret ediyordu takvimde. Bir de büyük bir aşka düşer Mecnun Leyla’sını bulur vuslat gerçekleşir.

    Sevda gitmiyor serde
    Düşürdün beni derde
    Zülüflerin dökülmüş
    Al yanağına perde
    Kaşların kara kara
    Gözlerin derde çare
    Senin için yanarım
    Kerem misali derde
    Garibim böyle yarim
    Merhamet eyle yarim
    Suçum nedir bilmiyom
    Ne ise söyle yarim söyle

    Bu evliliğe babası karşı çıkar ve uzun süren bir küskünlük yaşanır. O artık ünlü bir ozan üç çocuk babası yapar. On yıl süren bir evlilikten sonra Leyla’sından ayrılır ve doruklara giden yol bu ayrılıkla başlar. Hata benim suç benim, kendim ettim kendim buldum, evvelim sen oldun ahirim sen oldun der. Yazı kışa çeviren türkülerin altına atar imza.

    Yazımı kışa çevirdin
    Karlar yağdı başa Leylam
    Viran oldu evim yurdum
    Ne söylesem boşa Leylam
    Her an Gözümde perdesin
    Nere baksam sen ordasın
    Mevlam ayrılık vermesin
    Gökte uçan kuşa Leylam

    Baba kırgın o eşinden ayrı başladı türkülerde atışma. Baba seslendi Neşet’e:

    Evvelce tutmadı Neşet sözümü
    Öksüz koydu yavruları kuzuları

    Yıllar akıp gidiyor. O her gün halkın gözünde büyüyordu. Süleyman Demirel ona devlet sanatçısı ünvanı teklifini sunuyor o ise “Ben halkın sanatçısıyım bu bana yakışmaz” diyordu. Konser konseri, turne turneyi izledi. Zeki Müren’le İzmir’de birlikte sahnelere giden yol Neşet Ertaş’ın yolu olmuştu artık. Pasaportunda saz öğretmeni yazan bir adamdı ve Almanya yılları başlıyordu. Gurbet, özlem sardı sineyi döküldü sazdan nağmeler, kuşatıldı gönüller.

    Memlekette kötü haberler geliyordu yeri göğü inleten baba Muharrem hastaydı. Döndü sılaya vardı babanın otağına. Yaz çiçeği gibi geldin diyordu hasta yatağından doğrulan baba. Yalan dünyadan ne buldun bak ölüm geldi diyordu. Baba iyi olunca Almanya’ya döner Neşet Usta. Birkaç gün sonra kara haber dayanır kapıya, baba artık intikal etmişti ebedi hayata. Babasının cenazesine gelemedi. Aradı memleketi haber almak istedi. Son nefesin de ne dedi diye sordu. “Sazımın emaneti” dedi dediler. Babasının bu vedası üzerine canı yanan usta onun bir bozlağının üstüne onun ay dost feryadıyla başlayan bozlağını seslendirdi. Yeri göğü inletti sesi, geldi gönüllere aktı.

    Ay dost deyince yeri göğü inleten
    Muharrem ustaydı bunu dinleten
    Gönül kırmazdı bilerekten bilmeden
    İnsan velisini neyledin dünya
    Sazını çalarken kendinden geçen
    Gönülden gönüle kapılar açan
    Aşkın dolusunu nefessiz içen
    Gönül delisini neyledin dünya
    Garip babamdı muharrem usta
    Bilirim aşıktı sevdiği dosta
    Sazımın emaneti diyen son nefeste
    Sazın ulusunu neyledin dünya

    Sancılı bir yaşamın sonuna doğru akıyordu ömür. Denizine koşan ırmaklar gibi. Kapanmıştı gurbete küskündü Anadolu’ya. Kapı çalındı. El Bayram Bilge Tokel’di yıl iki bindi. Yeniden döndü sılaya buluştu aşığı olan halkı ile. Konserler izdiham programlar bayram yeriydi. Otuz yıl sonra baba toprağına döndü. Uçsuz bucaksız bozkırları süzdü. Geçmişi andı. Ay dost diye haykırıp doğduğu dağlarda çiçekler açtırdı.

    Konsere gittiği yerlerde insanı ona “Sana gurban olurum,sana gurban olurum”diye sesleniyordu. Ücretsiz halk konserleri veriyor, Kalan Müzik sayısız türkülerini toparlayıp hazine haline dönüştürüyordu.

    Artık o Türkiye ulusal Envanterine yaşayan insan hazinesi diye kayıtlıydı. Ömrün sonuna gelmiş hastalanmış, askerliğini yaptığı İzmir’de hastane yatağında yalan dünyaya veda etmişti. İnsan ne zaman ölür sorusunun cevabı can verince değil adı anılmaz olunca gerçeğinin bir anıtıdır o. Sonsuza kadar yaşayacak bir isim, bir kutlu miras bıraktı bize. Onun türküleri ile sevdalanıp onun türküleri ile yâre mektup yazıyoruz hala. Yazmaya da asırlarca devam edeceğiz zannımca. Mızrabının darbeleri hem gönlümüzün bam telinde inleyecek, rahmet ve şükranla yad edeceğiz.

    Yalan dünyanın Çiçek Dağı’ndan yükselen gönlümüzü fetheden sesi hep gök kubbemizde yankılansın, türküler susmasın Anadolu ilelebet var olsun.

    Hep sen mi ağladın hep sen mi yandın,
    Bende gülemedim yalan dünyada
    Sen beni gönlümce mutlu mu sandın
    Ömrümü boş yere çalan dünyada.


    Ah yalan dünyada, yalan dünyada
    Yalandan yüzüme gülen dünyada


    Sen ağladın canım ben ise yandım
    Dünyayı gönlümce olacak sandım
    Boş yere aldandım, boş yere kandım
    Rengi gözümde solan dünyada


    Ah yalan dünyada yalan dünyada
    Yalandan yüzüme gülen dünyada

    Musa GÖÇER

    Devamını Oku

    12 Eylül ve Genç Fidanlarımız

    12 Eylül ve Genç Fidanlarımız
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    İdamlar ve işkencelerin kutlama partisi, bir onlardan bir bunlardan diyerek kapitalist sistemin uşaklığını yapanların kurban bayramıdır 12 Eylül.
    Hizmet ettikleri efendilerinin emirleri doğrultusunda Türk’ün milli ve manevi kimliği üzerinde leş kargalarının kurduğu ziyafet sofrası, vatanını, milletini, topraklarını seven gencecik fidanların can verdiği hain ellerce tutuşturulmuş bir orman yangınıdır 12 Eylül.
    12 Eylüle bir siyasi olay olarak bakıp bir çatışma olarak anlayıp değerlendirmek çok talihsiz bir bakış açısı olur. Dizayn etmek istedikleri bir toplumun kendi emellerine engel olarak gördükleri ufku açık etiketi farklı olsa da o toplumun öncü gençlerinin hasadı, onlardan kurtulma çabasıdır bu kara gün.
    Kapitalist sisteme koca bir toplumun göbekten bağlandığı ve kültürel değerlerin, milli değerlerin dejenerasyonu için düğmeye basıldığı ve büyük ölçüde başarılı olan mensubu olduğum milletin yas günü olarak algılıyorum bu hazin acıyı. Ahlaki, kültürel, metafizik algı içeren soyut değerlerin tahrip edildiği ve iyileşmemek üzere kodlandığı hain bir aşıdır 12 Eylül genimize uygulanan. Bu enjektenin acısını hala yaşıyor,ayrışmanın zehirli kollarından hala kurtulamamış bir millet olarak yaşamaya devam ediyoruz.
    Huzursuzlaştırılmış kaygı içinde yaşayan ve birbirine acımadan kıyan bir yapı oluşturulmuş, ekmek teknesini açamayan ve korkulu rüyalarla uyanan bir topluma kendilerini kurtarıcı olarak lanse edip bir günde tüm bu olumsuzlukları bıçakla keser gibi kesip kendi kahramanlıklarını ilan eden soysuzların bu topraklarda sahnelediği en acı tiyatrolardan biridir 12 Eylül.
    Bir devlet düşünün ki emniyeti bölünmüş, askeri gücü bölünmüş, eğitimcisi sanatçısı toplumun her kesimi etiketlenerek birbirine düşman ilan edilip birbirlerinin kanlarını içmek üzerine kodlanmış robotlara dönüştürülmüş. Bu uyku halinden uyandırıp koca bir milleti yol gösterecek ve birbirinizi kucaklayın sizin sizden gayrı kimseniz yok diyecek bir üst akıl çıkmayınca meydan kan emici cellatlara kalmış. Ve o cellatların darağaçlarına sürdüğü fidanların acı türkülerini hala söyleyen bir millet olarak gaflet ve delalet içinde yaşamak zorunda bırakılmışız.
    Şiirler susmuş, türküler ağıda dönmüş ve bilerek planlı bir ihanet ile bağlamamızın teli kopartılmış, ayrışmanın ve düşmanlaşmanın doruğunu yaşamışız. Bu kara ve karanlık olayın siyasi kısmına girmeden gönlümüzde açtığı yaraları, yüreğimizdeki izleri üzerinde durmak kısmını kendime hedef olarak seçtim. Siyasi boyutunu değerlendirmek ve irdelemek adına siyaset bilimciler zaten birçok çalışma yaptılar. Benim kaygım birbirini sevmeyen ve ötekileştirilmeye müsait toplumların hain ellerin nasıl kolay kurbanı olacaklarına dikkat çekmek.
    Bir gün öncesinde hiç bitmeyecek sanılan karmaşanın, kanın, ve acıların bir gecede nasıl sona erdiği sosyolojik bir inceleme ve insan aklını zorlayan bir olay karşımıza çıkıyor. Bu olayın sonucunda zaten istenen şey; Sorgulamayan, düşünmeyen itiraz etmeyen ve kapitalist sermayenin marka işgali ile hem kültürünü hem töresini hem de birbirini sevme yeteneğini kaybetmiş bir toplum yaratmaktı. Bu savaş yenilen Anadolu halkı bu hain tuzağa düşmüş ve hala acı çeken bir topluma dönüşmüştür.
    Hedefsiz, idealsiz bir gençlik yaratılarak bir toplumu savaşmadan ele geçirip ekonomik, siyasal ve coğrafik çıkarları doğrultusunda kullanmak için planlı olarak hazır hale getirilmesinin hikayesidir kara Eylül.
    Bütün darbelerde kaybettiğimiz Deniz’ler de,Özmen’ler de , Önkuzular’ da, Yusuf’lar da bu vatanın evladı idi. Etiketlerine bakarak kıyan eller aslında onları etiketleyip ölüme süren elin bizatihi kendisiydi. Kendi dalında en şirin yapraklarımızı birbirine kırdırıp, kırılmayanları da darağaçlarında soldurdular Eylül de.
    Beni çoktan aştı bu acı,
    Geçti gözümden bir resim.
    Oturup düşünüyorum
    Darbelerin tozunu.
    Yaşadım diyorum ya ben sana,
    Birikiyor umutlarım.
    Kaldı tortuları en güzel anıların.
    Eylül geçmiş kapımızdan,
    Süpürmüş kalıntılarını ışıkların.
    O güneş parlıyor hâlâ
    Ay yine bizim.
    (ALINTI)
    Kadim değerlerimizin yozlaştırılarak sosyal çözülmeye tabii tutulduğumuz kırk yıllık hazin öykünün hala bize bir şey anlatamadığını görmek derin bir yara ben de. Hal böyle iken demem o ki ;
    Hain emellere, kanlı ellere inat gelin sarılalım. Semahta bizim dua da bizim. Camide bizim cem evi de bizim. Bu vatan bizim, bu bayrak bizim diyelim. Biz Mustafa Kemal’in topyekün emanetçileriyiz diyelim. Hep beraber kardeşlikle bezenip, ilime, bilime, güzele barış şarkıları söyleyerek kol kola yürüyelim. Bir zeytin dalının ucundan tutarak güzel günlere şarkılar söyleyelim. Darağacında can veren fidanlarımızı tohum eyleyip bilince, düşünceye ilimin toprağına gömüp yeşertelim. Yeşertelim ki Eylül’de gidenlerimiz gülümsesin bize. Verdiklerini canları helal etsinler bize.
    Eylülü takvimden bir ay zannedenler var
    Oysa ki eylül
    Vuslatı mahşere kalmış
    Bir hikayenin adıdır.
    GÜZEL BİR TÜRKİYE İÇİN EYLÜLDE GİDENLERE SELAM OLSUN.
    KALMASIN O YİĞİTLERLE VUSLATIMIZ MAHŞERE. GİDENLERİN ARDINDAN YENİDEN BÜYÜSÜN YEŞİL FİDANLAR…
    MUSA GÖÇER

    Devamını Oku

    ASIL EYLÜL’DE İZMİR’DE BAŞKADIR AŞK

    ASIL EYLÜL’DE İZMİR’DE BAŞKADIR AŞK
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Sokakları parfüm kokar, kaldırımları şiir. Dağları türkü söyler, meydanları marş. Adı aşktır, bakışı Mustafa Kemal. Saçları sarıdır, gözleri mavi. Anadolu’da yaşıyor ve ülkene âşıksan, İzmir demelisin sevgilinin adına. Hele bir de aylardan eylül ve takvim dokuzu gösteriyorsa, istesen de istemesen de doğum günün sayarsın bugünü.

    Buluşma yeri için konum atmaya gerek duymazsın. Sevgilin yaklaştıkça içinin tik taklarına eşlik eder saat kulesi. Güvercinler senin şarkını söyler, bulutlar sevdiğine yazdığın son şiiri okur, gökyüzünden gülümseyerek.

    Sevgilinin elini tutup Kordon’da yürümeye başlayınca, Kocatepe’den Afyon ovasına keskin keskin bakıp hemen şimdi deli bir tay gibi yelelerini savurarak düşmanı önüne katıp denize dökecek Paşa gibi hissedersin kendini.

    Eskiler, güzel kadınlar için “gavurun kızı” derlerdi. Çok güzel anlamına gelen bu kullanım, kendi güzellerimize haksızlık olsa da, “Bu kadar güzel olmaz, olamamalı bir kadın” demek isteyen bir cümledir aslında. Birçok şeyi yanlış algıladığımız gibi bunu da yanlış algılıyoruz. Demem o ki, gavurun kızı kadar güzeldir İzmir…

    Gözlerine baktıkça, ondan ilham alırdım
    Bu aşk hiç bitmeyecek, ölümsüzdür sanırdım
    Allah’ım neydi suçum, neden bizi ayırdın
    Ben onunla mutluydum, olsa da gavur kızı…
    (Mahmut Yumuşak)

    Büyük gibi görünse de küçük ve şirindir İzmir. Her zevkin, her tadın yeri ve mekânı bellidir naif İzmir’de. Sevdiğin müziğin, sevdiğin yemeğin ve sevdiğin dostların mekânı bellidir ve hiç değişmez sevgilinin koynunda.

