10 Nisan 2025 Perşembe
“Haklı olmayı bırak, mutlu olmaya bak!”
Böyle diyor kişiler arası iletişim psikoposları.
İyi de, polyannacılık olmasın bu biraz?
Buyur diğer yanağımdan.
Haklıyken hakkını almadan mutlu olmak mümkün mü sahiden?
Hadi iyimserlik onlarda kalsın, biz yine de bunu olaya, insana ve mekâna göre değerlendirelim:
Kişinin kendini kaybettiği yerlerin başında trafik gelmektedir örneğin. Direksiyondayken haklı çıkmaya çalışmayacaksın. Çoğu zaman vakit kaybı, stres kaynağı ve kavga sebebidir bu birader. Eyvallah deyip geçeceksin.
Araç süren herkeste olduğu gibi benim de bir hikâyem var bu konuda. Büyükşehirde iş çıkışı trafiğin vızır vızır aktığı dört şeritli işlek bir yolda seyir halindeyim. En sol şeritteyim. Arkamda son model bir jip. Selektör ediyor durmadan. Önünde olmamı kendine yediremiyor herhalde. Üstüme yürüyor, yol istiyor. Elbette doğal hakkı. Ancak sabırsız, anlayışsız. Tamam yol vereyim de sağım o an dolu. Fırsat bulamıyorum. Bir kazaya mahal vermemek için uygun zaman kolluyorum. Sağa doğru sinyalim açık. İlk fırsatta sağ şeride geçip yol vereceğim ki nihayet öyle de oldu. Fırsat bulur bulmaz sağa geçip yol verdim. Adam iflahımı kesmişti ancak. Sinirim tepemdeydi. Yanımdan akıp uzaklaşırken hayatımda o ana dek yapmadığım bir şey yaptım. “Yaptığın ayıp.” anlamında kornaya bastım.
Vay anam, sen misin basan! Bir de bana, he! Basmaz olaydım. Camdan parmak sallayıp tehdit etmeler, afkurmalar, yol ortasında durmaya çalışmalar falan. Neyse, Allah’tan duramadı. Geçti gitti. Yoksa haklı olmam pahalıya patlayacaktı kim bilir.
Hani bilinen bir hikâyedir: Diyojen bir gün çok dar bir sokakta zenginliğinden başka bir şeyi olmayan küstah ve kibirli bir adamla karşılaşır.
İkisinden biri kenara çekilmedikçe geçmek mümkün değildir. Kibirli zengin, küstah ve aşağılayıcı bir tavırla:
“Ben bir serseriye yol vermem.” der.
Diyojen kenara çekilir ve gayet sakin:
“Ben veririm.” der.
Eşler arasında haklı olmanın bugüne dek bir kıymet-i harbiyesinin olduğu vaki değildir. Tolere edilmesi, olanın olduğu gibi kabul görmesi telkin edilir ya da böyle olması istenmese de bunu en son çare olarak görenler bakımından terk edilir. Sonraki durak televizyonlardır maazallah. Örümcek ağı hazır. Düştün, kurtulamazsın. Müge Anlı, Esra Erol her gün ekranlarda bunların değişik değişik versiyonlarını verir.
Evlat ile ebeveyn arasındaki ilişki ve iletişimde ise, çok istisnai durumlar olmakla birlikte genellikle evlattan yana taviz verir anne babalar. Ne olsun işte, gadasını üstüne alırlar. Yeter ki mutlu olsun evlatlar.
Birkaç yıl önceydi, ABD’de siyahi bir vatandaş tutuklu bulunduğu cezaevinden yirmi yedi yıl sonra serbest bırakılmıştı. Vatandaş bu kadar yıl suçsuz yere yattıktan sonra masum bulunup salıverilmişti. Giden gençliğinden, hayatından gitmişti tabii. Cezaevinden çıktığında siyahinin saçları bembeyazdı. O saatten sonra haklı bulunmak da ne bileyim?
