02 Eylül 2024 Pazartesi
Üzerimize afiyet, her birimiz ayrı ayrı yerlerimizden ciddi ciddi hastayız son zamanlarda.
Kalbimiz ağrıyor,
Canımız acıyor,
Bir konuşma güçlüğü,
Bir yaşam iştahsızlığı,
Bir hazımsızlık.
Bir halsizlik ki sormayın gitsin.
Aslına bakarsanız bu halimiz, hal falan değil bizim.
Bir de kaygı bozukluğumuz var en âlâsından.
Birileri bir olay karşısında bizim kadar kaygılanmıyorsa, bu işe harbiden oldukça bozuluyoruz.
Karşımızdaki insanları eleştirip, yargılayıp, suçlayıp depresyona sokamayınca, birden bir uykusuzluk baş gösteriyor bedenimizde; bir türlü uyuyamıyoruz.
Trafikte küfür edip tehditler savurmuyorsak,
Evde öfke nöbeti geçirip çevremizdekileri kırıp dökmüyorsak,
İş yerinde çalışma arkadaşlarımızı bizimle çalıştıklarına neredeyse pişman etmiyorsak, normal değiliz ele güne karşı.
Sakinsek, ya hastayız, ya yastayız.
Diğer kadınların başarısı, güzelliği, kültürü ve yaşamı bizden farklı ve daha iyi konumdaysa, ezilen kadınlar olarak kalp atışlarımız aniden hızlanıyor; panik ataktayız.
Sinirlerimiz sıkışıyor, ağrı kesici niyetine kadın programları izliyoruz, ağzımıza gelen tüm bedduaları sayıp döküyoruz ama ekrandaki tüm konularla derin bağlantıdayız.
Ağrılarımız,
Sanrılarımız,
Sancılarımız,
Hezeyanlarımız.
Yorgunluğumuz,
Kırgınlığımız,
Vurgunluğumuz,
Durgunluğumuz.
İnsansızlığımız,
İnsafsızlığımız,
İnançsızlığımız,
İzansızlığımız.
Hem bedenimizde, hem dilimizde, hem psikolojimizde arızalar veriyor ardı sıra.
Oysa gönül doktorumuz diyor ki: Bütün bu hastalıklar için reçete çok basit aslında.
Bir ŞARKI,
Bir ŞİİR,
Bir SARILIŞ,
Bir DOKUNUŞ,
Bir GÜLÜŞ.
Saç okşayan bir el,
Ruh okşayan bir dil.
Bir doz NEY,
Bir doz MEY,
Bir doz “HEY seni seviyorum HEY!”
Bütün bunların maliyeti nedir ki?
Alırsak, içersek, yutarsak, egzersizleri denersek, hepsi şifa niyetine iyileştirecek bizi.
Hepsi birer doz sakinleştirici…
Gönül Aksoy Altun
Yolu mu yolcudan öğreniriz,
Yolcuyu mu yoldan?
Doğduğu yer midir,
Doyduğu yer midir,
Yoksa kalbini sevgiyi doldurduğu yer midir
bir şehri, bir ülkeyi insana vatan yapan?
Evi neresidir, yuvası neresidir, yurdu neresidir insanın?
Adresi bellidir de nereli olduğu gerçekten kesin midir?
Neden bir yerde bedeni tutukluyken, ruhunun hep başka yerlere gidesi gelir?
En huzurlu yol, üzerinde yürüdüğüm
En güzel ev, köşesinde dinlendiğim
En güzel yuva, içinde güldüğüm, eğlendiğim
En güzel şehir, sokaklarında sevdiğim insanlarla el ele, kol kola gezdiğim
En güzel ülke, ait olduğum, kendimi güvende hissettiğim diyebilmektir
Adına mutluluk dediğimiz şey budur
Bunları diyemedikten sonra
Sevinç de yok
Umut da yok
Huzur da yok insana.
