Musa GÖÇER

Musa GÖÇER

12 Eylül 2024 Perşembe

12 Eylül ve Genç Fidanlarımız

12 Eylül ve Genç Fidanlarımız
2

BEĞENDİM

ABONE OL

İdamlar ve işkencelerin kutlama partisi, bir onlardan bir bunlardan diyerek kapitalist sistemin uşaklığını yapanların kurban bayramıdır 12 Eylül.
Hizmet ettikleri efendilerinin emirleri doğrultusunda Türk’ün milli ve manevi kimliği üzerinde leş kargalarının kurduğu ziyafet sofrası, vatanını, milletini, topraklarını seven gencecik fidanların can verdiği hain ellerce tutuşturulmuş bir orman yangınıdır 12 Eylül.
12 Eylüle bir siyasi olay olarak bakıp bir çatışma olarak anlayıp değerlendirmek çok talihsiz bir bakış açısı olur. Dizayn etmek istedikleri bir toplumun kendi emellerine engel olarak gördükleri ufku açık etiketi farklı olsa da o toplumun öncü gençlerinin hasadı, onlardan kurtulma çabasıdır bu kara gün.
Kapitalist sisteme koca bir toplumun göbekten bağlandığı ve kültürel değerlerin, milli değerlerin dejenerasyonu için düğmeye basıldığı ve büyük ölçüde başarılı olan mensubu olduğum milletin yas günü olarak algılıyorum bu hazin acıyı. Ahlaki, kültürel, metafizik algı içeren soyut değerlerin tahrip edildiği ve iyileşmemek üzere kodlandığı hain bir aşıdır 12 Eylül genimize uygulanan. Bu enjektenin acısını hala yaşıyor,ayrışmanın zehirli kollarından hala kurtulamamış bir millet olarak yaşamaya devam ediyoruz.
Huzursuzlaştırılmış kaygı içinde yaşayan ve birbirine acımadan kıyan bir yapı oluşturulmuş, ekmek teknesini açamayan ve korkulu rüyalarla uyanan bir topluma kendilerini kurtarıcı olarak lanse edip bir günde tüm bu olumsuzlukları bıçakla keser gibi kesip kendi kahramanlıklarını ilan eden soysuzların bu topraklarda sahnelediği en acı tiyatrolardan biridir 12 Eylül.
Bir devlet düşünün ki emniyeti bölünmüş, askeri gücü bölünmüş, eğitimcisi sanatçısı toplumun her kesimi etiketlenerek birbirine düşman ilan edilip birbirlerinin kanlarını içmek üzerine kodlanmış robotlara dönüştürülmüş. Bu uyku halinden uyandırıp koca bir milleti yol gösterecek ve birbirinizi kucaklayın sizin sizden gayrı kimseniz yok diyecek bir üst akıl çıkmayınca meydan kan emici cellatlara kalmış. Ve o cellatların darağaçlarına sürdüğü fidanların acı türkülerini hala söyleyen bir millet olarak gaflet ve delalet içinde yaşamak zorunda bırakılmışız.
Şiirler susmuş, türküler ağıda dönmüş ve bilerek planlı bir ihanet ile bağlamamızın teli kopartılmış, ayrışmanın ve düşmanlaşmanın doruğunu yaşamışız. Bu kara ve karanlık olayın siyasi kısmına girmeden gönlümüzde açtığı yaraları, yüreğimizdeki izleri üzerinde durmak kısmını kendime hedef olarak seçtim. Siyasi boyutunu değerlendirmek ve irdelemek adına siyaset bilimciler zaten birçok çalışma yaptılar. Benim kaygım birbirini sevmeyen ve ötekileştirilmeye müsait toplumların hain ellerin nasıl kolay kurbanı olacaklarına dikkat çekmek.
