20 Mart 2025 Perşembe
Nevruz Bayramı…
Çocukluğumun unutulmaz anılarıyla dolu bir bayram…
Bu bayramın gelişini nasıl hasretle beklerdik.
Bu yazımda Nevruz’un dünya ülkelerinde nasıl kutlandığından veya bu bayramın tarihçesinden bahsetmeyeceğim.
Sizlerle paylaşacaklarım, benim çocukluğumun, ergenliğimin, gençliğimin yadigârı olan, benim kendisiyle ilgili unutulmaz hatıralarımı barındıran bir bayram hakkında olacak.
Memleketim Azerbaycan’da, doğup büyüdüğüm Lenkeran şehrinde Nevruz Bayramı bir başka kutlanırdı ve hâlâ da kutlanıyor.
Doğru, şimdi eski örf ve âdetler yavaş yavaş unutulmaya başladığı gibi, Nevruz Bayramı’nın da bazı özellikleri unutuluyor.
Ama her şeye rağmen Nevruz, halkımızın seve seve kutladığı bir bayram olarak kalıyor.
Bu bayram günlerinde kimse kimsenin kalbini kırmaz, imkânlı, fakir, işçi, memur arasında hiçbir ayrımcılık yapılmazdı. Herkesin kalbinde sanki sevgiden bir taht kurulurdu. Küs olanlar barışır, kalp kıranlar kırdıkları kalp sahibinden özür diler, o insandan onu affetmesini isterlerdi.
Olumsuzluğa odaklanmayalım. Nevruz’u nasıl seviyorduk, nasıl ona âşıktık, onu anlatayım.
Önce Nevruz Bayramı’nın gelişinden haber veren dört Çarşamba’mız hakkında kısa bir bilgi vermek istiyorum. Çünkü bu önemli.
Çarşamba (Türkiye’de Salı) gününe Türk milleti farklı anlamlar yüklemiştir.
Nevruz’dan önceki son dört Çarşamba’ya Azerbaycan kültüründe ayrı bir önem verilir. Nevruz, yaratılışın aşamalarını simgeleyen dört öğeyle (su, ateş, hava ve toprak) ilgili kutlama geleneklerini içerir.
Nevruz’un ilk Çarşamba’sı sayılan Su Çarşamba’sına Ezel Çarşamba da denilmektedir. Bugünde su havzalarında düzenleme çalışmaları yapılır, su kaynakları ve kuyular temizlenir. Henüz gün doğmadan tüm insanlar nehirlere veya kuyulara, çeşmelere gider. Önce elini yüzünü yıkar, sonra su üstünden atlar, yaralılar yaralarına su sürer. İnsanlar birbirlerinin üzerine su serperler. O gün sudan geçenlerin yıl boyunca hastalığa yakalanmayacağına inanılır.
Od (Ateş) Çarşamba’sı: Bu gelenek eski Türklerin Güneş’e ve Od’a (ateşe) olan kutsal inancından veya saygısından kaynaklanmaktadır. Geleneklere göre, bugün ateş yakılarak ateşin üzerinden atlandığı takdirde insanın içinde bulunan tüm kötülük ve çirkinliklerin yakılmış (ortadan kaldırılmış) olacağına inanılır.
Yel (Rüzgâr) Çarşamba’sı: Bugün de esen sıcak veya ılık rüzgârlar yazın gelişini insanlara ve doğaya haber verir. Uyanan yel, daha önceden uyanmış olan suyu, ateşi harekete geçirir. Nevruz şenliklerindeki Yel Baba töreni geçmiş çağlardaki Yel Tanrısı inancı ile ilgilidir.
Toprak Çarşamba’sı: Ona Toprak Çarşambası veya Yılahir Çarşamba da denir. Nevruz öncesindeki son Çarşamba gününde nihayet toprak uyanır, nefes almaya başlar. İnanca göre toprak artık tarıma hazır olduğu için ona tohum serpilebilir. Söylentilere göre geçmiş çağlarda kişilerin gıda kıtlığından eziyet ve sıkıntı çektikleri bu günde Su, Ateş ve Yel bir araya gelerek, Toprak Hatun’un yeraltı tapınağına konuk olarak giderler, ondan yiyecek isterler ve böylece uyumakta olan toprağı uyandırırlar.
Nevruz Bayramı başlayana kadar bu dört Çarşamba’da bayram sofrası kurulur, bu bayrama özel renkli mumlar yakılır, tatlılar, şekerler, kuru yemişler, Nevruz’un gelişinden haber veren bayram çöreklerimiz olan şekerbura, şekerçörek, baklava masayı süsler.
Nevruz Bayramı akşamında olduğu gibi Yılahir Çarşamba’da da kulak falına çıkılır, herkes kulak verdiği evden iyi sözler, hoş haberler duymayı Allah’tan dilerdi.
Genç kızlar niyet edip filizlenen Semeni’den (buğday, nohut ve mercimekten hazırlanan Nevruz bitkisi) keser, yastıklarının altına koyarlardı ki, rüyalarında kiminle aile kuracaklarını görsünler. Ertesi gün rüya görenler, görmeyenlere kendi rüyalarını hayallerine uygun hâlde süsleyerek anlatırlardı.
Yılahir Çarşamba akşamında biz de mahalle ve okul arkadaşlarımızla birlikte kulak falına çıkar, komşuların, akrabaların evlerine papak (şapka) veya küçük torbalar atardık. Ev sahipleri de onları renkli yumurtalar, şekerler, tatlı bayram çörekleriyle doldururlardı.
Bizler de mutluluktan uçarak evlerimize koşardık. Bu bayramın güzelliği ne idi biliyor musunuz?
Çarşamba akşamı papak atmadan önce akşamleyin ateş yakardık, ateşin üzerinden atlarken bağrışarak “Ağırlığım, uğurluğum, hastalığım ne kötü hâlim varsa hepsi bu ateşte yansın” derdik.
Yılahir Çarşamba akşamında herkesin masasında tere (kimi ıspanaktan, kimi de çölde biten tere adlı sebzeden yapardı bu yemeği), levengili balık, pilav olurdu.
Nişanlı kızların evine damadın evinden bayram bohçası götürülürdü. Bohça’ya çeşit çeşit bayram nimetleriyle beraber balık da konulurdu. Balığın ağzına ise gelin için altın konulurdu. Damadın ailesinin durumuna uygun olacak şekilde ya yüzük, ya kolye veya bilezik olurdu.
Çarşamba’nın ertesi günü sabahın köründe uykudan uyanır, hatta bazılarımızın gözüne uyku bile girmez, sabahın açılmasını beklerdik.
Kalkınca yeni kıyafetlerimizi giyer, Nevruz bardaklarımızı alıp velilerimiz, komşularımız, arkadaşlarımızla nehir kenarına giderdik.
Eski kıyafetlerimizden, çoraplarımızdan yanımıza alıp akar suya bırakarak “Ağrımı, acımı, sorunlarımı akar suya bırakır, yeni yılda daha güzel günlere kavuşmak isterim” derdik.
Ninelerimiz, annelerimiz, akrabalarda olan kadınlar bir eve toplanır, bayram tatlıları, bayram çörekleri yaparlardı.
Biz çocuklar da onların yanlarında beklerdik. Fırından çıkan tatlılardan, çöreklerden ilk biz tadardık.
Lenkeran şehrinde Nevruz böyle karşılanırdı. Fakir, zengin fark etmezdi, bayram akşamı herkesin sofrasında pilav, levengili tavuk (Lenkeran mutfağının şah yemeği) olurdu.
Masalarda ise çeşit çeşit tatlılar, şekerler, çikolatalar, meyveler, şekerbura, baklava, şeker çörekleri bulunurdu ve yine de bulunur.
Bayram soframız Mart ayının sonuna kadar açık tutulur.
Bayram sabahından Mart ayının sonuna kadar akrabalar, dostlar, komşular birbirlerinin evine bayramlaşmaya giderler.
Azerbaycan halkının manevi değerlerinin unutulmaz bir parçasıdır Nevruz Bayramı.
Nevruz etkinliklerimizin ana karakterleri olan Kosa ve Keçel’dir (Kel).
Bayrama özel oyunları ile baharın kışla mücadelesini yansıtıyor. Kış yerini bahara bırakmak istemez ve bahar burayı almaya çalışır. Bu Kosa ve Keçel’in mizahının sembolüdür.
Nevruz’da yumurta boyarlar. Beyaz, mavi, yeşil, kırmızı boyanması dört mevsimin sembolü, sevgi, barış olarak yorumlanıyor.
Nevruz’da yapılan tatlılarımız goğal, şekerbura, baklavanın da farklı özellikleri var. Goğal – Güneş’in, şekerbura – Ay’ın, baklava ise – Ateş’in simgesi sayılıyor.
Bizim Güney bölgesinde de Nevruz tarih boyunca gösterişli bir şekilde kutlanır.
Doğru, şimdi birçok aile ŞEHİT ailesi gibi onurlu ada sahipler. O yüzden evlatları, eşleri ŞEHİT olan insanlar, onlar hayatta oldukları zaman kutladıkları gibi bu bayramı içten kutlamıyorlar.
Nereye baksalar sol yanları eksik gibi görünüyor. Artık şimdi bayram günü Şehit ailelerine de ziyarete gidilir.
Hiç unutmuyorum, 20 Mart 1998 yılı idi. Rahmetli liderimiz Haydar Aliyev, Karabağ’dan zorla göç edilmiş soydaşlarımız için düzenlenen Nevruz etkinliğinde şöyle demişti:
“Gün olacak ki, Nevruz Bayramı’nı bir yıl Şuşa’da, bir yıl Laçın’da, diğer yıl Kelbecer’de, Ağdam’da, Füzuli’de, Cebrayıl’da, Zengilan’da, Kubadlı’da kutlayacağız. Eminim ki, bu böyle olacak.”
O konuşmadan 22 yıl geçti.
2020 yılı 27 Eylül’de Ali Başkomutanımız İlham Aliyev’in “Demir Yumruk” sloganı altında başlanan İkinci Karabağ Savaşı’nda Azerbaycan’ın muzaffer ordusu o toprakları düşmandan kurtardı.
“Ben çok mutluyum ki, babamın vasiyetini gerçekleştirdim” diyen Cumhurbaşkanımız 30 yıllık hasretimize son verdi.
Şimdi Nevruz Bayramı Karabağ’ımızda da büyük mutlulukla kutlanıyor.
Bunları yazmak zorundayım. Çünkü Karabağ işgal altındayken (evet, güzeller güzeli Karabağ’ımız 30 yıl düşman işgalinde kaldı) hiçbir bayramı içten sevinerek kutlamazdık. Bizlerde bir söz var: “Bir gözümüz ağlardı, bir gözümüz gülerdi.”
Yüce Yaradan’a şükürler olsun ki, artık Karabağ Azerbaycan olarak yeniden Nevruz Bayramı’nı kutluyor.