    Güneş, sevgilinin bad-ı saba da salınan sarı saçları gibi dalgalandırır ışıklarını göklerinde İzmir’in. Birazdan denizkızı çıkıp karşına “Bana bir şiir oku” diyecek sanırsınız. Şıklık ve zarafet İzmir kadınından yayılmış gibidir dünyaya. Aşkın şehridir İzmir.

    Attilâ İlhan’la gezersin sokaklarda, Didem Madak ile aşkı sorgular, Yılmaz Özdil ile köşe yazısı olursun İzmir’de. Hüsnü Arkan ile bir gün batımı, koşarak gelen sevgiline;

    “Bugün dağların dumanı aralandı, hoş geldin
    Ah ışıklar içinde kaldım, yandım efendim
    Sen bana yangın ol efendim, ben sana rüzgâr
    Tutuşsun gün, yansın geceler, zamanımız dar” dersin.

    Selanik’te doğsa da İzmirli sayarsın Atatürk’ü. Çünkü o İzmir’e, İzmir de en çok ona yakışır. Kurtuluş muştusunun hiç sönmeyen meşalesidir İzmir. Ankara baba, İstanbul zoraki evlilik, İzmir kavuşamadığın, eskimeyen gizli sevgilidir.

    Dağlarında açan hürriyet çiçekleri tüm yurda salar kokusunu. Derin derin çeker içine, selam edersin içindeki büyük aşka. Kırk kez gelecek olsan dünyaya, İzmir’de doğmak istersin yine. İzmir aşktır, aşk İzmir. Şiirine kafiye, şarkına nakarat, türküne mahlastır İzmir.

    Aylardan eylül, takvimde rakam dokuz ise, doğumuna sayarsın günü aşkın.

    DOĞUM GÜNÜN KUTLU OLSUN SEVDİĞİM

    MUSA GÖÇER

    Devamını Oku

    Ah Minel Aşk

    Ah Minel Aşk
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Bir şey hem en yakınımızda, içimizde; hem de en uzağımızda, dışımızda olabilir mi? Acısının bile mutlu ettiği bir başka vaka var mıdır hayatta? Bir küçük kıpırtının bir umman kadar yürekte büyütüldüğü, genetik şifremize işlenmiş o büyük sanatın adıdır AŞK…

    Nedir aşk? Eski gönül erbapları yüzlerce yıl peşinden koşmuş bu izah-ı muammanın. Her kim yapmışsa kendince bir izah, emin olun ki o izah yapana dahi yetmemiş. Aşk ki her tarifinin ardına yan yana üç nokta koydurmayı becermiş bir güz sancısı, serin bir bahar yeli olmuş. Kışın terletmiş, yazın üşütmeyi başarmış bir sır dünyası olmaya muvaffak olmuştur. Aşk, hep bir libido gözlüğünün ardından bakmak olmuş hayata. Cinsel iştiyakları barındırmayan aşk kimileri tarafından bu sığ izaha maruz kalmışsa da ehli bilir ki sevginin dinamiği ruhtur ve ruhun da cinsiyeti yoktur. Aşk, aynı özden üflenen iki ruhun birbirine iştiyakıdır. Zira bundan ötürü olsa gerek şair noktasını kitaba, zerresini güneşe benzetmiştir. Bir zerresinde oluş ve mekanın kaybolduğunu savunur aşkın.

    Yenilerin mutlu aşk yoktur dedikleri, eskilerin cefadan, ıstıraptan, çaresizlikten, gözyaşından azat olmuş bir aşık timsali göremeyiz diye yazdıkları “bir mavi sızıdır” aşk. Aşığın derdi vuslat değildir. Aşık, aşk derdiyle hemhal olmayı yeğlemiş, ruhunu onunla besleyen, vuslatı başka bir aleme bırakmayı tercih eder. Bundan ötürü olsa gerek Leyla ölünce Fuzuli, Mecnun’a onun kabri başında şu beyitleri söyletir:

    Âlem hoş idi ki var idi yâr
    Çün yâr yok olmasın ne kim var
    Teklif-i visal eder bana yâr
    Bir halvetdeki yoktur ağyâr
    Ya Rab bana cism u cân gerekmez
    Cânân yoğ ise cihân gerekmez

    Fuzuli

    Görüldüğü üzere varlığı bir dert, yokluğu ayrı bir derttir aşkın. Pervane kendini sakınmaz ışıktan, aşık malum sona çoktan rıza göstermiştir. Kendi içinde sevgiliden habersiz bir sevgili yaratmış, onu kendine tastamam eylemiştir. Artık kendisi yoktur, ancak ve ancak kendisinde var ettiği sevgili vardır. Bu sebeple der ki Bizim Yunus:

    Beni bende deme bende degilim
    Bir ben vardir bende benden içeri
    Beni sorma bana bende degilim
    Suretim boş yürür dondan içeri

    Artık aşık, onu onsuz yaşama demindedir. Biraz daha bağlanmak, biraz daha acıtmak için canını sebepler üretme faslındadır. Bir lütuf bekleme, o lütufa gönlünü bağlama, kirpiklerini ok eyleyip sinesini yaralama derdindedir. Bazen gözlerine takar aklını, gözler ki gönle giden kapıdır aşıka. Kimi zaman bir gülümseyişine adar gecelerini. Bir düş görümlüğü gibi gülüş ister kimi zaman. Kimi zaman bir tatlı söz. Gayrı sevgiliyi özlemek bir yaşam biçimi olur aşık için. “Görmemek yeydür, görüp divâne olmaktan seni” serzenişlerinde bulunur.

    Aşk deyince mevzunun geceden geçmemesi elbette mümkün değildir. Gecedir aşkı besleyen. Aşık olmayanla beraberdir geceleri. Hayali bir an bile eksilmez yanı başından. Üryan bir ruh hali onun dizelerindedir artık, çünkü karanlık sevgiliyi örtmüştür aşığın gönlü üzerine. Sabit’in dediği gibi:

    Şeb-i yeldayı muvakkitle müneccim ne bilir
    Mübtela-yı gama sor kim geceler kaç saat
    ?”

    Aşk, şiirin anasıdır. Şiir varsa aşka borçludur o güzel varlığını. İpliğe inci dizmek manasına gelen Nazım, aşkın lisanıdır. Aşık, o güzel hislerini birer inci tanesi gibi yüreğini ip eyleyip usulca dizer. Dizemezse dizenlerin dizdikleri ile seslenir sevdiğine. Aşk ve şiirin iç içe geçmişliği, bu sebepten dolayıdır.

    Ez cümle, aşkı izah büyük bir yürek ister; lakin tüm çabalar nafile kalmaya mahkumdur. Söylediğimiz her cümle eksik, yarım, yetersiz kalmaya, içimize sinmemeye kararlı bir duruş sergiler. Bu konuda söylenecek o kadar çok şey varken acziyetin zirvesine gelmeden susup haddimi bilmek bir erdem olacaktır zannımca. Bir şiirimde şairlerden utanarak demiştim ki:

    Ve aşk lâl olmuş bir dilin feryadıdır.
    Aşkı aşk ile yaşayan aşk ehline selam olsun…

    Musa GÖÇER

    Devamını Oku

    ANADOLU’NUN TÜRKÜSÜ PİR SULTAN ABDAL

    ANADOLU’NUN TÜRKÜSÜ PİR SULTAN ABDAL
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Kul olayım kalem tutan ellere deyip,  mısralarıyla gönül kapılarını açan, nameleri ile gönül telimizi titreten aşk ehline selam ile başlasın kalemimin kağıda değdiği yerdeki insana semahım.

    Bu bir biyografi değil, bu bir tarih yazısı hiç değil. Bu insana gönül gözüyle bakıp aşka inananları yâd etme cemidir. Gönül iklimimizin ulu çınarlarına vefa diye yola çıkıp, bir selam ile analım, isimlerini gönlümüzde taze tutalım istedik.

    İlk selamımız Yedi Ulu’dan biri olan türkülerimizin hiç ölmeyen, hiç ölmeyecek ustası

    “Koyun beni hak aşkına yanayım

    Dönen dönsün ben dönmezem yolumdan”

    Diyen Pir Sultan Abdal olsun istedim.

    Horasan’dan çıktı yola, Toy’da verdi mola. Sivas ellerinden Banaz köyünü yurt tuttu gönlüne. Yıldız denen güzel bir dağın yamaçlarında kır çiçekleri oldu açtı sözleri. Gün oldu aşka kement,  gün oldu zulme direnç oldu. Doğru bildiği yolda yoldaş oldu hakikate. Ali ile namaza, Hüseyin ile cenge durdu, vurdu sazın teline gönlümüze bağdaş kurdu. Onun tek derdi gönlümüzde iz bırakmak, kendisinden sonrada sevgiye kardeşliğe inanan, haksızlığa direnen nesiller yaratmaktı. O insanın esasen adı unutulunca öldüğünü bilen, bu düstur ile yazan ölümsüzlerden oldu. Bu bakış ile kendisinin de dediği gibi gönlümüze hep sefa geldi.

    Öl dediğin yerde ölürüm, derdin

    Kal dediğin yerde kalırım, derdin

    Her derdine derman olurum, derdin

    Hele bir yol safa geldin, desene

    Bizim kültürümüzde tarih hep bir yalan oldu, yol diye önümüze serildi. Kendi değerlerinden bihaber yaşam süren yeryüzünün tek milleti olduk. Bu fütursuz bakışımızdan Pir Sultan Abdal’da aldı payını. Bir mısrasını bile algılayamayacak beyinlerin kestiği ahkama mahkum ettik biz onu. Gün geldi durulmasa da sular, yankılanmaya başladı onun avazı türkü türkü ilden ile, dilden dile.

    Zulme başkaldırının dost adına kaygının adı oldu o.

    Deryadan bölünmüş sellere döndüm

    Ateşi kararmış küllere döndüm

    Vakitsiz açılmış güllere döndüm

    Dost senin derdinden ben yana yana.

    Pir Sultan Alevi-Bektaşi öğretisinde “Yol eğitimi” denen bir pişme sürecinden geçti ve bu eğitimin sonunda yunmuş, pak olmuş canlardan biri oldu. “İstemem taharet yundum da geldim” diyenlerin en başında oldu. Her yazdığı her söylediği Anadolu’da ses oldu. Asırlar geçse de dillerde pelesenk, gönüllerde taht oldu. Kaynaklardan anlaşıldığı kadarıyla okuryazar olduğu bilinen ve bir şiirinde böyle seslenerek;

    “Pir Sultan’ım okuyan yazarım

    Turap oldum ayaklarda tozarım”

    Diyerek insana verdiği değeri anlayabileceğimiz nice şiirlerin sahibi oldu. İnsan olma kemalinin önemini her fırsatta dillendiren Pir, her yazdığında romanlar dolusu öğretiler sığdırdı. Onun gönlüne düşen od yüzyıllar sonra hala içimizi yakıyorsa yürüdüğü yolun doğru olduğundan olsa gerek.

    “Ezel hak dedikte çekildik dâra

    Edep erkan bize yol oldu”

    Diyerek yaşama nasıl baktığını  dizelerinden  ve Pir’in halet-i ruhiyesinden anlayabiliyoruz.

    Sosyal yaşama itirazının ve tasavvuf konularının dışında onun bir de aşk ile yunmuş bir gönlü olduğunu görüyoruz. Yar kelimesi zannımca en güzel onun dilinde ikamet etmiştir. Sevgiliye duyulan hasreti, yar firakıyla kavrulan gönlü en ince detayına kadar onda buluyoruz. Okuduğum onca hikayenin onca kitabın içinde sevgiliye böylesine güzel bir sitem bulamadığımın altını çizmeden geçemeyeceğim;

    Karadır kaşların keman istemem

    Şu gönlümden özge mihman istemem

    Ölsem de derdime derman istemem

    Ok vurup sinemi deldikten sonra

    Coşkun çaylar gibi çağlamayan yar

    Gönlünü gönlüme bağlamayan yar

    Benim bu halime ağlamayan yar

    Daha ağlamasın öldükten sonra

    Bu türkü gönlüme düştüğünde henüz yirmili yaşlardaydım. “Yar” kelimesi öylesine içime işledi ki yaşım otuz beşi geçtiğinde dünyaya gelen kızıma Özgeyâr adını verdim. Bu öğreti ile yandım kavruldum. Geldiğimiz noktada ve üzerinden asırlar geçmesine rağmen hayata dair hiçbir şeyin değişmediği görüyor çağımızın bir Pir Sultan’ı olmadığını görünce onun boynuna Hızır paşanın taktığı urganı kendi boynumda hissediyorum.

    “Bir kandilden bir kandile atılıp, turap olup yeryüzüne saçılırken” geldik bir yazınında sonuna. Anlaşılan o ki ne Hızır paşalar bitecek ne de Pir Sultan’lar.Gönül o ola ki; haktan yana ola zulme baş kaldıra, eğriye eğri, yanlışa yanlış diye. Yoksa ki yaşamak niye. Böyle bir kültürün mirasçı olduğum bu güzel insanları anlayıp algılayabildiğim için niyaz borcum olsun.

    Hızır paşalar oldukça Pir sultan Abdallarda olacak diyerek o güzel yüreklerin önünde saygı ile eğilip Pir’in dizeleri ile veda ediyorum size.