Ezcümle, hak aramayı bırakıp mutlu olmak; en az zararla bir daha görmeyeceğin insanlarla arandaki ilişkilerde geçerlidir desek yeridir.
Değil miydi ki, amcası Hz. Hamza’nın bedenini parçalayıp ciğerlerini söken Hz. Vahşi’yi Allah rızası için affeden yüce gönüllü Peygamber Efendimiz, Vahşi’ye:
“Fakat seni görünce dayanamıyorum. Elimde olmadan üzülüyorum.” demişti.
Yoksa içinde mahkeme kurulur; fıtratın bir gerçeği olarak benlik saygısı ve egonun dürttüğü öz yargı insanı çıldırtır alimallah.
At üstünde üç kıtaya hükmeden medeniyetimiz, her anı cehd ile kuşanan bir aksiyon medeniyetiydi. Viyana Kapısı, medeniyet tarihimizde bir eşik olarak kaldı. Geçilseydi, akın akın daha ileriye gidecek, kim bilir bütün bir Avrupa fethedilecekti.
Geçilemedi. O gün milat kılınarak duraklamaya ve ardından gerilemeye başladık.
Şaşkındık. Gergindik. Bir ok kadar öfkeli. Yeniden giyindik zırhımızı. Kınından çıkarıp kılıçlarımızı, yayımızı yeniden gerdik.
Ama olmadı. Bir daha kendimizi o kapının eşiğinde bulamadık…
18. yüzyılın ilk çeyreğinden başlayarak Batı’dan topraklarımıza doğru esen bir rüzgâr, burunlarımıza yeni bir koku getirdi:
Batılılaşma.
Garp medeniyetinin üstünlüğünü kabul etmiştik bir kere. Batı ile baş edemediğimize göre ona benzeyecek, onun gibi olacaktık.
Ne garip.
Öncelikle askerî ve eğitim müesseselerini içine alan değişim, dönüşüm ve gelişmeler, daha sonra siyasi, sosyal ve kültürel hareketleri de ihtiva etti. “Asrilik, Asrileşme, Muasırlaşma, Muasır Medeniyet Seviyesine Ulaşma, Modernleşme” ve en son dilde bugünkü karşılığını bulan “Çağdaşlaşma” adını alan Batılılaşma serüvenimiz böyle başladı.
Yalnızca kabuğunu kırmayı önermiyordu süreç. Kimliğinin zırhından soyunarak karşı kalıba girmeyi öngörüyordu. Dolayısıyla Batılılaşma, bizde birçok cihetiyle modernleşmekten daha ziyade bire bir aynileşmek; içten içe kahreden bir aşağılık kompleksinin etkisiyle bir cenahı körü körüne taklit etmek olarak vücut buldu.
Payitaht merkezli olmak üzere bütün bir toplum sathında derinden hissedilen ve özü taklide dayanan Batılılaşma rüzgârının bizde oluşturduğu en büyük tahribat, “Başkalaşım” olarak ifade edilebilir.
Evet, Batılılaşma serüveniyle birlikte başkalaştık biz. Bunu kim inkâr edebilir?
Hayatın zamanla getirdiği yeni şartlara uyum sağlamak üzere kendi kimliğini kaim kılmak için birtakım değişim ve dönüşümlere başvurmak olası ve anlamlıdır. Lakin kötü olan, başkalaşımdır. Başkalaşım, adı üstünde ben’inden uzaklaşmaktır.