Gelişi ile doğaya tazelik getiren, insanın ruhunu yenileyen bu Nevruz, artık dünyada savaşın, katliamların, kötülüklerin sonlanmasına, insanların huzur içinde, kardeşçesine mutluluk dolu hayat yaşamalarına vesile olur, inşallah.
Bu baharda yağan yağmurlar, esen rüzgârlar evreni pisliklerden, yalanlardan, ihanetlerden temizleyeceğine inanmak isteyerek Nevruz Bayramı’nı kutlayan herkesi tebrik ediyor, onlara sağlıklı, huzur, mutluluk, sevgi dolu ömür diliyorum.
Nevruz Bayramı’nız kutlu olsun, dostlar!
Novruz bayramı xatirələrimdə…
Novruz bayramı…
Uşaqlığımın unudulmaz xatirələriylə dolu bər bayram…
Bu bayramin gəlişini necə həsrətlə gözləyərdik.
Bu yazımda Novruzun dünya ölkələrində necə qeyd olunduğundan və ya bu bayramın tarixindən bəhs etməyəcəyəm.
Sizlərlə bölüşəcəklərim mənim uşaqlığımın, yenəyetməliyimin, gəncliyimin yadigari olan, özüylə bağlı unudulmaz xatirələrimi qoruyub saxlayan bir bayram haqqında danişacağam.
Vətənim Azərbaycanda, eləcə də doğulub, boya-başa çatdığım Lənkəran şəhərində Novruz bayramı özünənəxsus gözəllikləriylə qeyd olunurdu, hələ də qeyd olunur.
Düzdür, indi qədim adət-ənənələr yavaş-yavaş unudulmaya başladiği kimi, Novruz bayramının da bəzi xüsusiyyətləri unudulur.
Amma buna rəğmən Novruz xalqımızın sevə-sevə qeyd etdiyi bər bayram olaraq qalir.
Bu bayram günlərində heç kim başqa birinin qəlbini qırmaz, imkanlı, kasıb, fəhlə məmur arasında heç bir ayri-seçkilik olmazdı. Hər kəsin qəlbində sanki sevgidən bir taxt qurulurdu.
Küsülülər barışar, qəlb qıranlar qırdıqları qəlbin sahibindən üzr istər, həmin insanın onu bağışlamasını xahiş edərdilər.
Bədbinliyə köklənməyək. Novruzu necə sevirdik, ona necə aşiq idik, ondan bəhs edim.
Öncə Novruz bayramının gəlişindən xəbər verən dörd Çərşənbəmiz haqqında qısa məlumat verim. Çünki bu çox önəmlidir.
Çərşənbə(Türkiyədə Salı adlanır) gününə Türk milləti fərqli mənalar veriblər. Novruzdan əvvəlki son dörd Çərşənbəyə Azərbaycan mədəniyyətində xüsusi əhəmiyyət verilir.
Novruza yaradılışın mərhələlərini işarələyən 4 ünsür (su, od, külək və torpaq) ilə əlaqədar ənənələr daxildir.
Su çərşənbəsi: Yalançı çərşənbə, Əzəl çərşənbə də adlanır.
Su çərşənbəsində su və su mənbələri təzələnir, arxlar qaydaya salınır, su hövzələrində abadlıq işləri görülür, su ilə bağlı müxtəlif şənliklər keçirilir. Hələ gün doğmadan, hamı su üstünə gedir, əl-üzünü yuyur, bir-birinin üzərinə su çiləyir, su üstündən atlanır, yaralıların yarasına su çiləyirlər. Xalqın inamına görə Su çərşənbəsi günü “təzə su”dan keçənlər, azarını, bezarını ona verənlər il boyu xəstəlikdən uzaq olarlar.
Od Çərşənbəsi: bu ənənə keçmiş Türklərin Günəşə və Oda (alova) olan müqəddəs inamdan və ya hörmətdən qaynaqlanır.
Ənənəyə görə, həmin gün tonqal yandırılaraq alovun üstündən tullanan zaman insanın daxilində olan bütün pisliklər və iyrəncliklərin yandığına inanılır.
Yel (Külək) Çərşənbəsi: Bu gündə əsən isti və ya ilıq külək Yazın gəlişini insanlara və təbiətə xəbər verir.
Oyanan yel, daha əvvəldən oyanan suyu, alovu hərəkərə gətirir.
Novruz şənliklərindəki Yel Ata mərasimi keçmiş dövrlərdəki Yel Tanrısı inamı ilə əlaqədardır.
Torpaq Çərşənbəsi: Ona Torpaq çərşənbəsi və ya İlaxır çərşənbə də deyilir.
Novruzun son Çərşənbə günündə, nəhayət torpaq oyanıb nəfəs almağa başlar. İnama görə, torpaq artıq əkinə hazır olduğu üçün toxum səpilə bilir.
Rəvayətə görə, keçmiş zamanlarda insanların çörək qıtlığından əziyət və çətinlik çəkdikləri bu gündə Su, Od və Yel birləşərək Torpaq xatunun yeraltı məbədinə gedər,ondan yeyiləcək şeylər istər, beləcə yatmaqda olan torpağı oyandırırmışlar.
Novruz bayramı başlayana qədər, dörd Çərşənbədə bayram süfrəsi qurulur, bu bayram süfrəsində bayram üçün xüsusi rəngli şamlar yandırılır, şirniyyatlar, çərəz Novruzun gəlişindən xəbər verən bayram çörəklərimiz olan şəkərbura, qoğal, paxlava masanı bəzəyər.
Novruz bayramı axşamında olduğu kimi, İlaxır çərşənbədə də qulaq falına çıxılır, hər kəs dinlədiyi evdən yaxşı sözlər, xoş xəbərlər eşitməyi Allahdan dilərdilər.
Gənc qızlar niyyət edib, yuxularında kiminlə ailə quracaqlarını görsünlər deyə, Səmənidən(səməni buğda, noxud və ya mərcidən hazırlanır)kəsərək, yastıqlarının altına qoyardılar.
Səhəri gün isə yuxu görənlər görməyənlərə öz yuxularında gırdüklərini xəyallarına uyğun bəzəyərək danışardılar.
İlaxır çərşənbə axşamında, biz də məhəllə və məktəb yoldaşlarımızla bərabər qulaq falına çıxar, qonşuların, qohumların evlərinə papaq və ya kiçik torbalar atardıq.
Ev sahibləri də onları rənglı yumurtalar, şirniyyatlar, şirin bayram çörəkləri ilə doldurardılar.
Biz də sevincdən uçaraq evlərimizə qaçardıq.
Bu bayramın gözəlliyi nə idi, bilrisinizmi?
Son çərşənbə axşamı papaq atmadan əvvəl, alovun üstündən tullanarkən “ağırlığım, uğurluğum, xəstəliyim, nə pis halım varsa, hamısı bu odda yansın.” deyə, qışqırardıq.
İlaxır çərşənbə axşamında hər kəsin süfrəsində tərə (bu yeməyi, kimi ispanaqdan, kimi də çöldən toplanan tərə adlı səbzidən hazırlayarlar), ləvəngi balıq, plov bişirilir.
Nişanlı qızların evlərinə bəy evindən bayram xonçası aparılır. Xonçada növbənöv bayram nemətləriylə bərabər, balıq da qoyulur. Balığın ağzına isə gəlin üçün qızıl asarlar. Bəyin ailəsinin imkanına uyğun şəkildə ya üzük, ya sinəbənd, ya da bilərzik olur.
Çərşənbənin ertəsi gün, sübh tezdən yuxudan oyanar, hətta bəzilərimizin gözünə yuxu getməzdi, səhərin açılmasını gözlərdik.
Yuxudan qalxan kimi yeni paltarlarımızı geyinər, Novruz bardağlarımızı alıb, ailəmiz, qonşularımız, dostlarımızla birlikdə çayın kənarına enərdik.
Köhnə paltarlarımızdan, corablarımızdan götürüb, axar suya ataraq “ağrımı, acımı, problemlərimi suya atır, yeni ildə daha gözəl günlərə çatmaq istəyirəm”deyərdik.
Nənələrimiz, analarımız qohum qadınlarla toplaşaraq, bayram şirniyyatların, bayram çörəklərinin bişirərdilər.
Biz uşaqlar da onların yanında oturub gözlərdik. Sobadan çıxan şirniyyatlardan, çörəklərdən ilk biz dadardıq.
Lənkəran şəhərində Novruz belə qarşılanırdı. Kasıb, varlı fəqr etməzdi, bayram axşamı hər kəsin süfrəsində plov, ləvəngi toyuq(Lənkəran mətbəxinin şah yeməyi) olur.
Masalarda isə növbənöv şirniyyatlar, konfetlər, meyvələr, şəkərbura, paxlava, qoğallar olurdu, yenə də olur.
Bayram süfrəmiz Mart ayının sonuna qədər açıq olur.
Bayram səhərindən mart ayının sonuna qədər qohum-əqrabalar, dostlar, qonşular bir-birinin evinə bayramlaşmağa gedərlər.
Azərbaycan xalqının mənəvi dəyərlərinin unudulmaz bir parçasıdır Novruz bayramı.
Novruz şənliklərinin baş qəhrəmanları Kosayla Keçəldir.
Bayrama xüsusi oyunları ilə, baharın qışla mübarizəsini əks etdirir.
Qış yerini bahara vermək istəməz və bahar meydanı almağa səy göstərər. Bu Kosayla Keçəlin yumorunun əlamətidir.
Novruzda yumurta boyayarlar. Ağ, mavi, yaşıl, qırmızı boyamaq dörd mövsümün simvolu, sevgi, barışıq olaraq yorumlanır.
Novruzda bişirilən şirniyyatlarımızın fərqli xüsusiyyətləri var:
Goğal-Günəşin, şəkərbura-Ayın, paxlava isə Alovun simvolu sayılır.
Bizim Cənub bölgəsində də Novruz tarih boyunca təmtəraqlı şəkildə qeyd edilir.
Düzdür, indi bir çox ailələr ŞƏHİD ailəsi kimi qürurlu bir ada sahibdirlər.
Onun üçün də, övladları, ərləri ŞƏHİD olan insanlar onlar həyatda olduqları vaxtlarda qeyd etdikləri bayramı, indi ürəkdən qeyd etmirlər.
Hara baxsalar sol tərəfləri əksik olur. İndi artıq ŞƏHİD ailələrinə də ziyarətə gedilir.
Heç unuda bilmirəm. 20 mart 1998-ci il idi. Rəhməylik liderimiz Heydər Əliyev Qarabağdan köçgün düşmüş soydaılarımız üçün keçirilən Novruz şənliyində belə demişdi:
“Gün gələcək ki, Novruz bayramını bır il Şuşada, bir il Laçında, başqa il isə Kəlbəcərdə, Ağdamda, Füzulidə,Cəbrayılda, Zəngilanda, Qubadlıda qeyd edəcəyik. əminəm ki, bu belə olacaq”.
O çıxışdan 22 il keçdi.