    Hızır paşa bizi berdar etmeden

    Açılın kapılar şaha gideyim

    Siyaset günleri gelip çatmadan

    Açılın kapılar şaha gideyim

    Yıkılın kaleler dosta gideyim

    Kalenin kapısı daşdan demirden

    Yanlarım çürüdü yaşdan yağmurdan

    Bir kimsem yoktur ki dostu çağırtam

    Açılın kapılar şaha gideyim

    Yıkılın kaleler dosta gideyim

    Çıkarım bakarım kale başına

    Mümin müslümanlar gider işine

    Bir ben mi düşmüşem can telaşına

    Açılın kapılar şaha gideyim

    Yıkılın kaleler dosta gideyim

    Abdal Pir Sultan’ım ye Hızır Paşa

    Bizi hasret koydun kavim gardaşa

    Yazılan mı gelir sağ olan başa

    Açılın kapılar şaha gideyim

    Yıkılın kaleler dosta gideyim

    Musa Göçer

    Devamını Oku

    İlk Kurşunun Anadolu Aşkı

    İlk Kurşunun Anadolu Aşkı
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Anadolu’nun en eski yerleşim merkezlerinden biri, susayanlar için pınarın gözü, Mezopotamya’dan Akdeniz’e açılan kapı, Anadolu’yu Çukurova üzerinden Suriye-Filistin ve tüm Ortadoğu’ya bağlayan kavşaktır Hatay. Atatürk’ün namus meselesi, Türk’ün uç beyi, sarsılmaz kalesidir Hatay.
    Gül kurutanların türküsü, portakal çiçeğinin kokusu, Amanosların serin seher yelidir Hatay. Mehmet Kara, Yusuf Celal, Deli Ağa, Selim Çavuş, Molla Yasin, Kara Hasan Paşa’dır Hatay.
    Gülmesin boşa nadan, Anadolu’ya aşık maşuktur Hatay.
    Biz bu aşk için çıktık dağlara. Karanlık bir gecede Dörtyol Karakese’de. Ve başladı zalimin zulmüne isyan. Mecalsiz olsak da olamazdık tutsak. Kimsesiz olsak da vardı töremiz, arkamızdaydı Yaradan ve Başkomutan.
    Bu yazı tarihi bir yazı değil, Anadolu’ya aşık bir maşukun sevgiliye serenatıdır. Tarihi süreci anlatacak ne gücüm, ne bilgim, ne de yüreğim var benim. Büyüklerim bunu zaten birçok kez yazmış ve anlatmışlar. Ben seksenden fazla yıl sonra, o süreci yaşamayan, lakin o sürecin aşığı olarak günümüz Hatay’ı ile birleştirerek hem aşkımı hem itirazlarımı kaleme alıp haykırmak, sesime ses olacak yüreklere selam etmek derdiyle kaleme aldım bu yazıyı.
    Osmanlı İmparatorluğu’nun geride bıraktığı en çok cefa çeken coğrafyalardan biridir Hatay. Zamanın siyasi gelişmeleri olumsuz cereyan edip, 30 Ekim 1918’de imzalanan Mondros Ateşkes Anlaşması’ndan sonra Fransızlar tarafından işgal edilir. Fransızlar Hatay’ı önemser, çünkü Hatay Ortadoğu’yu kontrol ederek sömürgeleştirmek isteyen Fransız için bir kaledir. Konumu itibarıyla geçiş noktası ve su meselesinin de olmazsa olmazıdır.
    İşgal altında birçok çile çekmiş Hatay halkı, bağımsızlığından asla vazgeçmeyecek bir yapıya sahip olduğundan, elbette ki şartlar oluşur oluşmaz esaret zincirini göğsünde parçalamak ve bağımsızlığına kanat açmak için mücadele edecektir.
    Türk’ün kurtuluş mücadelesi destansı bir mücadeledir. Sadece Hatay değil, tüm Anadolu halkı bu onurlu destanı yazan kalemi tutan eller gibiydi. Bu manada her direnişin büyük bir ehemmiyet arz ettiği tartışılmaz olsa da, ilk kurşunun İzmir’de Hasan Tahsin tarafından değil, Dörtyol Karakese’de Mehmet Kara tarafından sıkıldığını belirtmek isterim.
    Bu konuda, ilk kurşunun Hasan Tahsin tarafından atıldığı ders kitaplarında dahi yer almış ve böyle biline gelmişken, araştırmacı yazar Sayın Kadir Aslan, 18 Aralık 1981’de Genelkurmay’a yazılı bir şekilde başvurarak bu konu hakkındaki resmi devlet belgelerindeki kayıtları talep etmiştir. Bu talebe Genelkurmay’ın cevabını aynen paylaşıyorum:
    “Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra galip devletlerin yurdumuzda ilk işgal ettiği yerlerin İskenderun ve Dörtyol olduğu, bu düşmana karşı ilk direniş hareketinin yine bu bölgede başladığı, buna bağlı olarak da ilk silahlı direniş hareketinin de 19 Aralık 1918’de Dörtyol ilçesi Karakese köyünde gerçekleştirildiği tespit edilmiştir. Bilgilerinize sunulur.”
    Bu konuda emeği geçen sayın Mehmet Tekin ve Kadir Aslan gibi birçok isim sayabiliriz. Daha sonra İlk Kurşun Anıtı ve İlk Kurşun Müzesi ile Hatay’ın hakkı teslim edilmiştir.
    Anadolu’nun topyekûn mücadelesi hepimizin onurudur. Bir Hataylı olarak, ilk kurşunu sıkarak hürriyet fitilini ateşleyen toprakların insanı olmaktan da onur duyduğumu söylemeden geçemeyeceğim. Bu yazı tarihi bilgiler için kaleme alınmadı diye belirtmiştim. Bu yazı, Hatay’ın Anadolu’nun en güzel parçası olduğu ve bu güzel sevdasını aktarmak için kaleme alınmıştır.
    Dileğim odur ki Hatay meselesini bir köşe yazısı olarak değil de bir gün hatırı sayılır bir eser olarak vererek işlemek ve detaylı bir şekilde insanımıza aktarmaktır.
    General Şükrü Kanadlı’dan, Atatürk’ün Deli Ağa’ya beslediği muhabbete ve ölümünü öğrendikten sonra onun çocukları ile bir araya gelmesine kadar, hatta o ünlü fotoğrafa kadar anlatılacak çok konu var. Referandum sürecinden Tayfur Sökmen’e, Hatay’dan giden ekibe “Cenubi Türkmenistan” denmesine kadar uzanan derin bir mevzudur Hatay.
    Bugün rüzgar bekleyen bayrağı dalgalandıran, Anadolu’nun güneyinde yıkılmaz bir kale gibi sonsuza kadar duracak olan Hatay’ın, Anadolu ile firakının bittiği, aşıkların vuslata erdiği gündür. Günümüz politikalarında Hatay’a daha fazla önem verilmesi gerektiğinin de altını çizmeden geçemeyeceğim. Kutlu Türk töresi gereği, geleceği düşünerek politika yapılmasının elzem olduğunu hatırlatmak isterim. Misafir ettiğimiz mültecilerden, depremde yıkılan şehrin yeniden çok hızlı imarına, İskenderun limanına kadar Hatay’ın Anadolu’nun gözbebeği olduğunun altını çiziyor, bir an önce Hatay’a gereken değerin verilmesini istiyorum.
    Bu vuslatın mimarı olan Başbuğ Mustafa Kemal Atatürk’ün Hatay’a beslediği sevdanın haklı onurunu yaşayarak ve onun cümleleri ile yazımı sonlandırıyorum:
    “Hatay benim namus meselem.”
    “Kırk asırlık Türk yurdu düşman elinde esir kalamaz.”
    M.K. Atatürk
    Vuslat günün kutlu olsun, sevgili Hatay.
    Musa Göçer

    Devamını Oku

    AÇIL EY GECE! BU SABAH GÜNEŞ SAMSUN’DAN DOĞACAK

    AÇIL EY GECE! BU SABAH GÜNEŞ SAMSUN’DAN DOĞACAK
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Puslu, zifiri karanlık bir gece gibi çökmüştü tarih üstüne Anadolu’mun. Asırlardır süren bir hırs ile Orta Asya’dan gelip yurt ettiğimiz, vatan kıldığımız bu topraklardan gidin demek için bütün dünya toplanmış gelmişti. Dört kıtada nal izleri bırakan ama ilimden irfandan kopmuş, dini öğretilerin gölgesinden çıkamadığı ve değişen dünyaya ayak uyduramadığı için dağılan Osmanlı’dan kalan son kara parçası da karanlık bir gece gibi çaresizlik içinde kıvranıyordu.

    O çok istedikleri İstanbul’a gelip oturmuş, ahkam kesiyorlardı. Taht çaresiz, iradesiz ve şaşkındı. Geceyi güne çevirip, ezilmiş bir halkı inim inim inlerken aydınlığa kavuşturacak güçlü bir ışık lazımdı. Diğer yanda cephe cephe koşmuş, adını komutanlık tarihine altın harflerle yazdırmış, sarı saçlı mavi gözlü bir adam vardı ki, o da Anadolu gibi acılı, sancılı ve düşünceli idi. O, hürriyete, özgürlüğe, vatana, barışa, bilime ve halkına aşık bir adamdı. Hal bu olunca, yürek de deli olunca… Yakışır mıydı Mustafa Kemal’e oturup bu talihsiz ve hazin tabloyu izlemek? O biliyordu ki İstanbul’da eli ayağı bağlı bir şey yapılacak durumda yoktu. O yüzden içindeki vatan aşkını da alıp halkına yürüyüp, ellerinden tutup kaldırıp, omuz omuza bir destan yazmak gerekiyordu.

    Destan yazmak için kut almış bir lider olmak gerek derlerdi eski Türk tarihinde. O kut almış bir liderdi, bu çok netti. Detaylar çok mühim değil. Bir gece bir vapur ayrılır İstanbul’dan. Sanki vakit şafak vakti gibi, karanlıktan aydınlığa ayrılan bir vapurun hürriyete giden yolculuğu başlamıştı. GÜNEŞ HEP DOĞUDAN DOĞARMIŞ AMA 19 MAYIS SABAHI SAMSUN’DAN DOĞMUŞTU.

    Hoş gelişlerin olsun Paşam. Ne güzel ettin de geldin. Umutsuz ve karanlık bir gecede kıvranıyordu, seni bekliyordu halkın. Çok sevilen bir şiiri ezberler, çok güzel bir türküyü beraber söyler gibi sesimizi sesine katmak için seni bekliyorduk. HOŞ GELDİN KARANLIĞIMIZA IŞIK. HOŞ GELDİN HÜRRİYET ATEŞİNİN MEŞALESİ.

    Uzun ve yorucu yıllar, eğitimsiz halk… Yok yok içinde. Silah yok, ordu yok, para yok, yok yoka karışmış umut yok. Ama sen vardın PAŞAM. Her gittiğin yer sanki ölmüş de yeniden dirilir gibi kalkıp ayaklanıyor, peşine takılıyordu. Ardında bir halkı topyekûn ancak sen toplardın, topladın da. Kocatepe’den, Afyon’a, Sakarya’dan, Dumlupınar’a ve oradan İzmir’in dağlarında çiçekler açtırana kadar deli bir tay gibi aktın. Elinden tutup kaldırdığın milletin, seninle hürriyet şerbetini içmenin onurunu yaşıyordu artık.

    Artık yeni bir bayrağı, yeni bir lideri, yeni bir adı olan TÜRKİYE CUMHURİYETİ DEVLETİ’nin ATAM dediği lider sendin. Yıllarca çabaladın. Güzel bir ülke, ciddi bir sanayi, fabrikalar kurdun. Okul dedin, sanat dedin, bilim dedin ve nihayetinde bir ülkenin küllerinden nasıl yeniden inşa edileceğini gösterdin. Kurmakla kalmadın, kalkındırıp güçlendirdin. Şahsi meselemin dediğin geride gözlü yaşlı kalan Hatay’ımızı da anavatana kattın. Sana ne çok şey borçluyuz bilsen Paşam.

    O gece iyi ki o vapura binip bize Samsun’dan güneş gibi doğdun. Senden sonrası yine hüzün oldu be Paşam. Türk tarihi boyunca görülmemiş oyunlar başladı. Düşünebiliyor musun Paşam? Bize seni unutturmaya çalıştılar. Arkadan konuşan mirasyediler bütün miraslarını tek tek yedi. Hedef gösterdiğin yoldan çıkıp yine alçak ve karanlık bir yola sürüklemeye çalıştılar bizi. Hâlâ da çalışıyorlar. Lakin bilesin ki bu topraklarda doğan her çocuk sana aşık doğuyor. Seni bizden alamadılar, alamayacaklar. Sen hep gönlümüzde o Samsun’dan doğan güneş gibi parlayacaksın. Nafile çabalara, hainliklere alıştık Paşam. Ne zaman zora düşsek, sana sarılıp aydınlığa çıkmayı yaşam biçimi yaptık. Onlara sadece acıyarak gülümsüyoruz.

    Bugün bize hürriyet aşkı ile geldiğin gün. Bugün güneşin doğudan değil, Samsun’dan doğduğu gün. Doğum günün kutlu olsun, hiç batmayacak ufkumuzun güneşi. Kutlu olsun senin halkın olma gururunu yaşadığımız gün. Selam olsun sana, her sabah güneşe bakıp gülümseyerek selamladığımız adam. Selam olsun sana, ülkemin güneşi. Yeniden gel Samsun’dan demiyorum çünkü sen hiç gitmedin. Hep varsın, hep var olacaksın…

    SELAM SANA DÜNYANIN ETRAFINDA DÖNDÜĞÜ TEK GÜNEŞ…

    Musa Göçer

    Devamını Oku

    OY GÖRESİM GELDİ MAHZUNİ SENİ

    OY GÖRESİM GELDİ MAHZUNİ SENİ
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    “Ta ezelden böyle yakışıklıdır

    Şu dağlara kâle ne güzel uymuş

    Bir ah çekse bin dereyi sel alır

    Âşıklara çile ne güzel uymuş”

    Sene otuz dokuz mevsim güz. Yapraklar toprağa, Berçenek Afşin’e ne güzel uymuş. Merhaba demiş dünyaya. Eli mızraba, sözü saza, duruşu Pir Sultan’a, sesi Sulari’ye, yiğitliği Ali’ye mezarı Hacı Bektaş’a ne güzel uymuş. Şerif Cırık olsa da asıl adı türkülerimize MAHZUNİ ne güzel uymuş…

    Halkıyla üzülen, halkına üzülen, acılarla yoğrulmuş bir yaşamdan gönlümüzün sarayına uzanıp bağdaş kuran büyük bir ozan Mahzuni Şerif. Zeynel ve Döndü çiftinin kara kuru ikinci çocuğudur. Köyünde okul olmadığı için Elbistan’ın Alembey köyündeki Lütfi Efendi Medresesinde kuran eğitimi almış. Sonraları köyü okula kavuşunca eğitimini orada tamamlamış. Horasan çıkışlı Karadonlu aşiretinden olan dedelerinin oradan Hozat ilçesine başlattığı göç ile ozanlar diyarı topraklara gelen Mahzuni’nin hikâyesi her Anadolu genci gibi acılarla yoğrulmuştur. Daha sonraları büyük ozan böyle seslenecektir mısralarında;

    Ankara’da yüklesinler dengimi

    Berçenek’te başlatmıştım cengimi

    Nevşehir’e taşısınlar rengimi

    Hacı Bektaş eşiğine dalsınlar

    Daha on iki yaşında ailesinin isteği ile dayısının kızı emine ile nişanlanır ve 17 yaşında evlenir Züleyha adında bir kızı dünyaya gelir. Yaşadığı topraklarda çok sıkıntı çeker ve anlaşılmadığını düşünür. Topraklarından dışarıya çıktığı zaman bir mektupla imam nikâhı ile evlendirildiği eşinden boşandığını bildirerek büyük bir sıla hasretinin içinde bulur kendi. Hep dumanlıdır onun memleketi dumanlı başı gibi. Hep hasret vardır gönlünde. Ve o hep hasreti yazar;