Yeryüzü, tarih boyunca güç gösterisine sahne olmuştur. Güçlü millet ve imparatorluklar, amansız bir mücadeleyle başka toplumları hegemonyasına alıp kendi kimlik potasında eritmeye çalışmıştır. Ancak bu acımasız dalganın karşısında hakkıyla direnebilenler, öz kimlikleriyle ayakta kalabilmişlerdir. Yakın tarihimiz buna dair örneklerle doludur. Döneminin diğer aydınları gibi hayatını milletine adayan, Kırgız hidroenerjisinin geliştirilmesi, kömür rezervleriyle maden yataklarının araştırılması ve demir yollarının kurulması için çalışan babasını Stalin rejiminin düzenlediği katliama kurban veren Cengiz Aytmatov’a “Gün Olur Asra Bedel”i yazdıran, bu sancıdan başka neydi yoksa? “Mankurtlaşma” olarak ifade ettiği kendi kimliğine yabancılaşma, kendinden uzaklaşma, bu eserinin temel mesajı olarak durmaktadır. Kendinden uzaklaşan, başkasına yakınlaşır. Boş kalan kalelere başkaları gelip yerleşir.
Tabiat böyle mi işlemektedir, kestirmek zor; ancak bu mücadele bugün de devam ettiği gibi, öyle görülüyor ki yarın da devam edecektir.
Batılılaşmanın, kendi kimliğinin renklerini muhafaza ederek daha güvenli, daha müreffeh bir hayat standardı yakalamak hedefiyle yalnızca fen, felsefe, bilim, teknik, askerî ve ekonomi yönüyle alınıp uyarlanmasında hiçbir beis yok. Nitekim Tanzimat’tan Cumhuriyet’in kuruluşuna kadar M. Akif Ersoy, Sait Halim Paşa ve diğer bir takım devlet erkanı ve düşünürlerin savundukları budur. Karşı olunan “Yanlış Batılılaşma”dır. Karşı olunan, moda, medya, kitle iletişim, özenti, tüketim, madde, haz ve eğlenceyi esas alan envaiçeşit kirli ideolojiler yoluyla içtimai hayatımızdan mahremimize kadar uzanan kültürel yozlaşmadır.
Karşı olunan, Batı’nın eğlence, folklor, konfor ve günlük hayat alışkanlıklarının kopyalanmasıdır.
Yanlış Batılılaşma mevzusu, 19. yüzyıl edebiyatımızdan Cumhuriyet Edebiyatı’na çok geniş bir yelpazede, roman başta olmak üzere şiir, deneme, öykü, tiyatro, fıkra, makale gibi türlerde birçok sanatçı tarafından detaylı olarak işlendi.
Akif, Batı’nın bilim ve tekniğini almış ancak kendi cenahının medeniyet ahlakıyla ahlaklanmış nesli Asım karakteri üzerinden idealize ederek işledi eserlerinde.
Özüne bakılırsa, yüzyıllar evvel pergelinin sivri ucunu bizim topraklarımıza sabitleyip ürettiği felsefeyle yetmiş iki millete seslenen Mevlânâ, doku uyuşmazlığı yaşanmadan Batılılaşmanın nasıl yapılması gerektiği konusunda güzel bir kılavuzluk yapmıştı. Mühim olan, dünya ufuklarına açılırken yerli ve millî kalmaktı.
Yanlış Batılılaşmanın kötü bir örneğini ise Tevfik Fikret vermişti. Batı’nın fen, bilim ve felsefesiyle aydınlanıp da ülkesine dönsün ve öğrendiklerini vatan toprağında uygulasın, nesillere örnek olsun diye oğlu Haluk’u Avrupa’ya göndermiş; ancak Haluk, Avrupa’da aldığı eğitim sonrasında ülkesine dönmediği gibi kimliğini kaybetmiş; kilisede başpiskopos olmuştu.
Tamam, Batılılaşalım; ancak “Hangi Batı?” diye sorup dikkat kesilmek istiyordu Attila İlhan.
Nefes aldığımız cenahta bin yıllık yaşantımızla hayat verdiğimiz İslam düşünce ve yaşam anlayışı, kolonları kendi kodları üzerinde yükselen çatı medeniyetimizdir; her dem kalbimizin üstünde taşıdığımız öz kimliğimizdir.
