Banu SANCAK

Banu SANCAK

28 Mart 2025 Cuma

    OKU

    OKU
    1

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Kutsal kitabımız Kur’an-ı Kerim’in ilk ayeti; “İkra’ bismi rabbike”dir. (Yaratan Rabbinin adıyla oku). Okumak ve düşünmek, insanı hayvanlardan ayıran ve “eşref-i mahlûkat” sıfatıyla şerefli bir kul olma şuurunu taşıyabilmenin, yaratılış gayemizi, nereden gelip nereye gittiğimizi, yüce Rabbimizin sonsuz lûtfu ve keremini anlayabilmenin en önemli unsurudur.

    Kitap okuyan insanın; dinleme, kavrama, anlama, anlamlandırma ve anlatma noktasında olayları ve durumları doğru okuyabilme, tahlil ve tevil edebilme ve kendini ifade edebilme yetileri gelişir. Aynı zamanda kelime hazinesi artar ve güzel konuşur. Sinirbilim uzmanlarına göre beynimizdeki temporal lob ve prefrontal korteks, işitme ve konuşma yeteneğimizle birlikte, okuma sırasındaki stratejileri ve odaklanmayı yönetir. Kitap okurken, beynimizin sol lobu bilgileri kayda almakta, sağ lobu ise alınan bu bilgileri estetik, hayal ve duygu ile destekleyerek zekâyı geliştirmekte ve hafızamızı güçlendirmektedir. Bu bilgilerle; görsel ve işitsel yayın yapan teknolojik cihazların ve dijital oyun bağımlılıklarının, çocukların zihinsel gelişimini nasıl yavaşlattığını, yaratıcılıklarını körelttiğini, dikkat eksikliğini tetikleyerek odaklanmalarını zayıflattığını, yaşlılarda ise Alzheimer ve demans gibi hastalıkların hızlı ilerlemesine neden olduğunu daha iyi anlıyoruz.

    Okuma Oranlarımız ve Kütüphanelerimiz Ne Durumda?

    OECD’nin yaptığı bir araştırmada “Okuma Yeterliliği” konusunda 65 ülke arasında Türkiye 42. sıradadır. Birleşmiş Milletler İnsani Gelişim Raporu’na göre kitap okuma sıralamasında da Türkiye 86. sırada yer alıyor. Japonya’da toplumun %14’ü, Amerika’da %12’si, İngiltere ve Fransa’da %21’i düzenli kitap okurken, Türkiye’de yalnızca on binde bir kişi kitap okuyor. “Türkiye’nin Okuma Alışkanlığı” isimli çalışmaya göre, Türkiye’de ihtiyaç maddeleri sıralamasında kitap 235. sırada yer alıyor.

    II. Dünya Savaşı’ndan sonra ülkemizde yaygınlaşan “gezici kütüphane” projeleri, ilk yıllarda kırsal kesimde yaşadığı için kitaba ulaşamayan halka, çeşitli binek hayvanlarının taşımacılığı ile uygulanırken, motorlu araçlarla dağıtım yapan ilk gezici kütüphane 1963 yılında hizmet vermeye başlamıştır. Gezici kütüphane uygulamaları; yerleşik kütüphanelerimizin sayısının artması, ayrıca PDF, sesli ve dijital kitap teknolojisinin yaygınlaşarak her kesimden insanın kitaplara ulaşmasının kolaylaşması ile birlikte, Kültür ve Turizm Bakanlığı’nca eskiye oranla sembolik düzeyde devam etmektedir. Günümüzde sayısı 1500’ü bulan halk kütüphanelerimiz, ağırlıklı olarak öğrenciler tarafından kaynak araştırma ve ders çalışma mekânları olarak kullanılırken, sadece okuma amaçlı gidenlerin sayısı yok denecek kadar az. Bu tabloya baktığımızda, yetkili mercilerin, sivil toplum kuruluşlarımızın ve eğitimcilerimizin ürettikleri ve uygulamaya koydukları çok sayıda kitap okuma ve kütüphane kurma projelerine rağmen, dünya geneline göre Türkiye’de kitap ve gazete okuma oranının oldukça düşük olması, sosyolojik ve kültürel gelişimimizin ve bilgi çağına geçişimizin önünde engel oluşturan ciddi bir tehdittir.

    Okuma Alışkanlığı ve Okuma Teknikleri

    Eğitimciler, düzenli kitap okuma aktivitesinin okuma alışkanlığı ile disipline edilebileceğini belirtiyor ve okuma alışkanlığının nasıl kazanılacağını başlıca şu maddelerle açıklıyor:

    1. Hedef belirlemek,
    2. Kitap listesi yapmak,
    3. Günde en az 10-20 sayfa okumak,
    4. Okuma arkadaşı bulmak veya okuma grubu oluşturmak,
    5. Kitap seçiminde ilgi alanlarını göz önünde bulundurmak.

    Dil bilimcilerin ve diksiyon eğitmenlerinin, doğru ve etkili kitap okumak için hızlı, sesli, sessiz, tarama, not alma, altını çizme vb. gibi birçok okuma tekniği üzerinde farklı görüş ve önerileri olsa da; ortak paydada, analiz yapma, dikkat ve odaklanmayı artırma, zaman yönetimi, anlama ve yorumlama becerisi gibi birçok zihinsel, kişisel, sosyal ve kültürel gelişim alanlarında okumanın ne denli önemli olduğu hususunda hemfikirdir.