    Vay göresim geldi Berçenek seni

    Dumanlı dumanlı oy bizim eller

    Nasıl unuturum körpe yavrumu

    Dumanlı dumanlı oy bizim eller

    Oturup ağlasam delidir derler

    Bizim elin yiğitleri bol olur

    Çalar davulları dizgin dol’olur

    Ölüm bizim için tozlu yol olur

    Dumanlı dumanlı oy bizim eller

    Oturup ağlasam delidir derler

    Mahzuni Şerif’im vay beni beni

    Hani ya ikrarsız ikrarın hani

    Vay göresim geldi Berçenek seni

    Dumanlı dumanlı oy bizim eller

    Oturup ağlasam delidir derler…

    Toprağa ozan ekilip ozan yeşertilen bu topraklarda bağ bahçe ve hayvan otlatmayla geçen günlerde o arkadaşlarından farklılaşmaya ayrı düşmeye başlamıştır. Onun gönlünde ufkunda bambaşka bir çile bambaşka bir hasret vardır. Herkesten farklı bakar farklı görür hayatı. Bu bakış onu iyice yalnızlaştırır. Tam o sırada Aşık Fezali namıyla bilinen amcası Behlül Baba’dan saz, Cırık ve Şakir babadan yol erkan öğrenmeye başlamış. Daha bıyıkları terlemeden En-el Hak düşüncesinin aşığı cem ayinlerinin vazgeçilmez konuğu olmuş. Önceleri usta malı satsa da tezgâhında delikanlılık yıllarında kendi dokuduğu nadide desenleri satmaya başlamış ali pazarında…

    Hazretine eren canlar öğünsün

    Gelen giden doğup batan hep sensin

    Zülfükâr dokunmuş beden sevinsin

    Şifasına ben agâhım ya Ali

    Hem türkülerle yoğrulmuş ozanlık yolunda ilerlerken hem de eğitimine devam etmiş. 1957’de Mersin Astsubay okuluna, 1960’ta Ankara Ordu Donatım Okuluna merhaba deyip başarıyla ikisini de bitirmiş türkülerin büyük ozanı. Başarısının gereği Kuleli Askeri Lisesine gitmesi gerekirken onun duruşu sorun teşkil etmeye başlamış. Belki de onu Mahzuni olmaya götüren yol burada başlamış. Disiplinsiz bir öğrenci olarak görülmüş. Dolabında Gogol’un kitapları Nazım’ın ve Pir Sultan’ın şiirleri bulunduğu için ihraç edilmiş ordudan.

    Ordudan atılışını “Benden zaten asker olmazdı. Benim kavgam başkaydı. Takdir edersiniz ki bir gönül adamından, felsefe insanından asker olmazdı. Ben silah yerine saz, disiplin yerine çiçek kucaklayacağımı biliyordum” diye anlatır.

    Okuldan atıldıktan sonra Berçenek yolunu tutar. Lakin zor günler beklemektedir ozanı doğduğu topraklarda. Asker olamayan devletin kabul etmediği bir adamdan Anadolu’da köylü olur mu? Zihniyetli ile sürekli eleştiri oklarına hedef olmuş gönlü. Ve artık sıladan kopma vakti gelmiştir onun için. Uzun sürecek bir gurbet yaşamına selam vererek İzmir’in yolunu tutar.

    Kader böyle imiş böyle yazılmış

    Gidiyorum kara gözlüm ağlama

    Mezarımız gurbet ele kazılmış

    Gidiyorum dudu dilim ağlama

    Ceylan bakışını üzme boşuna

    Kurbanlar olayım gözün yaşına

    Keder yakışmıyor hilal kaşına

    Gidiyorum kara gözlüm ağlama

    Emanet eyledim benli kuzumu

    Arkalarda koyma benim gözümü

    Getir ver çalayım kırık sazımı

    Gidiyorum kara gözlüm ağlama

    Sokaklarda destan satıp, destan okuyarak geçimini sağlamaya çalışır Mahzuni. Seyyah olur pazar pazar dolaşır, bağrına sazını basar diline türkülerini dolar. Yolu bazen isyana, sisteme kafa tutmaya bazen aşka bazen de dipsiz kör kuyularda kapkara bir yalnızlığa çıkar. Yol artık “Ben herkesin Mahzuni’siyim” diyecek Anadolu’nun son büyük ozanlarından olma yoludur.

    Ardında beş yüzü aşkın şiir, elli sekiz kaset, dokuz kitap bırakacak olan ozan artık halkın sesi olmaya ve altmış birden sonra halkın Mahzuni’si olarak anılmaya başlar. Konserleri miting alanlarına dönüşür. Kardeşliğe, aşka, zulme isyan türküleri dilden dile dolanmaya başlar. Kimi zaman sisteme yuh yuh çeker. Kimi zaman devrin sevmediği şahsiyetlerine zübük diye seslenir. Bu isyan mahpushane kapılarını açar ona.

    Bu kadar milletin hakkın alanlar

    Onları kandırıp zevke dalanlar

    Diplomayla olmaz hakim olanlar

    Suçsuzun başına çöktüm ise yuh

    Yuh yuh soyanlara

    Soyup kaçıp doyanlara

    İnsanlara kıyanlara

    Yuh nefsine uyanlara yuh…

    Büyük ozan 1961’de Ankara’da İtalyan asıllı Sovina (Suna)ile tanışır ve evlenir. Ondan üç çocuğu dünya gelir. Yaklaşık on yıl sonra ise son eşi Fatma Hanım ile evlenen ozanın ondan da üç çocuğu vardır. Darbeler, zulümler ve gurbet ile geçen bir ömrün aşk adamıdır o. Yılmaz Güney ile aynı koğuşta yatıp beraber bulaşık yıkayan Mahzuni şimdilerde birilerinin yeni yeni uyandığı Amerika’dan dost olmayacağını daha o günlerde gür sesiyle haykırmış, hakları sömürülen insanın sesi olmuş, Katil Amerika’sı dilden dile söylenir olmuştur.

    Defol git benim yurdumdan

    Amerika katil katil

    Yıllardır bizi bitirdin

    Amerika katil katil

    Devleti devlete çatar

    İt gibi pusuda yatar

    Kan döktürür silah satar

    Amerika katil katil

    Pir Sultan’ların ölümsüzlüğün delili Anadolu’nun aşığı Mahzuni’nin Aşık Veysel’e ve Atatürk’e de büyük bir sevgisi vardır. Ziyaretine gittiği Aşık Veysel onu “Dostlar bu gelen Pir Sultan Abdal olsa gerek” diyerek kapıda karşılar. Mahzuni bu sevgisini Veysel’in ardından;

    Sen bu bahçelerden çok gelip geçtin,

    Dostlar seni unutur mu Veysel’im?

    Arılarla çiçeklerde inleştin,

    Dostlar seni unutur mu Veysel’im

    Diye seslenerek ona olan sevgisini anlatmıştır. Atatürk’e yazdığı bir ok şiir vardır. Onun sarı saçlı mavi gözlüsü, aydınlık yüzü ve kahramanıdır Atatürk.

    Sana hasret sana vurgun gönlümüz

    Neredesin mavi gözlüm

    Nerde nerde nerdesin dost

    Bu gemi bu Karadeniz

    Sarı saçlım mavi gözlüm

    Nerde nerde nerdesin dost

    Ararım izini Dolmabahçe’den

    Bir daha dönmez mi bu yola giden

    İçimde sen, gözümde sen

    Sarı saçlım mavi gözlüm

    Nerde nerde nerdesin dost

    Karlı dağları kara bulut içinde, yaylası hüzünlü yöresi bir hoş toprakların, hanı sarhoş, hancısı sarhoş bir garip yolcusudur o. Yiğitleri kuru soğana muhtaç dumanlı dumanlı ellerin aşığıdır o. Bize bıraktığı miras türkülerin susmayan susmayacak o asil gücü asırlarca dilimizde umuda açılan kapı olacaktır. Yeni nesillere onun sevdasını içirip gömleğini giydirmeye devam edeceğiz. Gönül isterdi ki eğitim sistemimiz içinde o ve onun gibi birçok değerin yeni nesillerimize bir felsefe olarak yudum yudum içirilip türküleri ve öğretileri ders olarak okutulsun. Birileri bizi kendi değerlerimizden koparmaya çalışsa da zannımca Anadolu’nun dünyada olmayan en güçlü silahı türkülerimiz ile biz hep biz olarak kalmaya devam edeceğiz. Belki bazen yeise kapılacağız sendeleyeceğiz lakin şundan eminim ki bu topraklarda türkü söyleyen birileri oldukça bu topraklar sonsuza kadar Anadolu olarak kalacaktır.

    Ummanlarda kulaç atmış “Yüzemez yunuslar çaylar içinde deniz vurgunun yaresi bir hoş” diyen ve “El çek tabip yaramdan içimdeki sancı sarhoş” diyen bir gönlü anlatmak zordur elbette. Kalemin acizliğinden onun gönlüne selam eder türkülerine sığınırım. Her büyük ozanımızın vedası gibi onun da vedası hazin olmuş türküler ağlamış saz ardından yas tutmuştur. Rahatsızlığı dolayısıyla tedavi için gittiği Köln’de17 Mayıs 2002 de “İşte gidiyorum çeşmi siyahım” diyerek veda etti bize. Cenaze töreni videosunu izlerken eşi Fatma Hanım’ın “Hoş geldiniz dostlar Mahzuni’min konserine” diye ağıt yakışı hala kulaklarımda çınlıyor. O geldi bize doyumsuz bir konser verip gülümseyerek gitti. Acılardan aldı ilacı, dik durdu eğilmedi. Pir Sultan gibi darağacına kafa tuttu. Ardından söylenenler onun nasıl bir gönlü olduğunu izaha yeter zannımca;

    Halk çocuğu olarak doğdu, Halk çocuğu olarak öldü.

    Neşet Ertaş

    Zorbaya ve sömürüye karşı direnen halkıyla birlikte mücadele eden Aşık Mahzuni Şerif Anadolu aydınlanmasının meşalesidir.

    Deniz Baykal

    Devrin Pir Sultanı olarak yaşayıp işte geldim gidiyorum dese de o geldi ve hiç gitmeyecek dilimizde türkü türkü çağlayıp sonsuz kadar yaşayacak büyük bir ozandır. Ne zaman dağlarımıza duman çökse dilimize onun türküleri dolanacak. Ne zaman gönlümüze sevda ataşı düşse yarin zülfüne onun türküleri ile bağlanacağız. Gurbette sıla yadımıza düştüğünde “Oy göresim geldi” diyerek hasret narını dindirmeye çalışacağız.

    Ardına yüzlerce türkü, dinmeyen gönül yarası ve Kerbela yası bırakarak giden büyük ozana türkülerin dilinden büyük bir minnet kitaplar dolusu şükranlarımızı sunuyoruz. Gelip hiç gitmeyen ölümsüzlere selam olsun…

    İşte gidiyorum çeşmi siyahım

    Önümüzde dağlar sıralansa da

    Sermayem derdimdir servetim ahım

    Karardıkça bahtım karalansa da

    Haydi dolaşalım yüce dağlarda

    Dost beni bıraktı ah ile zarda

    Ötmek istiyorum viran bağlarda

    Ayağıma cennet kiralansa da

    Bağladım canımı zülfün teline

    Sen beni bıraktın elin diline

    Güldün Mahzuni’nin garip haline

    Mervan’ın elinden parelense de

    Musa GÖÇER

    Devamını Oku

    RUHLARA ÜFLEYEN ADAM… NEYZEN

    RUHLARA ÜFLEYEN ADAM… NEYZEN
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Derd-i firakın ile düşeli sevdaya mey’e

    Müptelayım, deliyim, düşmüşüm esrarı-ney’e

    Feleğin kahpe başında paralansın parası

    Ben güzel sevmeye geldim, değil ekmek yemeye.”

    Bir neye bir de meye aşık idi. Hem Bektaşi hem Mevlevi idi. Derin bir ilim, büyük bir tefekkür aynı zamanda bohem bir yaşamın pejmürde bir hali ile yaşam aynasında ki bir görüntüye sahip kaleme sığmaz dile gelmez bir şahsiyet Neyzen Tevfik.. Güzel olan her şeyi seven, hayvanlara ve doğaya olan tutkusu ile bilinip yaradanla sohbete soyunan vahdet ehli bir deli. Alim olmakla deli olmak arasında ki o ince çizgide raks eden muhteşem bir ruh. Soyadı kanunu çıkınca Kolaylı soyadını alsa da biz onu hep Neyzen Tevfik olarak bilip öyle dile aldık. Onu anlamak için öncelikle kahve köşelerinde anlatılan kendisine ait olmayan fıkralardan münezzeh bir düşünce sistemine sahip olmak gerektiği kaçınılmaz bir ehemmiyet arz eder. Yazı başlamadan önce onu incelemeye başladığımda kendime çok kızdım. Senin haddine mi be adam Neyzen’i anlatmak desem de onu derinlemesine incelemek, hakkında gerçek bilgiler edinmek hazzı tarifsiz bir duygu oldu benim için.

    Bizim tarihimiz hakkını veremediklerimizle dolu, hazine sandığı üstünde oturup dilencilik yapan bedbaht bir neslin tarihi olmaktan öteye geçemeyen bir tarihtir. Onu mey müptelası bir şahsiyet olarak algılayıp orada kilitli kalmak zannımca Neyzen’e yapılacak en büyük haksızlıktır. Evet, doğrudur mey severdi, lakin yaratılan her şeyi de kimseye nasip olamayacak kadar güzel severdi. Aynı zamanda cesur ve dik bir yapıya sahip ne şah ne sultan takan, gördüğü her haksızlığa karşı haykıran güçlü bir sesti. Neyi ile gündeme gelse de en az neyde olduğu kadar hicivde de usta bir şairdi.

    1879’un mart ayında bodrumda merhaba der hayata. Daha dokuz on yaşlarında başlar o muazzam yolculuk. Bir berber dükkanında duyar o muhteşem sesi. Kazım Efendi isimli bir berber üflemektedir. Dikkat kesilir duyduğu sese Neyzen. Daha öncede derviş giyimli birkaç insandan bir parkta duymuşluğu da vardır o sesi. Ve orada başlar ilk ney dersleri. Akabinde İzmir Mevlevi hanesi neyzen başı Cemal Bey’den alınan derslerle Neyzen neyzen olmak yolunda hızla ilerler. Bu süreç zaten disipline edilemeyen ruhunu daha da zapt edilemez bir hale getirecektir.