2020 ci ilin 27 sentyabrında Ali Baı Komandanımız İlham Əliyevin “Dəmir yumruq” devizi altinda başlanan II Qarabağ müharibəsində müzəffər ordumuz o torpaqları düıməndən azad etdi.
“Mən çox xoşbəxtəm ki, atamın vəsiyyətini reallaşdırdım” deyən hörmətli Prezidentimiz 30 illik həsrətimizə son qoydu.
İndi Novruz bayramı Qarabağımızda da böyük sevinclə qeyd edilir.
Bunları yazmağa məcburam. Çünki Qarabağ işğal altında olarkən (bəli, gözəllər gözəli Qarabağımız 30 il düşmən işğalında qaldı) heç bir bayramı ürəkdən sevinərək qeyd etmirdik.
Bizdə belə bir söz var, “bir gözümüz ağlayırdı, bir gözümüz gülürdü”.
Uca Yaradana şükürlər olsun ki, artıq Qarabağ Azərbaycan olaraq, yenidən Novruz bayramını qeyd edir.
Gəlişi ilə təbiətə təzəlik gətirən, insanın ruhunu yeniləyən bu Novruz artıq dünyada müharibələrin, soyqırımlarının, pisliklərin bitməsinə, qardaşca sevinc dolu həyat yaşamalarına vəsilə olar, inşallah.
Bu baharda yağan yağışlar, əsən küləklər kainatı pisliklərdən, yalanlardan, xəyanətlərdən təmizləyəcəyinə inanmaq istəyərək, Novruz bayramını qeyd edən hər kəsi təbrik edir, onlara sağlam, rahat, xoşbəxt, sevgi, sevinç dolu ömür diləyirəm.
Bayramınız mübarək olsun, dostlar!
Şehit hakkında yazmak, diğer tüm konularda yazmaktan çok daha zor ve şerefli bir görevdir.
Bu öyle bir konu ki, insanın kalbini acıttığı kadar da ruhuna huzur veriyor.
Şehit hakkında yazmak şereftir, onurdur.
Şehit hakkında yazmak, yazacağın her kelimeye çeki düzen vermektir.
Şehit hakkında yazmak, onun yarım kalan hayat hikâyesini içten yaşayarak anlatmaktır.
Şehit hakkında yazmak, söz hatırına yazmak değil, şehit adının yüceliğini anlayarak yazmaktır…
“Önce Vatan” serisinin bugünkü kahramanı, 44 günlük 2. Karabağ Savaşı’nın şehidi Başçavuş Velizade Anar Afet oğludur.
Anar hakkında yazmak kararına geldiğimde, diğer şehitler gibi önce internetten onunla ilgili bilgilere ulaşmaya çalıştım.
Hakkında bulduğum tüm materyalleri okudum, izledim.
Benim dikkatimi çeken, şehidimizin babasıyla ilgili video oldu.
Ekranda dervişe benzer, uzun sakallı, beyazlamış uzun saçlı bir adam vardı. Anar’ın şehadete yükseldiği tarihten bir yıl geçiyordu bu videoda.
Duyduğuma göre, evladının şehit olduğu yeri görmeden sakalını ve saçını kestirmeyeceğine söz vermişti şehit babası.
Yola çıkmadan önce evladının mezarını ziyarete gidiyor. Evladının mezar taşına sarılarak ona şu sözleri söylüyor:
“Oğlum, geliyorum senin yanına. Elimden başka ne geliyor ki?”
Yol onu Şuşa’ya, Anar’ın şehadete yükseldiği topraklara götürüyor. Yol boyu düşman elinden alınan topraklarımıza baktıkça yüreği gururla çarpıyor.
27 Eylül 2020…
O gün Azerbaycan’ın kahramanlık tarihinde yeni bir sayfa açıldı.
Bu sayfa, Azerbaycan askerinin yiğitliğiyle, zafer yürüyüşüyle, ordumuzun vatan topraklarının kurtuluşu için başlattığı savaşıyla yazıldı.
O gün Ermenistan’ın bir sonraki askeri provokasyonu, tüm cephe boyunca ağır silahlarla ve doğrudan sivil halkı hedef alan saldırısı sonucu, Azerbaycan Ordusu anavatan için ölüm savaşına kalktı.
O gün Silahlı Kuvvetlerimiz, tüm dünya tarafından Azerbaycan’ın ayrılmaz bir parçası olarak tanınan Karabağ ve çevre bölgelerini düşman işgalinden kurtarmak için kutsal bir mücadele başlattı.
Topraklarımızı düşmanın pençesinden kurtarmak ve kurtarılan topraklara üç renkli bayrağımızı asmak için başlayan bu harekat, herkesin yüreğinden haber verdi.
Anar Velizade de 27 Eylül’de Karabağ’ın kurtuluşu için savaşa katıldı.
7 Ekim’de sırtından üç kurşun yarası alan Anar, yaralandığı konusunda evdekilere hiçbir şey söylemiyor.
Babası 16 Ekim’de haberi alıyor. Hastaneye onu ziyarete gidiyor.
Afet Bey diyor ki, bu ziyaret Anar’ımla son görüşüm oldu. Sol kolu hareket etmiyordu.
Sordum ki, “Oğlum, neye ihtiyacın var?” Dedi ki, “Baba, hiçbir şeye ihtiyacım yok. Tek isteğim, topraklarımızı geri almak ve bir de silah arkadaşlarıma kavuşmak. Onları çok özlemişim.”
Babası Anar’ı tedavi olduktan sonra savaşa katılmamasına bir türlü ikna edemiyor.
Afet Bey geri dönüyor. Birkaç gün geçiyor, Anar’dan ayrıldıktan üç gün sonra yaralı halde savaşa katılmak için çatışmanın Fuzuli bölgesine gittiği haberini alıyorlar.
Savaş ortamı olduğu için sık sık onunla irtibata geçemiyorlar. İkinci kez Kubadlı yönünde devam eden savaşta Anar ayağından yaralanıyor. Hadrut’ta ona ilk yardım gösteriliyor. Sonra yaralı halde Şuşa uğrunda savaşa katılıyor.
Silah arkadaşları, komutanları Anar’ın kahramanlığını gururla anlatıyorlar. Herkes onun nasıl yiğit, nasıl korkusuz bir asker olduğunu söylüyor.
07 Kasım, onun Şuşa’da son savaşı oluyor.
Karabağ’ı düşman elinden kurtarmak hayalleriydi, hayalleri gerçekleşti. Şuşa’yı fethetmek rüyalarıydı, Şuşa fatihi oldular.
Diğer şehit ağabeyleri, kardeşleri gibi onun da dudaklarından gülüş eksik olmasa da gözleri hasretle etrafa bakardı.
Sanki bu gülüşle Yüce Yaradan’ın sevdiği kulu olduğunu biliyor, gözlerindeki hasret ise sevdiklerinden, yaralı canını kurban ettiği bu vatan toprağından ebediyen ayrılacağını hissediyordu.
Anar, 1. Karabağ Savaşı’nın katılımcısı olan amcasına sık sık böyle söylermiş:
“Amca, topraklarımızı ben alacağım ve ispat edeceğim ki, bu topraklar bizimdir.”
Cenazesi eve gelinceye kadar onun şehadetine inanmıyorduk. Allah’a dua ediyorduk ki, bu haber yalan ola.
Sık sık rüyalarıma geliyor. Ama benimle hiç konuşmuyor. Zaten hayattayken de muhabbet ederken hep gülüyordu.
Ne kadar zorlasam da benimle konuşmuyor. Bakıyorum birileriyle muhabbet ediyor, beni gördüğünde susuyor.”
Afet Bey konuşuyor, konuştukça da bakışları sanki Anar’ın geri döneceğini beklediği yollarda tutuklu kalmıştı.
Anar, Cebrail yönünde giden çatışmada yaralanmıştı. Hastanedeyken ağabeyinden kız çocuğu doğacağı haberini aldığında “Kızımın adını Fatime koydum” diyor.
Kızının yüzünü göremeden yeniden savaşa katılıyor.
Onun tek düşündüğü, silah arkadaşlarının yanına dönmekti. Döndü, ama geri, evine dönemedi. Evine şehit adlı yiğit gibi döndü.
“Anar’ın çocukları benimle aynı evde kalıyorlar. Uyurken de ben uyutuyorum, uyandıklarında da ‘dede, dede’ bağırarak bana koşuyorlar.
Ben huzurumu, evladımın kokusunu da onlardan alıyorum. Her gün Allah’a dua ediyorum ki, Allah’ım bana biraz ömür ver, evladımın çocuklarını büyüteyim.
Benim üç evladım var, evet üç erkek evladım var. Çünkü Anar da benim için hayatta sayılır. Anar çocukken hep bana sorardı, ‘Baba, erkeklerin hangi kolu daha kuvvetli oluyor?’
Diyordum ki, sağ kolu. Hemen gelip benim sağ kolum üzerine yaslanırdı.
Diyordum ki, oğlum, ağabeyine izin ver o da yaslansın. ‘Hayır, ağabeyim sol koluna yaslansın, sağ koluna ben yaslanacağım’ derdi.”
Bu sözleri Afet Bey gözyaşları içerisinde anlatıyor.
Anar’la son görüşü Beylegan şehrinde olduğunu söylüyor şehit babası.
Afet Bey, Anar’ın şehit olduğu toprağı karış karış dolaşarak oğlunun hayata veda ettiği yeri bulmak için arıyor.
Yolları kaplayan çalılara ve taşlara aldırış etmeden, hatta sanki nefes bile almadan yürüyor bu yolları.
O yerlere Anar’ın ayakları basmış, belki üniformasından bir parça bulur diye arıyordu.
“Bulursam, götürüp yastığımın altında ömrümün sonuna kadar tutardım. Nasıl ki eşyalarını hazinem gibi koruyorum. Kıyafetini de böyle korurdum.” diyor şehit babası.
Bir babanın evladı için nasıl yana yakıla ağladığının, içten kahrolduğunun canlı kanıtıdır Afet Bey.
Gözyaşlarıyla Anar’ın şehit olduğu yerden toprak alıyor. Toprağı tırnakları ile kazıyor. “Öyle zannediyorum ki, Anar’ım buradan bana bakıyor. Vücudum titriyor” diyor baba.
Şehit evlatlarımızın askeri kıyafetlerinden parçalar etrafa dağılmış. Afet Bey onları birer birer arıyor. Bulamıyor Anar’ından bir nişane.
Bir babanın nasıl ağıt yaktığını, bir babanın oğlu için sessizce nasıl ağladığını gördüm bu videoda.
Sessizce nefesini içine çekerek ağlıyor.
Kendisi her gün ne kadar gizli saklı ağlasa da, eşi Zemfira Hanım’ın gözyaşlarına kalbi dayanamıyor.
Onu her an teselli etmeye çalışıyor. Evladının şehadetinden sonra ağlamadığı bir gecesi yok şehit babasının.