    Kitap Okumak Zekâyı Kibarlaştırır

    Fikir insanı ve yazar Cemil Meriç’e göre; kitap okumak zekâyı kibarlaştırır. Cemil Meriç için okumak; gözlerini kaybetmeyi göze almak ve cebindeki son kuruşla kitap almaktır. Okumak, iki ruh arasında âşıkâne bir mülakattır, meçhule açılan bir kapıdır, yani masala, esrara ve sonsuza. Gerçek olan tabiat değil, kitaplardan görülen rüyadır. Cemil Meriç’e göre; insanlar birçok kitabı okumuş olmak, hatta okumuş görünmek için okuyordu. İnsanlar kırıcı ve kıyıcıydı, bu yüzden kitaplara kaçmıştı. Onun için kitap bir limandı. Bu nedenle kitaplarda yaşadı ve kitaptaki insanları sokaktakilerden daha çok sevdi. Üstad Cahit Zarifoğlu’na göre; “Oku” emri, anlamını bilmeden okumak olmamalıydı. Anlamı kavranmadan okunacak bir şey hayata uygulanamaz, yaşanamazdı. Yine merhum mütefekkir Nurettin Topçu; “Okuyacaksınız, okutacaksınız; kürsüde, minberde, mektepte ve üniversitede. İlmin en büyük ibadet olduğunu halka öğreteceksiniz” diye sesleniyordu İslâm ve İnsan / Mevlâna ve Tasavvuf kitabında.

    Kıraathane Kültüründen Kitap Kafelere Geçiş Sürecimiz

    Kıraathanelerin isim kökeni, “okumak, okuyuş” anlamına gelen Arapça kökenli “kıraat” kelimesinden gelmektedir. “Okuma evi” olarak da anılan kıraathanelerin tarihi 1800’lü yıllara dayanmaktadır. Kıraathaneler, 1600’lü yıllarda çoğalmaya başlayan ve sonraki yıllarda uygulanan devlet politikalarıyla birçok kez kapatılan ve tekrar açılan kahvehane kültürünün bir devamı olarak hizmet vermeye başlamıştır. Kahvehanelerden biraz daha farklı olarak, kültür muhteviyatlı hizmet anlayışını benimseyen kıraathaneler, halkın bilgi düzeyinin artmasını ve sosyalleşmesini sağlardı. Sanattan, edebiyattan, ticaretten, siyasete kadar her türlü bilgi paylaşılan ve okumalar yapılan bu mekânlarda, kitap, gazete ve mecmuaların okur-yazar olmayanlara da okunması vesilesiyle iletişim artar, konuşulur, tartışılırdı.

    Bu kıraathanelerin en ünlüsü ise 1900’lü yılların başından 1960’lı yıllara kadar bir “edebiyat ocağı” olarak faaliyet gösteren, Yahya Kemal ve arkadaşlarının Dergâh mecmuasını çıkardıkları mekân olan İkbal Kıraathanesi’ydi. İkbal Kıraathanesi, Ahmet Haşim, Sait Faik Abasıyanık, Tarık Buğra, sonraki yıllarda Orhan Kemal, Hasan Ali Yücel gibi dönemin birçok önemli şair ve yazarının uğrak yeri ve buluşma noktasıydı. Ahmet Hamdi Tanpınar’ın “Kaç nesil ve kaç terbiye burada birleşirdi” dediği kıraathaneler, öğrencileri, hocaları, şairleri, yazarları ve gazetecileri bir araya getiren bir kültür merkezi olarak hizmet verirdi. Yakın tarihimizde, kahvehane kültürünün Anadolu’da yaygınlaşması ile birlikte, kıraathanelerin tekrar kahvehanelere dönüşmesi kaçınılmaz oldu.

    Günümüzde kıraathane kültürünü, cinsiyet ayrımı ve yaş sınırı olmaksızın, kadın, erkek ve çocukların kitap okuduğu, kitap satın aldığı, sosyalleştiği, şair ve yazarların kitap tanıtımı ve okur-yazar buluşmalarını tertip ettiği mekânlar olan “kitap kafe”ler devam ettirmektedir. Ah bir de çayın fiyatı makul olsa!

    Kitap Yüklü Eşek

    Alman filozof Arthur Schopenhauer, Batı ve Rus filozoflarının ve edebiyatçılarının hemen hepsinden farklı düşünerek, çok kitap okumanın insanı köreltip ahmaklaştırdığını iddia ediyor ve kitap müptelalarını aşağılıyordu. Schopenhauer’in anlam vermekte zorlandığımız bu marjinal söylemleri ile aslında ne anlatmak istediğini, Okumak, Yazmak ve Yaşamak isimli kitabındaki açıklamalarından daha iyi anlıyoruz. Schopenhauer kitabında; okumayı yadsırken, esasen düşünmeden, tecrübe ve tahlil etmeden okumanın bir değeri olmadığını vurgulamaktadır. Ona göre insan, ancak yaşayarak özümsediği şeyler hakkında gerçek bir bilgiye ulaşabilir. Çünkü bilgi, sadece teorik birikimlerden ibaret değil, aynı zamanda duygularla, gözlemlerle, yaşanmışlıklarla, empatiyle ve deneyimlerle şekillenen bir alandır. Dahi düşünme yeteneğimizin artması ve kişisel gelişimimiz için doğru kitap seçimi de çok önemlidir.