    Küçük yaşta başladı Azab-ı mukaddesi onun. Hep acıyla dolu bir hayatın ilk işaretleriydi belki de bu. İstibdat döneminde aldıkları ceza gereği kafaları kesilerek meydanlarda teşhir edilen insanları gördüğünde bu olay onu çok etkiledi ve sinirsel hastalıklar o yaşlarda başladı. Artık o epilepsi hastası bir bedenin sahibi olmuştu. Daha sonra hicivleri ve o gerçeği haykıran susmayan dilinin kendisini sürüklediği hapishane hayatında uyuşturucuya ve akabinde içkiye bulaşmış ve unsurlar ömrünün sonuna kadar onu hastane ve tımarhane köşelerinde geçecek bir ömre mahkum etmiştir. Disiplinsiz pejmürde bir hayat. Çağın değer verdiği mal mülk makam gibi unsurların yanında hiçbir önemi olmayan hiç makamında bir adam olacaktır Neyzen. Bir şiirinde bu arada kalmışlığı şöyle izah eder;

    “Aksedince gönlüme şems-i hakikat pertevi

    Meyde Bektaşi göründüm, neyde oldum Mevlevi”

    Öylesine değişik bir hayat ki yazarken kalemin isyanı idrakimi donduruyor bazen. Neyi nasıl başlayıp nasıl anlatmanın çaresizliğini yaşıyorum. O her devrin muhalifi her haksızlığın karşısında yükselen çığlığı olmuştur. Bu yüzden hicivleri dolayısıyla birçok kez hapishaneye girmiş çıkmışlığı olmuştur. İlk kez Güneş kıraathanesinde Bahriye Nazırı (Denizcilik bakanı)hakkında doğaçlama okuduğu şiir bir arkadaşı Ziya Şakir tarafından saraya şikayet edilince tutuklandı. Bundan sonrada hem İstibdat yönetimine hem de ittihat ve Terakkicilere yazdığı hicivlerden dolayı sürekli başı ağrımıştır. Ama isyanını dile getirmekten de hiçbir zaman vazgeçmemiştir. Belki de onu Neyzen yapan neyinden ziyade bu dik duruşu dünya malına makamına teveccüh göstermemesi gönlü kaymamasıdır.

    Kaynaklar aktarır ki onun devrin sadrazamı Talat Paşa ile güzel bir dostluğu vardır ve dostluktan o çok biline hiç hikayesi çıkmış Neyzen’in lakabı anılır olmuştur adı “hiç” lik makamı ile;

    Bir gün kendisini çok sevdiğinden de kaynaklı Talat Paşa der ki

    -Seni devlet dairelerinin birinde katip yapalım düzgün bir maaşın yaşam biçimin olsun, der

    Usta sorar;

    -Katip olacağımda ne olacak?

    Teşekkür bekleyen paşa böyle bir cevap ile karşılaşınca şaşırsa da başlar memurluk katlarını alttan üste doğru saymaya.”Önce şu, sonra bu” diye sıra uzayıp gitmiş.

    Talat Paşa Neyzen’in ilgisini çekmediğini görünce devam etmiş;

    -Daha sonra nazır, vekil kim bilir belki de sadrazam.

    Neyzen yine bir soru ile karşılık verir paşaya;

    -Ya sonra?

    Paşa bu soru karşısında duraksar ve düşünür kendi kendine padişah olamayacağına göre ister istemez ağzından,

    -Sonra hiç der

    Bu cevap üstüne gülümseyen üstat paşaya o çok bilinen cevabı yapıştırır;

    -Ben zaten “HİÇ” im sonu beni aynı noktaya getirecek bir yolculuk için neden zahmete katlanayım.

    Neyzen’e dair aktarılan birçok olayın gerçek olmadığı araştırmalarla tespit edilse de bu gerçekliğinden emin olunan anekdotu özellikle hiçlik makamı mevzuunda aktarmayı boynuma borç bildim.

    Bu kadar dünyaya uzak bir adamın ne ilginçtir ki birçok ünlü dostu olmuş onlarla yakın temas halinde yaşamıştır. Bu şahsiyetlerin başında onun şirinde de izlerini gördüğümüz en yakın dostu Mehmet Akif vardır. Talat Paşa, Ahmet Rasim, Tamburi Cemiş, Hacı Arif Bey, Nazım Hikmet, Fikret Mualla, Hasan Ali Yücel gibi birçok ünlü insanın Abdülhamit döneminden çok partili döneme kadar ki dostları olmuştur Neyzen.

    Bu dostluklar içinde sanırım Akif’e ayrı bir başlık açmak lazım. Neyzen ve Akif’in dostlukları zamandan ve mekandan ve dahi fikirlerin çizdiği sığ dostluklar dünyamıza bir ışık gibi düşüyor. Akif Neyzen’in hayatını değiştiriyor, şiirini kalemini ufkunu etkiliyor. Ve öylesine bir bağ oluşuyor ki aralarında sanırım dost kelimesini en rahat bir biçimde burada kullanabiliriz. Kaldı ki şairler dostluğun aşktan üstün bir duygu olduğunu savunur. Akif ustayı musiki cemiyetlerine hatırı sayılır konaklara ve hatta saraya taşıyan adam olur. Ona Arapça, Farsça ve Fransızca dersleri verir. Neyzen de Akif’e ney öğretmeye çalışsa da Akif bu işi beceremez. Bu emeğe dair Neyzen bir şiirinde şöyle der;

    Hazret-i Âkif ki sâhib-i fazl u üstâd-ı güzîn

    Her cihetle hâl-i dervişânemde oldu muîn

    Birçok üstâdân-ı ilm-i mûsıkîye intisâb

    Eylemiştim sâye-ı lütfunda ki ni’mel meâb

    Kendisi bizzat okutmuştur fakire Bostan

    Hem Fransızca, Arapça, Fârisî birçok zaman

    Bu şiirin tercümesine kalkışmak bile ayrı bir yazıyı gerektirir zannımca. Akif çok sever Neyzen’i özellikle içkiden vazgeçmesi için çok baskı yapar. Lakin bunda başarılı olamaz. Safahat’ta Neyzen’e hitaben yazılmış iki şiir ile bu bağı görebiliyoruz. Kör Neyzen ve Derviş Ahmet şiirleri. Derviş Ahmet’in Neyzen olduğunu bizzat Akif’in şiirin altına düştüğü nottan anlıyoruz. Akif Safahat’ın dört yüz dokuzuncu sayfasında ki Derviş Ahmed şiirinin sonuna dip not olarak birazda muzip bir edayla şu notu düşer;

    “Tevfik Neyzen’in üç bin dört yüzüncü tövbesinden istifası münasebetiyle”

    Bu şiirlerin okunması bu dostluk hakkında gerekli bilgiyi verecek kadar muazzamdır. Ve yaşam felsefeleri dünya görüşleri farklı olsa da iki insanın nasıl güzel dost olabileceğine dair muazzam bir örnektir.

    Neyzen aşk ehlidir. Yaradan’ı da özünde hisseder isyanı da. Gün olur Mecnun’a kafa tutar gün olur Mecnun’un aşkını gözünde büyütenlere. Ve der ki;

    Hicran destanını kendinden oku,

    Mecnun’dan duyup da rivayet etme.

    Aşkın Leyla’sını gördünse söyle.

    Söz temsili bulup hikayet etme.

    Kaynaklara göre iki kez kısa süreli bir evlilik yaşayan Neyzen’in bu konuda da kabına sığmayan bir gönlü olduğunu işaret eder. Leman adında bir kız çocuğu olduğunu bir kaynaktan okumuştum.

    Neyzen bir tez konusu olacak kadar geniş bir çerçevede ele alınması gereken bir konudur. Nazım Hikmet’in yazıp yönettiği bir filmde(Güneşe Doğru)Safiye Ayla Ferdi Tayfur’la rol almış Akif’in şiir yazdığı Atatürk’ün çok sevdiği, Aşık Veysel’in ölümüne ağıt yazdığı Hastahane, Tımarhane, Hapishane, Mevlihane ve Bektaşi dergahlarından süzülüp dünyanın garipliğini önümüze seren incelenesi bir hayattır Neyzen. Mussolini’ye ve Hitler’e hicivler yazmış, gözü kara benliğini kendi ayakları altında ezmiş her anı didik didik edilesi bir yaşamdır Neyzen.

    İki kitabı (Hiç-Azab-ı Mukaddes) ve yüze yakın plağı bulunan hem müzisyen hem şair hem oyuncu hem düşünür olan o koca şahsiyetin bir de Atatürk ve kurtuluş mücadelesi aşkı var ki bu da ayrıca takdire şayandır. Atatürk’le ilgili olarak içki yarışı gibi uyduruk hikayelerin anlatıldığını bildiğim ve özellikle araştırdığımda gördüm ki Neyzen Paşa ile bir defa Şair Eşrefin yeğeni Ahmet Süreyya bey’in oğlunun sünnet düğününde bir araya gelmiş ve Atatürk’e ney üflediği gerçeğinin dışındakilerin safsata olduğunu biliyoruz. Bu olayı birçok kaynaktan doğrulamak mümkündür. Neyzen büyük bir Atatürk ve devrimleri aşığıdır. Bunu da şiirlerinden anlamak oldukça kolaydır.

    26 Ağustos Taarruzu

    Paşam düşman göründü

    Cepheler bize döndü

    Emir ver yürüyelim

    Vatan kara büründü

    Başkumandan çok yaşa

    Mustafa Kemal Paşa

    Destanların yazıldı

    Bastığın dağa taşa

    Tan yıldızı batıyor

    Fecir aydınlanıyor

    Düşümde yâri gördüm

    Beni şehit sanıyor

    Tutmam ölüm yasını

    Yar çeksin tasasını

    Kocatepe’de kurduk

    Tarassut noktasını

    Gönlümüz fırsat arar

    Ordumuz tuttu karar

    Akar çayın üstünden

    Dumlupınar’a kadar

    Bu şiirden de anlaşılacağı üzere Neyzen büyük bir Atatürk ve Cumhuriyet aşığıdır. Burada birkaç ünlü olup ama neyzene ait olmadığı halde Neyzen’inmiş gibi paylaşılan konuşulan;

    Ne ararsın Tanrı ile aramda?

    Sen kimsin ki orucumu sorarsın?

    Böyle başlayan buna benzer birçok şirin Neyzenin olmadığını rahatlıkla söyleyebilirim.

    Çok değişik çok dalgalı bir yaşamı anlatmaya çalışmak zor iştir bilirim. Bu manada eksiğim olduysa önce ustadan ve neyinden sonra da sevenlerinden ve okuyanlarımdan af diliyorum. Onun nasıl güzel yaşadığını 28 Ocak 1953’te vefat ettiğinde cenazesine katılanlardan anlayabiliyoruz. Devletin en üst makamındaki şahsiyetlerin makam sahiplerinin yanı sıra sokakta yaşayan kimsesiz çocuklar dilenciler de onun cenazesine katılıp bu hayattan gelip geçen Neyzen’i uğurlamışlardır. Ne diyordu usta hayat işte her şey geçer Neyzen’de bu hayattan gelip geçer. Onun dizeleri ile uğurlayalım şimdi onun gönül ufkumuzdan geçişini;

    Izdırabın sonu yok sanma, bu alem de geçer,

    Ömr-i fani gibidir, gün de geçer, dem de geçer,

    Gam karar eyliyemez hande-i hurrem de geçer,

    Devr-i şadi de geçer, gussa-i matem de geçer,

    Gece gündüz yok olur, an-ı dem adem de geçer,

    Yazının sonuna gelirken içimin rahat olmadığını daha uzun bir çalışma daha uzun bir emekle ustayı daha çok anlamalı ve araştırmalıyız diye düşünüyorum. Bu manada sizlere Mehmet Ergün’ün Neyzen Tevfik ve Azab-ı Mukaddes ile Hıfzı Topuz’un Çılgın ve Özgür kitaplarını okumanızı tavsiye ederim.

    Neyzene dair son cümleyi kurmayı kendime hadsizlik saydığımdan olsa gerek ustaya dair yazımın son söz hakkını aşık Veysel’e bırakmayı haddimi bilmeyi tercih ediyorum. Elinde neyi dilinde şiiri ve dünya da olmayan gözü ile hayatımızdan bir Neyzen geçti. Zannımca çok güzel bir geçti. Rahmet ve minnetle…

    Neyzen Tevfik dünyasını değişti

    Tel sustu dil sustu neyler nic’oldu

    Ebedi yurduna gitti kavuştu

    Ağlasın kemanlar yaylar nic’oldu

    Değildir bu dünya kimseye baki

    Neyzen’e de değdi feleğin oku

    Döküldü badeler kahretti saki

    Gönüller coşturan meyler nic’oldu

    Ne dünyaya tapmış ne mala tapmış

    Ne doğruyu koyup eğriye sapmış

    Ne bir gecekondu ne saray yapmış

    Dünya benim diyen beyler nic’oldu

    Nice kahramanlar nice sultanlar

    Gelmiş gitmiş bağrı yanık ozanlar

    Veysel der haniya nerede onlar

    Noldu padişahlar soylar nic’oldu” Aşık Veysel…

    Musa GÖÇER

    Devamını Oku

    EDEBİYATIN AHI YAKAR SİNEMİ

    EDEBİYATIN AHI YAKAR SİNEMİ
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Ah, insanın iç dünyasında söylenmeyenlerin, söylenemeyenleri toplamıdır. Ah, suskun bir isyan, gizli bir hasret, Kaf dağını aşamayan Anka’nın feryadı, sevgiliyi özleyen aşığın inlemesidir ah.

    Divan edebiyatında da çok işlenmiş bir konudur ah. Sevgilinin güzelliği, yanağındaki gamze, gülüşündeki sır, bakışındaki efsun, yüzüne dökülmüş zülfün adı olmuştur ah. Aşığın rakibi, ayrılığın isyanı, sevgilinin acımasızlığı, nazı, zulmü ve dahi gamı bir ah ile işlenmiştir.

    Ah, bazen ok olmuş sevgiliye atılmış, (Kirpiklerini ok eyle vur sineme öldür beni) bazen de seher yelinin sırtına yüklenip yarin saçlarını dağıtsın diye esmiş usul usul.

    Her dönemde yazanın, çalanın, özleyenin, yani bizim, yani insanın hakkı olmuş ah. Lakin geldiğimiz noktada görüyoruz ki artık ah en çok edebiyatın hakkı olmuş.

    Bu yazı belki de değirmenine su taşıyıp ama yine de en çok bizim şikâyet ettiğimiz edebiyat dünyasına bir tenkit yazısı olarak algılanmasın. Bu bir öz eleştiri değil, kalemimiz, yüreğimiz ve edebi birikimimizle aynı masanın etrafına oturup hasbihal etme arzusu niyetine sayılsın. Biraz mizah, biraz taşlama, biraz da “çuvaldızı kendine, iğneyi başkasına” babında edebiyatın iç muhasebesi olsun istedim.