Bir gün öncesinde hiç bitmeyecek sanılan karmaşanın, kanın, ve acıların bir gecede nasıl sona erdiği sosyolojik bir inceleme ve insan aklını zorlayan bir olay karşımıza çıkıyor. Bu olayın sonucunda zaten istenen şey; Sorgulamayan, düşünmeyen itiraz etmeyen ve kapitalist sermayenin marka işgali ile hem kültürünü hem töresini hem de birbirini sevme yeteneğini kaybetmiş bir toplum yaratmaktı. Bu savaş yenilen Anadolu halkı bu hain tuzağa düşmüş ve hala acı çeken bir topluma dönüşmüştür.
Hedefsiz, idealsiz bir gençlik yaratılarak bir toplumu savaşmadan ele geçirip ekonomik, siyasal ve coğrafik çıkarları doğrultusunda kullanmak için planlı olarak hazır hale getirilmesinin hikayesidir kara Eylül.
Bütün darbelerde kaybettiğimiz Deniz’ler de,Özmen’ler de , Önkuzular’ da, Yusuf’lar da bu vatanın evladı idi. Etiketlerine bakarak kıyan eller aslında onları etiketleyip ölüme süren elin bizatihi kendisiydi. Kendi dalında en şirin yapraklarımızı birbirine kırdırıp, kırılmayanları da darağaçlarında soldurdular Eylül de.
Beni çoktan aştı bu acı,
Geçti gözümden bir resim.
Oturup düşünüyorum
Darbelerin tozunu.
Yaşadım diyorum ya ben sana,
Birikiyor umutlarım.
Kaldı tortuları en güzel anıların.
Eylül geçmiş kapımızdan,
Süpürmüş kalıntılarını ışıkların.
O güneş parlıyor hâlâ
Ay yine bizim.
(ALINTI)
Kadim değerlerimizin yozlaştırılarak sosyal çözülmeye tabii tutulduğumuz kırk yıllık hazin öykünün hala bize bir şey anlatamadığını görmek derin bir yara ben de. Hal böyle iken demem o ki ;
Hain emellere, kanlı ellere inat gelin sarılalım. Semahta bizim dua da bizim. Camide bizim cem evi de bizim. Bu vatan bizim, bu bayrak bizim diyelim. Biz Mustafa Kemal’in topyekün emanetçileriyiz diyelim. Hep beraber kardeşlikle bezenip, ilime, bilime, güzele barış şarkıları söyleyerek kol kola yürüyelim. Bir zeytin dalının ucundan tutarak güzel günlere şarkılar söyleyelim. Darağacında can veren fidanlarımızı tohum eyleyip bilince, düşünceye ilimin toprağına gömüp yeşertelim. Yeşertelim ki Eylül’de gidenlerimiz gülümsesin bize. Verdiklerini canları helal etsinler bize.
Eylülü takvimden bir ay zannedenler var
Oysa ki eylül
Vuslatı mahşere kalmış
Bir hikayenin adıdır.
GÜZEL BİR TÜRKİYE İÇİN EYLÜLDE GİDENLERE SELAM OLSUN.
KALMASIN O YİĞİTLERLE VUSLATIMIZ MAHŞERE. GİDENLERİN ARDINDAN YENİDEN BÜYÜSÜN YEŞİL FİDANLAR…
MUSA GÖÇER

