
10 Aralık 2025 Çarşamba

Tercüman Gazetesi

BEN OLAMAMANIN, BİZ OLAMAMAK KAVGASI

ZÜLFÜ YARE DOKUNMAK: YİTİRDİKLERİMİZ

"Halka Aşkla Hizmetin Adı: Arapgir Modeli" Belediye Başkanı Haluk Cömertoğlu ile Röportaj

KUŞLAR YAĞMURDA DA UÇAR

Gerçek Gücün Sırrı

USTALIĞIN TESCİLİ

YENİDEN MİLLİ MÜCADELE (ÇAĞRI)

Neden İznik?…

HAYATIMIN ALTI ÜSTÜ

Bilgi ve Adalet

ANALAR VAR İT DOĞURUR, ANALAR VAR YİĞİT DOĞURUR

AYNADAKİ LEKE

KAN BAĞIŞI: BİR YAŞAMIN KIRILMA NOKTASINDAKİ KÜÇÜK BİR MUCİZEDİR

KİMİN YARATTIĞI ŞEYTANA İNANIYORSUNUZ

Ne Bu Dünyada Ne De Öteki Dünyada

ALLAH SEVDİĞİ KULUNA BELA VERİR” RİVAYETİ ÜZERİNDEN NASIL ALDATILDIK!..

VAZO ÖNÜNDE SATILAN ÜRÜNLER SAĞLIKLI MI?

ŞİDDET SARMALI: TÜRKİYE NEREYE GİDİYOR?

AKIL İNSANIN BELASIDIR, FAZİLETLİDİR ve REZALETİDİR.

SESSİZLİK REJİMİ

Milletin Vekili Olmak Cesaret İster

ÖNCE EBEVEYNLER EĞİTİLMELİ

ENGELSİZ ÖZGÜRLER

AHLAKSIZ DİNDARLIK VE İTTİHATÇILIK RUHU

EGM’DE SİVİL MEMUR OLMAK

AH BE ÇOCUK!

İNSANLARIN EN İYİ İLACI

GÖNÜLLERİN ANAHTARI; EMPATİ

EVLAD-I FATİHAN ve SELANİKLİ MUSTAFA

Ticareti “Franchise’laştıran AKP

Sanırım “Bu topluma neler oluyor?” deme noktasına geldik, maalesef. Üzülerek değinmek istediğim konu; şu günlerde en çok gündemde olan, Ankara’da bir okulda öğrenciler tarafından öğretmene yapılan zorbalık ve saygısızlık.
Evet, izlediğimiz görüntüler bizi çok üzdü. Zamanı, düzeni, sistemi, eğitimi ve birçok olguyu sorgulattı, düşündürdü ve muhasebe yapmamıza sebep oldu. Israrla ders anlatmaya çalışan bir öğretmen ve karşısında ona zorbalık, saygısızlık ve hatta taciz denebilecek hareketlerle aile terbiyesi almamış, şımarık bir grup öğrenci…
Biz, öğretmenin yaşına, tecrübesine, eğitimine ve öğretmenliğine yakışır olgunluğu gösterdiğini gördük ve daha çok üzüldük, daha çok kızdık bu çocukları yetiştirenlere.
Diğer taraftan, bireysel olarak bir grup öğrenci tarafından işlenmiş bu suç ve saygısızlıktan dolayı bütün gençlerimizi ve pırıl pırıl öğrencilerimizi aynı kefeye koyup topa tutmak hiç adil bir davranış değil. Bireysel işlenen suçları genellemek doğru değil.
Geçtiğimiz günlerde bir öğretmenin, üstelik engelli bir öğrenciye şiddet uygulayarak merdivenlerden aşağı ittiğini gördük; kayda alınan güvenlik kamerasından. O zaman da bütün öğretmenleri aynı kefeye koyup suçlamadık.
Öğretmen, öğrenci fark etmiyor; iyi eğitim ve aile terbiyesi almamış, toplum ve insan haklarını hiçe sayan, kişilik bozukluğu olan bu tür bireyler bu tür suçları işleyebiliyor.
Medyada hangi tarafa baksam, bu nesli topluca taşa tutmuşlar. Unutmayalım ki bu gençlik bize gökyüzünden yağmadı. Onları eğiten ve yetiştiren bizleriz. Ortada bir suç varsa, o da iyi aile terbiyesi veremeyen ve doğru örnek olamayan ebeveynlerdir.
Her defasında bütün gençleri suçlayıp karşılarına geçmek bizlere hiçbir şey kazandırmaz; aksine çok şey kaybettirir. Topluma ahlaklı, saygılı ve terbiyeli bireyler yetiştirmek için önce ebeveynlere büyük görev düşüyor ve sonrasında öğretmenlere.
Ortada bir yanlış sistem var ve bu dönüp dolaşıp bu neslin ayağına dolaşıyor. Öncelikle, ortada “yetiştirme” ile ilgili bir sorun var ve bu sorunu önce kabul edip, sonra “çözümü nedir” onu düşünmeliyiz ebeveynler olarak.
Gerekirse onlarla doğru iletişimi kurabilmek için tıbbi destek almalıyız. Çocuk yetiştirmek de bir nevi sanattır. Bence anne baba olmak; çocuk sahibi olup, ortaya salmak değildir.
Çocuğu topluma sağlıklı bir birey olarak yetiştiremeyecek olanlar, çocuk yapmamalı.
Evet, çocuklarımızı doğru yetiştiremiyoruz. Bu bir sorun; fakat çözüm de belli:
Eğitim, eğitim, eğitim.
Ama önce ebeveynler eğitilmeli.

Evet, ne yazık ki adım adım ilerliyor kötülük. Doğaya, insana, hayvana zarar veren, vicdanı ve merhameti olmayan kötü insanlar; fakat hayvanlara yönelik yetkililer tarafından alınan insanlık dışı kararlar, kötü insanlar tarafından eyleme dönüşerek kötülük, bir kangren gibi sinsice adım adım yayılıyor.
Sokak canlarının toplanması kararıyla ilgili birçok kez yazdık, dile getirdik, değindik; her duyarlı ve vicdan sahibi İNSAN gibi. Tepkimizi gösterdik, yanlış olduğunu söyledik. Yasanın geri çekilmesi için elimizden geleni bir insan olarak yapmayı, bir vicdani görev olarak biliyoruz. Bu konuda iyilerle kötüler ayrıştı, herkes yüreğini ortaya koydu. Kimininki kokuşmuş; Allah’ın yarattığı o savunmasız canlara, kötülükleriyle hiçbir inanca sığmayacak şekilde, zevkle saldırdı, işkence etti, dövdü, öldürdü. Sosyal medyaya, insan olmaktan utandıracak görüntüler, videolar yansıdı.
Kiminin yüreği, merhametliydi, vicdanlıydı. Onların acısıyla acılarını paylaşıp sahip çıkmaya çalıştı. İNSAN olarak bu olaylar karşısında, o canları kötülerden nasıl koruyacaklarını bilemedi; çaresizlikten eridi, bitti. Birçok insanın psikolojisi bozuldu.
Tabii bu kadarı da yetmedi. Biz, bu kadar kötülüğün telafisi nasıl olur diye düşünürken; bazı illerin valiliklerinden, sokak hayvanlarının beslenmesinin yasaklandığı haberleri yükseldi. Tabii, yalan haber olmasını umut ediyor insan. “Yok artık,” diyor. “Bu kadarı da olmaz,” diyor. “Ey insanoğlu, Firavun mu oldun?” diyor içinden. Ama hepsi boş.
Sokak hayvanlarını besleme yasağının ne anlama geldiğinin hepimiz farkındayız. Yani, zaten beslemeyip vatandaşın vicdanına terk ettikleri canları, şimdi de vatandaşın beslemesini yasaklayarak açlıktan ölüme terk etmek anlamına geliyor.
Bu, insanlık tarihinde hiçbir dönemde, hiçbir zaman yapılmamış; hiçbir inanca sığmayacak, helak olma yoluna girmiş insanlık dışı bir eylemdir.
Unutmayalım ki kötülük aşağıdan yukarıya yükselir. Önce hayvanlar, çocuklar, kadınlar derken, güçlünün güçsüzü ezmeye ve yok etmeye çalıştığı, hukuksuz bir sistemin çarkında ezilmek kaçınılmaz olur. Sustuğumuz ve benimsediğimiz bütün haksızlıkların, bir gün herkesin ayağına ve vicdanına dolanacağının farkına varmalıyız. Daha fazla geç kalmadan…
Hayvana yapılan adaletsizlik, haksızlık ve kötülük; gün gelir, çocuğa, kadına, güçsüze yapılır. Şu an, bu toplumsal saldırganlık en zayıf halka olan savunmasız hayvanları hedef almış olabilir fakat onunla kalmayacaktır.
Asırlar boyu sokak hayvanları, insanlar tarafından beslenmiş; bir arada yaşamış, hayvanlar insanlara, insanlar da hayvanlara iyi gelmiş. Bir sorun oluşmamış. Şimdi de yok aslında. Amaçlar farklı belki… ama hayvanların bu şekilde acımasızca yaşam haklarının ellerinden alınması, bu milletin karanlık aynası olur.
Yaratan, her canlıyı bir sebeple yarattı; insanoğlunu da insan olsun diye yarattı. İNSAN, bu kadar kötü olmamalı.

Bugün, adaletsizlik ve katiller, taciz, tecavüz suçu işleyenler için caydırıcı cezalar olmadığı gibi ceza da almamaları sebebiyle, her geçen gün artarak yaygınlaşıp normalleşen bu suçların bedelini ödeyen; yine bir masum kızımızı hayatının baharından koparan durumu yazmak istedim, yüreğim acıyarak.
Her zamanki gibi acımasız, sapıkça bir cinayet ve o cinayete intihar süsü vermeye çalışan failler…
Sistem tarafından da toplum bu gibi durumlara alıştırılmaya çalışılıyor ne yazık ki.
Şu ara sosyal medya ve kamuoyuna yansıyan Rojin cinayeti ve cinayetin ardından o kadar delil varken faillerinin ortaya çıkarılmaması, hepimizin yüreğini acıtmakta.
Yaklaşık bir yıl kadar önce Van’da işlenen bir cinayet… 21 yaşındaki üniversite öğrencisi Rojin, kaldığı devlet yurdunda kayboluyor ve kaybolduktan 18 gün sonra Van Gölü kıyılarında cansız bedeni bulunuyor.
Evladını kaybetmiş bir babaya daha başsağlığı dilemeden, bir an bile empati kurmadan hemen kızının intihar ettiği söyleniyor vali tarafından ve diğer yetkili birimlerle birlikte bunu aileye kabul ettirme çabasında oldukları belirtiliyor.
Yani, hukuk süreci başlamadan “intihar” diyerek noktalanmasını sağlamaya çalışıyorlar.
Yani, kimse sorgulanmasın diye kamusal değil, olayı kişiselleştiriyorlar. Hem kamuoyundan hem aileden deliller gizleniyor.
Bir yıl sonra tüm itirazlar sonucunda yeniden incelemeye alınıyor.
Babanın çabasıyla, pes etmemesiyle, bir yıl boyunca kızının katillerinin bulunması için mücadele vererek kamuoyunun vicdanına seslenmesiyle yankı buldu.
Hani “Geç gelen adalet, adalet değildir.” derler ama geç de olsa hâlâ adalet gelmedi!
Adli tıp raporları tekrar incelendiğinde, iki ayrı DNA bulgularına rastlanmasına rağmen hâlâ hiç kimse gözaltına alınmış değil.
Babanın çabası ve adalet arayışları kamuoyunda yankı bulmuş olsa da hâlâ suçlular cezalandırılmadı, sorumlular açığa alınmadı, soruşturma başlatılmadı.
Bir yıldır Rojin’in babası “adalet” diye haykırmamalıydı.
İnsanlar adaleti sokak sokak, şehir şehir, kapı kapı aramamalıydı. Adalet zaten var olmalıydı. Olan bir şey aranmaz!
Olayın üstünü kapatmaya çalışan, delilleri karartmaya çalışan, kanunlar çerçevesinde görevini yapmayan, ihmal ve suistimal eden her kim varsa; en tepeden tırnağa herkesin sorgulanması, yargılanması, hesap vermesi gerekir.
Kurumlara, idareye, yönetime veya “bir yerlere” zarar gelecek diye kanunlar susturulmamalıdır.
Suçlular her kimse hesap vermelidir. 2025 yılındayız ve her yerde kameralar var; okulda, yurtta da illaki vardır.
Buraların idarecileri illaki olaydan haberdardır. Kim, kimi koruyor acaba?
Açığa çıkarsa ucu kimlere dokunacak?
Bunlar domino taşı gibi, biri sorgulanırsa hepsi dökülecek diye susuyorlar belki…
Benim anlayamadığım bir diğer konu ise; bu cinayetin araştırılması önergesinin mecliste reddedilmesi.
Ne yazık ki bu sadece bir Rojin davası değil!
Bu, toplumda çocuklarımızın can güvenliğinin olmadığı, kızlarımıza, çocuklarımıza ve kadınlarımıza yönelik taciz, tecavüz, cinayetlerin nasıl cezasız kaldığının…
Bu suçların, nasıl hukuksuzlukla sistematik bir hâl aldığının…
Kamuoyu vicdanının nasıl sustuğunun bir aynasıdır.
Kamuoyuna yansımayan, üstü kapatılan, örtbas edilen bunun gibi daha kaç tane var kim bilir?
Hukuk sisteminin işlemesi ve caydırıcı cezaların gelmesi dileğiyle.