    Evet okumuyoruz. Okumayı teşvik etmiyoruz. Sığ bir dünyanın bedbaht yolcularıyız. Bu mevzuyu ele alırken bir takım okuma oranları veya kişi başına düşen gayri safi milli kitap sayısına hiç girmeyeceğim. O oranlar zaten yıllarca malumunuz. Ben burada televizyonda izlediği bir dizinin sabahında kitapçıya gidip “Yaprak Dökümü’ nün kitabı çıkmış sizde var mı?” diye soran gencime de seslenmeyeceğim. Ben burada Goethe ve Faust’u bilen ama hangisini hangisinin yazdığını bilmeyen yetişkinime de seslenmeyeceğim. Sözümüz edebiyat dünyasının yazan, yayınlayan, satan, çeviren, dağıtan, düzenleyen, yayın dünyamızın ve eğitim sistemimizin her bir parçasına ayrı ayrı gelsin.

    Yayı gerip oku önce kendi sinemize atalım.

    Sevgili okuduğundan çok yazan yazar kardeşim. Yazmak ve üretmek eylemi kutsal bir eylemdir. Yazdıkların iz bırakmayacaksa yıllar sonra bile durumu arz ile mecbur olan bir insanın, senden bir cümle ile halini arz edip, nasılsın diye sorulduğunda “aynı gökyüzü aynı keder” diye senden cümlelerle cevap veremeyecekse kaleminin emeği boşuna değil mi? Adı kahraman, yazdıkları şimdi taze ama ertesi gün küf tutacak olan kardeşim. Hiç düşündün mü, o kitaplarını koynuna bastırıp fuarda imza kuyruğunda bekleyen ortaokul çocuğunun dimağında bıraktığın duygu zehirlenmesinin vebal olduğunu?

    Dolmadan taşanların, okumadan yazanların sinesine gelsin edebiyatın gönül yayında gerip fırlattığı ilk ok…

    Sevgili yayıncı, narına yan demeyeceğim ama hak etmediğini söylemekte dilsiz şeytan olmaya talip olmaktır. Bu yaptığın düpedüz ahlar ile inleyen bir edebiyat yaratmak. Hiç düşündün mü neden ömrü iki yılı geçmeyen bir sürü yayınevi var? Hiç düşündün mü bir süzgeçten geçmeyen eserleri ve o eserleri yazan insanların gerçeklerle yüzleşmesi ve daha iyisini üretmek için teşvik edilmesi gerektiğini? Üç beş kuruş birikmişini aldığın ve bastığın kitapları bir büyük apartmanın bodrum katında ucuz yollu kiraladığın deponda çürütüp sonra geri dönüşüme göndermenin bir zulüm olduğunu hiç düşündün mü? Neden dolandırıldığını, kandırıldığını düşünüp ayakkabı değiştirir gibi yayınevi değiştiren yazarların enflasyonu seni üzmüyor mu sevgili yayıncı? Editöre bile göndermeden, (Hoş editörün var mı? Ondan da emin değilim) basıma değer olup olmadığını, ulaştığı insanda kitaba karşı olumsuz bir refleks geliştirip geliştirmeyeceğini hesap etmeden, nasıl olsa masrafımı peşin peşin aldım diyerek o kitabı basmanın edebiyata zulüm olduğunu düşün artık istersen. Belki de bu senin ömrünü uzatacak bir karar olacaktır.

    Bu ok da depolarda küflenen, yurdumun en güzel ormanlarından kopup gelen kâğıtlardan üretilmiş kitapların gönül yayından gerilip yayıncının sinesine fırlatılan ok olsun.

    Ön adında edebiyat, yazar, şair ismini kullanarak ahbap çavuş ilişkisi içerisinde körlerin sağırları ağırladığı, edebiyata her gün yeni ufuklar açan! Sevgili derneklerimiz. Sözüm ne bir siyasi partinin arka bahçesi oluşunuza, ne üç beş kuruş destek almak için bir takım erklerin emirleriyle hareket edip kendi çevrenizdeki üç beş insanla hep aynı dizilişte verdiğiniz etkinlik pozlarına. Sözüm edebiyatta lokomotif olmanız görevi ile kurulmuş olmanıza rağmen bir abs sistemi ile çalışıp edebiyata takoz olmanıza. Ah be kardeşim sen etrafındaki üç beş insanla kasıla kasıla poz verip hep aynı kadro (hem dinleyici hem hitap edenlerin aynı olduğu) ile mutlu mesut demler geçiresin, yaptığın işin birkaç yerel basında yer alsın, günü kurtar diye var edilmedin. Sen bulunduğun topraklarda yeni yazarlar, yeni şairler çıkmasına vesile olasın, onların etnik kimliklerine, sana yakınlık ve uzaklığına bakmaksızın önlerini açmak, edebiyata yeni soluklar kazandırmakla yükümlüsün. Ücretsiz yer edindiğin fuarlarda davet ettiğin yazarlardan stant ücreti alıp o stantta kendinin ve havarilerinin kitabını satıp, içtiğin çayın ve kahvenin, yediğin yemeğin parasını onlardan toplamayı dernek olmak algıladığın sürece edebiyatın ahına ahlar katmaya devam edeceksin. Sizi hiç sevmedim, hiç sevmeyeceğim.

    Edebiyatın bir ah oku da sizin o ihtişamlı(!) tabelalarınıza gelsin.

    Antoloji yazınsal ürünlerin nadide parçalarından müteşekkil bir yapıttır. Antoloji; şiiri bir yerde yayınlanacak diye yüz, yüz elli lirasını alarak şiiri okumadan basıp, yirmi kişi ile masrafları çıkarılıp geri kalan yazar katılım paylarının ve satılan antolojilerin kâr hanesine dahil edildiği bir gelir kaynağı değildir. Siz böyle yaptıkça bu toprakların insanı şiirden, edebiyattan soğuyacak farkında mısınız? Düzenlediğiniz süslü balolarda çektiğiniz selfie ve göz boyama teknikleri ile gerçek antolojilerin katili oluyorsunuz.

    Bir ok da antoloji galalarınızda göz alan parlak ışıklara gelsin.

    Resmi kurum ve kuruluşlardan sponsorluk alıp ödül miktarı belirleyerek daha edebi ürünler bile elinize ulaşmadan kazananın belli olduğu  şiir ve öykü yarışması düzenleyen yetkin edebiyat duayenleri bu sözüm de size. Ceviz içi kadar dost cemiyetlerinizin kahramanlarını parlatmak sevdası ile yarışmalar düzenleyip, edebi değer olarak aynı teraziye konulmayacak kadar kıymetli olan eserleri görmezden gelip kendi değirmeninize taşıdığınız suda boğulursunuz umarım. Burada Didem Madak’ın neden kitaplarının öz sözüne o muhteşem cümleyi yazdığını anlamak çok zor olmuyor.(Bu kitap yeer alan şiirlerin hiç biri hiçbir yarışmaya katılmamıştır…)

    Bu ok da seçme şansından mahrum seçici kurulunuzun sinesine gelsin.

    Sinesine ok çekilmesi gereken etkenler bir zincir şeklinde uzayıp gidiyor. Eğitim camiası ve sevgili meslektaşlarım sıra bende ve sizde. Öğrencisinin hiçbir zaman elinde, koltuğunun altında bir kitap görme şansına erişemediği muhteşem varlıklar. Bu zincirin belki de en önemli halkası biziz. Doğru eserle gençleri buluşturmayı bırakın, doğru eseri kendi bilmeyen bir eğitimcinin gençleri nasıl yönlendirip edebiyatın doğru yataklarda çağlayan bir ırmak haline dönüşmesini sağlayabilir ki. Dersi bitince öğretmen evlerinde kırmızı ikili ile okey atma derdine düşen, kısır partilerinde çeyrek altınlı günlerde mutlu dakikalar geçirmeyi öğretmenlik sayanlar, bu eserin mimarlarından biride biz öğretmenleriz.

    Bu ok da yeni nesil sizin eseriniz olacaktır öğretisinden habersiz şahsımda bütün öğretmenlerin sinesine gelsin.

    Bu zincir saymakla bitmeyecek kadar uzun bir zincir. Belli başlı etkenlerin bir kısmı ile edebiyatın ahını anlatmaya çalıştım. Bu kadar sıkıntı ve eksik varken siyasetten, eğitimden, ekonomik sorunları bahane edip onlara sığınmaktansa edebiyatın ahına kulak verip, bazı şeylerin değişmesi için hep beraber mücadele etmek zorundayız diye düşünüyorum. Edebiyatı sağlıklı olmayan bir toplumun diğer unsurlarının da marazlı olması kaçınılmazdır. Düşünmeyi bilmeyen, okumayan, sentez yapmayan, estetik ruhu olmayan, sanattan haberi olmayan kitlelerin, içi boş müfredatla,  günü birlik kurtarıcı hareketlerin kurbanı olması kaçınılmazdır. İdrak üzerine kurulu bir yaşamda idrakin unsurlarının okumak, anlamak, yazmak ve eleştirmek üzerine olduğunu unutmayalım.

    Şimdi bütün bir edebiyat dünyası olarak yüzümüzü aynaya dönüp, portremizi süzüp önce kendimiz sonra da parçası olduğumuz topyekûn bir sistemle hesaplaşıp öz eleştiri yapma vaktidir. Üstünden asırlar geçmesine rağmen hala klasikler okuyor, hala başucu kitaplarımız o beğenmediğimiz, yok saymaya çalıştığımız geçmişin eserleri ise burada bir sıkıntı var demektir. Yeni bir Nazım, Sabahattin Ali, Fuzuli, Ahmet Hamdi veya bir Peyami çıkmıyorsa bunda hepimizin katkısı vardır.

    Edebiyatın ah ile çektiği ve hepimizin sinesi saldığı okların acısını hep birlikte hissetmek, onun ahına kulak verip bu toplumsal sancıyı önemseyerek dindirilmesi için mücadele etmek vaktidir. Hiçbir şey için geç değil. Kendi ürettikleri akıllı teknolojik aletleri bize sunup kendisi hala trende, otobüste, kafelerde kitap okuyup, yazınsal hayatında sürekli yeni kahramanlar yaratan toplumların ihtişamı ile sarhoş bir izleyici olmak yerine, kendi edebiyat dünyamızı güzelleştirip okuyan, yazan, üreten nesiller yaratmak vakti. Bu hastalıklı yapının şifası zannımca bu yoldan geçmektedir.

    Yazıklar olsun edebiyatının ahını içinde hissetmeyen ve vah çekmeyen her edebiyat neferine.

    “KALEM SADECE AKILLILARIN ÜLKESİNDE KESKİNDİR KILIÇTAN”

    Musa GÖÇER

    Devamını Oku

    BEN HALKIMIN KAVGASIYIM

    BEN HALKIMIN KAVGASIYIM
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    İnsanın bir kavgası olmalı yaşadım diyebilmek için.

    Bu kavga bildiğiniz kavgalardan değil. Düşleri, idealleri, itirazları, düşünüp tahlil edip “dur” demek, istedikleri şeyler adına bir kavgası olmalı insanın.

    İnsanın kavgası olmalı içinde

    Kor ateş gibi yanan

    Soğuk yalnızlıkları ısıtan

    Korkunun ve endişenin duvarlarını, siperlerini

    Yakıp yıkan

    Kavgası olmalı insanın

    Kendisi adına değil, halkı adına

    Onurlu bir savaşı olmalı insanın…

    İşte bu kavganın yeşil parkalı Deniz’i adına selamlıyorum sizleri.

    Çok farklı bir kültür ve çok farklı bir fikri yapı ile başladığım yaşam beni çok farklı yerlere getirdi. Belki de benim şartlarımda doğan ve benim içinde bulunduğum ortamda dünyaya gelen bir insanın yaşamında bir devrimdi şu an ki hayata bakışım.

    İşte bu pencereden bakarak birbirine öteki sayılmış ya da sayılsın diye özel çabalar sarf edilmiş, bölünmüş, dövüştürülmüş, sömürülmüş, yakılmış emeği çalınmış halkım adına bu kavganın en büyük neferlerinden biri olan Deniz’i bir de ben anlatayım istedim.

    Her toplumunun Denizleri olmalı, denizlerin dalgaları gibi deli yürekli yiğitleri olmalı. Olmalı ki o yiğitler, o toplumu karanlıktan aydınlığa taşısın ve halkının hakkını çalıp onu karanlığa mahkum etmeyenlerin kurudukları mahkemeler de çıkıp yiğitçe haykırsın.

    “İddianameye karşı diyeceklerim mevcuttur.

    İddianame kelle istemek için hazırlanmıştır

    Yapılan tahliller yanlıştır, hatalıdır

    Değerlendirmeler keza isabetsizdir

    Yalnız biz varlığımızı hiçbir karşılık beklemeden

    Esasen Türk halkına armağan etmiş bulunmaktayız

    Ve Türk halkı ve devletin bağımsızlığına armağan etmiş bulunmaktayız

    Bu sebeple ölümden çekinmiyoruz

    Biz hiçbir zaman bütün çabamıza rağmen

    Türkiye’nin bağımsızlığını temin edemedik

    Bugüne kadar da bu özlem içinde kaldık”

    Şu yeşil parkalı çocuğun özlem duyduğu şeye hangimiz özlem duymuyoruz söyleyin bana. Yirmi dört yaşında bunu haykıran kaç genç yetiştirdik onlardan sonra, bunu çok ciddi bir biçimde düşünelim.

    Kim neye inanır dili, fikri, aidiyeti ne olursa olsun, ülkesi, halkı adına savaşan her yiğide sahip çıkmak zorundadır. Denizler, Yusuflar kolay yetişmiyor. Günümüzde herkesin anti emperyalist, anti Amerikancı olduğu bir dönemde dikkat çekmek istediğim şey bu yürekler neden ve niçin asıldı.

    Şimdi biri kalkıp bana desin ki, bunlar, bu güzel savaşlarında ölümü hak ettiler.

    Ölüm yakışmıyor Deniz ve Deniz gibilere.

    Ben olayın siyasi sürecinden ziyade bilinç ve duygu kısmını ele almaya çalışacağım.

    Kim neye inanırsa inansın, bu zulümlere itiraz eden ve bu gençlerin önüne siper olunması gerektiği gerçeği üzerine kurdum yazımın temelini.