Şuşa’ya gitmek için yola çıktığı an itibariyle ağlıyordu, ama sessiz, kimsenin duymayacağı bir sesle.
“Adam mert oğul için ağlar, ama sessizce. Kimsenin duyamayacağı, hissetmeyeceği bir sessizlikle. Rabbime şükürler olsun ki, Anar’ımın şehit olduğu toprağa geldim. Onun ayak bastığı topraktan aldım, evlatlarına götüreceğim. Eve vardığımda onun çocukları Fariz ve Fatime’ye ‘babanızı gördüm’ diyeceğim.”
Ben şehit babası olarak evladımın şehit olduğu yerlerde bulunduğum için onur duyuyorum.
Onlar bu noktaya varıncaya kadar uzun yol katetmişler. Anar’ım Kale civarında dolaşmış, birkaç metre yakınlıkta şehit olmuş.
Ben Anar’ı çok bekledim. Bugüne kadar da bekliyordum. Ama bugün anladım ki Anar’ım şehadete yükselmiş.
Görevinden dolayı eve sık sık gelemiyordu. Bugüne kadar yine görevde olduğunu düşünüyordum. Kendimi kandırıyordum.
Anar’ın hayaliyle konuşurken ona diyordum ki, “Evladım, hiç merak etme, nerede şehit olduysan, ben oraya gelirim.”
Söz vermiştim, evladımın şehit olduğu toprağı ziyaret edip geri döndüğümde saçımı sakalımı kestireceğim.”
Afet Bey sözünü tuttu. Dönüşte saç-sakalını kestirdi. Eve vardı. Eşi Zemfira Hanım “hoş geldin” sözünden sonra “toprak getirdin mi?” diye sordu.
“Getirdim” dedi. Kalbi evlat acısıyla dolu annenin yankılı sesi etrafa yayıldı.
Şehit babası içinde yana yakıla ağlıyordu, yüreğinin ateşinde kavrularak ağlıyordu. Ama hüngür hüngür ağlamasını kimse duyamıyordu…
ÖZGEÇMİŞ
Anar Velizade, 3 Temmuz 1994 yılında Salyan ilçesinin Çengan köyünde doğdu.
Azerbaycan İçişleri Bakanlığı İç Birlikleri’nin Başçavuşu Anar Velizade, Azerbaycan Silahlı Kuvvetleri’nin Ermenistan tarafından işgal edilen toprakların kurtarılması ve Azerbaycan’ın toprak bütünlüğünü yeniden sağlamak amacıyla 27 Eylül 2020 yılında başlanan 2.Karabağ Savaşı sırasında Cebrail, Fuzuli ve Şuşa’nın kurtarılması yönünde savaşa katıldı.
Anar Velizade 7 Kasım tarihinde Şuşa uğrunda savaşta ŞEHİT oldu. Salyan ilçesinde toprağa verildi. Anar Velizade, Azerbaycan Cumhurbaşkanı İlham Aliyev’in 15.12.2020 tarihli Ferman’ına istinaden Azerbaycan’ın toprak bütünlüğünü sağlamaya yönelik askeri operasyonlara katıldığı ve askeri birliğe verilen görevlerin yerine getirilmesi sırasında görevlerini onurlu bir şekilde yerine getirdiği için ölümünden sonra “Vatan için” madalyasıyla, yine Sn. Cumhurbaşkanının 24.12.2020 tarihli Ferman’ına istinaden ölümünden sonra “Cebrayıl’ın azad edilmesi için” madalyasıyla ve 29.12.2020 tarihli Ferman’ına istinaden Azerbaycan’ın Şuşa şehri’nin işgalden kurtarılması için askeri operasyonlara katılarak cesaret gösterdiği için ölümünden sonra “Şuşa’nın azad edilmesi için ” madalyasıyla ödüllendirildi
“Önce Vatan” serisinden
“4 yıl…
Nereden başlamam lazım bilmiyorum bu kez. Bitmeyen bir hikayedir şimdi bizimki, bitiremediğim.
Her yılın bu ayında bugünlerde sana veda ettiğim saatlerde en başından başlayan bir hikaye olur mesela.
Fakat hiçbir zaman bitemeyen, yaşamayı unuttuğum mekanda zamanın durduğu yerden yeni mucizeler bekleyerek yeniden başlayan hikaye.
Cisminden uzaklaştıran yıllar beni senin ruhuna yaklaştırıyor artık. Zamanın yok olduğu bir boşluktur bizim hikayemiz. Uzaklaştıkça sana yaklaşıyorum.
Her şeyin sonudur düşündüğüm her gecenin sabahı en baştan başlıyorum. Her sona yaklaştıkça en baştan hatırlıyorum o hikayeyi yeniden…
Her defasında sonuna yetiştiğimde en başına dönüyorum…”
Bu yazdıklarım yiğit bir ŞEHİTİMİZİN Hanımının eşine yazdığı mektuplardan bir parçadır.
4 yıldır bu Hanım her yıl 29 Eylül tarihinde eşine mektup yazıyor. Bu tarih onun eşiyle birlikte geçirdiği günlerin son tarihi. Bu tarih onun mutlu aile ortamının son günü.
Bu mektuplar Vatan yolunda canından geçen yiğitlerimizden 44 günlük Karabağ Savaşında ŞEHİT olan 44 doktordan ilki Tabip Üsteğmen Şöhret Gasımov’un yarım kalan hayat hikayesinden bahseden bazı parçalardır.
Şöhret hakkında sohbete ilk olarak eşi Türkan Gasımova ile başladım. Çünkü ŞEHİTİMİZLE ilgili yazmak kararına vardığımda ele ilk tanıştığım kişi Türkan oldu.
Aslında Şöhret hakkında yazmaya Türkan’ın halası Seriye Hanım’ın vesilesiyle başladım. Benim ŞEHİTLERİMİZLE ilgili makalelerimi okuyordu. Bir gün de bana “bizim damat da ŞEHİTTİR, ilk ŞEHİT doktordur” dedi.
O günden başlandı benim onun hakkında araştırmalarım. Bütün ŞEHİTLERİMİZ gibi onun da yarım kalan hayat hikayesine baş vurduğumda orada baş kahramanım sevdiği, onun nefes aldığı, hayatının aşkı olan eşi Türkan oldu.
Sevgi bizler hala doğmadan yaşamla bizi buluşturan ilk olumlu duygudur. Sevgi bizim hayat iksirimiz, hayatımızın manasıdır. Bu güzelliktir bizi bu dünyada tüm zorluklara, ayrılıklara göğüs gerdiren.
Sevgi öyle bir duygudur ki, insanlığın her zaman ona ihtiyacı var. Sevgi olan ortam sanki yıldızların süslediği gök yüzüdür pırıl pırıl parlar.
Sevgi öyle bir hisstir ki, insan mezara giderken bile onu yalnız bırakmaz. Kendi gittikten sonra geride kalan sevgilisi, çok sevdiği eşi onun hayalleriyle yaşar, onun anılarıyla teselli bulur.
Tabii ki bu güzellik her kese nasip olmuyor. Her kes sevginin güzelliğini farklı algılıyor. Kimi için o bir hefes, kimi için ise bir ömür hayata tutunma sebebidir.
Şöhret’le Türkan’ın sevgisi gibi. Onların resimlerinde bu sevgiyi, bu büyük aşkı birbirilerine bakan gözlerindeki parıltıdan, dudaklarındakı gülüşten anlamak çok da zor değil.
Bu sevgi efsaneye dönüşecek büyüklükte bir sevgidir. Eğer bugün Türkan Şöhret’siz ayakta dik durabiliyorsa demek ki, bu sevginin gücü, sevginin büyüklüğüdür.
Şöhret ona her zaman “ne olursa olsun, sen her zaman güçlü ol” diyordu.
Gün geldi bu kelimeler onun hayat sloganına dönüştü.
Bana da sevgili yarının dediği gibi ‘möhkem’ olup onunla ilgili anılarını anlattı.
Söhret’i kaybetmekle sadece ailesinin başında duran insanı değil, dostunu, sırdaşını, her zaman onların, akrabalarının başını yüce eden varlığını kaybettiğini söyledi:
“O bana söz vermişti. O Şehit olamazdı…
Şöhret hayattayken her zaman hareketleriyle başımızı yüce ediyordu, bu yüceliği en yüksek makam olan ŞEHADETİYLE daha da yüceltti.
Şöhret ailesi için ne kadar sorumluluk taşıyorduysa, askerleri için belki de daha fazlasını taşıyordu.
O çok merhametli, cana yakın insandı. Bizim yaşadığımız askeri lojmanda her kes bu sözlerimi doğrulayabilir.
Çocuktan büyüğe kadar ne yardım gerekseydi hiç düşünmeden yardıma koşardı. Gece gündüz fark etmezdi.
Sadece doktor olarak değil, bir insan olarak da zorda kalana yardıma koşmaktan zevk alırdı Şöhret.
Ben sadece kocamı, eşimi değil, sevgilimi kaybettim.Evet sevgilimi.Biz kendi aramizda sözleşmiştik ki, her zaman sevgili olarak kalalım.Çünkü bizim sevgimiz bir başkaydı. Bizimkisi aynen şarkıda söylenilen gibi bir aşk hikayesidir.”
Evet aynen…Bu sözlerin kanıtı onun sevgilisi Şöhret’e yazdığı satırlar oluyor:
“29.10.20…Gittiğin 1 ay oldu. Yoksun düz 1 aydır.
Senin ilk verdiğin sözü unutmamışım. Her kelimesi, her cümlesi şimdiye kadar hafızamdadır.
“Biz sevgiden bir dünya kuracağız. Bizim dünyamız bir başka olacak. Dili, dini ayrı olan -sadece sevgiden oluşan.”
Öyle de oldu. Sen verdiğin tüm sözleri tuttun. Dönüp geri baktığımda sana nasıl bir ömürlük minnet borcum olduğunu anlıyorum.
Bana yaşattığın her şey için sana teşekkür ediyorum. Bundan sonra bütün ömrüm seni
yaşatmaya harcasam bile senin yaptıklarının karşılığını ödeyemem.
O bizim dünyamızda sen benim dostum oldun, sırdaşım oldun, sevgilim oldun, her şeyim oldun her zaman.
Her şeyi fazlasıyla yaşattın. Şimdi geriye dönüp baktığımda sanki acele edercesine yaşadın her şeyi.
Hiçbir şeyi yarına bırakmadın. Her zaman başımı yüce ettin benim. Adını her duyduğumda gururla baktım sana. Bana “ben seninle büyüdüm” diyordun. Ben ise senin yanında her gün küçücük bir çocuk oluyordum.
Güçlü insandan birden bire mutlu insana dönüşmüştüm. Başka kimseye ihtiyaç duymuyordum.
Sana cevapsız mesajlar yazıyorum her gün. Asla adresine ulaşamayan senin asla okuyamayacağın mesajlar…
Anladım ki ben kesinlikle “asla”yı anlayamıyorum. Beynim onu kabullenmiyor.