Geçtiğimiz günlerde bir habere denk geldik. Çoğunuz bu duruma şahit olmuştur.
Bir doktor… Düşünün ki hastasını açık giyindiği için muayene etmiyor; teşhircilikle suçlayarak muayene etmeyi reddediyor.
Ve işte burada genel olarak düşünülmesi gereken o kadar çok şey var ki. Bunların başında görev ihlali gelir. Görev ihlali çünkü doktor hastanın sağlık problemini değil, kıyafetini görüyor. Tıbbî muamele değil; saldırgan tavırla hastanın kıyafeti üzerinden “ahlaklılık” ilan ediyor.
Kendi bastıramadığı cinselliğin, kontrol edemediği sapıklığın esiri olmuşken kadın bedeniyle kurduğu obsesif ilişkinin sorumluluğunu ve suçunu kadına yüklüyor. Yani kadının üstüne basarak kendini ahlaklı ilan ediyor. Burada kadının özgür iradesine saldırıyor ve hakkına saygısızlık yaparak onu küçümsüyor.
Diğer taraftan topluma da kötü bir örnek teşkil ediyor. Erkeğin ahlaksızlıklarını kadının kıyafetinin örteceği düşüncesini ön plana çıkarıyor. Kendi arzularına sınır koyamayacak kadar acizken, aşırı cinselliği kadının kıyafetine bağlayarak kadını suçlu, erkeği denetçi konumuna sokmaktadır. Cinselliği saplantı haline getirerek kadını bastırma, cezalandırma, kontrol etme yoluna gidiyor; kendi egemenliğinin hazzını yaşamak istiyor. Kendini kahraman zannediyor. Kadın üzerinde egemenlik ilan edip “namuslu adam” olacağını düşünüyor.
Burada tıbbî muayene yapmak yerine kadının kıyafeti yüzünden kişiliğine saldırması, ahlaksızlıkla suçlayarak onu itibarsızlaştırması belki de bu yüzden. Oysa asıl ahlaksızlık görev ihlali değil midir? Başkalarının yaşam tarzına saldırarak onun hakkını gasp etmek değil midir? Onun sınırlarını çiğneyerek saygısızca suçlayıp haksız yere saldırmak değil midir? Asıl bunlar ahlaksızlık değil mi?
Bu zihniyetlerin kamusal alanda asla görev yapmamaları gerekir. Bu küçük değil, aslında kocaman bir sorundur. Etik değil, kamusal bir sorundur. Bu düşüncede olup bir de kamusal alanda görev yapanlar, kocaman bir toplumun çürümesine sebep olabilir.

Birçoğumuz zorlanır bazen hayır demeye, değil mi?
Sırf hatırı gönlü kırılmasın diye yapmak istemediğimizi yaparız, gitmek istemediğimiz yere gideriz, söylemek istemediğimizi söyleriz. Daha birçok örnek verebiliriz. Bunlar belki çoğumuzun yaşadığı durumlardır. İnsanı yoran, yıpratan, kendi özgüvenini hep aşağıya çekerek eksilten ve kendine olan saygıyı da bir o kadar azaltan.
Evet, zordur birçoğumuz için hayır demek, diyebilmek. Her şeye evet diyerek var olma çabamızı mı gösteriyoruz acaba? Ondan mı hayır diyebilme cesaretimiz yoktur? Hep sevgi eksikliğiyle mi büyüdük de sevilme çabası mıdır acaba? Sevilmenin yolu “evet” demekten, kabulden geçer sanıyoruz belki. Belki hiç düşünmüyoruz tam tersi olabileceğini.
Oysa “hayır” demek bencillik değil, sevilmeme sebebi değil, kötülük değil; kendi sınırını, kapasiteni, ruh sağlığını koruma hakkındır. Bazen bir “hayır”, başkasına değil, kendine duyduğun en derin saygıdır. Bu konuda Clarissa Pinkola Estés şöyle demiş:
“İnsan ruhu, hayır diyemedikçe kendinden eksilir.”
O halde her zaman ve her durumda cesaretimizi toplayıp bize uymayan, ters gelen, yanlış olarak gördüğümüz, istemediğimiz her şeye “hayır” demeye çekinmeyelim. Ve tabii ki bizi yoran bir şeye, tüketen bir beklentiye, sırf “kırılmasınlar” diye içinde taşıdığımız yüklere “hayır” diyelim. Belki o söylediğimiz “hayır”, kendimize armağan ettiğimiz bir evet olur, onurunu kurtardığın bir durum olur, kendine saygın çoğalır.
Hayır demenin bazen kendine evet demek olduğunu unutmadan, yorulmadan, yormadan, her günün sabahına yeni mutluluklarla uyanmanız dileklerimle.

Son günlerde Türkiye gündemine oturan, en çok konuşulan, tartışılan ve millet olarak utanç verici bir şekilde şaşkınlıkla takip ettiğimiz sahte diploma mevzusu… Şimdiye kadar eşi benzeri görülmemiş, organize bir suç örgütü söz konusu. Fakat bu, bilinen suçların ötesinde bir suç. Devletin en önemli kurumlarını ahtapot gibi sarmış, akıl almaz derinlikte bir sahtekârlık tablosuyla karşı karşıyayız. Eğitime bile eğitimsiz, sahte diplomalılar atanmış. Okulunu bitirip diplomalı olanlar ise atanamazken… Rektörler, profesörler, doktorlar, doçentler, aklınıza ne gelirse… Siyasetten eğitime, emniyetten hukuk birimlerine kadar kangren gibi her yeri sarmış vaziyette, maalesef gördüğümüz kadarıyla. Ve bizler düşünüyoruz: “Bu, buzdağının sadece görünen kısmı mı?” Bu nasıl bir çark, nasıl kurulmuş, akıl alır gibi değil.
Peki, bu çark kimin değirmenini döndürdü? Siyasetin, politikanın dahi içine bu kadar sahtekârlık karışmışken ilgili makamların gerçekten haberi olmadı mı? İstihbaratları yok muydu? O kadar rahat çalışmışlar ki, sahte diplomaları adrese bile gönderiyorlarmış.
İtiraf etmeliyim ki, devletin çok önemli makamlarında oturan, fakat daha doğru düzgün konuşmayı bile bilmeyen, kurduğu cümlelerden eğitimsiz oldukları anlaşılan kişiler vardı. Birçok siyasetçi ya da eğitimci olan kişinin konuşmalarını dinlerken içimden hep “Nasıl yani, nasıl bu mevkide olabiliyor?” demişimdir. Konuşmalarından, kurduğu cümlelerden hiç eğitimli olmadığı belli oluyordu. Onun için ben çok şaşırmadım. Kafamdaki soru işaretleri cevap buldu.
Peki ya bu, sadece bir sahtekârlık suçu mudur? Elbette ki hayır, bu kadar basit değil. Hak etmedikleri bir makamı işgal ettiler. Hak edenlerin işini, aşını, belki de hayatlarını çaldılar. O makamın koca bir millete vermesi gereken hizmeti hakkıyla ve doğru bir şekilde veremediler, dolayısıyla hizmet vermeyerek de onca insanın hakkına girdiler. Hak etmeden vergilerimizle maaş alıp yediler, torpille akrabalarını çevrelerine topladılar. Ve ülkemizi başarısızlığa, çürümeye sevk ettiler.
Ha, en ama en önemlisi ise insanların o kurumlara olan güvenini kırdılar ki, bunun telafisi bile olamaz.
Bence çarkı döndüreni de, görmezden geleni de, kumandanı da, değirmenciyi de, su taşıyanı da hepsi ihanetin bir parçası ve hepsi yargılanmalı.

Kimin eli kimin cebinde bilinmez ama malumunuz, Türkiye gündemi o kadar hızlı değişiyor ki yetişebilmek mümkün değil. Daha birinin şokunu atlatamadan bir diğerinin tam ortasında buluyoruz kendimizi, ne yazık ki. Üzülmekten de yorulduk desek yeridir.
Bildiğiniz gibi şu günlerde ise bizleri en derinden üzen orman yangınlarımız ve mücadeledeki çaresizlik. Nefes kadar önemli ormanlarımızın ve elbette içindeki canlıların yanarak yok olduğunu görmek çok acı veriyor bizlere, bunun tarifi mümkün değil. Üzülmek, kahrolmak ise çare değil. Yurdun dört bir yanından organize bir şekilde ateşe verilen ormanlarımız ve birçoğunun da yerleşim alanlarına varacak kadar büyümesi adeta savaş niteliği taşımaktadır. Yetkililer tarafından olağanüstü hâl ilan edilmeliydi kanaatimce. Kim yakıyor, neden yakıyor, bunların arkasında kim ve hangi emeller var? Yanlış politikalar mı, yanan yerlerin imara açılması mı? Kimin ve kimlerin suçu, hatası, kusuru var? Bunların geniş çaplı araştırılması ve gereken cezaların verilmesi gerekir. Olası yangınlar karşısında da gerekli önlemlerin alınması, yangınların büyümeden söndürülmesi gerekir. Yanacak yer kalmadığı için sönmesi acı verici. Yangını çıkaranlar ise derhâl yakalanıp adalet karşısında ve halkın önünde en ağır cezalarla yargılanması gerekir ki caydırıcı olsun. Tabii ki bu işin arkasında hangi eller var, onlar da kırılmalı.
Ciğerlerimizi derinden acıtarak yakılan ormanlarımızın yerine imar izni verilmemesi, yeniden ağaçlandırma yapmak için acilen harekete geçilmeli. Gerekirse bu konuda seferberlik ilan edilmeli ama ormanlarımızı yeniden ağaçlandırıp ülkemize kazandırmak şart. Kesinlikle yerleşim alanı, alışveriş merkezi, oteller, rezidanslar ve benzeri yapıların inşa edilmesine asla izin verilmemeli. Yoksa her yıl bunun için ormanları yakar, sonra “izmaritten, mangaldan” vesaire derler.
Ormanlar bizim akciğerimiz, nefesimiz, yağmurumuz, suyumuz, bereketimiz, her şeyimiz. Yanmaması, yakılmaması için yetkililer tarafından acilen sıkı tedbirler alınması, ne gerekiyorsa yapılması gerekir. Bu konu asla ihmale gelmez.

Yaratıcı da yarattığı her canlıyı bir amaç uğruna yaratmıştır ve doğada illa bir görevi vardır. Her ne kadar insan eli dengeleri bozmaya çalışsa da.
Elbette her insanın yaşamda bir amacı olmalı. Amacı olmayan biri, ne kendine ne de topluma faydası olmayacak; hep boş şeylerle oyalanır durur.
Hayatım boyunca hep çok çalıştım.
Bulduğum imkânlar dâhilinde de
okudum, araştırdım, yazdım. Her farkında olduğum yanlışları, uyumadan geceler boyu sorguladığım, yazıp sildiğim zamanlar oldu. Sabah ezanından önce uyanıp yazdığım zamanlarda.
Her zaman birilerinin arkasını toplayıp bir şeylere yetişmek zorunda olduğum zamanlarda da yazdım. Yapmam gerekenler aksamasın diye uykularım bile hep yarımdı. Tabakta yemeğim yarım, bardakta çayım yarım. Belki beni İNSAN yapan bu amaçlar ve sorumluluklardı.
Şimdilerde yine uykularım yarım. Gecenin bir vakti uyanıyorum, aklımda bir fikirle. Kalkıp yazmasam unuturum diyorum. Unutmamalıyım…
İnsanı hayata bağlayan amaçtır. Amacın yoksa, uğraşın başkalarının yaptıkları ya da yapamadıkları olur. Bu ise insanı karanlıklara çeken bir tuzaktır.
Hayat bir deniz gibidir. Haset, kin ve dedikodu ise misinanın ucundaki yem gibi. O yemi yiyenler asla denizin ne kadar büyük olduğunu göremez ve özgürce yüzmenin nasıl ferahlatıcı olduğunu deneyimleyemez.
O zaman, kötülük, kin ve dedikodu tuzağından uzak; hayatını belli amaçlarla güzelleştirip yaşanır kılmaya bakalım.