    Nitekim, Kur’an-ı Kerim’deki Cuma Suresi’nin 5. ayetinde; ilmiyle amel etmeyenler için yapılan “kitap yüklü eşek” benzetmesinin, yine halk arasında, irfandan, tevazudan ve tefekkürden nasiplenmemiş ilmin, ilim sahibine kibirden ve yükten başka bir getirisi olmayacağını anlatan bir deyim olarak kullanılmakta olması, Schopenhauer’in bu konudaki düşüncelerini kısmen de olsa tahlil etmemizde faydalı olacaktır.

    Oku! Okumak özgürleşmektir. Okumak; esarete, cehalete, atalete, rehavete, gaflete, zulmete, dalalete, sefalete, hakarete, vahamete ve musibetlere karşı koyacağımız en erdemli eylem ve en insani duruştur.

    Devamını Oku

    GÖNÜL MUHABBET İSTER, KAHVE BAHANE

    GÖNÜL MUHABBET İSTER, KAHVE BAHANE
    1

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Türkler için kahve, bir içecekten çok daha fazlasıdır… Kahve faslı, sohbet ve muhabbet içeren bir gelenektir. Toplumumuzda geleneksel olarak en yaygın tüketim, “Türk Kahvesi” olarak bilinen kahve türüdür ki kahvenin, kavrulup öğütülerek toz haline getirilen en doğal halinin, su ilavesiyle ocakta, közde, kumda ya da yeni nesil kahve makinelerinde pişirilmesi ile elde edilir… Türk kahvesi genellikle küçük porselen fincanlarda, Anadolu’nun bazı yörelerinde ise tercihen tarsusi (tarz-ı hususi) ya da süvâri olarak adlandırılan sunum şekli ile ince belli çay bardağında ikram edilir… Kahvenin servisi aşamasında, telvenin boğaza yapışmaması için su ve lezzetini artırmak için gül şerbeti, lokum, cezerye, badem şekeri, çikolata ve bilumum tatlı gıdalarla ikram edilmesi usuldendir. Günde iki fincanı aşmamak kaydıyla, sağlık açısından faydalı olacağı bilinen mis kokulu kahvenin köpüklüsü ve sadesi makbul olmasına rağmen orta ya da bol şekerli tercih edenler de yok değil.

    Kahvenin Tarihi
    Kahvenin bulunuşu ve dünyaya yayılışı hakkında çok sayıda mit ve efsane olsa da 9. yüzyılda Etiyopya’nın (Habeşistan) Kaffa bölgesinde önce yiyecek olarak ortaya çıktığı bilgisi yaygındır. Kahve çekirdeği, efsaneye göre Etiyopyalı bir keçi çobanı tarafından keşfedildi… Keçi çobanı, keçilerin kahve ağacının kırmızı renkteki meyvelerini yediğinde daha enerjik olduğunu görür ve kendisi de dener. Meyveyi yedikten sonra uykusunun kaçtığını, daha enerjik ve neşeli olduğunu fark eden çoban, topladığı kahve çekirdeklerini manastırdaki keşişlere götürür. Keşişler kahvenin tadını acı bularak beğenmez ve ateşe atar. Kahve çekirdeklerinin yanmaya başladığında etrafa yayılan güzel kokusunu keşfeden keşişler, pişen çekirdekleri taşla ezip, suya katarak içerler. Kahveyi içtikten sonra gelen keyif ve enerji ile gece boyunca hiç uyumadan ibadet ederler ve bu içeceği çok beğendikleri için halk arasında yaygınlaşmasını sağlarlar.

    15. yüzyılda Yemen’de tanınarak, Arap coğrafyasında yaygınlaşmaya başlayan kahve çekirdeği, Hac farizası için Mekke’ye giden Türkler tarafından İstanbul’a getirilmiştir… Kanuni Sultan Süleyman döneminde ulemaların; “Kahve haram mıdır, değil midir? Yasaklanmalı mı, serbest mi bırakılmalı?” tartışmaları süregelirken, halk tarafından içimi ve tadı çok sevilerek hızla yaygınlaşmaya ve divan şairleri tarafından kahveye övgü şiirleri yazılmaya başlanmıştı bile… Şair Nev’î, Müslüman’ın kahve içmekle kâfir olmayacağını, ayrıca kahvenin verdiği dinçlik sayesinde hocaların geceleri geç vakitlere kadar ilimle iştigal ettikten sonra sabah dersini zinde olarak verebileceklerini şu mısralarla dile getirmiştir:
    “Muhtesib kahve-fürûşa ne ta’addî eyler
    Yohsa kâfir mi olur içse müsülmân kahve?
    İrte derse çıkamaz gice kitâba bakamaz
    Eger içmezse müderris iki fincan kahve!”