Devamını Oku

ASIL EYLÜL’DE İZMİR’DE BAŞKADIR AŞK

ASIL EYLÜL’DE İZMİR’DE BAŞKADIR AŞK
3

BEĞENDİM

ABONE OL

Sokakları parfüm kokar, kaldırımları şiir. Dağları türkü söyler, meydanları marş. Adı aşktır, bakışı Mustafa Kemal. Saçları sarıdır, gözleri mavi. Anadolu’da yaşıyor ve ülkene âşıksan, İzmir demelisin sevgilinin adına. Hele bir de aylardan eylül ve takvim dokuzu gösteriyorsa, istesen de istemesen de doğum günün sayarsın bugünü.

Buluşma yeri için konum atmaya gerek duymazsın. Sevgilin yaklaştıkça içinin tik taklarına eşlik eder saat kulesi. Güvercinler senin şarkını söyler, bulutlar sevdiğine yazdığın son şiiri okur, gökyüzünden gülümseyerek.

Sevgilinin elini tutup Kordon’da yürümeye başlayınca, Kocatepe’den Afyon ovasına keskin keskin bakıp hemen şimdi deli bir tay gibi yelelerini savurarak düşmanı önüne katıp denize dökecek Paşa gibi hissedersin kendini.

Eskiler, güzel kadınlar için “gavurun kızı” derlerdi. Çok güzel anlamına gelen bu kullanım, kendi güzellerimize haksızlık olsa da, “Bu kadar güzel olmaz, olamamalı bir kadın” demek isteyen bir cümledir aslında. Birçok şeyi yanlış algıladığımız gibi bunu da yanlış algılıyoruz. Demem o ki, gavurun kızı kadar güzeldir İzmir…

Gözlerine baktıkça, ondan ilham alırdım
Bu aşk hiç bitmeyecek, ölümsüzdür sanırdım
Allah’ım neydi suçum, neden bizi ayırdın
Ben onunla mutluydum, olsa da gavur kızı…
(Mahmut Yumuşak)

Büyük gibi görünse de küçük ve şirindir İzmir. Her zevkin, her tadın yeri ve mekânı bellidir naif İzmir’de. Sevdiğin müziğin, sevdiğin yemeğin ve sevdiğin dostların mekânı bellidir ve hiç değişmez sevgilinin koynunda.

Güneş, sevgilinin bad-ı saba da salınan sarı saçları gibi dalgalandırır ışıklarını göklerinde İzmir’in. Birazdan denizkızı çıkıp karşına “Bana bir şiir oku” diyecek sanırsınız. Şıklık ve zarafet İzmir kadınından yayılmış gibidir dünyaya. Aşkın şehridir İzmir.

Attilâ İlhan’la gezersin sokaklarda, Didem Madak ile aşkı sorgular, Yılmaz Özdil ile köşe yazısı olursun İzmir’de. Hüsnü Arkan ile bir gün batımı, koşarak gelen sevgiline;

“Bugün dağların dumanı aralandı, hoş geldin
Ah ışıklar içinde kaldım, yandım efendim
Sen bana yangın ol efendim, ben sana rüzgâr
Tutuşsun gün, yansın geceler, zamanımız dar” dersin.

Selanik’te doğsa da İzmirli sayarsın Atatürk’ü. Çünkü o İzmir’e, İzmir de en çok ona yakışır. Kurtuluş muştusunun hiç sönmeyen meşalesidir İzmir. Ankara baba, İstanbul zoraki evlilik, İzmir kavuşamadığın, eskimeyen gizli sevgilidir.

Dağlarında açan hürriyet çiçekleri tüm yurda salar kokusunu. Derin derin çeker içine, selam edersin içindeki büyük aşka. Kırk kez gelecek olsan dünyaya, İzmir’de doğmak istersin yine. İzmir aşktır, aşk İzmir. Şiirine kafiye, şarkına nakarat, türküne mahlastır İzmir.

Aylardan eylül, takvimde rakam dokuz ise, doğumuna sayarsın günü aşkın.

DOĞUM GÜNÜN KUTLU OLSUN SEVDİĞİM

MUSA GÖÇER

Devamını Oku

Ah Minel Aşk

Ah Minel Aşk
1

BEĞENDİM

ABONE OL

Bir şey hem en yakınımızda, içimizde; hem de en uzağımızda, dışımızda olabilir mi? Acısının bile mutlu ettiği bir başka vaka var mıdır hayatta? Bir küçük kıpırtının bir umman kadar yürekte büyütüldüğü, genetik şifremize işlenmiş o büyük sanatın adıdır AŞK…