“Bu ülkede yaşanmaz.”
Ne çok duyar olduk bu cümleyi, değil mi?
Bilhassa son dönemlerde ve özellikle gençlerden…
Bu beni — ve eminim benim gibi düşünenleri — derinden üzmektedir.
En çok da ülkemizi tanımıyor oluşumuza üzülüyorum.
Ülkemizin tarihinden, kültürel zenginliklerinden, coğrafyasının güzelliğinden habersiz; o güzelim değerleri bir çırpıda silip, sırtımızı dönüp gitmeli miyiz?
Sanki dünyanın diğer yerleri çok güzelmiş gibi…
Evet, dünyanın cennet gibi köşeleri elbette vardır.
Keşke imkânımız olsa da köşe bucak her yeri gezebilsek.
Fakat şunu bilmemiz gerek: Ülkemiz de o cennet köşelerden biridir.
Ne kadar olumsuzluk yaşarsak yaşayalım, bir ton sorunla boğuşsak da; her ne olursa olsun bu, ülkemizin değerini ve güzelliğini değiştiremez.
Ülkemizin kıymetini bir kat daha fazla bilerek, dört elle ve daha fazla sarılmalıyız.
Evet, “bu ülkede yaşanmaz” dedirten faktörler vardır elbette.
Ama biz kendi ülkemizde yaşayamazsak, onu nasıl yaşatırız?
Biz çare olmazsak nereden çare bulabiliriz?
Biz mücadele etmezsek, edeni görmezsek nasıl onurlu yaşayabiliriz?
Ülkemiz bizim evimizdir.
Atalarımızın kat be kat bedeller ödeyerek bize emanet ettiği mukaddes bir emanettir.
Ona, tüm olumsuzluklara rağmen sahip çıkmamız gerekir.
Tabiri caizse bu, eve giren hırsıza kızıp evi terk etmeye benzer.
Bu sadece bizim değil, çocuklarımızın ve bütün gelecek nesillerin de sorumluluğudur — bugün vereceğimiz kararlarla.
Yangının ortasında kalmış olsak dahi, söndürmek için su taşımak görevimizdir.
Kaçmak değil.
Milli ve manevi değerlerimize canıgönülden bağlı olup sahip çıkmamız dileğiyle diyorum ki:
Ülkemiz yaşanmaz değil, çok güzel yaşanacak bir yerdir.
Yeter ki “âdil” olalım, “Hak”kın yanında yer alalım.

Hayat döngüsünde yaşadığımız hiçbir şey tesadüf değildir. Ve olumlu ya da olumsuz her şey, yaşanmışlığımıza katmamız gereken birer birikimdir.
Yaşamımız boyunca hayatımıza birçok insan girer ve çıkar. Kimileri iyi, kimileri kötü olmak üzere imtihanımız ya da ödülümüz olur. Elbette hayatımıza giren insanlar da tesadüf değildir. Bazı insanlarla karşılaşmanız sizin için bir lütuf, bir şanstır. O insanın etrafında olmak, onun çevresine saçtığı ışıktan faydalanmak, aydınlanmak demektir. Nasıl ki karanlıkta bir mum yaktığınızda etrafını aydınlatır, tıpkı onun gibidir. Fark etmezsiniz bazen ama sizin yolunuzu o insanın ışığı aydınlatır.
Bazen hayata karşı duruşu size ilham olur, bazen adil bir davranışı size adaletli olmayı öğretir. Bazen hayat felsefesinden dünyaya bakışınız değişir, bazen söylediği bir cümleyle hayatınız değişir. İnsanlığın en güzel erdemlerini keşfedersiniz onda. Ahlakı, medeniyeti, gönül dilini öğrenirsiniz. Düşmanını bile imrendirecek mertlikle mücadelesini verir. Ve asla bireysel bir hayatı yoktur, toplumsal yaşar.
İşte böyle bir insanla karşılaştıysanız, varsa etrafınızda, iki elle değil dört elle sarılın; kıymetini bilerek ışığını asla söndürmeyin.
Bir de bunun tam tersi karaktere sahip olan insanlar var ki, kötülükleriyle, şeytanlıklarıyla ve dünyalık küçük hesaplarıyla sizi kendi karanlığına çekme eyleminde olan… Ve o küçük insanlar, sizi insanlardan uzaklaştırır. Bunlarla karşılaşmanız da bir imtihandır.
İşte böyle kötü insanlarla karşılaşmamanız dileğiyle diyorum ki; başkası da karşılaşmış ise kötüyle, siz onun da karşısında olun.
Çünkü kötünün yanında olmak, iyiye ihanettir.
Hayatınıza hep ışığı bol, iyi insanlar dolsun değerli okurlarım. Hep sevgiyle kalın.

Evet, “insan görünümlü canlılar” dedim. Fakat bu canlılar için birçok isim var aslında ama ben bu isimleri telaffuz etmek istemiyorum.
Neden mi bu kadar sert bir giriş yaptım? Bu soruya, rahmetli Edip Akbayram’ın bir konuşmasında söylemiş olduğu şu cümleyle yanıt vermek istiyorum: “Toplum huzurlu olmalı, toplum huzursuz olunca kişisel mutluluk bir işe yaramaz.” Ne kadar duyarlılıkla söylenmiş, doğru bir cümle.
Elbette ki toplumun bu kadar kanayan yarası varken güzel şeyler yazmak mümkün olmuyor. Yargının işlememesi, ahlak, eğitim, sağlık, ekonomi vs. yıpranıp yok olması… Bütün bu olumsuzlukların üzerinde sokak canları, hayvan dostlarımızın vahşice katledilmesi, yaşam haklarının ellerinden alınması… Meğer ne kadar kötü insan varmış çevremizde! Adeta kötülükte birbiriyle yarışıyorlar.
Evet, ben bu konuyu birçok kez ele aldım, birçok kez dile getirmeye çalıştım, elimden geldiği kadar da dile getirmeye devam edeceğim. Çünkü ben, bu dilsiz canların dili olmak zorunluluğu hissediyorum. Onlara yapılan işkenceleri, katliamları kabul edemiyorum. İçim acıyor, vicdanım sızlıyor. Onlar için bir şey yapamamak çaresizlik bende ve benim gibi vicdan ve sorumluluk sahibi bütün hassas insanlarda travma oluşturdu.
Öyle bir noktaya getirildik ki, resmen İNSAN’la İNSAN olmayanın savaşına dönüştü durum. İnsanlar, insan görünümlü canilerden hayvanları koruma mücadelesine girdi. İnsanlığını unutmuş, acımasızca sokak canlarını katledenlerin ellerinden alma-kurtarma mücadelesine giren bir avuç vicdanlı, merhametli hayvan koruma gönüllülerine bile nasıl saldırılarda bulunuyorlar, görüntüleri izlerken üzüntümü ifade etmek imkânsız.
Bunlar hangi dine inanır bilinmez ama İslamiyet’in temeli hak, adalet ve merhamettir. Bunlar olmadan, bir canlıya merhamet duymadan günün 24 saatini secdede geçirseniz de nafile. Sokak canlarını zamanında kısırlaştırmayan, üretim çiftliklerini kapatıp hayvan satışlarını engellemeyen belediyeler, bugün o canları nasıl da organize bir şekilde, vahşice katlederek yok etmeye çalışıyorlar.
Öyle ki, birbirini sürekli kötüleyen iktidar ve muhalefet belediyeleri bile bir araya gelmiş, bu kötülüğü birlikte yapıyor ve biz merhametli insanları da bu kötülüğe şahit ediyorlar.
Şunu asla unutmayın ki, hayvan sevgisi olmayan birinde insan sevgisi de olmaz. Bir hayvana zarar verebilen, insana da zarar verebilir. Bir hayvanı öldürebilen, insanı da öldürebilir. Sadece fırsatını bulması yeterlidir.
Bu savunmasız canlara bu kadar zulüm, bu milletin başına büyük felaketler getirir. Hayırsız Ada’yı unutmayalım. Allah’ın yarattığı her can kendinde kıymetlidir.

İnsan olmak derken biyolojik insanlıktan bahsetmiyorum tabii. İnsanlık erdemlerini taşıyor olabilmek, insan olmaktır.
İyi ya da kötü insan da yoktur bana göre; sadece iyiler insandır diyorum.
Haksızlığa uğrayan herhangi bir canlının yerine koyabiliyorsan kendini, onun acısını hissedebiliyorsan yüreğinde ve empati yapabiliyorsan, onun hakkını savunabiliyor, koruyabiliyorsan ancak o zaman insan olabiliyorsun.
Günümüzde şöyle etrafımıza baktığımızda o kadar az sayıda insan görebiliyoruz ki… Bu çok üzücü. Bu durum “İNSAN” olanların hem ruh sağlığını hem de akıl sağlığını korumalarını hayli zorlaştırıyor.
Bazen sokağa çıkmaya çekiniyoruz; hasta, yaralı ya da terk edilmiş bir hayvanla karşılaşırız diye. Sosyal medyaya girmeye korkuyoruz; insanoğlunun hayvana yaptığı eziyet, işkence ve vahşet videolarıyla karşılaşırım diye.
Ve bu, normalde olması gereken insani bir duygudur. Bu duyguyu hissedemeyen… Bir hayvanın derdini paylaşabilmek, onun hissettiklerini hissedebilmek için sadece insan olmak yeterlidir.
“İNSAN OLABİLMEK” işte bütün meziyet burada.
Ünlü filozof Nietzsche belki de akıl sağlığını bu insani duyguları yoğun yaşadığı için kaybetti. 1889 yıllarında İtalya’nın Torino kentinde yolda yürürken bir faytoncunun atını kırbaçladığını görür.
At, yorgun bitkin bir haldeydi ve kıpırdayamıyordu. Faytoncu ise kırbaçlarını daha da sertleştiriyordu.
Buna şahit olan Nietzsche, dehşetle koşup atın boynuna sarıldı ve hıçkırıklarla ağlamaya başladı. Nietzsche’yi bu halde gören birkaç kişi, kollarına girerek evine taşıyıp yatağına yatırdılar.
Nietzsche birkaç gün odasından dışarıya hiç çıkmadı, kimseyle konuşmadı. Yakınları onu bir akıl hastanesine yatırdı. Uzun yıllar orada kaldıktan sonra çıkardılar ama o günden sonra hiç normale dönmeden göçüp gitti.
Nietzsche’yi neyin delirttiğini ancak “İNSAN” olabilenler anlayabilir; insan olmayanlar onu neyin delirttiğini asla anlayamayacaklar.
Vesselam, insan olabilmek için empati yapabilmek gerek. Yolda, sokakta, barınakta vs. bir hayvanın başına gelen kötülükler bir insanın da başına gelebilir.
Haksızlığa, şiddete uğrayan bir hayvanın çektiği acıyı bir insan da çekebilir ve hatta tüm insanlık…
Her şeyin anahtarı insan olabilmektir. Biz insan olalım yeter ki. O zaman her şey olması gerektiği gibi adil olur zaten.

Şunu asla unutmamak gerekir ki, hiçbir kavganın kazananı kavga eden taraflar değildir. Kavganın tarafları illa bir şekilde kaybeder. Ya malından, ya canından, ya onurundan, ya gururundan, ya kişiliğinden ya da kendine olan saygısından kaybeder.
Peki kazanan kimdir? Gayet tabii ki bu kavga olurken bir şekilde menfaat sağlayandır.
Öyle ki, sırf bu menfaat uğruna iki kutup oluşturup o kutuplaştırdığı kesimleri birbirlerine kışkırtarak kavgalara sebep olanlardır.
Yani bir örnekle, şu dönemde siyasi bir çukurun içine itilmiş koskoca bir toplum var karşımızda maalesef. İnsanlar kutuplaştı ve sürekli birileri tarafından birbirine kışkırtılıp kavgalarla toplum geriliyor.
Yıllar önce medyada yakalanan bir hırsızlık şebekesinin haberine denk gelmiştim.
Hırsızlığı şöyle yapıyorlarmış: Gözlerine kestirdikleri kişilerin önce kavga etmelerini sağlıyorlarmış, sonra onlar kavga ederken hırsız ceplerini boşaltıyormuş.
Çok enteresan gelmişti o zamanlar ama şimdi bir nevi alıştık mı ne?
Ve buna benzer, karıncalar üzerinde denenmiş bir hikaye paylaşmak istiyorum sizlerle.
Bir çölden 100 tane kırmızı ateş karıncası yakalamışlar.
Daha sonra bir başka topraktan 100 tane bildiğimiz siyah karıncayı alıp hepsini bir kavanozun içine koymuşlar.
Önce hiçbir şey olmamış. Birbirinden rahatsız olmadan hepsi normal yaşamına devam etmişler.
Daha sonra kavanozu eline alıp oldukça şiddetli bir şekilde sallamışlar ve tekrar yerine koymuşlar.
Kavanozun içinde bir anda karıncaların birbirlerini öldürmek için savaştığı bir kaos ortamı göreceksiniz.
Kırmızı karınca bunu yapan düşmanın siyah karıncalar olduğunu düşünürken, siyah karıncalar bu kaosun nedeni olarak kırmızı karıncaları görmektedir.
Oysa çok iyi bildiğiniz üzere, kaosun asıl nedeni sizin ellerinizdir.
O nedenle günümüzde, gerek sosyal medya aracılığıyla gerekse de başka ortamlarda, normalde hiç tanımadığınız insanlarla tartışacak ya da kavga edecek bir duruma geldiğinizde kendinize hep şu soruyu sorun lütfen:
Kavanozu sallayan kim?..
Unutmayın; bir kavga kimin işine geliyorsa, sebebiyet veren de odur.
Başkalarının siyasi emellerine hizmet etmek uğruna asla hak ve adaletten, vicdan ve merhametten vazgeçip, hiçbir zaman kazananı olmayacağımız kavgalara girmeyelim.