Batı’nın en gözde merkezlerinde bohem hayatıyla eğlencesini tadan Necip Fazıl Kısakürek, yıllar sonra yeniden kendine döndükten sonra, adeta hidayete erer gibi, “Anladım, sanat Allah’ı aramakmış.” diye belirtir.
Meseleye tarihî ve sosyolojik perspektiften yaklaşan şair ve mütefekkir Sezai Karakoç’a ayrı bir parantez açmam lazım. Ona göre, bir uyanışın olması ve daha sonra bu uyanışı bir dirilişin takip etmesi gerekir. Ancak bu sayede bir kurtuluş olabilir. Toplumlar, geçmişleriyle ayakta kalabilirler. Tarihleriyle bağı kesilmiş toplumların varlıklarını sürdürebilmesi son derece zordur. Neslin genleri temizdir. Geçmişte olan, şartları yerine getirilebilirse bugün de olur.
“Ne sadece maddiyat ne de tamamen maneviyat. İkisinin dengede tutulduğu bir hayat.” diyordu Samiha Ayverdi. “Bizim Batılılaşmaya değil, kendi kalıbımız içerisinde kendimizi yeniden ihya etmeye ihtiyacımız vardı. Köksüzlük, en derin öksüzlüktür.”
Yönümüz Batı’ya; yüzümüz bize dönsün.
Kinik felsefesinin öncü ismi Sinoplu filozof Diogenes, gündüz aydınlığında elinde fenerle sokak sokak dolaşıyordu. “Ne bu hâl?” diye soranlara: “Dürüst insan arıyorum.” diyordu.
Haksız mıydı?
Kolaycılık, kısa yoldan köşeyi dönme, emek vermeden yemeğe konma, hırsızlık, arsızlık, iltimas, göz boyama, bencillik, kıskançlık, çıkarına giden her yolu mubah bulma, her yeni gelişmeyi şahsi menfaatleri için kullanma, haysiyetsizlik, genel anlamda yozlaşmışlık, ahlaksızlık günümüz insanının temel vasfı hâline gelmiş durumda. Bu gömleğin kolay sıyrılacağını da sanmıyorum.
Tehlikeli olanı ise bunun kanıksanması, süreç içerisinde normal ve doğal karşılanmasıdır.
Hayret, itiraz ve isyan makamında da değiliz artık. Bu damarlarımız neredeyse alınmış bizim. İşin eğitilmişi, okumuşu, cahili, alaylısı, okullusu da yok üstelik. Daha birkaç ay öncesiydi ya başımıza gelen. Kabir toprakları hâlâ daha sıcak. Kalbi karartan bir ihtirasla daha fazla para kazanmak için doktor kişi, yeminini bozup insan öldürmedi mi? Göz göre göre onca insan evladı ölüme terk edilmedi mi? Akıl alır gibi değil. Daha fazla kazanma, daha çok görünme, en önde yer kapma, daha fazla hep daha fazlasına sahip olma hırsı insanı nereye götürecek? Bu yolları bilmeyen, başvurmayan, tevessül ve tenezzül etmeyen insanlar saf olarak değerlendiriliyor. En kötüsü de bu olsa gerek.
Toplumun bütün katmanlarını, zehirli örümcek ağı gibi kılcal damarlarına kadar sarmış çok yönlü bir yozlaşmışlık ve ahlaksızlık var. Her alanda var olmakla birlikte ben yayın ve yayıncılık faaliyetleri üzerinden bu işin kültür dünyamıza yansıması üzerinde durmak istiyorum:
Kendini ifade etme, insanlığın en kadim, en saygın ve en masum sanatıdır. İnsan, tarih boyunca bulduğu her yolla kendini ifade etmeye çalışmıştır. Ruh taşır çünkü insan. Kalp, akıl ve irade sahibidir. Kimi zaman taşa şekil vermiş, kimi zaman seslenmiş, kimi zaman mağara duvarlarına, kimi zaman da hayvan derilerine yazmıştır. Bu, insan olmanın en doğal tezahürüdür. Ancak yüzyıllar içerisinde rutin hayatın gerekleri doğrultusunda insanın kendini ifade etmesi ayrı; kendini estetik ifade etmesi ayrı olarak değerlendirilmiş ki buna sanat adı verilmiştir.