    Kaç Deniz’in varsa o kadar aydınlık, o kadar huzurlu ve hakkettiği gibi yaşayan bir toplum olursun. Sen gibi düşünmese de halkı adına savaşan bir şiiri, Deniz’in şiirini ezbere bilmek zorundasın arkadaşım. “İddia makamı bizim vermekte olduğumuz bağımsızlık savaşına karşıdır

    Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın hukukuna karşı, reformlara karşıdır

    Onlar 36 milyonluk ülkenin bütün yükünü

    20 gencin üzerine yıkmaya alışmışlardır

    Bizi bağımsız bir ülkenin çocukları olmaktan

    Mahrum eden hepiniz dahil, sizlersiniz

    Ve sonunda idam isteğiyle buraya getirildik

    Türkiye’nin bağımsızlığından başka hiç bir şey istemedik

    Ve hayatımızı bu yola koyduk

    Varlığımızı Türkiye halkına armağan ettik

    Bunun aksini iddia edenler vatan hainidir”

    Bütün yüreğimle katılıyorum, aksini iddia eden vatan hainidir.

    Deniz ve Deniz gibileri, ki onlar gibileri sağ kesimde de çok fazla vardı. Onlar da zulüm çarkında heba oldu. Artık bu ülkenin neye inanır, hangi fikre mensup olursa olsun yetişmiş zeki, direnen, itiraz eden, baş kaldıran gençlerini bağrına basıp karanlıktan aydınlığa çıkma vakti gelmiştir.

    Bugün ben Deniz’i yazıyorsam bu güneşin balçıkla sıvanmayacağı gerçeğinin hep geçerli olacağı anlamına geliyor. Bu ülkede adı Deniz olan kaç çocuğu var bilmiyorum ama bildiğim bir şey varsa vallahi daha çok olmalı.

    Hanginiz Bolu beyini sevgiyle yad ediyorsunuz, sevdiğiniz biri varsa o da Köroğlu. Hızır paşa kime sempatik, Pir Sultan kime sempatik hele bir anlatın bana. Musa var bir de. Bir de Firavun. Deniz’lerin Firavunları hiç bitmedi bitmez.

    Deniz’lere sarılıp, yollarına ışık olmak için çok geç kalmış olsak da zararın neresinden hikayesine uyum sağlayalım hiç değilse bugünden sonra.

    “Tarih evvelce bunu yapanları nasıl temize çıkarmışsa

    Bizi de temize çıkaracaktır, buna da inanıyoruz.”

    Böyle haykırmıştı mahkeme salonunda. Nasıl da haklı çıktı ve nasıl da sevginin, türkünün, şiirin kahramanı oldu hepimiz şahidiz.

    Taraflı, tarafsız herkesin Deniz’i o. Olmalı da.

    “Deniz’lerin, Yusuf’ların, Hüseyin’lerin türküsüdür bu

    Dalgalar, meydanlar ve dağlar söyler bu türküyü

    Baldırandır yüreğimizdeki, ey yoldaş

    Gölgesiz ve kefensiz gidenlerin türküsüdür bu

    Ağıtsız, ağlamaksız, halaylı, türkülü uğurlarız gidenlerimizi

    Şimdi, şimdi savurup bütün hüzünleri köhne bir zamana

    Meydan okumak zahir aynalara

    İlkbaharda kanayan bir yaprak misali

    Savrulmak özgürlüğe esen rüzgârla

    Bir şarkı, bir şiir, bir ıslık ve bir rüzgâr selamıyla gidenlerin

    Deniz’lerin, Yusuf’ların, Hüseyin’lerin türküsüdür bu”

    İlkbahar da kanayan bir yaprak o. O bu halkın bir özgürlük, tam bağımsız Türkiye hayalinin en canlı, hiç ölmeyen, ölmeyecek Deniz’idir.

    Denizler yaşadıkça Nemrut’lar yenilecek, yenilecek zulüm ve bir ülke özlediği günlere kavuşacak.

    Bugün Hatay’da enkaz var, yıkılmışlık var bir de yağmur var sevgili Deniz. Şimdi yazımı bitirip, parkanı sırtıma geçirip sokaklara çıkıp yürüyeceğim. Ve dilimde senin son cümlelerini Tam bağımsız bir Türkiye hayali için söylediklerini içimden tekrar edeceğim.

    “Türkiye’nin bağımsızlığından başka bir şey istemedim

    Ve bu sebeple Amerikan emperyalizmine

    Ve iş birlikçilerine karşı mücadele verdik

    Bundan dolayı ölümden korkmuyoruz

    Onu ancak iş birlikçiler düşünsün

    Ve ancak onlar kendi canının telaşına düşsün

    Ve ben 24 yaşındayken

    Kendimi Türkiye’nin bağımsızlığına armağan etmekten

    Onur duyuyorum”

    SEN DENİZLERİN DALGASI, SEN HALKININ KAVGASISIN DENİZ…

    ÖLÜME GİDERKEN GÜLEN YÜZÜN DE BENİM ONURUM..

    BİL İSTERİM…

    DENİZLER ÖLMEZ, ÖLMEYECEK…

    Musa GÖÇER

    Devamını Oku

    YAŞASIN 1 MAYIS

    YAŞASIN 1 MAYIS
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Tarlada çalışan ırgat Fatma ananın nasırlı ellerinden,

    Madenci canların yüzlerine bulaşmış rengi kara lakin en aydınlık yarınların ışığından,

    Boyacı İrecep ustanın dizleri yırtık kotu ile sırtını dayayıp çigara içtiği duvara sinen terinden,

    Gece vardiyasından dönen genç Ayşe’nin servis camına dayadığı an boy veren düşlerinden,

    Süslü/Görkemli evlerde Zeynep ablanın temizlik suyuna kattığı gözyaşından,

    Uzak köy okullarında çocuklarına sevmeyi öğreten Aybüke öğretmenin gülüşünden,

    Koca bir şehir uyurken çöpleri toplayan Ali amcanın evine ekmek götürme savaşında,

    Sizleri selamlayarak başlıyorum bu yazıya.

    Hepsinin/hüznünden/gülüşünden/gözyaşalrından/düşlerinden/terinden/ışığından/ ve bir bütün olarak hepsinin ellerinden/ yüreklerinden öpüyorum…

    Sömürülmemiş emeğin, çalınmamış geleceğin, direnen bir toplumun hakkını söke söke alan insanın modelinin düşünü görüyorum uzun zamandır. İtiraz edip dik duran bilinçli bir gençliğin, siyasete alet edilmeyen emeklerin ve insanca yaşamak için baş kaldırıldığı bir bayram olsun dilerim…

    Emeğin bayramı 1 Mayıs kutlu olsun…

    Gönlüm istiyor ki 1 Mayıs hiç kimsenin siyasi malzemesi olmadan sadece işçi sınıfının hakları anlamında görmesi gereken değeri görerek her meydanda özgürce kutlansın. Ve yine gönlüm istiyor ki 1 Mayıs günü devlet memurlarının tatil yaptığı bir gün olmaktan çıkarılarak bütün emekçileri o güne özel ikramiye aldıkları ve eşleri, çocukları, sevgilileri, anne ve babaları güzel bir gün geçirsinler.

    Bütün siyasi partiler, bütün fikirlerin üzerinde uzlaşarak sadece ama sadece işçi sınıfı adına bir mutabakat içinde hareket etmeleri sizce onlara verilecek en büyük ödül olmaz mı?

    Ki onlar çalışıp üretmezse geride kalan bütün sınıflar için sonuç korkunç olmaz mı?

    Birilerinin siyasi savaşı ile işçi sınıfının en doğal hakkı olan bayram kirletiliyor diyorum. İşçi sınıfını ve 1 Mayısı terör olayı gibi algılayan sağ zihniyet ile bu bayramı radikalizm, kavga ve olay olarak gören sol zihniyet yüzünden bu saçmalığın en büyük zararı işçi sınıfının sırtında bir yük haline dönüşüyor.

    1 Mayıs işçi sınıfının en doğal hakkıdır. Meydanlarda olmak, haklarını savunmak, seslerini duyurmak için gerekli ortamın bizzat bütün siyasi partilerin, devletin ve STK’ların topyekün arkasında durması gereken bir düşünce olmalı.

    Zincir marketlerde yok pahasına çalıştırılan bu ülkenin genç fidanları, madenlerde can veren yüzleri siyah, dünyaları ışık olanların, fabrikalarda nefes almaya zorlanarak çalışan insanım 1 Mayıs da iş başında değil meydanlarda olmayı hak ediyor diye düşünüyorum.

    Bütün bir toplum olarak sermaye kesiminin değil işçi sınıfının yanında duran, zincir marketlerden iki lira daha ucuza alış veriş yapma kaygısında değil orada emek veren canların derdinde olmalıyız.

    Ezcümle, 1 Mayıs alanlarda özgürce kutlanmalı ve işçiye sen bizim cümle varlığımız ey benim emekçi kardeşim mesajı verilmeli ve bir toplumun gerçekleştirmek zorunda olduğu bir görevdir.

    YAŞASIN EMEK, YAŞASIN NASIRLI ELLER, YAŞASIN 1 MAYIS…

    “Bunlar,
    Engerekler ve çıyanlardır,
    Bunlar,
    Aşımıza, ekmeğimize
    Göz koyanlardır,
    Tanı bunları,
    Tanı da büyü…

    Bu, namustur
    Künyemize kazınmış,
    Bu da sabır,
    Ağulardan süzülmüş.

    Sarıl bunlara
    Sarıl da büyü…”
    A.RİF…

    Musa GÖÇER

    Devamını Oku

    Güneş Artık Doğudan Yükselmiyor

    Güneş Artık Doğudan Yükselmiyor
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Zihinsel ve bilişsel savaşını kaybetmiş,  sosyal sancılar içinde kıvranan doğunun bir evladı olarak haykırmak istiyorum. Haykırmak, titremek ve titretmek istiyorum. Hani güneş doğudan yükseliyordu? Kandırıldık mı? Toplumların önünü aydınları açar, yol gösterir. Aydın ışık saçar, güneş olur, insanın zihinsel koridorlarına ışık tutar. Uzun zaman oldu doğu aydın çıkaramıyor. Karanlık bir coğrafya ya hapsedilmiş kıvranan, canı acıyan ama acısını bile dile getiremeyen bir toplumuz artık.

    Paul Robert aydın irdelemesinde “Zihni faaliyetlere büyük bir alaka duyan, fikri hayatı ağar basan” tanımlamasını yapar. Aron’a göre “Kafa işçisidir” aydın. Hayata karşı entelektüel bir duruşu olur. Mensubu olduğu topluma yol gösteren adamıdır o. Sorunları büyük bir cesaretle dile getiren, tepki koyan ve dahi insanın gözden kaçırdıklarını görmesini sağlayan bir rolün adamıdır aydın. Cemil Meriç’in dediği gibi “Gerçek aydın, yalanların pençesini yırtan, dünyadaki bütün haksızlıklara dur diye haykırandır” Bugün düşünmekten ve irdelemekten uzaklaşmış bir toplum olduğumuz için içtimai bütün mevzularda sıkıntılı ve sancılıyız. Aydınları silahşörlük yapan, köşe yazarlarından medyada boy gösteren sistemin rüzgarı ile heybesini doldurmaktan başka derdi olmayan bir dünya tiyatro oyuncusu izliyoruz her gün. Ve bu tiyatro benim çok canımı sıkıyor.

    Üniversite hocaları, gazeteciler, yazar ve araştırmacılar, şairler bir toplumun entelektüel kesimini oluşturur. Bunlar susmuş başka sevdalara düşmüş ve gerçek bir aydın olamamışsa toplumun sıkıntılarını ışık olmaları çok zordur. Bu konunun elbette sadece aydın fukaralığına bağlanması tamamen yanlış olur. İçinde eğitim sisteminin sığlığı, ezberciliği ve teorik bir düzlemden çıkamaması, bilimin önüne dinsel argümanlarla set çekilmesi, her türlü bilinçaltı mesajlarla toplumun birilerinin istediği noktaya çekilmesi bu sorunun çok ayaklarından birkaç tanesidir. Bu noktada yakıştırmayı seven bir toplum olduğumuz için söylediklerimin bir din düşmanlığı olarak algılanması beklediğim bir tepki olacaktır. Batı zihinsel savaşını nasıl kazandı diye irdelediğimde karşıma çıkan hep inanç unsurlarının insanın içsel bir olayı olduğunu kabul edip bunun toplumun sosyal ve siyasi yaşamını şekillendirmesine izin verilmediğini gördüm. Sanatın her alanında üstün bir performans sergileyen eserler veren, özgür sanatçılar yetiştirdiklerini gördüm. Bu söylemlerim günümüz siyasi yapısı ya da sosyal yapısına muhaliflik değil. Kaldı ki bu sıkıntılar doğu toplumun yani bizim asırlık sorunumuzdur.

    Taşları yeniden dizip merhum Recep Yazıcıoğlu’nun dediği gibi bu fikri yapıyı değiştirmeliyiz diye düşünüyorum. Düşünmekten korkan bir toplumu başka toplumların şekillendirmesi ve onlara insanı derslerden sınıfta kaldığına dair her gün aşağılayıcı bir eda ile azarlaması kaçınılmaz oluyor. Aydınımız aydın olmadığı için, eğitim sistemimiz fikri yapımızın önünü açmadığı için içinden çıkamadığımız mevzularda insan olmayı bizden öğrenen batının kapısını çalmak onurumu kırıyor. Bir adli olayda bizim mahkemelerimizin yetersiz olduğunu düşünüp Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine başvurmak biz insan olamıyor insan olma haklarımızı koruyamıyoruz buyurun siz koruyun demek olmuyor mu?

    Aydınımız bize yeniden sentez yeteneği kazandırmak zorunda. Aydınımız cesur olmak zorunda. Pedro Shimose’nin dediği gibi “Akademi de bir koltuk bir de çek defteri ikileminden çıkıp kendilerinden bekleneni vermek zorundalar. Konu derin birazda bıçak sırtı farkındayım. Don Kişot olmak gibi hevesimde yok, kaldı ki yel değirmenleri ile de dövüşecek takatim de yok. Sadece uykusuz gecelerin uzun okumaların sancılarını, gördüğüm oyunu sevmediğim, ferdi olduğum bu güzel toplumun hak ettiği gibi bir sosyal yaşama sahip olması gerektiğini düşündüğüm için çektiğim sancıları paylaşmak istedim. Bir şeylerin yanlış gittiği görüp susmak içime sinmiyor. Aydınlanma denen şey batının izahı ile aklı merkez alan bir olaydır. Aklı merkeze koyup birbirimizin inançlarına ya da inançsal eğilimlerini irdelemeden herkes için geçerli sosyal konularda restarasyona ihtiyacımız olduğu kanaatindeyim. Kısır bir edebiyattan, ilimden uzak, doğuştan içirilmiş ve empoze edilmiş öğretilerden sıkıldım. Bu karanlığı bize layık görenleri kınamak adına yazdım bu yazıyı. Her köşe yazarının bir takım erklerin piyonu olduğunu önceden belirlenmiş ve dikte edilmiş söylemlerle ışık saçtığını sanan ateş böceklerinden daha aciz olduğu görmekten tiksiniyorum. Türkü söylemesi gerekenlerin güç avukatlığı yapmasından ben utanıyorum,  onların da utanmasını bekliyorum. Siyasi sistemle derdimiz yok bizim kaldı ki uzun yıllardır hiçbir siyasi sistemin yaralarımızı saramadığını bu topraklarda mutlu bir yaşam oluşturamadığını acıyla izliyoruz. Ben sadece insansal mevzularda daha aklıselim, daha çok düşünen, sorgulayan, itiraz eden,  birbirinin hakkına kendi hakkı kadar saygı duyan bir toplum istiyorum. Bu bağlamda bize ışık olması gereken insanları iç dünyamızı aydınlatmaya davet ediyorum.