Tahminen otuz yıl kadar önce, yerel bir gazetenin köşesinden seslenmiştim: “BU KARGAŞA NEREYE” başlıklı yazımla. Ve bugün, tekrar aynı başlık altında toplama gereği duydum yazmak istediklerimi.
Evet, bu “Bu Kargaşa Nereye?” dediğim o dönemde, meclis kürsülerinde ve toplantılarında siyasiler tarafından yapılan kavgaların toplum üzerindeki olumsuz etkilerine dikkat çekmek istemiştim, genç bir yazar olarak.
Bugün ise bir anne, sade bir vatandaş olarak diyorum ki; gerçekten “bu kargaşa nereye?” Çünkü siyasetin bile rengi değişti. O dönemde siyasiler arasındaki çekişmelere, kavgalara şahit olmuştuk; fakat hiç bu kadar kirli değildi. Yumruk yumruğa kavgalar, küfürler, hakaretler, tehditler, şantajlar… Ben, medeni ve hukuk devleti siyasilerine bu tip gangster havalarında, düşük seviyede siyaset yapılmasını yakıştıramıyorum. Ayrıca bu durum, topluma ve gençlerimize kötü örnekler teşkil ediyor. Sokak kavgaları, insanların hiç utanmadan, çekinmeden birbirlerine karşı hakaret ve küfürlerinin artış sebebidir. Siyasiler, halkı temsil eder ve örnek teşkil eder. Bilhassa bunun için üslup, hareket, konuşma; her şeye dikkat etmeleri gerekir. Aksi takdirde, toplumun huzur ve güvenliğini bozan bireyler çoğalacaktır.
Unutmamalı ki, edep ve ahlaktan vazgeçmediğimiz sürece her şeyin çaresi vardır; yeter ki ahlak ve edebimize sıkıca sarılalım. Umarım siyasiler, bu davranışların toplumda bir ahlak yıkımı meydana getirdiğini fark eder.
Geçtiğimiz bu zor dönemde, gerginlikler yerine çareler bulmak, güzellikler görmek hepimizin ihtiyacı, isteği ve hakkı. Her dönem iyi ve kötü olmuştur elbette; fakat verdiğimiz çaba, adalet, ahlak, merhamet, sağduyu ve insanlığın kaybolmaması içindir.
İçinde bulunduğumuz çağın aydınlık olduğu ümidini yitirmemeniz dileklerimle, 1870 yılında vefat eden Charles Dickens’in yazmış olduğu “İki Şehrin Hikayesi” adlı romanından şu satırları ekliyorum:
“Zamanların en iyisiydi, zamanların en kötüsüydü, hem akıl çağıydı hem aptallık, hem inanç devriydi hem de kuşku, hem aydınlık mevsimiydi hem karanlık, hem umut baharı hem de umutsuzluk kışıydı, hem her şeyimiz vardı hem hiçbir şeyimiz yoktu.”
İşte bu kadar karmaşık duygular arasından dahi, en aydınlık olanını seçmek gerek.

Evet, her kadın kutlamalı 8 Mart Dünya Kadınlar Günü’nü. Her kadın layıktır kutlamaya, kutlanmaya. Ayrıca bir toplumun temel taşıdır kadın ve yeri çok önemlidir. Ben birçok yazımda vurgulamışımdır, kadın toplumun bireylerini yetiştirir. Elbette eğitimli, bilgili ve mutlu kadınlar topluma daha sağlıklı, daha faydalı bireyler yetiştireceklerdir. Bir kadın özgür ve mutlu olmalı ki ışığı hem kendini hem de etrafındakileri aydınlatabilsin. Unutmayalım ki ışığı kendine yetmeyen kadın etrafına ışık saçamaz.
Gelişmiş ülkelere baktığımızda genelde Avrupa ülkelerini görürüz. Kadınları daha değerli, eğitim düzeyleri yüksek, bilgili, kültürlü ve özgürdür. Hiç gelişemeyen, hep geri kalan ülkelere baktığımız zaman genelde Arap ülkelerini görürüz. Kadına değer vermeyen, erkek egemenliğini sürdürürken kadını ikinci sınıf olarak görürler. Sadece erkek hizmetinde kullanılır, çocuk doğurur, cinsel obje olarak görülür, değersizdir yani. Elbette böyle bir anne de o topluma sağlıklı ve faydalı bir birey yetiştiremez. Dedik ya, önce kadın ışık saçmalı ki etrafı aydınlansın.
Bizim toplumda da maalesef ki Arap kültürüne bir özenti var, çözemediğim. Oysa akıl üstünlüğü galip gelse, doğruyu yanlıştan ayırt etmek o kadar da zor değil.
Ben bu güne özel belirtmeden geçmeyeceğim elbette Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün kadınlar hakkındaki sözlerini! Şöyle demişti:
“EY KAHRAMAN TÜRK KADINI, SEN YERLERDE SÜRÜNMEYE DEĞİL, OMUZLAR ÜZERİNDE GÖKLERE YÜKSELMEYE LAYIKSIN.”
Öyle ya, Türk kadını ayrıca cefakârdır. Girdiğimiz bütün savaşlarda en az erkekler kadar katkı sağlamış, onlarla omuz omuza mücadele etmiştir. Bebeğini beşikte bırakarak şehit olan eşinin silahını alıp cepheye giden Nene Hatunlarımız, kahraman Kara Fatmalarımız ve daha nice kahraman kadınlarımız var. O yüzden kadını, sevgiyi, saygıyı daha çok hak eden toplumdur benim için de.
Fakat maalesef ki bu konuda hep sınıfta kalan, bir türlü geçemeyen bir toplumuz ve bu bizim en çok kanayan yaralarımızdan. Değişmesi çok zor olsa da, gelecek için daha aydın, özgür ve mutlu kadınlar görmemiz dileğiyle bu gün için yazmış olduğum satırları eklemek istiyorum.
SAHİ
Kadın dediğiniz neydi ki?
Birinin anası,
Birinin ablası ve ya kız kardeşi,
Birinin kızı, birinin eşi,
Birinin teyzesi, halası,
Yani canından bir parça.
Yaradılışı erkekten daha narin olan,
El üstünde tutulması gereken,
Üstün varlıkları belki.
Oysa kadın,
Bir başkası hizmetinde kullandı,
Bir başkası itaat ettirip
Erkeklik egosunu tatmin etti.
Bir başkası cinsel obje olarak gördü,
Bir başkası namusuna göz dikti.
Bir başkası sahiplendiği bir hayvan yerine koydu,
Bir başkası psikolojik,
Bir başkası fiziksel şiddet uyguladı.
Bir başkası bedenini,
Bir başkası ruhunu öldürdü.
Vesselam,
Çok az kadının sevgi gördüğü
Bu coğrafyada
Kadınların günü kutlu mu olsun?
Nurgül Aktürk

Bir millet sadece savaşta kaybederek yok olmaz. Hiç savaşa girmeden de yok edilebilir. Yok etmek istediğin milletin milli ve manevi değerlerini gasp edip ahlakını çökertirsen, o millet sosyolojik çöküntü ile yok olur. Eğer bir toplumda ahlak çöker, zulüm hakim olursa, o millet çöker, biter, yok olur.
Ahlaksızlığın normalleştiği yerde rüşvet, hırsızlık, yolsuzluk, hukuksuzluğun hakim olduğu çarkta en önemli olan ise işin ehline verilmemesidir. Bu aslında sanıldığından da mühim bir konudur. Bugün sorsam: “Şoförün ehliyeti yok, araç kullanmasını da bilmez ama kendisi dindardır, bütün ibadetlerini de yapar. Arabasına biner misiniz?” Eminim ki kimse binmek istemez. Çünkü başına geleceği az çok tahmin eder. Oysa bu kamu kurumlarında daha titizlikle yapılmalı, çünkü mevzu bahis olan koca bir toplum. Ne siyasi görüşüne ne de dini inancına bakılmaksızın, işin ehline verilmesi gerekir. Bu ayrıca İslami bir kuraldır zaten. “İş ve emanetler ehline verilmezse kıyameti bekleyin” der Kuran-ı Kerim’de. İşi ehline değil de dindar diye birine vermek din değil, dinsizlik olur. Madem hem dinsizlik hem ahlaksızlık hem bir milletin çöküşüne neden sebebiyet verilir, özellikle son dönemlerde? Biraz düşünmek, sorgulamak gerekmez mi?
İşin ehline verilmediğinde işte “Passolig’in ne olduğunu bilmeyen spor bakanı, bir ineğin yılda 15-20 buzağı verdiğini zanneden tarım bakanı, jelibonun bir maden olduğunu zanneden belediye başkanı vs. vs. olur da olur. Bunların topluma yansıması ise çöküştür.
Nurgül Aktürk

“VATANINI EN ÇOK SEVEN, İŞİNİ EN İYİ YAPANDIR,” demiş Gazi Mustafa Kemal Atatürk. Ve ben yazıma bu sözle başlamak istedim.
Bu konuda şöyle bir düşünecek olursak, önceki yıllara nazaran günümüzde çok fazla arttı görevini iyi yapmayan ya da kötüye kullananların sayısı.
İşini iyi yapanların sayısının azalıp, işini iyi yapmayanların sayısında çoğalma görülmesi, belki de bunun sorgulanmaması. Yani işini iyi yapmayanların sorgulanması gerekirken sorgulanmıyor.
Belki liyakatsizlik sonucu hak edilmeyen koltukların işgal edilmesi sonucu oluşan bir sorun, belki planlı programlı bilmiyorum, fakat orası ayrıca konuşulması gereken bir konu.
İşini iyi yapmayan doktor, elindeki hastayı öldürebilir. İşini iyi yapmayan müteahhit, deprem, yangın vb. gibi durumlarda birçok insanın ölümüne sebep olabilir. Yakın zamanlarda da görüp şahit olduğumuz gibi. İşini iyi yapmayan memur, toplumun ahlakını, canını, malını tehlikeye atabilir. Görevini iyi yapmayan öğretmen, topluma aydın değil, cahil birey yetiştirebilir. Görevini iyi yapmayan, kötüye kullanan ya da çıkarları doğrultusunda kullanan yargılanıp ceza almalı. Örneğin, sağlam yapılmamış olan bir binaya rüşvet alıp ruhsat veren memur ceza almalı. Buna daha bir sürü örnek verebiliriz. Vesselam, görevini iyi yapmamak hem vatan hainliği hem de ahlaksızlıktır ve bana göre en büyük suçlardan biri.
İşini iyi yapmayan, önce ahlaktan mahrum oluyor, sonra topluma, insana ve insanlığa zararlı bir varlık haline geliyor.
Nurgül Aktürk

“Kraldan çok kralcılık.” Şöyle baktığınız zaman belki klasik bir deyim ve son zamanlarda çok kullanılan bir cümle gibi duruyor. Ne yazık ki toplum, ahlaki değerlerini bununla kaybetti. Benim bu konuyla ilgili daha önce yazdığım bir şiir vardır, “Kraldan çok kralcı bunlar” başlığı ile. Bugün ise bu konuya zaruriyetle değinmek isteme sebebim şu:
Evet, birçok sağduyulu insan gibi ben de görüyor ve şahit oluyorum kraldan çok kralcılığı. Fakat geçtiğimiz günlerde hayvanseverlerin düzenlediği bir basın toplantısında duyduğum bir cümle, bana durumun nasıl özgüvenli hale geldiğini düşündürdü, derinden üzülerek.
Konu şu: Belki birçoğunuz biliyor. Basına da geniş çaplı yansıdı. Olay mahalinde çekilen video ve görüntülerle yüreğimizin ağladığı, acıdığı ve tüm merhametli insanlara travma yaşatan bir konu bu: Mamak barınağındaki acımasız hayvan katliamı. Bundan tahminen bir ay kadar önce izledik o barınaktaki canların katlini. Vicdanları ve insanlığı sorgulamamıza sebep olan bu olayda, bir avuç merhametli hayvansever, kışın soğuğuna aldırmadan oradaki canlar için yaşam nöbetine başladılar. Her gün, gece gündüz nöbetleşe barınağın önünde beklediler, nöbet tuttular; verilen sözlerin yerine getirildiğini ve o canların yaşam şartlarının iyileştiğini görmek için. Onları yıldırmak için yapılan tüm girişimlere rağmen mücadelelerinden vazgeçmediler.
Fakat aradan geçen bir ayı aşkın sürede gördüler ki hiçbir şey değişmiyor, çalışanlar dahi aynı. Bu sefer belediye başkanlığının önünde toplanıp bir basın açıklaması talep etmişler yetkililerden. Olayın yakın takipçisi olarak, beni bu durum çok üzdü. Sanki iyi ile kötünün savaşı gibi. Oysa o seçilmişlerin kötü olma gibi bir lüksleri yoktu. Neyse, konumuza dönmek gerekirse, işte tam da burada başlıyor mesele.
Bazı yayın organlarının da bulunduğu Mamak Belediye binasının önünde toplanan hayvansever (iyi) insanlar, belediye başkanından açıklama beklerken, içeri dalmasınlar diye kapıya duvar ören güvenlik güçleri onlara izin vermiyor, dağıtmaya çalışırken arbedeler yaşanıyor. İzlediğim görüntülerde, kolluk kuvvetlerinden bir ses yükseliyor; biri hayvanseverlere karşı haykırıyor: “Sen CHP’li değil misin, sen oy vermedin mi bunlara, şimdi niye şikâyet ediyorsun?”
Bu cümlede düşünecek ve üzülecek o kadar çok şey var ki… Ben ilk şunu düşündüm: Orada Allah’ın yarattığı savunmasız, dilsiz canların haklarını savunmak için bulunan vicdanlı ve merhametli, insanlık vasıflarını taşıyanlar CHP’li mi olmak zorunda? Diğer partililer demek ki vicdansız, merhametsiz mi anlamına geliyor? Hani seviyorduk ya yaratılanı Yaradan’dan ötürü?
Üzülmemiz gereken bir diğer mevzu ise şu: “Sen oy verdiysen, ne yaparsa yapsın her yaptığını doğru bulup ‘Padişahım çok yaşa’ diyeceksin” anlamına geliyor. Ne yazık ki zaten çoğunluk da böyle düşündüğü için adil bir düzen kalmadı; hak, hukuk kalmadı; adaletin çarkını bozdular. Siz, “Nasılsa ben oy verdim, her yaptığı doğru” diye düşünüp yanlışlara da alkış tutar, kraldan çok kralcı olursanız, bütün ahlaksızlıklara geçiş izni vermiş oluyorsunuz. İşte bu ahlaksızlığın çürüttüğü toplum, sizin torunlarınıza ve çocuklarınıza bırakacağınız miras olacaktır: ahlaksızlık. Ve bunda payı olanlar da bir gün üzülerek bedelini öder.
Dinimizin dediği gibi, insanlık da adaletten yana olun diyor. O zaman kraldan yana olmak niye? Eğer haktan, adaletten yana olamıyorsak, bizi ne din kabul eder ne de insanlık.
Nurgül Aktürk