Nedir aşk? Eski gönül erbapları yüzlerce yıl peşinden koşmuş bu izah-ı muammanın. Her kim yapmışsa kendince bir izah, emin olun ki o izah yapana dahi yetmemiş. Aşk ki her tarifinin ardına yan yana üç nokta koydurmayı becermiş bir güz sancısı, serin bir bahar yeli olmuş. Kışın terletmiş, yazın üşütmeyi başarmış bir sır dünyası olmaya muvaffak olmuştur. Aşk, hep bir libido gözlüğünün ardından bakmak olmuş hayata. Cinsel iştiyakları barındırmayan aşk kimileri tarafından bu sığ izaha maruz kalmışsa da ehli bilir ki sevginin dinamiği ruhtur ve ruhun da cinsiyeti yoktur. Aşk, aynı özden üflenen iki ruhun birbirine iştiyakıdır. Zira bundan ötürü olsa gerek şair noktasını kitaba, zerresini güneşe benzetmiştir. Bir zerresinde oluş ve mekanın kaybolduğunu savunur aşkın.

Yenilerin mutlu aşk yoktur dedikleri, eskilerin cefadan, ıstıraptan, çaresizlikten, gözyaşından azat olmuş bir aşık timsali göremeyiz diye yazdıkları “bir mavi sızıdır” aşk. Aşığın derdi vuslat değildir. Aşık, aşk derdiyle hemhal olmayı yeğlemiş, ruhunu onunla besleyen, vuslatı başka bir aleme bırakmayı tercih eder. Bundan ötürü olsa gerek Leyla ölünce Fuzuli, Mecnun’a onun kabri başında şu beyitleri söyletir:

Âlem hoş idi ki var idi yâr
Çün yâr yok olmasın ne kim var
Teklif-i visal eder bana yâr
Bir halvetdeki yoktur ağyâr
Ya Rab bana cism u cân gerekmez
Cânân yoğ ise cihân gerekmez

Fuzuli

Görüldüğü üzere varlığı bir dert, yokluğu ayrı bir derttir aşkın. Pervane kendini sakınmaz ışıktan, aşık malum sona çoktan rıza göstermiştir. Kendi içinde sevgiliden habersiz bir sevgili yaratmış, onu kendine tastamam eylemiştir. Artık kendisi yoktur, ancak ve ancak kendisinde var ettiği sevgili vardır. Bu sebeple der ki Bizim Yunus:

Beni bende deme bende degilim
Bir ben vardir bende benden içeri
Beni sorma bana bende degilim
Suretim boş yürür dondan içeri

Artık aşık, onu onsuz yaşama demindedir. Biraz daha bağlanmak, biraz daha acıtmak için canını sebepler üretme faslındadır. Bir lütuf bekleme, o lütufa gönlünü bağlama, kirpiklerini ok eyleyip sinesini yaralama derdindedir. Bazen gözlerine takar aklını, gözler ki gönle giden kapıdır aşıka. Kimi zaman bir gülümseyişine adar gecelerini. Bir düş görümlüğü gibi gülüş ister kimi zaman. Kimi zaman bir tatlı söz. Gayrı sevgiliyi özlemek bir yaşam biçimi olur aşık için. “Görmemek yeydür, görüp divâne olmaktan seni” serzenişlerinde bulunur.

Aşk deyince mevzunun geceden geçmemesi elbette mümkün değildir. Gecedir aşkı besleyen. Aşık olmayanla beraberdir geceleri. Hayali bir an bile eksilmez yanı başından. Üryan bir ruh hali onun dizelerindedir artık, çünkü karanlık sevgiliyi örtmüştür aşığın gönlü üzerine. Sabit’in dediği gibi:

Şeb-i yeldayı muvakkitle müneccim ne bilir
Mübtela-yı gama sor kim geceler kaç saat
?”

Aşk, şiirin anasıdır. Şiir varsa aşka borçludur o güzel varlığını. İpliğe inci dizmek manasına gelen Nazım, aşkın lisanıdır. Aşık, o güzel hislerini birer inci tanesi gibi yüreğini ip eyleyip usulca dizer. Dizemezse dizenlerin dizdikleri ile seslenir sevdiğine. Aşk ve şiirin iç içe geçmişliği, bu sebepten dolayıdır.