Kâğıt ve mürekkebin bulunuşu, insanın kendini ifade etmesinde büyük kolaylıklar sağlamış, sözün yarına taşınmasında da yeni bir çığır açmıştır.
“Her şey yapılabilir bir beyaz kâğıtla / uçak örneğin uçurtma mesela / altına konulabilir bir ayağı ötekinden kısa olduğu için sallanan bir masanın / veya şiir yazılabilir / süresi ötekilerden kısa bir ömür üzerine.”
Böyle diyordu şair. Bir ayağı kısa olduğu için sallanan bir masanın altına da konabilir bir beyaz kâğıt; üstüne şiir de yazılabilirdi.
Son dönemde imdada yetişen teknolojik gelişmelerle tuşların üstünde gezinen parmaklar ve önümüzde bir deniz gibi açılan ekranlarla kâğıt ve kalemin de ötesindeyiz artık.
İnternet ve ekranların sağladığı dijital dünyanın imkân ve avantajlarıyla insan, kendini ifade etmenin nirvanasını yaşıyor. Bunda hiç sıkıntı yok. Sıkıntı, kendisinin at koşturabildiği bir ekran ve bağımsız bir alan bulan herkesin, dilin/sözün/ifadenin estetik alanı olan sanat vadisinde yol almaya kalkışması, kendisine ehliyet ve ruhsat soran kimse olmadığı için de doğru yolda olduğu vehametine kapılmasıdır. Ah Yunus! Kırk yıl boyunca pirinin dergâhına eğri odun götürmeyeyim diye niye uğraştın ki?
Eskiden sanatın da sözün de onuru vardı oysa. Dokuz ölçüp bir biçilirdi. Arif mertebesinde olana tamamı söylenmezdi. Söz söylemek dahi usta-çırak ilişkisi içerisinde kıvam bulurdu. Sözün estetik değer kazanması, sanat ruhunu taşıyan insanların gönül ve akıl muvazenesinden süzülüp terbiye edilir, dilden öyle dökülürdü. Yahya Kemal ki sözü kuyumcu titizliğiyle işler, bazı eserlerini ilk kaleme aldığından yirmi yıl sonra tamamlayabilmişti. Edebiyat, sözü kemâle ermiş kişilerin kelamını edeple sarf etmesiydi.
Nedir şimdi durum? Ne olacak! Kurbana girer gibi otuz kişi bir araya gelip bir özgeçmiş ve yapay zekâya yazdırdıkları sözüm ona kendilerince şiir, deneme, öykü dedikleri söz çöplüklerini iki kapak arasında birleştirip “kitap yazdık” diye piyasaya dolaşıma çıkan insanlar var. Sanat değeri taşıyan, okunduğunda kalbe dokunan her kitap, ağacın en güzel öyküsüdür diyordu Mustafa İşık. Bunlar, kirli emellerine alet ettikleri ağaca, ormana ihanet ediyorlar. Gözünü para bürümüş kem ticaret ayağıyla yürüyen ve çok büyük hızla üreyen merdivenaltı matbaa veya “parayı getir kitabı götür” mantığıyla çalışan, hatta ağza sakız kamyon arkası söz öbekleriyle bir şekilde yayın dünyasında popülerlik kazanmış vitrinyüzlerin önayaklıklarını yaptıkları sıradan yayınevleri, sözün onurunu ayaklar altına alıyorlar.
İntihal, başlı başına ayrı bir handikap.