Merhaba değerli okurlarımız,
Bu haftaki yazımda yeni yıl ve yılbaşı kutlamaları hakkında sizlerle genel düşüncelerimi paylaşmak istiyorum.
Malumunuz, sosyal medyada hangi platforma baksanız yılbaşı kutlamalarıyla ilgili polemikler, tartışmalar, her kafadan bir ses ve insanları geren, kutuplaştıran söylemlerle karşılaşabiliyorsunuz. Hele bu konuda gelinen son nokta da Ankara’da bir caddeye asılan “Müslüman yılbaşı kutlamaz” yazısı olmuş.
Tabii ki ben şimdi yılbaşı kutlaması Orta Asya’dan uzanan bir Türk geleneği olduğunu, binlerce yıl önceden akçam süsleyip bütün akrabalar toplanarak birlikte sofralar kurup yemekler yiyerek eğlenerek kutladıklarını, 21 ile 22 Aralık’ta gece ve gündüzün savaşıp gündüzün kazandığına inanarak adına yeniden doğuş ya da güneşin doğuşu olarak da kutlanan Nartugan Bayramı olduğu konusuna değinmeyeceğim.
Fakat şu “Müslüman yılbaşı kutlamaz” afişi üzerine biraz düşündüm. Bu kadar yüzeysel düşünen ve konuşanlar üzdü beni her yıl olduğu gibi. Oysa önceki yıllara nazaran zaten çoğunluğun yeni yıl heyecanı ve kutlama hevesi bile kalmamış. Bırakın, kim neyi kutluyor, neyi kutlamıyor. Kutlayanın da kutlamayanın da topluma bir zararı yok.
İlla mevzu olacaksa, illa afiş asılacaksa konu şu olmalı diye düşünüyorum:
“Müslüman faiz yemez, Müslüman yalan söylemez, Müslüman hırsızlık yapmaz, Müslüman taciz tecavüz yapmaz, Müslüman rüşvet yemez, hak yemez, liyakatsizlik yapmaz; hepsinden önemlisi Allah’ın yarattığı hiçbir canlıya zarar vermez, ahlak dışı davranışlarda bulunmaz.”
Bence dinin direği ahlaktır. Ahlaklı bir toplumda zaten kimse zarar görmez.
Yeni yıldan beklentimiz çok fazla fakat ben ilk başta ahlaklı bir toplum olmamızı dilerim. 2024 yılında yaşadığımız hiçbir acıyı, vicdan ve merhametsizliği, olumsuzluğu yaşamamamız temennisiyle tüm âleme insanlık, vicdan, merhamet diliyorum.
Diliyorum ki çocuklar öldürülmesin, bebekler katledilmesin, hayvanlar katledilmesin, güçsüzler ezilip yok edilmesin ve biz merhametli, hassas insanlar artık bu acılar karşısında travma geçirmesinler.
2025 yılından benim beklentim, bütün yaralarımıza derman olması. Ve bütün iyi insanların güzel dilekleri kabul olsun. Sağlık ve huzurla.
Nurgül Aktürk

Evet, “sağlık olsun” deriz, içinden çıkamadığımız birçok mevzunun ardından.
Elbette hepimiz biliyoruz ki sağlık önemli. Sağlık, her şeyin başında gelir diyoruz mesela. Diyoruz demesine ama bu sağlığımızın nerelerde ve nasıl harcandığına izin verdiğimiz işte burası konuşulup tartışılmalı. En önemlisi de hastaneler konuşulmalı mesela.
Belki göz ardı ediliyor, belki dikkate alınmıyor; fakat eğitimden sonra büyük sekteye uğrayan sağlık sektörüdür. Sağlık sektöründeki büyük sorun, kamu hastanelerinde yaşanan olumsuzluklar nedeniyle özel hastanelere yönelen hastalar ve özel hastanelerin çoğalarak tamamen ticari bir sektör haline gelmiş olmasıdır.
İstatistiklere göre sayılarında 2002 yılında patlama gösteren ve günden güne artış kaydeden özel hastaneler, tabiri caizse ticarethane gibi. Kamu hastanelerinde gerekli ve yeterli hizmeti alamayan hastalar, mecburen özel hastanelere yöneliyor, “sağlık önemli” diyerek. Acaba bu sistem, hastaları özel hastanelere mecbur bırakmak için mi çalışıyor? Hep düşünmüşümdür ben. Belki de gerçekten mecbur bırakılıyoruz bir yerde. Yoksa neden devlet hastaneleri bir özel hastane kadar donanımlı değildir? Doktorları, cihazları, acil yatak sayısı ve daha birçok konuda neden geri kalıyor?
Ben işin içine çok girmek istemiyorum; fakat sağlık sektörünün bu kadar sekteye uğrayıp hastaların özel hastaneleri tercih etmesi ve özel hastanelerin de insanların sağlığı üzerinden para kazanarak ticarethane gibi çalışmasının önüne geçilmesi gerektiğini düşünüyorum.
Yakın zamanda, yeni doğan çetesiyle hepimiz şahit olduk bu yanlış düzene. Biz sadece medyaya yansıyan kısmı biliyoruz; bir de medyaya yansımayanlar var. Mesela yoğun bakımlarda ölenler gerçekten eceliyle mi ölüyor? Neler yaşanıyor, bilmiyoruz. Gündeme gelen her olayda da hemen örtbas edilip üstü kapatılıyor.
Sağlık Bakanlığı’nın bu konuya derhal çözüm bulması gerekiyor. İlk yapılması gereken, kamu hastanelerinin iyileştirilmesidir. Hastaları özel hastanelere yöneltecek hiçbir problem bırakılmamalı. Özel hastaneler ya kapatılmalı ya da sıkı denetim altına alınmalı. İnsan sağlığı üzerinden ne ticaret ne de siyaset yapılmamalı.
Dedik ya, “SAĞLIK OLSUN.”
Sağlıkla kalın.
Nurgül Aktürk

Evet, en kârlı yatırım deyince elbette ki paradan, puldan bahsetmiyorum. Bahsettiğim, sevgiye yapılan yatırımdır. Ve sevgiye yapılan yatırım asla bitmez, tükenmez; artarak, katlanarak büyür, devam eder. Hatta öyle tılsımlı bir güçtür ki, her ruha şifa olur, birçok derde devadır.
Bu konuyla ilgili sosyal medya üzerinden izlemiş olduğum bir videoyu sizlerle paylaşmak istiyorum. Belki birçoğunuz da denk gelip izlemiştir.
Küçük bir kız çocuğu, yerde yatan bir köpeğin yanına giderek heyecanlı ve sevgi dolu bir ses tonuyla, “Sen iyi misin, köpek kardeş? Sen iyi misin? Aç mısın sen, köpek kardeş?” diyordu, yerde yatan köpeğin başını okşayarak. Öyle sevgi dolu hareketlerle köpeğin etrafında dönüp konuşmaya çalışıyordu ki, “Keşke dünyayı şu çocuk yönetse,” dedim.
Sonra video kaydı yapan annesine, “Anne bak, çok güzeller, siyah siyah,” dedi.
Anne, aklı çıkmış bir şekilde bir yandan “Hooşt!” diyerek yerden taş kapıp köpeği kovarak, “Iıyy, çek kızım çek elini, pis o hayvan, hastalık falan bulaşır. Koş, ellerini sabunla yıkayalım,” demedi tabii ki kendini kâinatın sahibi zannedenler gibi. Gülümseyerek, “Evet kızım, çok güzeller, siyah siyah,” dedi.
Bu videoyu izlemek bana o kadar iyi geldi ki, dünyada gerçekten yaşamaya değer sevgiler, sevgi serveti olan insanlar da var diye mutlu oldum. Videoyu kaç kere izledim bilmiyorum. Hatta kaydettim ve her iyi olmadığım zamanlarda izledim. Eminim benim gibi daha kaç kişinin yüreğine dokunmuş, iyi gelmiştir.
Bu sevgi yumağını bir anne yetiştirmiş. Bir anne sevgiye yatırım yapmış. Öylesine insani, öylesine güzel bir yatırım yapmış ki bunun bizlere bile faydası oldu. Kim bilir kaç kişinin gözlerinde sıcak bir gülümsemeye sebep oldu. Ne mutlu o anneye dedim, gıptayla.
Kendisine ulaşma imkânım olsa, dünyaya böyle merhametli, güzel bir nesil yetiştirdiği için gönülden hem takdir hem teşekkür etmek isterdim.
Bir de öte yandan, yerde yatan bir köpeğin ya da kedinin yanından geçerken tekme atarak geçen çocuklar var maalesef. Sevgi, vicdan, merhamet fukarası anne babaların yetiştirdiği…
Bunlar da bir o kadar insanın yüreğini üzen, inciten tarafı.
Tercih hep bizlerde. Hiçbir zaman bitip tükenmeyecek, aksine çoğalarak büyüyecek sevgiye yapalım yatırımımızı. Sevgisizlik, çaresiz bir veba gibidir. Ve dünyada da hiç gerekliliği yoktur.
Sadece para kazanıp refah içinde yaşamaya gelmedi elbette insanoğlu. Her canlıya merhametiyle dokunarak dünyaya bir ışık tutmalı.
Değerli okurlar, SEVGİYLE kalın.
Nurgül Aktürk

Elbette, sağlıklı bir yaşam için önce kendimizi keşfetmeliyiz. Sağlıklı yaşam derken, tabii ki sadece fiziksel sağlıktan bahsetmiyorum. Bahsettiğim, ruhen sağlıklı olmak ve bu en önemlisidir. Çünkü birçok fiziksel sağlık sorunu, ruhsal duruma bağlıdır.
Evet, bana göre insan, kendini keşfetmek için önce kendisiyle derin bağlar kurmalıdır. Mesela, çevresinde bulunan gereksiz ve kendine bir şey katmayan insanları hayatından çıkarmalı. Bunlar komşu olabilir, akraba olabilir, arkadaş olabilir. Hiç önemli değil. Önce bu kişilerden arınmak gerekiyor ki, kendinde çoğalabilsin. Kendine dönmek ve zaman ayırabilmek için… Kendini iyi tanıyabilmek adına, başkalarına ayırdığı zamanı geri almalı insan. Kendini dinlemeli ki, nelerden hoşlandığını, neleri sevdiğini ya da sevmediğini keşfedebilsin. Örneğin, bir komşunuzla veya arkadaşınızla sohbet ederken, saatlerce onun kendisinden bahsetmesini, övmesini ya da ne bileyim, dedikodu yapmasını dinliyorsanız, bu ortam size hiçbir şey katmayacaktır. O ortamda kaybedeceğiniz zamanı, kendinize ayırarak daha verimli kullanabilirsiniz. Mesela müzik dinlemeyi seviyor olabilirsiniz, ya da resim yapmayı… Belki kitap okumayı seviyorsunuz, belki şiir yazabilecek duygularınız var, belki roman yazabilecek yeteneğiniz var. Belki el sanatlarıyla uğraşmaya yatkınsınız, ya da aklınıza gelmeyen başka yetenekleriniz var, fark etmediğiniz. Kendinize dönüp o yetenekleri fark edip gün yüzüne çıkardığınızda, eminim hem kendinize saygınız artacak, hem de kendinizi daha çok sevecek, daha iyi tanıyacaksınız. Böylece ne kadar değerli olduğunuzu hissedeceksiniz. Kendinizi tanıdıkça, hayata daha mutlu bir pencereden bakıp gülümsemeyi öğreneceksiniz. İnsanlardan, özellikle içi boş sohbetlerle vakit kaybettirenlerden uzaklaştıkça çoğalacaksınız. Hayat, sizin için yeni bir anlam kazanacak.
Bu farkındalık, genelde ilerleyen yaşlarda ortaya çıkıyor. Belki birçok insana bu bencilce gelebilir, fakat tam tersi; toplum için sağlıklı bireyler, verimli olacaktır. Ben de bu yöntemle kendime döndüm ve birçok yeteneğimi keşfettim. Örneğin, hayal gücümün güçlü olduğunu fark ettim, hikâye yazabilecek yetenekteyim. El becerilerimle farklı tasarımlar yapabileceğimi ve daha birçok yeteneğimi keşfettim. Kendimi tanıdıkça, daha çok sevmeye başladım.
Eminim ki, birçoğumuz çevremizdeki boş insanlarla çokça zaman harcıyor ve kendimize hiç zaman ayırmıyoruz. Dolayısıyla kendimizi tanımadığımız için, yeterince sevemiyoruz. Öyleyse, artık kendimize dönme zamanı diyelim bir an önce.
Nurgül Aktürk