Nasıl yanı sen bir daha olmayacaksın?
Sen gidişinle benden dostumu, sırdaşımı, arkamı, destekçimi, hislerimi, ruhumu, sevgilimi her şeyimi götürdün kendinle.
Bugün anladım ki, sen nasıl ki, varlığınla bana gurur hissi yaşattın, şimdi de gidişinle bana bir ömürlük gururu bırakıp gitmişsin.
Bir de senin hiçbir zaman tanıyamayacağın dostları, tanıdıkları…
Bundan sonra sana sık sık yazacağım senin hiçbir zaman okuyamayacağın mektupları…”
Şöhret son iki gün 24-25 Eylül’de çok garip olmuştu diyor Türkan:
“Güleryüzlü, pozitif insan aniden sanki değişmiş, yerini başka biri almıştı. Sanki son günlerini yaşadığını hissediyordu.
Çok hüzünlüydü. Onu evden uğurladığımızda bana dedi ki “Polat üssüne kalkacağız. ŞEHİT general Polat Heşimov’un adına olan üsse. Oradaki askerlere bazı şeyler gerekiyor.”
Her zaman yaptığı hareketti, şaşırmadım. Ben gülerek “Sen neden götüreceksin ki? Askerlerin gereken her şeyleri var.”
“Hayır benim götüreceklerim benim borcumdur, ben o borcu yerine getirmeliyim.” dedi.
Şöhret Vatan’a olan borcunu Şehadetiyle ödedi. Benimse onun karşısında olan borcum onun emanetleri olan evlatlarımızı atalarının adına yakışan şekilde büyütmektir.
Oğlumuz Murad’ı, kızımız İlayda’yı ataları Şöhret nasıl büyütmek istiyorduysa, ben de onları onun istediği gibi büyüdeceğim, inşallah.
Ne kadar ki ben bu hayatta varım bütün Azerbaycan halkı, Dünya Azerbaycanlıları aynı zamanda kardeş Türkiye’de de onu herkese tanıtacak ve onunla gurur duyacak.
“Şöhret bir doktor olmasına rağmen bir subay gibi savaşarak ŞEHİT oldu.” Bu kelimeleri onun silah arkadaşları boşuna söylememişler.
Bu sözü duyan her kes muhtemelen onun nasıl savaşarak kahramancasına ŞEHİT olduğunu anlar.
Nasıl ki anne babası bir yiğit evlatlarını, ben güzel hayat sırdaşımı, öyle de asker ve subay arkadaşlarının tabirince desek Azerbaycan Ordusu cesur bir subayını kaybetti.
Şöhret çok farklıydı, Şöhret iyi babaydı, Şöhret iyi hayat arkadaşıyd, Şöhret cesur subay ve yetenekli ve başarılı bir doktordu.”
Şöhretle Türkan’ın aşkını ŞEHİTİMİZİN annesi Mehpare anne de dedikleriyle destekliyor:
“Türkan’nı Şöhret o kadar çok seviyordu ki, belki de vallahi bizden, akrabalarından da çok. Onu kendisi sevip evlenmişti. Türkan’ı çok sevdiği için belki de herkesten vaz geçerdi, ama ondan vaz geçmezdi.
Onların sevgisi bir başkaydı…”
2016 Yılında evlenen cütlüğün 2017 Yılında ilk erkek evlatları dünyaya geliyor. 2016 Yılı’nın Nisan çatışmalarında ŞEHİT olan Azerbaycan’ın Milli Kahramanı Yarbay Murad Mirzeyev’in şerefine oğluna onun adını veriyor.
Şöhret Murad’ın gelişini çok hasretle bekliyor:
“Telefon açıp selam bile vermeden “Biliyor musun, ben Murad koyacağım adını başka ad düşünme” demiştin. Hiçbir şey söylemedim.
Eve geldiğinde “Murad nereden aklına geldi?”diye sorduğumda “Milli Kahraman adıdır. Murad Mirzeyev’in şerefine koyacağım” dedin. Onun hakkında çok konuştun. Talış köyü uğruna giden çatışmalarda ŞEHİT olduğunu söyledin.
O zaman benim için Talış köyü, Madagiz, oradaki ormanlar sadece bir isimdi. Ne zamansa oraların benim hayatımın kabusu olacağına inanamazdım. Sonra dedin ki, ben rehin alınmamak için son kurşunumu her zaman kendime sıkmak için koruyorum. Murad Mirzeyev de rehin alınmamak için öyle bir kamufle olmuş ki, (“keşifçiler anlar” dedi) onu birkaç gün sonra bulabilmişler.”
Oysa hiçbir zaman bana işinle ilgili beni endişelendiren hiçbir şey anlatmazdın.
Tam 4 Yıl sonra Murad Mirzeyev’in ŞEHİT olduğu o yerde ŞEHİT oldun.
Ayrıca oradaki toprağa karışarak, üzerinde bile oradaki topraktan alarak defin edildin belki.
O yüzden birgün döneceksin diye garip umutlar sarıyor içimi bazen. Çünkü senin yarın çok sevdiğin o topraklarda kalmış sanki…
Sugovuşan… Her harfinde , her hecesinda acı, ağrı, azap…”
Bu cümleler Türkan’ın Şöhret’e yazdığı mektupdan alıntıdır.
Murad’ın ne zaman konuşacağını, ne zaman yürüyeceğini, ne zaman daha serbest konuşup kendisi ayakları üstünde duracağını hasretle bekliyordu Şöhret.
Onun evlat sevgisini videolardaki karelerde hissetmek oluyor. Bebekle öyle davranıyor ki sanki kalbi yerinden çıkacakmış gibi.
Bütün baba olan ŞEHİTLERDE bu sevginin aşırı derecede olduğunu fark etmemek imkansız.
Sanki onlar evlatlarına sevgilerini aceleyle sunmak istiyorlar. Evlatlarının isteklerini güçleri yettiği kadar çabuk gerçekleştirmek istiyorlar.
Şöhret de aynı onlar gibi.
Murad’la geçirdiği zamanı kızı İlayda’yla geçiremedi. 2020 Yılında doğan İlayda’sına yeterince sarılıp sevgisini ona veremedi.
İlayda Murad gibi onun mezarını ziyarete gittiğinde babasının resmine bakarak “Baba kalk evimize gidelim” diyemiyor. Çünkü o babasını sadece resimlerde görmüş. İlayda Murad gibi babasını işe uğurlamamış. Çünkü o zaman yeni doğan bir bebekti.
Türkan sık sık “ona kendini koru, fazla ileri gitme, az da olsa kendine dikkat et” söylediğimde böyle cevap veriyordu:
“Canım bak sen ister misin bu münakaşa Murad büyüyene kadar devam etsin? Ve günün birinde savaş başlasın ve Murad bu savaşta ŞEHİT olsun. İster misin?”
Bu cevaptan sonra Türkan artık hiçbir söz söyleyemez oluyordu.
Şöhret’in son telefon aramasında ona böyle söylüyor Türkan:
“Bak canımın içi, nasıl ki bizim sana ihtiyacımız var, senin er ve subaylarının belki bizden daha fazla sana ihtiyaçları var. Hiç olmazsa onlar için kendine dikkat et.”
Şöhret’in cevabı çok kısa olur:
“Sen güçlü ol!”
Türkan her an, her durumda sevgili eşinin ona söylediği gibi güçlü olmaya çalışıyor.
Bu güç ona evlatlarını babalarının adına yakışır şekilde büyütmesinde, karşısına çıkan zorluklara göğüs germesinde yardımcı oluyor.
Yukarda söylemiştim onların sevgisi bir aşk hikayesidir. Ama yanılmışım bu aşk, bu sevgi hikaye değil, romanmış, roman…
Şöhret’in ŞEHADET haberini alsalar da onun naşının bulunmaması onun hayatta olduğuna inandırmıştı Türkan’ı. Ama bu beklentinin sonu Türkan’ın ruhen yıkılmasına neden oldu.
Düğünlerinde Türkan’ı baba evinden almaya gittiğinde, evlatları doğduklarında onları hastaneden almaya gittiğinde arabaları süslediği Azerbaycan bayrağına sarılı döndü Türkan’ına.
Bu bayrakla nefes alıyordu. Nereye gitseydi mutlaka çantasında Azerbaycan bayrağı götürürdü.
Sözleri Baba Veziroglu’ya, bestesi Eldar Mansurov’a ait olan “Çık tren yoluna” adlı şarkıyı çok seviyordu Şöhret.
Onun cenazesinin ardından gittikleri zaman Türkan Hanım kaynından cenazeyi bu şarkıyla getirmelerini rica ediyor.
Türkan’ınbu isteği gerçekleşiyor. Şöhret son kez evine bu şarkının sedaları altında geliyor.
Çık tren yoluna her akşam sabah,
Çık tren yoluna beni karşıla…
Karşıladı Türkan’ı onu. Ama onu onsuz karşıladı…
Onun Şöhret’i için son isteği bununla bitmiyor. Türkan Hanım Şöhret’in çok sevdiği daha bir melodi, garmon ustadı Aslan İlyasov’un çaldığı “Hayati” adlı dans muziğini ŞEHİTLER Mezarlığına kadar telefonunda Şöhret için seslendirdi.
Şöhretin bu melodileri duyduğuna inandığı için onu son mekanına böyle uğurladı:
Hayattan doyamayan sevgilisine “Hayati” melodisini hediye ederek…
ÖZGEÇMİŞ
Şöhret Şakir oğlu Gasımov 16 Agustos 1992 yılında Azerbaycan’ın Gedebey rayonunda doğdu. İlk eğitimini 1998 yılında Sumgayıt Şehri 18 sayılı Orta okulunda alan Şöhret, 2009 yılında Sumgayıt Şehrindeki Cebrayil rayonu 5 sayılı Orta okulundan mezun oluyor. Aynı yıl Azerbaycan Tıp Üniversitesi Askeri Tıp Fakütesini kazanıyor.
Şöhret çocukluktan asker olmayı kendine meslek edineceğini düşünüyor.
Yıllar geçiyor Şöhret orta okulu bitirip Azerbaycan Tıp Unıversitesini Harbi Tıp fakültesini kazanıyor.
Şöhret Gasımov üniversiteden başarıyla mezun olduktan sonra Savunma Bakanlığı’nın Yevlah şehrinde bulunan “N” askeri birliğinde görev yapmaya başlıyor.
3 ay sonra Terter rayonunun ön cephe askeri birliğinde görevine devam ediyor.
2018 yılında Şöhret Gasımov’a Tabip üsteğmen rütbesi veriliyor.
Görevi sırasında örnek bir subay ve eğitimli bir doktor olarak herkesin sempatisini kazanıyor.
Askerliği sırasında kendisine birçok fahri nişan ve teşekkür belgesi veriliyor.
Kahraman ŞEHİT 2-5 Nisan 2016 yılında gerçekleşen Nisan çatışmalarına da katılıyor.