      Kahve ile tanışan ilk batılılar, 1669’da Türk elçisi Süleyman Ağa’yı ziyaretleri esnasında kahve ikram edilen Fransız asilleriydi. Fakat kahvenin Avrupa’da bilinmesi ve yaygınlaşmasının; 1683’te Viyana kapılarında bozguna uğrayan Osmanlı birliğinin geride bıraktığı ganimetler arasında, Avusturyalıların ilk gördüklerinde deve yemi sandıkları 500 çuval kahve çekirdeği sayesinde olduğu rivayet olunur. Yine başka bir rivayete göre; Sultan III. Murat döneminde İstanbul’da görev yapan Venedik Elçisi Morosini, Venedik yetkililerine yazdığı bir mektupta; Türklerin “kahve” adlı bitki çekirdeğinden siyah bir içecek elde edip bunu içtiklerini anlatarak, kahvenin, Osmanlı’ya gelen ticaret gemileri tarafından da önce Venedik, oradan da tüm Avrupa topraklarına yayılmasına vesile olmuştur. Kahvenin Güney ve Orta Amerika topraklarına yayılması da yine aynı tarihlerde, hâlen dünyanın en büyük kahve üreticisi olan Brezilya’nın kahve ticaretiyle başlamıştır.

      Osmanlı’da Kahvehane Kültürü
      16. yüzyılın başlarında kahve ile tanışan Osmanlı halkı; kahve içmek bahanesiyle bir araya gelerek kahvehane kültürünü oluşturmuştur. İlk zamanlar şairlerin ve muhabbet ehli insanların sohbet gayesiyle buluştukları bu mekanlar, zamanla kahvehane adını alarak halkın da sosyalleşmek adına bir araya gelerek konuştuğu, tartıştığı bir uğrak yeri haline gelmiştir. 1606-1610 yılları arasında Sultan IV. Murat zamanında getirilen kahve ve içki yasağıyla birlikte kapatılan meyhane ve kahvehaneler genelde Rum vatandaşlar tarafından işletiliyordu… Osmanlı’nın duraklama dönemlerinde, kahvehanelerin işletme hakkı emekliye ayrılan Yeniçerilere verilmiştir. Gülbanglar eşliğinde düzenlenen gösterişli törenlerle açılan Yeniçeri kahvehaneleri, Bektaşi levhaları, postlar, şilteler ve yastıklarla döşenerek, kahve ve nargile eşliğinde şiirlerin ve destanların okunduğu, Bektaşi nefeslerinin söylenip tasavvufi sohbetlerin yapıldığı, sazendelerin ve meddahların gösteri yaptığı ve sadece erkeklerin gidebildiği, sohbet, muhabbet ve eğlence meclislerinin kurulduğu mekanlar haline gelmiştir. Evliya Çelebi seyahatnamesinde 16. yüzyıl sonunda İstanbul’da 55 kahvehane ve 200’den fazla kahveci dükkanı olduğunu anlattığı o dönem; Yedikule, Tophane, Eminönü, Tahtakale gibi semtlerde çoğalarak, bir nevi günümüz sosyal medyasına benzer bir ortam oluşturan Yeniçeri kahvehaneleri, gündemin, sarayın, siyasetin ve devlet meselelerinin konuşulduğu mecralar haline gelmiştir… Bir süre sonra bu kahvehanelerde, yönetim ve saray aleyhine gizli saklı toplantılar yapıldığı, asılsız dedikodu ve söylentilerin ayyuka çıkarıldığı gerekçe gösterilerek tutuklamalar başlatılmış ve 1800’lü yılların ortalarına doğru tekrar kapatılmaya başlanmıştır… Yeni Türkü grubunun “Külhani Şarkılar” albümündeki şarkılar ve 1994 yılında yaptığı “Aşk Yeniden” albümünde yer alan, güftesi müzisyen Cengiz Onural’a ait “Yedikule” şarkısından alıntıladığım birkaç dize, bizleri bir zaman yolculuğuna çıkararak, işte tam da bu yıllara götürür:
      “Haber uçtu devlete de
      Beş yıl yattım hapiste
      Yedi düvel zindanından
      Beterdir Yedikule
      Nargilem duman duman ah
      Bayıldım aman aman
      İstanbul güzel ama ah
      Zabitleri pek yaman”

      Kahvehane kültürü sonraki yıllarda; kıraathane kültürü ile harmanlanarak, gazete ve mecmua okunan, kahve ve çay içilen ve tavla ve benzeri oyunlar oynanan mekanlar haline dönüşerek bütün Anadolu’ya yayılmıştır.