Evet, bunu zaman zaman kendinize sormanız gerekiyor. Malumunuz, son dönemlerde fazlasıyla üzücü ve derinden yaralandığımız olaylarla karşı karşıya kalıyoruz. Özetle kadın ve çocuk cinayetleri, taciz, tecavüz, hayvan katliamları, orman yangınları vb. Daha birinin üzüntüsü geçmeden, acısı dinmeden, yeterince üzerinde konuşulup kamuoyu bilgilendirilip gereken yapılmadan hop, bir diğer olayın ortasına düşüyoruz. Gündem o kadar hızlı değişiyor ki, tabiri caizse beynimiz kaynıyor. Gündemi yakalamak ne mümkün?
Burada iki konu üzerinde yoğun düşünülmesi gerektiği kanaatindeyim. Acaba gündemin bu kadar hızlı değişmesi kimlerin işine geliyor? Bu kadar entrika tesadüf müdür? Yoksa bazı kötü emeller uğruna bilinçli mi yapılıyor? Bunu da düşünmeden geçmemek lazım.
İkinci bir konu ise, artık bir şeylerin değişme zamanı geldiğini düşünmemiz gerektiği. Evet, biz her olaydan sonra içeriğini bilsek de bilmesek de derin üzüntülerimizle yorum yapıyor, düşüncelerimizi yazıyor, ifade ediyor, gücümüz yettiğince tepkimizi gösteriyoruz. İçimiz acıya acıya lanet ediyoruz belki. Sosyal medyadan da veryansın edip yazılar yazıyor, yetkililere sesleniyoruz, duyan olmasa da. Bizler üstümüze düşen görevi yaptığımızı zannediyoruz belki. Sonra yeni bir olay, bir ölüm, bir katliam ortaya çıkıyor ve önceki olay unutuluyor. Yenisiyle oyalanırken bir önceki yaşanmamış gibi hafızamızdan siliniyor. Belki yapmamız gereken en önemli şey bu değil. En önemlisi, haklıyı haksızı, suçluyu suçsuzu konuşmaktan önce; “Biz toplum olarak bu duruma nasıl ve neden geldik?” ve “Bu işin içinden çıkabilmek için neleri değiştirebiliriz?” diye düşünmemiz gerekiyor. Her ne kadar at izi it izine karışmış olsa da, iyiye ve doğruya gitmenin illa bir yolu vardır ve o yolu bulmak zorundayız. Böyle çürümeye devam edilemez.
Nurgül Aktürk

Elbette siyaset, bağrında yalanı, dolanı, dalga dümeni barındırır. Bu, genelde bilinen bir şeydir. Doğru ve dürüst bir insan, doğru yürüdüğü için siyaset arenasında asla ilerleyemez; bunu da genelimiz bilir. Fakat bundan önceki dönemleri düşünüyorum da, tüm samimiyetimle söyleyebilirim ki siyaset hiç bu kadar kirlenmemişti, çamura bulanmamıştı. Hiç bu kadar kişiselleşip, çıkar menfaat uğruna pay edilmemişti. Hiç bu kadar ahlaksızlık ve hukuksuzluk barındırmamıştı; kasetlerle, şantajlarla, tehditlerle makam koltukları istila edilmemişti. Hele üslup, bu kadar bozulmamış, mahalle ağzı olmamıştı. Bazen haber programlarında öyle konuşmalara şahit oluyoruz ki, düşük seviye cümlelerle o sataşmaları izlerken o an kendi kendime diyorum: “Böyle komşum olsa görüşmem.” Ama gel gör ki, idareci makamındalar. Bir de yandaş şakşakçılar var tabii. Yanlışı bile görüp menfaat uğruna “Padişahım çok yaşa” tezahüratında. İşte bu çıkar kurbanları onlara merdiven oluyorlar.
Burada rahmetli Muhsin Yazıcıoğlu’nun sözünü söylemeden geçemeyeceğim: “Rahatınız bozulmasın diye hangi doğrudan vazgeçtiyseniz, işte o fiyata satıldınız demektir,” demişti. O kadar doğru bir söz ki, hele de çoğunluğun satılık olduğu şu dönemde. İnsanlık kavgası yok artık; siyaset ve çıkar kavgaları var. Çıkarlar da siyaseti kirleten en büyük sebeptir. İşte bu sebepten, siyasilerin bugün söylediği, dün söylediğini tutmaması. Dün sövdüğünü, bugün övmesi gibi. Yani çıkar rüzgârı hangi yöne eserse, artık o yönde dalgalanır.
Ama unutulan ya da çiğnenen bir şey var ki, o makam ve mevkilerde olanlar toplumun örnek alabileceği bireylerdir; onlar bozulduğunda toplum bozulur. Ki durumlar zaten ortada, çok da bir şey konuşmanın gereği yok. Yine de her zaman söylediğim gibi, en derin yaramız hukuksuzluk. Hukuk olmayan yerde bütün suçlar ve kötülükler virüs gibi yayılır.
Evet, onarılması, düzeltilmesi gereken çok şey var; fakat en başta çamura bulanan siyasetin bir temizlenip, paklanması, aralanması gerekir.
Nurgül Aktürk

Hep güzel şeyler yazmak için elime kalemi alıyorum. Her aldığımda ise maalesef bir kötülüğü yazmak düşüyor payıma. Bu denli bir zalimliği yazmam gerektiğini düşünüyorum. Kendimi yazmakla yükümlü hissediyorum, sorumlu hissediyorum. Bana ne deyip sorunları görmezden gelemiyorum. Nasıl bir döneme denk geldiysek maalesef sorundan başka yazacak bir şey bulamıyorum. Her gün yeni bir katliamla karşı karşıya kalıyoruz. Ya kadın, ya çocuk ya da hayvan.
Şu son zamanlarda hayvanlarla ilgili çıkan yeni yasaya dayalı olarak AKP belediyelerinin yaptığı hayvan katliamları içimizi acıtıyor. Binlerce merhamet sahibi insana unutulmaz travmalar yaşatarak devam ediyor. Ben, hassas ve vicdanlı bir insan olarak bu hayvanlara yapılan şiddet, eziyet ve katliamlar karşısında onlar için elimden bir şey gelmemesi beni o kadar çaresiz hissettiriyor ki bazen gece uykularımı kaçırıyor, onları düşünüyorum. Bazen düşünüyorum da; ben bu yaşıma kadar kendimi hiç bu kadar çaresiz hissetmemiştim. Katledilen canları kurtarmaya, o cani ruhluların elinden almaya gücüm yetmiyor. Ve benim gibi çaresiz hissedip travma yaşayan o kadar çok İNSAN var ki. Bunların bile bir hesabı olmalı bence.
Neden bahsettiğimi anladınız sanırım. Bildiğiniz üzere birkaç gün önce Gebze Belediyesi tarafından rehabilitasyon merkezinde birçok hayvanın öldürülüp poşetlere konularak çöp konteynerlerine atıldığı ortaya çıktı. Daha önce de birkaç kez aynı şekilde hayvanları katlettiği görülmüş fakat delil olmadığı için ispat edilememesinden dolayı, o gördüğümüz katliamı drone ile havadan çekerek hayvansever, yani “İNSAN” olanlara haber verilmiş. Onlar olay yerine gelip birçok hayvanın öldürülerek poşetlere konulup atılan konteynerları boşaltıp poşetleri açtıklarında hepimizin kanı dondu. Belki bunu yapanların adına insanlığımızdan da utandık. Poşetleri açınca daha kasılmaları devam eden hayvanlar vardı. Daha çok küçük bebek kedi yavruları vardı. Kediler vardı. Bebek köpek yavruları vardı. İzlerken boğazımda adeta nefesim düğümlendi. Bu bence bir insanlık suçu, insanlığın yüz karası bir şey. Ve bunu yapanlar bir de İslamiyet’e inanan insanlar. Peki bu durum insanlığa zaten sığmıyor da İslamiyet’e sığıyor mu? Kesinlikle hayır. Hz. Muhammed, kaftanında uyuyan kedi uyanmasın diye kaftanının ucunu keserek kalkmıştı. Köpek yavrusunu emziriyor diye ordunun yolunu değiştirmişti. Kuşu ölmüş bir çocuğa taziyeye gitmişti. Peki sen nasıl oluyor da acımasızca katlediyorsun? Sahi, demezler mi sen hangi dine mensupsun?
Şimdi bunun bir de hukuksuzluk tarafı var tabii. Bundan önce de aynı durum Altındağ Belediyesi’nde yaşanmıştı tabii. Altındağ Belediyesi tarafından da köpekler katledilmişti. Orada da yine hayvanların canlı gömüldüğüne dair deliller vardı, görüntüler vardı, videolar vardı; ona rağmen Etlik Hastanesi’ne incelemeye gönderilen hayvanların eceliyle veya kaza sonucu öldüğü raporu çıkmış ve katiller ceza almamış. Gebze’deki katledilen hayvanlardan alınan örnekler de yine aynı hastaneye gönderilmiş, varın sonucunu siz düşünün. Oysa çekilen videolarda poşetten çıkarılan hayvanların kasıldığını tüm Türkiye izledi. Gebze Belediye Başkanı da konuşmasında söylemiş zaten: “Bize ölmüş olarak geldi.” Çıkacak sonuçları da tahmin etmek zor değil maalesef.
Önce hukuk sisteminin düzelmesi ve bütün hayvanların yaşama hakkının geri verilmesi, kötülüklerin bitmesi, herkesin bir an önce vicdanına geri dönmesi dileğimle.
Nurgül Aktürk

Suçlar çoğalıyor ve bizler maalesef her şey normalmiş gibi yaşıyoruz. Adeta üç maymunu oynar gibi: Görmedim, duymadım, bilmiyorum. Ne yazık ki görüyor, duyuyor ve susuyoruz. Bazen yolda, sokakta, çevremizde, bulunduğumuz herhangi bir ortamda ya da izlediğimiz sosyal medyada. Öylesine duyarsız, öylesine kayıtsız kalıyoruz ki kötülükler normalleşiyor ve çoğalıyor.
Evet, daha önce de yazdığım gibi, suçlar için yeterli caydırıcı cezalar yok. Hukuk sistemi bozuldu, adalet parayla satın alınabiliyor; fakat toplum olarak da inisiyatifimizi, duyarlılığımızı ve yanı sıra vicdan ve merhametimizi kaybettik sanırım.
Geldiğimiz şu noktada ülkemizde neler yaşanıyor da kimsenin bir tepkisi yok? Üstelik kamuoyu da suspus. Bir tarafta vahşice katledilen çocuklar, bir tarafta sapıklar tarafından öldürülen kadınlar, bir tarafta acımasızca katledilen sokak hayvanları, bir tarafta ateşe verilen ormanlar ve hukuksuzluğun toplumda açtığı yaralar… Bütün bu kötülükler karşısında duyarsız kalıp susanlar; evladını kaybeden bir annenin feryadından hepimiz sorumluyuz. Küçücük bir yavrunun kılına gelen zarardan sorumluyuz. Bizim kadar yaşama hakkı olan ama o hakkı elinden alınarak katledilen her candan hepimiz sorumluyuz toplum olarak. Onların hakkını müdafaa etmeliyiz, bir şeyler yapmalı, konuşmalı, bir şeyler yazmalı, mücadele etmeliyiz. Küçücük çocuklarımız, kızlarımız cinsel istismara maruz kalıp öldürülürken, sokak canlarımız katledilirken, vicdan sahibi bir İNSAN nasıl normal hayatına hiçbir şey olmamış gibi devam edebilir?
Biraz geriye dönüp düşündüm de, 2009’da işlenen Münevver Karabulut cinayetinde insanlar öylesine kamuoyu baskısı oluşturmuştu ki katil ve çevresinin kaçacak yeri kalmamıştı. Şimdi ise sanki her şey normalmiş gibi yaşama devam. Tepki yok, baskı yok.
Bence toplumun bu derece duyarsız kalması da sorgulanmalı; çünkü suç ve suçluların çoğalmasına katkı sağlıyor. Kimse illa kendi başına gelmesini beklemesin yanlışı görebilmek için. Her can kendinde kıymetlidir ve İNSAN olan herkes insanlık görevini yaparak tüm kötülüklere karşı tepkisini göstermelidir. Belki kötülükleri yok etmeye gücümüz yetmez ama en azından karşısında durabiliriz.
Nurgül Aktürk