Ez cümle, aşkı izah büyük bir yürek ister; lakin tüm çabalar nafile kalmaya mahkumdur. Söylediğimiz her cümle eksik, yarım, yetersiz kalmaya, içimize sinmemeye kararlı bir duruş sergiler. Bu konuda söylenecek o kadar çok şey varken acziyetin zirvesine gelmeden susup haddimi bilmek bir erdem olacaktır zannımca. Bir şiirimde şairlerden utanarak demiştim ki:

Ve aşk lâl olmuş bir dilin feryadıdır.
Aşkı aşk ile yaşayan aşk ehline selam olsun…

Musa GÖÇER

Devamını Oku

ANADOLU’NUN TÜRKÜSÜ PİR SULTAN ABDAL

ANADOLU’NUN TÜRKÜSÜ PİR SULTAN ABDAL
1

BEĞENDİM

ABONE OL

Kul olayım kalem tutan ellere deyip,  mısralarıyla gönül kapılarını açan, nameleri ile gönül telimizi titreten aşk ehline selam ile başlasın kalemimin kağıda değdiği yerdeki insana semahım.

Bu bir biyografi değil, bu bir tarih yazısı hiç değil. Bu insana gönül gözüyle bakıp aşka inananları yâd etme cemidir. Gönül iklimimizin ulu çınarlarına vefa diye yola çıkıp, bir selam ile analım, isimlerini gönlümüzde taze tutalım istedik.

İlk selamımız Yedi Ulu’dan biri olan türkülerimizin hiç ölmeyen, hiç ölmeyecek ustası

“Koyun beni hak aşkına yanayım

Dönen dönsün ben dönmezem yolumdan”

Diyen Pir Sultan Abdal olsun istedim.

Horasan’dan çıktı yola, Toy’da verdi mola. Sivas ellerinden Banaz köyünü yurt tuttu gönlüne. Yıldız denen güzel bir dağın yamaçlarında kır çiçekleri oldu açtı sözleri. Gün oldu aşka kement,  gün oldu zulme direnç oldu. Doğru bildiği yolda yoldaş oldu hakikate. Ali ile namaza, Hüseyin ile cenge durdu, vurdu sazın teline gönlümüze bağdaş kurdu. Onun tek derdi gönlümüzde iz bırakmak, kendisinden sonrada sevgiye kardeşliğe inanan, haksızlığa direnen nesiller yaratmaktı. O insanın esasen adı unutulunca öldüğünü bilen, bu düstur ile yazan ölümsüzlerden oldu. Bu bakış ile kendisinin de dediği gibi gönlümüze hep sefa geldi.

Öl dediğin yerde ölürüm, derdin

Kal dediğin yerde kalırım, derdin

Her derdine derman olurum, derdin

Hele bir yol safa geldin, desene

Bizim kültürümüzde tarih hep bir yalan oldu, yol diye önümüze serildi. Kendi değerlerinden bihaber yaşam süren yeryüzünün tek milleti olduk. Bu fütursuz bakışımızdan Pir Sultan Abdal’da aldı payını. Bir mısrasını bile algılayamayacak beyinlerin kestiği ahkama mahkum ettik biz onu. Gün geldi durulmasa da sular, yankılanmaya başladı onun avazı türkü türkü ilden ile, dilden dile.

Zulme başkaldırının dost adına kaygının adı oldu o.

Deryadan bölünmüş sellere döndüm

Ateşi kararmış küllere döndüm

Vakitsiz açılmış güllere döndüm

Dost senin derdinden ben yana yana.