Azerbaycan Ordusunun Tabib üsteğmeni Şöhret Gasımov, Azerbaycan Silahlı Kuvvetlerinin toprakları kurtarmak için 27 Eylül 2020 tarihinde başlattığı 2.Karabağ Savaşı sırasında Terter rayonunun Sugovuşan köyü yönündeki savaşlara katılarak kahramanlık gösteriyor.
İki gün içerisinde birçok önemli görevi yerine getirerek hem tarafsız bölgede hem de savaş bölgesinde yaralılarımızı, ŞEHİTLERİMİZİ tahliye edebiliyor.
Son kez 29 Eylül 2020’de Terter bölgesinin Sugovuşan köyü istikametinde yapılan çatışmalarda büyük bir cesaret göstererek 3 zorlu görevi yerine getiriyor.
Yüzlerle yaralı er ve subayın savaş alanından çıkarılmasına yardım ediyor.
Yaralıları savaş alanından tahliye ederken bir düşman tankıyla karşı karşıya geliyor ve hizmeti silahıyla onlarla sonuna kadar savaşıyor. O sırada zırhlı araçtaki 4 kişiyi kurtara biliyor.
29 Eylül’de Tabip üsteğmen Şöhret Gasımov ŞEHİT oluyor. Bir süre onun naşını bulamıyorlar. Babasının DNH testinden sonra ŞEHİTİMİZİ bulmak mümkün oluyor.
Kahraman ŞEHİT Şöhret Gasımov 9 Ekim 2020’de Sumgayıt Şehitler Mezarlığında toprağa veriliyor.
Azerbaycan’ın toprak bütünlüğünün sağlanmasına yönelik askeri operasyonlara katılmak ve askeri birliğe verilen görevlerin yerine getirilmesi sırasında görevlerini onurlu bir şekilde yerine getirdiği için Azerbaycan Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı İlham Aliyev’in 15 Aralık 2020 tarihli Kararnamesine istinaden Şöhret Gasımov, ölümünden sonra “Vatan uğruna” madalyası ve 3. sınıf “Vatana Hizmet İçin” Nişanı ile ödüllendiriliyor.
“ÖNCE VATAN” serisinden
Anne…Evladı için dünyanın tüm zorluklarını omuzlarına alan kadın.
Anne…Kalbinden bir pınar gibi akarak gelen ninnilerle bebeğine mutluluğun senfonisini duyuran varlık.
Anne…Adı duyulunca yüreklerde nice hasret, nice sevgi, onunla geçen günlerin anısından haber veren insan.
Anne…Dünya var olduktan bu yana adına destanlar, şarkılar söylenmiş, şiirler yazılmış güzellik.
Anne… Dünyaya ilk gelişimizde koynunda uyuduğumuz, ilk dil açtığımızda adını söylediğimiz, adı vatanla beraber çekilen, cennet ayakları altına serilen kutsal melek.
Bu melek dünyaya erkek evlat getirdiğinde ona yiğitlik ninnileri söyler, dünya büyüklüğünde Vatan sevgisiyle uyutur.
Bu melek doğmadan önce cennetle müjdelenen oğullar dünyaya getirir.
Dünya ilk savaş alanı olduğu günden bugüne kahraman yiğitler yetiştirmiş, düşmanın sırtını yere vuran, Vatan topraklarını düşmanın ayakları altından çekip alan, kendisi de o topraklarda sonsuzluğa varan oğulların anasıdır o melek kadın.
Azerbaycan 30 yıldan sonra kendi topraklarını düşmandan geri almak için 2.Karabağ Savaşını yaşadı
27 Eylül 2020…
Bu tarihte anneler yigit evlatlarını Vatan için Savaşa uğurladılar. Nice oğullar vardı ki, onları uğurlayacak kimseleri olmadı. Onlardan kimi doğduğunda, kimi ergenlik yaşına geldiğinde anne adlı melekten ayrı kalmak zorunda idiler. Amma o yiğitlerin çoğu şimdi melek anneleriyle Cennette beraberlerdir.
27 Eylül 2020…
Seferovlar ailesinin tek erkek evladı olan Mayis de Vatan için başlanan savaşta Azerbaycan Ordusunun yiğit askerleri ile bir arada idi.
21 yaşlı piyade er, esmer benizli, hayat dolu Seferov Mayis Şakir oğlu.
ŞEHİT olan her bir yiğitte olan farklılık onda da vardı. O da sıcakkanlı, yufka yürekli, merhametli, saygılı, büyüğün, küçüğün yerini bilen biriydi.
Ben her defasında ŞEHİT benim için hayatta olan kutsal varlıktır diyorum. Son nefesime kadar da bu böyle olacak.
O yüzden de bu yazımda hayalen de olsa aynı ortamda ŞEHİTİMİZİN annesi, ablası, dostlarıyla beraber onunla sohbet edecek, onunla ilgili anıları sizlerle bölüşeceğiz.
Gariptir değil mi? “Şehitle nasıl konuşulur?” düşünecek çoğu insan. Ama konuşulur öyle bir konuşulur ki. Onların bizlerden tek farkı vücuden aramızda olmamaları.
“Önce vatan” ın sıradaki kahramanı olan Mayis çok misafirperverdir. Evlerine gelen misafir onlarda olduğu sürece hiç sıkılmaz, Mayis buna izin vermez. Ortamı o kadar pozitif tutar ki, misafir yerinden kalkmak bile istemez.
Bizimle de pozitif ortamda sohbet etti.
Mayis: Selam nasılsınız? Hoş geldiniz.
Bizden önce selam verdi. Her zamanki gibi. Yukarıda yazmışım ya büyükle büyük, küçükle küçüktür yiğidimiz.
H.Halid: Selam Mayis. Biz iyiyiz sen nasılsın?
Mayis: Ben sizlerden daha iyiyim. Sizce benim olduğum mekanda insan nasıl olur? Tabii ki daha iyi.
Annem! Ne güzel Elvin, Adil, halaoğlum Azerler de bizdeler.
Çok mu özlediniz beni?
Narıngül anne: Canım oğlum özlemez olur muyuz? Sen bizim evimizin ışığı, ağzımızın tadısın. Sensiz biz seninleyiz.
Mayis: Ablacığım sen nasılsın, her şey yolunda mı?
Nermin(ablası): Kardeşim, sence nasıl olabilirim? Sen gidişinle beni sadece kardeşsiz değil, dostsuz, sırdaşsız bıraktın.
Mayis: Bak olmadı böyle düşünmen, hiç olmadı. Ben nereye gitmişim ki? Ben her gün sizlerin yanındayım. Sizlerle beraberim. Seninle daha çok zaman geçiriyorum, haberin yok mu?
Anneciğim, sen bana yüreğime dolu sevgiyle yaşamağı öğrettin, sen bana duygunun ne olduğunu, insanlığa sevginin gücünü, merhametin kutsallığını öğrettin. Bütün bu güzel hisleri ben taşıyorsam demek ki benden mutlu insan yok.
Narıngül anne: Benden de mutlu insan yoktur oğlum. Çünkü senin gibi yiğit, kahraman oğlum var.
Mayis: He, bak anne bu sözünü sevdim. Oğlum var dedin, oğlum var idi demedin. Ben Adile de bir kere söylemiştim rüyasında ben ŞEHİT olmuşum, ölmemişim. Yani yaşıyorum.
Adil(dostu): Can dostum, sen benim kusuruma bakma, senin hakkında bana haberi söylediklerinde ben senin için “Mayis ölmüş benden saklıyorlar” demiştim. Sen o gece rüyama geldin ve bana “Ben ölmedim ki ben ŞEHİT oldum” dedin.
Beni affet kardeşim. Seninle geçirdiğimiz günleri hiç unutmadım ki. Özletmişsin kendini.
Mayis: Estağfirullah ne diyorsun, ne kusuru. Seni anlıyorum. İnsan o anda ne düşüneceğini bilmiyor. Ben diyorum ki, keşke her kes anlasa ŞEHİTLİĞİN kutsallığını.
Bizi aldığımız kurşun yaraları hiç acıtmıyor ki. Bizler doğmadan önce Cennetle müjdelenmişiz. O yüzden hayattayken bile cennetin kokusunu hisseder, sonra oraya gideriz.
Kardeşim benim için üzülmeyin asla. Bizim mekanımız bir başkadır. Size bir şey söyleyim mi Adil?
Adil: Söyle kardeşim.
Mayis: Bu çok tekrarlanan bir şeydir aslında: “ŞEHİTLER kurşun yarasıyla ölmez, ŞEHİTLER unutulduklarında ölürler”. O yüzden bizlerin ölmesini istemiyorsanız eğer bizi unutmayın.
Narıngül anne: Öğlum, sizi unutmak imkansız. Geçenlerde senin hakkında Halide Hanım’la konuştuğumda kendisine senin nasıl vatansever, nasıl güzel evlat olduğunu anlattım. Sen gerçekten çok farklı evlatsın.
Sen hayat dolusun. Senin çizdiğin resimlere her baktığımda orda senin parmaklarının sıcaklığını hissediyorum.
Mayis: Güzel annem, ne güzel söylüyorsun.
Evimizde koruduğunuz bütün eşyalarımda benim ellerimin sıcaklığı var. Onlardan benim kokumu alıyorsunuz biliyorum. Siz her defasında onlara dokunduğunuzda ben yanınızda oluyorum.
Nermin: Gaqam(kardeşim)bizimle beraber olduğunu ben daha iyi biliyorum. Çünkü sen bana sadece kardeş değilsin ki. Sen benim dostum, sırdaşım, en yakın dert ortağımsın. Sana bir sey söyleyim mi?
Mayis: Söyle güzel ablacığım, söyle.
Nermin: Sen izinden askere dönüyordun ya, evden çıkarken dönüp evimize baktığında bana neler yaşattığının farkında olmadın. O bakışların, evden çıkışın son nefesime kadar gözlerim önünden çekilmeyecek buna emin ol.
Mayis: Ablacığım, bir daha geri dönemeyeceğimi düşündüğüm için evimize böyle baktım. Bak şimdi buradayım evimizde sizlerle beraber. Hepimiz bir aradayız. Dostlarım, halaoğlum her kes benimle ilgili anılarından konuşuyor. Bu bana zevk veriyor. Demek ki, bu hayatta boşuna var olmadım. Babam nerede, onu görmüyorum.
Nermin: Gagam, babamız zaten her an seninle konuşuyor. Şimdi evde değil. O yüzden bize katılamadı.
Nermin anne: Yavrum sen gittikten sonra komşular bana senin nasıl bir dikkatli genç olduğunu öve öve anlatıyorlar. Diyorlar ki, Mayis her hangi birimizi elimizde bir poşet, bir ağır çanta ile görürse, bize yardım etmeden yoluna devam etmez.
Onlar övüyor ben daha da gurur duyuyorum seninle.
Murad(dostu): Halide Hanım, Narıngül anne, bizim Mayis kardeşimle çok güzel anılarımız var.