    Doğu can çekişiyor beyler. Şairleri şiiri sadece aşktan ibaret sanan, yazarları avukatlık yapan, müzisyenlerin ihtişamlı yemeklerde meze olan, bilim adamlarının bir üst mevki için eğildiği bir toplumda huzur da olmaz gelişme de olmaz.

    Aklı temel alan, özgür düşünen bireylerin yetiştiği, sanatsal ve fikirsel fidanlıkların oluşturduğu bir toplumun yüzü gülen bireyi olmak istiyorum.

    Bu topraklardan geçen son aydın ne demişti, ne istemişti bizden.” Cumhuriyet sizden fikri hür, vicdanı hür, irfanı hür, nesiller ister”

    Biz bu aydınlığı hak ediyoruz. Aydınlanacağımız günlerin, dizayn edilen bir toplum olmayıp kendi kaderini kendi çizen, fikir adamlarının ışık saçtığı bir ülkede yeniden birbirimize sarıldığımızı görmek istiyorum. Serde şairlik olduğu için Tevfik Fikret’in bir dörtlüğüyle veda ediyorum.

    Kimseden ümmîd-i feyz etmem, dilenmem perr ü bâl
    Kendi cevvim, kendi eflâkimde kendim tâirim.
    İnhinâ tavk-ı esâretten girandır boynuma;
    Fikri hür, irfânı hür, vicdânı hür bir şâirim.

    Musa GÖÇER

    Devamını Oku

    KATİL İÇERDE

    KATİL İÇERDE
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Başlık polisiye bir roman adı gibi gelse de. Değil.

    Tamamen sosyolojik ve hemen her birinizin hayatında var olan bir katilden bahsedeceğiz bu yazıda. Abarttığımı düşünenler çok olacaktır. Abartıyor olmayı çok isterdim.

    Geleceğimizi yakan ateşin karşısına ailece kurulmuş patlamış mısır geveleyip çay yudumlayarak,  kendi çocuklarımızın nasıl ruhsuzlaştırdığımızı, geleceğimizi nasıl yok ettiğimizi izliyoruz. Konuyu araştırmadan önce bu cümleyle karşılaşsam bende sizinle aynı tepkiyi gösterirdim.

    -“Hadi canım sende!  Yazar müsveddesi o kadar da değil.”

    O kadar. Bütün samimiyetimle söylüyorum o kadar ve dahi fazlası var eksiği yok.

    Her günümüze bir kaç dizi, birçok kahraman, birçok afili yaşam sirayet etmiş durumda. Hepimizin birer kahramanı, aşık olduğu biri, hayranlıkla izlediği bir soytarısı var. Kilitleniyoruz o dizi başlayınca. Kopuyoruz. Kendimiz koptuğumuz gibi çocuklarımızın da koptuğunu kendilerini o salak karakterlerin (karaktersizlerin) yerine koyduklarını onlara özendiklerini fark etmiyoruz bile. Çünkü kendimiz bile sarhoşuz. Bozuk sosyal yaşamlar, sıkıntılı aile ilişkileri, ucuz aşklar, sahte vatanperverlikler, aslı astarı olmayan tarihi empozeler. Çalmanın haklı olduğu, öldürmenin gerektiğinde /ki şartlar çok uygunmuş /mübah mış/  olduğu bilinçaltı saldırıların farkında bile değiliz. Abartılı lüks hayatların, devlete ait kültür miraslarında, yalılarda, saraylarda sanki birileri yaşıyormuş da biz orada neden yaşayamıyoruz soruları. Kötü babalar, alkolik insanlar, sapık yaratıklı ağabeyler, amcalar. Liste uzayıp gidiyor. Her gün bunları izliyor bunlarla hem kendimizi hem çocuklarımızı büyütüyoruz. Böylece gittikçe büyüyen tedavisi mümkün olmayan bir hastalığın kollarına koşuyoruz. Sonra da kalkmış sosyal problemlerden, çocuk istismarından, uyuşturucu yaşının bilmem kaça düştüğünden, saygının ve sevginin azaldığından bahsediyoruz.

    Son bilgilere göre muhterem dizilerimiz kendi ülkemizin dışında yüz yirmi ülkeye satılıyormuş. Şöyle bir baktım dünyada yüz yirmi ülkeye sattığımız başka hiçbir üretim, teknolojik alet vs. bulamadım. Sinemada, tiyatroda, müzikte, heykelde, okuma oranında, hep ya sonda ya da sondan bir öndeyken bu alanda dünya ikincisi olmamız beni çok düşündürdü. Sizce de burada bir sıkıntı yok mu?

    Bu dizilerin psikolojik, tıbbi ve buna benzer birtakım yarattığı sıkıntıları konu alan makalelere baktım. Karşılaştığım sonuç beni korkuttu. Serdar Demirel isimli bir yazar “düşman işgal etseydi bu diziler kadar zarar vermezdi” demiş. Düşününce bizler görünen düşmana fiili savaşa karşı tecrübeli bir milletiz. Sanırım öyle olsa mücadelemiz daha kolay olurdu.

    Bu dizilerle büyüyen çocukların başkalarının çektikleri acıya duyarsızlaştığı, çevrelerinde yaşanan olaylara karşı bir korku besledikleri, saldırgan oldukları ve bir takım hem kendilerine hem karşılarında ki insanlara zarar verme eğilimine girdikleri bilimsel olarak saptanmış gözlemlenmiş. Çocukların sürekli ekran karşısında olmalarından dolayı kilo sorunu yaşadıkları obez oldukları gözlemlenmiş. İki yaş altında ki çocuklarda geç konuşma kekemelik sıkıntıları doğurduğu tespit edilmiş. İletişim kurma güçlüğü çeken asosyal çocuklar yetişmesine sebep olmuş. Beynin sinaptik bağlantılarını öldürdüğü tespit edilmiş.

    Konunun dağıldığının farkındayım sizi sadece bu konu üzerine küçük bir araştırma yapmaya davet ediyorum.  O vakit geleceğimizi bu işgalden kurtaralım diyecek siniz. . Bütün dizileri ve kahramanlarını bilen, her mahallede bir kabadayı, her semtte bir Polat Alemdar yaratmalarını engelleyerek, her mahallede bir şairimiz, bir tiyatrocumuz, bir kemancımız, bir milli sporcumuz olmasını sağlayalım. O salak karakterlere değil, Atatürk gibi kahramanları bilen okuyan onlardan beslenen, Ahmet Arif gibi şiir yazan, Reşat Nuri gibi romancı olmayı hedefleyen. İlber Ortaylı gibi tarihçi olmayı kafasına yerleştiren. Fazıl Say gibi müziğe aşık, iyi bir ressam iyi bir heykel traş olmayı kendine düstur edinen gençler yetiştirelim. Geleceğimizi karartmadan bir güzellik yapıp o salak kutuyu salak kahramanları ile biz karartalım. Onların reyting sevdasına verecek ne geleceğimiz ne gençlerimiz ne de dünyamız var. Kolay yoldan zengin olmayı, emek vermeden sahip olmayı, aşkı üç günlük sanan zihniyeti ezelim.

    Unutmayalım ki batı ülkeleri bile şu anda içine düştükleri sosyal buhranı aşmanın yolunu aile mevhumunu yeniden canlandırıp yeşertmekten geçtiğini anlamış ve konu üzerinde çeşitli teşviklere desteklere ve eğitimlere yer vermiş durumda.

    Birileri çok para kazanacak diye çocuklarımızı zehirleme hakkına sahip değiller. O saçma sapan yalan yanlış hayatlarını ve bilinçaltı saldırılarını alıp bizden uzakta oynasınlar. Kaldı ki çoğu buhranlı hayat yaşıyor, yılda birkaç kez boşanıyor, intihar ediyor ya da birbirlerine saldırıyorlar.

    Buyurun o salak dizileri kapatıp çocuklarımızı bir sahafa, bir tiyatro oyununa, bir şiir dinletisine götürelim. Onları fidan dikme etkinliklerine, doğa yürüyüşlerine, spor salonlarına kayıt edelim. Ayakta durmakta zorlanan bir çok müzik evimizin birine götürüp bir enstrüman çalmalarını sağlayalım.

    Çocuklarımızın ölüm fragmanlarını izlemeyelim.

    Bu çürümeye, bilinçli çürütülmeye dur diyelim.

    Katil İçerde. Bilin istedim.

    Musa GÖÇER

    Devamını Oku

    YARASINDAN KAN SIZAN, YALNIZ HATAY

    YARASINDAN KAN SIZAN, YALNIZ HATAY
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Kalem yazarken her dem mürekkep kullanmaz. Bazı yazılar vardır ki harcında gözyaşı, keder, yalnızlık ve çaresizlik barındırır. İlk cümlesinden itibaren okuyacağınız bu yazı tam da böyle yazılmıştır.

    Yetişin ey erenler,” diye bağırır da sesiniz içinize bükülür sizi boğar.

    Sesimi duyan var mı sorusu öyle bir havada kalır ki, elleriniz kan kokar, elleriniz ceset.

    Oysa ki siz fesleğen ve kekik kokusuna aşina bir toprağın aşığı olarak büyümüşsünüzdür. Sokakları dar, ama yürekleri geniş bir sevgi ummanında aşka kulaç atmışsınızdır da kimsenin umurunda değildir bu.

    Benim bu hassasiyetim sadece Hataylı oluşumdan mütevelli bir serzeniş değildir. Ben ki Anadolu aşığı bir adamım. O Anadolu ki nöbetçi kulesi Hatay olan sevilesi bir yardır. Yare giden ve yari koruyup kollayan yiğidin ta kendisidir Hatay.

    Ortadoğu denen çile coğrafyası ile sevgili Anadolu arasında belaları göğüsleyen ve eriten kendi bünyesinde eriterek sevdiği Anadolu’ya bulaşmasına engel olup kendini feda eden “Şehr-i Fedakardır” Hatay.

    Size uzaktan nasıl görünüyor, çok bilmiyorum ama bizim kim olduğumuzu anlamanız için Atatürk’ün bize bakışını bilmeniz, kim olduğumuzu anlamanıza kafi bir yeterlilik olacaktır.


    BİZ HATAY’IZ HAYATIN TA KENDİSİ, ANADOLUNUN EN YİĞİDİYİZ.

    Biz asırlar boyu çok acılar yaşamış toprakların, defalarca yerle yeksan olmuş ama yeniden ayağa kalkmış bir memleketin yalnız ama onurlu, direnmeyi bilen, düştüğü yerden dimdik ayağa kalkıp bütün bir Anadolu’ya gülümseyen o deli aşığı Hatay’ız.

    Yanı başımızda vücut bulan Suriye meselesi ile başlayan son on beş yılda biz neler çektik, nelere katlandık, uzaktan anlayamayacağınız kadar derin ve acı bir fotoğrafız aslında biz. Ki bu acı altı şubattan sonra kocaman bir teessüfe, bir hayal kırıklığına dönüşmüştür.

    Bizim suçumuz her inancı, her canı bağrımıza basıp ayrıştırmadan, ötekileştirmeden sevmek miydi? Bizim suçumuz dünyanın kardeşçe yaşandığı tek bir şehrin ferdi olmak mıydı?

    Görüyor musunuz?

    Yaramızdan durmaksızın kan sızıyor ve biz yalnızız. Üç beş çadır kurarak dünya tarihine damga vurmuş bir şehre, bu yapılan, bu aymazlık reva mıdır?

    Bültenlerdeki resmi yalanlar iyi olduğumuza dair havadisler verirken, biz bir yudum suya muhtaç yalnızlar olarak, genimizdeki asalet gereği direnmeye devam ettik. Bir çadırda birbirimize sığınıp bir bardak sıcak çayı, birçok can paylaşarak aşkımızdan vazgeçmeyen güzel insanlar olarak kalmaya gayret ettik.

    Siz çok çirkindiniz. Hep de çirkin olarak kalacaksınız. Biz Alevi’si, Hristiyan’ı, Musevi’si, Türkmen’i, Sünni’si ile öyle bir kardeşiz ki, siz bizi bu çirkinliğiniz anlamamış olmanıza çok şaşırmayan duruşu güzelleriz.

    Şimdi siz söz sahibi ve koltuk da kıç büyüten devletten habersiz devletliler, size sesleniyorum. Şapkanızı koyun önünüze ve düşünün. Size ez cümle söyleyeceğim şey, siz kimsiniz bilmiyorum, umurumda da değilsiniz. Umurunuzda olan tek şey, bizim nasıl güzel olduğumuzu idrak edip var gücünüzle bizi yeniden eskisi kadar, eskisinden de güzel bir şehre dönüştürmek olsun.

    Hani bilmem neresi düşerse orası, burası düşer diye sloganlarınız var ya. Size ömrünüzün sloganını bu gözyaşı kalemi söylesin.

    Hatay düşerse Anadolu düşer.

    Kendinize gelin ve silkinin. Bakın bizim yaramızdan kan sızıyor. O kanı yüreğinizle silip, insanlığınızla o yarayı sarın ki yarınlar hepimize güzel olsun.

    Yeniden inşaya, emeğe, samimiyete muhtacız. Her taşı yerinden oynamış, yıkılmış, yerle yeksan olmuş bir şehirden yazıyorum size bu yazıyı. Bu bir siyasi çağrı değil, insani çağrıdır.

    HATAY BENİM ŞAHSİ MESELEMDİR” diye yıllar önce haykıran adamın hassasiyetine kulak verin.

    Biz dirilmezsek hasta olur Anadolu.

    Hatay’ı yalnız bırakmak şahsiyetsizliktir. Sizi oturduğunuz koltuklarda şahsiyetli olmaya davet ediyorum.

    Kan sızan yaramızı sarın…

    Aksi kansızlıktır…

    Biz Hatay’ız, biz varsak Anadolu var olur.

    Bir uç beği olarak merkezi idareye seslenen HATAY’ım ben. Ben varsam, siz varsınız.

    Küllerinden yeniden doğacak memleketime selam olsun…

    Yaşasın HATAY…

    Musa GÖÇER


    Devamını Oku