Pir Sultan Alevi-Bektaşi öğretisinde “Yol eğitimi” denen bir pişme sürecinden geçti ve bu eğitimin sonunda yunmuş, pak olmuş canlardan biri oldu. “İstemem taharet yundum da geldim” diyenlerin en başında oldu. Her yazdığı her söylediği Anadolu’da ses oldu. Asırlar geçse de dillerde pelesenk, gönüllerde taht oldu. Kaynaklardan anlaşıldığı kadarıyla okuryazar olduğu bilinen ve bir şiirinde böyle seslenerek;

“Pir Sultan’ım okuyan yazarım

Turap oldum ayaklarda tozarım”

Diyerek insana verdiği değeri anlayabileceğimiz nice şiirlerin sahibi oldu. İnsan olma kemalinin önemini her fırsatta dillendiren Pir, her yazdığında romanlar dolusu öğretiler sığdırdı. Onun gönlüne düşen od yüzyıllar sonra hala içimizi yakıyorsa yürüdüğü yolun doğru olduğundan olsa gerek.

“Ezel hak dedikte çekildik dâra

Edep erkan bize yol oldu”

Diyerek yaşama nasıl baktığını  dizelerinden  ve Pir’in halet-i ruhiyesinden anlayabiliyoruz.

Sosyal yaşama itirazının ve tasavvuf konularının dışında onun bir de aşk ile yunmuş bir gönlü olduğunu görüyoruz. Yar kelimesi zannımca en güzel onun dilinde ikamet etmiştir. Sevgiliye duyulan hasreti, yar firakıyla kavrulan gönlü en ince detayına kadar onda buluyoruz. Okuduğum onca hikayenin onca kitabın içinde sevgiliye böylesine güzel bir sitem bulamadığımın altını çizmeden geçemeyeceğim;

Karadır kaşların keman istemem

Şu gönlümden özge mihman istemem

Ölsem de derdime derman istemem

Ok vurup sinemi deldikten sonra

Coşkun çaylar gibi çağlamayan yar

Gönlünü gönlüme bağlamayan yar

Benim bu halime ağlamayan yar

Daha ağlamasın öldükten sonra

Bu türkü gönlüme düştüğünde henüz yirmili yaşlardaydım. “Yar” kelimesi öylesine içime işledi ki yaşım otuz beşi geçtiğinde dünyaya gelen kızıma Özgeyâr adını verdim. Bu öğreti ile yandım kavruldum. Geldiğimiz noktada ve üzerinden asırlar geçmesine rağmen hayata dair hiçbir şeyin değişmediği görüyor çağımızın bir Pir Sultan’ı olmadığını görünce onun boynuna Hızır paşanın taktığı urganı kendi boynumda hissediyorum.

“Bir kandilden bir kandile atılıp, turap olup yeryüzüne saçılırken” geldik bir yazınında sonuna. Anlaşılan o ki ne Hızır paşalar bitecek ne de Pir Sultan’lar.Gönül o ola ki; haktan yana ola zulme baş kaldıra, eğriye eğri, yanlışa yanlış diye. Yoksa ki yaşamak niye. Böyle bir kültürün mirasçı olduğum bu güzel insanları anlayıp algılayabildiğim için niyaz borcum olsun.

Hızır paşalar oldukça Pir sultan Abdallarda olacak diyerek o güzel yüreklerin önünde saygı ile eğilip Pir’in dizeleri ile veda ediyorum size.

Hızır paşa bizi berdar etmeden

Açılın kapılar şaha gideyim

Siyaset günleri gelip çatmadan

Açılın kapılar şaha gideyim

Yıkılın kaleler dosta gideyim

Kalenin kapısı daşdan demirden

Yanlarım çürüdü yaşdan yağmurdan

Bir kimsem yoktur ki dostu çağırtam

Açılın kapılar şaha gideyim

Yıkılın kaleler dosta gideyim

Çıkarım bakarım kale başına

Mümin müslümanlar gider işine

Bir ben mi düşmüşem can telaşına

Açılın kapılar şaha gideyim

Yıkılın kaleler dosta gideyim

Abdal Pir Sultan’ım ye Hızır Paşa

Bizi hasret koydun kavim gardaşa

Yazılan mı gelir sağ olan başa

Açılın kapılar şaha gideyim

Yıkılın kaleler dosta gideyim

Musa Göçer

Devamını Oku

SON KARAKOÇ KARDEŞ DE GÖÇTÜ

SON KARAKOÇ KARDEŞ DE GÖÇTÜ
2

BEĞENDİM

ABONE OL

Çok erken uyanırım güne kuşlarla merhaba derim. Yazmak ve okumak için en güzel saatlerdir.