Ömrü boyunca yarım kaşık bal vermek için kilometrelerce yol kat edip çiçekleri tek tek ziyaret ederek öz toplayan arı misali, sözünü kıvama getirip sarf etmek için yıllarını veren, okuyan, araştıran, dinleyen, gözlemleyen, demleyen kelam ehlinin heybesinden söz çalıp hırsızlık yapanlar, teknolojinin bu kadar geliştiği bir ortamda yakalanacaklarını bilmiyorlar belki de, sözün haysiyetini istismar edip arlanmıyorlar, kendilerine ait olmayan araklanmış sermaye ile sözlerinin yatsıya kadar dahi tesir etmeyeceklerini anlamak istemiyorlar.
Şu apaçık bir hakikat ki ister söz hırsızlarının olsun isterse yapay zekânın ürünü olsun yapay metinler, yeşerdiği kaynak asıl sahiplerinin olmadığı için kendini ele veriyorlar. Tatsız, ruhsuz metinlerdir bunlar. Sana ait olmayanlar doku uyuşmazlığı yaşatıyorlar.
Sanat dünyasında nitelikli eserler ancak nitelikli eleştiri ve değerlendirmelerle yarına çıkabilir. Eleştiri, en mühim yitiğimiz olmaya devam ediyor maalesef. Dişe dokunur eleştiri yapılmadığı gibi eser üretenlerin kahır ekseriyeti, haklarında serdedilmiş en küçük olumsuz eleştiriyi dahi kabul etmemekte, içine sindirememektedir. Eleştirilen kadar elbette eleştirenin niyeti de önemli. Dikkat ediyorum da son zamanlarda yapay zekâ marifetiyle birçok kişi eserlerini eleştiri ve değerlendirmeye tabi tutmakta, yapay zekâ tamamen egosunu okşayan olumlu cümleler kurduğu için ortaya çıkan metni eleştiri veya değerlendirme metni olarak gururla paylaşmaktadır. Çok sığ, yavan, alelade, basit, çiğ ve çocukça hareketler bunlar. Eleştirinin de bir adabı var.
Temelde değerler dünyamızı yitirdik. Kullan-at çağıdır yaşadığımız. İnsani vasıflarımız değişti. Yazanlar açısından böyle de okuyanlar açısından da durum pek farklı değil. Okur da “görünme”nin peşinde. Özümsemek, içselleştirmek, sindirmek, dimağına, ruhuna yedirmek, kitabın kelimenin hakkını el üstünde tutmak isteyenler azınlıkta. Gerisi manzarayı dekoratif olarak zenginleştirmenin derdinde. Öyle ki gelip geçmiş filozoflar, söz ehli insanlar o sözlerini bugün için söylemiş olsalardı çiğnenip çöpe atılmış çiklet gibi akşama kadar hükmü kalmazdı sözlerinin.
Hülâsa, durumun vehametini tersine çevirme, yolu doğru yürüme davasında kurum ve kişilerin üzerine çok vazife düşmektedir.
Zaman en iyi hâkimdir. En doğru hükmü verecektir.
Aksi hâlde su çürüyecek, içindeki balıklar ölecektir.
Fuat Oskay
Bireyin insan olarak tekâmülünün, insana dönüşmesinin önündeki en büyük engel, hata yapma korkusudur.
Korkuyu neden yaşamak istemiyoruz? Neden olacak; çünkü acı veriyor.
Çok acı.
Kendi düşen ağlamıyor. Sınırları içerisinde kendine dönük, sadece kendisini ilgilendiren hatalarının sorumluluğunu alabiliyor insan. “Bir defa düştüm, dikkat ederim; bir daha düşmem.” diyor, kalkıp yoluna devam ediyor…
Korkunun asıl kaynağı, başkalarını etkileyebilecek hatalar yapmak ve dolayısıyla da başkalarının eleştiri oklarının hedefi olmaktır.
Kendin düşsen ağlamıyorsun ama başkaları senin gözünün yaşına hiç aldırmıyor. Bu, zaman zaman en yakınların olsa bile.