Malumunuz, Eylül’de okullar kaosla başladı. Temizlik ve güvenlik personeli eksikliğiyle açılan okullar, hayli zaman geçmesine rağmen hala temizlik ve güvenlik sorunlarını çözebilmiş değil. Okullar açılmadan önce Milli Eğitim tarafından alınması gereken tedbirler maalesef aksatılmış. Temizlik ve güvenlik personeli alınmadığı için yüzde yetmiş okul hijyen ve güvenlik sorunu yaşamış. Birçok okulda, özellikle sınıfların ve tuvaletlerin pislik içinde olması sebebiyle velilerin el birliğiyle kendi imkanları dahilinde temizlediklerini sosyal medyadan gördük.
Tabii bu olumsuz durumdan haberdar olan bazı belediyeler kayıtsız kalmadı, temizlik yardımlarında bulundu. Bunlar arasında Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı Mansur Yavaş da duruma el koyarak birçok okula temizlik ve hijyen malzemelerinin yanı sıra temizlikçiler de gönderdi. Duyuru yayınlayarak, kendilerinden bu konuda yardım talebinde bulunan tüm okulların temizlik ve hijyen malzemeleri ihtiyaçlarını karşılayacağını söyledi. Bunun üzerine birçok okul idaresi yardım talebinde bulundu. Yardım talebinde bulunan bazı okullar, Milli Eğitim’den gelen “yardım kabul etmeyin” mesajıyla yardım taleplerini geri çekip yardım kabul etmediklerini açıkladı, dedi Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı Mansur Yavaş.
İşte biz burada düşünmeye başladık. İyi de, “Neden?”. Yani şimdi Milli Eğitim, okullar açılmadan bu sorunları çözmemiş; temizlik personeli, hijyen malzemeleri, güvenlik görevlileri yokken gönüllü belediyelerin yardımını da kabul etmeyin derken bu iş nasıl olacak? Kim ve kimler yapacak okulların temizliğini? Yoksa çocuklarımız pislik içinde mi eğitim alacaklar?
Bu önemli ve büyük eksikliğin amacı ise tasarrufmuş. Oysa eğitim, tasarruf yapılması gereken en son kurum olmalı.
Eğitim kurumlarından tasarruf olmaz. Öğrencilerin verimli bir eğitim alabilmeleri için sağlıklı ve rahat bir ortamda olmaları gerekir. Okullara yıllık 15.000 temizlik ve 10.000 kırtasiye ödeneği ne kadar yeterli olabilir bilmiyorum. Eğitim, bir milletin temelidir. Temeli sağlam olmayan her şey bir gün yıkılmaya mahkumdur.
En büyük yatırım, eğitime yapılan yatırım olduğunu unutmayalım.
Nurgül Aktürk

Bu konuyu konuşmak zorunda kalmak bile bir millete zulümdür. Evet, yasalar ne için var? Bu sorunun cevabını hepimiz biliyoruz. Peki, bu yasalar neden işlemiyor? İşte burada ister istemez öfkemiz kabarıyor. Çünkü hukuk sisteminin maalesef yargı sorunu var ve kimine göre yasal, kimine göre yasak diye düşünmeden edemiyoruz.
Bu konuya değinme sebebim ise hepimizin içini acıtan, “artık yeter” dediğimiz noktadan başlıyor. Evet, 23 Eylül 2024, yani daha dün, İstanbul Ümraniye’de bir polis memurumuz şehit edildi. Şehit Şeyda polisimiz… Daha bir yıl olmuştu göreve başlayalı. Kim bilir ne hayalleri vardı. Ne zorluklara göğüs gerip gelmişti o göreve. Ve daha çiçeği burnunda, gencecik evladımız… İçimizin kan ağladığı bir yana, asıl öfkemiz millet olarak hukuksuzluğa. Neden mi? Şehidimizin katiline baktığımızda tam 26 suç kaydının bulunduğu görülüyor. Tam “26” suç! Peki, nedir bu suçlar? Bir uyuşturucu ticareti, sekiz kez uyuşturucu kullanma, iki kez kasten adam yaralama, bir kez cinsel taciz, iki kez yağma, bir kez gasp, iki kez çocuğa cinsel istismar, bir kez hırsızlık, iki kez mala zarar verme. Peki, bu kadar ağır suçları işlemiş saldırgan bir suç makinesini nasıl oluyor da yargı serbest bırakıp halkın içine salabiliyor? Burada, anayasal görev ve sorumluluklarını istismar ederek halkın huzur ve güvenliğini tehlikeye atan yargının yargılanması gerekmez mi? Ülkede düşüncesini dile getirenleri yargılayıp hapis cezası verenler, sokak hayvanlarına katliam kanunu çıkaranlar, bu kadar suç kaydı olan birini nasıl serbest bırakır diye düşünmeyelim mi? Belki de medyaya yansıdığı için haberdar olduk. Kim bilir, bunun gibi daha kaç katil, kaç hırsız, kaç sapık, kaç ruh hastası dolaşıyor halkın arasında. Yaşamamız artık bir mucize belki de. Suçlulara gerekli cezanın verilmediği bir düzende yaşamak insana zulümdür. Çocuğa cinsel istismarda bulunmuş bir suçlunun okul servisi şoförü olduğunu dahi gördük. Artık yargı sorunu çözülmeli ülkemizde, yoksa bütün suçlar normalleşiyor.
Kanunlar, sana göre bana göre olmamalı artık. Paranın adaleti satın almadığı, hukukçuların işini ve karakterini paraya satmadığı, adil bir düzenin gelmesini istiyoruz. Yargının suçsuz insanları değil, suçluları yargılamalarını, cezalandırmalarını bekliyoruz.
Nurgül AKTÜRK

“ADALET”, evet, adalet hem dinimizin temel unsurlarından biridir, hem de milletimizin huzur ve güvenliği için asayişin sağlanmasında zaruridir. Adliye koridorlarında da hep yazdığı gibi: “Adalet Mülkün Temelidir.”
Bir milletin huzur ve güvenliğini temin eden düzeni sağlayan mekanizma adalettir. Bu mekanizma bozulduğunda, o milletin ahlakı çöker. Ahlak çöktüğünde ise millet çürümeye başlar. Ne dini ne de insani değerler kalır; gücün hâkim olduğu bir harami düzen ortaya çıkar. Bugün adalet sistemini bozanlar, yarın o harami düzenin çarkında nesilleriyle beraber ezilir. Bugünün hukuksuzluklarını kanıksayan, yarının ahlaksızlıklarının sebebidir. “İNSAN” olmanın yolu da “HAK”kın yolu da taraf değil, adil olmaktan geçer.
Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün vurguladığı gibi: “İstiklal, istikbal, hürriyet; her şey adaletle kaimdir.”
Bu konuda Volodimir Zelenskiy’nin de anlamlı bir sözü vardır. Ukrayna Devlet Başkanı olduğunda şöyle demiştir: “Devlet dairelerine benim fotoğrafımı asmayın. Ben bir idol ya da ikon değilim. Çocuklarınızın fotoğrafını asın ve ne karar verecekseniz, çocuklarınızın gözlerinin içine bakarak karar verin.” Zelenskiy’nin bu sözü ne kadar yerinde, hepimiz takdir etmişizdir. Doğru ya, insan evladının gözlerine bakarak menfaati uğruna nasıl yanlış bir karar verebilir ki? Yanlış bir karar verdiğinde, doğru bir insan, evladının yüzüne bile bakamaz.
Adaletle ilgili, Ömer Hayyam da kısa ve öz şekilde “Adalet kainatın ruhudur” demiştir. Yusuf Has Hacib ise derin bir anlam taşıyan bir cümle ile adaleti şöyle ifade etmiştir: “Adalet, göğün direğidir; yıkılırsa gökyüzü yerinde durmaz.” Bu, en güzel vurgulardan biridir.
Evet, belki adaletsizlik insanlık var olduğundan beri mevcuttur, fakat yaşadığımız dönemdeki kadar yoğun olmamıştır. Çok üzücü bir şekilde, hukuksuzluğun pençesinde yaşam mücadelesi veriyoruz. Evet, belki adaletsizliği tamamen değiştirmeye gücümüz yetmez, fakat gördüğümüz her adaletsizlik karşısında tepkimizi göstererek duruşumuzu değiştirebiliriz. Adil bir insan olarak, hak ve adaletten yana olduğumuzu açıkça beyan edebiliriz.
Nurgül Aktürk

Yeni eğitim ve öğretim yılı başlarken, tüm öğretmen, öğrenci ve velilerimiz için en güzel dileklerimi sunarken, düşünmeden edemedim: Acaba kaç öğrenci yeni eğitim öğretim yılına başlayabildi? Kaç öğrenci, ailelerinin eğitim giderlerini karşılayacak durumu olmadığı için maddi imkansızlıklar nedeniyle eğitimden koptu?
Malum, 2023 yılında eğitimden koparak çalışma hayatına atılan öğrenci sayısı hiç de göz ardı edilecek bir seviyede değil; hatta rekor denilebilecek düzeyde. 2023 yılında, 5 milyon çocuk maddi imkansızlıklar yüzünden okulu bırakıp çocuk işçiliğine yönelmek zorunda kalmış. Çocuk işçi yaşı 10’un altına kadar inmiş. Temel beslenme maliyetleri, kırtasiye ihtiyaçları, ulaşım gibi masraflar derken, birçok çocuğumuz mecburen okulu bırakıp çalışmaya başlamış. Türkiye İstatistik Kurumu verilerine göre, 15-17 yaş arası çalışmaya yönelen çocuk sayısında, önceki yıllara kıyasla 2023 yılında büyük bir artış yaşanmış. Örneğin, 2020 yılında iş gücüne katılan çocuk sayısı %16,2 iken, bu oran 2023 yılında %22,1 ile zirveye yükselmiş. Son 10 yılın en yüksek rakamlarına ulaşılmış ve resmi verilere göre çocuk işçi sayısı 853 bin olarak belirlenmiş. Uzmanlara göre, kayıt dışı olanlarla birlikte bu sayı 2 milyonun üzerine çıkmakta.
Bizler ebeveyn, insan ve vatandaş olarak istiyoruz ki, çocuklarımız küçücük bedenleriyle iş sahasına katılmasınlar. Onların yeri okul, onlar okullarına devam etsin. Eğitimden mahrum kalmasınlar. Onlar bizim bugünümüz; yarınlarımız onlara emanet. Her çocuğun okuma ve eğitimini tamamlama hakkı vardır. Bunun için ne gerekiyorsa yapılmalı. Bir tostun öğrenciye dışarıdakinin iki katı fiyatına satan kantinciden tutun da fiyatları denetlemeyen, enflasyonla ilgilenmeyen devlet görevlilerine kadar hepimiz, eğitimine devam edemeyen bir çocuğun aydınlık geleceğinin elinden alınmasından sorumluyuz.
Nurgül Aktürk

Özellikle son yıllarda artarak devam eden çocuk ölümleri, çocuk istismarları, tacizler, tecavüzler ve çocuğa karşı şiddet “artık yeter” dedirtecek seviyeye geldi diyebiliriz. Maalesef, sıklıkla aldığımız üzücü haberler arasında şiddete maruz kalan, tacize, tecavüze uğrayan, öldürülen çocuklarımızın haberleri hepimizi derinden üzmekte. Bu, acilen çözülmesi gereken, yüz karası sorunlarımızdan biridir. Çocuklarımızın bir meta olarak kullanılması ve küçük yaşta evliliklerin normalleşmesi bunda büyük rol oynarken, bu suçları işleyenler için yeterli cezai işlem uygulanmaması da en büyük sebeplerden biri olabilir.
Tıpkı kadınlarımızı korumak için suçluya yeterli ve caydırıcı cezalar olmadığı gibi, çocuklarımızı korumakta da kanunlar yeterli değil. Bir de bu suçluların cezalarında indirim uygulanması, bu suçları işlemeye teşvik etmektedir. Cezai indirimler, aflar, iyi hal indirimleri gibi cezaların azaltıldığı alanlarda suç işleme oranı artmakta, çocuğa yönelik suçlarda da artış gözlenmektedir. Buna yetkililerin bir an önce el atması, bizlerin de yardımcı olması gerekmektedir. Bu sorun, ciddi anlamda ülkemizin yüz karasıdır. Sorunu çözmek için yetkili idareciler, yetersiz gelen cezalar yerine acilen yeni kanun tasarıları getirmelidir.
Aynı zamanda ebeveynler de sorumluluk almalı, çocuklarımızı korumak için üzerlerine düşen görevi yapmalıdır. Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı’na bu konuda büyük sorumluluk düşmektedir. Öncelikle anne babaları bilinçlendirmek için seminerler düzenlenmeli, ailelerin çocuklarını toplumsal suç ve şiddete karşı nasıl korumaları gerektiği öğretilmelidir. Geleceğimizin teminatı yavrularımızı sağlıklı bir geleceğe hazırlamak için onlarla önce doğru iletişim dilini öğrenmemiz gerekmektedir.
Çağ farkından dolayı birbiriyle anlaşamayan ebeveynler ve çocuklar arasında da iletişim eksikliğinden birçok sorun yaşanmaktadır. Benim hep vurguladığım gibi: “Anlamak için dinlemek, dinlemek için de anlamak gerek.” Dinlemeden anlayamazsınız ve anlamak için dinlemek gerekir. Çocuklarımızla doğru iletişimi kurabilirsek, onlar da bizimle hem sorunlarını hem de fikir, düşünce ve duygularını paylaşırlar. Biz de onları ne kadar iyi anlar ve tanırsak her konuda, her sorunlarından haberdar olur, yanlarında olup doğru yola yöneltiriz.
Çocuklara yönelik suçların işlenmesini engellemek için ikinci olarak, çocuklara bu konuyla ilgili eğitimler verilmelidir. Dışarıdan gelebilecek herhangi bir tehlikeye, kötülüğe karşı kendilerini nasıl korumaları gerektiği öğretilmelidir. Maalesef çocuk politikasında devletin de onları korumaya yönelik yeterli, olumlu bir politikası yok. Çocuklarımız savunmasız durumdalar. Buna cehalet, ailelerin eğitimsiz olması ve ekonomik zorluklar da eklenince bu suçlara daha fazla zemin hazırlanmaktadır. Her ne sebeple olursa olsun çocuklarımız hiçbir şekilde ihmal edilmemelidir. Bu sorumluluğu taşıyamayan, çocuklarını ihmal eden ailelerin elinden çocuklar devlet korumasına alınmalıdır.
Ülkemizde bu tür suçların cezaları yeterli olmadığı için yeni caydırıcı ceza yaptırımları uygulanmalıdır. Bu suçları işleyenler hiçbir şekilde af ya da iyi hal gibi indirimlerden faydalandırılmamalıdır. Caydırıcı cezalar şarttır.
Nurgül Aktürk