      Osmanlı’da Kahve Gelenekleri

      • Eve gelen misafire “Aç mısın?” diye sorulmaz, hemen kahve ve su ikram edilirdi. Eğer misafir kahveyi içmeden önce suyu içerse, bu misafirin aç olduğu anlamına gelirdi ve ev sahibi hemen sofra kurardı.
      • Kahvehanelere gidemeyen kadınlar, kahve eşliğinde muhabbet vesilesiyle komşu hanımlarla evlerde bir araya gelirdi… Kahve, mevsime göre, bazen şömine ateşinde, bazen de hayat ismi verilen bahçelerde yakılan mantız közünde kavrulup, taş dibekte ezildikten ya da el değirmeninde öğütüldükten sonra bakır cezve ile pişirilerek, sütlü ya da sade olarak ikram edilirdi.
      • Erkekler bayram sabahı namazdan geldikten sonra, eşlerinin ikram ettiği kahveyi içerek, Ramazan ayı boyunca yemeğin tadına bakmadan tuzunu ayarlayan hanımları için fincanın yanına bir hediye bırakırdı. Sunulan bu hediyeye de “tuz hakkı” denirdi.
      • Günümüzde de devam eden “damat kahvesi” geleneğinin de Osmanlı döneminden beri süregeldiği bilinir… Bu geleneğe göre, görücü gelinen gelinlik kızın evlenmeye gönlü varsa ve damadı beğenmişse şekerli, damadı beğenmemişse ya da bu evliliği istemiyorsa tuzlu kahve yapması adetten sayılırdı.
      • Osmanlı döneminden beri hâlâ yaygın olarak kullandığımız “Bir fincan kahvenin kırk yıl hatırı vardır” atasözü; iyiliğin unutulmaması noktasında vefanın önemini, kahve ile örnekleyerek anlatır. Halk arasında söylenen hikayesi özetle şöyledir: Üsküdar’da hoş sohbeti ve güzel ahlakı ile halk tarafından sevilen ve sayılan bir kahveci varmış, onunla bir kere sohbet eden kahvehanenin müdavimi olurmuş. Bir gün, bir Yeniçeri kahvehaneye gelerek, arasında husumet olduğu Rum kaptanı hariç, herkese kahve ısmarladığını söylemiş… Kahveci, herkese yaptığı kahve servisinden sonra közün başına oturarak iki fincan daha kahve yapmış ve kahvenin birini kaptana ikram ederek, yanına oturmuş ve muhabbet ederek gönlünü almış. Kaptana ikram edilen kahveyi gören Yeniçeri hiddetlenerek “Ben, sana o Rum hariç herkese kahve ısmarlıyorum demedim mi, neden yaptın?” diye bağırmaya başlamış. Kahveci ise Yeniçeriye, kahvenin kendi ikramı olduğunu söyleyerek Yeniçerinin ağzını kapatmış… Kahveci, bu olaydan tam kırk yıl sonra, Sisam Adası’nda bir isyanda Rumlara esir düşerek, köle pazarında yaşlı bir adama satılmış. Yaşlı adam, kahvehaneciyi adanın en ıssız yerine götürmüş. Yaşlı adam, korku içinde titreyen kahveciye “Sakın benden korkma! Sana bir kötülük yapmayacağım çünkü sen bana 40 yıl önce bir kahve ikram etmiş, hoş sohbetinle beni mutlu etmiştin, hatırladın mı? İşte ben o Rum gemisi kaptanıyım” diyerek kahveciyi serbest bırakmış.

      Kahve Altı
      Türk kültüründe kahvaltı esnasında, kahveden daha ziyade çay tercih edilmektedir. Günün ilk öğünü olan “Kahvaltı”, kahvenin, sabah bir şeyler yedikten sonra içilmesi anlamına gelen “kahve altı” sözünden türetilmiş bir sözcüktür. Yeni nesil, günümüzde batı menşeli zincir ve marka kafelerin farklı usul ve tekniklerle hazırladığı (melange, espresso, cappuccino, americano, latte, macchiato, mocha, filtre vs.) kahvelere alışmaya başlasa da Anadolu’da en çok sevilen ve tercih edilen kahve türleri; başta yerli usul klasik Türk kahvesi, ayrıca doğu ve güneydoğu yörelerimize has kahve çeşitleri olan mırra ve menengiç, damla sakızı ve keçiboynuzu gibi öğütülmüş bitki tozları ve aromalarla zenginleştirilmiş dibek kahvesidir…

      Teknolojinin ve dünyanın gelişmesi ve değişmesiyle birlikte, kahveyi; kavurma, öğütme ve pişirme şekillerimiz değişse de günlük aile, iş ve sosyal hayatımızın her anında, dost meclislerimizde, herfenelerde, sıra gecelerinde, kız isteme, nişan ve söz kesimi gibi tören ve merasimlerde vazgeçilmez bir gelenek olarak devam etmektedir.

      Ne de olsa “Gönül ne kahve ister ne kahvehane. Gönül muhabbet ister, kahve bahane.”

      Bu kadar sözün üzerine, güzel yurdumuzun hemen her bölgesinde kahve üzerine yazılmış onlarca türküden birini açıp, bir fincan kahve içmeye ne dersiniz?

      Devamını Oku

      KONFOR ALANI

      KONFOR ALANI
      8

      BEĞENDİM

      ABONE OL

      Konfor, genel anlamda; yaşamımızı kolaylaştıran rahatlık alanı olarak tanımlanabilir. Peki, büyümenin ve gelişmenin önünde engel olabilecek konfor alanının sınırları ne olmalı?

      Konfor alanı güvenli ve tanıdıktır. Ancak burada uzun süre kalmak, durağan hayattan, tembellikten ve tekdüze alışkanlıklardan vazgeçememek ve atacağımız bir sonraki adımın maddi ve manevi anlamda öngörülebilir olması adına risk almamak, yaşam yolculuğumuzda potansiyelimizi keşfetmemizin, dolayısıyla tekamül sürecimizin önünde engeldir… Michael Hopf der ki: “Zor zamanlar güçlü insanlar yaratır. Güçlü insanlar iyi zamanlar getirir. İyi zamanlar zayıf insanlar yaratır. Zayıf insanlar zor zamanlar getirir.”