Hatayı şahsına yönelik yapsan, üzerinde duracağın en fazla beş dakika. Hataların başkalarını ilgilendirsin oysa; haftalarca, aylarca, yıllarca ağızlarda sakız olmaktan kurtulamıyorsun.
“Hayat çok acımasız.” diyoruz sonra. Değil aslında, insanlar acımasız.
Hayat, yaşandıkça elde edilen tecrübelerin toplamıdır deyip yaşlılarımıza hürmet ediyoruz. Aslında acılarına saygı gösteriyoruz biraz da. Onlara acıyoruz, çünkü bu yaşa gelene kadar çok acılar çektiklerini biliyoruz.
Nereden mi biliyoruz? Tabii ki kendimizden.
“Gençler düşünse, yaşlılar yapabilse.” der Fransızlar.
Bu mümkün müdür? Güzel olurdu ama hayatın doğal işleyişi içerisinde bu pek de uygulama alanı bulmuyor maalesef. Hayat bir imha ve inşa süreci. Her yeni, geleceğin eskisi olmaya talip.
Tekâmül biraz da zamanla ilgili çünkü. Gençlerin doğru düşünüp doğru davranabilmeleri için zaman tüketmeleri gerek. Acı çekmeleri gerek. Acı ama yaşlanmaları gerek.
Fuat Oskay
“Sefalet ve ihtiyaç yoksul insanı sınırlar; işi yahut uğraşı bilgisinin yerini alır ve düşüncelerini işgal eder.
Cahil olan zenginler ise yalnızca zevklerinin peşinde koşarak ömürlerini tüketirler. Bu yönüyle vahşi bir hayvana benzerler. Servetlerini ve boş vakitlerini kendilerine değer kazandıran şeyler için kullanmadıklarından ötürü de tenkit edilmelidirler.”
Okumak, Yazmak ve Yaşamak Üzerine adlı eserinde Schopenhauer böyle dile getiriyor düşüncelerini.
O halde hayatla olan çetin mücadelesinden dolayı yoksul için ve yalnızca zevklerinin peşinde olan cahil zengin için lüks olarak addedilecekse kitabı kim okuyacak?
Bu iki sınıf arasında kalan insanlar kimler?
Neden okur insan? Entelektüel olmak için mi? Bilgi satmak için mi yoksa kendini inşa etmek için mi?
Rahatça ifade edilebilir ki okumak yalnızca kimlik ve kişilik kazanma çabasıdır. Eline aldığı her kitap kişinin duygu ve düşünce dünyasının inşasına atılmış bir tuğla görevi görür. Lakin her kitap okunmalı mıdır? Bu ayrı bir sorunun cevabıdır. Bilakis vakit en kıymetli sermayedir; bir kitabın yalnızca okunması yetmez, o kitabın sunduğu düşünce besinini sindirmek için de bu sermayeden ayrıca bir vakit daha ayırmak gerekir.
Zira üzerinde durup düşünmeksizin okunulanların büyük bölümü kaybolur. Gerçekten de bedensel gıdalarımızla zihinsel gıdalar arasındaki durum hemen hemen aynı. İnsanın yediklerinin beşte biri ancak hazmedilir, geri kalanı buharlaşmayla, terlemeyle ve benzeri şekilde kaybolup gider. Okudukları da öyle nihayet. Okuduklarının hepsini sindirebilseydi insan, gövdesi kellesini taşıyamazdı değil mi?
İdrak edilen vakte işaretle Levh-i Mahfuz’a bir gecede indirilen kitap, inanan insanlar için yirmi üç yılda anca peyderpey indirilerek tamamlandı.
Neydi maksat? Tabii ki kendisi için indirileni sindirmek ve tatbik etmek.
Sermayen sınırlı madem, ömür kısa, vade dar, varlığın değerli. Çok mu okumalı?
Elbette hayır.
Her şeyde olduğu gibi.
Ölçülü, dengeli, etkili ve yeteri kadar.
Fuat Oskay