Yine böyle bir sabahtı bu sabah. Köşe yazımı göndermiş, maillerimi cevaplamış, geciken yazılarıma dönüp bitireyim derdin de iken kötü bir haber aldım.

Karakoç ailesinden(ailem sayıyorum) Ümmet ağabeyim son Karakoç kardeşin de göçtüğünü,Osman Naci Karakoç ağabeyimizin vefat ettiğini bildirdi. Yine böyle bir haberi sabaha karşı Bahaettin Karakoç ustamın vefat ettiği sabah Oğuz Karakoç ağabeyimden almıştım. Dünya yalan dünyası işte. Şiirin kalesi Karakoç kardeşlerin yaşayan son canı da teslim oldu.

Öyle bir aile düşünün ki her bir ferdi şiire ve edebiyata bu ülkeye aşık ve emektarı. Benim için kıymetli olmalarının o kadar çok sebebi var ki yazmakla bitmez. Bütün o üne rağmen nasıl bir mütevazi yaşam sürdüklerini ne kadar bizden, Anadolu’dan olduklarına şahit olmuş biri olarak bu yazıyı yazıyorum.

Bize Mihriban’ı armağan eden, şiirin direniş, şiirin adaletin kılıcı olması gerektiğini söyleyen daha yirmili yaşlarımda dizinin dibine oturduğum, omuz omuza yürüyüp şiir konuştuğum Abdurrahim  ağabeyimi mi?

Kendisi ile son söyleşiyi yaptığım, Ihlamurlara çiçek açtıran adam, bana evlat diyen, “yaşamın bir özgül ağırlığı vardır evlat” diye benimle kamera karşısında vedalaşıp şiiri emanet ederek birkaç gün sonra cenaze merasimine gittiğim ve Maraş’a kadar yol boyu göz döktüğüm Bahaettin Karakoç babamı mı?

Adı çok duyulmamış gerçek bir şair olan, bütün hikayesi ve şiirleri bana ulaştırılmış gizli ve güçlü şair Mehmet Nafız ağabeyimi mi?

Evet edebiyat dünyasının kalesi olan Karakoç kardeşlerin yaşayan son tek ismi Osman Naci Karakoç ağabeyim de yaşama veda etti. Beş kardeş artık bir arada bitti ayrılıkları.

Sistemin adamı olmadılar. Hep kendi hallerinde mütevazi yaşadılar. Aşıktılar. Bu ülkeye,  insanlarına, bayraklarına ve edebiyata. Şimdi beş kardeşten geriye türküler, şiirler ve hoş bir seda kaldı gök kubbede.

Beş kardeştiler. Bahaettin Karakoç,Abdurrahim Karakoç, Osman Naci Karakoç, Ertuğrul Karakoç ve Mehmet Nafiz Karakoç. Beşinin bir arada olduğu tek bir kare kalmıştı ellerinde. O fotoğraf karesi de bana emanet edilmişti. Şimdi bu yazıyı boğazım düğümlenerek o kare ile haber yapıyorum.

Kimsenin inancına, fikrine karışmadılar hep saygı duydular. Abdurrahim ağabeyim en sevdiği ozan Mahzuni Şerif ustamdı. Hep muhalif oldular Hasan’a mektuplar yazıp yanlışlara itiraz ettiler. Ne desem, ne yazsam kifayetsiz kalır. Karakoçlar duvarının son taşı da düştü.

Bana çok şey katıp aileden sayan bütün Karakoç ailesine baş sağlığı diliyor göç eden ağabeyime de rahmet diliyorum.

Başımız sağ olsun Karakoç ailem…

Başın sağ olsun Türk edebiyatı.

Musa Göçer

Devamını Oku

Tercüman Gazetesi Veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız. Detaylar için veri politikamızı inceleyebilirsiniz.