      O halde, konfor alanının açtığı rahatlığın bir sonucu olarak, çektiğimiz zorluklarda sorumluluk almayan zayıf insanların büyük payı var diyebilir ve konfor bağımlılığını, “Konformizm” kavramı ile ilişkilendirebiliriz… Konformizm; ‘konforu seven, rahatına düşkün’ tanımlamasından bağımsız olarak, 19. yüzyıl Avrupa’sında ortaya çıkan “sorgulamadan itaat etme, itiraz ve eleştiri olmaksızın boyun eğme, standartlara uygun düşünme, intibak etme, toplumda yerleşmiş inanç, düşünce ve geleneklere kayıtsız şartsız uyma, uyum gösterme” anlamında kullanılan bir tanımlamadır… Konformist ol! Yani düşünme, sorgulama, öğrenme, okuma, risk alma, cesaret etme, demenin politik tanımıdır ki egemen erkin oportünist politikalarına hizmet eder… İtalyan şarkıcı Giorgiya Gaber’in “Conformista” isimli şarkısında özetlediği gibi: “Konformist, hep haklıdan ve güçlüden yana olan düzen adamıdır.”

      “Fikri bir açık alan fobisi bizimkisi; uçsuz bucaksızlık korkuttuğu için kalıplarda, ezberlerde konfor arıyoruz” diyen Nörobilim uzmanı Prof. Dr. Sinan Canan, “İnsanın Fabrika Ayarları”nı anlattığı sohbetlerinde ve aynı adlı kitabında, konforun çocuk yaşlardan itibaren insan hayatı üzerindeki nörolojik, psikolojik, fizyolojik ve sosyolojik olarak olumsuz etkilerini kapsamlı olarak, bilimsel olduğu kadar hayatın içinden örneklemelerle eğlenceli ve düşündürücü bir dille anlattığı tespitlerini “Konfor bizi çürütür” diyerek özetliyor.

      Konfor alanımızdan çıktığımız kadar; yani derdimiz ve yaralarımız kadar, başkalarının dertleriyle dertlenebildiğimiz kadar insanız… Rahatımızı kaçırdığımız, okuduğumuz, düşündüğümüz, sorguladığımız ve sorumluluk aldığımız ölçüde, insanlara faydalı olabilmek için yorgunluğa, acıya katlandığımız, kötülüğe göğüs gerebildiğimiz, hakkımızı arayabildiğimiz, haklının yanında, haksızlığın karşısında durabildiğimiz kadar insanız.

      Çünkü “zor”, zihnimizin bize oynadığı oyunlar dahil, bütün çevresel ve kurgusal oyunları bozar ve kendi tekamülümüz dahil, bütün insani değerlerimiz, konfor alanımızın bittiği yerde başlar.

      Banu Sancak

      Devamını Oku

      EHLİYET VE LİYAKAT

      EHLİYET VE LİYAKAT
      3

      BEĞENDİM

      ABONE OL

      Hakkaniyeti, toplumsal adaleti ve hakikati sorgulayan insanlardan en çok duyduğumuz kelimelerden biri olan “liyakat”, etimolojik olarak Arapça “lyk” kökünden türemiştir. Yakışma, layık olma anlamlarına gelen liyakat kavramı, insanların bulunduğu makamda ve yaptığı işte, iş ahlakıyla, yeterli eğitimi, yeteneği, bilgisi ve tecrübesiyle var olması anlamlarıyla özdeştir. Ehliyet ise bir işi yapabilme becerisine ve yeterliliğine sahip olma mânâsıyla, aynı kökten gelen “işinin ehli” olma durumudur.

      Liyakat, özel sektörlerde bir nebze de olsa işlevselliğini sürdürse de liyakatsizlik kavramı; genel olarak mensubiyetlerin ya da karşılıklı menfaat ilişkilerinin kurumsallaştırıldığı dar bir çevrede ve mediokrasi kültürünün yerleştiği organizasyonlarda, yönetim birimlerinde ve kamusal alanlarda, kendine meşru olmayan alanlar açmakta muktedirdir.

      İslam’da Ehliyet ve Liyakat Kavramı

      Peygamberimiz Hz. Muhammed (S.A.V.)’in “Görev, ehlinden başkasına verildiği zaman kıyameti bekleyin” sözü ve hicret esnasında, kendisine ve Ebu Bekir (R.A.)’a yol rehberliği yapan müşriki, işinin ehli ve güvenilir olmasından dolayı kılavuz edinmesi hadisesi ve dahi Mekke’nin fethinden sonra, Kabe’nin anahtarını, fetihten önce Kabe’nin bakımını layıkıyla yerine getiren ve o vakitler gayrimüslim olan Osman Bin Talha’ya tekrar teslim etmesi, İslam’da ehliyet ve liyakat kavramının özetidir.

      Kuran-ı Kerim’de yer alan Nisa suresinin 58. ayetinde “Allah size, emanetleri mutlaka ehline vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adaletle hükmetmenizi emreder. Allah size ne güzel öğütler veriyor. Şüphesiz Allah her şeyi işitmekte, her şeyi görmektedir” ve Maide suresinin 8. ayetinde; “Ey iman edenler! Allah için hakkı ayakta tutun, adaletle şahitlik eden kimseler olun. Herhangi bir topluluğa duyduğunuz kin, sizi adaletsiz davranmaya itmesin. Adaletli olun; bu, takvâya daha uygundur. Allah’tan korkun. Şüphesiz Allah yaptıklarınızdan haberdardır” buyrulmuştur.