Benim ve belki çoğunuzun da düşündüğü gibi, “Acaba İslam dini doğru anlatılmıyor mu?” Çünkü ne kadar din üzerine eğilim olduysa, bir o kadar da ahlak bozuldu. Örneğin, kadının etek boyu veya saç teli kadar faizin haram olduğu anlatılıyor mu? Kadın, cinsellik, cennetteki huriler gibi konular kadar kul hakkı, vicdan ve merhametin önemi de din görevlileri tarafından vurgulanıyor mu?
Özellikle son yıllarda dinlerin, özellikle İslamiyet’in, yaşanmasından ziyade kullanıldığını düşünmekteyim. Dini doğru yaymayı bir kenara bırakan, dinin temel kurallarını ihlal ederek kazanç kapısı haline getiren ve mevki makam elde eden sahte dinciler oldukça çoğaldı. Tabii ki istisnalar vardır, ama onlar da klasik bir deyimle kaideyi bozmaz. Yakın zamanda da örneklerini sosyal medyada gördük ve tanıdık.
Din üzerinden bu kadar kazanç ve menfaat sağlanması, toplum ahlakının da dibe vurmasına sebep olmaktadır. Dernekler, cemaatler, tarikatlar veya camilerde yardım adı altında toplanan paraların denetimsiz olması, belki de insanların dini duygularını sömürerek kazanç elde etmeye biraz daha teşvik ediyor, benim kanaatimce.
Yaklaşık 40 yıl kadar öncesini hatırlıyorum, çocuk yaşlarımdan. Ağzından dua eksik olmayan, ibadetinde, kılığı kıyafeti de İslamiyet’e uygun olan birine herkes inanır, güvenir, sever ve saygı duyardı. Şimdilerde ise böyle birini görünce, “Acaba bu da mı bir amaç uğruna dini kullanıyor?” diye insan düşünmeden edemiyor.
Okuma oranı çok düşük bir millet olduğumuz için, maalesef dinimizi de doğru kaynaklardan bulup kitaplardan okuyarak öğrenmediğimiz için hep kulaktan dolma, bazen de çarpıtılmış anlatıları doğru kabul ediyoruz. Yalanı yanlışı da doğru kabul ediyoruz. Şöyle bir düşünecek olursak; imam hatiplerin, Kur’an kurslarının ve dini eğitim veren birçok vakıf vs. en çok olduğu dönemde, hele de camilerin 89,817 olduğu bir yerde hırsızlık, arsızlık, yalancılık, dalkavukluk, rüşvetçilik, vicdansızlık, küfürbazlık, kibir, benlik, adaletsizlik gibi bu kadar ahlaksızlığın olması olur şey mi? Bu, akıl sahibi olan herkesi düşündürür. “Camiler çoğalırken neden ahlak azalır?”
Sanırım İslamiyet’e en çok zarar veren de İslamiyet’i işlerine geldiği gibi anlatıp kullanan sahte din adamları oluyor. Dini ticari bir araç olarak kullanıp inançlı insanların duygularını sömürerek, hatta o duygular üzerinden mevki makam ve para sahibi olanları çok sık görüyor ve şahit oluyoruz, maalesef. Bazı sözde din adamlarına baktığınızda, hiçbir eğitimleri, vasıfları, işleri veya meslekleri olmadığı halde çok ciddi mal varlıklarına sahip olduklarını görürsünüz ve bu da düşündürücüdür.
Oysa hiçbir din ticari amaçla kullanılamaz. Dini doğru anlatmak, doğru anlamak ve doğru yaşamak gerek. İşte o zaman ne kötülük ne de ahlaksızlık olur.
Nurgül Aktürk

İllaki vardır, hepimizin doğru bildiği yanlışlar ve yahut yanlış bildiğimiz doğrular…Bu olguyla yola çıkarak, bizim duygu ve düşüncelerimize zıt olan düşüncelerin de doğru olabileceğini ve yanılma ihtimalimizi göz önünde bulundurmak gerekir.
Bazen toplum içinde rastlıyoruz; kendi savunduğu fikirleri veya bir siyaset tartışmasında partinin faaliyetlerini överek, karşısındakine dayatmacı bir şekilde benimsetmeye çalışıyorlar. İşte burada yanlışlar, bazı kırılmalar, kırgınlıklar, dargınlıklar veya tartışmalar başlıyor. Bu zıt fikirler, genellikle siyaset mevzu bahis olunca tartışmalar ve kavgalarla sonuçlanıyor. Hatta bu konuda yakın zamanda Türkiye Büyük Millet Meclisi çatısı altında yaşanan vekil ve idarecilerin kavgalarına bile üzülerek şahit olduk. Benlik, ego ve menfaat kavgaları sanki normalleşti.
Benimle aynı fikirdeysen tamam, aynı fikirde değilsen “kötüsün”, “vatan hainisin” gibi ucuz klişe etiketler yapıştırma çabasındalar. Bu denli dayatmacı ve ayrıştırıcı bir tutum yayıldı ve ne yazık ki bu yanlış bireysel çerçevede kalmayıp topluma zarar veriyor. Özellikle siyaset konu olunca.
Bazen bakıyorum, insanlar birbirini dinlemiyor bile. Sanki sadece cevap vermeye odaklılar. Oysa anlamak için dinlemek gerek. Dinlemeden anlayamazsınız. Zaten bütün kavgalar da anlamadığımız noktalardan başlıyor. Halbuki hak, haklılıktır; fakat kimin haklı veya haksız olduğunu inandığımız doğrular belirlemez. Her inandığımız hakikat olmayabilir. Ben de dahil, belki birçoğunuz doğru bildiği yanlışlarla karşılaşmıştır.
Hakikatler sadece bizim bildiklerimizden ibaret değildir elbette. Herkesin fikrine ve doğrularına saygı duyarak, kendi doğrularımızı başkalarına dayatma gibi zorbalıklardan uzak durmalı; inandıklarımızın dışına çıkarak sürekli araştırma, soruşturma ve sorgulama yoluna giderek gerçek hakikatlere ulaşmalıyız. Bir düşünelim: “Ya doğru bildiğimiz yanlış ise?”
Nurgül Aktürk

Değerli okurlar, bildiğiniz üzere uzun zamandır gündemi meşgul eden ve tüm sorunlarımızı bir kenara bıraktıran konu, sokak hayvanları hakkında çıkarılan yeni yasa tasarısıydı.
Bu yasayla birlikte halk sanki yine ikiye bölündü. Merhametli olanlarla merhametsizler, vicdanlı olanlarla vicdansızlar arasında adeta bir kavga başladı. Hiçbir şeyden haberi olmayan bu dilsiz canları, merhametli taraf nasıl koruyacağını düşünürken, diğer merhametsiz taraf ise yeni kanun daha meclisten bile geçmeden, cahil cesaretiyle bir Azrail gibi sokak hayvanlarını katletmeye başladı. Medyaya yansıyan katliam haberleri ve görüntüleri kanımızı dondurdu. Eminim ki bu canilik, benim gibi hassas ve merhametli binlerce insana travma yaşattı.
Burada şu soruyu sormamak imkânsız: “O kadar sokak hayvanının katledilmesinin yanı sıra, binlerce vicdan ve merhamet sahibi insanın travma yaşamasına sebep olup, iyi ve kötü insanları karşı karşıya getirip kavgalara yol açacağı düşünülmemiş miydi? Yoksa her şey enine boyuna düşünülüp mü bu adım atıldı? Zaten amaç bu muydu?”
Kaldı ki üretim çiftlikleri kapatılıp satışlar yasaklanmadığı sürece; bu zaten bir çözüm değildir. Yerel yönetimler, özellikle belediyeler, görevlerini yaparak hayvanları kısırlaştırmalı, rehabilite etmeli, aşılarını yaparak bulundukları bölgelere bırakmalıdır. Barınaklarda zaten iyi bakılmadığını biliyoruz. Keşke barınaklarda iyi bakılabilselerdi; açlıktan ve şiddet görerek öldürüldüklerini yine medyada görmüş, tüylerimiz diken diken izlemiştik.
İnsanoğlu, hiçbir canlıyı öldürme veya katletme hakkına sahip değildir. Bu ne dinde ne de insanlıkta yer bulur. Unutulmamalıdır ki tarihte “Hayırsız Ada” diye kara bir leke var ve bu asla bir çözüm olmamıştır.
Nurgül Aktürk

Değerli okurlarımız,
İsterim ki beni şiirlerim ve yazılarımı okuyarak fikirlerimden, düşüncelerimden tanıyın.
Tercüman gazetesinde ilk olarak, “EN BÜYÜK MİRAS” başlıklı yazımla merhaba demek istiyorum sizlere.
EN BÜYÜK MİRAS
Bana “En büyük miras nedir?” diye sorsalar hiç düşünmeden “Dünyaya bırakacağımız ahlaklı, merhametli ve vicdanlı evlatlardır.” derim. İşte bu vasıfları taşıyan, insanlık erdemlerine erişmiş bireylerin olduğu toplumun refahıdır.
Hep demişimdir, yaşamak bir sanattır fakat çocuk yetiştirmek ise onun da üstündedir. Hepimizin bildiği gibi eğitim ilk ailede başlar ve anne baba çocuklara rol modeldir. Eylemler sözlerden daha çok etkilidir. Siz doğru davranmadığınız sürece doğru olanı defalarca çocuğa anlatsanız da hiçbir etkisi olmayacaktır. Çünkü çocuk duyduğunu değil, daha çok gördüğünü hafızaya kaydedecektir. Hani genelde her fırsatta suçladığımız günah keçisi dijital çağ Z kuşağı çocuklarımız var ya, onlar da yanlış davranan biz anne babaların eseridir. Bizlerin eksik kaldığı birçok şeyi onlarda tamamlama yanlışına düştük. Gerçi benim onların zekâlarına ve adalet duygularına en çok güvendiğim kuşak diyebilirim, orası ayrı.
Toplumun en azılı suçlularını da, katillerini de, en liyakatli idarecilerini de, güvenliğini sağlayan görevlilerini de yetiştiren yine biz anne babalardır. Çocuk dünyaya geldiğinde sizin elinize şekilsiz bir hamur verilmiş gibidir. Ona şekli şemalı siz veriyorsunuz.
Bir örnekle, Konuşurken birinin sözünü kesmemenizde veya bir kırmızı ışıkta geçmemenizde çocuk sizden başkalarının hakkına karşı saygıyı öğrenir, siz fark etmeden. Aile içinde veya bir toplumdaki adil bir davranışınızdan ve çıkarına göre değil doğruyu savunduğunuzda liyakati öğrenir, adaleti öğrenir. Anne baba arasındaki davranışlardan eşine nasıl davranacağını öğrenir. Biz eğer ahlakı, merhameti ve adaleti aşılayabildiysek ve doğru bir insan olarak ona örnek olabildiysek ne mutlu. Böyle insanî erdemlerle eğitime ilk adımı attığında ise iyi bir öğretmene denk gelmesiyle aynı eğitimlere devam eden bir çocuk, yetişip toplumda yerini aldığı zaman, işi, mevkisi, makamı ne olursa olsun liyakatli, adil ve doğru çalışacaktır. Müteahhit ise malzemeden çalmayacak, doktor ise para uğruna insanların sağlığıyla oynamayacak, kamuda herhangi bir memursa rüşvet almayacak, daha da önemlisi insan olarak başka bir insanın hakkına girmeyecek, hiçbir canlıya bile isteye zarar vermeyecek.
Vesselam, biz topluma “İNSAN” olarak yetiştirdiğimiz evlatlarımız bizim dünyaya ışık saçan en değerli mirasımızdır. Karanlıkların üstümüze geldiği şu çağa aydınlık miraslar bırakabilmek tüm dileğimiz.
Nurgül AKTÜRK