Ondan heç bir zaman çekinmedim. Aç olmuşum beni evlerine götürüp, kendi elleriyle ekmekarası bir şeyler yapıp veya Allah’ın verdiyi ne varsa o gün yedirip, içirmiştir. Gagam, hatırlıyor musun hep bana derdin ki, Murad ben olan yerde yürekli ol, ne kadar ki, ben varım sen kimseden ve hiçbir şeyden çekinme.
Mayis: (Gülüyor)Maşallah kardeşime, hiçbir şeyi unutmamış.
Murat: Hiç unuta bilir miyim? Senin benim için yaptıklarını unutursam demek ki, kendimi unutmuşumdur.
Elvin (cocukluk arkadaşı): Halide Hanım biz Mayis’le tanıştığımızda çocuktuk. Her gün mahallede oyun oynardık. Mayis kardeşim çok yeteneklidir. Beraber resim çizer, orgda müzik çalar, bazen de dans ederdik. Çok yüreği temiz, samimi dosttur. O her zaman bana kardeş olmuş, destek vermiştir. O kadar hatıralarımız var ki, konuşursam eğer günler yetmez dinlemek için.
Mayis: Siz beni mahcup ediyorsunuz, vallahi. Kendimin bu kadar unutulmaz olduğumu düşünemezdim.
Murat: Senden yoktur kardeşim. Sen gittikten sonra senin yerini dolduracak dostum olmadı.
Mayis: Çok sağ olun canlarım, var olun. Değeriniz, sevginizden dolayı her birinize sonsuz teşekkür ediyorum. Sizler de benim için unutulmazsınız.
Azer halaoğlum, senin ne diyeceklerin var benimle ilgili, konuş bakalım.
Azer(halasıoğlu): Kardeşim senden konuşmakla bitmez ki sohbet. Seninle akraba olsak da beraber az zaman geçirsek de, o az zaman benim için bir ömre bedeldir. Sen başkasın dayıoğlum. Samimi, cana yakın olman her kesin kalbinde yer edinmiş.
Seninle sohbete doyulmaz. O kadar merhametlisin ki zorlukta olan her kesin hemen yardımına koşarsın.
Sen bize gelen zamanlar at binmeye giderdik, hatırlıyor musun?
Mayis: Azer kardeşim, ben hiçbir şeyi unutmadım ki. Konuştuğunuz her bir anı benim hafızamdadır.
Azer: Doğaya sevgin beni şaşırtıyor. Senin kadar Doğa sevdalısı insan, ben kendim adına söylüyorum, tanımadım bu gün kadar. He, bir de senin duygusallığın. Müziği, şiiri sevmen. Bütün bunları tenhalığa çekilerek dinlemen çok hoşuma gidiyordu.
Bir de senin araba sevdalısı olmanın altını çizmeliyiz. Bugün benim arabaya olan sevgim bana senden bulaşmış olmalı. Bir sözü de unutmadan söyleyeyim, ben kuaförlüğe başladığımda o mesleğin sırlarını sen bana öğrettikçe ben şaşırıyordum. Sanki profesyonel kuaförmüşsün gibi her bir detayı anlatıyordun.
Ama biz anlaşmıştık, ben tezkeremi senden 3 ay önce alacağım için seni ben karşılayacaktım. Sözünü tutmadın.
Mayis: Azer olmadı ki. Ben sözümü tutsaydım o zaman ben senin tanıdığın Mayis olmazdım ki. O anlaşmamız bak ne güzel sonuçlandı. Her kesin yetişemeyeceği bir makamla-ŞEHADETLE.
Azer: Can kardeşim, bazen yalnızken diyorum keşke Mayis şimdi yanımda olsa. Hep beraber eski günlerdeki gibi muhabbet edelim, şakalaşalım. Senin 4-5 yıl önce bana söylediklerini yaşadıkça senin nasıl uzak gören biri olduğuna kesinlikle eminliğim artıyor. O dönemlerde senin bana anlattıklarının farkına bazen varmıyordum, ama şimdi onları birer birer yaşıyorum ve senin zekana, aklına iyi anlamda haset ediyorum.
Mayis: Bir az da böyle konuşsanız kendime aşık olurum haberiniz olsun.
Nermin: Gagam sen yine esprilerinden geri kalmıyorsun. Seviyorum da senin bu özelliğini. Birlikte şiir yarışması geçirdiğimiz günleri çok özlüyorum. Dertleştiğimiz günleri de.
Şimdi günümün çok saatini senin odanda senin resimlerinle sohbet ederek geçiriyorum.
Narıngül anne: Canım oğlum sizin kolejin müdürü var ya Talıp hoca, senin hakkında ne kadar hoş sözler söylüyor. Diyor ki, kaç yıl oldu kolej müdürüyüm hiçbir öğrencim askere giderken benimle vedalaşmadı. Mayis çok farklı bir öğrencimdi. Askere giderken geldi benimle vedalaşıp gitti.
Mayis:Annecim ben biliyordum ki, bir daha geri dönmeyeceğim. Boşuna mı izne gelmeden önce size sordum eğer beni köyümüze götürecekseniz, ben izne gelirim, aksi halde gelmem.
Bunu söylemekte maksadım akrabalarımla dostlarımla tanıyıp bildiğim her kesle vedalaşmaktı.
Mahalledeki dostlarım da benden sonra size söylemişler onlarla da vedalaştığımı, helalleştiğimi.
Bütün bunlar benim kendi isteğimle olacak şeyler değil biliyorsunuz. Bu beni Cennetle müjdeleyen Rabbim’in benim için çizdiği kaderdir.
Narıngül anne: Senin savaş arkadaşların, komutanların seninle ilgili o kadar güzel sözler söylüyorlar ki, maşallah sen bu zayıf vücudunla o büyüklükte silahı nasıl taşıdığını, düşmana nasıl darbe indirdiğini. Bunları duydukça biliyor musun nasıl mutlu oluyorum.
Sık sık senin çocukken bana “anne benim askere gitmeme kaç yıl kaldı? Ben ne zaman askere gideceğim?” diye sorardın. Ben de kalan yılları anlatırdım.
Sen bizim de kendi başını da yücelere kaldırdın. Allah senden razı olsun yiğidim.
Mayis: Anneciğim, güzel annem 2. Karabağ savaşında kutsal topraklarımızı geri almak için ne kadar ağabeylerim, kardeşlerim hatta ablalarım ŞEHADETE yüçeldiler biliyorsunuz.
Şimdi o topraklarda yeniden Azerbaycan bayrağı yükseliyor, yeniden Karabağ’lılar kendi torpaklarına yerleşiyor, oralarda hayat yeniden başlıyor.
Bizler “Demir yumruk”ta birleşip bir yumruk olduk ve Zafer kazandık. Ne mutlu bizlere.
Bizler siz annelerin onurlu, dik duruşunuzla mutluluk duyuyoruz.
Başınızı dik tutun ve hiçbir zaman benim için ağlamayın. Ne kadar hayat var, ne kadar ki insanlık yaşıyor biz ŞEHİTLER de sizlerle beraber yaşıyoruz.
Halide Hanım, değerli dostlarım bugün canımı feda ettiğim Vatan toprağında yeni mekanıma kavuştuğumun 4.yıldönümünde annemi, ablamı yalnız bırakmadığınız için her birinize teşekkür ediyorum. İyi ki varsınız.
H.Halid: Yiğidim biz sana teşekkür ediyoruz. 4 yıl diyorsun. Nice yıllar geçecek, sen ise bizim için aynı yaşta 21 yaşında kahraman olarak yaşayacaksın, nasıl ki yaşıyorsun. Hakkını bizlere helal et.
Mayis: Helal olsun.
ÖZGEÇMİŞ:
Seferov Mayis Şakir oğlu 20 Haziran 1999 yılında Azerbaycan’ın Neftçala şehrinin Hol Karabucak köyünde doğdu.
İlk eğitimini 2006 yılında Bakü’nün Sebail reyonunun 163 saylı okulunda aldı, 2010-2015 yıllarında ise eğitimine Sabuncu reyonunun Balahanı kasabasında yerleşen C.Cahangirov adına 4 saylı orta okulda devam etti.
Orta okulu 2015 yılında bitiren Mayis Bakü Humanitar Kolejinin resim öğretmenliği bölümünü kazanıyor. 31 Mart 2019 yılında Koleji başarıyla bitiriyor.
Mayis Seferov 1 Haziran 2019 yılında askeri hizmete çağrılıyor. O hizmetini Goranboy şehrinin Aşağı Ağcakent köyünde yerleşen “N” sayılı askeriyesinde piyade er olarak başlıyor.
Başarılı er olarak defalarca teşekkürnamelerle ödüllendiriliyor.
27 Eylül 2020 yılında Azerbaycan Silahlı Kuvvetleri tarafından Ermenistan işgali altında olan topraklarımızın alınması için başlatılan 2.Karabağ Savaşında kahramanca savaşıyor.
M.Seferov Talış yükseklikleri, Murovdağ ve Sugovuşan uğruna yürütülen operasyonlara Rpg7Roketatar atıcısı olarak katılıyor.
Mayis Seferov 1 Ekim 2020 yılında Goranboy ilinin Tap Karakoyunlu köyü ve Kehriler harabalığı yönünde Ermenistan Silahlı Kuvvetleri tarafından odlu silah çeşitlerinden atılan mermi patlaması sonucunda ŞEHİT oluyor.
Azerbaycan Cumhurbaşkanı İlham Aliyev’in 15.12.2020 yıl tarıihli Kararnamesine istinaden Seferov Mayis Şakir oğlu ölümünden sonra “Vatan uğruna” madalyası, 24.06.2020 yıl tarihli Kararname’lerine istinaden “Cesur savaşçı” ve “Sugovuşan’ın kurtuluşuna göre” madalyaları ile ödüllendiriliyor.
Halide Halid
Doğu edebiyatınin sönmeyen yıldızı dünyada “Haydarbaba şairi” gibi tanınan ustad Muhammed Hüseyin Şehriyar sanatına sevgi ve ilgi bu eser el yazısı halinde iken başlamıştır.
İlk yayımından sonra okurların, edebiyat eleştirmenlerinin ve son olarak da şairlerin ilgi odağı olan eser hakkında sonsuz sayıda araştırma yapılmış, monografiler ve esere nazireler yazılmıştır.
Irak’ın Erbil şehrinde yaşayan şair ve Türkmen Yazarlar Birliği Başkanı Esat Erbil’in “Haydarbaba’ya Selam ” şiirine yazılan nazireler arasında “Erbil Kalesi Destanı” şiiri özel bir yere sahiptir.
Şair bu eserinde doğup büyüdüğü Erbil kentinin yanı sıra Gala mahallesini de okuruna tanıtmaktadır.
Eser 2008 yılında yazılmış olmasına rağmen belirli sebeplerden dolayı 2010 yılında Erbil’deki Hacı Haşim Yayınevi tarafından yayımlanmıştır.