      Siyasetname Ne Anlatıyor?

      Sultan Alparslan ve Sultan Melikşah dönemlerinde, devlet ve kamu yönetimi alanında yaptığı yeniliklerle Büyük Selçuklu Devleti’nin yükselişinde çok büyük etkileri olan ve 30 yıl boyunca başvezirlik yapan Nizamülmülk’ün devlet yönetimindeki; siyasi, askeri, sosyal ve kültürel ilkelerinin temelinde ve bu konuları işlediği “Siyasetname” adlı eserinde en çok üzerinde durduğu noktalar; adalet, sadakat, ahlak ve liyakattir.

      Kaht-ı Rical

      Osmanlı Devleti kadrolarında görev yapmanın en önemli şartı liyakatti. Yönetimde; paralel kadrolaşmaların, akrabalık bağlarının ve menfaat ilişkilerinin önüne geçebilmek için çocuk yaşlardan itibaren devşirilerek, Enderun Mektebi eğitim sisteminde yetiştirilen devlet adamları, sıradan ve yoksul bir insan olsa da kabiliyet, ahlak ve zeka seviyelerine göre, padişahtan sonra devletin en üst makamı olan veziriazamlığa kadar yükselebilirdi. Bu minvalde devlet kadrolarının dağıtımında liyakate ve kıdeme büyük önem verilirdi fakat zamanla bu sistem de amacını aşmış ve işlevini yitirmiştir… Osmanlı Devleti’nin gerileme döneminin başladığı yıllarda, bozulan nizama, işinin ehli ve güvenilir devlet adamı kalmamasına içlenen Sultan III. Mustafa, derdini döktüğü şiirinde şöyle seslenmiştir;
      “Yıkılupdur bu cihan sanma ki bizde düzele
      Devleti, çarh-ı deni verdi kamu müptezele
      Şimdi erbab-ı saadette gezen hep hazele
      İşimiz kaldı hemen merhamet-i lem yezele.”
      2. Meşrutiyet ve Islahat Fermanı ile birlikte devlet yönetimindeki aksaklıkların daha da artması üzerine; devletin yönetim kadrolarında ve memuriyet atamalarında, yetenek ve liyakatin esas alınması ve özlük hakları konularının yeniden düzenlendiği 1876 Kanun-i Esasi yürürlüğe girmiştir fakat gitgide gücünü ve otoritesini kaybeden devlet ve karşı koymaya çalıştığı dahili ve harici baskı unsurları, bahse konu liyakat ve ehliyet maddelerinin uygulanmasında yetersiz kalmıştır. İşte tam da bu dönemlerde ne hazindir ki devlet yönetiminde, makamlarda ve mevkilerde, ehliyet ve liyakat isteyen her alanda, güvenilir, işinin ehli adam bulunamamasını anlatan, “Kaht-ı Rical” (Adam kıtlığı, adamsızlık) kavramı, şiddetli bir şekilde konuşulmaya ve eleştirilmeye başlanmıştır.
      Osmanlı Devleti’nin son dönemlerinde, “Mecelle” olarak bilinen “Mecelle-i Ahkam-ı Adliye” adıyla, Ahmet Cevdet Paşa ve Kadılar heyeti tarafından, İslam Hukuku esas alınarak hazırlanan kanunnamede, devletin ve milletin dirliği ve düzeni için hakkın, hukukun ve liyakatin titizlikle gözetilmesi hususlarının etraflıca ele alınmasından da anlıyoruz ki yönetimini ehline veremeyen devletler ilhak olunur.

      Z Vitamini

      “Fikirde, sanatta, anlayışta, buluşta, tutuşta, dağıtışta, toplayışta, dünyanın en büyük adamı olmak isterdim; nefsim için değil de, sırf O’nun ümmetinden en hakir ferde düşen liyakat payını ve üstünlük derecesini göstermek için” diyen merhum üstad Necip Fazıl Kısakürek ve “Dalkavuklar Gecesi/Z Vitamini” romanıyla muhalif olduğu dönemin yönetimini ustaca hicvederek “Ahlak, millet yapısının temelidir, o olmadan hiçbir şey olmaz” diyen şair-yazar ve tarihçi Hüseyin Nihal Atsız, liyakatsizliğe konu olan; menfaati, hırsı, dalkavukluğu, adam kayırmacılığını, samimiyetsizliği yazmakta, yaşadıkları devrin en sivri ve mahir kalemlerindendir… Yine aynı dönemlerde şiirleri ve söylemleri ile siyaset cephesinden düşmanlığa varan büyük tepkiler alarak edebiyat öğretmeni olarak çalıştığı okuldan ve yaşadığı şehirden sürgün edilen Bayrak şairimiz Arif Nihat Asya, 6 kıtalık “Adamlar” isimli şiirinin bir dörtlüğünde, bulunduğu makam ve mevkilerini zulümlerinin dayanağı haline getirenlere şöyle isyan ediyordu;
      “Adamlar bilirim anlamamış,
      Anlamayacak ne olduğunu,
      Adamlar bilirim dolduramamış,
      Dolduramayacak koltuğunu.”

      Bütünüyle, dünya ve Türk tarihindeki devletlerin, kurtuluş, yükseliş ve çöküş dönemlerine baktığımızda daha iyi anlıyoruz, yönetimlerdeki ehliyet ve liyakatin önemini… Hangi siyasi görüşten olursa olsun, adalet ve liyakate, hakka ve hukuka hizmet etmeyen hiçbir otorite ve güç, gerçek ve bağımsız güç değildir vesselam.