Sahibi olduğumuz kendi hayatımızı başkalarından ödünç alırız
İşte çoğumuzun çoğu zaman hissettiği, bir yere sürekli ait olamamanın içimizde bıraktığı bu yetimlik duygusudur bizi kendimizden uzaklaştıran
Bunu içsel olarak hepimiz biliriz de bu gerçekle öyle kolay kolay yüzleşemeyiz, gerçekleri söyleyemeyiz,bazen kendimize bile.
Mesafeyi sadece uzaklıklardan ibaret sanırız
Kendi anahtarımızla başkasının kapısını açarken, toplumun kararıyla kendimize eş ve meslek seçerken aslında hiç ait olmadığımız şehirlerin mesleklerimiz dolayısıyla maaş karşılığı misafiri olduğumuzu, bedeni yanımızda olsa da ruhu bize yıldızlar kadar uzak insanlarla eş, dost, akraba olduğumuzu anlarız.
“Nerelisin?” diye soranlara ise ya babalarımızın, ya da kadınsak kocalarımızın nüfusa kayıtlı olduğu şehirlerin isimlerini söyleriz. O bile bizim seçiminiz değil yani.
Anlaşılan o ki herkes benzer dertlerden yaralı ama kimse oralı değil.
Hepimiz buradayız ama hepimiz buralı değil
Sahi bizler neredeniz, neredeyiz bu kayıp adreslerde?
Belli ki bu atlasta ömrümüzün dağları ruhumuzun denizine sıralı değil.
“Coğrafya kaderdir “demişiz, buna sorgusuz inanmışız bir kere
Yol ne renk, yolcu kim önemli değil.
Yolcuyu yoldan sormuşuz bir kere
Öyle değil mi?
Gönül Aksoy Altun
Kişisel gelişim ya da kişisel dönüşüm, adına her ne denilirse densin, konuyu çok yanlış anladığımızı, çok yanlış yansıttığımızı düşünüyorum.
Gerek negatifliğe, gerek pozitifliğe; hangi yöne olursa olsun, yadsınamaz bir abartma tozu kullanma becerimiz olduğu muhakkak. Yani bir bakıma, her şeyin suyunu çıkarmak bize özgü.
Kişisel gelişim konusunda birkaç kitap okuyan, birkaç video izleyen, birkaç meditasyon öğrenen, birkaç olumlama cümlesi ezberleyen herkes, kişisel gelişimini tamamlamış olmanın özgüveni içinde davranıyor; daha doğrusu özdeğer eksikliği içinde.
Olay hiç de sanıldığı, göründüğü, sunulduğu kadar basit değil…
Hemen her öğretide olduğu gibi, bu konuda da insan sözleriyle değil, eylemleriyle test ediliyor. Kendini gördüğü yerden daha fazlası, toplum içinde ya da ikili ilişkilerde diğerlerinin onu gördüğü yer oluyor.
Bu çalışmayı yaparken cümlelerden, öğretilerden kendine de olumlu bir pay çıkarmayı ihmal etmiyor tabii.
“Kendini sev” dediklerimiz, sadece kendini sevip kendinden başka hiç kimseyi sevmiyor, sevmek istemiyor.
“Herkese, her şeye karşı sevgi dolu, anlayışlı ol” ifadesini, kendini değersizleştirmek, hiçbir insana tepki göstermemek, bir arada yaşamaya mecbur kalmak zannediyor.
“Herkesi affet” denilince, “Herkesi affetmeliyim, tüm duygularımı sıfırlamalıyım, sevmesem de sever gibi görünmeliyim” diye oldukça yüksek basınçla hem kalbini, hem geçmişini, hem geleceğini yumrukluyor.
“Olumlama ve meditasyon yapıyorum” sanarak, bir dersin sınavına çalışır gibi cümleler ezberleyip Nirvana’yı bekliyor.