Genç yazar Şehriyar’ın yaratıcılığıyla ilk kez 1980 yılında Nabi Hazri ve Rasul Rıza’nın Bağdat’a gitmesiyle tanışıyor. Ve onların aracılığıyla Şehriyar hakkında bilgi sahibi oluyor.
Irak Türkmen edebiyatında kendi yeri ve imzası olan Azerbaycan okuyucusunun da aşina olduğu Abdlulatıf Bandaroğlu bu menzumeyi Irak Türkmencesine çevirerek türkmen şiir severlerine sunmuştur.
Esat Bey, 1993 yılında üstad Şehriyar’ın “Haydarbaba’ya Selam” şiiriyle tanışır.
Bu eser şairin oldukça ilgisini çekiyor. Bundan önce Abdüllatif Bandaroğlu, İsmayıl Sarttürkman, Faruk Köprülü, Mehmet Bayat ve bu esere şiir yazan diğer şairlerin eserlerini dikkatle okur.
Eserleri inceler ve bu eserle ilgili şunları yazar:
“Asıl amacım bu vesileyle bu çalışmayla gelecek nesillerimizin Erbil Kalesinde geçmişte kimlerin yaşadığını ve yaşadığını tanıyıp tespit etmesidir. Bazıları tarih sayfalarında büyük roller üstlendi, bazıları ise bilim dünyasının en ünlü insanları oldu. Bir kısmı da Yüce Allah’ın rahmetine sığınmıştır.
İkinci hedefim ise gelecek nesillerin bu incilerimizi unutmaması, onlara güvenmesi, tarihin sayfalarını inceleyerek gelecek nesillere anlatması ve onların parlak geçmişini unutmamasıdır. Çünkü onlar bizim mirasımız, gelenek ve göreneklerimizdir. Onlardan bize kalanları gözbebeğimiz gibi korumamız ve gelecek nesillere aktarmamız gerekmektedir.”
287 beşlikten oluşan “Erbil Kale Destanı” menzumesi böyle başlar:
Erbil şehrimize kurbanam özüm
Kale mertler yeri orası bizim,
Türkmendir soyumuz halkı da gözüm.-
Bakın kalemize yüksektir yeri,
Öz halkı hak sever ezelden beri.
Şair bu eserinde çok güzel bir vurgu yapmaktadır. Böylece her mısrada, bahsettiği olay ve kişilerin ayrıntılı bir anlatımının yanı sıra doğadan örnekler de veriyor.
Birinci paragrafta bahsettiği Erbil şehri ve kalesi hakkında şöyle yazıyor:
“Erbil: Dünyanın en eski şehridir. Altı bin yıl önce bu şehirde insanların yaşadığı söyleniyor. Tarihçilere göre Sümerler döneminden önce de Erbil’in bir şehri vardı ama bu şehre Orbilim adı veriliyordu. Irak’ın kuzeyindedir. Erbil şehri bazen bölgenin başkenti bazen de merkezi olmuştur. Belirli tarihlerde eyaletin başkenti olmuştur. Tarihçi Taha Bekir bu konuyla ilgili olarak “Mevti Alasar ve Alhazara” adlı kitabında şöyle diyor:
“Erbil, Arfers döneminde yükselmiş ve ülkenin başkenti olarak Hadyab olarak anılmıştır. Aynı zamanda İmparator Aşur Senharib döneminde bu şehir yükselerek siyasi ve idari bir merkez olarak anılmıştır. Bazen dini bir merkez olarak gösterilmiştir. İslamiyet döneminde bazı devletlerin başkenti olarak gösterilmiştir. Bunlardan Atabayler Beyliği’nin başkenti ve bu şehrin en büyük rolü Sultan Muzaferret Göyboru zamanında olmuş ve altın dönemini yaşamıştır.”
Kale: Irak’ta üç şehir var; Erbil, Kerkük ve Telafer. En eski ve en yüksek Erbil Kalesi’dir.
Bu kale büyük bir tepenin üzerine inşa edilmiştir. Ancak tarihçiler nasıl yapıldığına dair herhangi bir bilgi vermiyorlar. Bu kale birçok tarihi dönemden geçmiştir; Sümerler, Babiller, Persler, Yunanlılar, Persler, Sasaniler ve İslam buna örnek olarak gösterilebilir. Bu kalede farklı zamanlara ait pek çok tarihi yazı ve resim örneği bulunmuştur. Birçoğu Sümer dönemine ait resimler ve mihi yazısıyla yazılmış.”
Bahsettiğimiz Erbil Kalesi’nin aynı zamanda Türk Kalesi olarak da bilindiğini de belirtelim.
Esad Erbil’in bu şiirini okurken Şehriyar’ın ruhunu her kıtada görmek mümkündür:
Heyder Baba, yolum senden keç oldu,
Ömrüm keçdi, gelenmedim geç oldu,
Heç bilmedim gözellerin neç oldu,
Bilmezidim döngeler var, dönüm var,
İtginlik var, ayrılık var, ölüm var.
Veya:
Hecce Sultan emme dişin kısardı,
Molla Bağır emoğlu tez mısardı,
Tendir yanıb, tüstü evi basardı,
Çaydanımız arsın üste kaynardı,
Kovurkamız saç içinde oynardı.
Esat beyler ise yazıyor:
Erbilden ilk defa uzakta qaldım,
Yüksek tehsil alıp bilime daldım
Millet çıkarına meylimi saldım
Mücadile ettim genclik çağımdan
Paysız olmadım yadlar dağından…
Daha sonra ise şöyle yazıyor:
Yüksək kalemizin üç kapısı var,
Ahmediye, Büyük, Küçük kapı dar.
Beden beyazlaşır, kışta yağsa kar,
Uşaqken yapartık kardan adamı
Mankala başında yerdim bademi…
Şu şekilde açıklıyor:
“Erbil’de liseyi bitirdikten sonra 1970-1971 öğretim yılında Süleymaniye Üniversitesi Matematik Fakültesi istatistik bölümüne girdim. 1974-1976 eğitim-öğretim yılında burada lisans diploması aldım. Aynı zamanda üniversitenin Türkmen öğrenci birliğinin başkanlığına seçilerek üç yıl üst üste Türkmen gençliğinin en mükemmel şekilde yetiştirilmesi ve yetiştirilmesi için yorulmadan çalıştım. Süleymaniye halkı arasında aydın olduklarını kanıtlamak için.
Diğer paragrafın açıklamasında şöyle diyor:
“Erbil Kalesi’nde genel olarak üç kapı bulunuyor. İsimler:
1. Adını ilk belediye başkanı Ahmet Efendi’den alan Ahmediye,
2. Büyük kapı. Büyük ve geniş olduğundan bu ismi almıştır.
3. Küçük kapı. Küçük ve dar bir kapı olduğu için bu ismi vermişler. Kalenin dört tarafındaki bölüme Gula adı verilmiş.
Esad Bey diğer nazirelerde çok farklı bir eser yayınlamıştır.
Bu güne kadar yazılan nazirelerde herhangi bir dağ veya oba ele alınsa da oralarla ilgili 1-2 cümleden oluşan bir açıklama yapılmıştır.
Esad Bey, 287 beşlikten oluşan bu eserinde her paragrafta ele alınan olaylar, mekanlar ve kişiler hakkında detaylı bilgiler vermektedir.
Tanınmış edebiyat eleştirmeni Prof.N. Şemsizadeh, “Edebiyat Teorisi” adlı kitabında şiirle ilgili ilginç bir görüş yazıyor:
“…Bir bakıma şiire manzum olarak yazılmış bir anlatı (masal, roman) da denilebilir.”
Bu fikri Esad Bey’in “Arap Kalesi Destanı” adlı şiirine de uygulayabiliriz. Bu eser gerçekten manzum bir romandır; Erbil’in dünü ve bugününü anlatan bir romandır.
Kaleni yıktılar bizim varımız,
Kerkük, Telaferdı ikiz yarımız.
Gələcəkte umut, bahçe barımız
Bağlıyız bu yurda vaz da keçmeyiz,
Erbildi can şehrim başka seçmeyiz.
Açıklaması:
“Saddam rejimi döneminde Kerkük, Erbil ve Telafer’de üç kalede de Türkmen varlığı görüldüğü için ve bu kalelerin yıkılması için büyük çaba sarf edildi. Erbil Kalesi, Türk mimarisinden Arap mimarisine dönüştürülmüş, Kerkük Kalesi bir anda askeri kışlaya dönüştürülmüş, Telafer Kalesi ise bakımsız bırakılmıştır.”
Şunu da eklemek isterim ki, İŞİD adı verilen terör örgütünün ortaya çıkışından bu yana Irak’ta saldırdıkları yerlerden biri de nüfusu yaklaşık 400 bin olan Telafer kentidir. Burada yaşayan Türkmen kardeşlerimiz ölüme bakan o alçaklarla mücadeleden geri adım atmasa da sonunda Telafer İŞİD’in eline geçti.
Irak Türkmenleri, 20-21. yüzyılda teröristlerin ve Amerikan askerlerinin en çok saldırısına uğrayan milletlerden biri, hatta ilki diyebilirim.
Artık Türkmenler Türk dünyasının hafızasından silinmiş görünüyor. Irak Türkmenlerine karşı ilgisizliğin nedenini bulmak oldukça zordur. Belki zor değildir, bu milleti yeryüzünden silmek için harekete geçen sadece belli bir eldir.
Yabançılar gelip yurda doldular,
Mutluluğu elbet onlar buldular.
İşğal oldu yurdum bizde kaldılar,
Müslümanız bilin sabır bizdedir,
Yurdumun sevgisi canda, gözdedir…
Şair, bu ülkenin yabancılar tarafından işgal edilmesini böyle anlatıyor:
“Amerikanlar ve müttefikleri ülkemizi işgal etti. Bizim topraklarımızda istedikleri gibi at oynatıyorlardı. Müslüman olduğumuz için sabrettik ve hakkımızı alacağımız günü bekliyoruz. Bu nedenle gençlerimizden güçlü ve sabırlı olmalarını rica ediyoruz. Hak mutlaka sahibine dönecektir.”
Şair Esad Erbil, tüm bu acılara rağmen Türkmenlerin galip gelecekleri günü sabırla ve azim ile beklediklerini eserinde şiirlere dökerek şöyle yazar:
Gelecek parlaktır Tanrı belimiz,
Soyumuz Oğuzlar, türkmen dilimiz,
Yadlara karşıyız durmaz selimiz.
Keçici günleri, bir gün biterler
Siyah yaprakları yırtıp yiterler.
Bu satırlar aynı zamanda yukarıda sunduğum yabancıların ve işgalcilerin bir gün kendilerini bu topraklardan çıkaracaklarından emin olduklarının işareti olarak yazılan sözlerdir.
Ben yazdım gerçeyi nesiller bilsin,
Tarih olayları ortada kalsın.
Suçlulara istər Millet af kılsın,
Ne yazık Türkmende birlik olmadı.
Ara boşlukları bir an dolmadı…
Halide Halid