      Banu Sancak

      Devamını Oku

      ÖZ ELEŞTİRİYE DAİR

      ÖZ ELEŞTİRİYE DAİR
      2

      BEĞENDİM

      ABONE OL

      Ölçmediğini değerlendiremezsin, değerlendirmediğini geliştiremezsin… Ölçme genel olarak objektiftir, değerlendirme ise daha ziyade kişisel görüş ve kanıtlara dayanır. Bu noktada, metodolojik olarak; sosyal, siyasi, iktisadi ve hukuki zeminde devletin tüzel kişiliği, kurum ve kuruluşları, toplum ve bireyler kritik, eleştiri ve öz eleştiriye ne kadar açık ve yeterlidir? Ve buna bağlı olarak ölçme ve değerlendirmenin standardı ve üslubu nasıl olmalıdır?

      Hatanın farkına varmanın yolu öz eleştiridir. Sorgulamayan öz eleştiri yapamaz. Bireysel ya da kurumsal olarak yapılan hataların ve eksikliklerin sorumluluğunu başkalarına yüklemek ve başkalarını suçlamak; sorumsuzluk ve yetersizliktir. Hatayı sahiplenmek ve özür dilemek ise erdemdir. Ötekileştirmeden, ayrıştırmadan ve kırmadan hatayı düzeltme ve telafi yoluna gitmek ise faziletli olmaktır. Bütün topluluklarda, siyasette ve örgütlenmelerde kayıtsız ve şartsız biat kültürü ile harmanlanmış fanatizm ve partizanlık, feraseti ve basireti kör eden tehlikeli unsurlardır. Farklı fikir ve eleştirileri tehdit olarak görmemek ve öz eleştiri kültürünü geliştirmek, adaletin, tekâmülün, büyümenin ve gelişmenin anahtarıdır.

      İslam dini, kul hakkını her hakkın üzerinde tutarken; hatalarını sorgulayarak öz eleştiri yapanlara, düzeltme ve telafi cihetine gidenlere ve tövbe eden nefislere değer verir… Hata yapmak insana mahsustur. Kibre ve gaflete düşüp bilerek ya da bilmeyerek yapılan hataların ve işlenen günahların affı ve telafisi; tövbe, istiğfar, tezkiye ve tezekkür yoluyladır ve dahi Kur’an-ı Kerim’in birçok suresinde (Bakara/Yunus/Enbiya/Tövbe/Hucurat/Münafikun); peygamberler ve sahabeler hakkında, iman ve ibadet konularında birçok eleştiri ve öz eleştiri ayeti vardır. Örneğin Enbiya suresi 87. ayette geçen Hz. Yunus’un duası gibi; «Senden başka hiçbir tanrı yoktur. Seni tenzih ederim. Gerçekten ben zalimlerden oldum!»… Öz eleştiri kavramını tasavvufi açıdan ele aldığımızda, nefs-i emmareden nefs-i levvameye geçiş süreci ile ilişkilendirilebilir. Ancak mutmain makamı, eleştiri ve öz eleştiriye konu olan maddi veya manevi hakların sahibine teslimi ile mümkündür.

      Türk edebiyatında eleştiri ve öz eleştiri dediğimizde akla gelen ilk isim; çalkantılı olan siyasi, içtimai ve şahsi hayatıyla, Babıali, Raporlar, Hesaplaşma, Müdafaalarım, Hücum ve Polemik, Edebiyat Mahkemeleri ve Hadiselerin Muhasebesi adlı kitaplarıyla merhum Necip Fazıl Kısakürek’tir… Üstad Necip Fazıl, nefis muhasebesiyle yaptığı bir öz eleştiride şöyle sesleniyor:
      “Anlıyorum ki büyük ve ulvi manasıyla değil de kaba ve süfli haliyle ben, kapısı açılmaz bir yalnızlık içindeyim. Herkesi ve her şeyi inciten, ürküten, kaçıran bir insanım. Hata gördüğü veya gördüğünü sandığı yerde susmayı, nabza göre şerbet vermeyi, insanları ve zümreleri idare etmeyi bilmeyen bir beceriksizim. Dikenli, pürüzlü, zehirli… Bu halimle, noksanlarımı bile bile mutluyum. Çünkü sadece hak ve hakikate istekli olmak davasındayım.”

      Dünyada ve ülkemizde toplumsal çürüme ve bozulmaların, kültür ve ahlak erozyonunun, narsizm başta olmak üzere birçok psikolojik hastalığın pik yaptığı bu çağda, öz eleştirinin ne kadar büyük bir kurtarıcı güç olduğunu hatırlatmak istedim… En nihayetinde kendini muhakeme etmeyen toplumlar ve bireyler, muhasebe de edemez. Stoacı filozof Epiktetos’un dediği gibi:
      “Günün sonunda bütün yaptıklarımızı gözden geçirmeden uyku girmesin kapanan gözlerimize. Neler eksik kaldı, neleri yaptık, neleri yapmadık? Hepsini baştan sona inceledikten sonra hatalarımızı kınayalım, doğrularımıza sevinelim.”

      Banu Sancak

      Devamını Oku