“Güçlü Kadın”, “Erkek Gibi Kadın” olmayı o kadar yücelttik ki ortalıkta kadın olarak yaratıldığını neredeyse unutmuş, cinsiyetli küfürlerle avaz avaz bağıran kadınlar dolanıyor. Ellerinde bir tespihleri eksik.
Erilliğin ve dişilliğin canına okuduk bildiğimiz, bulduğumuz her yöntemle.
Adamlığını soyunmuş bir sürü erkek, Saydamlığını soyunmuş bir sürü kadınla çılgınlar çağında yaşıyoruz. Çılgınlar gibi kişisel gelişerek.
Artık bütün davranışlarımızla tozunu dumana kattık zamanın, dünyanın ve insanın. Abartma tozumuzla yüksek dereceli bir fırında kabardıkça kabarıyoruz.
Sonra birisi, hiç ummadığımız anda gelip fırının kapağını açıyor; aniden içimize çöküyoruz, hamurlaşıyoruz, kimyamız da fiziğimiz de bozuluyor, hayatın sunum tabağında kendimize yer de bulamıyoruz, kendimizi de bulamıyoruz.
Hem de, Kendi ellerimizle, Kendi mikserimizle, Kendi malzememizle, Kendi evimizde, Kendi fırınımızda. “Kişisel Gelişim”e yetişememekten İşte böyle kekleniyoruz.
Galiba biz, abartma tozunu ne kadar kullanacağımızı ölçmeyi bilmiyoruz.
Tozunu da, dozunu da…
Gönül Aksoy Altun
Belki de başınıza gelebilecek en güzel şey çoktan geldi bile.
Belki de kendine gelemeyen sizsiniz.
Gözü gönle kör olan, fark edebilir mi kendini yaşamanın mucizesini?
Bahanelere sığınma çağı bitti.
Hayır, suçlu olan onlar değil.
Size nasıl davranmaları gerektiğini onlara siz öğrettiniz.
Tam elinize almış kokluyorken çiçeğinizi her kafadan bir ses
“Başka çiçek bulamadın mı kocaman bahçede? Bak şuradaki daha güzel. Şunun kokusu daha güzel. Ha bir de vazoya mı koyacaksın o çiçeği? Dökülecek, her yer toz olacak”
Hepsini duydunuz, hepsini işittiniz..
Başkalarını duymak, kendine sağır olmaktır.
Bilemediniz.
Çiçekleri koklamaktan vazgeçtiniz.
Çiçeğinizi düşürdünüz, kaybettiniz.
Üstelik kendi duygunuzu, düşüncenizi de
Artık doğru diye onların söylediklerini bildiniz
Bugünden başlayarak yeni bir dünya kurun kendinize
“Neyi seversen ona dönüşürsün”, bu cümleyi tekrar ederek
Denizi sevenler maviye,
Kuşları sevenler özgürlüğe
Çiçekleri sevenler masumiyete dönüşür zamanla.
Her yerde açabiliyor, her gönülde yaşayabiliyor olmayı sevin.
Kendi baharınızı hediye edin kendinize.
Ve dikkat edin kimi, kimleri sevdiğinize.
Sevgi cesarettir,
Terk edin korkuları, pişmanlıkları
Sevgi özgürleştirir, değiştirmez
Sevgi dönüştürür ruhları..
Dönün kendinize..
Öyle bir sevin ki değsin gerçekten sevdiğinize
Öyle bir sevilin ki gönlünüzde kalanlar, gönlünüzden gidenlere değsin.
Kendi bahçenizde başkalarının kopardığı çiçek olmayın.
Kendi gündüzünüzü, kendi rüyanızı başkalarının gecelerinde yaşamayın.
Kendi sılanızda bulduğunuz aşktır asıl olan.
Başkalarının bedeninde gurbet olmayın.
Belki de başınıza gelebilecek en güzel şey çoktan geldi bile.
Ruhunuzu bozdurmayın.
Harcıyorlar…